Kalemsiz Dergi 24. Sayı

Page 1


Yeni sayımızla karşınızdayız. Yoğun bir ayın ardından yine sizlerle birlikteyiz. Peki geçtiğimiz süre zarfında neler yaptık? Ekim’in son haftasında gerçekleştirilen 4. Dergi Günleri’nde Kalemsiz Dergi ekibi olarak yer aldık. Dergicilik ve dergiler adına büyük önem arz eden bu güzel etkinlikte, siz değerli takipçilerimize yaptığımız söyleşiyi fuar alanından canlı bağlantı ile internet üzerinden yayınladık ve bunun yanında 120 derginin arasında “en iyi sanal dergi” ödülü ile onurlandırıldık. Çevremizden olumlu tepkiler aldık. Bu fuardan yayın hayatına daha güçlü, daha emin adımlarla devam eden Kalemsiz Dergi olarak bütün ekip arkadaşlarımıza ve bizi yalnız bırakmayan okurlarımıza teşekkürü bir borç biliriz. Peki Kasım sayımızın yapraklarında sabırsızlıkla okunmayı bekleyen yazılarımız neler? Kırık Kadeh yeni serüveniyle devam ederken Pınar Çaylak unutulan,

unutturulan insanlığı bir kez daha gözler önüne seriyor. İntiharın edebîsi olur mu? Edebiyatçıların intiharları, Burcu Kılıç sizler için kaleme aldı: “Kendi Kalemini Kırmak” Zarra’yı bu ayki mektubunda bekleyen satırlar... 55. Ölüm yıldönümünde Yahya Kemal ve onun edebiyatımızı birçok şahısla, birçok eserle etkileyen aşk hikâyesi: “Sessiz Gemi’deki Aşk” ve birbirinden güzel düzyazılarımız sizleri beklerken, şiirlerimiz de ruhunuza dokunmaya devam ediyor. Merve Aygün yorumuyla İstanbul Bienali’nden geriye kalanlar... Sinemanın önemli ismi: “Stanley Kubrick” , rafımızdan sizler için seçtiklerimiz... Kasım sayımızla sizlerleyiz. Sizleri yeni sayımızla baş başa bırakırken emekleri asla ödenemeyecek olan öğretmenlerimizin de 24 Kasım öğretmenler gününü şimdiden kutluyoruz... Daha güzel sayılarda tekrar buluşmak ümidiyle, sevgiyle...


Edebiyat->




KALEMSİZ DERGİ TÜRKİYE DERGİ FUARI’NDA GÖRÜCÜYE ÇIKTI !


A !

Bu yıl dördüncü kez düzenlenen Türkiye Dergi Fuarı’nda ikinci kez yer aldık. Tarihi bir mekan olan Sirkeci Garı bizlere ev sahibi oldu. Geçen sene aralık ayında düzenlenen fuar bu yıl biraz daha erken bir zamana çekilmiş. Bu hem dergi sahipleri hem de dergi severler için daha doğru bir karar olmuş. Geçen seneye göre katılım bir hayli fazlaydı. Haliyle bize olan ilgi de artmış oldu. Geçen sene Kalemsiz Dergi’yi ilk kez duymuştu fuara katılanlar. Bir internet dergisi olmamız ve fuarda tek bizim yer almamız onların ilgisini çekmişti. Biz de bu sene üzerimizdeki acemiliği atmıştık. Tüm hazırlığımızı yaptık. Artık okurlarımızın karşısına çıkmaya hazırdık. İlk gün açılış hasebiyle bir çok edebiyatçı ve editör oradaydı. Kendileriyle sohbet etme ve dergimizi onlara tanıtma imkanı bulduk. Aralarında ilk kez bizi duyanlar olduğu gibi bize geçen seneden aşina olanlar da vardı. Kalemsiz Dergi’nin her geçen gün daha da geliştiğini ve güçlendiğini vurguladılar. Kadim dergicilerden bu övgüleri almak bizleri çok mutlu etti. Koridorlarda bir söylenti dolanıyordu ilk gün: “Milli Eğitim Bakanı gelecekmiş.” Diye. Bizler de bu haberi alınca heyecanlandık tabi. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanına dergimizi takdim etmek bizi

gururlandırırdı. Nitekim, öğleden sonra bakanımız Kalemsiz Dergi standını da ziyaret etti. Bizlerin fuarda bir farklı bir tür ortaya koyduğumuzu ve bunu da başarılı bir şekilde yürüttüğümüzü söyledi. Gençlerin edebiyatla buluşması için internet ve sosyal medya alanlarının önemini vurguladı. Standımızdan ayrılmadan önce “kaleme sahip çıkın, o bizim her şeyimiz” diye öğütte bulundu. Bu sözlerinin ardından bizlere birer ‘kalem’ hediye ederek standımızdan ayrıldı. Tabii ki, ülkemiz adına böyle önemli bir isimden bu övgüleri almak hepimizi mutlu etti. Verdiği hediyeyi hepimiz herhalde bir ömür hatıra olarak saklayacağız. Fuarın ikinci ve üçüncü günü hafta içine denk gelmesi nedeniyle daha sakindi. İlköğretim ve liselerden öğrenciler öğretmenlerinin eşliğinde fuarı ziyaret ettiler. Yolu Sirkeci’den geçen tüm misafirlerimiz bizleri de es geçmeyerek bizleri mutlu ettiler. Kalemsiz’i sordular bizlere, biz de dilimiz döndüğünce anlattık onlara. Etkilenenler, beğenenler ve hatta aramıza katılmak isteyenler oldu. Bu nedenle bizim için verimli bir fuardı diyebiliriz.


Cuma gününe gelelim. Fuarın üçüncü gününe. Geçen sene fuarın acemisi olduğumuz için bir söyleşi düzenleyememiştik. Bu sene biz de “Sosyal Medya Edebiyatı” isimli bir seminer/ söyleşi düzenledik. Yoğun katılımla gerçekleşti. Aynı zamanda bu semineri Kalemsiz Dergi olarak orada bulunamayan okurlarımıza “canlı yayın”la ilettik. Kalemsiz Dergi farkıyla tabii ki. Seminerde edebiyatımızın dününü, bugününü ve yarınını anlattık. Dinleyenler çok memnun ayrıldılar salondan. Sonrasında da edebiyatımız üzerine keyifli sohbetler ettik.

Yazarlarımız da bu özel günlerimizde bizleri yalnız bırakmadılar. Her birine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Volkan Altınbaş ve Levent Tekin standımızda kitaplarını imzaladılar. Yazarlarımızdan Merve Aygün, Sonay Karakaya ve Oktay Yenitürk de okurlarımızla sohbet ettiler. Türkiye Dergi Günleri, bize okurlarımızla yazarlarımızı tanıştırma olanağı verdi. Bu sayede özellikle hafta sonu standımız birçok okurumuz tarafından ziyaret edildi.


Fuarda bu sene ilk kez gerçekleştirilen ”Dergiciliğin Enleri” isimli bir ödül töreni de düzenlendi. Birçok dergi kendi alanında ödüle layık görüldüler. Kalemsiz Dergi olarak biz de ikinci kez katıldığımız fuarda “En Sanal Dergi” ödülüne layık görüldük. Bu bizim ilk ödülümüzdü. Böylesine bir fuarda ödül almak bizleri mutlu etti, gururlandırdı ve duygulandırdı açıkçası. Çünkü böylesine büyük dergilerin yanında Kalemsiz Dergi’nin de isminin zikredilmesi onur verici bir durum. Dileriz, bu ödüllere her geçen gün yenileri eklenir. Bizleri bu ödüle layık görenlere teşekkürü bir borç biliriz.

Özetle, bir güzel fuarı daha övgülerle, tebriklerle ve tebessümlerle geride bıraktık. Bu fuarın gerçekleşmesinde emeği geçen başta TÜRDEB olmak üzere Asım Gültekin, Muharrem Erkul ve Murat Ayar’a da teşekkür ederiz. Gelecek fuarda görüşmek dileğiyle, esen kalın.

ERDEM KURT


Dökülen Şarap Sokak oldukça sessizdi. Ya saat gece yarısı olduğu için, ya da gece yarısı Murat’ın üzerine bir karabasan gibi çöktüğü için sessizdi. Evinin önüne geldiğinde Tolga komiser onu kapıda karşıladı. “Gecenin bu saatinde ne işi var evimin önünde” dedi kendi kendine. -Hayırdır Tolga? -Sanırım pek hayır değil! Acilen konuşmamız lazım… -Yukarı çıkalım hemen. Birlikte apartman kapısından içeri girdiler. Murat asansöre yöneldi ve arızalı olduğunu fark etti. “Hay aksi!” diye mırıldandı. Zaten apartmandaki asansör sürekli bozulurdu, bu nedenle çok şaşırmadı. Merdivenleri kullanarak dördüncü kata çıktılar ve daireye girdiler. İçeride çok ağır bir koku vardı… Evin içinde, ardı ardına yakılan sigaralar pis bir koku oluşturmuştu. Yerde bira şişeleri ve konserve kutuları duruyordu. Murat, hemen camları açıp evi havalandırmaya çalıştı. Tolga’ya dönerek; -Evin hali için kusuruma bakma, son zamanlarda oldukça düzensizim. -Sorun değil… Son yaşadıklarından sonra gayet normal, takma kafana. -Benimle konuşacağın konu nedir? -Bugün bana bir mektup geldi. Fakat evimin posta kutusuna atılmış ve üstünde gönderen kişinin ismi yazmıyor. -Ne yazıyor mektupta?

-Ben anlayamadım anlatılmak isteneni. Fakat sana iletilmesini not olarak içine sıkıştırmışlardı. Murat, mektubu eline aldı ve zarftan usulca çıkardı. Mektupta sadece iki cümle vardı… “Bana kendimi daha iyi hissettiriyorsun. Yanındayken daha huzurlu, daha kalabalık ve daha kendimleyim.” Murat yazıyı okuyunca, yüzünü bir şaşkınlık ifadesi kapladı. Bu söz eşiyle arasında olan özel bir cümleydi ve başka birinin bilmesine imkân yoktu. *** Emre, tiyatroda oynayacağı rol için, senaryosunu almaya gitti. İçeri girdiğinde Hakan’la karşılaştı. -Merhaba -Bir şey mi vardı? -Ben senaryomu alacaktım bugün, fakat Murat beyi göremedim. Hakan “Kendisi yok, sonra alırsın.” diyerek başından savmaya çalıştı fakat araya Funda girdi. -Kabalık ediyorsun Hakan! O kadar yol gelmiş yardımcı olmayacak mıyız? Gel Emre ben yardımcı olayım sana. Emre “Teşekkür ederim.” dedi ve Funda’yı kulise kadar takip etti. Kulise vardıklarında Emre, Fundaya dönerek; -Hakan hep böyle sinirli midir? -Hep değil, bu aralar biraz fazla gergin. Kendine


göre haklı nedenleri var. -Yardım ettiğin için teşekkür ederim. -Rica ederim önemli değil. -Senaryon burada. Sormak istediğin bir şey olduğunda beni bulabilirsin. -Çok sağ ol. Gitsem iyi olacak biraz işlerim var. -Görüşmek üzere. -Görüşürüz. Emre, tiyatronun kapısından çıktıktan sonra, Hakan’ın ona neden ters davrandığını düşündü. “Sanırım beni pek sevmedi.” diye iç geçirdi kendi kendine. “Aman zaten bende bayılmadım, iyi oldu bu. Çok fazla yüz göz olmaz benimle.” dedi ve yoluna devam etti… *** Murat, bir hışımla kalktı yerinden. Tolga komisere dönerek ve biraz da saldırgan bir tavırla; -Bu bizim aramızda çok özel bir cümledir. Onun için yazdığım bir şiirden alıntıdır ve ikimizden başkasının bunu bilmesi normal bir durum değil. -Yani katil yakınlarda mı diyorsun? -Bunu bilemiyorum. Fakat her kimse, bulup çıkaracağım. -Hey sakin ol! Anlaşmamızı unutuyorsun! Sana güvenmem lazım Murat! Sağladığım muhbir desteği yasal değil, ayrıca alışılmış bir durum da değil. Katili ekipten önce yakalarsan eğer, elini bile sürmeyip adalete teslim edeceksin. Anlaşıldı mı? Murat isteksiz bir tavırla “Anlaşıldı.” dedi ve konuyu kapattı. ***

