Kalemsiz Dergi 23. Sayı

Page 1


Değerli Kalemsiz Dergi okurları... Kalemsiz Dergi ailesi olarak sizlere daha iyi, daha kaliteli sayılar sunabilmek için her sayıda kendimizi bir adım daha geliştirmeye çalışıyoruz. Bu amaçla dergimiz bünyesinde yeni bölümler oluşturuldu, yeni çalışmalara adımlar atıldı ve yeni yazar arkadaşlarımız dâhil oldu. Dileğimiz görevlerimizi layıkıyla yapabilmek, sizlerin beklentilerini boşa çıkarmamak, daha güzel sayılarla karşınızda olmak. Peki, bu sayımızda sizleri neler bekliyor? “Kırık Kadeh” hız kesmeden meraklandıran serüvenine devam ediyor. Kalemsiz olmak nedir, nelere sahip olmak, neler paylaşmaktır? Kübra Gülmez anlatıyor. Türk diline, kültürüne hizmet eden; edebiyatımızın mihenk taşlarından iki isim: Ziya Gökalp ve Prof.Dr. Kaya Bilgegil. Ölüm yıl dönümlerinde unutulmadılar. Sizleri tarihin derin acılarına, Balkan Harbi’ne götüren: “Büyük Bozgun” ve okunmayı

bekleyen hikâyelerimiz, ruhunuza dokunmayı ümit eden şiirlerimiz, sizler için yaptığımız röportajlarımız ve diğer birçok yazımızla Ekim sayısıyla huzurunuzdayız. Ayrıca bilindiği üzere bu ay birçok yönden milletimiz için önem arz eden bir ay. Gökalp’ın “Sancağım tevhit, bayrağım hilal, birisi yeşil ötekisi al...” mısralarını da yâd ederek tüm okurlarımızın hem Kurban Bayramı’nın hayırlara vesile olmasını niyâz eder hem de bizlere emanet edilen Cumhuriyetimizin, kuruluşunun 90. Yıldönümünde tüm vatanımıza, milletimize kutlu olmasını dileriz. Daha güzel ve daha zengin sayılarda buluşmak ümidiyle ve muhabbetle... Ayşe Bengisu Akdağ


Edebiyat->


Akşam olmak üzereydi… Murat, istiklâl caddesinde Hakan’la görüşeceği kafeye doğru yürürken telefonu çaldı. -Efendim Aytaç. -Ağabey burada birisi var seni soruyor. -Nasıl birisi? -Sarı saçlı, orta boylu, sıska birisi ağabey. -Tamam! Sen oyala, hemen geliyorum ben. -Tamamdır. Murat, karısını öldüren kişi hakkında bir ipucu arıyordu ve bunun için çok kişiyi aracı olarak kullanmıştı. Polis zaten katili arıyordu ama Murat, yeterli düzeyde ilgilenmeyeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden birkaç polis arkadaşından, Taksim çevresinde muhbirleri örgütlemesini istemişti. “Beni soran adam, muhbirlerden birisi olabilir” dedi kendi kendine. Hakan’la olan görüşmesi geldi aklına, “Anlatınca anlayış gösterir nasılsa” dedi ve barın olduğu sokağa doğru yöneldi. Hakan, Beyoğlu’nda Murat’ı bekliyordu. Kafede yaklaşık 1 saattir tek başına oturuyordu ve dört fincan kahve içmişti bu süre içerisinde. “Bir kerede zamanında gel be adam.” Diye içinden geçirdi… Murat’ın cep telefonu kapalıydı, zaten çok fazla açık yakaladığına da şahit olamamıştı. Funda’yı aradı telefon üç kez çaldı… Telefonu ince bir ses tonuyla Funda’nın kardeşi Sinem açtı.

-Alo… -Eee şey ben Funda’yı aramıştım ama… -Ablaaa seni birisi arıyor. -Efendim. -Ben Hakan, kusura bakma bu saatte seni rahatsız ediyorum fakat Murat’a ulaşamadım… Senin haberin var mı nerede olduğuyla ilgili? -Yok! Tiyatrodan sonra seninle buluşacaktı, kafası dalgın biliyorsun takılmıştır bir yerlere. -Anladım… Sağ ol tekrar kusura bakma iyi geceler. -Rica ederim, önemli değil bir haber alırsan bana ulaş, merak ederim şimdi ben. -Tamam, görüşürüz. -Görüşürüz. Hakan’ın aklı Murat’ta kalmıştı ama onun yapısını bildiği için çok fazla da endişelenmemişti. “Geleceği yok en azından işlerimi halledeyim” dedi ve garsondan hesabı istedi. Murat, bardan içeri girip, Aytaç’ın olduğu bölüme doğru ilerledi. -Nerede? -Abi şimdi çıktı… Üstünde siyah deri bir pardösü var. Koşarsan yetişirsin, sola doğru ilerledi. -Ulan bir adamı oyalayamadın. Dedi ve koşarcasına kapıdan dışarı çıktı. Murat olabildiğince hızlı koşuyordu, en ufak ipucunun onu karısının katiliyle yüz yüze


