“Selâm olsun bizden güzel dünyaya Bahçelerde hâlâ güller açar mı? Selâm olsun sonsuz güneşe, aya Işıklar, gölgeler suda oynar mı? ...” Ahmet Hamdi Tanpınar DeğerliKalemsizDergiokuyucuları, 2013’ün son ayında, soğuk bir Aralık gününde, içinizi ısıtacak yeni sayımızla karşınızdayız. Koskoca bir yılı daha neşesiyle, hüznüyle geride bırakıyoruz. Kalemsiz Dergi bir yaş daha büyüyor, bir yıl daha olgunlaşıyor, yeni bir yıla yine daha çok fikirle, çalışmayla giriyor... Elinize almadan tuttuğunuz, sayfalarına dokunmadan hissettiğiniz bu sayımızda da yine birçok değerli yazıyla karşınızdayız. Ferhad ve Şirin’in izinde bir aşkın sorgulanması... Burcu Kılıç kaleme aldı. Aramıza yeni katılan kalemsiz Seda Kamburgil kitapçıların nostaljik kokusunu
duyuruyor okurken. Bir fotoğrafın hikayesi “Antikacıdaki Gelin”, Pınar Çaylak’tan “Memleketime Mektup” ve bir çok hikayemiz, denemelerimiz, şiirlerimiz, rafımızdan seçtiklerimiz, Özgün Kabacaoğlu’nun sizler için yaptığı röportajımız, perdeleri açılmayı bekleyen tiyatrolar, Semih Rıdvan Çabalar’dan “Hayalleri Cihana Sığmayan Adam” ve daha nicesiyle, dolu bir sayıyla sizlerleyiz. Tüm okurlarımıza bir yılı daha bizlerle geçirdikleri için teşekkür ediyor, yeni sayımızla sizleri baş başa bırakıyoruz. Daha güzel sayılarla sizlerle birlikte olmak ümidiyle...
Edebiyat->
Şifre | 4 Ay Sonra Yeni tiyatro oyunu çok büyük bir ilgi görüyordu. Türkiye’nin her yerinden insanlar bu gösteriye geliyorlardı. Murat senaryosunda toplumsal olaylara o kadar iyi değinmişti ki toplumun bunu göz ardı edemeyeceği, tahmin edilen bir gerçekti. Murat, henüz karısının katilini bulamamış ama asla da vazgeçmemişti. Belirli araştırmalar yapıyor, fakat hiçbir ize rastlayamıyordu. Kafasındaki tek soru işareti ise Aytaç’ın ölürken neden o cümleyi kurduğuydu. Aylarca düşünmesine rağmen Aytaç’ın ona nasıl bir yanlış yapabileceği hakkında, en ufak bir fikre sahip olamamıştı. Hakan, Murat’ın yanına geldi. - Ne düşünüyorsun abi bu kadar derin? - Hiç, hiç bir şey... Gel kardeşim dışarıda bir şeyler içelim seninle. Birlikte çıkıp sokağın hemen köşesindeki, o ufak kafeye geçtiler. Garson geldi ve siparişleri sordu. Murat, “İki çay alalım dostum.” dedi ve garsonu gönderdi. - Hala anlam veremiyorum Hakan… - Neye diye sormayacağım, konu Aytaç değil mi? - Hakan sana bir şey söyleyeceğim… - Dinliyorum kardeşim. - Aytaç ölürken bana bir anahtar verdi. Fakat bu anahtar nereyi açıyor söyleyemeden öldü. - Bu zamana kadar niye söylemedin oğlum, ver bakayım şu anahtarı.
Murat, anahtarı Hakan’a uzattı. Hakan dikkatle anahtarı incelemeye başladı. Anahtar bir daire ya da kasa anahtarı değildi. Daha çok, ufak bir kutunun anahtarı gibi duruyordu. Üzerindeki mini sayılabilecek “127” rakamına gözü ilişti. -Üstünde 127 yazıyor gördün mü? -Gördüm ama sıradan rakamlar oğlum onlar. -Ya değilse? Murat’ın içine bir şüphe düştü ve anahtarı aldığı gibi masadan fırladı. *** Kuliste bir hareketlilik vardı. Funda prova esnasında bayılmış, Emre ise onu kucağına alarak kulisteki koltuğun üzerine yatırmıştı. Ses yönetmeni kolonya koklatarak ayıltmaya çalışıyordu. Funda, yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Hafif baygın gözlerle çevresine bakarak olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Ses yönetmeninin buğulu görüntüsü üzerinden çekilince, gözüne florasanın ışığı çarptı ve eliyle gözlerini kapadı. Emre’nin sesini duydu. ”İyi misin?” Funda, hafif doğrularak “İyiyim… Sanırım tansiyonum düştü.” dedi. O sırada içeri Hakan girdi ve Funda’nın yattığını görünce koşar adımlarla ona doğru yürüdü. - Ne oldu Funda? - Yok, bir şey... Sahnede bayıldım sanırım tansiyonum düştü. - Kalk doktora gidiyoruz! Emre al anahtarı, arabanın kapısını aç sen. - Ya doktorluk bir şey yok!
- Kalk! Hala itiraz ediyor bir de.
yüzüne baktı.
Funda, daha fazla itiraz edemeyerek ayağa kalktı, Hakan’ın koluna girdi ve arabaya doğru yavaşça yürüdüler. *** Murat, soluğu Aytaç’ın evinin önünde aldı. Zile bastı ve içeriden bir kadın “Kim o?” diye seslendi. “Aytaç’ın arkadaşıyım… Rica etsem kapıyı açabilir misiniz? Bir şey sormak istiyorum da.” Kapı açıldı ve karşısına 1,60 boylarında, hafif kilolu bir kadın belirdi. İnsanın ilk görüşte, tonton bir nine şefkatiyle sevebileceği, masmavi gözleri olan birisiydi. “Buyur evladım.” dedi ve arkasını dönerek salona doğru ilerledi. Murat içeri girmekte tereddüt edince, kadın içeriden “Çekinme gel.” diye seslendi.
- Aytaç’ın küçük bir sandığı var. “Bunun içine sırlarımı koyuyorum.” dediği bir sandık. Ben de hiç bir zaman sorgulamadım, hep saygı duydum. Bu anahtarı sana verdiyse, o sandığı sana hediye etmiş demektir. - Sandık nerede? -O vitrinin içinde değil… Bekle getireyim.
- Gel oğlum şöyle otur. - Teşekkür ederim anneciğim. - Bir şey içer misin? Çok güzel çayım var yeni demledim. - Zahmet olmasın? Gülümseyerek mutfağa doğru ilerledi. Murat içinden ”Ne garip bir kadın.” diye geçirdi. Ayağa kalktı ve masanın üstünde duran Aytaç’ın fotoğrafına baktı. Çevreye bir göz attı, vitrinde ufak bir kutu gördü. Tam ona doğru yöneldiği sırada, kadın içeriye girdi. - Ne aradığını bilmiyorum, yardımcı olmamı ister misin? - Aslında… Şey… - Otur ve anlat oğlum, neden geldin? - Bende bir anahtar var… Oğlunuz ölmeden önce bunu bana verdi! Anahtarı uzattı… Kadın anahtarı alınca Murat’ın
Kadın, sandığı içeriden getirip masaya bıraktı. Murat anahtarla açtığında, içinden beş karakterden oluşan, şifreli ufak bir kutu daha çıktı. Devam edecek...
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
ANTİKACIDAKİ GELİN
Sonbaharın yavaş yavaş koltuğunu kışa bırakmaya hazırlandığı ayaz bir hava vardı dışarıda. İnsanların böyle günlerde şehirden el ayak çekmesini fırsat bilerek sıkıca giyinip çıktım sokağa. Kahverengi ceketimin içinde kahve tonların hâkim olduğu caddelere karıştım. Ağaçların kuru, çıplak dalları rüzgâra direniyordu. Kahvehanelerin kapıları kapanmış içlerinden loş bir ışık süzülüyor, birkaç tiryaki dışarıda omuzlarını yukarıya kaldırıp titreyerek sigaralarını içine çekiyordu. Uzaktaki eski evlerin bacalarından çıkan dumanlar yükselerek bulutlarda kayboluyor, sokağın köşesindeki yavru kediler sıkı sıkıya birbirlerine sarınıyorlardı. Derken bir su damlası düştü elime sonra diğer elime. Ardından alnıma ve bir anda bulutlar uzun zaman dertlerini içinde tutup tutup aniden gözyaşları boşalan insan gibi yağmur yağdırmaya başladı. Koşarak bir dam altı bulmaya çalıştım. İlk bulduğum kapıdan içeri nefes nefese attım kendimi. Kapının üstündeki zil şıngırdayınca küçücük dükkânın neresinden beliriverdiğini anlamadığım, kamburlaşmış sırtıyla her daim rükûdaymış hissini veren, burnunun son noktasında gözlüğünü özenle tutmayı başarmış, kalan üç beş tel saçını özenle taramış yaşlı bir beyefendi
bastonunun tahtalara vururken çıkardığı tok sesin eşliğinde göründü karşımda. En az bir dakika boyunca sessizlik içinde bakıştık. Duyulan tek şey cama sertçe vuran yağmur damlaları, eski bir duvar saatinin tik takları ve sobanın yanında uyuyan kedinin mırıltılarıydı. “Hoş geldin kızım.” dedi nihayet yaşlı adam. Sonunda beklediğim sözü duymanın mutluluğuyla “hoş bulduk” dedim ben de. Hava yüzünden kendimi can havliyle dükkâna attığımın farkındaydı. “ Bu havada buraya ziyaret için gelecek akıllı bir insan tanımıyorum zaten.” dedi, büyük bir iştahla güldü ardından. Bir an duraladım. Ayıp olmasın diye gülmeye çalıştım ben de. Sobanın yanına bir iskemle daha koydu. İstediğim kadar kalabileceğimi, yeni çay demlediğini söyledi. Bu samimi karşılama karşısında kayıtsız kalamadım ben de. Gidebilecek durumda da değildim zaten. Ceketimi çıkarıp sobanın yanındaki iskemleye bırakarak dükkânı dolaşmaya başladım. Birbirinden ilginç, birbirinden eski ve bir o kadar birbiriyle alakasız envai çeşit eşya titizlikle sıralanmıştı raflara. Bir tarafta neredeyse Osmanlı sultanlarından kalma bir mücevher kutusu, bir tarafta paslanmış, köşesi kırılmış özel işlemeli bir boy aynası, diğer yanda eski zaman-
larda bir köşkün musikisini duyuran gramofon, yanında dinlene dinlene aşınmış plaklar, durmuş eski saatler, zaten renksiz olup iyice sararan fotoğraflar... Yaşlı bey amca her baktığımın hikâyesini anlatmaya çalışıyordu çayları koyarken ama hiçbir şey duymuyordum ne onu ne yağmuru ne tik takları... Yalnızca eşyaların ve fotoğrafların fısıltısıydı duyduklarım. Albümlerden birinin arasından sarkan arkalarda kalmış bir resmi uzanıp aldım. Beyaz gelinliğinin içinde kuşkusuz hayatının en mutlu gününü yaşayan genç, güzel bir hanım oturmuş kadife sandalyeye, hemen arkasında apoletli, uzun boylu, derin bakışlı yakışıklı bir beyefendi... Aşk, heyecan, sevinç, umut, sevgi... Her duygu okunuyordu gözlerinden. Bir evin bir kızı olmalıydı gelin. O yaşına kadar nazıyla oynanmış, el üstünde tutulmuş, çok kişiler istemişti şüphesiz. Damadın üniforması içinde bakışları daha bir derin bir o kadar heyecanlıydı. Büyük oğlandı belki o da. Çok beklemişti sevdiğini. Yıllarca tüfek tutan elleri şimdi narin, zarif bir eli tutuyordu. “Benim yârim olduğunda kırk gün kırk gece
düğün yapacağım.” demişti büyük ihtimal. Genç hanım kız da gamzesinin belirdiği bir gülümsemeyle karşılamıştı bu sözünü. Aylarca yapılan uğraşlar, düğün hazırlıkları, çeyizler derken bütün o zamanların heyecanı işte bu iki çift gözün o andaki bakışlarında yakalanmıştı. Boy boy çocukları olmuştur sonra. Oğulları babası gibi asker çıkmış, kızları öğretmen mektebini kazanmıştır. Soğuk, yağmurlu gecelerde beyinin görevden sağ salim dönebilmesi için haftalar boyu dua etmiştir pencere önlerinde. Birlikte hüznü, neşeyi yaşamış birlikte yaşlanmışlardır. Belki kocasını toprağa vermenin acısını yaşamış, torunlarıyla deva bulmuştur sonra. Belki bir gün... Derken yanı başımdaki saatten girip çıkan kuşun ötüşü yetmiş seksen yıllık yolculuktan koparıverdi beni. Çok zaman geçti sanıyordum ki yaşlı bey amcanın çayı henüz koymayı bitirdiğini fark ettim. Bir yandan da anlatmaya devam ediyordu bir şeyleri. “İşte onun fotoğrafı o elindeki. 1945 tarihli olan.” Hiçbir anlattığını duymamıştım ki, anlam veremedim birden. “Ne, nasıl?” dedim dönerek. Üşenmedi tekrar an-
latmaya başladı bardağından bir yudum alırken. “Elindeki fotoğraf diyorum... Aşağı sokaktaki sarı konakta oturan bir hanımın buradan taşınırken bıraktığı eşyaların arasından çıktı. Fotoğraftaki gelin annesinin teyzesiymiş. O evden gelin çıkmış. Ne talihsizlik ki bu kare çekildikten saatler sonra düğün yolunda kaza geçirmişler. İki seven oracıkta el ele son nefesini vermiş...” Boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Titreyen ellerimle fotoğrafa tekrar bakarken gözümün önünden geçti gelinin gamzeli gülüşü, damadın yıllarca bekleyişi, asker çıkan oğlu, öğretmen olan kızları, torunları... Yavaşça aldım fotoğrafı. Yaşlı amcaya teşekkür edercesine başımı sallayıp fotoğrafın tahmini değerini bırakarak, ceketimin düğmelerini ilikleyip attım kendimi tekrar sokağa. Yağmur azalıyordu. Hızla aşağı sokaktaki sarı konağın önüne gittim. Boştu. Tahtalarından çıtırtılar gelen, camları tozlanmış, kapısına zincir vurulmuş, eski bir ev... Cebimden fotoğrafı çıkarıp baktım tekrar. Üzerine düşen bir yağmur damlası gelinin gözlerinden aşağı süzülüyordu.