Murat, ertesi gün bara doğru, bir şeyler içmek için yürüyordu. Barın sokağına geldiğinde, sesler duymaya başladı. Yaklaştıkça sesler yükseliyordu belli ki bir kavga vardı. Kapının önünde ciddi bir kalabalık toplanmıştı. Camdan içeri baktığında gördüğü tabloya inanamadı. Aytaç’ın elinde bir silah vardı ve kendi kafasına dayamıştı. Murat kalabalığı yararak içeri girdi ve Aytaç’a seslendi: -Ne yapıyorsun Aytaç! İndir o silahı saçmalama. Aytaç, “Ağabey affet beni, sana yanlış yaptım” dedi ve tetiğe bastı. Devam edecek…

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com


Doğanın hislerinin sonbaharıdır bu mevsim; bağ bozumu. Yapraklar kavuşmuş toprağa, sararmış renkler, solmuşlar hep bir arada. Oysa yalnızca güneşin yokluğunu telafi etmeye çalışıyor cilveli sarısı sonbaharın. Toprağı ıslatan tatlı su damlacıkları, mantar kokusu alamasak da, su birikintilerine düşmüş ağaç yaprakları. Etrafta ise hiç çocuk yok eğilip kâğıttan kayığını yüzdürmeye çalışan, yazık... Yalnız kalıyor bu birikmiş sular, bu rüzgâr; sessiz. Gecelerse ne erken düşüyor göğe, aydınlığa düşman bulutlar. Fırtına takvimini ayarlıyor berrak denize açılacak balıkçılar, balık halinde küçük bir çocuk iyi akşamlar diliyor bana sonra ve bu, iyi bir akşam gibi geliyor. Hava fena değil; güzel de değil, mükemmel de. Çünkü yalnızca çok kötü bir şey yaşandığında mükemmel olur havadaki sıcaklık.

Sahilde biraz yürüyüp otobüs durağına gidiyorum. Asık suratlar, boş bakışlar ayaklanıp yollara dökülmüş. Yaşayan yok, yaşam yok buralarda; hüzün var yalnızca herkesin suratında. Üzülmeye yatkındır ya insan, mutlulukla geçinemiyor hiçbir zaman. Yüzüm açık pencereye dönük, rüzgâra dokunabiliyor tenim. Saçlarım gözlerime giriyor ara sıra ama önemi yok, yalnız değilim. Gökyüzüne bakıyorum birkaç bulut geziniyor şimdi geceyi fırsat bilip. Rüzgâr’a gülümsüyorum, nezaketten de değil; buralarda olması keyiflendiriyor beni. Merhaba Rüzgar, Deniz’i görebildin mi bu aralar? Ben gördüm; eskisi gibi mavi değil, griydi bugün. Yakında fırtınaya yakalanacak, sen ona iyi bak! Renkler soluyor bu mevsim. Loş ışıkta toz zerrecikleri havada asılı duruyor. Otobüste


BAĞ BOZUMU

bir çocuk sürekli, “kaplumbağaya binsek daha hızlı giderdi” diyor; kaplumbağalar bile daha hızlı ilerliyor! Bir tek ben komik buluyorum bunu sanırım, ama önemi yok; bir tebessümle ödüllendiriyorum masumiyetini, o da utangaç yanaklarını saklamaya çalışıyor benden, kaçırıyor bakışlarını da peşinden. Keman sesidir güz, kuşların dansı ise güneye doğru. Bir rüzgârla savrulmak ister insan da, doğaya karşı dik durup kendini tutmaya çalışsa da. Yüzleri izliyorum yanından geçip gittiğim; bazı hayatlara dokunabilmek, neler olduğunu öğrenmek istiyorum. Ama görmüyor, bakmıyorlar etrafa; kim bilir o sıra neleri izliyorlar zihinlerinde. Arkadaşım Mehmet’in evinin önünden geçiyoruz o sırada. Çingeneydi Mehmet, hep keyifli, hep gülümserdi. Ama Çingene-

ler hep giderdi, gönderilirdi belki. Mehmet de gitti. Giderken bir tek bana hoşça kal dedi. Bir hikâye dinlemiştim bununla ilgili, daha sonra Mehmet aklıma hep onu getirirdi: Tanrı Çingenelere dünyada çok güzel bir yurt ayırmış; fakat Çingeneler nerede olduğunu bilmediklerinden hayatları boyunca hep orayı ararlarmış. Mehmet de arıyordu, yalnızca iki yıl buralarda durdu. Sen hoşça kal Mehmet, umarım hayatında havanın mükemmel güzel olduğu çok az zaman yaşarsın. Çünkü hava mükemmel güzelse eğer, kötü bir şey yaşanmış demektir.

Canan TOPÇU

canan.topcu@kalemsizdergi.com


Sessiz Gemi’deki Aşk Yıl 1912... Elinde bavuluyla, uzun boylu, iri yapılı, yirmili yaşlarının sonlarında gösteren; saçlarını özenle ortadan ikiye ayırıp yatırmış, hafif kilolu bir beyefendi “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer...” dediği İstanbul’una döndü. Padişahın baskılarından kurtulmak için kaçıp on yılını geçirdiği Paris’ten sonra şehri değişmiş buldu. Ya da değişen kendisiydi. Bakışıydı belki. Nitekim Ahmet Âgâh iken Yahya Kemal olan da kendisi değil miydi? ... O yıllarda on beş yaşlarında bir delikanlı da ilk şiirlerini yazıyordu. Annesiyle babası sonunda boşanmaya götürecek olan şiddetli bir geçimsizlik yaşıyordu. Bahriye Mektebi’nde okuyan başarılı oğlunun şiire, edebiyata ilgisi ve yeteneğini fark eden annesi Celile Hanım sonraları oğlunun “Mavi Gözlü Dev” diye anılacağını bilmiyordu... Bir gün Yahya Kemal’e bir not geldi. Öğrencisi Nazım’ın validesi kendisinden oğ-

luna özel şiir dersleri vermesini rica ediyordu. Bu teklif Yahya Kemal’in de hoşuna gitti ve Genç Nazım’ın şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başladı. Hafta sonları Nazım Hikmet’e şiir dersleri verirken; İstanbul’un en güzel kadınlarından olan Celile Hanım’la da yakınlaştı. Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım’la sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetler ediyordu. Tutkuyla, kıskançlıklarla, acılarla dolu; tarihin tozlu sayfalarında gizlenen bir aşk başlıyordu... Bir süre sonra bu birlikteliğin yankısı Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye Mektebi’nde de duyuldu. Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gitmedi. Döndüğünde ise pek bir şeyin değişmediğini fark etti. Ancak Yahya Kemal’in Celile Hanım’la aşkı heyecanından bir şey kaybetmiyordu. Ta ki o güne dek... Bir gün yine özel ders için erkenden git-


tiği evde, Nazım hocası Yahya Kemal ile annesinin yakınlığını gördü. Hiçbir şey demeden çekip giderken, hocasının ceketinin cebine bir not bıraktı. Yahya Kemal daha sonra cebindeki bu notu buldu: “Öğretmenim olarak girdiğiniz bu evden babam olarak çıkamayacaksınız!” Bunun üzerine ünlü şair tedirgin oldu. Bir süre Celile Hanım’ın evine gitmedi. Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi. Celile Hanım ise Yahya Kemal için kocasından boşanmış ve dedikoduları iyice haklı çıkarır hale getirmişti. Şairin son olaylar üzerine ruh dünyası da iyice karışmış, görüşmesini azaltmıştı. Celile Hanım evlilik teklifi beklerken Yahya Kemal dostu Yakup Kadri’ye “ evlenmeden bu kadar dile gelmiş biriyle ben nasıl evlenirim?” diyordu. Anılarında her ne kadar “1916 yılından 1919’a kadar bir kadına deli gibi âşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu; ben de oradaydım. Deli divane olmuştum...” dese de Celile

Hanım’a teklif etmiyordu. Belki böylesi bir güzelliğe sahip olmaktan çekindiğinden, belki gururdan, belki özgürlükten, belki etraftan, Nazım Hikmet’ten... O günlerde Celile Hanım Yahya Kemal’e yazdığı mektubunda:


“Bugün Pazar, belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim. Gelmedin... mahzun oldum... Beni niye aramadın... Sana gücendim canımın içi... Salı’dan beri evdeyim, dikiş dikiyorum. Evimiz için çalışıyorum...” diyordu ancak o ev hiçbir zaman olmadı... Teklif bekleyen Celile Hanım’a Yahya Kemal’den yalnız bir veda mektubu geldi. Mektubun ardından ayrılığın acısı üzerine Celile Hanım İstanbul’dan adeta kaçarken Yahya Kemal hayatındaki en büyük aşkının Ada’dan gemiyle uzaklaşışı esnasında çaresizliğini mısralara döktü: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler Bilmez ki giden sevgililer geri dönemeyecekler...” Paris’e gidip orada sanatıyla, resimlerle ilgilenen Celile Hanım unutmaya çalıştı yaşadıklarını. Ancak yıllar sonra döndü İstanbul’a... Yahya Kemal bu tarihlerde şiirleriyle Türk edebiyatının baş aktörleri arasına

girmiş, “Dergâh” adında dergi kurmuş, Mustafa Kemal ile tanışmış, 1923’te milletvekili seçilmişti. Büyükelçi olarak yurtdışına gitmiş, 49’da yurda dönmüştü. Ancak yine de kalbi “Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden; Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!” diyordu... Nazım Hikmet ise büyük bir şairdi artık; sosyalistti. Hapislerde süründürülüyordu. Celile, aşk acısından sonra şimdi de oğlunun acısını yaşıyordu, yaşlanmıştı. Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık grevine başladı. Gururunu hiçe sayıp milletvekili Yahya Kemal’e gönderdiği yardım isteği mektubu cevapsız kaldı. Bir gün Galata’da grevdeyken eski sevdiğinin yanından geçtiğini fark etti ancak Yahya Kemal onu görmezden gelerek uzaklaştı ardına bakmadan. Celile Hanım’ın artık darbelere duracak gücü kalmadı, görmez oldu gözleri. 1956’da Yahya Kemal ve oğlu Nazım için atan kalbi dayanamadı daha fazla... Aynı yıl Yahya Kemal ağır bir hastalığa yakalandı. Tedaviler için Paris’e gitti. Ne


var ki bir yıl sonra 58’in soğuk bir Kasım gününde; “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; ...Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.” mısralarının şairi hayata veda etti. Öldükten sonra evraklarının arasından kurumuş bir çiçek çıktı, bir de not: “ Bu zarfın içindeki hatıra aşkından vazgeçemediğim kadının, o veda gecesi nadide göğsünden verdiği çiçektir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.”...