getirebileceğinin farkındaydı. Koşarken, eşinin öldüğü bardaki garsonun anlattıkları aklına geldi. Gamze, liseden arkadaşlarıyla o gece kız kıza eğlenmeye çıkmıştı. Murat’a söylediğinde ufak bir tepki ile karşılanmış fakat yinede izini koparmıştı. Bir bara gidip sohbet ederlerken yan masada kavga çıkmış ve eşcinsel olan, elinde kırık bir kadehle karşısındaki kişiye hamle yapmış, ama denk getiremeyip Gamze’nin karnına saplamıştı. Murat koşmayı bırakıp, biraz soluklanmak için sokak arasında durdu. Gözleri doldu ve başını öne eğip hafif sağa çevirdi. Aytaç’ın tarif ettiği adam yan sokaktan geçiyordu. Doğruldu ve takip etmeye başladı… Kimsenin olmadığı bir sokak arasında yanına yaklaşıp omzundan ittirdi ve duvara yasladı. Sert bir ifadeyle sordu; -Kimsin? -Adım Ömür! Tolga komiserin muhbirlerinden biriyim. -Ne öğrendin? Çabuk anlat! -Eşini öldüren adamın ismini buldum ve birkaç şey daha… -Söyleyeceksen söyle yoksa seni şu anda öldürebilirim. -Adı Caner fakat kim olduğuna dair bir iz yok. Takma isim kullanıyor olabilir. -Başka? -Olay yerinde o gece olan kişilerden birisini buldum. Katili gördüğünü söylüyor, fakat ne yaptıysam konuşturamadım. Bir tek sana anlatabileceğini söyledi, yarın saat 14.00’de Kallavi Kafede ol. Dedi ve oradan ayrıldı.

Murat, gelişen bu olaylar karşısında şaşkındı ama mantıklı düşünebiliyordu. Muhbir neden Tolga’ya değil de direk olarak kendisine gelmeyi tercih etmişti? Bu soru cevabını bulmalıydı. Kafasını gökyüzüne çevirdi “Bulacağım hayatım. Senin katiline adım adım yaklaşıyorum” dedi ve evine doğru yürümeye başladı… Evinin önüne vardığında bir sürpriz daha onu bekliyordu. Devam edecek…

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com


KALEMSİZ’SENİZ KALEM SİZ Ekim… Sonbaharın başlangıcı, ağlamayı bekleyenlerin sabırsızca beklediği duygu yüklü yağmurun mevsimi eylül ile aşk ayı kasımın arasına sıkışmış, kıymeti bilinmeyen, es geçilen mağrur bakışlı hazan ayım… Ne çok birikmişliğin vardır içinde. Ne hüzünler ne özlemler ne gülücükler saklarsın da gören olmaz içini. Kim bilir, benim gibi seni bir kar tanesi hassasiyeti ile avucunda saklayıp çocuk masumiyeti ile erimesin diye bakanlar da vardır belki. Sen benim en kıymetlim, hüsn-i hazanım, can-ı gönlüm, paydaşım, en paydaşım… Senden bir şeyler mi buldum da soktum seni taa içimin içine, kendimi sende mi gördüm, bilemedim. Bildiğim şu ki ben sende hep en güzelleri buldum, sende hep ben oldum; biraz daha, biraz daha ben… Sevgili Kalemsizler. Bugün eylülün son demleri: Ağlamayı bekleyenlerin; aşkı yüreğe düşen yağmur damlaları ile buğulu camlar arkasında izlemeyi sevenlerin; et-

rafına gülücükler saçsa da içini ıslatanların en sevdiği ay. Sonbaharın en kıymetlisi eylül bitti ve Kalemsiz bir ekim sayısı ile karşınızda. Yazıma “ekim” ile başladım. Başladım ki gecenin zifirisinde yüreğine ay düşmüş okurlarım bir pencere daha açsınlar kalplerinde. O pencereden doğsun güneş. Mühim olan ekim değil, eylül değil; mühim olan, o güzel kalpleriniz ekim gibi sıkışıp kalmasın, yorulmasın şeffaf duvarlar arasında. Her ay bir başlangıçtır her ay umuttur, umuda açılan kapıdır. Yeter ki siz bir aralayın o kapıyı. Değişim, siz ona evet dediğinizde zaten başlamış olacaktır. Dünyada milyarlarca insan, her insanın içinde bambaşka hüzün saklanır. Yalnız değiliz aslında sandığımız kadar. Unutmamamız gereken, her dert geçer, her hüzün geçer, her imkansızın bir imkanı bulunur, bulunmasa da unutulur. Şu dünyada geri gelmeyen yalnızca ama yalnızca tek bir şey var: Akan zaman. Zaman her saniye aleyhimize işlerken içinde örtüp örtüleyip avucumuza