Ayşe Bengisu AKDAĞ
aysebengisu.akdag@kalemsizdergi.com
Mavi sular vardır bilirsin. Üstünden gemiler geçer. Bizler şaşırırız. ‘Uçsuz bucaksız bu suyu nasıl oluyor da kumlar çekmiyor’ diye. Balık tutarız kimi zaman, oltaların ucuna misina diyerek bağladıklarımızın aslında hayallerimiz olduğunu idrak etmeden. Bazen de kumlar görülür kızgın güneşin altında. Mesnevilerin ana teması olan. Evet Zarra. Tam anladığın gibi deniz ve çölden bahsediyorum. Hem varlık hem yokluk... Hem tebessüm hem gözyaşı... Hem sen hem de ben...Bundan çıkaracağın anlamları sana bırakıyorum. Ama sakın beni hayatından çıkarır gibi çıkarma bu anlamları. Önce oku sonra gitme. Sen hep kal. Denizini ve kız kulesini emanet ettiğim şehri terk etme. Yağmurun her damlası Galata’yı feth ettiğinde adına şükrettiğimi unutma. Sen bunları yaparken zaman ilerler. Hayatına birileri girer, bana kapalı olan kapılardan. Oysa Aralık’ta tüm kapıların hafif aralanmış olduğunu söylerdi kelimelerin, On-Sekiz yaşında. Çok seversin. Benim sana öğrettiğim bu fiili başkalarında uygularsın. Seversin, severler. Ama tahammül edemezler Zarra. Sana bir türlü öğretemediğim bu cümlelerin arasında boğuldun. Oysa boğulmak senin kokunla olurdu bence. Bencelerinin arasına bencilliğini de kattın. Bu yüzdendir seni paylaşamamalarım. Sonrasındaysa önceleri yaşanmamış sayarak başka hayatlara gittin. Kimse tarafından beklenmeden. Bakarım, severim, özlerim... Arada düşlerim. En çok da bu yorar beni
ama bilenirim her zaman sana doğudan doğan güneşten önce. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyerek biz de yılanların zehrine ortak olmuşuz. Birbirimizi bitirdiğimizi bilmeden. Hayattaki bu fiilleri neden bilmeden yaşıyoruz sence? Bilmenin, sevmenin, görmenin, üzülmenin en masum bırakıldığı zamanları kirletiyoruz. Senin siyahına beyaz damlatıldığı gibi... Neden? Çünkü biz, bize mastar halde verilen duyguları ezip geçen zamirleriz Zarra...
Yorgun İstanbul, Gözyaşları ince ve keskin içine kapanık, Yalnızlığı sokaktan geçmeyen insanlar kadar... Ağlamayı bilmeyen kuru gözler gibi toprağı, Her kulaktan çıkan melodidir sesi.. Ve yan yana yürüyen insanlar kadar tanışmışlığımız, İstanbul, sen ve ben... Aslında ne kadar yorgunmuşuz...
Sevgiliden Sevgiliye Neydi aşk? Ahşap yıkık dökük bir kulübeyi altından bir saray olarak görmek; bütün kusurlarına rağmen sevgiliyi kusursuz bulmak; uğruna adayacak bir ömür vaat etmek; engellere, zorlu yollara göğüs germek; balığın deryaya olan hasreti gibi, çölün suya olan özlemi gibi sevip, çok sevip de kavuşamamak mıydı aşk? Tahir’in Zühre’si, Kerem’in Aslı’sı, Yusuf ’un Züleyha’sı, Ferhat’ın Şirin’i miydi yoksa? Efsane âşıkları bilmeyeniniz yoktur. Her birinin aşkı uğruna göze almadığı şey yoktu. En önemli özellikleriyse birbirlerini çok sevmelerine rağmen kavuşamamalarıydı. İki gönlü bir bedende yaşatmaktı arzuları. Yüreklerinde taşıdıkları karşılıklı sevgileri onları dünyanın en mesut insanı kılarken, kavuşamamaları ise içlerinde çok derin bir acı oluşturmuştur. İşte bu hislere tercüman olacak
cinsten bir efsanevi aşk hikâyesi Ferhat ile Şirin... ‘’ Azerbaycan’da Erzen kentinin kadın hükümdarı Mehmene Bânu kız kardeşi Şirin için bir köşk yaptırmıştır. Köşkü süsleme işini o yörenin en usta süslemecisi (nakkaş) Ferhad’a verirler. Ferhad, çalışırken Şirin’i görür ve ona âşık olur. Mehmene Bânu da Ferhad’ı sevmektedir. Bu nedenle Şirin’le evlenmesini istemez, karşı çıkar. Ferhad bir gezi sırasında Amasya kentinin hükümdarı Hürmüz Şah ile tanışır. Hürmüz Şah Ferhad’ın başına gelenleri dinleyince onu yanına alır. Birlikte Erzen’e giderler. Hürmüz Şah, Şirin’i Ferhad için Mehmene Bânu’dan ister. Mehmene Bânu karşı çıkınca iki hükümdar birbirlerine savaş açarlar. Savaş sırasında Hürmüz Şah’ın oğlu da Şirin’e âşık olur. Savaş sonunda yenilen Mehmene Bânu, her şeyi bırakarak kaçar. Şirin Amasya’ya
getirilir. Oğlunun da Şirin’e âşık olduğunu öğrenen Hürmüz Şah güç durumda kalır. En sonunda Ferhad’a başarılması güç bir iş verir ve bu işi başarması koşuluyla Şirin’e kavuşabileceğini söyler. Ferhad, Amasya yakınlarındaki bir dağı delecek ve kente oradan su getirecektir. Ancak bu işi başarırsa Şirin’le evlenebilecektir. Ferhad büyük bir coşku ile işe koyulur ve bir süre sonra işin sonuna yaklaşır. Ferhad’ın bu işi başaracağını anlayan Hürmüz Şah, çalıştığı bir dağda Ferhad’a yaşlı bir kadınla Şirin’in öldüğü haberini yollar. Bu yalan habere inanan Ferhad, Şirin’in ölüm acısına dayanamaz ve dağları deldiği gürzünün canına kıymak amacıyla havaya fırlatır ve yere düşen gürzün altında kalarak ölür. Ferhad’ın ölüm haberini alan Şirin de bir hançerle kendini öldürür. İki sevgiliyi yan yana gömerler.’’ Bir rivayete göre de her bahar mevsi-
minde Şirin’in mezarı üzerinde beyaz gül, Ferhat’ın mezarı üzerinde ise kırmızı bir gül, bu iki mezarın arasında da bir diken bitmektedir. Sevip de kavuşamamış, akıllara kazınmış, tarihte yer edinmiş bir aşk hikâyesi. Aşkı Şirin için dağları delen bir Ferhat, Aslı’sı için yanıp kül olan bir Kerem, Züleyha’sı için yıllar boyu hapse mahkûm olan bir Yusuf, Zühre’si için başının vurulmasına razı olan bir Tahir... Peki siz?
Burcu Kılıç
burcu.kilic@kalemsizdergi.com
GÜNEŞ TEPELERİN ARDINDA “Kendini ne sanıyorsun?” dedi genç adam. Kırklarımın sonuna gelmiştim. Defalarca ölüm görmüştüm. Sona eren, sonsuzluğa yani hiçliğe ulaşan hayatlar gördüm. O an anladım, “Ben kocaman bir ‘hiç’im.” Dedim. O an dudaklarımdan döküldü bu birkaç kelime. Ne yapacağını bilmeyen, otel odalarında sürten, devamlı bir işe, kadına ya da herhangi bir şeye sahip olmayan bir adamdım. Adam olduğumdan bile emin değildim. Bir halta yaramadığımı, dünyanın sırtındaki bir çıbandan farkım olmadığını biliyordum. Ölüyordum ama ölüm aniden gelmiyordu bana. Her gece yanıma yatıyor, yüzüme bakıp sırıtarak “Acaba bu gece son gecen mi?” diyordu. Olmuyordu. Hiçbiri son gecem olmamıştı şimdiye kadar. Bu gecede son değil. Ölüm henüz beni almayacak bunun farkındayım. Dünya henüz beni patlatmaya hazır değil. İçimden çıkacak sıvıdan korkuyor olsa gerek. Oysa ne taşıyorum ki ben? Kendim, kendime yüküm aslında. Kendimden başka bir şeye ait olmadığım gibi, bana ait başka da bir şey yok. Aslında durum hepimiz için, tüm insanlık için aynı. Sadece kendimizi kandırmayı seviyoruz. Arabalar, evler, çocuklar ve diğer saçmalıklar. Ne için? Bilmiyoruz, sadece bir
anlığına hoşumuza gidiyor ve onun için kendimizi harcıyoruz. Hele ki erkeklerin büyük kısmı... Bir kadın görsünler, güzel bir vücudu olsun yeterlidir. Aylarca peşinden koşarlar, ta ki daha güzel bir kadın görene kadar. Kadınlar için de durum farklı değildir. Çünkü insanlığın kodunda bu vardır. “Bak şu tepelerin ardından bir tepsi doğacak ve geceyi öldürecek.” Dedi genç adam. Tepelere baktım. Tepelerin uç noktaları sararmaya başlamıştı. Güneş bir geceyi daha söndürmeye geliyordu. Gence baktım. Yaşına rağmen solgun bir yüzü vardı. Korkuyordu, ellerinin titremesinden anladım. Gitmeye karar verdim önce, sonraysa son bir söz söylemek istedim. Döndüm, önce titreyen ellerine sonrada gözlerine baktım. Elimle işaret ederek göğü; “Merak etme o tepsinin önüne geçmek için bekleyen bulutlar da var. Gündüzü olabildiğince karanlık geçirmemizi sağlarlar belki. Hem bu kadar korkma benden. Sana yapacağım şey en fazla o parmaklarını kırmak olur. Bir daha titremene gerek kalmaz.” Dedim. Yüzüme baktı, elini düşündü bir an çünkü gözbebeği eline doğru kaydı. Sonra umursamıyormuş gibi bir gülümseme takınmaya çalıştı. Ama olmadı, takmaya çalıştığı yerden düştü ve kayboldu gülümsemesi. Oyuncağını kaptırmış çaresiz bir çocuk gibi evi-
Soner Üçkuşoğlu
soner.uckusoglu@kalemsizdergi.com
ne doğru yürümeye başladı. Oysa bir evi yoktu benim gibi. Sadece kalabileceği bir vagon vardı, benim gibi... Ben de döndüm ve evimin demirlerine tutunarak çıktım. Açık vagon kapısını sürükleyerek zorlansam da kapatmayı başardım. Birkaç saat sonra yarı uyanık bir vaziyette vagonun hareket ettiğini hissettim. Gece karanlıkta dikkat etmemiştim hangi vagona bindiğime. Sesimi çıkarmak, treni durdurmaya çalışmak aptallık olurdu. Beni yakaladıklarında polise teslim ederlerdi ki oradan da yırtmam günlerimi alırdı. Vagon sıcaktı, pis kokuyordu ama dışarıdan iyiydi. Yedi sekiz saat kadar gittik. Birkaç şehir geçmiş olabileceğimizi düşündüm. Bir yerde durduğumuzda, vagon kapısını yavaş yavaş açar dışarıyı kontrol eder sonra da çıkarım dedim kendi kendime. Çok geçmeden tren durdu, kendime dediğim gibi yaptım. Nerede olduğumu bile bilmiyordum. Trenlerin arasından geçip, istasyondan çıktım. İki şehir ötedeki bir kasabada durmuştuk. Yüksek bir yer aradım, kasabaları yukarıdan izlemeyi seviyordum. Kasabalar hakkında kolay bilgi almanın ve gezerken kaybolmamanın bir yoluydu. Tabi biraz hafıza gerektiriyordu, yanımda yeterince vardı neyse ki. Bir tepecik gördüm. Kasabadaki en yüksek
yapı iki katlı olduğu için her yer rahatlıkla gözüküyordu. Burada çalışabileceğim bir yer olmadığını düşünüyordum. Birkaç gün yetecek kadar param vardı ama kalacak yer için yeterli değildi. Kasabada küçük bir gazino vardı. Kendi halinde bir yerdi ama iyi kazandığı da belliydi. İlk olarak gazinoya gitmeye karar verdim, eğer bir şey bulamazsam küçük iki lokanta vardı onları denemeyi düşünüyordum. Burada yaşayabilirim diye geçirdim aklımdan. Gerçek bir iş, kalacak bir yer bulursam, insanın az olduğu her yer benim için cennettir. Şansım açıktı, gazinoda işe başladım. Geceleri garsonluk, garsonluk yapmadığım zamanlar temizlik yapacaktım. Onlardan arta kalan zamanda da özel odalardan birinde kalabilecektim. Temizlikle başladım. Sonra akşam programlar başladı, iyi müşterisi vardı. Akşam olunca garsonluk yapıyordum. Ben masaların arasında elimdekileri dökmeden taşımaya çalışırken, bir ses arkadan beni çağırdı. İlk gecemdi, kim tanıyabilirdi ki beni burada? Siparişi bıraktıktan sonra hemen sesin geldiği yöne gittim. Gazinonun arkasında patronun beni beklediğini söylediler. Şüphelendim, ama kendisiyle ilgili bir iş yaptıracağını düşündüm. Yanında çalıştırdığı adama işi ne olursa olsun arabasını yıkattırırdı bu tipler. Dışarıya çıktığımda bir adam yerde dizleri üzerine
