“Değerli Kalemsiz Dergi okurları,
düzyazılarımızla birlikte bu sayımızda da birbirinden değerli mısralar okunmayı bekliyor. Özgün Kabacaoğlu iki önemli ve ses getirecek röportajıyla bu ay da karşınızda: ruha dokunan mısralarıyla Cezmi Ersöz ve Ben Tv Haber müdürü Gamze Kurt. Ve yine rafımızdan sizler için seçtiklerimiz, tarih dosyamız, müzik köşemiz... Ocak sayımız okunmayı sabırsızlıkla bekliyor. Bütün okuyucularımızın yeni yılını tebrik ediyor, hayırlı, verimli, mutlu bir yıl geçirmelerini diliyorum. Ayşe Bengisu Akdağ duyuruyor okurken. Bir fotoğrafın hikayesi “Antikacıdaki Gelin”, Pınar Çaylak’tan “Memleketime Mektup” ve bir çok hikayemiz, denemelerimiz, şiirlerimiz, rafımızdan seçtiklerimiz, Özgün Kabacaoğlu’nun sizler için yaptığı röportajımız, perdeleri açılmayı bekleyen tiyatrolar, Semih Rıdvan Çabalar’dan “Hayalleri Cihana Sığmayan Adam” ve daha nicesiyle, dolu bir sayıyla sizlerleyiz. Tüm okurlarımıza bir yılı daha bizlerle geçirdikleri için teşekkür ediyor, yeni sayımızla sizleri baş başa bırakıyoruz. Daha güzel sayılarla sizlerle birlikte olmak ümidiyle...
2014’ün ilk sayısıyla karşınızdayız. Her yeni yıl sevindirir, heyecanlandırır, umutlandırırken bir taraftan da hüzünlendirir, düşündürür. Bizler de Kalemsiz Dergi olarak yeni bir seneye girerken ardımızda bıraktığımız koca bir yılı düşünüyor, anıyoruz. Yoğun bir yılı geride birbirinden değerli sayılarla, fuarlar, çalışmalarla ve aramıza katılan yeni kalemsizlerle geride bıraktık. 2014’e de yine emin adımlarla, farklı hedeflerle, sizleri daha memnun edebilmenin fikirleriyle giriyoruz. “Ocak ayı... Türk edebiyatı için en çok kayıpların verildiği, en eski ve dolu kitapların toprağa defnedildiği ay” Bu sayımızda bendeniz tarih boyunca bu ay yitirdiğimiz şair-yazarlarımızı derlemeye çalıştım. “Havadis” bölümümüzde kültür-sanatın gündemini sunuyoruz sizlere. Veli Özcan ölüm yıl dönümünde Necati Cumalı’yı ele alıyor. “Kırık Kadeh” Evren Özgüner’in kaleminden Kayıp Tanık bölümüyle devam ederken Seda Kamburgil “Bir Günün Özeti”ni çıkarıyor sizler için. Pınar Çaylak adeta “Ey Türk, titre ve kendine dön” diyor, 21. Yüzyılda Türk Olmak ne demektir, neler hissetmek, neler çekmek, neler feda etmektir sorguluyor, Ayşe Bengisu Akdağ sorgulatıyor. Diğer denemelerimiz ve Kalemsiz Dergi Baş editörü
Edebiyat->
Kayıp Tanık Emre, uykusundan kan ter içinde uyandı... Sağa sola göz attı kimse yoktu. Baş ucunda, komidinin hemen üstünde duran saate baktı, 00:30’u geçiyordu. Lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadı ve kafasını hafifçe kaldırarak aynada yüzüne baktı. “Nasıl yaptım bunu” dedi kendi kendine. Yüzünü hafifçe önüne eğdi ve gözünden iki damla yaş düştü, suyla beraber lavaboda yok oldu. Üstünü değiştirip evden dışarı çıktı. Hava soğuk, sokaklar ise oldukça karanlıktı. Ellerini cebine koydu, üşüyordu... Harabe evlerin önünde, kimsesiz çocuklar vardı ve taşın üstünde uyuyorlardı. Az ileride bira içen iki adam ve yanlarında bir dilenci oturuyordu. Yanlarından sessizce geçti ve devam etti. Emre Lacazetti, duyarlı bir insan olmasına rağmen şaşırmadı, çünkü Balat’ta bu tarz şeyler çok normaldi. Bir taksiye bindi ve İstiklal’e doğru devam et dedi. *** Murat şaşkındı… Elinde ki kutuya baktı, sonra kadına dönerek: - Bu şifreli bir kutu... - Şifresi nedir bilmiyorum oğlum ama Aytaç çocukluğundan beri bir şeylere şifre koymayı çok severdi. Her harfin alfabedeki sıralamasını alır, o rakamı şifre haline getirirdi. “Anahtarın üstündeki 127 rakamı bir anlam ifade ediyor olabilir mi acaba?” diye kendine sorduktan
sonra, “İzninizle ben gideyim.” diyerek evden apar topar dışarı çıktı. Yolda Hakan’ı aradı: - Hakan görüşmemiz lazım! - Neredesin dostum. - Bara gel işimiz orada. - 20 dakikaya oradayım. *** Emre, Taksim’e geldiğinde, Büyükparmakkapı sokaktan içeri girdi ve gördüğü ilk bara girdi. Garsona “Bir tane bira getirir misin?” Dedikten sonra cebinden not defterini çıkardı. Notlarını eski usul olarak tutardı ve asla cep telefonuna bu tarz şeyleri kaydetmezdi. Bu yöntem ona her zaman daha sıcak gelmişti. Notlarını incelerken içeri Murat’ın girdiğini gördü. Defterini kapattı ve Murat’a seslendi ve Murat şaşkın bir ifadeyle, Emre’nin yanına geldi: - Emre… Seni burada gördüğüme şaşırdım. - Geçerken gördüm hoşuma gitti mekan. - Ben müdavimiyim buranın, seni görünce biraz afalladım. - Tesadüf işte, buyur otur bir şeyler ikram edeyim. - Yok sağol... Hakan gelecek onunla konuşmam gereken önemli konular var, seni yalnız bırakacağım kusuruma bakma lütfen.
- Rica ederim olur mu öyle şey, keyfine bak. Murat, “Teşekkür ederim.” Dedikten sonra başka bir masaya oturdu. Çok geçmeden içeri Hakan geldi: - Murat sana bir şey söyleyeyim. Bu Emre denen herif kesin beni takip ediyor. - Orası şüpheli kardeşim, çünkü o senden önce geldi. - Hiç sevemedim şu adamı. - Bırak şimdi onu… Aytaç’ın annesi bana bu kutuyu verdi. Anahtarın açtığı kutu bu… - Ne çıktı içinden? - Başka bir kutu daha… - E peki onun içinden? - Açamadım… 5 karakterli bir şifre var. Aytaç’ın takıntısı olduğunu söyledi annesi. Alfabedeki her harfin, sıralamadaki denk geldiği sayı olduğundan şüphe ediyor. Anahtarın üstündeki üç rakam, A,B ve F harflerine denk geliyor. Fakat ben bir anlam çıkartamadım. - Kutuyu neden kırmıyorsun? - Çünkü içindekinin ne olduğunu bilmiyorum! *** Tolga komiser, Şubeden içeri hızlı bir şekilde koşarak girdi. Cinayet masasından sorumlu komisere giderek “Nereye götürdünüz?” diye sordu. İlgili komiser şaşkın bir ifadeyle “Misafir salonunda” cevabını verdi. Tolga komiser, acele bir şekilde misafir salonuna indi. Kapıyı açıp içeri girdi ve tanık olan şahısın yanına gitti. - Olayı gören sen misin?
- Evet! - Ne gördün? - Görmekten daha çok, katilin cebinden düşen bir şeyi bulmuştum. - Ne buldun? - Bu kağıdı… - Bunca zaman niye getirmedin? - Bir cinayet işlendi, ben buna canlı tanık oldum. Her zaman karşımda cinayet işlenmiyor, haliyle korktum. - Katilin eşgâlini hatırlıyor musun? - Katil bir travestiydi, bunu açık bir şekilde farkedebiliyordum. 1.80 boylarında, yirmi beş yaş üstü birisiydi. - Göz rengi, ten rengi falan? - Ortam karanlıktı o kadar göremedim. Tolga komiser, teşekkür ettikten sonra kağıda göz attı ve sadece iki tane ayrı rakam yazılıydı. Devam edecek...
Evren Özgüner
evren.ozguner@kalemsizdergi.com
Toprağa ektiğin tohumların büyümeden ZARRA’YA MEKTUPLAR -4- üzüldüm. terk ettin bu şehri, kız kulesini arkandan ağlatarak. Karanlık bıraktın dökülmüş zili olan çalamadığım Kara bir delik görüyorum sanki. Etrafına beyaz renkler sıçramış. Kayboluyorum sanırım. Hayır... kapını. Şimdi ben, bekliyorum çamurun üstünde Yine beyazlar görüyorum. Acaba gördüğüm siyahın kaybolan ayak izlerini, gelmemelerin gidişlerini... masumiyete yansıması mı? Olamaz. Beyazlarda da Sende çamur ol Zarra, biraz ekmek ve zeytin ol... kırmızı ipler görüyorum. Dalgalar halinde. Aynısının bende olduğunu söylüyorsun. Mutlu oluyorum. Sahi, Her zaman yanıbaşında gördüğüm şanslı insanlarben senin gibi olabilir miyim? Sen, bende görüyorsandan biri olmak isteseydim; bunları atıyor mu kalbin? Bana vereceğin cevaplar- Çabalamasaydım, özlemezdim soluduğumda hayat veren kokunu, dandı kalbinin olup olmadığı... Dışarıda sana hep göz ucuyla bakanlardan olsaydım, Gözümde yüceleştirdiğim bedeninle var olur ruhum. gözlerini gördüğümde kaybedemezdim benliğimi, Ruhlar aleminde beni yalnız bıraktığını bile bile. Gülerken seni yansıttığım gözlerime aynanın Gözlerinden bahsediyorum Zarra. Suçluluların af karşısında bakmaya alışsaydım, her baktığımda o dilemeye geldiği kutsal sığınağı anlatıyorum sana. aynadan farkım olmazdı, Yağmurlar yağdıran... Korktuğumda kirpiklerinden Ya da yeniden doğamazdım hıçkırıklarımda. güneşe baktığım, hayatın ışığına sahip olduğum, iç Bir gün gideceksen, güdüsel olarak emeklerimi alan gecem, gündüzüm, Beni o aynaya mahkum etme; etme ki gölgende ağlamak imkansız olmasın. dünyam, ömrüm ve Zarra’m. Bir gündü Zarra. Binlerce saniyeyi içine alan bir gündü. Bana teslim ettin ellerindeki çizgileri. Emanetim oldu, yollarımdı bunlar. Seni zor bulup çabuk kaybettiğim isimsiz ilçelerini ziyaret etmeye çalıştım. Gözlerimdeki renkler, saçlarımdaki aklarla. Kapını çaldım, zildeki döküntülerden önce parmağımdaki kırışıklık dikkatimi çekti. Başka hayata daldığını o zaman anladım. Boş odanın sessizliği, Ağustosun sıcaklığı kulaklarımı sağır etti. Sol tarafımı üşüttü. Bahçene indim. Nefesinden koklamayı sevdiğim ıhlamurun ortasındaydım. Ağaçların kök salmadan yapraklarını kurutmuş, kulüben kullanılmadan yıkılmış. Herkese ayırdığın bardakların itinayla saklanırken, benimkiler atılmış. Üzüldüm Zarra. Sana dudaklarımdan izler bırakamayacağım diye
ANNE Üstünden 11 sene geçti... Seni kaybedeli. İlk günde şimdi olduğum gibiydim.”Ondan başka kimsem yok ki... Ne yapacağım ben şimdi, kime güveneceğim? Şimdi üstünden 11yıl geçti. Hala bana 1 yaşıma bastığımda aldığın, ilk ve tek hediyen olan, burnu eskimiş, gözlerindeki parlaklık gitmiş ayıcığa sarılıp ağlayarak uyuyorum bazen... İşin en kötü kısmı, artık o oyuncak ayıcıkla çok benziyoruz... Burnum silmekten eskidi, gözlerimdeki ışık söndü, ve 21 yılın tüm günleri ezip geçmiş gibi üstümden, yıpranmış, kenara atılmış bir oyuncak bebeğe dönüştüm.. Odamın bir kenarında durmuş resmimize bakıyorum, gözlerim eskimiş.. O kadar özlemişim ki anne... Ve en acısı da, karşımda seni hala görmeme, sesini duymama rağmen sana dokunamamak... “Ben hala o sarı elbiseli kızınım” diyememek... “Tekrar dizlerine yatıp, saçlarımı okşamana çok ihtiyacım var şu an” diyememek... Anne... Büyümek zorunda bırakıldığımız için özür dilerim... Hayat bizi bu noktaya getirdiği için... Ve buna engel olamayacak kadar küçük olduğum için sen giderken... Özür dilerim anne... Sarı elbiseli... Saçlarını her sabah özenle topladığın küçük kızın kalamadığım için özür dilerim... Bunca yıldan, bunca acıdan, bunca yarım kalmışlıktan sonra içimi en acıtan nokta hep adın kalacak... Hep kağıt kesiği gibi kalbimi acıtacak bir “Anne” kelimesi. Sana diyemediğim binlerce “anne” kelimesi... Herkese hep haykırmak istediğim ama dilimin varıp da söyleyemediği tek acım... “Anne”... Seni çok özledim...