ZSİNİZ bırakmaya çalıştıklarını görememekse, ziyanların en büyüğü. Bu ay benim Kalemsiz’de birinci yılım. Tam on iki ay önce girdim bu güzel insanların içine. Yine bir ekim rüzgarıydı beni savurup bu diyarına getiren. Kalemim olmadan da kalemin ben olduğunu öğrendim ben bu ailede. Görmesem de yüzlerini, yüzlerine sesimi savuramasam da tüm yüzlerini gördüklerimin aksine görmeden de duymadan da aile olunabileceğini öğrendim bu çatı altında. Her yeni günde yeni insanlar, yeni aile fertleri kazanıyor olmanın sıcaklığı ile gün be gün büyüyor Kalemsiz’im ve büyüyorum Kalemsiz… Akıp giden zaman gibi akan ve gidenler de oldu yuvamızdan, bir nisan yağmuru gibi içini döküp çekilenler de; yurdunu kaybetmiş adam misali kıvranırken zaman boşluğunda, tutunacak dalı Kalemsiz olup kalemi yüreğinin mürekkebine batırıp mısralarını sizlerle bir dilim ekmek gibi bölüşenler de… Bizler, yüreğimizin soluğu yettikçe,

mısralarımız ile sizlerin o güzel yürekleriniz arasında köprü kurmaya, iki kelamımızı sizlerle bölüşüp doymaya devam edeceğiz. Ben Kübra GÜLMEZ, yine bir ekim gününün bana örtüleri altında uzattığı ailemden size diyorum ki görmeyi deneyin hayatın karşınıza çıkarttıklarını. Kim bilir, belki sizin de hayatınıza bir dilim ekmek buğusunun sıcaklığını getiren ama farkında olmayı istemediğiniz bir ayınız vardır. Dilerim ki tüm saklı kalmış umutlarınız, hayalleriniz hiç beklemediğiniz bir anda çalar kapınızı. Yeter ki siz bunu isteyin. Saklı ay “ekim”in yüreklerinize farkındalık, umut ve gülücük tohumları ekmesi dileğim ile. Kocaman yürekli Kalemsiz Ailesi ve bizi kalem yapan okurlarımız, iyi ki varsınız :)

KALEMSİZ’SENİZ, KALEM SİZSİNİZ!

Kübra GÜLMEZ

kubra.gulmez@kalemsizdergi.com



"Sıkıntı, keder, üzüntü" bir şeyler yaşadın. Ama her şeyden önce üzüldün. Çevrende herkes seyirci kaldı bu duruma. Senin acıların sinema filmi gibi geldi onlara. Mevsimlerin karıştı birbirine. Yaz mevsiminde ayazlar soludu kalbin; güneş en tepedeyken hem de. Bir isim koydular sana; o da: Zarra... En sevdiğin rüyadan uyandırdılar mı seni Zarra? Gergin göz kapakların yumuşadı mı onun yüzüyle, gözyaşlarına aldırmadan? “Galiba” dedin mi hiç uyanırken? “Ya rüyaydı ya da gerçekti hatırlamıyorum” dedin mi? Diyemezsin. Çünkü rüyaydı Zarra. Kabul etmek istemediğin bir rüya... Sana unut demediler ama sen unutmam dedin. Unutmak onu hatırlatırdı çünkü ve hatırlamak aşktı, senin en büyük karşılıksız kaderin. Seni çok aradılar Zarra... Kimisi gülmene aldandı, kimisi saçına, kimisi gözüne... Suçladılar seni aldırmadın. Suçlanmak bile onda güzeldi. Bir sigara yaktın. Sonra kızdın kendine. Söndürdün Zarra. Söndürdün. Dudaklarına değmişti. İçine çekmiştin dumanını. Açtı kapıyı ve girdi. "Dur" demedin. Yanına yaklaştı. Kokunu içine çekti. "Git" diyemedin. Karşılık verdin. Sonra etraf karardı, renkler soldu, bedenin ürperdi, gözlerin açılmadı. Çünkü rüyadaydın Zarra. Hiç dillendirmediğin ‘galibalar’ la uyuyordun...