çökmüştü. Arkasında gazinoda çalışan iki güvenlikçi vardı. Patronsa dizlerinin üstündeki adamın karşısındaydı. “Eğer burada çalışmak istiyorsan, bu adamı yıkman gerek. Burada çalışmanın ilk kuralıdır.” “Burada çalışan kadınlar için de geçerli mi bu kural?” “Zevzeklik etme. Var mısın yok musun? Yoksan çıkar üstündekileri ve terk et burayı.” Hiçbir şey söyleme gereği duymadım. Ceketimi çıkarıp kenara bıraktım. Diz üstü çökmüş olan adam ayağa kalktı. Benim iki katım kadardı, yerdeyken bu kadar iri olduğunu düşünmemiştim. O karanlık sokaktaki tek lambadan taraftaydı. Işığı sırtıma alırsam bir avantajım olabileceğini düşündüm. Ellerimi yumruk yapıp küçük adımlarla yan yan gitmeye başladım. O da ters tarafa gidiyordu, dönmeye başladık. Sokak lambasını tam arkama aldığım anda durdum. İlk onun hamle yapmasını bekliyordum, üzerime doğru koşarak gelmeye başladı, gelişi güzel bir yumruk salladım ama etkili olmadı. Alnımın ortasına yediğim yumruk beni yere yığmaya yetmişti. Patron seslendi; “Kaybedersen işi de kaybedersin.” Kaybedemezdim, şimdi olmazdı. Ayağa kalktım. Karşımdaki adamın bağcıklarından birinin çözüldüğünü fark ettim. Tekrar saldırmak için üzerime doğru geliyordu. Bu sefer iki yumruğumu karın bölgesine
çalıştırırken eğilerek kendimi korumaya çalıştım. Çözülmüş olan bağcığa bastım. Geri geri kaçmaya çalıştı ama bir ayağını çekemediği için sırt üstü düştü. Bugünü böylelikle kurtarmıştım. Patron yarına kadar izinli olduğumu söyledi. Özel odalardan boş olana geçtim. Kapıyı kilitledim. Güzel bir uyku beni bekliyordu. Kanepede yatıyordum ama vagondan çok daha iyiydi. Beni uyandıran kapıyı açmaya çalışan el oldu. Sonra yumruklamaya başladı. Kapıyı bir hışımla açtım ama karşımdaki güzel kadını görünce bütün sinirim dağıldı. “Affedersiniz, burada kaldığınızı bilmiyordum.” Dedi. Önemli olmadığını söyledim. Gözlerimi alamıyordum o da rahatsız olmuş gibi değildi. Gitmeye pek niyeti yoktu. Birkaç saniye bakıştıktan sonra, ismini ve burada ne yaptığını sordum. İsmi Derya’ydı. Gündüzleri temizlikçi olarak çalıştığını, gazinonun yarısının temizliğinin onda olduğunu söyledi. Birkaç gün o temizlik yaparken bende ona yardım ediyor, bütün gazinoyu ikiye bölmek yerine işleri beraber yaparak bitiriyorduk. Sohbetimden, tavırlarımdan etkilenmiş gözüküyordu. Arta kalan saatlerimizi birleştirmeye karar verdik. Ben uykumdan fedakârlık ediyordum, oysa eve daha geç gidiyordu. Günde beş altı saat bize kalıyordu. Kasabada geziyor ya da kasabaya geldiğim ilk gün çıktığım tepeye çıkıyorduk. Tepeden bana
evini gösterdi. Oldukça güzel gözüküyordu. Öyle bir evde yaşayıp neden temizlikçilik yaptığını anlamadım, ama sorma isteği de duymadım. En azından onu rahatsız etmemek için bunu engelledim. Aradan birkaç hafta geçti her şey çok güzel gidiyordu. Patrondan bir gecelik izin istedim. Reddetmedi tabi paramdan kesecekti bir gecemi. Birkaç kıyafet almıştım kendime. Onları giydim, bir çiçek aldım elime. Gösterdiği o eve gittim. Zili büyük bir heyecanla çaldım. Sürpriz yapacaktım, haberi yoktu geleceğimden. Kapıyı bir çocuk açtı. Kardeşi ya da ablasının çocuğu filan olabileceğini düşündüm. Derya’yı sordum çocuğa. “Annem mi?” dedi. “Temizlikten yeni geldi sayılır, yemek yapıyor.” Diye ekledi. Derya sesleri duymuş olacak ki kapıya geldi. Ellerini siliyordu havluya, bana baktı, çocuğa baktı. İçeriye girmek istedim, bir açıklaması olduğunu düşündüm. Bana çocuğundan bahsetmemişti, belki babası onları terk ettiği ya da öldüğü için anlatmamıştı. Anlatması için ona bir fırsat vermek istedim. Ama beni durdurdu. Elini göğsüme koyarak içeriye girmemi engelledi, gözlerime baktı sonra yere çevirdi yüzünü. “Kocam içeride.” Dedi. Çiçekleri yüzüne doğru fırlatıp, koşarak gazinoya gittim. Birkaç eşya almıştım çalıştığım sürede. Biraz para biriktirebilmiştim, yaşadığım şehre dönmeme yetecek kadar. Patrondan alacağım parayı bir hafta içerisinde hesabıma
yatırmasını söyleyip istifa ettim. İstasyona gittiğimde, geldiğim tren bu sefer dönüş yolunda durmuştu. İndiğim o vagonu buldum, içine yerleşip kapısını kapattım. İyi ya da kötü hiçbir şey hissetmiyordum. Aldatılmak insanı kötü yapmıyordu ama kötüden daha kötü olan ne hissettiğini bilmemek duygusuna düşürüyordu. Bir tür araftı duygular arasındaki. Düşündükçe kayboluyordum. Şehrime geldiğimde, demiryolunda kalan bütün evsizleri dağıtmışlardı. Göndermişlerdi buradan. Burada kalamazdım artık. Bir iş bulana kadar yetecek kadar param vardı, biraz daha gelecekti hem. Bir oda tutmaya karar verdim. Yerleştim, penceremden dışarıyı izlemeye başladım. Birkaç şehir uzakta beni sevdiğini sandığım ama sadece boş vaktini doldurduğum biri vardı. Bir belki daha fazla çocuğu ve kocasıyla yaşıyordu. Gündüzleri gazinoda temizlik yaptıracak kadar pislik bir kocası vardı. İlk kez bu şehirden dışarıya çıkmıştım, artık korkar oldum. Başka bir şehir, beni daha da kötüye götürecek gibi geldi hep. Sonraki gün demiryolundaki genç adamla karşılaştım. Geçen sürede korkusunu yitirmişti. Elleri titremedi beni gördüğünde. “İhtiyar, öldüğünü sanmıştım.” dedi. Yüzüne bile bakmadan cevap verdim; “Gecenin en karanlık anında güneş doğmaya başlar. Hayatımın en kötü anı geldiğinde öleceğim, henüz o an gelmedi ama umarım acele eder.”
Memleketime Mektup
Ah memleketim, şimdi isterdim ki sana yakıştığı gibi coşkulu türküler söyleyeyim ovanın yeşiline, yemişinin kızılına, dağında-bayırında hoyratça şahlanan atına, artık cıvıldamayan kuşuna, dağlarına küsmüş kurduna… Lakin ne mümkün. Bu kadar yastayken toprağımın kum taneleri bile, bu kadar bükükken boynu, beşikte, ağzı süt kokan bebeklerin bile sadece ağıtlar yakmak geliyor yüreğimden, beni bağışla. Şimdi kızıyorsun bizlere. Kız, bağır, hakkın... Utanmak da bizim hakkımız. Yine o lanet simsiyah uyku perdesi milletimin o feri sönmüş gözlerinde. Yüksek sesle konuşmaya korkar oldu insanlar, bırak doğruyu söyleyenleri dinlemeyi, kendi seslerine tahammülü yok birçoğunun. Varsa masallar, ninniler yoksa yine farklı farklı meziyetsizlikler. Hangi birini sayayım, sanki görmüyormuşsun gibi. Şu kara bağrında ne acılar saklı, kaç ilkbaharı göremeden
giden fidanın yası var yüreğinde, asıl sen bir dile gelsen de tokat gibi çarpsan tüm gerçekleri. O da uyandırmaz ama bizim sahte “Don Kişot”ları. Daha kaç gerçek, kaç bedel gerekecek anlaşılması için anlamadım. Oysa bize anlatılan masallar böylesine kirli, böylesine eli kanlı adamların ağzında çirkinleştikçe leşleşen yalanlar değildi, iyi yürekli mert insanların vardı ve ne olursa olsun hep onlar kazanırdı. Akif, kahraman ırkıma çatmasın kaşlarını hilal diye hiddetlendi, Arif Nihat, yeniden yelkenler biçti gençliğe yeni zaferler yazılsın diye, kilimlere dokundu gidip de dönmeyen evlatların, yarım kalan sevdaların acıları. Güneşi senin topraklarına doğuyor, senin gününü aydınlatıyor diye sevdik, karanlıklara yalnız sana olan inancımızla dayandık, kaybolmadık. Gün geldi Tuna Nehri akmam dedi direndi, gün geldi senin boynun bükülmesin diye ele avuca alınmaz efeler boyunlarını gönüllü teslim etti. Nasıl
selam durduysa Tanrı Dağları’nda taşlar kalan taze gelinler. Babaları yerine mezar topraklar bile özgürlüğün adı olan Kür taşını öpmeye giden küçük yürekler başını Şad’a sana da selam duracak yeniden yedi dik tutsun artık, bizler ne Atilla’yı unuttuk cihan, yeniden titretecek akıncılar tefeciAvrupa’yı önünde titreten ne Osmangazi’yi leri, kokuşmuş insan müsvettelerini. Yeni- unuttuk küçücük bir beylikten nasıl yüzyılladen bir türkü tutturacak diller, bu öylesine ra hükmeden bir imparatorluk kurulurmuş, işleyecek ki ruhlara bir daha geri dönülhepsi mayamızda, damarlarımızda var. Yine meyecek asla er meydanlarından yetsin bu elleri titrerken soğuktan gönüllü milyonlarca uyku diye haykıracak her kişi. evladın şimdi daha yüksek sesle ant içiyorMefkûrelerin en yüceleri sende yeşerdi, lar sabah akşam. Sen kederlenme, suların yeniden boy verecek başaklar güzideler yine çağlasın, yol vermeyen kayaları yıksın uyanmalı artık bin yıllık uykusundan, sen geçsin. Binlerce yıllık tarihim, hiçbir zaman ki sevgilerin en ulaşılmazı, en doğusundan susmayacak marşım, ölmek istediğim topen batısına akıllara kazınan utulmaz bir rağımda da ecdadımın ayak izleri hala sıcak şahesersin yüreklerde, kırgın bir sevgilisin sen üşüme diye… şimdi bizlere kederlenme sen. Zor mu yine ezberden okunur marşlar, kekeleyenlerle değil sesi kısılıncaya kadar bağıranlarla, sana layık değil daha adını söylemekten korkan çekinen zavallılar. Yırt at üstünden pinar.caylak@kalemsizdergi.com karalarını, yeniden kadife elbiselerini giyinsin beyaz topuklu, elleri kınalı geride
Pınar Çaylak
HUYSUZ VE TATLI KADIN
Merhaba anne... Biliyorum uzun süre oldu seninle dertleşmeyeli bir hayli zaman geçti üzerinden son sohbetimizin. Sanma sakın unuttum seni ihmal de değil bu. Hani hep bana derdin ya ‘izahı olmayan şeylerin telafisi olmaz’ diye, suskunluğumun izahı yok ki telafisi olsun. Bugünlerde fazla susuyorum belki evet daha çok çalışıyorum koşuşturuyorum ama bilirsin yormaz bunlar beni benim yorgunluğum senden kalan bir miras bana. Senden bana belki de benden de kızıma... Değişmiyor hiçbir şey be annecim. Ah anne git gide daha çoğalıyor telafisi olmayan yaralar, insanlar birbirleriyle yarışıyor daha çok kanatmak için, kimse birbirlerinin yaralarını sarmaya çalışmıyor. Garip geliyor insanlar bana. Ya ben oluruna bırakmasını beceremiyorum ya da insanlar çok aceleci her şeyi tüketme peşinde. Kendi doğrularım vardı ya hani, benim inatçılığım babadan kalma direnişim. Artık kendimi daha çok sorguluyorum elimde doğrular bu kadar azalmışken nerde yanlış yapıp bu kadar doğruyu götürdüğümü bulamıyorum.