Esra Aktürk
esra.aktürk@kalemsizdergi.com
BUGÜN VAR YARIN YOK...
İnsan dediğimiz canlı, her şey hakkında düşünebilir, konuşabilir, yorum yapabilir. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği ise düşünebiliyor olmasıdır. Öyleyse insan, her konuda düşünebilen bir mekanizmaya sahipse neden hayatı keşkelerle, pişmanlıklarla, yanlışlarla doludur ? İçinde bulunduğumuz karışık durumlarda, mantık ve kalp çervecesi içinde girdiğimiz muhasebede bize neyin iyi neyin kötü geleceğini çoğu zaman kestiremeyiz. Aklımıza ilk gelen çare çevremizdekilerden yardım almak, farklı akıllara danışmak oluyor. Bizlerin onlardan beklentisi ise, bizzat olayların merkezinde bulunduğumuz için göremediğimiz detayları fark etmeleri ve olaylara farklı açıdan bakmalarıdır. Bu fikir çoğumuza o zaman doğru gelse bile kendi algılarımızla, düşüncelerimizle ve isteklerimizle hareket etmek bize en doğru sonucu verecektir. Başkalarının aklına, düşüncelerine ve isteklerine göre şekillenmek mantığı bizlerce çürütülmelidir. Olgunluk ; keşkelerimizi, pişmanlıklarımızı, yanlışlarımızı sorgulamaya koyulunca başlar. İnsan kendini, benliğini hatalar yaparak ortaya çıkarır ve doğruya da bu şekilde ulaşır. Bu yüzden de hata yapmaktan korkmamak gerek. Küçük hatalar bize büyük doğruların yolunu gösterir. Bundan sonraki süreçte atılan her adımda insanoğlu iki defa düşünerek hareket eder. Aldığımız her nefes bizi sonsuz bir sona doğru yaklaştırırken ‘ bu hayat bana bahşedildi doğrusuyla yanlışıyla kendi istediklerimi yaptım ve yapmaya devam edeceğim. ‘ diyebilmeli insan. Çünkü korktuğumuz her şey hayatta yapmak istediklerimizin önünde engel oluşturur. Hayatın merdivenlerinden yavaş yavaş çıkarken bir noktadan sonra çıkılan merdivenleri sayamaz olursunuz. Ömür denilen gemi öyle hızlı süzülmüştür ki berrak, masmavi suların üzerinden, farkında bile olmayız geçen zamanın. Sizin için biçilmiş ömür denilen geminin her saniyesini , her dakikasını en iyi şekilde kullanın. Çünkü kaptan sizsiniz dümeni nereye çevirirseniz geminiz o yönde şekil alacaktır. Evet hayatımızda bazı seçimlerin, bazı tercihlerin bizim elimizde olmadan gerçekleştğini düşünürüz. Düz bir yol düşünelim, bu yolda ilerlemeye devam ederken karşımıza çıkan iki yol ayrımı varsayalım. İşte biz bu yolun tam ortasındayızdır ve gideceğimiz yol ayrımını kendimiz seçeriz. Bir nevi karşımıza çıkan seçenekler içinden tercihi de biz gerçekleştiririz. Yapmak istediklerinizi hiçbir koşulda ertelemeden yapın, sonra vaktiniz kalmayabilir, yarın yaparım dediğiniz o ‘ yarın ‘ hiç gelmeyebilir. Unutmayalım bugünümüz elimizde ama yarınımız emanet...
Burcu K覺l覺癟
burcu.kilic@kalemsizdergi.com
Bir Günün Özeti söyle. Galata’ya karşı yudumla çayını. Gözlerini yüzünde dans eden güneş Galata’nın rüzgarını içinde hisset ve ışıklarına aç ve ilk ‘günaydın’ın penbir bardak sıcak çay ısıtsın ellerini. cerenin önünde su vermeni bekleyen Bir martının kanatlarında Beyoğlu’na fesleğene olsun. Kalkma, gerin biraz. uç. Kalabalığın içine karış. Bir yaşlı Uykunun verdiği tüm mahmurluğu, gibi sohbet et gençlerle. Senin gönyorgunluğu at üstünden. İki kişilik lün genç unutma. kahvaltı hazırla kendine. Balıklarını, İkinci el kitap satan bir dükkana gir kuşlarını unutma bu arada... ve bir plak sesi eşliğinde okunmuş Bugün bir iyilik yap kendine. Düşün- hayatlara dokun. Sokak şarkıcılarına me elektrik faturasını, borçları, ders- kulak ver. Cebindeki bütün paranı leri... At kendini İstanbul sokaklarına. tüm gün insanları eğlendirmek, Sadece ayakların eşlik etsin sana. hüzünlendirmek, dinlendirmek için Ayakların ve ayakkabıların... Sonra çalan bu sokak emektarlarına ver. ver elini Eminönü. Balıkçıları selamla, Herkes ne der kaygısı gütmeden tutulan balıkların hepsini denize bırak. şarkıya eşlik et “Hayat sevince güBırak onlar da bir sonraki yeme kadar zel, sevince tatlı günler. Bir kuşu, özgür kalsınlar. İki simit al, biri kendin kelebeği, bir taşı sevin yeter.” Bir diğeri gökyüzünün sahipleri için. Yalnız kuşun, kelebeğin peşinden koşar değilsin unutma. Kapalıçarşı’ya yürü. gibi yaşa hayatı. Bugün varsın ama Bir turistle konuş, kendine bir hediye yarın meçhul unutma. Bir kuş kadar al. Bugün senin günün, sınırsız mutlu özgür ve bir kelebek kadar ömrün olma hakkın var bunu da unutma. olduğunu bil. Bir karınca kararınca Süleymaniye’de demli, sıcak bir çay olsun isteklerin, beklentilerin. Azı
bulamayan, çoğu hiç bulamazmış unutma. Bir karıncanın boyundan büyük ekmek kırıntısını taşıdığını düşün ama yılmadığını da. Bir yaşlıyla sohbet et. “Nerede o eski aşklar” cümlesini hayatında yüzüncü kez duymuş ol; ama gerçek, saf, temiz aşkları yaşayan birisinden dinle. Akşam vakti eve dönerken balık ekmek kokusu çeksin seni Karaköy’e. Seyyar satıcıdan aldığın balık doyurmalı seni ve bir liraya aldığın turşu suyu ekşitmeli yüzünü. Eve dönerken köşe başındaki çingeneden bir demet papatya al. Ne zamandır masanın üstünde boş duran vazoya koy papatyaları. Kutu gibi evin bir bahçeye dönüşsün gözlerinde. Ama yine de rahat etmesin için. Al çiçekleri, çal alt kattaki teyzenin kapısını. Ver çiçekleri sıcacık ellerine. Mutluluğunu bulaştır herkese ve öyle gir evine. Mutluluk paylaştıkça çoğalır unutma.
Aç camlarını, İstanbul’un havasını çek içine. Akşamları şiir gibi olan bu şehri al odana. Çekme perdeleri, ay ışığı aydınlatsın odanı. Aç çekmeceyi, çıkar defterini ve aç temiz bir sayfa. Bu gece tek dostun kalemin olsun ve bir kelebek hızında, kuş özgürlüğünde, karınca kararınca yaşadığın bugünü konuş defterinle. Yazmak yaşatır, unutma.
Seda Kamburgil
Seda.kamburgil@kalemsizdergi.com
KIRMIZI BAŞLIKLI ADAM Birini boşu boşuna sevmiş olduğunu fark etmek dünyanın en büyük hayal kırıklığı sanki. Hadi boşuna sevdin diyelim. Gözlerin,göremeyeceğini bile bile boşuna mı aradı onu kalabalıklarda? Görme ihtimalinin olmadığı yerlerde bile ondan bahsederken biri duyar diye boşuna mı korktun? Kalbinin çarpıntısı boşuna mı hızlandı? Telaşından eline döktüğün çayın acısı da mı boşunaydı mesela... Karşına geldiğinde dolanan dilin,terleyen avuç içlerin, içlerinde kaybolduğun cümlelerin kim bilir nasıl saçmaladığım dediğin hallerin... Onlar da mı boşunaydı? Ondan gelen mesajı okuduğunda sen hariç herkesin fark ettiği o şapşal halin... İlk kez buluştuğunuzda deli gibi aç olduğun halde sana bir yudum kahveyi zor içirten midendeki kelebeklerin kanat çırpışı da mı boşunaydı? Sen belki bir iş çıkışında,bir tiren istasyonunda ya da okul yolunda yaşarken bunları, kim bilir nerede boşuna telaşlandırdı kalbini bir başkası . İnsan kendi hayal kırıklarına basarken,tavana kadar kanayabiliyor ruhu. Vücudunda herhangi bir yerinde kesilen kesiğe benzemiyor ki.Kimse kimsenin yüzünden kan kaybından ölmüyor.Ve işin kötüsü hayal kırıklıkları hiçbir zaman kabuk bağlayamıyor. Üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin her ‘boşuna’ymış dediğin anda günler,aylar hatta yıllar öncesine gidip,geçen bütün zamanları cebine toplayıp geri dönüyorsun.Ve sen hayal kırıklıklarına bir kez daha basmış oluyorsun.Bu senin belanmış gibi bir şarkıyı sürükleye sürükleye yamacında taşımak gibi, sonra nereye gidersen git aklından çıkmayaca k insanlar gibi... Aslında bakarsan kimse kimseyi boşu boşuna
sevmiş olamaz. Sen sevmek istemişsindir sadece. Senin ne atabildiğin ne de satabildiğin olur. ilk boşluğunda arkandan iten olur. Sen istediğin için o sevilen sen seven olur yani. Herkes sevilmez ama böyle.”Oğlum” diye sevemediğin birini sevme zaten. Mesela sevdin diye de her adama ”ben senin hayatından gittim oğlum, hadi koy bir başkasını yerime koyabilirsen” denmez Sezen’den. Bir gün belki aynı evin elektrik faturasına ‘oha lan!’ deriz hayali kurdurmalı sana. Kimileri o kadar sevilmez .Sen çok sevdiklerini unutmak için az sevebilmişsindir onları.Ya da hiç... Birinin gelişini ayak sesinden tanır gibi birini seveceğini de kalbinin sesinden anlarsın. Ben seveceği adamlara “git” diyen kadınım. Bu yüzden,hayatımdan giden adamlar hep en çok seveceklerimdi. Biliyorum. Bir de bazı adamlar var ki olmayacak dualar gibi, üstüne bir de “Amin” dedirtiyorlar. Senin yüzün de acı gibi; coğrafyana hiç bahar değmemiş. Ne güzelse yerli yerinde her şey, ne mümkünse seni yolundan edecek, neye razıysan yaşamakla alakalı. Anlatmakla olmuyor, seveceksen sev. Bir akşam da bize gelir misin huzur? Yerin hep sahipsiz, yerin annemin beni bırakıp gittiği çocukluğumdan beri hazır...