Ayşe Bengisu AKDAĞ

aysebengisu.akdag@kalemsizdergi.com



Sessiz kalabalıklarda boğuldun mu hiç? Görünmeyen eller boğazını sardı mı? Nefes sandığın o düğümün aslında gözyaşı olduğunu hissettin mi? Hissetmedin Zarra, çünkü bu zorlu görevi bende bıraktın. Beni bıraktın Zarra! Sen beni, bense her şeyi bıraktım. Bırakmaların kolay, bağlanmaların çıkar içinde olduğu o zamanlar; bağlanmıştım saç teline, kitabımın ayracıydı içinde... Ki sen Zarra, ana rahmine düştüğün an özlemle beklenendin. Beklendiğini bilmeden. Öğrenince de şaşırmadın. Çünkü biliyordun bu hayatta seni beklediğimi. Dokunmak için uzattığım parmak uçlarımı ittin. Ama olsun yine de yanıma gelmiştin. Sonra; gülüşün geldi aklıma Zarra, tebessüm ettim ben de sana gözyaşlarımı unutup... Okula gittim senelerce. Bana defterler verdiler. Rengârenk. Başta umutlandım. Açtım sayfalarını. Boştu. Yüzüm asıldı. Öyle asıldı ki suratımdaki kırışıklıklara elim gidiyordu istemeden. Sonra hiç görmediğim yüzümün çirkinleştiğini fark ettim. Umudun bize verilen en büyük nimet olduğunu hatırladım. Ve sayfaları çevirmeye devam ettim. Büyüklü-küçüklü, kareli-çizgili defterlerde adını aradım. Bulamadım Zarra. Bulamadım. Öğretmen defterlerin kaplanmasını isterdi, sevinirdim. Kaplığı yüzünle süslerdim kimse bilmeden, baktığında gözlerimin yansıdığı... Ve sana ait cümleler kurardım gerçekleşmeyecek olan. Seni bekliyor-

muş gibi... Bilemezdim seneler sonra çizgili defterlerime yokluğunu anlatacağımı, sana mektuplar yazacağımı. Bilemezdim kareli defterlerime yokluğunun her gününde bir çizik atacağımı. Ama bildim Zarra. Sen bana haddimi de bildirdin... Derdim hiçbir defterlerime yıldız attırmak olmadı. Sakladım onları bugün sana seslenebilmek için. Yıldız alamadım, biliyordum çünkü yıldızım çoktan düşmüştü Zarra. Yerdeki en büyük aydınlığım oldun sende. Sonra bir karanlık sundun bana tüm güneşlere inat. Ben de şiirlerimle seslendim sana tüm gelememelerine rağmen...


Fincanlar vardır bilirsin... Dudak izleri taşır tıpkı faili meçhul aşkların katilleri gibi. Her içişte bir önceki izlerini silip yenilerini bırakırsın. Fark etmeden, fark ettirmeden. Oysa bilmezsin o dudaklardan çıkan tebessümlere hasret biri vardır uzaklarda, Pardon! Uzak demek sana yakışır, yakıştıramazken kendine gelmeleri. İşte beklerim sinsice kahveni yudumlamanı, sonra gidersin her zamanki gibi. Ben, o dudaklarının değdiği izleri okurum; dalarım uzaklara. Geleceğini okurum, içinde ben olamayan; hiçbir zaman da olma ihtimali olmayan. Zaten kendimi fincanın dışında basit bir iz olarak görmek istemem, göremem. İstemesen de senin çok içindeyimdir artık. Yuttuğun o son damla, içine çektiğin son nefes… İşte sen bende her şeyken ve senin haberin yokken, yaşarım senlice. Yağmurlar yağar duymazsın, şiirler yazılır adına okuyamazsın hatta geceleri sen yokken şarkılarımız beynimi kemirir haberin bile olmaz. Çok severim bilirsin, pek umursamazsın biliriz. Sadece tek bir teklifte bulunabilirim sana, son teklif! Şimdi pişirdiğim sıcak kahvenin en köpüklüsünü sana ayırdım. Peki, buna ne dersin sevgilim?


KENDİ KALEMİNİ KIRMAK


Dünya’ya Karşı İntihar Edebiyat denilince aklımızda beliren düşüncelerin aksine, yazarlarımızın iç dünyalarında yaşadıkları buhranlı ruh halleri edebiyatta ‘intihar’ın varlığını kuvvetlendirmiştir. Hayatları boyunca başlarına gelen talihsizlikler, aile içinde veya özel hayatlarında yaşadıkları karmaşalar bu durumun tetikleyicisi olmuştur. İntihar olgusu bazen yadırganmış bazen de yüceltilmiştir. İntihar eden bir çok edebiyatçımız mevcut ve hepsinin intihar sebebi birbirinden farklı. Bazısı kurtuluş olarak bu yolu tercih etmiş, bazısı gerçeğin aslında bizlere aksedilen şekilde olmadığının farkına varıp bunun ağırlığını taşıyamadığı için bazısı da yaşamını devam ettirmek adına hayatında anlamlı hiçbir şeyin bulunmadığını öne sürerek intihar etmiştir. Edindiğim bilgilere göre toplamda 31 yazarımız intihar yolunu seçerek vefat etmiştir. Her birinin anlamlı ve farklı sebepleri vardı... Bunlar arasından bana en dokunaklı gelen ise Mehmet Ziya Gökalp’in

ölümü oldu. Bildiğiniz üzere Ziya Gökalp sosyoloji alanında yaptığı çalışmalarla bilinir. Toplumbilimcilikten başka yazar, şair ve siyasetçidir. Bir çok fikir akımının kurucusudur. Yaşadığı dönemlerdeki olaylar nedeniyle kapıldığı ümitsizlik ve fikir gelgitleri sonucunda daha fazla dayanamayarak ‘ Eline aldığı tabancayı alnının ortasına doğrulttu ve hiç tereddüt etmeden kurşunu sıktı. ‘ Daha sonra hemen hastaneye kaldırılmış ve zorlu bir ameliyat geçirmiş. Doktorlar alnındaki kurşunu almakta başarılı olamamışlar ve kurşunu içeride bırakmışlar. Yara izini tedavi etmeyi denemişler. Ziya Gökalp alnındaki kurşunla yaşamış ve vefatının gerçekleştiği gece kafasını duvarlara vurmuş. Vefatı gerçekleşmeden önce doktorun bünyesinin sağlam olduğu söylemine karşılık, ‘ içimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlü.’ şeklinde bir ifadede bulunmuştur. Bence bu sözler o dönemde ruhen ve beyin olarak yaşanılan çatışmanın en muazzam örneklerini oluşturmuştur. Diğer bir hazin son ise Beşir Fuat’a ait. Edebiyatımızdaki ilk eleştiri örneklerini veren isimler arasındadır. İlginçtir ki Beşir Fuat intiharını, bunu gerçekleştirmeden çok zaman önce tasarlamıştır. Beşir Fuat, Ahmet Mithat Efendi’ye intiharını gerçekleştirmeden tam


2 yıl önce bir mektupla bunu bildirmiştir. İntiharını gerçekleştirmek için odasına çekilir, hizmetçisine de yazı yazacağını gelmemesi gerektiğini söyler, daha sonra bileklerini keser ve bir zaman sonra acıdan bağırdığı için hizmetçisi odasına gelince karşılaştığı manzara karşısında doktoruna haber verir. Hemen hastaneye kaldırılır ve ağzından dökülen sözler “Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. “Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.” oldu. Ölmek üzereyken bile hissettiklerini kağıda dökebilme arzusunda olduğunu anlıyoruz bu satırlardan. İnsanlığın doğasında bulunan ölüm en az insanlık kadar edebiyatımıza da yerleşmiş. Hayatlarına böylesi tercihlerle son vermelerinin asıl nedeni ölümü arzulamaları mı dersiniz? Yoksa kendilerine yakışanın bu olduğunu düşünmeleri mi? Hangisi cevabını verebilir ki kendi kalemini kırmanın cesurluğunun...

Burcu Kılıç

burcu.kilic@kalemsizdergi.com


İÇİNİ DÖK, BIRAK DAĞINIK KALSIN Kahve, 50’ lere ait siyah-beyaz film; yağmurlu, soğuk bir gece fakat sıcak bir evde içimin şefkate ölen yanlarını battaniyeyle sarıp sarmalıyorum. Size bir şarkı dinletesim var; usul usul bir hikâye anlatan. If you go away. Bir hikâye anlatasım var; içinde şarkısını mırıldanan. If you go away. Size bir şarkının hikâyesini anlatasım var; insanların kulaklarını çınlatıp çok azını geri döndüren. If you go away. Değişiyorsun… Her saat başı bir önceki rakamdan sadece tik tak sesleri kalıyor, dinlediğin. Düzenli nefes alıp veriyorsun her canlı gibi ama bu hayatı yaşıyorsun anlamına gelmiyor. Vaktiyle güzeldir her şey; nefes almak bile. Uzaktan bakıldığında eğlenceli bir şarkıya benzeyen hayatın, burun buruna geldiğinde öyle durmuyor. Ritim düşüyor, şarkı yavaşlıyor, notalar

sözleri taşıyamıyor, sen ağırlaşıyorsun ama şarkı devam ediyor. Düşünsene, bu hayattaki en cesur halindi körü körüne teslimiyetin. Yalınayak bedeninle, kendinle çırılçıplak yüzleşmelerin… Ya aynada gördüğün halin, dokun, benziyor muydu az ötedeki çizgilerine; takındığın gülüşüne, yalın şaşkınlığına. Paramparça et hadi! En küçüğüyle bile göz göze geldiğinde işte o zaman için kararacak. İçin boşluk, İçin karanlık, İçin sen dolu. İçine işleyeceksin. Canın yanacak. Boşluk dolacak. Karanlık kaybolacak… Birileri yalanlarından ölecek, sen ise inancından. Kalbinden geçen yolda çalışma varmış gibi, gidemediğin insanlar var. Keşke iyi olmadığımızı hiç bilmeseydik, bizi bizden habersiz bıraksaydı kalbimiz. Öyle.