Ya yanlış olan bensem? Ve doğru bildiğim doğrular en büyük yanlışlarımsa? Bazen köşeme çekiliyorum kendimi dinlemek için, senin eskiden yaptığın gibi. Çocukken anlamazdım neden gözlerinin uzaklara daldığını o balkonumuzda. Merak ederdim kimi bekliyorsun diye hala bütün aile evdeyken. Şimdi anlıyorum annem ne kadar kalabalık olursa olsun yalnızlığa vuruyormuşsun kendini, bende sen gibi. Babam da dahil hiçbirimiz anlamamışız seni ,yeri geldiğinde kendi evini sana çok görmüşüz hani derdin ya anne olunca anlarsınız diye... Olamadık... Ama seni senden sonra çok iyi anladık... Özlüyorum seni dostlarım arkadaşlarım her anne dediklerinde o dört harfin yüzlercesi kopuyor içimden kaç zaman oldu sana seslenmeyeli... Anne diye. Rüyalarıma da girmiyorsun artık, kızıyorum sana zaman zaman ne olur gücenme ama bana ne yapayım? Düşünüyorum beni özlemedi mi diye. Çocuğum hala işte konu sen olunca ben hiç büyümedim ki anne. Sen beni bırakıp gittiğinde nasılsam öyle kalakaldım işte... Ben, her sabah uyanan kadın geceleri işte o küçük kız olarak uyuyor.
Şimdi balkonda oturup sana bunları yazıyorum, hala sigarayı bırakmadım kızma bana alışkanlık yapıyor bu melet ama zevkine içiyorum artık yanında o en sevdiğin şarkıyı dinliyorum benim sana yakıştırdığım ‘huysuz ve tatlı kadın’... Aradan yıllar geçse de ben gitgide sana benziyorum senden kalan bir yüzüm yok belki ama bu yaşadığım senin kaderinse taşırım onu üzerimde yeter ki senden bir parça kalmış olsun bende... Şimdi burada olsan başımı koysam dizlerine konuşmasak öylece kalsak ben sussam da sen anlasan yine de... Sonra sen bir çay demlesen ben yine kurabiye yapsam. Hani sen kurabiyeleri her yaktığım da yine de çay demlerdin ya, yanık olsa da belli etmezdin, tadı acı olsa da. Artık kurabiyeleri yakmıyorum anne, acı kurabiyelerde değil bu sefer içimin dibinde. Dalgalarım durulmuyor. Sen beni koca bir deniz de yoğurmuşsun lakin ben bir bardak su kadar kalmışım. Bir bardak suda olur mu deme deniz dalgası. Ben bir bardak su da olsam en büyük taşkınlıklarım senin dalgalarındı. Ve ben zaten en çok senin yokluğuna taştım. Taştıkça bölündüm dört bir yana. Sen de böyle yudum yudum eksilmiştin
anne, oysa kullanacağın kadar çocuksu kahkahaların böyle birikirken. Sen de böyle yutkunmuş muydun be kadın... Ama burada olamayacak kadar uzaklardasın, biz senle hiç karşılıklı kahve içmedik değil mi anne? İlk aşkımı sana anlatamadım bile, lise mezuniyetime beni sen hazırlayamadın ne kadar büyümüşüm ben üniversiteyi bile kazanıp uzaklara gittim bana her gün telefon açamadın senden geriye sadece ilkokul sıralarında ağlamalarımın kahrımı çekişin her gece usanmadan bir bardak sütümü eksik etmeyişin her sabah saçlarımı örüşün. Saçlarımı kestirdim biliyor musun anne? Bunlar senden bana kalan şeyler az ama güzeller ama keşke demeden yapamıyor insan yine de keşke daha çok yaşayabilseydik birbirimizle, daha çok anne kız kalabilseydik... seni çok özledim annem ve ben yine aynı balkonda soğuk havaya aldırmadan dalıyor gözlerim senin baktığın uzaklara... Küçük kuzun bu, öper gözlerinden. 05.06.2002 Fadime Karakaya’nın hatırasına...
Sonay Karakaya
sonay.karakaya@kalemsizdergi.com
Gelincik
ÇIPLAK
Dokundun yüzüme Çırılçıplak tenim tutamadım Karda üşüyor ayaklarım benim yapraklarım taze yerlerde Dilenciliğe zorlanan, düşü kırık sokak rüzgar sert çocuğuyum savurdu bizi sehirden şehire Dokunma kirlenir ellerin kırdığın en güzel çiçektim Karabasanlar dostumdur benim zaman geçti Sus konuşma incinirim çiçeğini yoldun bir bir Kelimeler değiştirmez kaderi döküldü yapraklar Uzak yollar var aramızda savrulduk etrafa Rotasız gemilerim basıldık Kirlenmiş düşlerim çiğnendik Kanma yarım kaldı ritimlerimiz Yok olur geleceğin rüzgar kesik Dokunma yarama kirlenir ellerin şimdi yaprak döküyor benim de sırtımı Dili olsaydı doğduğum şehrin dayadığım her gelincik sapı kalıyor hayatta dimdik deviremiyor hiçbir rüzgar o gelincik kokulu bir yiğit
GECE
Süzülüyorsun çıplaklığımdan içime gecenin biri sarılmak istiyorum kayboluyorsun tenimde dokunuyorum göğsüme boş, bomboş beliriyoruz yine etrafta duman dolu çiğerim gecenin aydınlık sabahında sen kokuyor nefesim ve hala döktüğün şarap kokuyor me- duvarlar fısıldıyor sevişmelerimizi kapıyorum gözlerimi melerim ağıtlar yakıyorum tenimde kuruyan birden yok oluyor artık karşımda sevişlerin ter izine üzülüyorum ay tanık oluyor geceme inliyor ruhumda acı dolu sensizliğin dokunuyorum yine kendime üzülüyorum tırnak izlerin geliyor elime sen duyma beni bakamıyorum aynaya dokundum dokunduğun yerlere yıkadım tenimi yok oldu kurumuş terin memelerimde sen sakın duyma beni göç etsin artık umudun kirlendi çoktan dokunduğun yerlerim
Deniz Aygüler
deniz.ayguler@kalemsizdergi.com
ÖLÜ YAĞMUR Hızlı adımlarla gidersin sokaklardan İnciler dökülür birer birer damlardan Çoğu buluşur başının bir yerlerinde Düşer saçlarından, damlalar halinde Uzun zaman sığınır sonra saniyelere Ağlamak gelir ta içinden delice Belli olmaz ağladığın, yağmurla sessizce... Uzaklara dalarsın… Son kanat çırpışlarını görürsün kuşların Hızlanır adımların biraz daha Biraz daha Az kalıyor sığınmaya Az kalıyor kaçmaya yağmurdan Birkaç damla daha süzülüyor yağmurla yanağından Yazgının çamurdan evi yıkılıyor biraz daha Dağlardan vuruyor rüzgar aydınlığa Koşmaya başlıyorsun çamurlara bata bata. Son damla da düşüyor karışık göz yaşınla Bir kapıdan giriyorsun ve Bitiyor sonra ; Damlalar, sokak lambaları, yazgının karanlığı Güçlükle söylenen kelimelerin hıçkırıkları… Işıklar sönüyor, susuyor yağmurun yankısı Alevlerin ortasında üşüyüp, susturup şarkıları Ağır bir yorganla örtüyorsun tüm yalnızlığını...
İbrahim Öztürk
ibrahim.ozturk@kalemsizdergi.com
Pestil Yalnızlığı
VOLKAN ALTINBAŞ
Tanrım! volkan.altinbas@kalemsizdergi.com Tanrım senin, Aynanın özüne gizlenmiş ruhunda, Ellerinde! Şekle yatkın bir yaratısallığın; Sorgu sual edip şu ilmin ilk oku emrinde İnsanın insanı keşfinden başka bir şey değildi kader. Söylediğim bugün başkadır sana Söylediğim bugün, meçhul bir aşkadır aslında Kiminle seviştiğini bilmediğim masum; Her hangi bir acıya Belki Ahmet Arif kadar dilini yakmayan, Söylenmeyen bir türkü ama İki şairin kalem olmuş ellerinde hâlihazırda vaziyetin vahim! Yine şiirlere düştün Zeliha... Her mısra biraz bundan sonra Sanırım senden konuşacak. Adı pestil yalnızlığıdır doğuştan Bir Ahmet kaya’dır bu Nicedir Neşet Ertaş anlayamadıklarımızdan Tanrının hüzün biriktirdiği saatlerde habersiz! Koca bir geceye sığınmış bu yüzden sevdanın ayakaltları... Ki biz bu hiçlik sevdayı, Bir zaman güneşe nazır topraklarda derisi yüzülenlerden öğrenmiştik Birileri için yanlış da olsa durduğun yere inanacaksın; Korkusuz ve cesur bir yüreğe sahip olmak Aydınlığın kılıcından da keskin, Bunu gözü-kara zamanla seviştikçe anlayacaksın!
EŞİM
Yemyeşil günlerde bir nehir gözlerin Mavi sabahlarda sanki deniz Uyurken nasıllar bilmiyorum, ya sen? Sen nasılsın bu gün sevgilim? Bir dolu bulutum ben, endişeli Fakat çocuklar gibi neşeli Sen, eşim. Hoş geldin. Büyüsünü düşlüyorum gözlerinin, Sonra salıncak yaptığım umutlar geliyor aklıma Üzülmüştüm, gelmemiştin. Düşünüyordum gidermek için özlemini. Şimdi, Gördüğüm tüm günlerin içindesin, Sevdiğim, sevgilim, yârenim. Cayır cayır gülüyorsun. Kutuptan çalıp çırpmış şehir, havasını. Fakat içim yangın yeri. Çünkü sen, cayır cayır gülüyorsun.