Uykundaki sancıdan bahsediyorum, uyandığında vücuduna inen. Sensizliğin sebebini yorgunluğa bağladığım sızı, anneme söylediğim... Bedeller Zarra, mutluluğun bedelini şu an özlemle ödüyorum. Benim hiç böyle kutsal bir ödemem olmamıştı. Bedeller kıskanır seni. Ben kıskanırım gülüşlerini, başkalarına baktığın gözlerini. Hani şu bakınca cenneti gördüğüm... Kirpiğinin ucuyla bana mutluluğu öğreten sevgilim. Uykumdaki huzuru düşümde aradığım yüzünle geçer günlerim. Sen bilmezsin ben hep beklerim, gelmezsen eğer; sensizliktir benim ecelim...

Her akşam dışarıda penceremden seyrettiğim sokak lambasının ışıkları getirir beni sana, Kalbimden gözlerime yansır hecelerim bütünleşir, Getirir seni bana... Gözlerimi kapayıp sana daldığım rüyalarım yanında özleminle dökülür mısralarıma, Biriken yaşlar birer birer dökülür kâğıdıma o da mısralarımdan getirir seni bana... Seni bana getiren bir ‘Eylül’ akşamıysa, Elimi uzatıp yanımda gördüğüm bir düşmüş aslında, Ve ben o ‘Eylül’ akşamında, Kayboldum seni bana getiren şarkılarda…


BİR İLİM İNSANININ ANISINA Ayşe Bengisu AKDAĞ

aysebengisu.akdag@kalemsizdergi.com


“Merakımı tütünüyle dürdüğüm, vefa olup kâğıdına girdiğim, hasretimle beleyip de sardığım sigaram... Zehir de olsan, insanların ihaneti kadar acı değilsin.” (1948) Kapıyı yavaşça aralayarak odaya girdim. İçerideki uhrevi hava, loş aydınlık, yaşanmışlığın verdiği o hoş koku kaçmasın diye hemen kapadım kapıyı ardımdan. Dört duvarı da kütüphanelerle kaplı bu odada bir zamanlar çeşit çeşit romanlar, ansiklopediler, dergiler, ilmi kitaplar tek tek karşılıyordu içeri gireni. Şimdi bu boş tahta raflar, onlarla konuşan; her gün selamlaşan dedem gittiğinden beri yalnız, öksüz... Tozlu kütüphaneye sanki gençlik yıllarının fotoğraf albümüne bakan bir yaşlı gibi hasretle, hüzünle baktım. Canlandı eski halleri gözümde. Kapaklarını açtım; bıraktıkları koku duruyordu hâlâ. O sırada rafların karanlık köşelerinden birine sıkışmış bir zarf ilişti gözüme. Merakla uzanıp aldım. Arka yüzünü çevirip baktım. Dedem adına Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne gönderilmiş zarftan sararmış, yıpranmış kâğıdı çıkarıp hemen okumaya başladım. Sağ üst köşesine “29 Ekim 1972 Londra” tarihi düşürülmüştü. “Azizim Zâhid”* hitâbıyla başlayan satırları okumaya devam ettim.

“Dün akşamüzeri Londra denilen bu azîm, siyah çehreli şehre ayakbastım. Vaktiyle kalmış olduğum oteli sahiplerine kadar değişmiş buldum... Memleketten dün sabah ayrıldım. Bugün oraya ait her şeyin özlemi içindeyim. Cebimde kalmış olan bozuk Türk paralarını dahi okşuyorum. Nasıl okşamam ki! ...” Bir an hüzün duyarken içimde dudaklarımda hafif bir tebessüm de belirdi. Zihinde o anda teşekkül edip yazılıverdiği anlaşılan bir beyitle devam edilmişti satırlara: “Gözümde tüttü efendim; gözümde İstanbul Ecelle ülfete tâlib, gönülse Londra’da.” Her satırı hisli olan bu mektubu okumaya devam ettim. Ön sayfaya sığdırılamayan son birkaç cümle eklenivermişti arkaya. “Bu kadar gevezelik kâfi.En yakın zamanda dönmeyi umut ediyorum. Tabii Allah izin verirse.” Sözleriyle son verilmişti yazıya ve hemen altına da isim eklenmişti: “Kaya Bilgegil” Bir an duraladım; tekrar okudum. Aynı isim. Evet, bu satırlar Kaya Bilgegil’e aitti. Derslerimizde kitaplarına çalıştığımız, makalelerini okuduğumuz büyük edebiyatçı, dilci, şair, ilim insanı... “Yüz kere dünyaya gelsem yine edebiyat muallimi olmak isterim” diyen mesleğine âşık bir profesör. Kaçımız tanıyorduk kültür ve