Sonay Karakaya
sonay.karakaya@kalemsizdergi.com
BOŞLUK Bir gün vardı, bir gün… İstanbul’un yetim duraklarından birindeydim. Kulaklarım ağıtların acı mevsimine secde ediyordu. Bir kadındı, evet bir kadın… Tebessümlerine, gözyaşlarına, kalbinin boşluğuna, elindeki tek sigara kadar yalnız olan varlığına ağıt yakan bir kadın… Öyle bir kadın vardı karşımda. Bağdaş kurup oturan, bir elinde sigara, diğerinde çay; kıratlarla süslüyordu sanki yetim İstanbul’un intikam iştiyakı ile dolu olan çocuklarını… Kıyamda duran, durmaya çalışan ninelerin, sahibi bol olan çaresiz bakışları ile bezeliydi gözleri. Öyledir ki gözleri, Süleymaniye’ye doğru devrim saçar. Tespihlerle örülmüş, ‘’şükürler olsun’’ diyen ufak kız çocuğunun içtiği tarhana çorbası gibi bir devrimdir bu… Sizin anlayacağınız Rüku’ya eğilmiş bir devrim… Saçlarının kıvırcığı da savruluyor ya rüzgârın karamsarlığında, insanın içi bir başka anlamsızlıkla doluyor. Anlamsızlıklar bilmediğim bir dilin özgürlüğüne doğru koşuyor, durduramıyorum. Daha doğrusu durdurmak istemiyorum. Nerede görmüştüm bu kadını, ne zaman sesini işitmiştim, kıvırcık saçlarının kokusunu ne zaman içime çekmiştim? Zaman mıdır bir ağıdın içinde kendimizi bulmamızı sağlayan? Farz-ı misal olma-
sın öyle bir kadın ne çıkar? Bir vakit namazı eksik mi kalır hayatımızda? Ama o kadın ki hakikaten o kadın Rebeze’nin sıcaklığını ve soğuğunu Kerbela’ya doğru aksettirmişti. Evet, o kadındı bu, yanaklarının nurunda açan yeşilliklere sureler okuduğumuz, görmediğimiz, çözemediğimiz, hep ‘’acaba’’ dediğimiz kadındı bu. Hayallerimizdi, küslüğümüzdü, rüyalarımızdı, duvara yazılmış sığınmacı bir afişti, dudaklarımızın masumluğuydu. Ve odur ki o kadın ellerim olmuştu, bu yalan hikayenin yalancı beninde… Hani bir zamanlar 3 yetim vardı, babalarını el arabasıyla sonsuzluğa doğru taşırlardı. Öyle bir sonsuzluğun ve başlangıcın aşkıydı o eller… Sebepsiz şekillenmelerin türküsüydü dalgaların hıçkırıkları, sadece boşluk vardı, boşluk, boşluk, boşluk ve yine ve yeniden boşluk… İşte o kadın, karşımda bağdaş kurup oturan o kadın, çay bardağını dudağına götürdüğü andan itibaren gözlerime mil çekiliyormuş gibi oluyordu. Acı yoktu. Çünkü acıya yer yoktu hayatımızda. İçselleştirilmiş bir boşlukta acı sadece avuntuydu. Ben avunmak değil, var olmak istiyorum dostlar… Sabah ezanı ile beraber, Raskolnikov’un Werther’e ısmarladığı çay gibi, intihar etmek istiyorum. İntihara girişmeden önce o kadının ellerinde var
olmak istiyorum. Böyle bir istek belki de böyle bir isteksizlik ile kadının dillerinden dökülen ağıt parçaları, bir adım daha yaklaştırıyordu beni ölüme. Ölüm dedik de, her kadına doğru attığım adımda, çalıların kıpırtısı, çimenlerin ezilmesi, karıncaların kaçışması ile bir yusufçuk havalanıyordu. Gökler belli olmayan ismimi söylüyordu. Yağmurun yağmasını isterdim, bir yağmur damlası, tek bir yağmur damlasının o kıvırcık saçlara düşüp, aydınlatmasını isterdim… Bir şiir okumasını isterdim kadının, içinde yıldızlar, gezegenler, göktaşları, aylar ve güneş geçsin ama dünya geçmesin… Geçmediğini anlayacağım bir şiir okusa o kadın, belki 1 rekât az öleceğim. Çocuklar var etrafta, çocuklar… Kadının yanaklarındaki gamzeyi yırtıp gelen elleri kirli çocuklar… Ağıt bitmiyordu, çocuklarla coşkuya katılıyordu. Kırmızı bir mantosu vardı üzerinde, anlamlı sözlerle örtüyordu çocukları. Beni örtüyordu aslında, farkında değilim. Kalıplaşmış duygulardan sıyrılamıyorum, anlamlandıramıyorum. Çocuklar gibi olamıyorum, oysa o çocuklardan birisi ben değil miydim? Çok yorgunum dostlar, çok yorgunum… Ellerim ölüm kokuyor… Ölüm; bir başka güzeldir, namaz kılan kadının
ayaklarına yığıldığın zaman… Bir gün vardı bir gün işte o gün o kadın yoktu… muhammed sağlam
Muhammed Sağlam
Hayat devam ediyor. Bir şekilde Ya da Son buluyor. İlkine yaşam, Sonuncuya ölüm diyoruz. İkisinin arasındaki Bir hayat benimkisi. Hayattan çok Bir mide ağrısı, Bağırsak krampı hatta.
Soner Üçkuşoğlu
Anka Kuşu Anka kuşu gibi Küllerinden doğ yeniden O saf temiz Çocukluğumu çek içine Sindire sindire öp sarıl Doya doya sev Çakıl taşlarına bakıp Sektir umutlarını Çığlık ol haykır Kabuğundan sıyrıl güneşe yürü İçindeki iltihabı kurut Ve kanat çırp Anka kuşunca Dostluklarından orman yarat Yeşile doyur kardeş nefesleri Gözlerime kızmak geliyor içimden Kıyamıyorum Nefes tutup hıçkırıklarıma Ağlamak istiyorum Fakat sen takılıyorsun Boğazıma Ölmek istiyor bedenim sinsice Sende kalmışken Anka kuşunca doğmak istiyorum Yeniden kendi küllerimden Ya kahramanım ol Cesaretlendir beni Ya da duygu ormanına Küllerimle göm beni
İrfan Karabulut
Civan’a - Veya Dostum-Avukatım Civan’a - Veya Dostum-Avukatım Korkuyorum çocuk, Bana sen gibi bir avukat lazım Sual etme davamdan Hele ki gülme hiç Bilsen yeter sadece Savunsan beni yeter Başımı derde sokuyorum Korkuyorum çocuk Bu dar sokaklardan korkuyorum Yaramadı bu şehir bana diyorum İnanmıyorsun Hasta oluyorum bu havalarda Ve biraz sinirli Biraz büyüyorum Değişiyorum elde değil Değişmekten korkuyorum Korkuyorum çocuk Kendimden mi, senden mi? Hani bir sabah uyandığımda Böcek olmaktan korkuyorum -Hani satar ya sülalesi bileÖyle deme çocuk, Gregor Samsa’ya bakmaktan korkuyorum Korkuyorum çocuk diyorum Yüzüme bakmıyorsun nicedir Görmüyorsun ne haldeyim Dışarım serin İçerim kan-revan Evin adresini unuttum Bilirsin, Telefonları hiç aklımda tutamam
Yani ki sen aramazsan beni Ben seni hiç arayamam Çocuk ben korkuyorum Titriyorum bazen Ve fuzuli işler yapıyorum Taş köprüler kuruyorum mesela Altından sular akmıyor İşin kötüsü Bu yol bir muhite de bağlanmıyor Kayboluyorum ben çocuk Ayaküstü muhabbetlerde Şehre bahar inerken Bana Karadeniz çöküyor Biraz boğazıma Biraz ciğerime En kötüsü de kalbime Kalbimi kaybediyorum çocuk Bir sevda peşine düşüyor Benden habersiz Kafesi boş kalıyor Besleyemiyorum Aç susuz n’apar oralarda Telaşlanıyorum Korkuyorum ben çocuk, korkuyorum Senden habersiz ben Sonunu kestiremediğim yollara eriyorum -H.Kanadıkırık, Trabzon, 2013Halil Kanadıkırık
Halil Kanadıkırık
Gece İki Gecenin saat ikisi, dardayım Karadeniz kabarık Uykular vefasız Bir yolunu bulmalıyım Kaçmalıyım Hoş, gerçi zaten bir firardayım Gecenin saat ikisi, dumanlıyım Hayallerim var çerçevesiz İpe sapa gelmez Duyan güler, merhamet etmez Günün bu vakti böyledir Daha bir çöker adamın üzerine yalnızlık Ve bu vakitler daha bir mütevazı arzular Bir paket cigaraya tamah edilir mesela Ve bir somun ekmek, açlığı bastırmaya Ama keder dayanılabilir değil ya Telaş duyulur yine bedbaht ihtimaline Bir trenin daha habersiz, kaçıp gitmesine Gecenin saat ikisi, karanlıktayım Bir siluettir karanlıkta aradığım Ve her bakışında yorgun gözlerimin Bir ses, bir nefes fotoğraflardan çaldığım Yanıbaşımda bir kitap Beklentiler içinde, boynu bükük Onunla ilgilenen kim! Düşüncelerim, Üzümün sapı, kantarın topuzu
Ayıkla ayıklayabilirsen pirincin taşını Gecenin saat ikisi, kargaşadayım Üflediğim dumanla ben empati kurmaktayım Ve yine bir yolculuğa hazırlanmaktayım Kaçmak lazım, Kaçmak lazım, ama nereye “Duramam artık buralarda” der bir yanım Gözüm takılır uzak şehirlere Önümde açık pencereden Bir üşüme gelir sonra Ayaklardan sokulur vücuda Daha bir terk edilmiş yapar insanı Ve inatla duyulur hala Uzak köpeklerin haykırışı Gecenin saat ikisi, Bırak bu işleri Bir battaniye, bir hırka Koy kafanı artık yastığa -H.Kanadıkırık, Trabzon, 2013-
Halil Kanadıkırık
Tek Kelimelik Sebepsizlik Tek Kelimelik Sebepsizlik Her zaman kadehimi taşıran bir damla daha olmasa Bir kaşık suda boğulmasa yalnızlığım Sebepsiz olmasa her terk ediliş Ve bedbinlik ruhta kalsa Olmasa yüzde bitkinlik Sinemalarda ayrılık matineleri Bir film de bizi anlatsa Sevilmese yanlış kadınlar “Doğru kadın” anlamsız bir ifade olsa Olmasa akşamdan sabaha duvarların yarenliği Tutkular vefasız olsa Ağlayan bir kadın gibi Tek kelimeyle bırakıp gitse Tek kelimeyle yok etse Beynin özlemek veren merhametsiz hücrelerini Tek kelimeyle Sürgün bahçelerine mezar taşları dikiverse O kadar soğuk olsa Üşüsek Titresek -Halil Kanadıkırık, 12.05.13-
Halil Kanadıkırık
Yolların Ardındaki
Bazen gidersin uzunluğuna aldırmadan zamanın.. Mevsim sonbahar olur da yapraklar uçuşur saçlarında Çökmüştür gece, soğuk esmeye başlar rüzgar Kimse kalmaz sokaklarda yalnızlığına eş Fakat bilirsin dünyanın diğer ucundadır güneş Dönüp gelecektir sonsuz yörüngesinde Esen rüzgarları dindirmeye, ısıtmaya nefesini Susturup yüreğinin sesini durmaksızın Gidersin biteceğini sanırcasına yolların...