Bir su gibi içmek gözlerinden Ve bir kılıç gibi kestirmek kirpiklerine gözlerimi, Ölesiye bakmak sana… Düşünüyorum Olmadığında üzülüyorum. Büzülüyor göz kapaklarım, güneş yüzünden değil. Güneş yüzünden. Sen üzülme, Senin yerine de özlüyorum Ve üzülüyorum Büzülüyor göz kapaklarım güneş yüzünden Sen üzülme Senin yerine de izliyorum kendimi Ve senin yerine de dokunuyorum yüzüme Sen üzülme
Fikir & G端ncel & Sanat
Ne kadar arttı, nasıl üst üste geliyor ölümler böyle… Türk tiyatrosunun kilometre taşlarından biri, yediden yetmişe herkese hitap eden, tiyatroya yıllarını vermiş koca çınar… Nejat Uygur her zaman hakkını verdi mesleğinin ve birçok kişiye de örnek oldu. Sayısız tiyatro gösterileri sergiledi ve birçok filmde oynadı. Çok tatlı gülen ve hep akıllarda gülümsemesiyle kalacak olan büyük usta, huzur içinde uyu! “Hayat gelip geçiyor ağlamakla gülmekle, zaten komiklik yapıyorum ben böylesine bir dünyaya gelmekle!” Nejat Uygur Esprileriyle tanışmamız biraz küçük bir yaşa tekabül eder. Bu yüzden de ona karşı sevgimiz çok. Şansımız yaver gitmişti de tiyatro oyunlarını televizyondan izleyebiliyorduk. Hiçbirini de kaçırmaz, kaçıncıyı izlersem izleyeyim tekrar tekrar gülerdim. Keşke tekrardan olsa öyle şeyler. Samimi, doğal ve komik bir karakteri vardı emektar sanatçının, oyunlarında da kendi tarzını hemen belli ederdi. Nasıl sevilmesin? Mütevazi kişiliğini oyunlarına da hep yansıtırdı. Kimi zaman bir deli, kimi zaman bir çocuk, kimi zaman devrin şartlarını anlatan bir oyunda mevkiinin ekmeğini yemeyi dahi akıl etmeyen bir komiser, kimi zaman ise hastaneleri eleştiren bir garip hastaydı. Oyunlarında düzenin içinden kendini sıyırıp, sivrilen bir
insandı o. Basit esprilerine mimiklerini dahil edip bizi güldürebilen çoğu zaman o mahsun ifadesi ile çok anlamlı mesajlar verirdi. Onunda dediği gibi “anlayan anladı”. Yaşadığı süre içerisinde Türkiye’nin her yerinde yüzlerce, belki de binlerce oyun sahneledi Nejat Uygur. Gülmezler diye düşünmedi, hep gitti. Çok güldü, çok insan güldürdü. Halende güldürmeye devam ediyor eski oyunları seyredildiğinde. Saygıdan daha fazlasını hak ediyordu bu büyük adam. Ona ait hüzünlü olan tek şey yakın çekim siyah beyaz fotoğrafları sadece. Gerisi hep tebessüm… Yüz yüze tanışmadığımız halde kaybıyla büyük üzüntü yaşattı. Ne mutlu bize ki, o ve onun gibi birçok ustayla aynı dönemde yaşadık. Arkasında çoğu kişinin asla ulaşamayacağı bir sevenler ordusu var. Yazımı Nejat Uygur’un sözleriyle noktalamak istiyorum. “Bir gün gelecek tiyatronun zilleri susacak, Tiyatronun ışıkları sönecek, Tiyatro perdesi bir daha açılmamacasına üstüme kapanacak. Hiç üzülmeyin seyircilerim. Söz veriyorum sizlere dertlerinizi ben götüreceğim, Kahkahalar sizlere kalacak.”
Özge Özgüner
ozge.ozguner@kalemsizdergi.com
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KİTAPÇILAR Tozlu raflarda, sararmış sayfalar arasında bir geçmiş barındıran, sıcak bir elin değmesiyle gözlerini size açan, dünü bugüne taşıyan, sesini hiç çıkarmadan hayat hikâyelerini anlatan, başka dünyaların kapılarını aralayan, bir el uzaklığı kadar yakınımızda olan, öğüt veren, daimî arkadaşlar… Yazı olmasaydı kitap olur muydu? Kitap olmasaydı sahaflar, kitapçılar bu mesleği yapabilirler miydi? Yazı M.S. 3200’de Sümerler tarafından hayatımıza girmiştir. Sümerler buldukları çivi yazısını kâğıtlara değil çamur tabletler üzerine yazmışlardır. Bir kitap niteliği taşıyan, Türk dil ve edebiyatı tarihinin ilk yazılı kaynağı olan Orhun Yazıtlarının üzerine M.S. 8. Yüzyılda bir tarih kazınmıştır. Kâğıdın bulunmadığı, kitapların olmadığı bu dönemler kitapçılık tarihinin belki de ilk izlenimlerini taşımaktadır. Kaynaklara göre Osmanlı döneminde ilk kitapçılık 14. Yüzyılda Bursa’da ve Edirne’de başlamıştır. Osmanlı döneminde kitapçılara “sahaf ” denilmiştir. Sahaf; el yazması eserlerin, ikinci el ve basımı durmuş kitapların alınıp satıldığı bilgi hazineleridir. Osmanlı’da sahaflar, törenlerde padişahın önünden tahta bir tezgâhın üzerine dizdiği kitapları ile geçerlerdi. Daha sonra sahaf tahta zemine yaydığı kilimin üzerine oturur ve satışını yapardı. Bu dönemde sahafların dışında “bohçacılar” denilen bazı kişiler de el yazmaları, nüshaları, minyatürleri konaklara tanıtmaya ve satmaya götürmüşlerdir. Matbaanın keşfedilmediği bu dönemde kitaplar elle yazılmıştır. İbrahim Müteferrika 1727 yılında
ilk Osmanlı matbaasını kurmuştur ve bu matbaada basılan ilk kitap Kitab-ı Lügat-ı Vankulu'dur (Vankulu Sözlüğü). Sahaflar bu dönemde basılı kitaplara ilgi göstermemiş, yazmalar hattatlar tarafından çoğaltılmaya devam etmiştir. İstanbul’da kitapçılık denildiği zaman akla gelen ilk isim Beyazıt Sahaflar Çarşısıdır. Osmanlı’dan günümüze kalan en eski kitap çarşısıdır. 1460 yılında Kapalı Çarşı’nın inşaatı tamamlandıktan sonra bu dükkânlara Kapalı Çarşı içerisinde yer verilmiş ve sahaf dükkânları bir araya toplanmıştır. 1894 yılında gerçekleşen İstanbul depreminden sonra çarşı, o zamanki adıyla Hakkaklar Çarşısı olarak bilinen bugünkü yerine taşınmıştır. 1894 yılında bugünün sahaflar çarşısı fesçilere ev sahipliği yapmıştır. Fesçilerin boşalttığı dükkânlara önce hakkakların (mühürcüler) ardından da sahafların yerleşmesiyle Sahaflar Çarşısı kendiliğinden gelişmeye başlamıştır. Sahaflar Çarşısı esnafı sahaflar loncasına bağlıydı ve sahaflar çıraklık, kalfalık dönemlerini geçirmeden ustalığa yükselemezdi. Sahaflar loncasının pîri
ise sahaflar çarşısının ilk kitapçılarından olduğu söylenen Basralı Abdullah Yetimi Efendi’ydi. Evliya Çelebi, Seyahatname isimli eserinde 17. Yüzyılda burada dükkân sayısının 50 ve çalışan sayısının da yaklaşık 300 olduğundan bahsetmiştir. Türk dil tarihimizin ilk sözlüğü olan Divânu Lügati't-Türk, Ali Emiri Efendi tarafından Sahaf Burhan’ın dükkânında keşfedilmiştir. 1950 yılında çıkan yangında sahaflardaki binlerce eser yanarak kül olmuştur. Kitapların, kitapçıların adresi olan Sahaflar Çarşısında birçok sahaf yetişmiştir. Sahaflar Çarşısının en eski sahaflarından olan Raif Yelkenci, yazma eserleri çok iyi tanıyan, dükkânında yazma eserlerin dışında fazla eser bulundurmayan, dükkânını bir kütüphaneye, ilim yuvasına çeviren çocukluğun beri tüm hayatını kitaplara adayan bir sahaftır. Beyazıt’ta çıkan yangının ardından sahafların bir kısmı Kadıköy-Akmar Pasajı, Beyoğlu-Aslıhan Pasajına taşınmıştır. Sahaflar Çarşısı ve Akmar Pasajı nostaljik havasını yitirmiş, çağın isteklerine ayak uydurarak üniversite kitaplarına, ders kitaplarına, günümüz romanlarına yer verseler de hala eski eserleri, Osmanlıca yazmaları satan gerçek sahaflar da ayakta durmaya çalışmaktadır. Özellikle Akmar Pasajındaki Nadir Kitabevi’nin tozlu rafları, kitaplarının sararmış sayfaları içeri girdiğiniz andan itibaren sizi zamanda yolculuğa çıkarmaktadır. Sahaflık bitmez, sonu gelmez bir meslek olsa bile eski değerini yitirmiştir. Sahaflığın canlanması için 2008 yılından itibaren Beyoğlu Sahaflar Festivali düzenlenmeye başlanmıştır. Taksim’de yapılan bu festival kültür açısından önemli bir etkinliktir. Birçok sahafın bir araya geldiği bu festivalde binlerce kitap, çok uygun fiyatlara okuyucunun ellerinin altına seriliyor. 1982 yılından itibaren her yıl İstanbul Beylikdüzü’nde gerçekleşen birçok yazarın, kitabevinin bir araya geldiği Tüyap Kitap Fuarı da kitap okuma
oranının artması, yazar-okuyucu arasında bilgi alışverişinin olması ve kültürel faaliyetlerin her geçen yıl ilerlemesi açısından önemli bir etkinliktir. Günümüzde kitap kafeler de kitap okuma açısından çoğunlukla gençler tarafından tercih edilen mekânlardır. Okuyuculara bir kütüphane ortamı sunan bu kafeler hem sohbet edilmesi hem de kitap okumaya alışkanlığının artırılması, insanların sosyalleşmesi açısından önemli bir yere sahiptir. D&r, Remzi Kitabevi, Kabalcı, Alkım günümüzde en çok tercih edilen kitapçılar arasındadır. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte internet ortamında gelişen sanal kitapçılıkta günümüzde kolay kitap almanın ve okumanın yeni adresleridir. Nadirkitap, D&R, kitapyurdu bu imkanları okuyuculara sunmaktadır. Geçmiş sahaflar birer öğretmen gibi değerlendirilen, bilgili kişilerdi. Sahaflık mesleğini yapabilmeleri için 20-30 yılını kitaplara adamaları gerekmekteydi. Teknoloji çağının getirdiği imkânlarla günümüz kitapçıları dükkânlarındaki kitapların hangi rafta, kaçıncı sırada olduğunu bilgisayarlarında oluşturduğu listelere bakıp öğreniyorlar. Oysa sahaflar dükkânlarındaki kitapların yerini ezbere bilen, onlara dokunur dokunmaz hafızasındaki bilgileri tazeleyen, her kitap hakkında bilgisi olan diplomasız öğretmenlerdi. Sahaflar kitaplarını para kazanmak için değil, kitaplarını onların dilinden anlayan okuyuculara yani gerçek sahiplerine satmayı amaç edinmişlerdi. Yazının bulunduğu günden itibaren insan yazmayı sürdürmüş ve sürdürecektir. Sahaflar, kitapçılar insanoğlu var olduğu sürece, okumanın günden güne arttığı ülkemizde yaşayan bir meslek olacaktır.
Seda Kamburgil seda.kamburgil@kalemsizdergi.com
“Rüyalar Tanrı’nın insanlar ile konuşma yolu” Gülşah Elikbank
İlk olarak bulunduğumuz mekândan yani Mini Hotel'den biraz bahsedebilir misiniz?
Mini Hotel Türkiye'nin ilk ve tek edebiyat konseptli oteli. Eşimle birlikte kurduk ve birlikte yönetiyoruz. Bazı günler edebiyat içerikli etkinlikler düzenliyoruz. Dekor ve konsept fikri benim, geriye kalan her şey ise eşimin emekleri ile oldu. Bir roman yazarı olarak tanıyoruz sizi... Otel işletmeciliği hikâyenizden bahsedebilir misiniz? İstanbul'da üniversite öğrenciliğim sırasında bir yandan da turizm sektöründe çalışmaya başlamıştım. O zamanlar kazandığım tecrübenin bu otelde katkısı büyük. Zaten eşimle de iş hayatında tanıştık. Evlendikten bir süre sonra da Bodrumda yine turizm sektöründe üst düzey yöneticilik deneyimi kazandım. Sonrasında da kızım Rüya'nın doğumunu takiben hayatımızı belki de biraz değiştirmek için İzmir'e taşındık. Çok da mutluyuz.
Öyleyse yazarlıktan önce turizm vardı. Ne zaman yazmaya başladınız?
Aslında bir taraftan hep edebiyatın, sanatın içerisindeydim. İlkokulda sekiz yaşındayken şiirler kaleme alırdım. Sonrasında da ortaokul çağlarında öyküler kaleme almaya başladım. Üniversitede ise yavaş yavaş roman yazmayı denedim.
Ve bir gün yazdınız. İlk romanınız Ocak 2010'da yayınlanan "Güne Bakan" üçlemesinin ilk kitabı "Siyah Nefes". Basılması için ne kadar beklediniz. Çok uğraştınız mı?
Aslında bastırmayı düşünmemiştim bile. Popüler olmak gibi de bir kaygım yoktu hiç bir zaman. Öylesine içten bir hevesle yazıyordum. Hala da aynı duygularla yazıyorum. Eşim ise benden habersiz roman dosyasını yayınevlerine göndermiş. Bir gün aradılar. Tabi ki çok şaşırdım. Kısacası benim için bir anda ve
şans eseri ilk romanım basıldı. Sonrasında tabi ki bende devamını getirdim.
İlk kitabınız basıldıktan sonra hayatınızda neler değişti. Örneğin İzmir'de yaşamak bir engel doğuruyor mu tanıtım açısından? Aslında İzmir hayatımda ki değişikliliğin asgaride olmasını sağlıyor. Daha önce belirttiğim gibi popüler olmak gibi bir kaygım yoktu hiç bir zaman ve çok da sevmiyorum bunu. İzmir bana istediğim kadar bu işin içinde olma şansı tanıyor. Bu sebeple hem İzmir'den hem de şuan ki popülerlik seviyesinden mutluyum. Son romanınız Uykusuzlar piyasaya sürüldü.
