Kalemsiz Dergi 28. Sayı

Page 1


Değerli Kalemsizler; Yoğun bir sayıyla yeniden karşınızdayız. Kimi arkadaşlarımız sizler için birden fazla eser ortaya koydu. Kışı geride bırakıp güneşe ve çiçeklere gülümsediğimiz ilkbahar mevsiminin ilk ayı olan Mart’ı selamladık. Yeniden diriliş gibidir Mart. Küllerinden yeniden doğmaktır, derin bir uykudan uyanmaktır. Belki de kahvaltıdaki çayın ilk yudumunu almak gibidir, haz verir. Bizim de sizler için özenle hazırladığımız bu sayıda şiirlerimiz, hikâye ve denemelerimiz baharı selamlayıp, hepimize gülümsüyor. Baharın başlangıcını “Bize Her Bahar” isimli yazısıyla Seda Kamburgil anlatıyor. Bu ay da aramıza yeni yazarlar katıldı. Birincisi; Serdar Üstündağ, ikincisi; KorsanKalem mahlasıyla aramıza katılan Nurican. Yeni yazarlarımızla ilgili ayrıntılar dergimizin içinde yer alıyor. Hepimizin bildiği ama farklı tanımlarla süslediği aşkı Evren

Özgüner, “Olasılığı Aşktır” isimli yazısıyla bize anlatıyor. Yazarımız ayrıca “Dil-i Biçare” eseriyle bizlerle. Gazete ve dergilerde çoğu zaman roman tanıtımıyla karşılaşmışızdır. Yine farklı olarak Muhammet Sağlam’ın sayesinde dergimize hikâye tanıtımını ekledik. Kendisi bizlere Samipaşazade Sezai’nin yazdığı Pandomima adlı eseri tanıtıyor. Bunun yanında Burcu Kılıç, Nazlı Deveci, Soner Üçkuşoğlu, Halil Kanadıkırık, İrfan Karabulut isimli arkadaşlarımız kaliteli yazılarıyla yer alıyor. Özgün Kabacaoğlu; Mert Vural ve Adnan Çakır ile yaptığı röportajları paylaşırken, Özge Özgüner bize Kurtalan Ekspres’i tanıtıyor. Sizler için hazırladığımız bir sayının daha sonuna geldik. Gelecek sayısı için görüşmeyi diliyor, tüm Kalemsizler olarak iyi okumalar diliyoruz. Görüşmek üzere...


Edebiyat->


Biz Her Bahar Mart hem bir veda hem de bir merhaba ayıdır. Soğuk, yağmurlu, bulutlu gökyüzüne hoşça kal deyip; kuşlarıyla, çiçekleriyle, yeşilin her tonuyla kucaklar insanları. Gökyüzü atar griyi, giyinir mavileri. Göçmen kuşlar dans eder maviyle, papatyalar sarılır doğaya, ağaçlar gelin gibi süslenir bu ılık mevsimde. Gökyüzünün gülen yüzleri kanat çırpar her gün pencerene. Zaman, bir şarkının nakaratında dans ederek geçer. Pencereyi açtığın an çocuk sesleriyle dolar evin. Baharla birlikte dolup taşan duyguların çocukların ellerinden tutup koşmak, oynamak ister. Baharın ılık rüzgârı yüzüne bir buse kondurur. Davet eder seni bir parka, sahil kenarına... Yeşille mavinin arasında açan bir gelincik ya da bir kırlangıç olmak istersin. Hem özgür hem doğanın bir parçası. Günler uzamaya başlar. Bakarsın güneş halâ tepede "Daha vaktin var, temiz havayı gönlünce içine çek." dercesine göz kırpıyor. Ağaçlarla birlikte umutlar da yeşerir bu genç ruhlu mevsimde. Yaşanacak, yarım kalmış planların tamamlayıcısıdır. Üstündeki kasvet, keder hırkasını çıkartır; cıvıl cıvıl, renk renk bayramlık sevinçleri giydirir.

Bahar, balkonda sıcak bir sohbet eşliğinde demlenen çayın mevsimidir. Hava ılık, çay sıcak, sohbet koyu... Komşuyu, akrabayı bir araya toplar bu mevsim. Bütün kış eve hapsolmuş sözcükleri, cümleleri paylaştırır sevdiklerinle. Ne yapacağı belli olmaz bu delikanlı mevsimin. Yirmi yaşlarındaki bir genç gibi anlık duyguları vardır. Kâh güler kâh kızar. Ama üşütmez. Doyasıya ıslanırsın nisan yağmuruyla. Gökyüzü bereketi üstüne yağdırır, senin için temizlenir, içinden yenilenirsin. Bir çiçek gibi filiz verirsin doğaya. Doğa toprak kokar. Yapraklarını toprağa örten çiçekler tekrar döner yüzlerini güneşe, şükredercesine. Çiçeklerin her rengine gökyüzünde rastlarsın. Gökkuşağı sarıdan yeşile köprü kurar tüm çiçeklerin yüzünde. Bahar naiftir, ılıktır, aşktır, sevgidir, birleştiricidir ama en güzeli yazın habercisidir. Küsmeyin, kızmayın, kırılmayın bu mevsimde. Canlanın, yeniden doğun ama bu kez tabiat ananın kucağına. Önce silkelenin sonra bir papatya çayı demleyerek başlayın ilkbahara. Kalbinizde bahar çiçekleri yetiştirin fakat soldurmayın.

Seda Kamburgil

seda.kamburgil@kalemsizdergi.com


Olasılığı Aşktır En sevdiğin şeye bakmak gibi… Mesela fotoğraf makinene dokunmak gibidir aşk. Vizörden bakmak gibi gözlerine, dünyayı oradan anlamak gibi. Kaybettiğin umutları, yeniden yeşertmek; özgürlüğünü onun ellerine bırakmak, belkide özgürlüğünü paylaşmak onunla. Hiç içmediğin kadar çay içmek, çayı üstüne dökmek. Orta istediğin bir kahvenin, şekerli gelmesi gibi bir şey... Gereğinden fazla tatlı yani. Trafik lambası gibi aşk… Hayatın yaktığı kırmızı ışıkta küfür ede ede uzun süre beklemek, sarı ışıkta sabırlı olamamak gibi… Yeşil ışığın yandığını görünce, durmayı aklından bile geçirmemek, kırmızıdan nefret etmek. Çölde en çok istediğin şey, kutuplarda ihtiyaç duyduğun tek element gibi. Gün batımındaki huzur, yağmurdaki hüzün damlaları aşk. Yorulmadığın tek yolculuk, yüzmekten bıkmadığın bir okyanus gibi. Dünyada hiç kimseyi umursamamak ve tüm renkleri daha canlı görmekten farksız. Onun gözlerinde, içtiğin son şekerli kahveyi; saçlarında ise denizdeki dalgayı görmek... Acımasız olan her şeyi kabullenmek veya masum olan bir çocuğu sevmek gibi. Tatlısını kabul etmek, acısına da siper olmak biraz. Dinlemeyi sevmektir aşk… Söylediği bir cümleyi çok sevmek, tekrarlaması için anlamamış numarası yapmak gibi bir şey. Kitabın ilk sayfaları gibi. Devamını anlamak için giriş bölümünde satır atlamamak, gelişme kısmında konuya hakim olmaktır aşk. Dünyaya hakim olup, kendine engel olamamak.

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com

Çevreyi fark etmemek, dünyanı ona odaklamak. Trafik varsa, yetişmek için arabanı park edip, metrobüse koşmaktır aşk. Kalabalığı yarmak... Onu görünce, önünde insan olduğunu fark edemeyip çarpmaktır. Unutmak zamanı... “Yine mi akşam oldu ya?” diye kendine sormaktır. Saatlerin hızına engel olmayı istemektir, yarı psikopatlaşmaktır aşk. Arkasındaki tabelayı okuyup bahane yaratmak, bu sayede gözlerini kaçırabilmektir. Hiç olmayacak yerden konu açıp, sesini duymaya çalışmaktır. Kusurlarına göz yummak, ses çıkaramamaktır aşk. Şehrin ışıkları gibi, üstünü örten bir örtü; düşlerin gibi, uzandığında kaçırmaktır elinden. Dünyanın diyaframını iyi ayarlamaktır aşk. Netliği yakalamak, ışığı iyi hesaplamaktır. Gitarın tellerine gerektiği kadar sert vurmak, pastaya fazla krema koymamaktır. Keke şeker yerine, yanlışlıkla tuz atmak ama yine de gülmektir. Bankada dosyaları karıştırmak, muhasebede fazla vergi ödemektir. Tribünde rakip takımı desteklemek, konserde yanlış nota basmak, şarkı söylerken detone olmaktır aşk. Yanındayken şarjının bitmediğini fark etmektir aşk. Mesaj atma programında en son görüldüğün saat, üç yüz dakika öncedir mesela. Parfümünü test etmektir, arkadaşlarına acemi aşıklar gibi fikir sormaya başlamaktır. İstediğin cevabı alamayınca surat asmak, beklediğin cevabı alınca olduğun yerde duramamaktır. Seni öldürmek için, tüm gücüyle uğraşan hayata; meydan okumaktır aşk.