edebiyatımızın mihenk taşlarından olan Bilgegil Hoca’yı, ne kadar tanıyorduk? Önceleri öğrencisi sonrasında profesör olan Ş. Aktaş hocasını şu satırlarla anlatmıştı: “Erzurum’da bir Kaya Bey vardı. 1987’de ebediyete intikal etti. ‘Rahle-i tedris’inden geçen öğretim üyeleri Türkiye’nin her bir üniversitesinde hizmet vermekte; onunla ilgili anılarını yâd ederek görevlerini yerine getirmekte...” Yine onun izinden giden bir diğer öğrencisi de hocayı kendisinden korkulan fakat yine de gölgesinde huzur bulunan gerçek bir baba, gönlünü de kim olursa olsun herkesin yer bulduğu ‘büyük bir sahra’ olarak tarif etmişti. Kaya Bilgegil babasını kaybettiğinde henüz bir, annesini kaybettiğinde ise beş yaşındaydı. Şiire ve edebiyata ilgisi lise yıllarında başlamış, bir defterde topladığı ilk şiirleri “Tahassür” adını almıştı. Ardında bıraktığı dille, edebiyatla ilgili eserleri ve yetiştirdiği bugün bizlerin hocaları olan öğrencileri ile “Türk edebiyatı ve dil bilim dünyamızın Cumhuriyet Dönemi’nde yetişmiş dilcileri arsında hiçbir zaman unutulmayacak ve öğrencilerinin hafı-

zalarında daima yer edecek, yaşayacak ve yaşatılacak” bir hocaydı... “Bir milletin dilini bozmak; kalelerini yıkmaktan, şehirlerini yakmaktan daha tehlikelidir” demişti ve dedemle birlikte Türk dili ve kültürü sevdasında el ele veren bir hocaydı... Kaya Bilgegil bu mektubu yazarken tam on beş yıl sonra yine bir Ekim soğuğunda bu dünyaya veda edeceğini nereden bilebilirdi? Nereden aklına gelirdi arkadaşının kendi kitaplarıyla çalışan edebiyat öğrencisi bir torunu olacağı; kilometreler ötesinden, yıllar öncesinden gelen bu mektubun bir gün onun eline geçeceği... Mektubu katladım tekrar iz yerlerinden. Geri koydum yırtılmış, sararmış zarfının içine. Kütüphanenin tozlu, karanlık köşesine bırakıldığı yerine geri yerleştirip kapattım dolabı. Ağır ağır gittim kapıya doğru. Geri dönüp bir kez daha baktım boş raflara. İçerideki uhrevi hava, loş aydınlık, yaşanmışlığın verdiği o hoş koku ve bir de Kaya Bilgegil’in anıları kaçmasın diye hemen kapadım kapıyı ardımdan...


*Prof. Dr. Zahit Aksu, İlahiyât Fakültesi. Kaynak: “Ölümünün 25. Yıldönümünde Prof. Dr. Kaya Bilgegil ve Dr. Zöhre Bilgegil’in Eseri”, TDK, H. Rıdvan Çongur ( Bilgegil Hoca hakkında daha fazla bilgi için ayr. Bkz. : “Kaya Bilgegil, Hayatı ve Eserleri”, Yrd. Doç. Dr. Zöhre Bilgegil)


FARKLILIKLAR Geçenlerde torunlarının “Dede, babaannemle nasıl tanıştınız?’’ sorusunu düşünüp torunlarına güzel bir hikâye bırakmak isteyen yaşlı adam, kendi hikâyesini yazmak için bilgisayarının başına geçti. Uzunca düşünüp hafızasını yokladıktan sonra ilk gün daha dün gibi gözünün önüne geldi. Biraz hüzünlendikten sonra, bir metin belgesi açıp parmaklarını klavyenin tuşlarıyla öpüştürmeye başladı.

Elleri, siyah montunun içinde, kafası yağmurdan eğilmiş, yüzü ıslak, hızlı hızlı yürüyordu. Caddede yanından geçtiği insanların hepsinin, her taraflarını elbiselerle kapladıklarını görünce sonbaharın geldiğini bir kez daha anlamış oldu. Hızla yürürken ayağı bir taşa takıldı ve ıslak yere yüzüstü yapıştı. Gözünün ilk gördüğü lacivert

bir kadın ayakkabısı oldu. Kadın Yiğit’i kaldırmak için elini uzattı istemsizce. Yiğit yukarıya doğru baktığında nadir rastladığı kadınlardan birine denk geldiğini gördü. Gözlerini nehirden çalmış, saçlarının geceye benzediğini tahmin ettiği fakat göremediği, yüzü ise ay kadar sarı ve parlak bir kadındı bu. Kadın Yiğit’i kaldırdıktan sonra: - Bir şeyiniz var mı? - Yo, iyiyim hanımefendi. Sadece yağmurun gazabına uğradım ve önümü göremedim. - Elleriniz çamur olmuş, yüzünüzde. Islak mendil vereyim size. - Çok makbule geçer. Kadın çantasından küçük beyaz elleriyle ıslak mendil paketini çıkartıp, içinden birkaç tanesini Yiğit’e verdi. Yiğit elini yüzünü silerken bir yandan da yağmurdan kaçmayı bırakmış, Allah’ın ona gönderdiği başka bir rah-