Rüyalar ile ilgili bir kitap olduğunu duyduk. Biraz bahsedebilir misiniz?
Rüyalar ilham verdi diyebilirim. Zira yıllardır rüyalar ile ilgili araştırmalarda bulunuyorum. Özellikle bilinçli rüya ve duru görü yani kehanet içeren rüyalar ile ilgileniyorum. Bu kitaba da bu ilgim ilham verdi diyebilirim. Kitapsa fantastik türünde bir roman. Farklı ırklar var. Macera ve dahası var. Kitap kapağında yazdığı gibi; "Gelecek düş görenlerin ve o düşlerin dikenli yollarında yalınayak yürümeye yüreği yetenlerindir"
Rüyalar ile yıllardır ilgileniyorsunuz. Bahsettiğiniz duru görü ve bilinçli rüya kavramlarından biraz bahsedebilir misiniz? Ayrıca rüya tabirlerine nasıl bakıyorsunuz? Duru görü kehanet içeren rüyalardır. Kişiye özgüdür. Rüya tabirleri ise geneldir. Bu sebeple bence saçmalık. Zira rüyalar tanrının insanlar ile konuşma yoludur ve kişiseldir. Kişiye özgü yorumlanmalıdır. Bilinçli rüya ise bir insanın rüyasında iken bir anda rüyada olduğunu fark etmesi ve o rüyaya yön vermesi durumudur. Aslında bu süreçte
bilinçaltımızda ki korkularımız ile yüzleşir ve onları alt etmeye çalışırız.
Genç bir roman yazarısınız. Türkiye'de bu işin geleceğini nasıl görüyorsunuz. Kaygılı mı umut dolu mu?
Kesinlikle umut doluyum. Zira hem okur kitlesi bilinçleniyor hem de ticari olarak satışlar yükseliyor. Ahmet Ümit'e bakın son polisiye romanının satışları çıktığı ilk hafta yüz bini geçti. Kaliteli roman yazıldıktan sonra bu tarz örnekler çoğalacak.
Peki, fantastik romanların geleceği nasıl olacak?
Nasıl polisiye romancılık bugüne bir anda gelmediyse fantastik romancılık için de aynı şey söz konusu tabi ki... Önümüzde ki on yıl fantastik romancılık hızla gelişecektir. Sonrasında ise çok önemli bir noktada olacağız. Şimdiden bile genç okurlarımızın geri dönüşleri bu süreci bize gösteriyor.
Genç şair ve romancı adaylarına ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Öncelikle dosyalarını gönderecekleri yayınevlerine çok dikkat etsinler. Her yayınevinin çizgisi vardır. Siz gidip de hiç şiir yayınlamayan bir yayın evine şiir dosyası gönderirseniz olmaz. Zaten camia bir birini tanır. Yola daha ilk adımınızda kötü bir imaj bırakırsınız üzerinizde. Ayrıca şuna da kesinlikle dikkat etsinler. Hep gözlerimizin önünde iyi örnekler var. Hâlbuki misal yüz kitap basılıyorsa yılda bin tane dosyada ret ediliyor. Bu bin dosya sahibinden birisi iseniz de yılmamalısınız. Zira bazı büyük yazarlar da ilk eserlerinde reddedilmişler ve basılmasına rağmen rağbet görmemişlerdir. Örneğin Marquez ilk beş romanında para kazanamamıştır. Unutulmaması gereken şey yazabilen birisi için yazmanın kolay olması. Geriye kalan bastırmak
ve sonrasında ki tanıtım ise en zorudur. Ama bir kere aşıldıktan sonra kaliteli eser yaratabilenler fark edilip bir yerlere gelirler.
Birazda sizden, kişiliğinizden konuşalım. Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
İnatçı ve mücadeleyi seven birisiyimdir. Pes etmeyi hiç sevmem. Kişiliğimde balık burcunun biraz etkisi var ama yükselenim boğa daha fazla etkilemiş beni. Daha çok boğaya benziyorum sanırım. Bahsettiğim gibi rüyalara karşı özel bir merakım var. İstanbul doğumluyum. İlkokulu da aynı şehirde okudum. Sonrasında ise Aydın'a taşındık. Ortaokulu ve liseyi Aydın'da bitirdim. Eşim ise İzmirli. Bende artık İzmir'de yaşıyorum. Üç buçuk yaşında bir kızım var. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldum. Daha sonra ise Marmara Üniversitesi Yönetim ve Çalışma Psikolojisi bölümünden master derecesi aldım.
Kızınız için gelecek planlarınız neler. Yazmaya özel olarak sevk edecek misiniz?
Mutluluk para ile satın alınamıyor. Bunu çok küçük yaşta, babamla annem ayrıldığında öğrendim ben. O nedenle kızımızı bir proje çocuk olarak yetiştirmeyi düşünmüyoruz. Uykusuzlar da yazdığım bir söz vardı. "Mutlu olmak bir başkasına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir." diye; İşte benim hayat felsefem bu ve kızıma da bunu öğütleyeceğim.
İzmirli bir sanatçı ve turizmci bir işkadını olarak İzmir'in geleceği için neler dersiniz. Nasıl bir vizyon çizersiniz. Kızınız nasıl bir şehirde yaşamalı?
İzmir inanılmaz bir potansiyele sahip fakat hiç iyi yönetilemiyor. Şehrin en büyük sorunu iş bilmeyenlerin yöneticilik makamında oturmaları… Muhakkak ki iktidar - muhalefet ilişkileri ve
İzmir'in bir muhalefet belediyesine sahip olması negatif bir durum yaratıyordur ama ne olursa olsun şehrin mevcut durumu, İzmir'imizin iyi yönetilmediği gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Gönlümde yatan İzmir ise kesinlikle Türkiye'nin kültür - sanat başkenti olmasıdır. Ege'nin incisi, medeniyetlerin buluşma noktasında tarihi öneme sahip bir bölgenin incisidir zira...
Peki, EXPO 2020 süreci için neler söylersiniz. Teması ile lobicilik çalışmaları ile nasıl geçirdik bu süreci, sonuç ne olacak?
Ben kazanabileceğimizi düşünmüyorum. Fakat temamız iyiydi. Daha doğrusu elimizdeki kullanılabilecek en iyi değeri yani termal kaynaklarımızı kullandık. Bir tek bu değerin kullanılabiliyor olması da ayrıca başka bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. EXPO çalışmalarımızın ise yine aynı şekilde şeh-
rin iş bilmeyen yöneticileri sebebiyle, kurumlarımız arasındaki iletişimsizliğimiz sebebiyle ne yazık ki iyi yürütülemediği kanaatindeyim.
Gezi olayları malumumuz artık üstünden belirli bir süre geçti. Sizce neler değiştirdi?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Gezi insanımız arasındaki güven duygusunu tazeledi. Bence her alanda her kesimde birlik duygusu yarattı. Siyaset dünyasında bundan korkanlar ise be sebeple sürekli gündem değiştirip bu pozitif durumu başka bir yöne çekmeye çalışıyor. Ben her alanda hayırlı olduğu kanaatindeyim. Otel ve kitap çalışmalarınız yanı sıra sosyal etkinliklerinde yöneticisi konumundasınız. İzmirlileri yazarlar ile buluşturuyorsunuz. Evet, her ay düzenlediğimiz etkinlikler ile Türkiye'nin en önemli, seçkin yazarlarını okurlar ile buluşturuyoruz. İzmir - Konak Belediyesi himayesinde gerçekleşiyor. Bu ayda 26 Kasım'da
Mario Levi'yi konuk edeceğiz. "Size Pandispanya Yaptım" adlı kitabını bizlere okuyacak.
Son olarak malum ki sizinde etkin olduğunuz Twitter gibi sosyal medya mecraları bir yanda diğer bir yanda ise gelişen dijital medya... Sizce gelecekte gerek kitaplar gerekse de gazete ve dergiler tamamen elektronik ortama mı kayacaktır. Geleceği nasıl görüyorsunuz? Bence kitaplar kesinlikle basılı olmaya devam eder. Zira bunun keyfi başka fakat gazete ve dergiler için aynı şeyi söyleyemiyorum. Zira gerek okurun katlanacağı maliyet gerekse de habere ulaşım hızı açısında dijital medya çok daha güçlenmeye meyilli. Belki de gazeteler gelecekte hiç basılmazlar.
Keyifli sohbeti, içten cevapları ve konukseverliği için Gülşah Hanım’a teşekkür eder yeni romanlarını sabırsızlık ile bekleriz... Özgün Kabacaoğlu Kalemsiz Dergi İzmir, Kasım 2013
“GARAJ”DAYDIM
Özgün Kabacaoğlu
11 Kasım akşamı Enis Arıkan ve Güven Murat Akpınar’ın oynadığı, Kemal Hamamcıoğlu’nun yazdığı ve İpek Bilgin’in yönettiği Garaj oyununun prömiyerindeydim.
İlk önce oyunu sergileyen Craft Tiyatro’dan bahsetmek gerekirse; Fındıklı’da Mebusan Yokuşunun başında bulunan Craft Tiyatro, konuklarına muhteşem bir manzara sunuyor. Özenle dekora edilmiş mekana gelen konuklara, oyunu içlerinde hissedebilecekleri bir ortam hazırlanmış. Böylece de tiyatronun kapısından girdiğiniz andan itibaren kendinizi oyunun heyecanına kaptırmaya başlıyorsunuz.
O akşam oyundan ilk çıktığımda hissettiğim şey Garaj’ın o güne kadar izlediğim en iyi oyunlardan birisi olduğuydu. Zira o akşam İstanbul’a yeni gelmiş olmama ve yorgunluktan uyuyacak bir yer aramama rağmen gözlerimi bir kez bile kapatamadan izlediğim bir oyun oldu (Genellikle böyle durumlarda gözlerimi dinlendirmişliğim vardır).
Enis Arıkan ve Güven Murat Akpınar’ın olağanüstü performansı ile Kemal Hamamcıoğlu’nun akıcı senaryosu bir araya geldiğinde ve belirtmeye lüzum bile yok aslında, İpek Bilgin gibi Türk Tiyatrosunun en önemli isimlerinden birisi yönetmen olduğunda da böylesi bir oyun çıkmasını normal karşılamak gerek. Peki bu oyun nedir? Ne anlatır? Orkide isimli bir seks işçisi transseksüeli görüyoruz ilk başta. Sonrasında genç bir üniversiteli fotoğraf öğrencisi olan Kahraman sahneye çıkıyor. Kahraman’ın amacı okul projesi için Orkide’nin fotoğraflarını çekmek. Aralarındaki gelgitler, duygusal iniş çıkışlar ile tek kelimeyle “muhteşem” bir oyun izletiyorlar. “Birini sevdiğin zaman şehrin nüfusu bire iner” sloganı ile seyirciyle buluşan Garaj’ı izledim, beğendim. Herkese tavsiye ederim. *Not: Oyun 2013-2014 sezonu boyunca devam edecektir.