Yeşil rengi severim. Çimenler gelir aklıma. Bazen koyu, bazen açık. Köküne inersek toprağı görürüz. Görürüz ama anlayabilir miyiz meçhul. Şu kalemi tutan ellerime bakıyorum da topraktan. Sarı saçlar, yeşil-mavi-siyah gözler... Hepsi topraktan. Anlasana Zarra eşitiz işte. Bu yüzden yeşili çok seviyorum. Bilmem, belki senden bile çok seviyorumdur. Aklıma gelmişken yeşil sana çok yakışırdı. Belki hâlâ yakışır. Eğer bir gün yağmurun ıslattığı toprak kokusunda karşılaşırsak bunu görebilirim. Göremezsem de hayal ederim. Ne de olsa sende bir hayalsin. Gerçekleşirsem eğer ilk işin çekmeceni açıp bütün yeşilleri atmak olacak biliyorum. Ama unuttuğun şeyler olacaktır. O çekmecenin bölmelerinde anılar var. Neden bölmeleri hayat gibi görmüyorsun? Bir kıyafet alıyorsun, birkaç ay orada duruyor, belki bir-iki sene. Sonra çöpe atıyorsun. Bunlar sana tanıdık gelsin. Yabancılaştırma felsefene kapılma. Kıyafetler de insanlar gibi. Alıyorsun sonra sıkılıp atıyorsun. Ama diyorum ya unutuyorsun Zarra; sen hevesten ibaretsin... Bir hayat düşün. İçinde aşklar, ayrı-

lıklar, savaşlar, zelzeleler... İyi ya da kötü bir kez olsun düşün. Bu senin hayatın. Ve senin bölmelerin evinden, işinden ibaret. Benimse içimden. İçimin ve aklımın odaları var. Hepsini kodladım. Kiminin kod adı gözlerin, kiminin ise kokun. Ama sakın gülümseme, bunlar sadece şifre! Bir tane bavulum var; kalbim. Bana; ikimize yetecek kadar geniş gelirken, sen içinde boğulup kırıyordun onu, dar geliyordu. Keşke kırmasaydın. Zaten bir gün onu da azrail durduracaktı. Şimdi bana yeten bavulumla tek kişilik cam kenarındayım. Beynimdeki kodlarla bedenime misafirim. Gidiyorum. Bir kapı çalacağım ve o kapı açılacak. Yine biliyorum ki kapıyı açan sen olmayacaksın. Sonra heybemi çıkaracağım. İçimde sadece ekmek ve şiir var. Bunlar benim hayatım Zarra. Bilemeyiz, belki bu hayat ikimize yeter...


Bazen Sadece ‘ Yaşarsın ‘ Yüksekteyim. Neler olduğunu anlamıyordum, anlayamıyordum. Yüzümü, ellerimi kesen, kaskatı bırakan soğuğa rağmen kendimi dinlemeye devam ediyordum. Böyle yapmaya devam edersem sanki imkânsızlar mümkün hale gelecek, olmazlar olacak gibi hissediyordum, nedenini bilmeden. İnsanın çaresiz kalışıyla kurtuluşu arayışındaki çok ince çizgiyi andırıyordu işte bu an. Bir adım atarsan ileri, kaybolup gideceksin griye çalan gökyüzünün içine doğru. Bir adım gidersen geri kaçıp kurtulmak istediğin kocaman boşluk karşılayacak seni. Bazen sürüklenir gibi olursun bu ikilemin arasında, bazense koşarsın ileriye ardına bile bakmadan. Neler yaptığına, neler olduğuna anlam veremezsin belki bir süre, hatta çok uzun bir süre. Bu süre içinde ne dünü düşünürsün ne de yarını. Sadece içinde bulunduğun an vardır artık. Planlar yapsan, nasıl olsa hayat kendi planına sürüklüyor beni deyip boşvereceksin. Hayaller kursan nasıl olsa gerçekleşmeyecek deyip vazgeçeceksin. Hedefler koysan nasıl olsa daha çok yolum var deyip erteleyeceksin. Bunları yaparken her dününün yarına karıştığını unutacaksın... Fark edeceksin ki geç kalmışsın! Ama unutmaman gereken tek şey olacak, her daim bir umut vardır insanlar için, keşkeler için...

Yaşadığımız hayatı sorgulayarak ve bugünden sonra yaşayacaklarımızı hesaplayarak,hesaplar yaptıkça kaybettiklerimizi özleyerek, özlediklerimizi hatıralarla beraber hafızalarımızda yaşatarak, hafızalarımızda yaşattıkça yeni tanıştığımız insanların hayatımıza sızmasına göz yumarak, göz yumdukça o insanlara elimizde olmadan karıştığımızı fark ederek, fark ettikçe doğru mu yanlış mı diye düşünerek, düşündükçe işin içinden çıkamayarak... Ama bir şekilde ‘ yaşayarak’ devam edersin.

Burcu Kılıç

burcu.kilic@kalemsizdergi.com


Nazlı Deveci

Korkma Sor : ‘ Kimim ? ‘ nazli.deveci@kalemsizdergi.com Masam kendine münhasır düzeni içinde oldukça dağınık... Ama bu akşam toplamak için ne arzum var ne de mecalim doğrusu. Ne çıkar bir şeyler de dağınık olsa... Hem çok intizamlı ya da hoş görünmesi gerekmez. Kalemimi, defterimi, ellerimi bir de; misafir etmesi kâfi bu akşam. Bilmem ne servet değerinde malzemeden olsa bana yaramaz yoksa. Masanın diğer ucundaki ders kitaplarının göz kırpmasına karşılık da hafif bir baş hareketiyle selam verip hiç oralı olmuyorum. Çünkü kanımı akıtmakta hızlıca, kalemim kurşun bu akşam… Kalbe değen kurşun nasıl damarlarda gezinen sıcak kırmızıyı açığa çıkarıyorsa, kalbe doğrultulan kalem de o civarda dolana dolana başladığı hissi çoğaltıyor, habersizce anlatıyor meramını insanın, söylerken diline dolananı nasıl da cesurca deyiveriyor. Kalbime doğrulttuğum kalemim kurşundan bu akşam… Yazıp yazıp silebilmek için, yazdığımı karalayıp da kalbimi karartmamak için, umudumu kaybetmemek için belki… Zaten insan kendini anlayamazken kalkıp anlatması güç oluyor. Hatta bazen başka insanlar bizi bizden daha iyi anlatıyor ya. Okuduklarımızı hayretle idrak ediyoruz, kendimizi tanımlayacak cümleleri yakalamışken soluksuz devam ediyoruz okumaya… Nereden biliyor yabancı insanlar benim kalbimi? Nasıl içime işliyor bu kadar kelimeler? Sanki kalbim onun vücudunda geziniyor bir vakit de sonra gelip yerine yerleşiyor. Oysa ne kalp dolaşır ondan ona ne de hisler şahsa özel... Yazanlar duygularının peşinde seyyah olmuş ama gezi hatıralarını mürekkebiyle paylaşmaktan geri durmamış. Ne çekinmişler yabancılara gönüllerini sermekten ne de esirgemişler süslerini kuru kelimelerden. Okuyan da nasibini almış, gezip görmesine hacet kalmadan tatmış aşina olduğu kalp oyunlarını. Biriken silgi artıkları benim onlar kadar başarılı olmadığımı fısıldasa da yazmaya muhtacım.