*Emiliana Torrini, If You Go Away şarkısıyla okunulması önerilir. Biliyor muydun? Bu şehrin içinde belki bir şiir yok ama neredeyse her şiirin içinde bu şehir var. Tesadüf olamayacak kadar güzel ve her güzel şey boğazına kadar batırıyor seni belki de bu yüzden. Bütün kendini bilmez şiirler, sanki İstanbul’da yazılmış. Bu şehri sevmiyorsun, çünkü bu şehirde seni seven biri yok. Daha yazılmamış şiirler var ama, daha aşık olacaksın demek ki. Hevesi kırık akşamlara bahane lazımdı, ben bu yüzden bu şehri sevdim. Bir şarkıyı her yerimde hissedip durmadan başa sarmak her gece, usanmadan sanki bir bildiği varmış sanıp, ona soruyormuş gibi yapmak işi. Bir kalemde silinmiyor, her kağıda yazılmıyor, böylesi hikaye ancak yaşamak için. Kimseye anlatılmıyor. Lakin sevgili okuyucu mevzu tanıdık olunca, sana çok yabancı adamı bile samimi buluyor-

sun. Hepimizin kalbi, aynı kişiye kırılmış gibi sanki. Sana ait olmayan hikâyelere bile canını sıkıyorsun ya, bunun adı da bela değilse başka bir şey değil. Sonra ömrümce hiçbir eve, hiçbir sevgiliye, hiçbir şehre alışamamış olmanın verdiği o arsız yutkunmadan sonra diyeceksin ki; hayat bu. Üzmüşler seni, sevilmişsin ya da hiç sevilmemiş. Anlayacaksın ki büyütmüşler ama. Birini kusursuz sevebilir misin? Çünkü bunun için fazladan akla ihtiyacın olabilir. Kusurlarıyla birlikte sevebilir misin? Olduğu gibi yani. Çünkü bu sefer de kocaman bir kalbe ihtiyacın olabilir. if you go away deseydi bir kadın Emiliana gibi, çok az şey geri dönmezdi.

Sonay Karakaya

sonay.karakaya@kalemsizdergi.com


Bazen nedenler ararız yaptığımız onca nedensiz işe, bazen aylar hatta yıllar geçer ama yine de bulamayız. Sonra gerçekten de nedensiz olabileceği ihtimaline inandırmaya çalışırız kendimizi uzunca bir süre. Hiç bir şey yokmuş gibi yaşamaya devam ettiğimizi zannederiz. En korkunç yalanları, kendimize kalkan ederiz. En ufak bir doğrunun bile girmesini engelleriz beynimize. Öyle ya, hayatta en kemirici en kan emici ve en berbat duygu değil mi şüphe? Tıpkı öldürücü bir zehir gibi ilk anda çok bir etki göstermez; yavaş yavaş yerleşir içimize sonra kanımızın çekildiğini hissederiz bir an nefes alamayacağımızdan korkar derhal kendimizi sokağa atarız. Sonrası herkeste farklı etki: bazıları bir ömür o şüpheden kaçmaya çalışır, bazıları ise en iyi çözümün kendini arkada bırakmak olduğunu düşünür ve kendini bilmediği bir sonsuzluğa bırakıverir.

En aptal insanlar bile yaptığı her şeyin bir nedeni olduğunu bilir. Bir insan karşısındakilere kolayca yalan söyleyip inandırsa bile kendinden asla kaçamaz. Yaptıklarını bir an bile unutamaz ve tabii ki kendine yapılanları da. Unutulduğu sanılan darbeler gidilen yolun yönünü yavaş yavaş, bazen de bir anda değiştirir. Özellikle elimizde olmayan seçimlerin verdiği acıları unutmak istesek de o buna asla izin vermez. Bu nokta da insanların suça ne kadar alet edildiğiyle suçun insanlara ne kadar alet edildiği çok farklı kavramlardır. Hiçbir çocuk, annesi tarafından değersiz bir eşya gibi bir kapıya bırakılmayı, yetiştirme yurtlarında ilgiye, sevgiye aç; köprü altlarında şehrin pisliğinde, sokakların koyu, kirli karanlıklarında kaybolmayı istemez. En azından seçme şansları olabilseydi eğer seçmezlerdi. Ama yok, kimi doğuştan aile kartvizitiyle çok önemli bir


UMUTLARI KATLEDİLENLER insan olarak dünyaya gelirken ve bütün kapılar daha o zaman ardına kadar açılmışken, bazılara için de en başta ailesinin kapısı olmak üzere, bütün kapılar sıkı sıkıya kapanmıştır. Arasından bir gram umut bile sızdıracak aralık bırakmayarak, hem de ürkütücü aşağılayıcı bir nefretle kapanmıştır. Onlara o kadar sık rastlarız ki: her köşede, her karanlıkta, her yoklukta, her donan nefeste, her yaşanılamayan hayaller de hep o yüzler canlanır… Kimi minicik, soğuktan kıpkırmızı olmuş titreyen elleriyle mendil uzatır ürkek ve çaresizce; kimi daha mağrurdur, yaşadığı tüm haksızlıklar, atılan acımasız dayaklar, yüreğinden zorla sökülerek alınan umutları ve hiç sahip olamadığı anne sıcaklığı kalbini buz gibi etmiştir. Bakışlarıyla bağırır tüm bu gerçekleri; duyarsızlığın, onlara haksızca yapıştırılan etiketlerin nefretini kusar hiç konuşmadan gözleriyle. Çünkü hepimiz

sorumluyuz. O sessiz çığlıklardan, kaybolan o minicik hayatlardan, tiksindikleri için yüzlerine bakma gereği duymadan onların isimlerini bile öğrenmeye gerek duymadan, hepsinin ayrı ayrı acıları olduğunu aklına bile getirmeden “ kimsesiz çocuklar” deyip bir başlık altında, aynı kelimeleri yapan bütün zihniyetler suçlu! Onlar kimsesiz çocuklar değil; kimsesizliğe, çaresizliğe itilen umutlar: Ali, Ahmet, Umut, Ayşe, Melek… Hepsinin adı, hepsinin yarası ayrı tıpkı hepimiz gibi. Ve hepimiz kadar yaşamaya hakları var ayrı ayrı. Ve her şeyden önemlisi dayakların, açlığın, itilip kakılmanın bile unutturamadığı hayalleri var hepsinin ayrı ayrı. Yeter ki bizler insanlığımızı unutmayalım.

Pınar Çaylak

pinar.caylak@kalemsizdergi.com


HATIRA DEFTERİ Kadın tavanı seyretmekten vazgeçti. Sabahlığını giymek için, kocasının yanından kalktı. Bilmiyordu. Kocasının yanından son kez kalkmıştı ve bunun farkında değildi. Adama baktı, memnun değildi ondan. Aynı yatakta geçen on yıl onu mutlu etmemişti. Horlamasından bıkmıştı, hatta nefes almasından. Mutfağa geçti. Bir bardak şarapla güne başladı. Kendini güzel hissettiren tek şeydi şarap. Kocası bu konuda yeterli değildi. Basit bir devlet adamıydı. Mali müşavir tarzı bir adam... Her zaman tıraşlı, olgun ve ciddi bir yüze sahipti. Tecrübeli gözüküyordu ama hayatta tecrübeli olmak gülmeyi getirir beraberinde. Fütursuzca gülmeyi hem de hayata inat. Lakin adamın paçalarından ciddiyet akıyordu. Kadın kahvaltı hazırlamazdı. Çocukları olmadı birçok denemeye rağmen. Kadında zaten artık vazgeçmişti. Aslında evlilikten bile vazgeçmişti ama boşanmak kârlı gözükmüyordu. Kocası da durumun farkındaydı tabi ama rolünü oynuyordu. Birkaç kez aldattı karısını ama hiç yakalanmadı. Sonuncusundan sonraysa bir daha yapmayacağına kendisine söz verdi. Sadık kalması gerektiğini düşünüyordu, her şeye rağmen. Bir pazar sabahıydı. Kalkmaya gerek duymadı adam bu yüzden. Uyumaya çalıştı ama havanın sıcaklığı, nevresimlerle iş birliği yapıp yatakta adamı terletmişti. Dayanamadı bu duruma, kalktı duşa girdi. Kadın şarabının son damlalarından sonra, üzerini

giyindi. Giyinmeyi bilen bir kadındı. Modayı takip etmiyordu ama kendi modasını oluşturmuştu. Adamın duştan çıkmasını beklemeden alışverişe çıktığını belirten bir not bıraktı gece lambasının altına. Adam duştan çıktı, kot pantolonunu ve en sevdiği tişörtünü geçirdi üzerine. Notu fark etti. Önce sevindi sonra sevindiğini fark etti. Telefonuna baktı, rehberden eskiden karısını aldattığı bir kadına ulaştı. Bir buluşma ayarladı tek mesajla. Sözünden cayıyordu çünkü ortada bir evlilik olmadığına inanmaya başlamıştı. Yüzüğünü saklamak istedi. Evde hiç kullanmadığı çekmecelerden birini açmaya çalıştı. Çekmece kilitliydi oysaki bu tarz şeyleri hiç sevmediğini bilirdi karısı. Bir çekiç buldu, parçalayarak açtı çekmeceyi. Bir defter buldu içinde. İlk sayfasını açtı. “Özür dilerim kocacığım, ama hepsi senin yüzünden.” Yazıyordu ilk sayfasında. Sonraki sayfalara geçti. Tarihler vardı sayfanın başlıklarında. 6 yıl öncesinden başlıyordu, kadın kocasını hemen her gün aldatıyor ve bunları tüm ayrıntılarıyla yazıyordu defterine. Sonuna tek bir not bırakıyordu. “Özür dilerim kocacığım, ama bu da senin hatandı.” Defteri bir köşeye fırlattı adam. Saatine baktı, randevusuna geç kalmak üzereydi. Üzüldüğünü hissetti, kendiside birkaç kez aldatmıştı ama bu kadar rahat olmamıştı. Arabasına bindi, randevuya yetişmek istiyordu. Kararsızdı ne yapacağı hakkında. Defterle birlikte sağlam bir boşanma davası açabilir


ve her şeyini en başta kendisini kurtarabilirdi kadından. Kariyerini düşündü, iyi bir fikir olmadığına karar verdi. Kadınla buluşacağı restorana varmıştı. İçeriye girdi, masaya oturdu. Bir fincan kahvenin sonuna gelirken iyi giden sohbeti kesti. “Buraya kadar, affet beni sana yaptıklarımdan dolayı. Bu son görüşmemizdi, kendine iyi bak.” Dedi ve ayrıldı masadan. Çıkarken hesabı ödedi. Arabasına atladı, eve dönmek üzere. Giderken birkaç demet çiçek aldı. Karısının hangi çiçeği sevdiğini bilmediğini o an anladı, gülleri tercih etti. Oysa karısı orkideye bayılırdı, güllerden nefret ederdi. Eve döndü. Karısı henüz gelmemişti. Tam istediği gibi... Bir akşam yemeği hazırladı. İyi değildi ama önemsemedi. Mumlarla ve çiçeklerle döşenmiş bir masa hazırladı. Evin bahçe kapısından itibaren kalan çiçekleri yere dizdi. Çiçekler evin bahçe kapısından akşam yemeğinin hazır olduğu masaya uzanıyordu. Masaya oturmadan önce son bir eksik geldi aklına. Çalışma masasının çekmecesinden çıkardı. Cebine koydu. Masada bahçe kapısından gelen çiçeklere sırtı dönük pozisyonda oturdu. Cebinden çıkardı, sol elini kullanıyordu. Başının sol tarafından giren kurşun, binlerce kan lekesi olarak yemeğe, masaya, mumlara, çiçeklere ve duvara iz bıraktı. Eve bir başka adamın koynundan çıkıp gelen kadın, kafasında o günü nasıl anlatacağına dair düşüncelerle kapıya taktığı anahtarı çevirdi. Kapıyı açar

açmaz gözüne ilk takılan çiçeklerdi. Şaşkınlığını gizlemeden yürümeye devam etti, antreyi geçtikten sonra kan lekelerini gördü. Kocasının içi boşalmak üzere olan başını... Yemeklerin kokusu kanın kokusuna karışmıştı. Bir çığlık attı önce, sonra midesini tutamadı etrafa kusmak zorunda kaldı. Aklına defteri geldi. Sebebini anlamıştı. Çekmeceye baktı, paramparça olmuş ve defter de kenara fırlatılmıştı. Defteri ve çekmeceyi evin bodrumuna taşıdı, polisi aradı. Son bir kez daha rolünü iyi oynadı ve intiharın sebebini bilmediğine inandırdı polisi. Polis yinede araştırmasını sıkı tutmuştu. Kocasının dolandırıcılık yaptığı fark edildi hesaplarında. Vergi kaçırmakla yetinmiyor, rüşvet de alıyordu. Bütün parasına, evine, arabasına el konuldu. Kadına kocasından kalabilecek tek şeyin eski bir hatıra defteri olduğuna karar verildi. Bir kasa kiralamıştı adam bankada. Kasadan sadece hatıra defteri çıkmıştı. Karısını birkaç kez aldattığını yazmıştı adam, yaptığı yolsuzlukları da anlatmaktan geri kalmamıştı. Kadın defteri okumayı bitirdikten sonra kocasının kendisine verdiği son parayla bir silah aldı. Kocası gibi sol elini kullanıyordu. Başının soluna dayadığı silahtan bir kurşun çıktı, hem karnındaki kocasından kalan son hatıra olacak bebeğini hem de kendisini öldürdü. Bebeği olduğunu öğrenmemişti henüz, artık hem annesi hem katili olmuştu.