meti seyretmeye koyulmuştu. Kadın Yiğit’in bu bakışlarından sanırım etkilenmişti ki o da kalakalmış, yoluna yürüyesi gelmiyordu. Yiğit elini yüzünü sildikten sonra: - Bu yağmurda herkes düşen birini kaldırıp da sonrasında mendil verip silene kadar onu beklemezdi. Belli ki iyilik yapmayı seviyorsunuz. Bana da bir iyilik yapar mısınız? İlerdeki kafeteryada bir çay içeceğim. Bana eşlik eder misiniz? Hem biraz da kurulanmış oluruz. Kadın panikledi. Ne diyeceğini şaşırdı. Tanımadığı bir adamla çay içmeli mi? bilmiyordu. Daha önce böyle bir şey başına gelmemişti. Daha adını bile bilmediği bir yabancının yanında yürüyüp, karşısına oturup muhabbet edecek ve çay içeceklerdi. Oysa bu onun dinine göre haramdı. Küçük bir zina sayılırdı. Küçüklükten

beri öğrendiği şeyler ona bunun ters olacağını söylüyordu. Neden o halde adamın elini tutup onu kaldırmıştı. Bundan bile pişman oldu. Yağmurun sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Esra susuyordu. Yiğit gözlerinin içine bakıyor, ağzından çıkacak olumlu cevabı duymak için bekliyordu. Bir şey söylemeyince tekrar konuştu Yiğit: - Lütfen, bana hayır demeyin. Sadece bir çay ısmarlamak istiyorum size. Zira bunda kötü bir şey yok. Annesi Esra’ya insanları kırmaması gerektiğini söylerdi hep. Ama bu, bu durum için geçerli değildi aslında biliyordu. Fakat Yiğit’in gözleri bile yalvarıyordu sanki. Kıramadı. -Peki, ama sadece bir çay içip kalkacağım. Çünkü bu durum benim için pek alışık bir durum değil. Aldığım kültüre ve edindiğim kişiliğe ters.


Yiğit şaşırmıştı. Daha önce sayamadığı kadar çok kızla buluşmuş, sadece çay içmek değil, birçok şey yapmıştı. Hepsini hayatını birleştirebileceği kadın olarak görmüş fakat çoğu sonradan ona ihanet etmişti. Hepsiyle anlaşamadığı bir nokta olmuştu ve her ilişkisi birkaç ay içinde bitmişti. Ama hiç birisi Esra gibi bu kadar çekingen ve bu kadar tedirgin değildi. Sonra Esra’nın gözlerinin içine bakıp: -Peki, nasıl istersen… Sadece bir çay içip kalkarsın. Hemen şurası zaten… Yürüyelim. Birlikte yürümeye başladılar. Yolda biraz konuştular. Esra Yiğit’e çok farklı geldi. Etrafındaki hiçbir kız gibi değildi. Ağzından tek bir kötü söz çıkmıyor, duruşu bile Yiğit’e hanım hanımcık bir kız duruşu gibi geliyordu. Huzur veren içten ve sakin bir sesi vardı. Yürüyüşüyle asilliğini dört bir yana saçıyor; tüm kalabalığı Yiğit’in gözünde yok ediyordu. Yiğit’in gözlerine bakamayıp utanması Yiğit’in çok hoşuna gitmişti. Yolda hala isimlerini öğrenmediklerini fark ettiler ve birbirlerine isimlerini söy-

lediler. Sonunda kafeteryaya vardılar ve yağmurun iğnelediği bir pencerenin yamacına karşılıklı oturuverdiler. O gün ve o günden sonra birçok konu konuştular. Yıllar birbirini kovaladı, mevsimler geçti ve her konuştukları konuda bir ortak nokta vardı. Kültürleri örf ve adetleri, alışkanlıkları hayata bakış açıları birdi. Ufak tefek tartışmaları dışında anlaşamadıkları konu olmadı. Aynı yastığın iki ucunu eskittiler beraber. Yiğit bundan önce attığı tüm atışların neden hedefi tutturamadığını anlamıştı. Hepsine âşık olduğunu düşündüğü kadınların hiç birine âşık olmadığını anlamıştı Esra ile beraber. Çünkü hepsi birbirine benziyordu ve Yiğit farklıydı. Anlaşamadığı insanları sevdiğini sanıyordu fakat sevmiyordu. Aynılarla olmak istediği için hiçbir ilişkisi uzun süreli olmamıştı. Esra onun gibi farklı biriydi. Ve ikisi herkesten farklı, iki aynıydı. Hayat herkesten farklı iki aynının kaderini aynılaştırdı. Birleştiler. Fakat kader Esra’yı torunlarını göremeden Yiğit’ten ayırdı.