Çünkü ne ben cesurum kalemler kadar ne de sözlerim berrak yazılar kadar. Dara düştüğümde bir şey okusam da iyileşsem, biri iki çift laf etse de yüreğime su serpilse diye bekleyişim bundan olsa gerek benim de. Belki de insan, yalnız olmayı mutsuz olmak saydığından, birine ihtiyaç duyduğundandır. Otobüste yalnız seyahat ederken başımın yanımda oturanın omzuna yaslanmamak için direnmesi de mi bundan acaba? Sahi neden etrafımızda birileri olmadığı ilk anda yalnız ve bedbaht insan oluyoruz? Başka bir söz aradım ama bulamadım, “bedbaht”ın da pek hoş geldi işitmesi; yakışmadıysa kulağımın kabahati, bilesiniz. Yalnızlık, gerçekten yalnız olanın gözlerinde görülmedikçe dudakların arasında oldukça iğreti duruyor. Yalnızlığını dillendirmeden evvel aynaya bak! Sevilmemiş, sevememiş, mutlu bir aileyi rüyasında göremeyecek kadar gönlü yorgun bir kadın mısın? Çok çalışan ama yorgunluğunu çekip alacak iki çift lafa muhtaç umutsuz bir adam mısın? Hiç çocuk olmamış olamamışlardan mısın? Kendini bulamamışlardan, genç bir vücutta hapsolmuş ihtiyarlardan mısın? Misaller çoğaltılabilir, karalar bağlamak huyumuzdur, acıklı hikâyelere de aşinayız. Bir hikâyen yoksa yazmalısın, ama kalemini yaralarına batırmadan. Yalnızlık şarkılarını söyleme dur, önce içine bak! Alışık olduğun birileri, hiç ulaşılamayacak bile olsan istediklerin, isim veremesen de içini ısıtan bir dolu duygu, bir sevda en önemlisi… Yoksa haykırabilirsin yapayalnız olduğunu, kızabilirsin yanına yaklaşıp seni şarkının ruhundan ayırmak isteyenlere. Belki de sandığımız kadar zor ya da karmaşık değildir yaşam, belki biz güçsüzüz, hassas oluyoruz, çok da umutsuz bazen. Oysa hayat hiçbirimize koca bir mutluluk sözü vermedi. Kimse duraksamadan koşabileceğimizi fısıldamadı ilk adımlarımızda. Çok gülmemiz ondan değildi, çocukluktandı. Düşüp kalkmalar çocuk olmaktan değil, insan olmaktandı.


Merhabaların Güzelliğinde Sokağın heybetli duvarlarının yanıbaşında, omzumdaki çantayla yürüyordum. Kimi ara sokaklarını bilmediğim bu kent, milyonlarca insanın ayak bastığı ve her gün süre gelen koşuşturmacaların yaşandığı bir panayırdı adeta.. Var olmak hiç bu kadar zor olmamıştı belki de.. Doğanın çok uzağında yapay ve yabani bir yaşam sürüyorduk.. Her gün sistemli ve acımasız bir düzenin bağımlı dişlerini oluşturmaktan başka yapabileceğimiz çok da bir şey yoktu.. Ya da vardı ve biz yapma cesaretini taşımıyorduk. Engelleniyorduk, kolaya kaçıyorduk.. Galiba her birimiz, her gün kaçıyorduk.. Şartlar bir gün öncesinin şartlarından daha kötüydü ve gitgide de daha da kötüleşiyordu. İnsan nasıl da bu kadar riyakârlaşıyordu? Ve saflığıma doyamadığım ben, nasıl olur da bunca acıya katlanabiliyordum? Günlük telaşlarım; kelimelerin-cümlelerin o eşsiz uyumu sağlamaya başladığı ana kadar sürüyordu. Duvarlar kirleniyordu o vakit.. Bir kız çocuğu hiç ummadığı bir anda tokat yiyordu hayatın nasırlı ellerinden.. Ölümler geliyordu ardında.. Soğuk bedenler beliriyordu sahnede.. Kısık sesiyle bir ihtiyar yüreğimi sızlatan bir gazel savuruyordu boşluğa.. Kulaklarımın pası siliniyordu, gözümün yaşı dinmiyordu.. İki aşık, yanyana iki yağlı ilmekte sallanıyordu..

Ve belki de ölüler de sevebiliyordu.. Nihayetinde gündüzler geceye devrederken, insan bedeninin tükenmiş yüzleriyle karşılaşıyordum.. Trende, otobüste, kaldırımda ve trafikte.. Herkes sabırsız, soluksuz ve mutsuz olarak dönüyordu evine.. Uyumak için.. Sadece uyumak için.. Uykularda tükenen, tüketilen hayatların çocuklarıydık.. Uykulara düşman olduk o yüzden.. Kahvenin her türlüsünü içmekten zevk alıp, uykunun en kısasını makul kıldık bedenlerimize.. Göremediğimiz onca rüyaya inat, geceleri zihnimizde kurduğumuz hayallerle tatmin olduk.. Ve yazdık.. Ve yazdım.. Harf harf, kelime kelime, cümle cümle yazdım; seni,onu, bunu, bizi.. Evren öyle büyüktü ki, yazmak telaşına kapıldığım günden beri, benden öncekileri bitiremediğim gibi benden sonrakilere de yetişemeyecektim.. Bunun bilinciyle yazdım.. Bunun deli eden huzursuzluğuyla yazdım.. Benden önce yazılanlara aşık olup yazdım.. Benden sonrakilere miras bırakıp yazdım.. Vazgeçmedim, vazgeçemezdim..


Bir merhaba demek bu kadar uzun olmamalı.. Ama her şeyin bir adabı olduğu da gerçek.. Edebiyatın, hayatın her alanıyla iç içe olduğu da aşikâr. Bunda hiç şüphe yok.. Bir edebiyatçıyı yaşadığı toplum beslemektedir. Yaşadığı toplumun damarlarını kemirmiş bir yazar-şair gerçekte o toplumu dünyanın her köşesinde anlatabilecek en önemli unsurdur. Bunu bir siyasetçi başaramaz kolay kolay. Bir toplumu yazınsal dünyada kavramak, o toplum hakkında gerekli tüm incelikleri algılamamızı sağlar. Bu ülkenin dört bir yanındaki okullarında savrulan çocukluğum, gençliğim ve girmekte olduğum orta yaşlarımın bir karşılığı olarak görürüm yazma telaşlarımı.. Anlatacak çok şeyim olduğunu biliyorum.. Söyleyecek çok cümlem var.. Heybemde binlerce kelime taşıyorum, dilimde yüzlerce cümle kuruyorum.. Bu topraklarda varolmuş tüm zulümleri, tüm aşkları, tüm insanları selamlıyorum. İşimiz insana dair ve derdimiz de anlatacağımız bu kelamlar.. Tarihin her anında kurulmuş milyarlarca cümleden birini de bizler kurdu isek ne mutlu bize.. Selamlar, ben KorsanKalem.. Sizlere Yazınsal Çukur’dan bildiriyorum.. * Eleni Karaindrou ve Minor Empire şarkıları eşliğinde kaleme alınmıştır.. KorsanKalem 20.02.2014 00.45 //

Nurican GLYN

nurican@kalemsizdergi.com


ENİN-İ HAFİ ( GİZLİ İNİLTİ ) PANDO Samipaşazade Sezai ‘’hiçbir şey yapmadan hiçbir şeyin sanatını’’ ironik bir üslupla anlatmıştı bizlere. Bir pandomima sanatçısının ürkek adımlarla sahneye adım atması ve bir boşluk silsilesi içinde aşkın peyda oluşu… Yani Paskal’ın ’hiçbir şeyliği’nden çıkan anlamlılığının aşkı… Paskal’ın, Eftelya’ya duyduğu karşılıksız aşk; çirkinliğin, yalnızlığın ve yabancılaşmanın bireysel ve sosyal muhtevasını bizlere sunuyor. Pascal’ın samimi duyguları, her aynaya bakışındaki çirkinliğinin Ahmet Haşim şiiri ile bezeli oluşu, mekân duygusunun bireysel çığlığı ile pencere kenarında bekleyişler, hal-i nisyan dolu bir geçmiş, metruk bir iç çekiş ve her inhitatın içerisinde tam yaratılmış bir tebessüm ile intihar… Her aşkın diyalektiğinin farklı sevgilerle vuku bulması… Öyledir ki Paskal’ın Eftelya’ya duyduğu bu aşk, Eftelya zatında müdavim bir istihzaya dönüşür: ‘’Paskal’ı bundan evvel ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de hal ü tavrı, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını söylerdi!...” İşte odur ki Eftelya’nın Paskal’a karşı sevgisi, acımak ve merhamet kelimelerinin farklılığı ile sabitlenmişti. Hiç konuşmadan, palyaço kılığına girerek, yüzünü boyayarak insanları eğlendirmesi, insanların ona gülmesi ve onun lu’biyat ederken ‘bais-i hayatı olan’ aşkını