Gamze Kurt
Türkiye’nin ilk ve tek internet televizyonu Ben TV’nin haber müdürü: Gamze Kurt… Ayrıca yine Türkiye’nin en genç üst düzey basın yöneticilerinden birisi belki de en genci… Soğuk bir İzmir akşamı… Yoğun geçen bir mesai sonrası buluşuyoruz Gamze Hanım’la, sohbete başlıyoruz. Türk medyasını, İzmir’i, EXPO’yu ve kendisini konuşuyoruz. Bulunduğu konuma nasıl geldiğini, serüvenini… Samimiyet ile sorularımı cevaplayan, mütevazılığı ile kendisine hayran bırakan Gamze Kurt ile oldukça keyif aldığım sohbetimiz… “Röportajı yapan aracıdır” İlk sorum röportaj nedir? Daha açık ifade etmek gerekirse siz röportaj yaparken bir edebi eser yarattığınızı mı yoksa bir habercilik uğraşı içerisinde olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Öncelikle röportajı yapan aracıdır. Tabi ki direk konuşma şeklinde yazılmaz. Aracı olduğunu unutmadan edebi eser şeklinde kaleme alınabilir. Ben de hep araç olduğuma dikkat ederim. Ara sıra oluyor. Röportaj veren ben bunları demedim diye veryansın ediyor. Röportaj yapan bunlara dikkat etmelidir. Sorun oluşmasına izin vermemeli engel olmalıdır. Sürekli soruları soran, röportaj yapan konumundasınız. Şimdi cevaplayacak kişi olmak nasıl bir duygu? Ben de belirtmeliyim ki ilk defa soru cevaplayan kişi oluyorum. Daha doğrusu ilk defa bir röportaj teklifini kabul ettim. Sürekli doğru isimle doğru zamanda röportaj yapmak için koşuşturmak başka bir keyif hele ki yaptığın işten haz alıyorsan… Fakat yaptığın iş sayesinde sorular yöneltiliyor olması da güzel ve enteresan bir duygu…
İzmir’in kızları güzel olur derler! Siz de tahmin ediyoruz ki İzmirlisiniz… Aslında Edremit Akçaylıyım. Ailem hala orada yaşıyor. Ama biz çocuklar iş ve eğitim için başka yerlere gittik. Peki burcunuz nedir? İkizler burcuyum. Yükselenim ise Yay. Burçlarınızın özelliklerini taşır mısınız? Tipik ikizlerim desem yeridir. Tabi ki yükselen de bazen kendini belli ediyor. Yay, İkizlerin aşırı sivriliğini biraz dengeliyor. Kardeşlerinizin olduğundan bahsettiniz. Kaç kardeşsiniz? İzmir’deler mi onlar da? En büyük ablam İstanbul’da yaşıyor. Ben ve diğer ablam ise İzmir’deyiz. İzmir’e sonradan geldiniz öyleyse. Evet sonradan geldim… Öncelikle eğitim sonrasında ise iş hayatımı burada devam ettiriyorum. “İzmir’i seçtim” Serdar Ortaç ile röportaj sırasında… Geliş serüveninizi anlatır mısınız? Ben de her genç gibi üniversiteye hazırlanacaktım. Bunun için İzmir’e geldim. Hazırlandım ve sınavlara girdim. İlk sene olmadı. Yalan değil Mimar Sinan Üniversitesi’ni istiyordum. Yetenek sınavından geçemedim. Sonrasında ise tekrar denedim ve kazandım. Sakarya Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi arasında seçim yapacaktım. İzmir’i seçtim. Nerede hangi bölümde okudunuz? Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Tezhip Ana sanat
Aynı zamanda sanatkârsınız da… Tezhip sanatından biraz bahsetseniz... Tezhip bir saray sanatıdır diyebiliriz. Tabi ki sarayın himayesi ve yol göstermesi altında gelişmiştir. Elyazması kitapların etrafının süslenmesi işidir. Ebru sanatı ile iç içedir. Tezhibin en önemli yanı altın ile süslemedir. Zaten kelime Farsça kökenlidir ve kelime anlamı altın ile süslemedir. Aktif olarak sürdürebiliyor musunuz tezhip sanatını? Türkiye’de ne durumda? Ne yazık ki ülkemizde bu sanatın bilinirliği vahim durumda... Ben okuduğum bölümün adını yıllarca insanlara öğretemedim. Maalesef şu anda işlerimin yoğunluğu nedeniyle aktif olarak uğraşamıyorum. Belirtmek gerekiyor ki kolay bir sanat dalı değil ama bu işi icra eden az sayıda ki sanatkâr arkadaşlara ve üstatlara elimden gelen desteği veriyorum. Ne yazık ki sürekli kan kaybeden ve çağa yenik düşen bir sanat dalı. Tezhip sanatkarı olmak hep istediğiniz bir şey miydi? Çocukluk hayaliniz miydi? Aslında hayır değildi. Lisedeyken hukukçu olmak isterdim. Kendimi ifade etme yeteneğim ve savunmacı iç güdülerim nedeniyle bu işi iyi yapabileceğimi düşünürdüm. Fakat bazı talihsizlikler (aile büyüklerinin kaybı ve hastalıklar) sebebiyle üniversiteye girişim uzadı. Zaten Dokuz Eylül’ü üçüncü yılımda kazandım. Fakat belirtmeliyim ki tezhip sayesinde sabretmeyi öğrendim. ‘Kör Tezhipçi’ tabirinin nasıl şekillendiğini öğrendim. Miyobum üç kat arttı… (gülüyor) Biraz da ailenizden bahsedebilir misiniz? Biz tipik bir orta sınıf Türk ailesiyiz. Annem ev hanımı, babam ise devlet memuruydu. Biz Girit göçmeniyiz. Mübadeleye konu edilmemişti Girit fakat orada yaşanılanlardan kaçmak zorunda kalmışlar. Türkiye’ye gelmişler, canlarını kurtarmak için. Sonrasında ise yeni bir hayata başlamışlar. Annem ve babam sonrasında ise üç kız çocuk. En
küçükleri benim. “Doğru hoca iyi plates” Size tekrar dönsek… Güzellik sırlarınızı sorsak… Kadınlar genellikle otuzlu yaş sendromuna girerler ama sizden uzakta sanıyoruz ki bu sendrom… En başta genetik özellik diyebilirim. Özel bir sırrım yok. Yediğime tabi ki dikkat ediyorum. Hayata karşı pozitif olmak da artı bir değer katıyor. Ayrıca spor da yapıyorum. Özel bir spor tercihiniz var mı? Platesle uğraşıyorum şu aralar. Daha önce başlamıştım ama devam ettirememiştim. Hoca çok önemli. Doğru hoca iyi plates desek yanlış olmaz. Yani doğru hocayı buldum. “Sabah gazetesinde staj…” Biraz da iş hayatınıza bakalım. Hukuk hayali ile geçen lise yılları sonrası tezhip sanatı ve medya… Basına olan ilgi nasıl başladı? Her şey bir staj başladı. 2006 yazıydı. Bölümde zorunlu grafik stajı yapmam gerekiyordu o yaz. Sabah gazetesine başvurdum. Kabul edildi. Bu deneyim benim için çok önemliydi. Özelde İstanbul medyası genel anlamda ise Türk medyası hakkında bir fikir sahibi oldum. Belirtmeliyim ki halen dahi benim için çok kıymetli olan Can Baytak mesleğe başlamama vesiledir. Sonrasında da İzmir’de profesyonel yaşama mı geçtiniz? Hemen geçmedim. Daha öğrenciydim. 2008 yaz başında mezun oldum. Hem hala okuduğum bölüme karşı hevesim de vardı. Tezhibi sevmiştim. Öyleyse arada bir gelişme olmuş olmalı. Evet. Bir tecrübe daha yaşadım ve sonrasında kesin kararımı verdim.
Bu tecrübeyi biraz açarsak… 2007 yazıydı. Restorasyon için Dolmabahçe Sarayı’nda görev aldım. Bu deneyim beni biraz zorladı. Yordu. Mesleğin bir kadın için hele ki benim gibi rahatına düşkün bir kadın için kolay olmadığını hissettim. Sonunda da nihai kararımı verdim. “Ben feminist değilim” İş hayatına kısa bir ara verelim. Özellikle feminist akımlar kadınların her işi yapabileceğini söylerler. Siz katılmıyorsunuz anlaşılan. Ben feminist değilim. Ancak elbette kadına şiddet önlenmelidir. Dezavantajlı duruma sahip kadınlar korunmalıdır. Fakat zaten ekonomik özgürlüğünü eline almış ve/veya özgür bir ortamda yetişip yaşayan kadınlar için bir sıkıntı
bulunmamaktadır. İş hayatında kadının yeri için neler söylersiniz? Tabi ki eşit şartlara sahip olmalılar ama bireysel tercihler de kariyer planlamasında önemlidir. Bazı farklılıklar olduğunu ise kabul etmek zorundayız. Örneğin kadın – kadın rekabeti iş hayatında çok yıpratır. Erkek – erkek rekabeti bu kadar değildir. Siyaset dünyasında da anayasal kadın kotası koyalım diyenler var. Onlar için neler söylersiniz. Baştan belirttiğim gibi eşit şartlarda mücadele edebiliyorlar ise herhangi bir özel korumacılık gereksizdir. Biz kadınlar korunma ihtiyacı duyacak kadar aciz değiliz. İş hayatınıza tekrar dönelim. En son olarak medya alanında kariyer yapmayı seçmiştiniz. Sonrası… 2008 yılında mezun oldum. Arada bir yıllık bir ara vermek zorunda kaldım. O zamanlar bana çok zor gel
mişti her şeye ara vermek. Ailevi sıkıntılar sebebiyle Akçay’a döndüm. Babam rahatsızdı. Sonra geri döndüm elbette. Habertürk Egeli’de çalışmaya başladım. Editörlük, sayfa seçimi dâhil olmak üzere işleyiş hakkında çok şey öğrendim ve tatbik ettim. Osman Gençer yöneticimdi. “Diksiyon dersleri aldım” Gerek Sabah gerekse Haber Turk basılı yayın kurumları. Televizyonculuk nasıl başladı? Habertürk’te olduğum dönemde televizyonun Ege Bölge Temsilcisi Sefer Ayçe idi. Bir gün Sefer Abi bana ‘senin gazetede ne işin var. Sen televizyonda, ekranda olmalısın’ dedi. Televizyon da benim aklıma bir şekilde işlendi. Karşıma çıkan televizyon muhabirliği fırsatını değerlendirdim. Yeni Asır TV’de işe başladım.