Soner Üçkuşoğlu

soner.uckusoglu@kalemsizdergi.com


En Fazla Sevmek için bir güzeli, Ferhat olmak gerekli mi? Dağı delsen de en fazla, Aşkın biter sevgin kalır. Uyma devrin nefretine. Neye yarar küpsüz sirke? Ezip dursan da en fazla, Zayıf gider dengin kalır. Siyah beyaz hepsi beşer. Rabbim uygun rengi seçer. Kafa yorsan da en fazla, Sevap gider günah kalır. Dünya senin için ödül, Havva’ya Âdem’e ceza. İsyan etsen de en fazla, Melek gider şeytan kalır. Aheste geçecek sanma, Zamana kanıp oyalanma. Kazık çaksan da en fazla, Cismin gider ismin kalır. Tolga bakma sağa sola, Aklın yeter ancak sana. Öğüt versen de en fazla, Özün gider sözün kalır.

TOLGA ARSLAN

tolga.arslan@kalemsizdergi.com


Güzelleme Sen cennetin çiçeğisin, endamına hayran on sekiz bin âlem, Yüzü kadar güzel değil ne ay ne gül birader. Hey hat! Bu hayat patikasında yollar cümbüş-ü âlem, Gözlerinin karşısında düşer millet bin bir hale. Geceden çalınmış saçlarının gölgesi düşer yüzüme , Ve kemanın özendiği kaşların çatılıyor seni her üzene. Sen muhalifsin bu düzene ben katiyen seni üzemem. Gül sana benzer bakınca sen hem güle hem güzele. Bam telinden nağmeler tattırırım ben, beni işitene. Sen öldür beni lime lime et inan ki ben bir şey demem. Saçlarım kefenle hem renk olmadan göçersem diğer âleme , Cehennemde de severim seni ateşi beni engellemez. Sen doğanın güzelliğini taşıyorsun yüzünde, bu güzelleme. Tüm mevsimleri yaşa benimle ne yazı ne güzü elleme. Güzel sen değilsen cahilim güzele, güzele güzel demem, Aşk meyini tattır bana taş içimde, bu özlemek.

Ali Ayhan

ali.ayhan@kalemsizdergi.com


Karanlığın Işıkları Yeni yeni ölüler geliyordu mezarlığa Ağaçlar altında evleniyordular Belki bir davul sesi, belki yakından iğreti sesli bir kurbağa Gölgeler dans ediyordu ufuksuz karanlığa Ve salkım dolu sepetler Ekşimiş yemeklerin yanına hazırlanıyordu Büyükçe bir küçüğü kestiler sonra Ufaktan dağıldı parçalar karanlığa Fakat hiç durmuyordu, durmuyordu... Yeni yeni diriler doluyordu bataklığa...

İbrahim Öztürk

ibrahim.ozturk@kalemsizdergi.com


Fikir & G端ncel & Sanat





Kalemsiz Dergi okurları için İstanbul Bienali’ni gezdik. Bienal bu yıl kapılarını ziyaretçilerine ücretsiz olarak açtı. 14 Eylül- 20 Ekim arasında düzenlenen Bienal uluslararası platformlarda da ilgi çekti. Daha önceki yıllara oranla bu yıl en çok ziyaretçi sayısına ulaşan Bienal, mutlu sonla bitti. Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu, 5533 evet Bienal mekânlarından ARTER hariç hepsini gezme imkânım oldu. Aralarında en beğendiğim kuşkusuz Galata Özel Rum Okuluydu. Şimdi siz değerli okuyucularımızla gelin küçük bir tura çıkalım, Bienalde. Özellikle bende iz bırakan birkaç esere değinmek istiyorum, kendi yorumumla… Karanlık Bu odanın anlatmak istediği çok şey var ama ben sadece birine değineceğim. Bir ülke, Arjantin, bu evdeki çatlaklar; aslında ülkenin yaşadığı krizin, çöküşün bir evle somut hale gelişi. Eşyaların onarımı ile anlatılmak istenen: “ne yaparsanız yapın asla yaşanmışlıkların izlerini kaybettiremezsiniz.” Onarsanız da çatlaklar orada somut olarak kalacaktır. Sanatçıların yapmak istediği ise unutmaz bir farkındalık oluşturarak bunu yaşamın her anına yansıtmak. Martin ve Tomas. Bu ikilinin çalışmasını ölümsüzleştirerek bende o anı 24. kareye hapsettim. Fotoğrafın içinde bende varım; biliyorum ışık az ama bu konseptin bir nedeni var. Tıpkı onların anlattıkları gibi benimde anlatacaklarım var. Işık az, karanlık birkaç adım önde tıpkı şu anki dünyada olduğu gibi...

Eğitim Verilen eğitimde ne yazık ki öğrenme gerçekleşemiyor. Eğitimde ezberleyici bir yaklaşıma gidiliyor. Konularında uzman vatandaşlar yetiştirilmek yerine her şey hakkında söz sahibi olan bilgisiz insanlar yetiştiriliyor.

Mikro Varoluşun içinde yerini edinmiş suni bir obje olarak yer alan çengelli iğne, doğanın içinde sert duruşunun yerini yumuşak bir platforma bırakmış. Bu fotoğrafta bana göre toplumsal yaşamın içindeki teknolojinin hayatımıza verdiği yön aktarılmaya çalışılmıştır. Ki bu mikro olarak bir karıncanın dünyası ile farklı bir bakış açısı içerisinde bütünleşmiştir.


Uyum

Bu fotoğrafta ne anlatılmak istenmiş, verilen mesaj nedir en ufak bir fikrim yok. Aslında araştırma gereği bile hissetmedim o an, sadece narçiçeği ve kahverenginin o büyük tablo içersinde tıpkı bir bulmaca parçaları gibi bütünleşmesi, ayrıntıların bütünsel olarak forma yansıttığı ahengin üzerine geçemezdi, oradaki hiçbir bilgi.

Perspektif

Benim perspektifimden, bulutların eşsiz dansıyla yıllara meydan okuyan Galata ve toplumsal yaşamın başlangıcı yerleşik hayatın eseri, simgesi evler… Galata Özel Rum Okulu’nun penceresinden...

Bakmazsan göremezsin!

Görmeden anlayamazsın, anlamlandıramazsın. Hergün farklı bir yolda koşarken aslında arkamızda bıraktığımız birçok şeyin farkına varamıyoruz. Sokakta sanat var. Farklılıkların farkına var.

Sonsuz

Aslında bu denli manidar başka bir cümle olamaz! Bir bakıma çaresiz, kifayetsiz kalıyor. Sadece birkaç dakika düşünüyorum bu cümlenin üzerinde sonra siyah bir aynanın içinde uzay boşluğunda kayboluyorum. – Sonsuz Ama bu sadece birkaç saniye sürüyor sonra yine aynı monoton hayat. Hey hat!


My story begins here

Siyah-beyaz bir fotoğraf altına yazılmış bir replik, klasik bir araba ve geçmişten gelen yaşanmışlık hissiyatı.. O hikayenin nerede başladığını biliyor. Ya sen? Bu fotoğrafla birlikte yine sorguluyorum kendimi benim hikayem nerede başladı?

Karanlık Karanlığın içinde bahanelerden uzak bilgiye aç bir adam, fotoğraf makinemin F ayarını yapıyorum ve ardından o adamı zamanın içine hapsediyorum, o ana..

4 4 farklı hikaye, 4 farklı perde... Arterdeki odalardan birinden bahsediyorum aslında, kareografisiyle kendisine hayran bırakan bir geçiş anına tanıklık ettim. Hayatının gizemi sol anahtarında gizliydi. Açılmamış bir kapının arkasındaki dünyaya ancak müzikle ulaşabilirsin.

Merve Aygün

merve.aygun@kalemsizdergi.com


i Kö şes

Mis afi r

STANLEY KUBRICK Onur Özer


Dünya sinemasında eğer birkaç büyük yönetmen saymamız gerekirse bunlardan birisi kesinlikle Stanley Kubrick olacaktır. Hakkında sayısız kitap, inceleme yazılan sanatçı, ölümünden yıllar sonra bile yeni eserler ile anılıyor. Sinema çizgisinde çok farklı türlerden filmlere kendine has imzasını atmayı başarmış böyle büyük bir sinemacıyı kendi sinemasından bağımsız anlatmak çok mümkün olmayacağından filmlerine bakarak onu tanımaya çalışabiliriz. Kubrick’in görsel sanatlara ilgisi fotoğrafla başladı. Birkaç kısa film denemesinin ardından ilk uzun metraj filmi Fear and Desire ile sinema dünyasına adımını attı. Daha sonra sık sık karşılaşacağı takıntılı davranışlarından birini bu film için de gösterecekti. İlk filmini beğenmeyen Kubrick kariyerinin ilerleyen günlerinde filmin tüm kopyalarını toplattı. Bir kısmını da kendisi satın alarak imha etti. (Filmin buna rağmen kalan kopyaları vardır.) Kubrick dünyayı olduğu gibi kabullenmediği için takdir ettiği asker ve katillere karşın savaşla ilgili filmlerinde anti militarist bir tutum takındı. Paths of Glory ile büyük bir çıkış yakalayan yönetmen bu filmle birlikte kendine has tarzını ilk kez baskın olarak kullanmaya başladı. Film, eleştirmenler tarafından çok beğenilse de gişe de aynı başarıyı gösteremedi. Ardından Kirk Douglas’ın başrolde olduğu Spartacus’ü çekerek başarısını gişeye yansıttı. Bu, tamamını Hollywood’da çektiği ilk ve son film olacaktı. Çok kazandıran film yeni ve daha cesur projeler için Kubrick’in yolunu açtı.