zihninde ve kalbinde büyütmesi, topluma karşı çaresizliğin; sınıfsal yakarışıdır. Ve öyle bir sükût-ı hayale sahiptir ki Paskal, şöyle aksettirir bunu bizlere: ‘’ Kendisini bir kere kabul edecek olursa... Bu hücreleri saksılarla donatacak, o güzel Eftalya’sını şu köşeye ik’ad edecek… (…) Ne kadar garip hikâyeler söyleyecek, bütün gece güldürecek... (…) Meselâ şimdi odaya giriyor… Bir ilâhe-i hüsnün karşısındaki putperest gibi başını tahtaların üzerine koydu…” Ve bu hayaller ile sürüklenen Paskal, Eftelya’nın evlenecek olduğu haberini alıp münhedim bir halde, unutulmuş köşe başlarında hıçkırıklarla gözyaşı döküyordu… Yalnızlığının açığa çıktığı, Haseki’nin çıkmaz sokaklarından birinde bulunan, yabancılaşmasını paylaştığı o evden şimdi yalnız gözyaşları çıkıyordu. Son bir kez sanatını icra etmek için sahneye çıktı, Teessürât-ı can-hırâşından renk verme’den sevgili Eftelya’sını ve müstakbel kocasını güldürüp, hazin duygularla evine gidip, platonik aşkın çıkmazında kalıp, intiharın gölgesinde; sonun başlangıcını oynuyordu. Hiçbir şey yapmadan hiçbir şeyin hiçbir şeyliğine âşık olan Paskal’ın intiharına bile inanmamıştı insanlar. Boğazında bir ip, dili dışarıda, nakıs bir vaziyette duruyordu Paskal. Ve insanlar, o vaziyete bakıp


OMİMA ( SAMİPAŞAZADE SEZAİ) gülerek şunu diyorlardı: ‘’Ne kadar komik sanki gerçekten ölmüş gibi’’… Ve ölüm; bir o kadar çaresiz ve anlamlı… Batı edebiyatında Werther’in, Anna’nın kucak açtığı bir Paskal, öbür yanda bizim edebiyatımızın Maria Puder’i, Raif ’i, Mümtaz’ı ve Nuran’ı ile selam gönderdiği yine bir Paskal. Hepimiz bir Paskal ve hepimiz intihara meyil eden sıhhatsiz ağaçlarız… ‘’Düşler vardır hani, prensese götüren yolda batağa, pislikten geçilmeyen leş kokulu sokakların çamuruna, çirkefliğine gömülüp kalır insan, benim de işte böyleydi durumum. Bana pek de hoş olduğu söylenemeyecek böyle bir yol izleyip yalnızlık çekmek, kendimle çocukluğumun arasına kapalı bir cennet kapısını yerleştirmek düşmüştü, kapının önünde acımasız bir görkem içinde bekçiler dikiliyordu. Bir başlangıçtı bu, kendime kavuşma özleminin gözlerini içimde açmasıydı’’. ( Hermann Hesse/Demian )

Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com


Mutsuzluk Senfonisi Ve bununla başlayan mutsuzluk senfonisi ağır aksak hayatımızdaki yerini aldı.. . Rutin mutlu tablonun uyumlu renkleri bozulmuştu bir kere.. Ellerindeki kartlar bu oyuna göre değildi artık. Ait olduğu yer, ait olduğu andan ibaretti. Gelecek bir vaad olmaktan çıkmış, bir tehdit olmaya başlamıştı. Ne kadarına sahipti aitliğinin? Ne kadarı gerçekti yaşananların, ne kadarını hak etmişti? Sorgulamaktan korktu.. Durdu, duruldu. Anı yaşamak mı? Zordu artık.. Anı yaşatmaya çalışıyordu zihninde. An, vaktinden önce tekdüzeleşmişti. Durdu. Dalgınca bakındı kendi gördüğü adama. Yaşadığı hayatın ne kadarı kendine aitti.. Ne kadarını çalıyordu hayattan.. Ne zaman vazgeçmeye karar vermişti kendinden bir parça olmaktan. Sakindi, aklın alamayacağı kadar sakin. Ne boyutta yer aldığını bilmediği bir vazgeçişle devam ediyordu beklemeye.Soğuk kanlılıkla ölüm fermanını imzalamıştı. İçindeki kasvetin ağır ağır ruhunun ve zihninin en karanlık köşelerine kadar işlemesine izin vermişti. Kendinden memnundu. İçkisiyle, sigarasıyla, acelesi yokmuşçasına, yavaş yavaş ölüme yürüyordu. Yaptığı, ölene kadar vakit geçirmekten başka bir şey değildi. Yaşamayı bırakalı 2 sene olmuştu. Başka bir tene kokusu karışmayalı ne

kadar olmuştu, düşünmeye üşendi.. Sigarasından bir nefes aldı. Düşündü, şu an düşünemiyor olmayı denedi, beceremedi. Okkalı bir küfür savurdu. Saat 2 yönünde kıra döke tüm geçmişine savrulmuştu küfür. Kendine anlam katan insanları düşündü. Bu kadar az olmamalıydı dedi içinden. Ait olduğu dünya için bir sitemde bulunamayacak kadar yorgundu. Sustu. İçine sustu. Pencereden vuran sabah güneşinin odanın içinde uçuşan tozları gözler önüne serişini izledi bir süre. Bir parça aydınlık nasıl da tüm pislikleri gözler önüne seriyordu. Yüzündeki çizgilerin her birinin bir anısı vardı zihnini acıtan. Karanlığa gömülüp kaybolmayı diledi.. Kıldan ince kılıçtan keskin bu köprüde, bir toz tanesi gibi havalanıp cehennemin en dibine düşüşünü görür gibiydi. O günü sabırsızlıkla bekliyordu. Ve beklediği son pek de uzakta değildi. Gidip bir çay koydu. Ayaklarını uzatıp arkasına yaslandı. Ölüm geldiğinde onu hazırlıklı bekliyor olacaktı. Gülümsedi. Bu kez kuralları o koymuştu.. Artık, acımayacaktı.. .

Esra Aktürk

esra.akturk@kalemsizdergi.com


Beni öptükten sonra intihar etmesi, benim defalarca deneyip başarısız olmam ve onun aklıma gelmeyen bir yöntemle bunu başarması ardından intihara sebebiyet vermek suçundan daha kendiBen içindeki hava boşluğunu birtakım duygumi savunamazken kendimi cezaevine nakledilirlarla doldurmaya çalışan alelade insanlardan biriyim yalnızca. Kafasına birkaç kez silah daya- ken bulmam ve anlam veremediğim bu olayların arasında beni cezaevine götürmekle görevli mış, birkaç kez gazı açık bırakma, birkaç avuç jandarmanın bir dal sigara uzatmasıyla sigarahap ile defalarca intiharı denemiş biri olarak söyleyebilirim ki halâ yaşıyor olmam mucizelerin ya başlamam, daha ilk nefeste öksürük krizine girdikten sonra ikinci nefesi çekemeden sigarayı ya da tanrının beni öldürmek istememesinden değil, benim beceriksizliğim ve korkaklığımdan bırakmam, bütün bunlar arka arkaya olurken ben kaynaklanıyor. Yani bir başka deyişle yaşıyorum sürekli aralarında sıkışan, nefes almaya çalışan zavallının tekiydim. Kazada dilimi kaybetmiştim çünkü beceriksiz ve korkağın tekiyim. Oksijen korkudan. Zaten başıma ne geldiyse korkudan bağımlılığımı yenemiyorum. Neyse ki onunla gelmişti. tanıştım. Cezaevinde on dört kişinin daha kaldığı bir Rena ile tanıştığımda 17 yaşındaydı. 17 koğuşa yerleştirildim. İlk gece uyumadım. İkinci yaşındaki kızların büyük bir çoğunluğu gibi çok güzeldi. Bedeni olgunluğunla bütünleşmek gece dört kez kabus görerek uyandım. Aradan 12 yıl geçti, cezaevinden çıktım ve üzereydi. Beni ilgilendiren yanı bunlar değildi her gece rüyalarıma giren sahnenin peşine düştabii. Deliliğiydi. Onunla tanıştıktan sonra hiç konuşmadık. tüm. Şimdiyse babamı öldürüyorum. Çünkü her Sadece el ve kol hareketleri ile anlaşabiliyorduk. şeyin sorumlusu o. Önce annemi öldürdüğü kazaÇünkü ikimizde konuşma ve duyma özürlüydük. da dilimi kaybettim. Sonra annemin cinayetini bir şekilde kapatıp, benim intihar etmemi engelledi Gerçi ben sonradan felç geçirdiğim için onunla aynı okuldaydım. Bir kazada dilim tutulmuş, bir birkaç kez. En sonunda beni yerleştirdiği okulda daha çözülmesine ihtimâl vermiyordu doktorlar. Rena adında bir kız beni öptükten sonra intihar Açıkçası başlarda çok eksikliğini hissettiğim ko- etti. Beni daha önce kimse öpmemişti, hele diliyle, hiç kimse. Rena’nın mezarının başında, elimde bir nuşma yetimin daha sonra anlamsız olduğunu fark ettim. Konuşmamak aslında bir hediyeydi. tabanca, namlunun ucunda bağırmaya çalışan, elleri, ayakları bağlı, ağzı bantlı bir baba; bir katil. En azından Rena ile tanışmamı sağlamıştı. En azından sadece annemin katili, belki bir de Bir gün Rena beni öptü. Ben bir daha Rena’nın. Benimse katilim olmak üzere. Çünkü eskisi gibi hissetmedim. Dilini ilk defa kullandığını görmüştüm, aynı zamanda hissetmiştim. babamı öldürdükten sonra, silahı kendime doğrultacağım. Ve kafatasımda açacağım bir delikten Bir daha dilini kullandığını görmedim. Zaten beni öptükten sonra beşinci katın balkonundan dışarıya, o güne kadar konuşamadığım her kelikendisini boşluğa bıraktı. Arkasından tutmaya meyi akıtacağım. Bir de Rena’nın kelimelerini. çalıştım ama sadece elimde üzerindeki kazaktan bir parça kaldı. soner.uckusoglu@kalemsizdergi.com Rena’nın ölümünden beni sorumlu tuttular. Zira onu hayata bağlayan tek şey bendim.