Öyleyse Yeni Asır TV ile sahaya da inmiş oldunuz! Kesinlikle! Sahada çalışma şansını da yakalamıştım. Ama asıl istediğim şey ekranda olmaktı. Aylin Onart’tan diksiyon dersleri aldım. Ana Haber kuşağı dâhil olmak üzere birçok haber bülteni sundum, seslendirmeler yaptım. İki buçuk yıl boyunca Yeni Asır TV’de görev yaptım. 2012 yılında Ben TV haber müdürlüğü teklifini kabul ederek şu anki görevime başladım. Bildiğimiz kadarıyla kendiniz özel bir programda sunmuştunuz o zamanlar. Bir sağlık programı sunmuştum. Programın yapımcılığını da ben yapıyordum. Burcu Atatür’ün konuk olduğu Sağlıklı Günler programından
Ben TV’den biraz bahsedebilir misiniz? Klasik televizyon kanallarından ne farkı var? Ben TV bir internet televizyonudur. Bu fark bize dünyanın her yerinden izlenebilme olanağı sağlamaktadır. Herhangi bir insan dünyanın herhangi bir yerinden istediği an internet vasıtasıyla bize ulaşabilir. Anlık olarak televizyon yayınımıza ulaşabilirler. Herhangi bir uydu antenine ya da bir dijital yayın paketine ödeme yapması da gerekmez. Kişi, gerçekleştirdiğimiz teknolojik yatırımlar sayesinde de hızlı ve kaliteli televizyon izleme olanağına sahip olur. İnternetin verdiği sınırsız ve özgür iletişim sayesinde klasik kanalların ulaşamayacağı yerlere ulaşabiliyoruz. Son kullanıcı olan seyirciyi de bahsettiğim uydu anteni, dekoder vb. maliyetlere sokmamış oluyoruz. “Bir geçişin görünen simgesi” Bir bakıma klasik medya görünümündesiniz ama bir bakıma da dijital medya mecrasısınız diyebilir miyiz? Evet. Kesinlikle diyebiliriz. Zaten bir geçişin görünen simgesidir Ben TV… Medya dünya çapında dijital ortama kayıyor. Taşınabilir aygıtlardan insanlar haberlerini alacak ya da evlerinde televizyon değil bilgisayarı açık olacak. Zaten sürekli güncellenen sitemiz bir haber sitesidir. Yazılı güncel haberlere, gelişmelere basılı medyadan çok daha hızlı bir şekilde okur ulaşabilmektedir. Aynı zamanda televizyon yayını ile de geleneksel yöne hitap etmekteyiz. Ayrıca aylık çıkan Ben Haber adlı gazetemiz ile de basılı mecrada yer almaktayız. Yazılı basından dijital ortama doğru gelişim ne zaman tamamlanır? Gazeteler ne zaman basılmamaya başlanacak? Bence bu değişim 2050’lere kadar sürer. O zamana kadar gazeteler basılır fakat dramatik bir biçimde güçleri ve ağırlıkları kaybolmaktadır.
Aylık çıkan basılı mecranız Ben Haber’den bahsedelim. Ulusal alanda mı yayınlanıyor? Yerel mecra desek daha doğru olur. Ayrıca Ben TV’de yerel anlamda gündem belirleyen bir kurum haline gelmiş bulunmaktadır. Ben Haber aylık yayınlanır. Abonelere dağıtılır. Bir dergi gibidir de diyebiliriz. O ay İzmir ve Ege Bölgesi ile ilgili haberler başta olmak üzere önemli olaylara, gelişmelere yer vermekteyiz. “Sivil toplum EXPO 2020’de işin dışında kaldı” Peki İzmir’in geçtiğimiz gündemi EXPO 2020 için neler söylersiniz? Özellikle bir medya kurumunun üst düzey yöneticisi olarak… Patronumuz Erol Yaraş der ki; “EXPO’yu sokağa indiremedik” Asıl mesele buydu. Halk için gündem miydi? Ben sanmıyorum. Tabi ki bir süre basın ve iş dünyası için gündemdeydi fakat son dönemde o da ortadan kayboldu. EXPO icra kurulunda görevli Mahmut Özgener, Işınsu Kestelli ve Ender Yorgancılar’ın istifaları ise çok kötü oldu. Yerleri doldurulamadı. Süreç iyice bürokratikleşti. Sivil toplum işin dışında kaldı. Dubai ve diğerleri kadar iyi lobi ve parada harcamadık veya harcayamadık. Sonuçta ne yazık ki olmadı. Sizinle ilgili araştırma yaptığımızda bir yarışmaya katıldığınızı gördük. Orada sonuç ne oldu? Ödül kazandınız mı? “Kim Milyoner Olmak İster” adlı yarışmaya katılmıştım. Beşinci sorunun ödülüne hak kazandım. Yarışma ATV’de yayınlanmıştı. Benim için renkli ve unutulmaz bir deneyimdi. Her ne kadar kameralara meslek icabı alışık olsak da oradaki atmosfer bambaşkaydı.
Genç yaşınızda üst düzey yöneticisiniz. Güzel görünümünüzün de kaynağının en başta genetik mirasınız olduğundan bahsetmiştiniz. Başarı için ne önemlidir, şans, çevre, çalışma, yetenek? İş hayatında çevre, torpil vs. tabi ki kapı açar ve hatta makam verir. Fakat yükselmek ve kalıcı olmak kesinlikle çalışmak ve yetenekle gelir. Tabi ki şans da olmalıdır insanda. Örneğin şuan çalıştığım ortamı ele alabiliriz. Evet bana bir iş teklif ediliyor ama çalışanlarına kötü davranan bir patron ile işler iyi gitmez. Ben patronum konusunda çok şanslıyım. Ondan çok şey öğreniyorum. Çalışanları ile arasındaki iletişimi çok iyi kuran, çalışanlarına değer veren bir patronum var. Kısacası şans, çalışmak ve yetenekle birlikte olmalıdır. “İdealist gençleri kaybediyoruz!” Son olarak İzmir medyasından da biraz bahsedelim! Bizim tarafımızdan görünen; İş olanakları medya alanında çok kısıtlı. Yerel medya güç kaybetmekte ve kadro sıkıntısı üst noktada…
İzmir’de medya alnında çok ciddi bir istihdam sorunu var. Sizin tespitleriniz nelerdir? Katılmamak mümkün değil. Tabi ki sebeplerini de irdelemek lazım. Medya en başta reklam ile döner. İzmirli reklam verenler ise ulusal basına yönelmektedir. Bunun sonucunda biz Bursa gibi bir Olay TV çıkaramıyoruz. Sanat, medya gibi alanlarda kariyer hedefleyen yetenekli birçok genci kaybediyoruz. Sürekli İstanbul’a beyin göçü oluyor. Özellikle, idealist gençlerini İzmir elinde tutamıyor. Kendisine, ilgisi ve bu şansı bize tanıdığı için teşekkür ederiz… Kalemsiz Dergi – İzmir, Aralık 2013
Özgün Kabacaoğlu
ozgun.kabacaoglu @kalemsizdergi.com
Cezmi Ersรถz ile Rรถportaj
Türk Şiirinin Büyük Şairi Cezmi Ersöz ile Röportaj Türk şiiri, gençler yazarlara – şairlere tavsiyeler ve dahası… İlk olarak Cezmi Ersöz’den kısaca bahsedelim. Nerede doğdunuz? Neler yapıyorsunuz bu aralar? İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Çocukluğum İstanbul’da geçti ama artık o eski İstanbul yok. Emek sinemasını ve daha neleri elimizden aldılar. Ben de kendimi Bodrum’a attım. Artık orada yaşıyorum. Doğa ile iç içe… Haftada bir İzmir’e geliyorum. Kendimi ait hissettiğim tek büyük şehir diyebilirim. Oldukça genç duruyorsunuz. Bunca kitabı kaç yıla sığdırdınız? 3 Eylül 1959 doğumluyum. Yani 54 yıla sığmış… Ana akım medya da diyebileceğimiz yandaş medya çok kötü bir sınav verdi. Kalemsiz Dergi olarak internet ortamında yayımlanıyoruz. Başta bizim gibi internet medyası olmak üzere ana akım medyaya karşı alternatif medya mecralarının ve yerel medyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Günümüzde ne yazık ki basın – yayına karşı çok ciddi bir sansür ve daha kötüsü otosan-
sür var. Bu durum da toplumu farklı arayışlara itiyor. Gezide bunu tüm çıplaklığı ile gördük. Böylece, özellikle sosyal medya ana akım medyayı salladı ve sallamaya devam ediyor. Gezi olaylarında özellikle, ana akım medya da diyebileceğimiz yandaş medya çok kötü bir sınav verdi. Haberleri zamanında vatandaşlara ulaştır(a) madığı için ana akım medya insanlık suçu işlemiştir desek az olmaz. Ayrıca ana akım medyanın bu davranışı sebebiyle sosyal medya gibi farklı mecralara yönelen bireyler ciddi bir bilgi kirliliği ve bilinçli şekilde yapılan yanlış yönlendirmelere açık bir hale gelmişlerdir. Bu sebeple sosyal medya ve diğer internet medya araçlarından haberi alırken, yaşananları takip ederken dikkatli olmak gerekmektedir. İnternet medyacılığı ile uğraşanlar da güvenilirliklerini arttırmak zorundadır. Yerel medya ise iktisadi olarak güçsüz durumda bulunmakta. Reklam alamadığı için belediyelere bağımlı durumda. Bu sebeple de tarafsızlıklarını koruyamamaktadır. Ayrıca çok ciddi kadro sıkıntıları da bulunmakta ve bu sebeple kaliteli haber üretilememektedir. Genel resme bakıldığında medya hızlı bir şekilde internet ortamına kaymaktadır.
Sizce gelecekte gazeteler ve kitaplar kâğıda basılmaya devam edecek mi? Basılmayacak. Zira şuan bile amazon.com’da e – kitap satışları basılı kitap satışlarını geçmiş durumda. 2018’de ülkemizde de bu durumu göreceğiz. Gazeteler ise daha hızlı bir şekilde bu hale geliyorlar. Sandığımızdan daha yakın bir gelecekte gazete ve kitapları sadece elektronik ortamdan okuyacağız. Tabii şunu da belirtmek isterim ki özellikle kitap konusunda maalesef diyorum çünkü kitabın kokusunu seven birisiyim. Ben elektronik kitap okuyamıyorum.