Kubrick farklı janralarda filmler çekmeye ve bunlarla büyük tartışmalar yaratmaya devam etti. Kara mizah türündeki Lolita ve Dr. Strangelove’ın ardından ilk büyük başyapıtı geldi. “2001 Space Oddysey” sanatsal, teknolojik ve fikri olarak döneminin onlarca yıl önünde bir filmdi. Metaforlar, simgeler ve alt anlamlarla dolu filmin tarzı için Kubrick sonraları “Eğer Leonardo Da Vinci, Mona Lisa tablosunun altına şöyle yazsaydı, ona nasıl değer verebilirdik: “hanımefendi gülümsüyor çünkü sevgilisinden sakladığı bir sır var.” bu izleyiciyi gerçeğe zincirlerdi ve ben bunun 2001’e (space odyssey) olmasını istemiyorum.” yorumunu yaptı. Spielberg, filmi kendi neslinin Big Bang’i olarak değerlendirdi. Filmde kontrolü ele geçiren bilgisayar “Hall” karakterine atıflar günümüzde de pek çok film, dizi ve çizgi filmde yer almaktadır. Film dönemine göre o kadar ilerideydi ki ertesi yıl Neil Armstrong aya ayak bastığında bunun bir Kubrick prodüksyonu olduğunu söyleyenler dahi oldu. Bugün bu iddialar “Dark Side of the Moon” belgeselinde yer almaktadır.


Kubrick’in sanatsal iştahı yeni açılıyordu ve ikinci başyapıtı Space Oddysey’in hemen ardından geldi. Clockwork Orange, mükemmel yönetmenliğin ve senaryonun yanı sıra o güne kadar Kubrick filmlerinde olmayan bir başka başarıyı da beraberinde getirdi, baskın bir başrol oyuncusu! Bunu daha önce Peter Sellers’la da denenmişti fakat Malcom Mcdowell’a oynadığı rol özel dikim bir takım elbise gibi oturdu. Zorlu film çekimleri boyunca (bir sahne için gözleri metalle tutulurken retinası çizildi!) eğlenerek bir psikopatı canlandırdı. Bu rol Malcom’ı bir fenomen haline getirecekti. Aşırı şiddet içeren sahneleri sebebiyle çokça eleştirilse de film çok başarılı oldu. Sanatsal anlamda da Kubrick’e fikirlerini geliştirme şansı tanıdı. Space Oddysey’de sinemasal bir deha ve çılgınlıkla tamamen karanlık bir ekranda Johan Strauss çalan Kubrick, bu defa Beethoven’ı seçmişti. Filmi öyle kurguladı ki Beethoven müziğiyle sadece bir fon olarak değil adeta bir karakter olarak filme etki etti.

Barry Lyndon’ın, harika bir sinematografisi vardı ve her sahnesi bir tablo gibiydi fakat büyük başyapıtlarından biri değildi. Barry Lyndon ardından Kubrick bana göre en iyi filmini yapmaya girişecekti. Bu defa başrol için Jack Nicholson ile anlaştı. Bu rol tarihin en iyi erkek oyuncu performanslarından biri olsa da Akademi tarafından hak ettiği ilgiyi görmeyecekti. Gerilim türündeki eserin senaryosunu Stephen King’den alan Stanley Kubrick, hikâyeyi ve karakterleri o kadar çok değiştirdi ki Stephan King sonraları kendi versiyonunu çekti. (Tabii Stephen King’in sürümü vasatın altında bir yapım olarak kaldı). Abartılı bir oyunculuk denemesi olan film; sinematografisi, senaryosu ve özellikle Jack Nicholson’ın olağanüstü performansıyla tarihin en iyi filmleri arasındaki yerini aldı. Filmin bir başka ilginç yanı ise Kubrick’in iyice artan takıntıları ve mükemmeliyetçiliğiydi. Filmde mükemmeli alana kadar çekimleri tekrarlayan Kubrick bir sahneyi 148 tekrarda çekince Guiness Rekorlar Kitabı’na da girmiş oldu. İlginçtir ki


psikolojisi bozulan Shelly Duvall’ın aksine Jack Nicholson bu yoğun tempoyu memnuniyetle karşıladı. Daha sonra kendisini serbest bırakan ilk yönetmen olduğunu söylediği bu aşırı kontrolcü aldama teşekkür edecekti. Bu özgürlük iki üstün yetenekli sanatçının uyumu ve belki kariyer zirvesiydi... Bu zirveden 7 yıl sonra Kubrick bir Vietnam filmi çekti. Full Metal Jacket, Shining ölçüsünde olmasa da oldukça iyi bir filmdi. Bu başarılı filmden sonra yeni bir filme başlaması 12 yıl aldı. Bu zamanda Napoleon filmi için doküman topladı (Hazırlıklara 1968’de başlamıştı) ve olası film çekim yerleri için fotoğraflar çekti. Bunu da bir takıntı haline getirmişti, hiç yapıma geçmeyen proje için 500.000’i aşkın fotoğraf çekti. Zaten diğer yandan da Artificial Intelligence ve Eyes Wide Shut üzerinde çalışıyordu. Kubrick, Eyes Wide Shut’ın senaryosunun dayandığı kitap olan Dream Story’nin yayın haklarını 60’lı yıllarda satın almıştı.

Eyes Wide Shut için çok titiz bir hazırlık yapan Kubrick muhtemel oyuncuların yüzlerce saatlik videosunu izledi. İlerleyen yaşında Kubrick artık yaşayan bir efsane, herkesin hayatında en az bir kez çalışmak istediği bir yönetmendi. Çok yüksek bir bütçesi olan film için tablolar ve devasa setler yaptırdı. Başrol içinse Hollywood’un en pahalı oyuncusu Tom Cruise ve eşi Nicole Kidman’la anlaştı. Yine defalarca tekrar çekerek film ekibini bezdirse de harika bir

filmin çekimlerini tamamlayan Kubrick ne yazık ki montajdan önce bir kalp krizi sonucu öldü. 400 günde çekilen bu sanat eseri de yapımcılar tarafından çok da başarılı olmayan bir biçimde montajlanarak sinemaya yansıdı. Bu onun son yönetmenlik eseri oldu. (Daha sonra senaryosunun yazdığı fakat çekmeye ömrünün yetmediği Artificial Intelligence, hayranı Steven Speilberg tarafından çekilecekti.) Kubrick, dünya sinemasına farklı bir bakış getirdi. Pek çok türde denediği filmlerin neredeyse tamamında başarılı oldu. Tarzı zaman zaman şiddet yanlısı ve karanlık bulunsa da özgür ve kendini sürekli geliştiren yapısından hiç ödün vermedi. İlginçtir ki çağımızın en önemli kült filmlerinin bir kısmına imza atan Kubrick, Space Odyysey ile aldığı bir özel efekt ödülü dışında hiç Oscar kazanmadı. Onun filmlerinden ilham alan yönetmenler ise ilerleyen yıllarda ödüle boğuldu. Bu durum kendi sanatını dayatmakta ısrarcı olan Hollywood ve Akademi için bir utanç olarak kaldı, Kubrick’i ise dünyanın en pahalı oyuncularıyla dev yapımlar yapan bir bağımsız bir efsane oldu.


Benim için hayatın üç ayağı var; Aile, İş ve Rotary… -Güneş Ertaş


Güneşli bir İzmir gününde kısa bir yürüyüş sonrası Rotary 2440. Bölge Federasyonunun ofisinden içeri giriyoruz. Bizi karşılayan ofis görevlileri ile kısa bir sohbet sonrası Güneş Bey ile keyifli bir söyleşi gerçekleştireceğimiz odadan içeriye adım atıyoruz. Samimiyeti bir yana verdiği bilgiler ile de oldukça keyif aldığımız söyleşimiz…

-İlk önce biraz sizden bahsedelim.

-1964’te Ankara’da doğdum. Saint Joseph, Karşıyaka Gazi Lisesi ve İzmir Dokuz Eylül Üniversitesinde eğitim aldım. Yüzme havuzu ve atık su arıtma ekipmanları toptan satışı yapan bir firmanın sahibiyim

-Ya aile yaşamınız?

-Onlar benim için çok önemli… Bir kızım ve bir de oğlum var. Oğlan İstanbul’da mühendislik okuyor. Kız ise liseye devam ediyor. Bu sebeple yanımızda kalıyor. Hatta geçen sene Interact başkanlığı da yapmıştı. Oğlum ise sportif faaliyetlerinin yoğunluğundan dolayı sivil toplumdan biraz uzak şu aralar. Fakat başarılı bir sporcu olduğunu eklemek zorundayım.

-Siz Interact demişken konuyu açalım. Interact ne demek diyerek başlayalım.

-Interact en yalın anlatımıyla; 14 – 18 yaş arasındaki gençlerimizin üye olduğu ve sivil toplum gönüllüğünün, birlikte proje üretmenin, ekip olmanın ne demek olduğunu öğrenebildikleri Rotary’nin projelerinden birisidir. Tabi ki Rotaract’a burada değinmeden olmaz. Zira Rotaract, Rotary’nin en büyük ve en uzun vadeli gençlik projesidir. 18 – 30 yaş arasında gençlerin üyesi olabildiği bir sivil toplum kuruluşudur. Gençler Rotaract olduklarında, ekip olarak iş yapmayı, liderlik gerçekleştirmeyi, sorumluluk almayı en ince ayrıntısı ile öğrenebilmektedirler. Kısacası gençlerimize öğrettiğimiz birçok teorik bilgi Rotaract ile pratiğe dökülmektedir.

-Gençler için başka ne tür faaliyetler gerçekleştiriyorsunuz?

-İlk olarak RYLA yani gençlik liderlik seminerleri gelmektedir. Gençlerin hafta sonu süren bir kamp dâhilinde konusunda uzman isimlerden aldıkları seminerler, atölyeler ile süren bir aktivitedir. Sonrasında ise gençlik değişim programları gelir. Uzun dönem ve kısa dönem olarak uygulanmaktadır. Öğrenciler yurtdışında eğitim almaktadırlar.

-Bu organizasyonların ücreti ne kadar? Rotary bu programlara nasıl katkı sağlıyor? -Organizasyonu tamamen Rotary finanse etmekte ve uygulamaktadır. Yani gençler bu aktivitelerde bulunduklarında sadece kişisel masrafları için para harcarlar(Yurtdışında hediyelik eşya almak gibi) Rotary Değişim programlarına katılan gençlerimiz, Rotaryen (Rotary kulübü üyesi) aileleri olsun olmasın Rotary kulüpleri tarafından finanse edilmektedir.

-Rotary’den de biraz bahsedebilir misiniz?

Rotary, istisnalar olmakla birlikte 30 yaşından itibaren üye olunabilen bir sivil toplum kuruluşudur. Temelleri ABD’de atılmıştır ve şuan itibariyle dünyanın en büyük sivil toplum kuruluşlarından birisi olmuştur. Son dönemde Uzakdoğu’da hızla büyümektedir. Şuan itibariyle otuz dört bini aşkın kulübü ile devasa bir uluslararası networka da sahiptir.


Rotary’nin olmazsa olmaz ilkeleri vardır. Öncelikle dostluk birinci şarttır. Üyeler birbiri ile dostluk ilkesi üzerinden iletişim kurarlar. Rotary kulübü üyesi yani Rotaryenin kesinlikle bir mesleği olmalıdır. Ayrıca aidatını düzenli ödemeli ve toplantılara düzenli katılım sağlamalıdır. Rotary kulüplerinin varlık sebebi ise topluma hizmettir.

-Çok klasik olacak ama Rotaryen nasıl olunur?