Rena

Soner Üçkuşoğlu


Dil-i Biçare

Endamın vuku bulur adabı gönlüme, inancın azim olur, huyumun kötüsüne. Er kişi sözü olur, sözüm lafımın gayrisine. Üzme gönül gönlünü, sözüm oturur içerime. Yâr sen eyledin sözün sonunu, inan kalbin bulur özünü. Üzme yâr karartma gözün perdesini, yarab verir doğruya kederin iyisini. Dilim söz etmez senden kötü, razı kalp senden gayri. Lisan olur hicri bedenim, eda eder doğru ile gösteririm. Yâr sen serin tut gönlünü, ferah olur doğru ile ihsan ederim. Varım yoğum yârim bilirim, kimseye değil sana boyun eğerim. Yanlış değil kalbim sana lakin, düştüm bir gafleti devrana. Aman yâr atma dipsiz kuyuya, lakin gönlüm bi tek senden yana. Sultanım eteklerin kutsal toprak, bedenimi etme senden ırak. Lafım sana sözüm olsun bir hataya daha,gel bu başı beraber vurak.

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com


Japon Kız

Dünyanın en büyük macerasına yeni başlıyorum. Oysa silahsızım... Hani kıyıda durup denizi seyreden kızın, rüzgârda uçuşan saçları vardır ya… İşte onun gibi yağmur getiren fırtınaya başlıyorum Japon kız, İçlerinde çay kokuları ve titrek bir mum alevi gibi parlayan gözlerin… Şamdanlarla, bir köy parkında, karanlıklar içinde, yanımızdan akan bir nehir, kaybolmuşluklar zincirinde, azıcık da çaresiz bir kasılma, ürkek konuşmalar arasında, dedikodu yerine muhabbet ederiz diyen cümleler, hasretler, bir bakıma korkaklıklar, mülteci bakışlı tebessümler, olmamakta ‘ olmaktır’ diyen birkaç felsefi yaşayış, akbile zam gelmiş deyip ikinci çaylarımızı içmek, bazen de parmaklarının arasında sigara varmış gibi davranmak, o değildi gözlerimizi inek bulutlarına dikmek, ayrıntıları hissetmek, ölümü severek izlemek, özgürlüğü söyleyebilmek mi dersin Japon kız? Belki de gitmek ‘ gelmektir’, Kısacası, soğuk bir cehennemin içindeyim. Kıskanıyorum seni Japon kız… Ne gecelerinde yaşayabiliyorum, ne gündüzlerinde ölebiliyorum. Ben de Cahit Sıtkı’ya selam yollayıp; Kabirde böceklere ezberletiyordum güzelliğini… Üşümeye başladım… Bağırmak isteyip, battaniyeye sarılıyorum… En iyisi ‘ çimlere basmayınız’ diyen bir yazı görüp, orada ki çimlere basalım… Sokaklarda dolaşıp ölümcül sorularla ‘hatıra’larımıza kazıyalım; … yağmur getiren fırtınaya başlayalım…

Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com


Esmer Bir Gül

Çığırtkan bir alev parçasından çıkan su misâli, Ağıt yakılan güllerin en esmeri en güzeli... Kayboluşların anahtarından akıyorsa bir nur, Ölümü ve hayatı ‘’İstanbul’’ yapan sur… Ayetlerin toplandığı sükuttaki titreyişle bezeli, Bakışlarınla çoğaldığım hakikatinde ki uğur… İlkbaharın aydınlık yağmurunda sığınmacı bir bakış, Haşhaş tarlalarında deli zerdaliler yine bir karış… Kelebektir o uçan, kanatları sevgi dolu ve isyankâr, Yeşilliğidir elleri, esmerliğidir kalbi; bütün dünyaya garazkâr, Sen ki çığırtkanlığıyla var olmuş bir alevin kayboluşu, Sen ki ayetlerin nuruna göz ucuyla çarpan bir İstanbul, Sen ki zerdalilerin bakışlarında çekingen bir devrim, Sen ki esmer bir gül… Sen ki yalın, sade ve başıboş bir ‘’ben’’

Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com


Fars Dünyası

Yazmasaydım çıldıracaktım adını

Ve sen arkanı döndün Adını çağlayacaktım sokağın ortasında Ben adını andım Deli diyeceklerdi belki Yetişemedim kulaklarıma Belki üç beş kuruş sadaka vereceklerdi Adını anıyordum Sualsiz bakacaktım yüzlerine Persepolis’te akşam oluyordu Adını anacaktım, belki yetmeyecekti Taht-ı Cemşid’de sabah Belki de çöllere karlar yağıyordu Köşe başlarında, kar altında Dudaklarına yağıyordum, eriyordum Vaktin hiç umurumda olmayanında Kendime yetmiyordum -İstanbul muydu, yoksa Tahran saatiyle Oysa yazmalıydım mi? Yazmasaydım adını, çıldıracaktım Çırılçıplak mıydım yoksa, üşüyor muydum? Ve sen arkanı döndün Bildiğim, tek kemiği kaldı bilincimin Ben adını yazdım Adını anmalıydım, dolmadan dakikası Sen Arkana bakıp son kez gülümseyişinin İçimde bir hasretsin uzaklara Anmalıydım adını Tedirgin bekleyişim uykuları Gülümseyişinin gözlerinin Bir fotoğraf, bir yanı sen -ki onlar bir kaç asır kadar derinAklım fikrim Fars diyarında Kurumuş dudaklarımla, kalabalık ve Ve sen çatlak Hafız’ın geceleri uyanıp yazdığı Adını anmalıydım Benimse her lahza gördüğüm rüya Anmasaydım adını Adımı unutacaktım!

Halil Kanadıkırık

halil.kanadikirik@kalemsizdergi.com


Ketum Ketum

Endişelenme, ne olur. Endişelenme, başıboş yüreğim için. Bilirsin, asla kıyamam sana. Hem, kim görmüş ki boş gezdiğimi? Kim şahit olmuş ki, sensizliğe cahilce meydan okuduğuma? Takmadan belime bir şiiri, ne zaman çıkEndişelenme, ne olur. Endişelenme, başıboş yüreğim için. mışımBilirsin, ben tenhalara? Yeni yetme birHem, hayta kim gibi, görmüş ulu orta yazacak değilim ya asla kıyamam sana. ki boş gezsağadiğimi? sola. Serseri bir kelimenin yapabilecekleri için, vicdan azabı çekemem Kim şahit olmuş ki, sensizliğe cahilce meydan okuduğuma? belime şiiri, zaman çıkmışım bu yaştan sonra. Takmadan Bakma ne olur. Bakmabirsen, nene onlara, ne de tövbekar dubenHalihazırda tenhalara?keskindir Yeni yetme bir hayta gibi, orta yazacak ruşuma. cümlelerim ve her neulu kadar kocamış göründeğilim ya sağa sola. Serseri bir kelimenin yapabilecekleri semiçin, de, aslında acıtır sözlerim derinden. Üstelik korkma, adından başka bir vicdan azabı çekemem bu yaştan sonra. Bakma ne olur. kelimeyle tenimi ve senle alacaklarından değil hani! Bakmadelemezler sen, ne onlara, necanımı de tövbekar duruşuma. da HalihazırBir da pespayeye sakız etmemek içindir seni, kim sustuya yine de keskindir cümlelerim ve herkine kadar kocamışgiderimde görünsem de, kimselere aslında acıtır sözlerim derinden. Üstelik korkma, adınvermem ismini. dan başka bir kelimeyle delemezler tenimi ve canımı senle alacaklarından da değil hani! Bir pespayeye sakız etmemek içindir ki seni, kim sustuya giderimde yine de vermem kimselere ismini.