Diyerek hikâyesini bitiren yaşlı adam, aslında anlattığı hiçbir şeyin gerçek olmadığını biliyordu. Karısıyla farklı dünyaların insanlarıydı ve bu hikâyeyi yaşayamadığı için çok pişmandı. Karısıyla meyhanede tanışmıştı. Yiğit’i aldatan karısı, üzerine iki koca eskitmiş, bencil, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden, para ve zevk düşkünü bir kadındı. Fakat babaannesini bilmeyen torunlarına, babaannelerini nasıl olur da olduğu gibi anlatırdı? Bunu ne kendine yedirebilir ne de onlara iyi örnek olabileceğini düşünebilirdi. Satırlarını gözyaşlarıyla sonlandıran adam, belgeyi kaydedip, yazdığı hikâyeyi ezberlemek için ve belki de yazdığı hikâyeye kendisini de inandırmak için tekrar tekrar okumaya başladı.


EKİM DE HÜZÜNLÜ MİLLETİN DE Tarih 23 Mart 1876, yer Diyarbakır’ın 3.000 nüfusluk küçük kasabası Çermik. Türk ilmini, düşünce hayatını, toplumsal düzenini aydınlatacak o olan büyük deha Gökalp, dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra bütün gençler gibi o da İstanbul’da okumak istediği için Baytar Mektebi’ni burslu yatılı olarak kazandı. Gökalp, içinde bulunduğu dönemin olaylarına tepkisiz kalamadı ve canından çok sevdiği memleketinin acılarını en derinden yaşadı, karamsarlığa kapılıp vazgeçmek yerine daha çok araştırdı, bıkmadan anlattı. Sosyoloji alanında Durkheim’in fikirlerinden etkilendi ve Türkiye de sosyoloji biliminin kurucusu oldu. 1911 yılında, Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem’in çıkardığı Genç Kalemler Dergisi’nde yazmaya başladı.

Aradığı idealler bu hareketin içindeydi ve Gökalp ile birlikte bu harekete farklı bir nefes gelmişti. Bu nefes öylesine güçlü öylesine değerliydi ki hiçbir engel, hiçbir sürgün bu nefesi kesmeye, bir süreliğine durdurmaya dahi yetmemişti. En zor günlerinde öğretmekten asla vazgeçmemiş; sürgün edildiği yeri bile bir sınıfa çevirmeyi bilmişti. Eğitimin öneminin farkındaydı; özellikle de kadınların eğitiminin öneminin farkındaydı. Kızlarının iyi eğitim almaları için sürekli onlara tembihte bulunuyordu. İyi eğitim almış, kendini geliştirmiş bir kadın, iyi bir aile demekti ve temelleri sağlam atılmış bir aile de özlenen sağlıklı bir toplum demekti. Kızıl Elma’da ütopyayı Ay Hanım’a kurdurması da kadınlara verdiği önemin en büyük kanıtıydı. İyi bir sosyolog olmasının yanında büyük bir fikir adamı ve önemli bir


edebiyatçıydı. Fikirlerini “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” olarak sistemleştirmişti. Masallarının ve diğer eserlerinin yanında düşünce yapısını en kapsamlı şekilde anlattığı “Türkçülüğün Esasları” bütün gençlere yol göstermiş ve yenilikçi sağlam fikirleriyle devre damgasını vurmuştu. Fevziye Abdullah Tansel onun makalelerini düzenlemiş ve çok sayıda araştırmacı da onun hayatını, düşünce sistemini incelemişti. Göklerin yiğidi, yabancı milletlerin hayranı olmak yerine kendini kendi milletine, öksüz bırakılan tarihine adamıştı. Gelişmenin, istenilen noktalara gelebilmenin tek yolunun içimizdeki cevheri parlatmaktan geçtiğini biliyordu. Dilini kaybeden bir milletin asla yaşamayacağını, kendini sonsuza kadar yok edeceğini bildiği için, özellikle “Dilde Türkçü-

lük” Gökalp’in asla vazgeçemeyeceği davasıydı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin inkılâplarının, sosyal, dil, tarih… Alanında etkilendiğini; onun ortaya koyduğu temeller üzerine inşa edilen hayalini kurduğu genç devletin olgunluğunu göremeden 25 Ekim 1924 yılında henüz kırk sekiz yaşındayken ve milletinin ona her zamankinden daha çok ihtiyacı varken herkesi hüzün seline boğarak sonsuz yolculuğuna uzandı. Yıllar, hak etmediği sürgünler, yorgunluklar, onu anlamayan insanlar tıpkı bir çınar gibi onu yavaş yavaş tüketmiş ve erkenden bu dünyadan almıştı. Onun ölümünden sonra herkes üzüntüdeydi. Gazeteler sürekli yazılar çıkarmıştı; yurt dışından, yurt içinden bir sürü tanınmış yazar, şair, araştırmacı ve ömrünü adadığı milleti bu büyük acıyı hep beraber


paylaşmıştı. İnandığı mefkûreler için beraberce yürüdüğü dava arkadaşı Ağoğlu Ahmet ise onun bu ani gidişinden sonra arkadaşı için: “Hiçbir zaman, hiçbir vaziyette Ziya’nın ruhuna yeis, ümitsizlik gibi fütur girmemiştir. En müşkül ve en karanlık zamanlarda o daima iman ve ümit saçmıştır” demişti.