TİYATRODA ESKİYE DÖNÜŞ Tiyatro sezonu bereketli açıldı. Bu sene oynanan oyunların çoğu yerli olmakla birlikte aralarından genç yazarların ilk defa sahnelenecek oyunları da var. Devlet Tiyatroları bu sezon tarihe ağırlık veriyor. Bu elbette seyirci açısından ilgi çekecektir; malum, son yıllarda tarihe karşı olan ilgi daha çok. Bu ilgi özellikle ekranlardaki tarihi dizilerden sonra popüler olmaya başladı. Devlet Tiyatroları genel müdürü Mustafa Kurt Türk tiyatrosunun, ancak kendi yazarları ve kendi oyunlarıyla gelişip yükselebileceğini belirtiyor. Bu görüş benim yıllardır savunduğum bir tez. Bir toplum ancak kendi insanın yazdıklarıyla daha net ve gerçekçi anlatılabilir. Bu yıl Turan Oflazoğlu’ndan Tarık Buğra’ya, Necip Fazıl’dan Orhan Asena’ya kadar çok çeşitli yazarların oyunları var repertuvarda. Bu sezon tiyatro severler için oldukça keyifli geçecek diyebiliriz. Oyunlara bakacak olursak, yıllar önce yazılmış olmasına rağmen hala güncelliğini kaybetmemiş eserler var. Tarık Buğra’dan Ayakta Durmak İstiyorum, Turan Oflazoğlu’ndan Kösem Sultan, Orhan Asena’dan Fadik Kız gibi… Ayrıca Necip Fazıl Kısakürek’in Para adlı oyunu da ilk kez ramp ışıklarına çıkıyor. İzlenebilirliği yüksek olan oyunlar oldukça tiyatroya olan ilgi de artacaktır. Bursa Devlet Tiyatrosunda Orhan Asena’nın Tohum ve Toprak adlı tarihi oyunu gör-
kemli bir galayla seyirci önüne çıktı. Oyun; 1960’larda yazılmış olmasına rağmen yazarın görüşüne göre güncelle tarih arasında köprü kurmaya çalışıyor Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın trajik öyküsü. Işık ve kostüm tasarımı çok iyi çalışılmış, oyuncuların performansları da görülmeye değer. Bir diğer oyun da Anton Çehov’un Martı adlı klasiği. İki oyun da Bursalı seyircilerden tam not aldı. Artık teknolojinin esiri olmuş olsak da, tiyatroya olan ilgi biraz daha artıyor. Televizyon üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Seyirci bilinçleniyor. Kurgu - gerçek ayrımını en iyi şekilde yaparak süzgecinden geçiriyor. Bu, bir anlamda eskiye dönüşün başlamasıdır. Kimine göre iyi kimine göre de anlamsızdır ama şöyle de bir gerçek var ki geçmişi iyi analiz etmek geleceğe de sağlam hazırlanmak demektir. Sokağa çıkıp farklı güzellikleri, bakış açılarını görmek bizi tekdüzelikten kurtaracaktır. Tiyatro, sinema, edebiyat vs. alanlarındaki maziye yönelik etkinlikler kültürümüze karşı yabancılaşmamızı engelleyecektir. Şimdi sahneler bizi bekliyor. Geçmişle bir randevumuz var, haydi tiyatroya…
Veli ÖZCAN
Özge Özgüner
ozge.ozguner@kalemsizdergi.com
KURBAN Bu sayımızda alternatif metal yapan yerli gruplarımızdan Kurban’ı sizlerle tanımaya çalışacağız. 1995 yılında vokalde Deniz Yılmaz, gitarda Umut Gökçen, bas gitarda Kerem Tüzün ve davulda Burak Gürpınar’ın bulunduğu bir kadroyla kurulan Outside, 1997 yılında adını Kurban olarak değiştirdi. Bir süre İngilizce şarkılar çalan grup, 1999 yılında kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri olan “Kurban”ı piyasaya sürdü. Dinleyiciler tarafından olumlu eleştiriler alan grup aynı yıl Metallica’nın Ali Sami Yen Stadı’nda verdikleri konserde alt grup olarak sahne aldı. Bir süre sonra gitaristleri Umut Gökçen’in Amerika’ya yerleşme kararı üzerine Özgür Kankaynar ile yola devam kararı aldılar. 2. albümleri “Sert”i 2004’te, 3. Albümleri olan “İnsanlar”ı ise 2005’te piyasaya sürerek, müzik hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler. “İnsanlar” albümünün piyasaya çıktığı yıl “Rockİstanbul” festivalinde Megadeth’in alt grubu olarak sahne aldılar.
Kurban, 2005’te dağılma kararı alsa da bu ayrılık çok uzun sürmedi ve 2006 yılında tekrar bir araya geldiler. Grubun akustik albüm projesi vardı, fakat dağılmaları sonucu bunu gerçekleştiremediler. Birleşmelerinin ardından çeşitli şehirlerde konserlere çıkan grup, 2007 yılında vokalleri Deniz Yılmaz’ın askere gitmesiyle çalışmalarına 15 aylık bir ara verdi. Deniz’in askerden dönmesiyle birlikte grup konserlerine tekrar başladı. 23 Mart 2010 yılında piyasaya çıkan “Sahip”, grubun “Kurban” isimli ilk albümlerinden sonra çıkardıkları en başarılı çalışmalarından biridir.
Grubun Üyeleri
-Deniz Yılmaz - vokal (1995 - 2005, 2007 - günümüz), gitar(1995 - 2005) -Özgür Kankaynar - gitar, geri vokal (1999 - 2005, 2007 günümüz) -Kerem Tüzün - bas gitar, geri vokal (1995 - 2005, 2007 günümüz) -Burak Gürpınar - davul (1995 - 2005, 2007 - günümüz)
GECE
Bu ayki yazımı da her zaman olduğu gibi gecenin derinliklerinde yazıyorum. Sokak lambasının ışığı odamı aydınlatırken analog saatim 02.47’yi gösteriyor. Kulağımda ise enfes bir parçanın melodileri dönerken anımsıyorum; ben aslında geceleri hep daha çok sevmişimdir. “ Çünkü hayat sadece geceleri fısıldar. ” Gecenin insanları ise ikiye ayrılır. Biri sessizliğin gürültüsünü dinler, diğeri ise eğlencenin kalbini… İkisi birbirinden çok farklıdır, tek ortak noktaları ise ikisinin de gecenin bir parçaları olmalarıdır. Bu ay eğlencenin kalbini dinleyenlere için bir site önereceğim. Gecenin karanlığında kendinize uygun etkinliği ya da mekânı bulamadınız mı? Uzun zamandır İstanbul’da dışarı çıkmadığınız için nerde ne var bilmiyor musunuz? Ya da sessizliğin gürültüsünden çıkıp kendinizi dışarı attınız, nereye mi gideceksiniz? İnanın bende bilmiyorum! Çünkü sizi tanımıyorum neleri seversiniz neleri sevmezsiniz bilmiyorum. Ama sizin için önerebileceğim navigasyon cihazı tadına bir sitem var. http://www.geceneyapsak.com/
Sana en uygun partileri, festivalleri, konserleri ve mekânları öğrenebilirsin. Gece hayatında kaybolarak zaman geçirmektense bu siteyle eğlencenize biraz daha vakit ayırabilirsiniz. Sitede sadece gece hayatı için değil sanat etkinlikleri içinde bilgi sahibi olabilirsiniz. Tiyatro, sergi, dans-bale ya da gösteri… Etkinlik, tarih ve mekân filtreleme özelliği de olan sitede, sana uygun olana bir adım daha hızlı yaklaşmak mümkün. Bu hafta ne var diye düşünme ya da ne popüler diye gel bir bak. Ve kendine uygun olanı kısa bir süre içinde bul. Artık rotanı belirledin sanıyorum bu gece için, gitmek sana kalmış. Yoksa sen de benim gibi sessizliğin gürültüsünü dinlemek için pusulayı bir kenara mı bıraktın? Ya da uyku bedenini çoktan sardıysa, iyi uykular.
Merve Aygün
merve.aygun@kalemsizdergi.com
Şeyma Sakallı
seyma.sakalli@kalemsizdergi.com
Sevgili Kalemsiz okuyucuları; Kelebekler kozasından çıktı, minik eller hayata “merhaba” dedi, yıllanmış yüzler veda etti, 365 günü eksilttik. Belki sevdiklerimiz kayboldu aramızdan, belki yeni insanlar sevdik ve en önemlisi bir yılı bitirmek üzereyiz. Bu da diğer seneler gibi bitti. 2010, 2011, 2012, 2013… Sadece ilerleyiş olarak aynı olsalar da önemli olan bize ne kattıkları, bizden ne aldıkları… Kattıklarını başka şeylerle değiştirebiliyor muyuz? Aldıklarının yerini doldurabiliyor muyuz? Bir düşünelim. Kendimize verdiğimiz cevaplarla 2014’e ilerleyelim. 2013 senesi hepimizin hayatında büyük ya da küçük değişikliklere neden oldu. Ülkemiz adına da değişiklikler meydana geldi. Kimimiz kabul etti bunları, kimimiz istemedi ve düşüncelerini haykırdı. Ama ne olursa olsun 2013 sevdiğimiz-sevmediğimiz, istediğimiz-istemediğimiz her şeyi kendi kabuğuna aldı ve gidiyor. Onunla beraber gönderdiğimiz sevinç, acı, hüzün ve şaşkınlıklarımıza el sallayalım. Unutmayalım ki bizi biz yapan şeyleri gittiğinde fark ederiz. Henüz geç olmadan saat 00:00’a ulaşmadan kendimize gülümseyelim. 1 Ocak 2013’e girip çok geçmeden ülkemiz adına önemli insanları kaybettik. İsimleri sa-
yılamayacak kadar çok ve içimizin kaldıramayacağı kadar büyük acılardı bunlar. Aramızdan erken ayrılan bu isimlerin mekanları cennet olsun. Tüm kalemsiz-kalemli ve isim sayılamayacak kadar büyük bir aile olduğumuzu, Türkiye olduğumuzu unutmayalım. Ortak değerlerimizi, insanlarımızı unutmayalım. Hepimiz biliyoruz ki ölümün ve ölenin tarafı olmaz. Şimdi yeniden arkamıza yaslanalım ve bizi büyüten bu seneye nasıl veda edeceğimizi düşünelim. Sevdiklerimiz varsa beklemeden söyleyelim. Sevgimiz büyütsün birbirimizi. Kırıldıklarımıza, kızdıklarımıza biz gidelim yeniden. Çünkü yeni başlangıç yapmanın hazzı hiçbir şeyde yoktur. Adını bilmediğimiz, belki yine görürüz diye beklediğimiz o insanı yeniden arayalım sevdiğimiz cam kenarında… Keşkelerimizi iyi ki’lere çevirip, temiz sayfalara tarih yazalım, 2014’ü yazalım. Hep birlikte nice ve en önemlisi huzurlu senelere… İKİ kız çocuğu ağladı, BİN insan görmezden geldi, ON yürek sızladı, nice ÜÇ kalpler aşık oldu.