Tolga Arslan tolga.arslan@kalemsizdergi.com Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com



Ana Ben Ölüyorum Ana, anam bak ben de ölüyorum Al beni koynuna Toprak çok soğuk keskin bıçak sanki anam Ana ölüyorum, ölürken yanımda kal kanatlarınla sar Kınalı kuzum Memedim ben ve Mehmetlerin cennet kapısına geldi Cennet anaların ayakları altındaymış beni ve Arkadaşlarımı cennetine alacak mısın? Hem yalnız değilim ki anam Yanımda silah arkadaşlarım da var Bu can Ali Kızılbaştır adı, İki aylık evliydi daha kınası solmamıştı Yaşlı anası babası Dersim isyanını yaşamış Zalimin zulmünü görmüş Aha bu uzun burunlu Sürmeneli Laz Akif Lazoğlu’dur lakabı Vaktiyle Rumlara karşıymış Yiğit biridir ama şimdi onlardan kız almış evli İki erkek bir kızı var

Resimlerine baktık çocuklarının gülüştük Doğum gününü dün kutladık kızının Şurdaki ayağı kopuk kavruk yüzlü Kürt Halil Biz ona emmoğlu derdik Kan davalısı Sünni olduğundan bunu vurmuş Hanefi mezhepli kızını kaçırdı diye Kefeni yırtmış zor kurtulmuş anlayacağın Ama şimdi yakalandı feleğe Bak ötede silaha sarılı biri daha Başı sargılı, elleri kanlı boyunca yatar Zeybek efedir namı gözünün birini mayında kaybetti Dedeleri Yunan’dan göç eylemiş vaktiyle O, bu topraklarda doğmuş Satmaz kardeşlerini namerde asla Yunan’ı denize biz döktük diye övünür. Deli dolu oğlandı daha yeni nişanlıydı Velakin şimdi ecelle evlendi Biliyor musun ana bir gün Kan kardeşim Cemali’yi Baskında yakaladım


Ana özlemiştim gözlerimiz dolu dolu sıkı sıkı sarıldık İçim el vermedi sıkamadım kurşunu anam Tıpkı bilyelerimi alıp kaçtığı gibi gitti Ardından bakarken gözlerim doldu O giderken yüreğimi de alıp gitti Oysa ne garip ki burda toplanmış koyun koyuna yatıyoruz Toprak ananın kucağındayız yer döşek, Gök yıldız yorgan sanki Bu gün bayram ya anam Elini öpmeye şeker almaya sana geldik Çünkü burda sen varsın ana Sen anasın sarar koklarsın bizi anam Hayattayken ben yetimdim Şimdiyse onlar yetim anaya hasret Anaları bana kuzuları gibi baktı helal lokma yedirdi hep Ayırmadılar evlatlarından beni Ve ben yalnız değildim ki ana Ana bu kez sıra sende Ben analara söz verdim anam bize bakar diye Al sev bağrına bas çocuklarını,

Yerde yatmasınlar üşürler sabah ayazda Cemali tetiktedir hep uyanır kollar bizi Doğası gereği namerde bel bağlamaz Sürmeneli horlar, Kürt Halil üstünü açar Zeybek Efe uykuda konuşur Mermiler canlarında yara yaralar gonca gül açmış ana Ana yavrularını cennetine al Onlar ki vatanı için can verdiler Ser verdiler sır vermediler Ben gibi kucakla bizi anam şehidiz biz Hakkını bize helal edenlere sende helal et ana Memedini pusuda vurdular Gelinine bak seni söyler başucumda Selamda ağıtta ninnide Akan her damlada ben boğulurum Bayramlarda sana gelirdik hep Şimdi bize gelecekler ana bize Not: Hakkaride şehit edilen on askerimize ithafımdır.

İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com


Aklım Sende Takılı Sen ağlama gözlerim Aklım sende takılı kalır Ne vakit bir çiğ damlası düşse elime Gözlerim yüreğine burkulur Uyanmak zor Çiğ damlası kokan sabahlarda Bedenim üşümüş Nefesim sende kalır Ne vakit gözlerim yağsa Aklıma bahar yüreğime umut takılır Aklım hep Sende kalır sende

İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com


K端lt端r & Sanat ->


Her bireyin kendine has özellikleri, yetenekleri vardır. Kimi bunun farkına varmıştır, kimisi arayış içindedir, kimisi de çoktan yeteneği ile birlikte yok olmuştur. Hâlâ kendini bir labirentin içerisinde mi hissediyorsun? Hak veriyorum sana doğrusu. Yaşam içerisinde insanın kendini keşfetmesi zor, özellikle de şu modern çağlar parodisinde… Üzgünüm, daha yetenekleri keşfedecek bir site yapılmadı ama yeteneklerinin farkında olup da bu yeteneklerini değerlendiremeyenler için şık bir site var. Karşınızda http://www.talenthouse.com/

Dünyanın her yerinden insanların yeteneklerini sergilemek için kullandığı site; yarışmalar doğrultusunda işlevini yerine getiriyor. Site eskiden Türkçe olarak hizmet vermiyordu, artık Türkçe dil seçeneği ile daha kolay kullanabilmeniz mümkün. Sitenin yarışmalarında çoğunlukla kazananlar iki şekilde belirleniyor. Bir; sanatçı veya jüri tarafından seçilenler. İki; en yüksek oyu alanın seçilmesi ile kazananalar belirleniyor. Bu ödüller sponsorlara göre değişkenlik gösteriyor. Müzik kategorisinde kazandığınız bir yarışma sonucu bir konsere gidebilir, düet yapabilir ayrıca para ödülü kazanabilirsiniz. Ödüller hafife alınmayacak kadar göz dolduruyor. Kazanan neden siz olmayasınız!

Sanat tasarım, moda, film, müzik ve fotoğraf kategorilerinden oluşan sitede isterseniz yeteneğiniz ile güzel işlere adım atabilir; isterseniz de kendi projenizi başlatabilir, projenize uygun yetenekleri keşfedebilirsiniz.

Merve Aygün

merve.aygun@kalemsizdergi.com


Site de kimi zaman ünlü bir markanın yarışması olabileceği gibi dünyaca ünlü bir sanatçının yarışmasına katılıp hayallerinizi gerçekleştirebilmeniz mümkün. Bu arada bağımsız birçok sanatçının eseri ile karşılaşacaksınız. Bu eserler size ilham kaynağı olabileceği gibi bu sanatçıları destekleyerek onlara da yardımcı olabilirsiniz. Savaş sanatına göre; İnsan doğası gereği zora düşmedikçe yeteneklerini sonuna kadar kullanmazmış ama Talenthouse ile sınırlarınızı zorlamaya ne dersiniz. Belki aranılan yetenek sizsinizdir. Haydi ne duruyorsunuz, çok geç olmadan yeteneklerinizi değerlendirin.