-Rotaryen olmak için bir kulüpte aday üyelik sürecinizi geçirmelisiniz. Aday üye olabilmek için ise bir Rotaryen tarafından önerilmelisiniz. Adaylık sürecinizde toplantılara katıldığınız ve projelerin içerisinde aktif olarak yer aldığınız takdirde üyeliğiniz gerçekleşmektedir. Tüm kulüplerde her yasal dernek gibi tüm vatandaşlarımıza açıktır.


-Topluma hizmet ilkesini hangi alanlarda gerçekleştiriyorsunuz, hangi projeler gündeminizde?

Rotary’nin uzun dönemli projeleri ve kısa dönemli projeleri bulunmakta. Örneğin dünyada çocuk felci ile mücadelemiz ve bu kounda ki başarılarımız sayesinde bu hastalık yeryüzünden silinmektedir. Ayrıca İzmir’de dönemlere yayılan Rotary Ormanı projemiz de yine uzun vadeli projelerimizdendir. Yine geçtiğimiz Van depreminde gördüğümüz shelterbox isimli yardım ekipmanları da Rotary’nin projesidir. Kızılay’ın da etkin bir şekilde desteklediği ve organize ettiği süreç sonunda Van’da ki depremzedelere bu yardım malzemeleri ulaştırılmıştı. Bizde prototipini üretip sergilediğimiz yerli shelterboxlarımız yani afet barınak paketlerimizi stoklamaya başlayacağız. Böylece daha az maliyetle ve yerli kaynaklarla bu ekipmanı ülkemize kazandırmış olacağız.

-Tüm bu projeler nasıl yönetiliyor? Siz uluslararası bir derneksiniz. Türkiye Rotaryenleri bu işin neresinde bulunmakta? -Öncelikle yapılanmadan biraz bahsedersek; Uluslararası alanda Rotary Zonlara yani büyük bölgelere ayrılmaktadır. Bizler Zone 20 – B içerisindeyiz. Hemen hemen Osmanlı coğrafyası

ve Türkî Cumhuriyetleri kapsamaktadır. Sonrasında ise bu büyük bölgeler alt bölgelere bölünmektedir. Bu alt bölgelerden Türkiye’de üç adet bulunmaktadır. 2420. Bölge dediğimiz İstanbul merkezli neredeyse tüm Marmara’yı kapsayan bölge, 2440. Bölge yani bizim bölgemiz, aşağı yukarı Ege Bölgesi ve geriye kalan tüm Türkiye ve Türkî Cumhuriyetleri kapsayan 2430. Bölge… Bu bölgelerin hepsi Türkiye’de yasal dernek federasyonlardır. Rotary bir bakıma ademi merkezi bir yönetim anlayışına sahip olduğundan bu federasyonlar onun üstündeki Zone yönetimleri ve dünya yönetimi bir eşgüdüm görevi görürler. Asıl olan kulüplerdir. Türkiye’de kulüpler de tabi ki Türk Rotaryenler tarafından yönetilmektedir.

-Sizin Rotary kariyerinizden de bahsedersek, mevcut konumunuz nedir?

-Rotary ailesi ile ilk tanışmam 1987 yılında oldu. İzmir Alsancak Rotaract Kulübüne üye olmuştum. Sonrasında 1994 yılında İzmir Rotary Kulübüne üyeliğim gerçekleşti. Kulüp içinde çeşitli görevler aldıktan sonra federasyonda yani 2440. Bölge yönetiminde görevler almaya başladım. En son olarak 2012 – 2013 yılında Bölge Başkanı oldum. Görevler bir sene sürdüğü için bu görevimde bitti. Şimdi ise Zone 20 – B yönetiminde Halkla İlişkiler Komite Başkanı Yardımcılığı görevim ve 2440. Bölge Ülkelerarası İlişkiler Komite Başkanlığı görevlerim sürmektedir.

-Görevlerin bir yıl sürdüğünü söylediniz. Bütün görevler mi yoksa bir kısmı mı? Sürekli uyulan bir kural mı?

-Bu kural Rotary için en önemli yönetimsel kurallardan birisidir. Esneklik mümkün değildir. Hemen hemen tüm görevler için bu şekildedir diyebiliriz. Zone ve bölge yönetimlerinde ki bir iki komite başkanlığı dışındaki (Benim mevcut Zon


görevimde üç yıl sürecektir.) tüm görevler bir yıl sürmektedir.

-Bir yıllık süre kısa değil mi? Nasıl kurumsal bir yapı oluşturulabiliyor?

-Dışarıdan bakıldığında kısa gibi gözükse de yaşadığınızda bazen uzun bile gelebiliyor. Zira sorumluluklar büyük oluyor. Rotary bir hizmet kurumu ve dediğimiz gibi ilkeleri bulunmakta. Kurumsallığı da buradan gelmektedir. Bizde örneğin çark diye adlandırdığımız bir ilke vardır. Her Rotaryen sırası ile tüm görevleri yapabilir. Kıdem esastır. Böylece Rotary ilkelerini ve öncelikli hizmet alanlarını kabul etmiş her Rotaryende kişisel farklar dışında aynı ilkesel projeleri sürdürmüş olurlar.

-Öncelikli hizmet alanlarından da bahsedersek…

-Barış ve anlaşmazlıkları önleme çözme, hastalıkları önleme ve tedavi, su ve hijyen, anne ve çocuk sağlığı, temel eğitim ve okur yazarlık, ekonomik ve toplumsal gelişim ana başlıkları öncelikli hizmet alanlarımızdır. Ayrıntılı bilgeye de rotary2440.com üzerinden ulaşılabilir.

-Zon 20 – B Halkla İlişkiler Komite Başkanı olduğunuzu söylediniz. Göreviniz nedir, neler gerçekleştireceksiniz?

-Öncelikli amacımız birbirinden kopuk olan ve çok büyük bir alana yayılmış olan Rotary kulüplerinin bölge yönetimleri arasında koordinasyonu sağlamak. Mısır, Kıbrıs, Yunanistan, Balkan ülkeleri, Türkî Cumhuriyetler ve bizdeki üç bölge arasında işbirliğini geliştirmek. Bunun içinde sosyal medya başta olmak üzere tüm iletişim kanallarından faydalanmak amacındayız.

-Malum şehrimiz İzmir EXPO 2020 adaylığında son dönemece girmiş bulunmakta. Sizce bu işin sonu nasıl olacak, Rotary olarak bu işe desteğiniz ne boyutlarda?

-Hepimizin en büyük arzusu EXPO 2020’nin başta ülkemize ve tabi ki İzmir’imize kazandırılması… Şehrimizin gelişmesi için kamu yatırımları şart ve bu konuda eksiklik her alanda hissediliyor. Böylesi büyük projelerde bu eksikliği ortadan kaldırcaktır. Bu açıdan EXPO’nun kazanılması bizim için çok önemli ama olmazsa da üzülmeye gerek yok çünkü daha önce de 2015’i kaybetmiştik. Kaybettik diye yenilmiş olmayız ve tekrar tekrar bu tür uluslararası organizasyonlara adaylık koyabilir ve kazanmayı tekrar tekrar deneyebiliriz. Aynı zamanda bu adaylıkla bir çıpadır. Rotary Bölge Federasyonu olarak tabi ki desteğimiz tamdır. Son olarak geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiğimiz sağlık şenliğimiz ile de şehrimizin temasını bir kez da uluslar arası arenaya göstermiş ve bu konuda ki desteğimizi belirtmiş olduk.

-Deprem sonrası ilk yardımda, EXPO ve daha birçok konuda önemli projeler gerçekleştirdiğinizi görüyoruz. Bu projeleri hangi ortamlarda tanıtıyorsunuz? İlgilenenler nasıl ulaşabilirler?

-Rotary2440.org sitemiz bölge federasyonunun sitesidir. Buradan ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler. Ayrıca benim kurup içerik yönetimini gerçekleştirdiğim 2440rotary.shutterfly.com adlı portal üzerinden de görsellere göz atabilirler ve iki ayda bir basılı yayınlanan Rotary Dergisinden de projelere, kulüplerden son haberlere göz geçirebilirler. Ayrıca Rotaract ve Rotary kulüplerinin de kendi sitelerinden o kulüpler ile ilgili ayrıntılı bilgiye


ulaşabilirler.

-Son olarak, dünya başkanlığına oynayan bir Türk Rotaryen var mı? Bu camiada da bir Şenez Erzik görebilecek miyiz? Dünya başkanlığına daha önce adaylığına koyan bir büyüğümüz olmuştu. Örsçelik Balkan aday olmuş fakat seçilememişti. Tabi ki bu adaylık bizim için bir çıta oldu ve eminiz ki bir gün bir Türk Rotaryen dünya başkanı olabilecektir. Fakat bunun olabilmesi için ülkenin de desteği şart… Tayvan’ı düşünün bizden çok daha küçük bir ülke ama 66 bin Rotaryen bulunmaktadır. Bizde ise 6 bin civarında Rotaryen bulunmaktadır.

Yine de 1 Temmuz 2014 itibariyle İstanbul’dan Şafak Alpay Zone 20 – B direktörü olarak göreve başlayacaktır. Direktör olanlar dünya başkan adayı olabilmektedirler. Bizde umuyoruz ki Rotary ve diğer tüm alanlarda Dünya başkanları çıkarabiliriz. Güneş Ertaş’a keyifli- bilgilendirici sohbeti için teşekkür ederiz…

Özgün Kabacaoğlu Kalemsiz Dergi Röportaj Yönetmeni 9 Ekim 2013 – İzmir


OSMANLI’DA YENİLEŞME HAREKETLERİ SEMİH CABALAR


Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bu ayki sayımızda sizlere Osmanlı Devletinin duraklama devrinde başlayan (16.yüzyılın sonları, 17.yüzyıldan itibaren) yenileşme hareketlerinden bahsedeceğim. Hepimizin malumu olduğu üzere, Osmanlı Devleti’nin klasik dönemden çıkıp eski geleneklerden vazgeçmeye başlamasıyla, batıya özenme; batıdaki fikir ve buluşları, imparatorluk topraklarına uygulamaya çalışma hazırlıklarına girişilmiştir. Bu süreci Lale Devriyle başlatmak en doğru yorum olacaktır ve süreç imparatorluğun yıkılmasına kadar çeşitli denemelerle devam eder. Osmanlı Devleti, Klasik Dönem diye adlandırdığımız(17. yüzyıl başlarına kadar) dönemde gerek siyasi, gerek ekonomik, gerek kültürel etkisiyle dünyanın süper gücü konumundadır. Dış siyasetteki başarı haricinde içeride de nizam-ı kadim olarak adlandırılan( Kadim Nizam anlayışı, kanunları ve ortaya koyduğu yasalarla üç büyük padişahı: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ı esas alır) sistem sayesinde Osmanlı Devleti, iç meselelerini dışarıdaki etkileri bertaraf edecek biçimde ustaca çözmeyi başarmıştır. Daha sonraki süreçte, Coğrafi keşiflerin neticesi olarak, Sanayi’nin ortaya çıkmaya başlaması ve buna bağlı olarak bilimsel gelişmelerin yön değiştirip, batı eksenli olmasıyla Osmanlı Devleti Kadim Nizam anlayışından vazgeçer ve Avrupa’dan devşirme kavramlar da batı özentiliği ile imparatorluk topraklarına girmeye başlar. Bunda elbette ekonominin kötüye gitmesi ve savaşlarda eskisi kadar başarılı olunamamasının da etkisi vardır. Şimdi sizlere elimden geldiğince Osmanlı’daki yenilik hareketlerinin bilinmeyenlerini kısaca açıklamaya çalışacağım. Yukarıda da değindiğim gibi yenileşme