Divan edebiyatını özümsemek, önemsemek lazım… Biraz da Türk şiirinden bahsedelim. Şu an anlayamasak da eskiden bir Divan Edebiyatımız vardı. O zaman ki edebiyatımız ne kadar özgündü şu anki edebiyatımız, şiirimiz ne kadar özgün? Divan edebiyatını özümsemek, önemsemek lazım… Maalesef koptuk o dilden ve kendi geçmişimizle hesaplaşamıyoruz yüzleşemiyoruz. Divan ve Halk edebiyatını bilmeden bugünkü edebiyatı ve şiiri anlayamayız. O dönemde çok özel şiirler ve kıymetli şairler yetiştirdik. Bugün de kendine özgün şiirler kaleme alınıyor. Fark bugün majör şair çıkmaması... Büyük Türk Şairi; Baki Daha önce de çeşitli zamanlarda, dünyada genel anlamda ses getiren, farklılık yaratan ve değer katan sanatçı çıkmadığından söz etmiştiniz. Neye bağlıyorsunuz bu durumu? Artık tamamen bir tüketim toplumuyuz ne yazık ki. Tüm dünya böyle… Hızla hayatımıza giren teknoloji, özellikle tüketime odaklı yaşamak, manevi derinliğimizi azaltıyor hatta yok ediyor. İnsanlar kendi benliklerinden
kopmuş durumdalar. Yeni tip sosyalleşme insanları kendi iç dünyalarından kopartıyor. Şair de bu durumdan etkileniyor elbette… İnsanlar mutsuz olduklarını bile fark etmiyorlar, edemiyorlar. Belki bunu fark etseler bir şeyler çıkacak. Güzel bir söz vardır:“Mutsuzum ama keyfim yerinde”. Artık bu haldeyiz. Divan Edebiyatına yine dönersek… O dönemin ince sanatla uğraşanları sanatta sembolizme çok önem veriyor. Hatta halk edebiyatını naturalist yönü sebebiyle sanattan saymıyorlar. Siz nasıl bakıyorsunuz naturalizm ve sembolizm karşılaşmasına? Bir şair hepsinden faydalanabilir. Hepsi değer katar. Önemli olan dengesini tutturmakta... Şiirin kurgusuna göre davranmak gerekir. Örneğin çok natural gibi görülen bir şiir okuyanı muazzam bir biçimde etkiler. Aynı şekilde sembolizmi yüksek bir şiirde okuyanda hiçbir haz uyandırmayabilir. Benim kişisel üslubum ise daha çok serbest tarzdır. Aruz vezniyle, kafiyeli şiir yazmıyorum. Ama çok güzel örnekler var. Bir şiirde bana kalırsa en önemli şey şiirin müzikalitesidir. Müziği ve ahengi olmayan şiir nasıl yazılırsa yazılsın değerli değildir benim gözümde… Bir Cezmi Ersöz Şiirinin son mısraları (Aşkta yarın yoktur sevgili): “Bunlar Olurken İçimiz Bir an Üşüyecek, Sonra Geçecek... Hadi, Oyalanma Birazdan Yarın Olacak... AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ”
EXPO’ya gelirsek İzmir bu organizasyona hazır değildir. Son sel olayı bunu göstermektedir. Malum EXPO süreci yarın sonlanıyor. Sonuç ne olursa olsun bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? İzmir nasıl bir sınav verdi? Başta da belirttiğim gibi İzmirli olmasam da kendimi ait hissettiğim tek büyük şehirdir İzmir. Kimse bahaneler ardına sığınmasın İzmir iyi yönetilememektedir. Yönetemeyenler de bellidir. İktidar partisinden olmadan da başarılı olan belediyelere örnekler vardır. Uzağa bakmaya gerekte yoktur. İzmir’de de Seferihisar gibi bir örnek vardır. EXPO’ya gelirsek İzmir bu organizasyona hazır değildir. Son sel olayı bunu göstermektedir. Şuan bir yangın çıksa itfaiye olaya müdahale edemez. Zira itfaiye merkezi de sular altındadır. Öyle veya böyle kapılar nitelikli eser verenlere açılır. Son olarak genç yazar – şair adaylarına neler söylersiniz? Nasıl bir yol izlesinler? Öncelikle gençler çok sabırsız. Hemen bir şeyler olsun istiyorlar. Bu yol uzun ve meşakkatli bir yol. Hiçbir yerde bir şiiri, yazısı yayınlanmadan kitap bastırmak istiyor gençler. Gidip daha kendilerini ispatlamadan ceplerinden ödeyerek kitap bastırıyorlar
ve sonra da basılan kitaplar ellerinde kalıyor. Kartvizit gibi eşe dosta dağıtıyorlar sonra o kitapları… Şiir dünyasında bir şeyler yapmak isteyenlerse ödüllerin peşinden koşsunlar. Belki artık yıpranmış olabilirler ama hala önemlidirler. Ayrıca kesinlikle bir dergide şiirlerinin yayınlanmasına önem versinler. Şunu da belirtmek lazım ki hangi alanda olursa olsun gençler ilk zorlukta vazgeçiyorlar. Sonra başka bir şeylere merak salıyorlar. Bir gün otuzlu yaşlarına geldiklerinde biraz İngilizce, biraz İspanyolca biraz da müzik belki de yarım kalmış bir roman sahibi olurlar bu yolla… Kafaya bir yol koysunlar, yeteneklerinin, inandıkları yeteneklerinin peşinden gitsinler, vazgeçmesinler. Kapıdan kovulsalar bile bacadan girsinler. Bizler böyle yaptık! Ve gençler unutmasınlar, popüler olmak mı yoksa değerli olmak mı önemlidir. Popüler olmak olsaydı eğer Popstar yarışmalarından, BBG evinden çıkanlar hala bilinirdi fakat hepsi unutuldu. Bu örnek bile önemli olanın değerli olmak olduğunu bize göstermektedir. Nitelikli eser vermek her zaman önemlidir. Öyle veya böyle kapılar nitelikli eser verenlere açılır.
Cezmi Ersöz’e bizi kırmadığı ve röportaj teklifimizi kabul ettiği için teşekkür ederiz…
Özgün Kabacaoğlu
ozgun.kabacaoglu @kalemsizdergi.com
Yaşlanmaz Şair Çocuk
Ay Büyürken Uyuyamam, Susuz Yaz, Yalnız Kadın, Nalınlar, Tütün Zamanı… Belki bu okuduğunuz adlar size tanıdık gelmiştir. Bu eserler 12 yıl önce bu ayda kaybettiğimiz şair-yazar Necati Cumalı’ya ait. Bu yazımda onu tanıtmak istedim sizlere. Bütün ömrünü yazmaya feda etmiş bir müellif. Atatürk sevdalısı. Daha küçük yaşta ‘’Gazi Paşa’’yı tanıma şansını yakalamış uslanmaz bir çocuk. Cumalı 13 Ocak 1921 yılında Florina’da doğar. 1923’te Türkiye – Yunanistan Mübadelesiyle İzmir Urla’ya göçer ailesiyle birlikte. Çocukluğu burada geçer ve Urla’yı ömrü boyunca unutmaz, hayran kalır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirir. Bir süre Urla’da Avukatlık yaparak geçinir.
Ama bir yandan da edebiyata ilgisi devam eder. Şiirle giriş yapar edebiyat alemine. Daha sonra ilk yazdığı şiirleri yırtıp attığını söyleyer, dönemin ünlü şairlerinden çok fazla etkilendiği için. 1957 yılında avukatlığı tamamen bırakıp tümüyle yazı çalışmalarına verir kendini. 1970 yılında eşi Berin Cumalı’yla beraber İstanbul’a yerleşir ve tümüyle yazarlığa adar kendini. Bu ancak edebiyata kendini adayacak bir insanın verebileceği zor karardır. Cumalı’da bunun sefasından çok cefasını çeker yaşamı boyunca elbette. Daha çok şiir ve romanlarıyla bilinse de aslında iyi bir oyun yazarıdır Cumalı. İlk dönem oyunları Boş Beşik, Ezik Otlar, Vur Emri ve öyküsünden uyarladığı Susuz Yaz gibi avukatlık gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı toplumsal gerçekçi oyunlardır. Gözleme önem vermektedir. 1957 – 1959 yılları arasında Paris Büyükelçiği Basın Ateşeliği’nde çalışır. Paris izlenimlerini Aşk Duvarı ve Zorla İspanyol gibi oyunlarla aktarır. Oyunlarının içeriği oldukça başarılıdır. Dili sade ve nettir. Kanaatimizce oyun yazımında en üretken yazarlarımızdan biridir. Zaman zaman dargınlıkları olsada tiyatro çevrelerinde bu küsmeler uzun sürmez ve oyun yazmaya devam eder kısa aralardan sonra. Oyunların temalarına baktığımızda kadın sorunları,
erkeğin kırsal kesimde ve kentte kadına olan baskısı, kadın cinselliği, bürokrasideki olumsuzluklar, kişisel ihtiraslar sayılabilir. Cumalı komediye de ağırlık vermiştir. Yukarıda bahsettiğimiz temaları bazen fars türüne başvurarak yazmıştır. Yazarın bir özelliği de türkülerden uyarladığı oyunlardır. En önemli örnek ilk dönem oyunları arasında sayılan halk arasında ‘’Bebek’’ türküsü olarak bilinen balladdan uyarladığı Boş Beşik adlı oyundur. Buna ‘’Geyik Türküsü’’nden etkienerek yazdığı Yaralı Geyik adlı oyunu da eklenebilir.Olgunluk dönemi eserleri arasında sayabileceğimiz eserlerini Derya Gülü, Mine, Tehlikeli Güvercin, Gömü, Bakanı Bekliyoruz, Yürüyen Geceyi Dinle, Dün Neredeydiniz, Bir Sabah Gülerek Uyan ve Yalnız Ölü sıralayabiliriz. Bazı eserleri sinemaya uyarlanır. Sonuç olarak şunları söyleyerek yazıyı sonlandırabiliriz: Necati Cumalı gerek yazdıkları gerekse düşünceleriyle ülkemize ve türk edebiyatına önemli bir katkı sağlamış aydın bir yazar olarak yerini almıştır. Burada ismini sayamadığımız; şiir, oyun, öykü, gezi yazısı, roman ve günce dalında yetmişe yakın eser vermiştir. 10 Ocak 2001’de yakalandığı kansere yenik düşer. Türk edebiyatı ve okuyucuları, Yaşar Kemal’in deyişiyle ‘’Yaşlanmaz Şair Çocuğu’’ kaybeder.
Necati Cumalı öldüğünde arkasında kimi oynanmış kimi hiç oynanmamış 29 tiyatro oyunu ve keşfedilecek bir çok eser bırakır. Oyunların tamamı ise eşi Berin Cumalı tarafından 2004 yılında Cumhuriyet Kitapları yayınevinden yayınlanır. Bu yazı bir oyununu okumamla tanıdığım ve her zaman bende yeri ayrı olacak Necati Cumalı’ya bir saygı duyuş ve anıştır.
Veli Özcan
Yavuz Çetin Oysa dünyada var olabileceğine hiç inanmamıştınız. Ve bulduğunuz şeyin dünyadan çekip gittiğini öğreniyorsunuz, yani o şey yine yok dünyada. Ama eskiden varmış! O çok istediğiniz şey siz daha farkında değilken ordaymış ve ellerinizden kayıp gitmiş… İşte Yavuz Çetin bütün bu hisleri yaşatabilen çok özel bir adamdır benim için. on iki yıl önce mütevazi yaşamını sessizce boğazın soğuk sularında sonlandırdı. Belki de bizi cezalandırmak “Yaşamak istemem artık aranızda” dedikten sonistemişti; yaşadığında onun kıymetini bilemera, aşığı olduğu İstanbul’un en güzel noktasından miştik. Her şeye rağmen iyi ki var olmuş. Benim hayatının son uçuşunu gerçekleştirip intihar etmiş, için hala da var olmaya devam edecek. bizleri eşsiz şarkılarıyla, sololarıyla ve her dinlendiğinde tüyleri diken diken eden sesiyle yalnız bırakYüzlerce hatta binlerce kez sıkılmadan dinlemış üstat... Bazı insanlar vardır, bize parmakla sayılı diğimiz, dolu dolu iki albüm bıraktı bizlere. Yıl eser bırakır ancak onlar bir ömür yeter bize. Yavuz dönümlerinde onun yasını tutmak yerine, keşÇetin de onlardan biriydi. ke yeni albümünün çıkış günü olsaydı da büyük Müziği felsefesiyle yaşayan, gitarın asi çocuklarının bir heyecan yaşayarak albümünü dinlemenin en önde geleniydi kendisi… Gerçi hala da öyledir. Bu coşkusunu yaşasaydık. Ama olmadı hayat Altın dünyadan gitmiş olması bu ünvanı ondan almadı. Çocuğu kaldıramadı ya da Altın Çocuk intihar Jimi Hendrix, Melvin Taylor, Lynryd Skynyrd gibi ederek kokuşmuş düzene belki de son feryadıusta bluescuların parçalarını en az onlar kadar iyi nı duyurdu. Ölümünün ardından her kafadan bir çalabilen dünya standartlarında bir gitar virtüözüyses çıktı. Bir insanın yaşamına saygı duyuyordü. Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi gitaristlerden biri sanız, ölümüne de o ölçüde saygı duymalısınız. olmasına rağmen çok az kişinin tanıma fırsatına Çünkü ölmek, yaşamaktan daha bilinçli alınmış sahip olduğu mütevazi insan… Yaşımın gereği onu bir karardır. Sonuçlar üzerine konuşurken tanımam birçok insanda da olduğu gibi ölümüyle nedenleri göz ardı etmemek gerekir. oldu. Onun zamanında aşklarda bir başkaymış… Çok güzel bir şey hayal edin ve asla ulaşamayacağıBir erkeğe “Sadece senin olmak istedim” dedirnızı düşündüğünüz bir hayal. tebiliyormuş, ya da “Çok uzun zaman önce beni Sonra o hayalinizi buluyorsunuz. Oysa dünyada var düşürdün tuzağına, benim için başka bir yol olabileceğine hiç inanmamıştınız. yok. Sen ya da hiç sen ya da hiç” laflarını...