Kurtulan Ekspres Özge Özgüner

ozge.ozguner@kalemsizdergi.com


Barış Manço ve Cem Karaca seviyorsa- yansıtıyordu. Barış Manço’nun vefat nız bu grubu da seviyorsunuz demek- etmesiyle birlikte, grup Cem Karaca tir. ile çalışmaya başlamıştı. Manço vefat etmiş dağılır bunlar denmiş olmasına Yıllanmış şarap gibiler... rağmen bir yerlerde hâlâ kaliteli müzik yapan sayılı gruplardan biri. Anadolu Rock’ın kurucularından Barış Manço’nun 1972 yılında kurduğu ve Bu 40 yılı aşkın sürede Türk müziğinin vefatına kadar beraber çalıştığı gru- büyük emekçilerine elveda dedi. Bahabudur. Kurtalan Ekspres adını o dödır Akkuzu’nun yerine kardeşi Cihangir nemde tren raylarının doğuda en son Akkuzu gelmişti, Celal Güven’den geriulaştığı durak olan Siirt’in Kurtalan ye ise Bülent Güven kaldı. Bu yönüyle ilçesinden alır. Kurtalan Ekspres babadan oğula, abiden kardeşe geçen bir mirastır. Grup 1972 yılından bugüne kadar pek çok kadro değişikliği yapmıştır. Yıllar içinde oldukça fazla eleman deİlk kurulduğunda Murat Ses, Celal ğişikliğine gitse de usta bas gitarist Güven, Caner Bora ile başlayan grup Ahmet Güvenç’ten başka orijinal Kurdaha sonra Kılıç Danışman ve Ahtalan Ekspres yolcusu kalmadı. Serdar met Güvenç’in katılımıyla şekillenen Öztop, Sefa Ulaştır, Bülent Güven ve kadroya, 1978 yılında Ömür Gidel ve Can Bora Genç grubun şu an ki kadroBahadır Akkuzu dahil olmuştur. sunu oluşturuyor. Grup, Barış Manço ile Türk Rock müziğine birçok yenilik getirmiştir. Kurtalan Ekspres, sadece sahnelerde değil, Barış Manço’nun sunduğu TV programlarında da yer almıştı. “Barış Manço ve Kurtalan Ekspres” , hem icra ettikleri müzik ile hem de görüntüleri itibariyle daha o yıllarda efsane olmanın muazzamlığını

Birçok albüm çalışmasına imza atan grup, geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Barış Manço, Cem Karaca ve Bahadır Akkuzu anısına hazırlanan “Göğe Selam” albümü birçok usta müzisyeni bir araya getirmişti. Son olarak 10 Şubat’ta piyasaya sürülen “Göğe Selam 2” ile geride kalanlara ithafen güzel bir oluşum içerisine girildi yine ve ortaya yine ses getirecek bir albüm


çıktı. Bülent Ortaçgil, Duman, Hayko Cepkin, Murat İlkan, Emrah Karaca, Fatma Turgut, Haluk Bilginer, Nejat Yavaşoğulları, Niyazi Koyuncu, Selçuk Balcı, Şevval Sam, Umut Kuzey ve Yavuz Bingöl kendi yorumlarıyla yeniden şarkıları seslendirdiler. Kurtalan Ekspres ve diğer grup&sanatçılar iyi iş çıkarmışlar. Özellikle klavyede Bülent Güven’in hakkını yememek lazım, nefis olmuş. Ahmet Güvenç’e ise laf söylemeye hiç gerek yok, yine mükemmel anlayacağınız. Bu albümde öne çıkan isim kesinlikle Serdar Öztop. Sololarıyla albümü tek başına bir seviye yukarı çıkarmış. (Maden Ocağı’ndaki soloya dikkat!). Gür Akad’ın ardından vokale geçen Can Bora Genç’i ilk defa dinleme fırsatı yakaladım ve çok başarılı buldum. Albümde iki şarkıda vokal yapmasına rağmen hemen kafamda

yer edindi. Çok güçlü bir sesi var. Kısacası buram buram emek kokan ve koleksiyonunuza koymanız gereken albümlerden. ALBÜMLERİ: 1.2023 (1975) 2.Baris Mancho (1976) 3.Sakla Samanı Gelir Zamanı (1977) 4.Yeni Bir Gün (1979) 5.Disco Manço (1980) 6.Sözüm Meclisten Dışarı) (1981) 7.Estağfurullah Ne Haddimize (1983) 8.24 Ayar (1985) 9.Live İn Japan (1995) 10.3552 (2003) 11.Göğe Selam (2011) 12. Göğe Selam II (2014)


“Ülkemizi en iyi şekilde temsil etmek” Mert Vural ile Röportaj Röportaj Ekibi Kalemsiz Dergi


Kendinizi biraz tanıtabilir misiniz? Okuduğunuz okul, nerelisiniz ? Mardin merkez 15.06.1994 yılı doğumluyum. Spor yapmayı severim. 10 yıldır basketbol oynuyorum aynı zamanda 3. lig basketbol oyuncusuyum ve 2008 yılında atıcılık ve avcılık sporuna başladım. Bu spora başlama nedenim de babamın avcılığa olan merakından ve benim onunla avlara gitmemden gelen bir haz olarak başlamıştır. 2013 senesinde Hırvatistan’ın Osijek kentinde yapılan 34.sü düzenlenen Avrupa Gençler Şampiyonasında ülkemizi temsil ettim, milli sporculuk belgesine sahip oldum ve Aksaray Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okuluna başvurarak Beden Eğitimi Öğretmenliği bölümünü kazandım. Orada devam etmekteyim.

Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Girişken aynı zamanda duygusal bir kişiliğe sahibim. Haksızlığı kabul etmeyen, bencilliği sevmeyen bir insanımdır. Yaptığımı, başkası benden daha iyi yapmaması için uğraş veren değil, tam tersine bildiklerimi takım arkadaşlarımla paylaşıp onların da benim düzeyime ulaşmalarını sağlayıp onların sevincine ortak olmayı isteyen bir kişiyim. Yerine göre sakin, yerine göre ise sinirli biriyimdir. Benim için spor bir yaşam tarzıdır.

Kişisel özelliklerinizin yaptığınız spor ile ilgisi var mı? Negatif veya pozitif yönleri ile sizi nasıl etkiliyor.?

Tabii ki var! Bu benim en büyük kişisel özelliklerimden birisidir. Sporla iç içe olmak, negatif oluşumu yapılan müsabakada elde edilmeyen skorla karşı karşıya kaldığımda üzülüp, daha da çalışıp, antrenmanlarımı daha iyi bir yönde tamamlayıp hırslı bir şekilde yola koyulmama sebep olur. Bunun sonucunda pozitif olanları yüzeye çıkarma sonucunu elde ediyorum ve kendime olan öz güvenim daha da artıyor.

Atıcılık sporundan biraz bahsedebilir misiniz? Türkiye’de ne durumda, dünyada ne durumda?

Atıcılık sporu maalesef ki Türkiye’de fazla tanınmış bir branş değil. Fakat dünyada örneğin Almanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde daha önem verilen bir spor dalıdır. Bunun en güzel ifadesi, Akdeniz oyunları… Ayrıca Avrupa ve dünya şampiyonalarında ilk üç sıralamanın sonuçları arasında yer almalarıdır. Atıcılık hem ateşli hem havalı tüfek branşı olarak trap, skeet ve tabanca olarak üçe ayrılır. Kendi branşım 10 m havalı tüfek ve 50 m ateşli tüfek branşında yarışmaktayım. Havalı tüfek branşında takım olarak rekorlarımız mevcuttur. 50 m ateşli tüfek branşında da birçok yarışmada takımımız Türkiye rekorlarını kırmıştır. Aynı zamanda bu branşta milli sporcu olarak görevime devam etmekteyim.


Atıcılık federasyonuna baktığımızda adının Türkiye Atıcılık ve Avcılık Federasyonu ile bağlantılı olduğunu görüyoruz. İlginiz ne boyuttadır avcılık ile tamamen ayrı mı yoksa aynı zamanda bir avcı da diyebilir miyiz size?

Öncelikle belirtmeliyim ki, çalışmalarımıza ülkemizi olimpiyatlarda temsil etme görevinin büyük bir yük olduğuna inanıp durmadan devam ediyoruz. Tabii en büyük hedefim, hatta hedefimiz diyelim altın madalyayı alıp ülkemize mutlu bir şekilde Türkiye Atıcılık ve Avcılık Federasyo- dönmek ve emeklerimin karşılığını almanın nunun Milli Sporcu kadrosundayım. Bundan sevincini yaşamak… Atıcılık sporundan teknik anlamda son derecede mutlu ve gurur duymaktayım. biraz bahsedebilir misiniz? Bu spora yeni Avcılık ile tamamen ayrı bir düzeydedir başlayanlara neler tavsiye edersiniz? bizim faaliyetlerimiz. Biz sabit bir hedefe Atıcılık sporu büyük bir odaklanma isnişan alırız zaten… Fakat kendime ait bir tüfeğim olursa avcılık ile de ilgilenebilirim. ter ve bunu yapmak için güçlü kaslara sahip olunması gerekir. Atıcılık spor dalı tanınma Milli sporcusunuz ve olimpiyatladığından dolayı yeni yetişen nesillerimizin ra hazırlanıyorsunuz. Olimpiyatlardaki

hedefleriniz nelerdir?


bu sporu kesinlikle tanımalarını istiyorum. Yeni başlayan arkadaşlara tavsiyem kondisyonlarını arttırmaları, güçlü tutmalarıdır. Yemeklerine dikkat edip ayakta sabit durma egzersizleri yapmalıdırlar. Nefes alışverişleri önemlidir, bunu düzenli bir şekilde uygulamalıdırlar. Futbol, basketbol 30’lu yaşlarda

yavaş yavaş bırakılmaya başlanılır(profesyonel anlamda) bu sporu aktif olarak kaç yaşına kadar yapmak mümkün?