HAYALLERİ CİHANA SIĞMAYAN ADAM
Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları; Bu sayımızda sizlere Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsedeceğim. Bu nedenle, şüphesiz ki yazdığım en anlamlı yazılardan birisi olacak. Mustafa Kemal Atatürk dendiği zaman toplumun değişik kesimlerinden, farklı farklı görüşler gelebiliyor. Bunların bir kısmı olumlu, bir kısmı olumsuz; bir kısmı ahlaki sınırları aşan nitelikte; bir kısmı ise abartılı ve gerçek olmaktan uzaktır. Bir Anka Kuşu misali yeniden var oluşumuzun liderliğini üstlenen Büyük Önder’den bahis açıldığında maalesef toplumca her zamanki yanlışa düşüyor ve siyasi görüşlerimiz çerçevesinde Atatürk’ü kalıplara sokmaya çalışıyoruz. Bu durum kimi zaman olumlu, kimi zaman olumsuz olabiliyor elbette. Atatürk’ün hayatı hakkında bugüne dek binlerce kitap yazıldı ve bir o kadar akademik çalışma yapıldı. Onlarca film, belgesel çekildi. Bu eserlerde Atatürk’ün nasıl bir asker olduğu, Milli Mücadele yıllarında ne denli büyük bir liderlik gösterdiği, Milli Mücadelenin kazanılışından sonra inkılaplarının getirdikleri detaylıca anlatıldı. Ben bu ayki sayımızda sizlere asker ve lider Mustafa Kemal’den çok; Rumelili, çakmak çakmak gözleriyle Dünya’ya meydan okuyan; zeybeğiyle tüm dünyaya kafa tutan; aysız gecelerde içinde kumrular ağlayan; Vardar Ovasıyla aklına çocukluğu, Selanik Türküsüyle yaşadığı acılar gelen; hayalleri cihana sığmayan adamı anlatmaya çalışacağım... Büyük Önder’in doğum yeri olan Selanik, Osmanlı Devleti’nin en önemli stratejik noktalarından birisidir. Atatürk’ün doğduğu yıllarda Selanik çok kültürlü, çok renkli bir şehirdir ve toplumun her
kesiminden insanı barındırmaktadır. Bu durum Mustafa Kemal’e farklı kültürlerin güzelliğini ve saygınlığını çocukluk zamanlarında göstermiştir. Selanik, Mustafa Kemal’in çocukluk yıllarında demokrasi, özgürlük, milliyetçilik gibi kavramların tartışıldığı bir yerdir ve bu yıllarda Selanik’te kadınlar örgütlenmekte, toplumsal hayatın içerisinde bir yer edinmeye çalışmaktadır. Burada gördükleri Mustafa Kemal’e, inkılapları sırasında Türk kadınının da yerini en sağlam bir biçimde işaretleme ilhamı verecektir. Ona göre uygar toplumlarda kadınlar da her alanda boy göstermeli, hak ettiği gibi hep önlerde olmalıdır. Mustafa Kemal, çocukluktan itibaren vatanperver bir düşünce ile yetişmiştir. Gençlik yıllarında, özellikle Manastır Askeri İdadisi’nde Namık Kemal ve Ziya Gökalp okuyarak, onların düşüncelerinden beslenmiştir. Bir ifadesinde: ‘’Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir.’’ diyerek bu aydınlara verdiği değeri göstermiştir. Manastır Askeri İdadisi’nin yetiştirdiği en parlak kuşak arasında yerini alan Mustafa Kemal, hürriyet ve vatan aşkını kendisine siper yaparak, herkesin takdirini kazanan bir insan portresi çizmiştir. Ona göre, necip Türk Milletinin hamurunda yüksek bir istiklal isteği ve bağımsızlık şuuru yatmaktadır. Atatürk bütün savaşlarında bu düşünceyi düstur edinmiştir. Dünya üzerinde belki de çok az lider, arzu-
ladığı sistemi kurduktan sonra bununla yetinmez ve en mükemmelini yapmak ister. Mustafa Kemal de böyledir. Ona artık dinlenme zamanı, ülkenin başına geçin ve sefanızı sürün diyenlere: ‘’Bu millet için hürriyetten daha mühim bir şey yoktur, esas önemli olan milletin ne istediği ve hangi sistemle mutlu olacağıdır; benim ne olacağım değil’’ diyen Mustafa Kemal, her zaman demokrasiden yana olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iki muhalefet partisi denemesinin onun döneminde ve yine onun isteğiyle olması da bunun göstergesidir. Yine dünya üzerinde hiç bir lider yoktur ki başarısının kitap okumaya bağlı olduğunu söylesin. O ise verdiği bir beyanatta: ‘’ Başarımı, cebime giren her iki kuruştan biriyle kitap almaya borçluyum.’’ demiştir. Çocukluk yıllarından itibaren devamlı okuyan Büyük Önder, bu özelliğini savaş meydanlarında bile devam ettirir. Çanakkale Savaşı’nın en şiddetli anlarında Mustafa Kemal ile mülakat yapmak için bölgeye gelen gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal’in odasını tasvir ederken Balzac ve Maupassant’ın eserlerinin Atatürk’ün masasının üzerinde, harita ve savaş planlarının yanında durduğunu söylemiştir. Bu özelliğini Milli Mücadele’de de devam ettiren Mustafa Kemal, savaşın en şiddetli anlarında kitap sevgisinden vazgeçmez. Fevzi Çakmak, anılarında Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi esnasında İslam Tarihi ile ilgili kitaplar okuduğunu anlatmaktadır. Türkiye’de görev yapan Amerikan Büyükelçisi Charles Sherril, Atatürk’ün kendisini kütüphanesinde kabul etmesinin ardından yaşadıklarını şöyle anlatır:’’Bugün Mustafa Kemal kendisini
ilk günkünden daha rahat hissediyordur, çünkü kütüphanesindeydi. Yaradılışı itibarıyla okumayı ve araştırmayı seven insanlar kendi kitaplıklarında, kitapları arasında bütün güçleri ve büyüklükleriyle görünürler. Şimdi ne masanın üstünde yayılı duran haritalardan ne de odayı tüm duvarlarıyla dolduran kitaplardan bahsetmeyeceğim...’’ Milli Mücadele Bir avuç Rumelili ve Selaniklinin etrafında ve liderliğinde şekillenmiştir. Atatürk’ün deyimi ile uçurumun kenarında yıkık bir ülke, o uçurumdan yuvarlanmaktan kurtarılırken, bu mücadeleyi verenler, doğdukları memleketi, Selanik’i bir daha göremez. Bu yüzden Mustafa Kemal, her Selanik Türküsü dinlediğinde, ‘’Selanik içinde selam okunur’’ sözlerine eşlik eder ve aklına Birinci Cihan Harbinde cepheden cepheye koşarken bir daha göremediği o güzel topraklar gelir. En büyük hayali askerlikten kazandığı parayla, annesine Selanik’te bir ev almak olan Mustafa Kemal bunu da gerçekleştiremez. Yıldırım Orduları Gurup Komutanı olarak İstanbul’a gelip, Kurtuluşun çarelerini aramaya başladığında, arkadaşlarıyla beraber Minber isimli dergiyi çıkartacak ve bu uğurda annesinin ev parası kullanılacaktır. ‘’Beni görmek demek yüzümü görmek demek değildir. Beni ve fikirlerimi anlayıp hissedebiliyorsanız bu kâfidir.’’ diyen Büyük Önder, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra asıl savaşın kitaplarla;
tarihi ve kültürel değerlerle kazanılabileceğinin farkındadır. Bu yüzden bizzat kendi talebiyle Türk Dil ve Türk Tarih Kurumları kurulmuş, Türk dili ve tarihi araştırılmıştır. Anadolu Medeniyetlerinin gün ışığına çıkmasına çok büyük değer veren Mustafa Kemal, bu milletin geçmişteki, tarih öncesindeki değerlerine de sahip çıkmasını ister. Türk dili ile ilgili de kendisi birçok araştırma yapmıştır. Dil Bilimcilerini makamına kabul etmiş, saatlerce Türk dilinin yapısı tartışılmış ve Atatürk bu konuda yüze yakın kitap okumuştur. (Detaylı bilgilenmek isteyenler Mustafa Kemal Ulusu’nun derlediği, ‘’Atatürk’ün Yanı Başında’’ isimli anı kitabına başvurabilirler) Mustafa Kemal Atatürk, yapılması gereken birçok iş varken, neden dil ve tarih ile uğraştığını soranlara ile yine en güzel cevabı şöyle vermiştir: ‘’İşitiyorum, benim dil ile tarih ile uğraştığımı gören bazı kısa düşünceli vatandaşlar, “Paşa’nın işi yok, dille, tarihle uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün ileri bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız. Ama durmadan değişen dünyada yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız…’’ Mustafa Kemal Atatürk hayatı boyunca, milletinin kendi tarihi ve yaptıklarıyla gurur duymasını istemiştir. Ona göre Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapma kudretini kendisinde bulacaktır. Büyük Önder’in yaptığı
çalışmaları bu fikir bazında değerlendirmek kanaatimce en doğrusudur. Mustafa Kemal, Çağdaş Türk Devleti’nin ana unsurlarından birisinin Türk Kadını olması gerektiğine inanmış ve bunu gerçekleştirmek için dönemin şartlarında yakın çevresi tarafından dahi anlaşılamayan kararlar almıştır. Dönemin şartlarında kadının toplumdaki hayatı düşünülecek olursa, Mustafa Kemal’in kalabalık toplantılara kadınları da davet etmesi, seçme ve seçilme hususu konusunda haklarının teslim edilmesini istemesi büyük bir hadisedir. Mustafa Kemal Türk kadınını şöyle anlatacaktır Mecliste yaptığı bir konuşmada: ‘’Dünya’da hiç bir milletin kadını, Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Öyleyse bizim de vazifemiz kahraman Türk kadınının her konuda yükselmesini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacak, erkeklerin geçtiği her yoldan geçecektir.’’ Değerli Okuyucular, Büyük Önderimizin düşünce yapısından kesitler sunarken, İslam’a bakış açısını da anlatmak istiyorum. Ne hazin ki bu konu son dönemlerde çok fazla tartışılmakta ve Büyük Önder’in mirası bu mevzu üzerinden yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bir devlet kurucusu ve liderin bu şekilde tartışılması bilgi kirliliğinin de had safhada olduğunu göster-
mektedir. Atatürk’ün yakın mesai arkadaşları; Falih Rıfkı Atay, Salih Bozok, Ali Fuat Cebesoy ve Nuri Ulusu’nun anılarına bakmak mevzuyu anlamak için yeterli aslında. Bu mühim şahsiyetler anılarında Mustafa Kemal’in Çankaya’da özellikle Ramazan aylarında kardeşi Makbule Hanım ile kalıp oruç tutmaya gayret ettiğini ve Ramazan ayında Kuran dinlediklerini, yine Büyük Önder’in önemli dini günlerde içki içmediğini, dini mevzulara büyük önem verdiğini ve milletin dinini anlayarak yaşamasını istediğini, bağnazlıktan uzak kalınmasını istediğini belirtiyorlar. Büyük Önder, 1924 yılında Mecliste yaptığı bir konuşmada İslam Diniyle alakalı şunları söyleyecektir: ‘’ Beyler, İslamiyet çok yüce bir dindir. Eğitimi, ilerlemeyi çok sever. Akıldan ve mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde İslam dini kadar özgürlüğü seven, ilerlemeyi seven başka bir din yoktur. Dinimizin bütün hükümleri büyüklükler ve yücelikler ile doludur.’’ Değerli Okurlar, Atatürk’ün benim için en kıymetli özelliklerinden birisi, ciddi devlet adamı görüntüsünün arkasında çocuk ruhunu koruyan, şaka yapmayı seven, arkadaşlarına daimi olarak şakalar yapan bir insan olmasıdır. Yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün muzip yönünü anılarının bir bölümünde şöyle anlatmıştır: ‘’Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormuş: -Bir eşeğin önüne iki kova koysanız; biri su dolu biri rakı. Hangisini içer? Cevabı kendi veriyor:
-Tabii suyu. Gene bitirmiyor soruyor: -Neden? Arkadan bir bekri söz alıyor, yüksek sesle cevaplıyor: -Eşekliğinden. Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor. Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkânı, açık havada oturuyorlar. Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip çağırıyor. Soruyor: -Söyle çocuk: Bir eşeğin önüne iki kova koysan, biri rakı dolu, biri su. Hangisini içer? Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor ki Gazi Paşa ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri... Esas vaziyetine geçiyor: -Rakıyı kumandanım! Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip: -Aman beyler ! Neden diye sormayın! Değerli Okuyucular, Mustafa Kemal Atatürk yaşadığı yüzyılın en büyük dahilerinden birisi olarak, bütün rakipleri ve düşmanları tarafından bile takdir edilmiş; fikirleri ve düşünce yapısıyla çağının en büyük aydınlarından birisi olmuştur. Onu özel yapan, karşısındaki düşmanının bile ona saygın biri gözüyle bakabilmesidir. Buna en güzel örnek, Yunanistan Başba-
kanı Venizelos’un 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesidir. Bu ayki sayımın son satırlarında size Attila İlhan’ın şiiriyle veda etmek istiyorum. Saygı ve sevgilerimle:
Dağ başını efkâr almış Gümüş dere durmaz ağlar Gözyaşından kana kesmiş gözlerim Ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar Ağlar ağlar cihan ağlar Mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür Altmış üç ilimiz altmış üç yetim Yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer Her geçen seni bizden parça parça götürür Mustafa’m Mustafa Kemal’im
SEMİH CABALAR
5 Aralık 1492 yılıydı. Soğuk ve sisli bir sabah belki de sımsıcak bir günde Kristof Kolomb Haitiyi keşfetti. Bu önemli keşif daha doğrusu seyahatin sonunda büyük bir yanlış anlaşılma da yaşanmıştı. Kendileri Hindistan’a vardıklarını sanmıştı. 1920’de ise Büyük Milet Meclisinde Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti kuruldu. Başına Mustafa Kemal getirildi. 1934’de ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdi Türkiye. Erbaa Niksar’da ise üzücü bir şey yaşanmıştı. 1942’de 500 insan hayatını kaybetti. Allah rahmet eylesin. 1901’de ise Walt Disney doğdu. Dünyayı değiştiren adamlardandır.
336 yılıydı. Herhalde bugün takvim tam olarak bulunmamıştı. Fakat yinede güzel bir gündü. Hıristiyan alemi için yeni bir sayfa daha açıldı. İlk Noel kutlaması bugün Roma’da yapıldı. 1522 ve 1638 yıllarında ise bizim ordular zafer diye bağırıyordu. Rodos Sultan Süleyman ve Bağdat ise 4. Murat Han kumandasında feth edildi. 1932 kara bir gündü. 70000 kişi hayatını kaybetti. Çin’in Kansu bölgesinde 7.6 şiddetinde deprem meydana geldi. 1925’de Türkiye’de uluslararası takvim ve saat kabul edildi. 31 Aralık 1534 Kanuni Bağdat’a girdi. Safevi kovuldu. Osmanlı Mezapotamya’ya hakim olmuştu. 15 Aralık Böylece Roma – Fars çekişmesinde kazanan 1574 yılında Sultan Süleyman Han’ın oğlu taraf Roma tarafı olmuştu. Sultan Ahmet Sarı Selim’in oğlu 3. Murat Han tahta çıktı. Camiinin temelleri atıldı. Yıllardan 1609’du. Cülus görkemli bir şekilde kutlanırken resmi Dünyanın ilk 6 minareli camisi idi ve 8 yılda olarak bugün ölmüş olan 2. Selim Han’da tamamlanacaktı. tevazu ile defnedildi. 1921 yılına gelindiğinde ise Anadolu kazan misali kaynıyordu. Mustafa Kemal emir ver1923’de Türkiye – Macaristan dostluk anla- mişti. Çerkez Ethem’in güçleri dağıtılacaktı. ması İstanbul’da imzalandı. 1946’da ise ABD tarafından 2. Dünya savaşıUNESCO’nun bürosu İstanbul’da açılırken nın bittiği resmen ilan edildi. yıl 1949’du. 1948’de ise Fransa ilk nükleer 1977’de ilk kez güvensizlik oyu ile hükümet enerji reaktörünün çalışmalarına başlamıştı. düşürülmüştü. 1990’da bugün Kırgızistan bağımsızlığını Ve tabii ki yılın son günüdür. İnsanlar özellikilan etti. le bu akşam eğlenir. En azından tazelenmek Sultan Alp Arslan Han ise bugün 1072’de ve psikolojik olarak yeni günlere kendimizi hayata gözlerini yummuştu. hazırlamak için değişikliktir. 25 Aralık