Yavuz çetin 1970 yılında Samsun’da doğdu, babasının işi gereği Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde çocukluğunu geçirir. Müziğe olan ilgisi çok küçük yaşlarda başlamıştır, ilk enstrümanı olan curayla tanışması 10 yaşına tekabül etmektedir. Curadan sonra müzik aletlerine olan ilgisi, bağlama öğrenmeye başlamasıyla devam eder. Belli bir süre sadece müzik dinler ve bu süreç içerisinde elektrogitar sesine hayran kalır. 1985 yılında akustik gitarla tanışır ve ardından çalışmalarına elektrogitarla devam eder. 17 yaşında profesyonel müzik yaşamına geçişiyle birlikte, öğrenimini, hayatını şekillendiren müzik üzerine yapar ve Marmara Üniversitesi müzik bölümüne girer. Üniversite yıllarında da elektrogitarını elinden hiç düşürmez. Çalıştığı grup Labirent’le katıldığı Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik Yarışmasında 1.lik ödülü alır. Çalışmalarından dolayı üniversiteyi bitiremez. 1992 yılında Batuhan Mutlugil, Kerim Çaplı ve Sunay Özgür’le birlikte Blue Blues Band’ı kurar. Grupta elektrogitar çalıp vokal yapar ve 1960’lı ve 70’li yılların rock-blues müziklerinden etkilenir. 1990’lı yıllarda Fuat Güner ile tanışmasıyla birlikte stüdyo müzisyenliğine adımını atar. Televizyon ve radyolar için reklam müziklerini gitarıyla seslendirir, birçok sanatçının albüm kayıtlarına da gitarıyla imzasını atar. Ayrıca “talkbox”ı Türkiye’de kullanan ilk kişidir. 1996 yılında MFÖ ile çalışmaya başlar ve bir yandan da bar müzisyenliğine devam eder. 1997 yılında ilk albümü için çalışmalara başlar ve “İlk” albümünü çıkarır. MFÖ ile konserlerde çalmaya ve “Yavuz Çetin Group” adlı grubuyla bar performanslarına devam eder.
Bu süreç içerisinde ikinci albümü için çalışmalara başlar. 2000 yılında “Satılık” albümü için stüdyoya girer ve sözü, müziği ve düzenlemeleri kendisine ait olan çalışmaya son kez imza atar.2001 yılının Eylül ayında çıkması planlanan albüm için tüm hazırlıkları tamamdır fakat Yavuz Çetin bu çalışmasının müzikseverlerle buluşmasını göremeden, 15 Ağustos 2001’de hayata veda eder. Ondan bize kalan “Satılık” albümü 12 Kasım 2001 yılında müzik marketlerde yerini aldı.
Yavuz Çetin’in anısına piyasaya çıkarmayı planladıkları, Yavuz Çetin Tribute albümün hazırlığı ise devam ediyor.
Özge Özgüner
ozge.ozguner@kalemsizdergi.com
Menemen Vakası ve İngilizlerin Bitmeyen Oyunu Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bu sayımızda sizlere yakın tarihimizin en önemli olaylarından birisi olan ve üzerinde çokça tartışılan bir hadiseden, Menemen Vakasından bahsetmeye çalışacağım. Yakın tarihimize damgasını vuran olaylardan birisi olan Menemen Vakasının üzerinden 83 yıl geçti; ancak hala meselenin bir çok yönüyle tartışılması ve aydınlanmayan-açıklığa kavuşmayan yönlerinin olması insanlar arasında bir kutuplaşmaya neden olmakta. Ben elimden geldiğince sizlere Menemen Vakasıyla İngiliz ilişkisini anlatmaya çalışarak, bu kutuplaşmanın gereksiz olduğunu anlatmaya çalışacağım... Cumhuriyet Tarihimizin en hazin olaylarından olan Menemen Vakasını anlatırken, meseleyi laik-şeriatçı kavgasından çıkartmak kanaatimce en mühimi.23 Aralık 1930 günü gerçekleşen bu hadise Cumhuriyet tarihimizin ilk irticai ayaklanması olarak kabul edilmekte ve Şehit Asteğmen Kubilay bu olayın belki de somut en önemli simgelerinden birisi. Ne hazin ki, çıkartılmaya çalışılan hizipleşmenin de bir tezahürü... Menemen Vakası aniden ortaya çıkan bir hareket değildir; burada özellikle mevcut yönetime karşı hareketlenmelerin aylar öncesinden başladığını anlatmakta yarar görmekteyim. Olayın ele başı olan Giritli Mehmet, Manisa ve çevresinde, insanların dini duygularını istismar etmeye çalışmış ve halkı isyana teşvik etmiştir. Mehdi olduğu iddiasını taşıyan Giritli Mehmet, yanındaki bulunan gurup güç toplamaya başlar ve olayların fitili ateşlenir. 23 Aralık Sabahı, Sabah ezanı esnasında sokaklara dökülen gurup, ‘’Şeriat istiyoruz’’ , ‘’ Yeşil Bayrağın altında toplanın’’, ‘’ Şapka değil fes giyilecek’’ gibi sloganlar atmıştır. Bu gurup, arkalarında Halife Abdülmecit’in olduğunu ve Halife’nin ordusunun Medine’den gelip şerri yönetimi bölgede hakim kılacağını iddia ederek taraftar toplamaya çalışmıştır. Hadisenin kontrol edilemez bir noktaya vardığını gören bölgede görevli jandarma; durumu Alay Komutanlığına bildirmiş ve Asteğmen Kubilay askerleriyle birlikte bölgeye intikal etmiştir. Hemen harekete geçen Kubilay, gözdağı vermek için askerlerine süngü taktırmıştır. (Askerlerin yanında mermi bulunmadığı ya da kuru sıkı mermiler bulunduğu rivayet edilir) Kubilay Asteğmen, isyancıları ve halkı sükunete davet ederek, olayları engellemeye çalışmış; ancak ne gözdağı, ne de sükunet çağrısı işe yaramamıştır. . Çatışma esnasında Kubilay Asteğmen Giritli Mehmet tarafından vurulur. (İddialara göre, isyancılar sık sık esrar kullanmaktaydı, bu da isyanın niteliğini ve isyancıların durumunu gösterir niteliktedir)Şehit Kubilay Asteğmen’in başı, isyancılar tarafından göz dağı vermek için, yeşil bir sancakta sallandırılarak şehirde gezdirilir. Bu vehim hadiseden sonra Giritli Mehmet, kendisine kurşun işlemediği iddiası ile Mehdi olduğunu yüksek sesle dile getirmeye başlar. Bundan daha üzücü olan ise, ne halkın ne de
Menemen ilçesindekilerin olaya hiç bir müdahalede bulunmaması, seyirci kalmasıdır. Öyle ki, halkın bir kısmı yapılanı alkışlarla izlemiştir. Olaya hükümet konağında bulunan görevliler bile seyirci kalmış; bölgenin Jandarma Komutanı ve Kaymakamı kendi canlarının peşine düşüp, saklanmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün olayla ilgili tepkisini Kazım Özalp’in Anılarından dinlemek yerinde olacaktır: ’’Bu haber Ankara’da bir bomba tesiri yaptı. Derhal köşke çağrıldım. Mustafa Kemal Paşa görülmemiş şekilde kızgın, üzgün ve heyecanlıydı. Başvekil İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Zekai Bey (Apaydın) Ordu Müfettişi Fahrettin Paşa (Altay) da köşke geldiler. Mustafa Kemal Paşa çok sinirli bir durumda söze başladı: “Bu ne haldir, mürteciler hükümet meydanında ordunun subayını din adına boğazlayabiliyorlar. Binlerce Menemenliden kimse çıkıp mani olmuyor, bilakis tekbirle teşvik ediliyorlar. Yunan idaresi altındayken bu hainler neredeydiler? Onların namusunu ve dinini kurtaran Ordunun bir subayına reva gördükleri bu saldırının cezasını yalnız hain katiller değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir. Bu, Cumhuriyetin ve bizim başımızı kesmektir. Bundan bütün Menemen sorumludur. ‘’ Olaydan sonra, bölgede olağanüstü şartlardan dolayı sıkı yönetim ilan edilmiş ve Divan-ı Harp mahkemesi kurulmuştur. Davanın bir numaralı sanığı ise İstanbul’dan getirilen ve isyancıların başı olan İslam Alimi, Esat Efendi’dir.(Esat Efendi, olayı çıkartan gurupla yakın ilişki içerisindedir ve bölgede etkin bir nüfuzu bulunmaktadır) Mahkeme, süratle kararlar vermiş ve olaylara karıştığı tespit edilen 36 kişi, Kubilay’ın şehit edildiği noktada idam edilmiştir. Burada üzerinde durmamız gereken konu, isyanın ayak sesleri çok önce duyulmasına rağmen önlem alınmaması ve İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya’nın söylentilere yeteri kadar kulak vermeyerek, basiretsiz davranmasıdır. Böylece Cumhuriyet tarihimizin en önemli olaylarından birisi olan ve insanları kutuplaştırmak için sıkça kullanılan Menemen Hadisesi vuku bulmuş oluyordu. Mesele’nin bir başka yönüyse Türkiye’de Muhalefet partisi kurulmasını ciddi şekilde engellemesidir. Atatürk’ün isteğiyle Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, olayların fitili ateşlenmeden çok kısa bir süre önce kapatılmıştır. (17 Kasım 1930) Fetih Okyar, iyi niyetli tutumuna rağmen, partinin etrafında Cumhuriyet düşmanlarının ve rejim aleyhtarlarının toplanmaya başladığını görünce, Büyük Önder’i ve ülkeyi zor durumda bırakmamak adına, partiyi kapatma kararı almıştır. . (Partinin kapatılmasında, CHP’nin içinde muhalefet istemeyen birtakım guruplarında etkisi olmuştur; konuyu detaylı öğrenmek isteyen okurlarımız Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye’de Siyasi Partiler isimli eserine müracaat edebilirler) Parti kapatıldıktan sonra bu vahim hadisenin olması,1946 yılına kadar Türkiye’nin mecliste tek bir parti ile yönetilmesine neden olmuştur. Olayı başlatanların irticai bir söylemi olduğu açık olmakla beraber, olayın fitilini ateşleyen kişilerin maşa
olmaktan öteye geçemeyeceğini görmek önemlidir. Esas mesele’nin ateşi yakanları görmek olduğu kanaatindeyim. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki: İngilizler, 18.yüzyıldan itibaren Orta Doğu coğrafyasında etkili olmuşlar ve kendilerine iktisadi olarak bağlı sömürgeler yaratmışlardır. Son kertede, Orta Doğu’dan Osmanlı’yı tamamen atma planını gerçekleştiren İngilizler, Türkiye Cumhuriyetinin de yeni kurulmasından faydalanmaya çalışmış, özellikle Halifelik, Saltanat ve İslam gibi kavramları kullanarak bölgede karışıklıklar çıkartmaya çalışmıştır. (Şeyh Sait İsyanı ve akabinde yaşanan karışıklıklar buna çok iyi bir örnektir) Bu tezime dair ortaya atacağım ilk kanıt, olayları fiiliyata döken kişi Giritli Mehmet’in Milli Mücadele döneminde İngilizlerle içli dışlı olan bir Yunan Sempatizanı olmasıdır. Öyle ki onun telkinleri ve yaptıklarıyla Yunan Ordusu, Manisa’yı hiç zorlanmadan ele geçirmiştir. Bu dönemde Giritli Mehmet, Manisa’daki cephanelere de el koymuş ve halkın Yunan Ordusuna karşı çıkma ihtimaline engel olmuştur.Devlete ait olan gizli sırları da İngilizlere teslim etmiştir. Giritli Mehmet’in İngilizlerden aldığı rüşvet ile birdenbire İngiliz Sempatizanı olduğuna dair iddialar çokçadır. Türk ordusunun şanlı zaferi ile Ege’de düşmanı denize dökmesi üzerine, Manisa’dan 8 Eylül 1922’de ayrılan Giritli Mehmet arkasında yıkık-dökük, halkının canına, malına, namusuna kastedilen bir Manisa bırakır. Değerli okurlar, yukarıda davanın en önemli sanıklarından birisinin Esat Efendi olduğunu söylemiştim. Esat Efendi, İngiliz Muhipleri Cemiyetine üyedir ve Giritli Mehmet, Esat Efendi’nin en sadık müritleri arasındadır. İsyancıların arasında, Yunan İstihbarat servisine çalışan Şeyh Sukuti’nin olması ve bu isyanın planlamasının, İngilizlerin kontrolünde Yunanistan’daki Elefsis Bölgesi’nde olması ise, daha sonradan ortaya konacaktır. 1930 yılına ait olan ve daha sonra ortaya çıkacak zabıt ve belgelere göre, isyancılar Nakşibendi kökenlidir ve İngilizlerin himayesinde bir islam devleti hayal etmektedir. Ayrıca Esat Efendi, kendi hazırladığı bir raporda İngiliz Casus Lawrence ile olan ilişkisini itiraf eder. (Detaylı bilgi edinmek isteyen okurlarımız Atilla Akar’ın Türkiye Komplolar ve Provokasyonlar Tarihi kitabına bakabilirler) Netice itibariyle, tarihimizin en önemli olaylarından birisi olan Menemen Ayaklanması, bugün bile ideolojilerin kavga ortamı yaratmasında kullanılır. Mesele’yi Laik-Şeriatçı kavgasına sokmadan değerlendirmek ve yorumlamak doğru olacaktır. .