Atıcılık sporunda yaş belirtmem tam olarak doğru olmaz. İnsan ne zaman nefes alıp vermekte zorlanırsa o zaman atış yapmakta zorlanır, çünkü atıcılıkta nefesin doğru alınıp verilmesi çok önemlidir. Ama ortalama olarak 40-45 yaş diyebiliriz. Atıcılık profesyonel bir uğraş

mıdır? Para kazanabiliyor musunuz?

Maalesef ki amatör bir branştır. Para kazanmamaktayım, hobi olarak yapmaktayım. Federasyon başkanınız bir kadın…

Atıcılık sporunda kadın sporcuların durumu nedir voleybol kadar yaygın mı yoksa futbol gibi daha az talep mi geliyor?

Hayır atıcılıkta kadın sporcular yaygın değil bunun sebebi de atıcılık sporunun fazla tanınmamasıdır .

Son olarak gelecek çalışmalarınız nelerdir? Olimpiyatlar 2016’da ve sonrası için planlarınız var mı? Gerek kendi

spor kariyeriniz gerekse Türkiye’de avcılık 2020’lerde örneğin nerede olacak? Gelecek çalışmalarım daha önce de belirttiğim gibi antrenman yapıp, iyi dereceler elde edip, olimpiyatlarda ülkemizi en iyi şekilde temsil etmek. Spor kariyerimi bu branşı yapmakta zorlandığım yaş seviyesine geldikten sonra iyi bir antrenör olup bu kez de antrenör olarak benim gibi sporcular yetiştirmek isterim. 2020’lerde üst seviyelere geleceğine inanıyorum ülkemizde atıcılığın. Benim gibi ve hatta çok daha başarılı sporcuların bulunduğu bu branşta, olimpiyatlarda inanarak ve çalışarak alınacak derecelerin çoğalacağına eminim. Bunun sonucunda atıcılığın tanınıp güçlü firmaların bu branşa sponsor olup atıcılığın daha çok gelişeceğine olan inancım yüksek. Umuyorum ki 2020’lerde atıcılık Türkiye’de çok daha yaygın bir spor olacaktır. Mert Vural’a samimi cevapları

için teşekkür eder daha nice zaferleri hep birlikte alkışlamayı dileriz…



Öncelikle bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Adnan Çakır kimdir? 1994 Mayıs ayında İstanbul Beykoz‘da doğdum. Fotoğrafçılıkla 12 yaşımda tanıştım, ailem fotoğrafçılık merakıma ilk başlarda biraz karşıydılar. Merkeze uzak bir köyde yaşıyorum ve bugüne dek fotoğraf adına herhangi bir eğitimim olmadı. Gazete ve dergilerden gizli saklı bulduğum eğitim anlatımlarıyla kendimi geliştirdim. Temel eğitimi çözdükten sonra gerisi çok hızlı bir şekilde ilerledi ve birçok konuda kendi imkânlarımı kendim ürettim. 2010 yılında ise Sabancı alt yapısıyla düzenlenen “Masa Üstü” konulu fotoğraf yarışmasında, fotoğrafçılık kimliğim ile katıldığım ilk yarışmadan birincilik ile ödüllendirildim. Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?

ne çalışıyorum. Beni fotoğrafçılığa bağlayan en büyük nedenlerden biri de hayalimdeki sahneleri kadrajıma en iyi şekilde yansıtarak soyut olan hayal kavramını soyutlaştırabiliyor olmak. Beni fotoğrafçılığa bağlayan en büyük nedenlerden biri... Bu hadiseyi 12 yaşımdan önce resim yoluyla gerçekleştiriyordum, sonrasında photoshop ile tanıştım ve bu dalda kendimi geliştirmeye karar verdim. Ağırlıklı olarak portre çalışıyor-

sunuz. Sizi portre çekmeye yönlendiren duygu nedir?

Özellikle yakın plan porte fotoğraflarını çok seviyorum. Nedeni dünyada bir insanın suratı kadar anlamlı bir şey yok. Bir insanın yüzünden tüm geçmişini analiz edebilir, o insan hakkında birçok kanıya varabilir ve belki de o insanın tüm geçmişini yüzünden okuyabilirsiniz. Bizim amacımız da Fotoğrafçılık haricinde ilgilendiğiniz dallar var mı? Sizi fotoğrafçılığa bağlayan o kişinin geçmişini ve kişiliğini en iyi şekilde kadraja yansıtmak. Bir göl kenarında yapılan en büyük nedenler nelerdir? uzun pozlamalar, manzara fotoğrafçılığı, çi Henüz küçük bir çocukken çizmiş çek böcek gibi fotoğraflar çekenlere elbette olduğum resimlerle, yaşıtlarımın ve büsaygı duyuyorum fakat bu dallar bende pek yüklerimin dikkatini üzerime toplamayı başarmıştım. 12 yaşında büyük bir merakla gerçekçi çağrışımlar uyandırmıyor. Portre dışında ise sürrealizm ve mistisizm temalı ilgilenmeye başladığım fotoğrafçılık, şimkurgular bu dalda olan bir diğer ilgi alanım. di ilgi alanımdan ziyade vazgeçilmez bir Kişiyi anı dondurmaya yani fotoğraf tutku haline geldi. Fotoğrafçılık haricinde çekmeye yönelten dürtüler neler olabilir? ise psikiyatri, tiyatro, sanat yönetmenliği Aslında bu, cevabı kişiden kişiye ve sürrealist tablolarla ilgili araştırmalar farklılık gösteren bir soru. Herkesin fotoğve çalışmalarda bulunuyorum. Bunun yanı sıra vakit buldukça ” Macera Peşinde Beyaz rafa karşı olan beklentileri farklıdır. Kimi en Çocuk” adında hayali bir karakterin macera- iyi anı yakalamak ister, kimi düğün, nişan, larını kaleme aldığım bir gırgır kitabı üzeri- sünnet, doğum günü gibi özel anları ölüm-


süzleştirmek ister, kimi gördüklerini en iyi biçimde ifade edebilmek ister, kimisi ise özellikle de günümüz ergen heyetlerinin birçoğu aldıkları DSLR makinelerle kendilerini fotoğrafçı sanıp ulu orta yerlerde egolarını tatmin ederler. Belli belirsiz bilinçsiz fotoğraflar çekerek ya da karşı cinsin dikkatini çekmek için fotoğrafı aracı ederler. Ortalama 6-7 yıl önce bu hadiseyi gitarla ya da ona benzer sanatsal araç ve gereçlerle yaparlardı. Beni fotoğrafçılığa bağlayan en büyük nedenlerden biri ise hayalimdeki sahneleri kadraja en iyi şekilde yansıtarak soyut olan hayal kavramını somutlaştırabiliyor olmak bir önceki soruda da belirttiğim gibi. :) Bir fotoğrafınızı ve hikâyesini bizimle

sıralarında kilisenin kapısı açılır açılmaz kilisenin avlusuna çıktım. Ortalığı kolaçan etmek ve yoklamak için. Sonrasında bu gökyüzündeki muazzam temayla karşı karşıya kaldım. Alelacele bir şekilde kiliseye girdim ve makinemi aldım, koşarak dışarı çıktım. Çıkarsan bir daha geri gelemezsin dedi görevli, sorun değil dedim. Işık yeni yeni filizleniyordu gökyüzünde, 18 mm’lik bir açıyla bile kilisenin tamamını kadraja sığdırmak, sağ ve sol bölgelerdeki iki perspektifi elde etmek mümkün değildi. O an bu görüntüyü kaçırırsam bu işi bırakırım diye geçirdim içimden ve ani bir şekilde üzerimdeki beyaz ceketle yere sırtüstü yattım. Dijital ekranı açarak, kadrajı gördüm ve kilisenin tamamını kadraja sığdırmayı başardım. Üstüm başım çamur içinde kalmıştı ama değmişti paylaşmak ister misiniz? Kalemsiz Dergi Bu görmüş olduğunuz kilise fotoğrafını Gezi Parkı olayları sırasında sığındığımız kilisede Esra Aktürk çektim. O gece kilisede sabahladık, sabah 08.00


Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.