hareketlerini Lale Devrinden başlatmak doğru bir tespit olacaktır. Lale Devri ismi ilk kez Yahya Kemal tarafından kullanılmıştır. Tabir dönemin ruhunu anlatması bakımından son derece önemlidir; çünkü bu dönemde İstanbul, devlet görevlilerinin yetiştirdiği laleleri ve lale bahçeleri ile ün salmış ve sosyal hayat ciddi manada değişmeye başlamıştır( Uhrevi hayat anlayışının dünyevi hayat anlayışına kaydığını söylemek yanlış olmaz). Meseleyi anlamak için dönemin siyasi şartlarına da biraz bakmak gerekmektedir. Osmanlı Devleti 1715-1718 yıllarında Avusturya’ya karşı yaptığı harbi kaybedince, Sırbistan’ın da çok büyük bir bölümünü kaybetmiş oluyordu. Savaşın hemen ardından Pasarofça Antlaşması imzalandı ve 1730 yılına kadar sürecek olan 12 yıllık Lale Devri süreci başlamış oldu. ( Bu dönemde Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa devlet yönetiminde öne çıkan bir figürdür ve onun zihniyeti; savaşsız, kendisini yenileyen bir Osmanlı Devletidir). Bu dönemde Osmanlı Devleti, Avrupa’yı tanımak ihtiyacını hissettiğinden ilk defa yurt dışına elçiler göndermiştir. Burada amaçlanan Avrupa’nın bilgi birikim ve kültürünü Osmanlı’ya adapte etmektir. Örneğin: İbrahim Paşa Viyana’ya, Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Paris’e, Nişli Mehmet Ağa Moskova’ya gönderilmiş ve burada gördüklerini detaylı raporlar ile Sadrazam’a bildirmişlerdir. Osmanlı Devleti, bu durumdan yüz yıl öncesinde büyük imparatorlukların hükümdarlarını kendi Sadrazamı ile eş tutarken, 1700’lü yıllarda Sadrazam’ın belirlediği devlet politikasının Avrupa’yı örnek almak olması zihniyet değişikliğinin en büyük göstergesidir. Yukarıda da değindiğim gibi yaşanan zihniyet kültürel değerlere de sirayet eder. Batı tarzı mobilyalar kullanılır, divanların yerini koltuklar alır, devlet adamla-


rının da portreleri saray duvarlarını süslemeye başlar. Zihniyet değişimi İstanbul’a da yansır. Yeni saraylar, çeşmeler ve su yolları yapılmış, binalar Avrupa mimarisine uygun bir biçimde onarılmıştır. Kültürel hayatın da geliştirilmeye çalışıldığı aşikârdır. Tercüme heyetleri kurulmuş ve birçok eser Osmanlı Türkçesi’ne çeviri edilmiştir. Matbaanın İbrahim Müteferrika tarafından ilk defa kurulması da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Burada İbrahim Müteferrika’dan biraz bahsetmek istiyorum. Kendisi Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi ve Osmanlı tebaasından olan Yahudi guruplar ile birlikte çalışarak ilk matbaayı ortaya çıkartmıştır. İbrahim Müteferrika sonradan Müslüman olmuştur. Osmanlı’daki yenilik hareketleri içinse önemi, kendisi tarafından basılan kitaplarda ilk defa “Nizam-ı Cedid kavramının ve yenilenme düşüncesinin kullanılmasıdır. Lale Devrindeki yenilik hareketleri denildiği zaman Müteferrika kadar akla gelen önemli bir etken de Heugnoutlardır. Lale Devrinde ortaya çıkmış olan bu grup, Fransa’da yaşıyordu, Protestan mezhebindendi ve Fransa sanayisinin çok büyük bir etki alanını ellerinde bulunduruyorlardı. Katolik Fransa’nın Nantes Fermanıyla, Heugnoutları sınır dışı etmesiyle beraber, bunlar da Osmanlı’ya birlikte çalışma fikrinde bulunmuşlardır. Başlarında liderleri Racford ile beraber on beş kişilik bir heyet ile İstanbul’a gelmişlerdir. Sadrazam ile görüşen Racford, Osmanlı Devleti’nin bir an önce klasik ekonomi anlayışından çıkarak Avrupa’ya adapte olması gerektiğini, Avrupa ile daha fazla ticaret yapılması gerektiğini ama verilen ticari imtiyazların da Osmanlı’nın belini büktüğünü; özellikle Fransa’ya verilenlerin kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Ayrıca Racford, bu görüşmede

sanayinin de önemine değinmiş ve bu konuda teknik desteğin verileceğini söylemiştir. Bu fikirler Osmanlı Devleti tarafından çok beğenilir ve konu Meşferet Meclisine taşınır (Meşferet Meclisi, divan toplantılarından farklı olarak devlet görevlilerinin padişah önderliğinde toplandığı ve devlet işlerini görüştüğü yerdir. İslami kökenli bir meclistir ve danışma kültürünün esaslarına dayanır). Osmanlı Devleti bu fikirlerden etkilenmesine rağmen teklif edilen ittifak antlaşmasını kabul etmemek durumunda kalır. Fransa’ya verilen imtiyazlar, onlarla beraber yapılan sınır ticaretinin büyüklüğü yüzünden Osmanlı Devleti, Fransa’ya sırtını dönmeyi o dönem için çıkarlarına uygun bulmamıştır. Ayrıca Fransız Elçisi Gouffier de Heugnoutların aleyhinde lobi çalışmaları yapıp sınır dışı edilmeleri için rüşvet vermiştir. Hem Müteferrika’ya hem de Heugnoutlara bakılacak olursa şu yorum çok net bir biçimde ortaya çıkacaktır: Osmanlı Devleti sistemini çağın şartlarına göre yenilemek istemiş ancak bunu kendisi yapamamış ve birçok grubun etkisi altında kalmıştır. Lale Devri ve toplumdaki zihniyet değişikliğinin en önemli örneklerinden birisi de 1718 yılında yayınlanan ve kim tarafından yazıldığı bilinmeyen layihâdır. (Layiha görüş ve düşüncelerin belirtildiği raporlardır ve çoğu Avrupa’ya giden elçiler tarafından kaleme alınmışlardır). 1718 Layihası da, içerik itibariyle Nizam-ı Kadim ve Nizam-ı Cedid düşüncesi ve fikirlerinin karşılıklı konuşma usulüyle birbirine çatışmasıdır. Kim tarafından yazıldığı bilinmemekle birlikte Nizam-ı Cedid kısmındaki düşüncelerin Racford’un görüşleri olduğu tahmin edilir. Lale Devri’nin en önemli yeniliklerinden birisi de ilk defa Avrupa tarzında asker yetiş-


tirilmeye Üsküdar’da başlanmasıdır. Bu yenilik çok kısa sürmüştür çünkü Patrona Halil İsyanı’nın çıkmasıyla burada yeni oluşturulacak bir askeri sınıfa izin verilmemiştir. Osmanlı Devleti’nin yenileşme hareketlerine bakarken biraz daha ileri tarihlere gidip Fransız İhtilali’nin yaşandığı dönemi anlamaya çalışmak doğru olacaktır. Tamamen iktisadi sorunlar ile başlayan ihtilal, Osmanlı tarafından doğru yorumlanamamış bu yüzden de Osmanlı Devleti önce iktisadi açıdan sonra da siyasi açıdan Avrupalı devletlerin çok gerisinde kalmıştır. Üçüncü Selim’in en yakın adamlarından birisi olan danışmanı Sır Kâtibi Ahmet, Fransız İhtilali’nin Osmanlı Devleti’nin işine yarayacağını, yabancı devletler kavga ederken Osmanlı’nın güçleneceğini söylemiştir. Bu düşünce, o dönemde Osmanlı kurumlarının da zihniyetini yansıtır. Esas gözden kaçırılan Osmanlı Devleti’nin de bunda etkilenme olasılığıdır. Çünkü Osmanlı Devleti monarşik yapıda bir devlettir. Bu dönemde Osmanlı Devleti sık sık Ruslar ve İngilizler tarafından diplomatik yollarla uyarılmış ve Fransızlara karşı tavır takınılması istenmiştir; ancak Osmanlı Devleti Fransa ile olan çıkara dayalı birlikteliğinden dolayı (Fransa, ekonomik açıdan Osmanlı’nın imtiyaz verdiği en önemli Avrupa ülkesidir) ticari ilişkilere zarar gelmemesi için bunu reddeder. Neticede ortaya koyacağımız yorum şudur ki: Osmanlı Devleti, Avrupa’yı örnek almaya çalışırken, birebir örnek almaya çalışarak, oyunu kurallarına göre oynayamamış ve Fransız İhtilalinden büyük zarar görerek çıkmıştır. 1787 yılında Fransa’nın Compo Formio antlaşması ile Venedik devletine resmen son vermesi ile de dengeler Osmanlı için değişir. Bu dönemde

Venedik tebaasında bulunan Yedi Ada Rumları da, yenilik hareketlerine karşı duyarsız değil ve Fransa’nın da kışkırtmasıyla ihtilalin getirdiği fikirleri Osmanlı coğrafyasına yayarlar. Burada da yenileşme hareketlerinin ve bununla birebir etkili olan Fransız İhtilali sürecinin iyi yönetilemediği ortaya çıkar. Osmanlı’da yenileşme hareketleri deyince akla gelen Üçüncü Selim, yenilik yapmak isteyen diğer padişahlara göre çok daha doğru fikirler ortaya koymuştur. Yapılan ön araştırmalar, yazılan layihalar, Avrupa’daki daimi elçilikler bunun en büyük göstergesidir. Ancak düşülen yanlış şudur ki: Üçüncü Selim’in ekibi Avrupa’yı gerektiği kadar takip edememiş, Osmanlı yaşantısına uyduramamıştır. Avrupa’yı örnek alıp, ıslahat yapmak için gelenlerin Avrupa’dan bihaber olması yozlaşmalara neden olmuştur. Değerli okurlarımız, yukarıda da anlatmaya çalıştığım üzere Osmanlı Devleti yenileşme hareketlerine Avrupa’yı birebir uygulamak için giriştiğinden birçok konuda başarısız olmuş ve Dünya siyasetini iyi yorumlayamamıştır. Bu aynı zamanda büyük bir yozlaşmadır çünkü Osmanlı Kadim Nizam geleneğinden çıkarak, sosyal kültürünü kaybetmeye başlamıştır. Bu durum merkezdeki karışıklıklara ve devletin zayıf düşmesine neden olmuştur. Yapılan yenilikler birtakım çevrelerin kışkırtmasıyla değiştirilip dönüştürülmüş bu da Osmanlı’ya zarar vermiştir. Bugün gelinen noktada da, yenilikle yozlaşma arasındaki ince çizgiyi fark edemediğimiz aşikârdır. Gelişmiş teknolojiyi ve bilimsel gelişmeleri batıdan alırken, kültürel değerlerimizi muhafaza etmek kanaatimce en doğrusu olacaktır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.