O dönemde Emperyalist devletlerin başını çeken İngilizler, Orta Doğu’ya istedikleri gibi şekil vermek için, Genç Cumhuriyetimizin üzerine böyle oyunlar oynamış ve ülkemize zararlar vermişlerdir. Suikastler, darbe planları, terörün her türlüsü anlatılırken, olayların arka planı iyi irdelenmeli ve tuzağa düşülmemelidir. Şehit Asteğmen Kubilay ve Mehmetçiğe saygılarımla...
Semih Rıdvan Cabalar semihridvancabalar@kalemsizdergi.com
Ocak Aylarında Kaybettiğimiz Edebiyatçılarımız Kaybettiklerimizi hatırlatır bana her yılbaşı. “Nice yazarlar, şairler gelen yeni yılın kendilerini bu hayattan alacağını, onun belki de gördükleri son yılbaşı olduğunu tahmin ederler miydi?” bunu düşünürüm. Öyle değil midir Ocak ayları? Her sene acı kayıplarla girmez miyiz yıla, o kadar “sağlık, mutluluk, esenlik” dilenmesine rağmen? Ocak ayı, Türk edebiyatı için de en çok kayıpların verildiği, en eski ve dolu kitapların toprağa defnedildiği ay... Bakalım tarihin tozlu sayfalarına... 3 Ocak... Tarihler henüz 1501’i gösteriyordu. Türk dilinin ve edebiyatının mihenk taşlarından olan Çağatay diyarından ses veren, Kaşgarlı Mahmud’dan sonra Türk diline hizmet eden en büyük Türk edebiyatçısı… Ali Şir Nevai... Eserinin sonunda şöyle diyordu: “Türk şairleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şad edeceklerdir.” Büyük alim altmış yaşında , gözlerini açtığı Herat’ta gözlerini yumdu... Yıl 1799... Yine 3 Ocak... 21 Yaşında “Hüsn ü Aşk’ı yazan”, 41 yaşında vefat eden, “Sebk- i Hindi”nin en güzel sesi Galib... Mutasavvıf şair Galata Mevlevîhânesi’nin avlusundaki türbesinde, ebediyette... “Gele bir devr ki bu galib’i yad eyleyeler Fursat-ı sohbeti ahbab ganimet bilsin.” 4 Ocak 1927... Edebî karakteri kadar hazırce-
vaplığı ve nükteleri ile de üne kavuşmuş Süleyman Nazif... Cenazesini kaldıracak kadar dahi mal varlığı bulunmayan yazarın daha sonra vefat eden yakın dostu Mehmet Akif de hemen yanı başına defnedilmiştir. 5 Ocak günü yazdığı ünlü “Bayrak” şiiriyle “Bayrak şairi” olarak da anılan ve bu dizeleri yazdıktan 29 yıl sonra, 1975’te yine 5 Ocak günü vefat eden büyük şair; Arif Nihat A sya... Dizelerindeki gibi veda etti hayata: “Senin altında doğdum. Senin altında öleceğim.” 9 Ocak 1964: İstanbul Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan, İngiliz Filoloji Kürsüsü Başkanlığı yapmış bir akademisyen; 1950’de girdiği TBMM’de ise milletvekilliği yapmış bir siyasetçi, Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış, sivil olmasına rağmen rütbe alarak mücadele etmiş bir savaş kahramanı... Halide Edip A dıvar... “Yalnız topla, tüfekle değil, iradenle de cesur olacaksın; fena şeyleri yapmamak için, inandığın, doğru bildiğin şeyi yapmak için öldürseler bile cesur olacaksın.” sözleriyle zihinlerde kalacaktı. Sene 1990’ın 9 Ocak’ını gösterdiğinde “Ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orası” diyen bir “y”den feragat eden şair, Cemal Süreya... Şu mısralarla 9 Ocak günü veda etti hayata: “Ölüm geliyor aklıma birden ölüm Bir ağacın gölgesine sarılıyorum” 10 Ocak’a gelindiğinde doğum gününden yalnız üç gün önce, Yaşar Kemal’in ifadesiyle “Yaşlanmaz Şair Çocuk” Necati Cumalı, 2001
yılında 80 yaşında dünyaya veda etti. Ömrünün son demlerinde şu mısraları ele almıştı: “Bu yaştan sonra her şey Uzak yakın bana eşit geliyor Toprağı daha bir seviyorum” 13 Ocak 1973’te Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun abisi olan ve“Halk kendi yazarını buldukça uyanır, bulmadıkça uyur.” diyen edebiyatçı, çevirmen Sabahattin Eyüpoğlu 65 yaşında vefat etti. Tarihler 14 Ocak 1944’ü gösterdiğindeyse “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur; Sinem, özüm ateş ile doludur.” dizeleriyle zihinlere kazınan Mehmet Emin Yurdakul 75 yaşında, “... Saç ve sakal ağarttım ben de, ‘Vatan, vatan! ‘ diye” dizeleriyle aramızdan ayrıldı. 1954’ün 17 Ocak’ında“Vatanında ölmeyen iki kere ölür.” diyen, Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’da çıkarılan çeşitli gazetelerde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme alan yazar; İsmail Habib Sevük hayata veda etti. 24 Ocak ise 24 yıl arayla iki büyük edebiyatçıyı aramızdan aldı. İlk olarak, Bursa’da “Bir ilâh uykusu olur elbette / Ölüm bu tılsımlı ebediyette...” mısralarını yazmış, “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın, Parçalanmaz akışında.” dizeleriyle zamanda kaybolmuş olan büyük edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar, 1962 yılında öteki zamana intikal etti. Tarihler 1986 olduğunda ise Tanpınar’la ilgili büyük çalışmalara imzasını atan edebiyat araştırmacısı Prof.Dr. Mehmet Kaplan vefat etti. Tarih boyunca böyle geçti
Ocak’lar; nice üstatları aldı aramızdan... Şimdi onlardan kalma iki satır bizi sevindirmeye, hüzünlendirmeye, duygulandırmaya yetiyor... Bir şey varsa yapabileceğimiz bu mısraların, üstatların aziz hatıralarına o da yâd etmek, anlatmak, yaşadığı topraklarda unutturmamaktır.
Ayşe Bengisu Akdağ aysebengisu.akdag@kalemsizdergi.com
Tripadvisor İçim buruk yazıyorum bu yazıyı… Bildiğiniz gibi geçen ay aramızdan ayrılan dizi-mag yasını tutuyoruz. İnternet siteleri açısından büyük bir kayıp yaşadık. Bu aralar onun yerini dolduracak bir site aradığınızı biliyorum ama maalesef şu an için “404 No Found” vakası var. Bir yolunu bulup yeniden hayatımıza girerler mi bilinmez. Ama onun bu yokluğunda size bir önerim var. Dizi-mag de bu aralar olmadığına göre; sizi koltuğa bağlayacak şeylerin birinden koptunuz demektir. Fırsat bu fırsat hadi ne duruyorsunuz, dünyayı dolaşmaya! Şimdi kafalarda soru işaretleri nereye gitsem, kaç gün kalsam, ne yesem ne içsem, gideceğim yerde ne var ne yok, festival zamanı mı, geleneksel yemekleri ne, ne hediye alsam? Tıpkı bir Serdar Ortaç edasında “kafamda deli sorularrrr” moduna girdiğinizi görebiliyorum. Bu soruların ucu bucağı yok eh haksız da sayılmazsınız koskoca dünya sonuçta. Gözünüz korkmasın hemen bir site geliyor sizin için: www.tripadvisor.com.tr Site kullanıcıların aradıklarını hemen bulmaları için kolay ve kullanışlı bir temayla sunulmuş. Seyahat edenlerin yorumları, ön eleme yapmanızı kolaylaştıracaktır. Oteller bölümünden size uygun olanını seçebilir. Otellerin özelliklerine ve puanlamalarına göz atabilirsiniz. Uçak biletleri açısından ise birçok şirketin fiyatları gelecektir karşınıza böylece tek tek uçak şirketlerinin sitelerini gezmek zorunda kalmayacaksınız. Restoranlar bölümünden gideceğiniz şehrin hangi mutfağında ne kadar fiyata ne yiyebilirsiniz öğrenebilirsiniz. Tavsiye edilen restoranlar gezginlerin tavsiye ettiklerinden derlenmiştir. Her yılın en iyileri bölümünde en iyileri gezme deneyimine bir adım daha yaklaşacaksınız. Sitenin mobil uygulaması da mevcut. Uygulama sayesinde nerede olursanız olun kolayca seyahatlerinizi planlayabilirsiniz. Dürüst olmak gerekirse benim en sevdiğim seyahat sitesidir kendileri gezmeye çıkmadan önce bir göz atın derim. Şimdiden kolay gelsin size, ben yeni rotamı belirlemeye gidiyorum tekrar görüşünceye dek hoşçakalın. Kim bilir belki de Dünya’da keşfedilmeyen bir yer vardır, sizi bekleyen…
Merve Aygün
merve.aygun@kalemsizdergi.com