Kendisi kısacık ömründe hazan mevsimini yaşayıp, sevimsiz bir yaprak dökümünde zamansız gitse de bu aziz topraklar üzerinde yeşeren gençlere, ilkbahar gibi bilimin, millet olma bilincinin ve yüceliğin taze esintilerini bırakmıştır. Ve bu ilkbahar tazeliğini ruhlarına aşıladığın gençler ekimleri son bahar diye değil seni bizden aldığı için hiç sevmedi, milletinin ölümsüz kahramanı…

Pınar Çaylak

pinar.caylak@kalemsizdergi.com


ÜŞÜTÜYORSA SEVMELERİNİZ; LÜTFEN! SEVMEYİNİZ

Her bir gecenin şarkısı var. Ne varsa gecenin yarısı, ne konuşulacaksa tam bu saatlerde başka. Hepimiz bir bildiğimiz var da susuyormuş gibiyiz. Neyi dilimin ucuna getirip de söylemiyorsam, hepsi azlığın bana verdiği çaresizliğe dayanarak. En azından uykusuz geçen saatlerimizi bize geri vermeliler, hayat çok kısa. Elimde avucumda ne varsa telaşa vermek istiyorum. Yetişmenin telaşı delice kahrediyor içimi. Bir yanım hep kimliksiz durumlarla tanışmaya müsaitken bir yanım korkudan evden çıkmıyor; bir yokluk ki kavgayı bitiriyor. Kahrolsun, hiç zamanı değilken orada burada ansızın karşımıza çıkan dili tutulasıca hain şarkılar. Biraz sonra ölebilirim belki ama hala sıradaki şarkıyı düşünüyorum, bu çok daha güzel bir mevzu. İnsan insana yol yakınken benzemeye başlıyor lakin gereğinden çok mutlu insan var etrafta. Mutsuzluğu da onlardan öğrenecek değiliz elbette. Dinimize küfredenlerin hepsi Müslüman’dı zaten. Fakat bizim mutlu olmamız gerekiyordu; biri oyunun kurallarını değiştirmiş haberimiz olmadan. Kalbim dokuz kez üst üste kırılmadan, dersimi alamıyorum anne. Benim kalbimin kırılması sorun değil de onların içine siniyorsa ciğerleri çürüsün. Ne kadar çok olmayacak dua varsa âmin diyorum! Hatta hepsini ezbere biliyorum. Gündüz unuttuklarımın yerini gece derinden hatırladıklarım yağmalıyor. Geri kalan her şey bildiğin gibi… Neyi aradığımızın çok da önemi yok aslında, biz ortayı bulamadık diye çaresi yok. İnsanın bir kere niyeti olsun, yerinden kalkmasa bile çoktan gitmiş oluyor.


Söyleyecekleri bir odayı doldurur miktarda işe yarar değilken dünya kadar bahanesi olanın da gidişine üzülecek değiliz ya. Gebersin gitsin o ayrı. Başkasının söz verip geri dönmediği yeri, kalanlar hikâyeleriyle yağmalıyor zaten. Arkasından yola düşüp artık eskisi gibi yetişememenin verdiği kahrolası telaş yüzünden, kaldırımlara oturup geri döner diye bekleyemedik bir kere. Belki zamanla düzelir diye diye kırılmadık heves de bırakmadık. Üstüne üstlük yoldan geçerken başkalarının bile fark etmediği insanları sevmekten korktuk ya, yazıklar olsun bize. Ne zaman birine “İstersen beni çıkar yoldan, suça alıştır.” diyecek kadar yakın hissetmiyorsam kalbimi, anlıyorum ki başkasının âhı tutmuş. Bu yüzden de bu talihle yol bir yere gitmez, biz yola düşeriz. Hem de yüz üstü. İnsanın insanı sevmeye bile çok geç kaldığı yerlerde vakit darmış işler yetişmemiş kimin umurunda… Bazı durumlar bir tek mideni değil, seni ciğerine kadar bulandırıyor. Hani ezbere bildiğin bütün o masalları düşün: Pamuk prenses cadının verdiği elmayı ısırdığında ölmek yerine tatlı bir uykuya dalmıştı sadece; Külkedisi gece on iki den sonra eski haline döndüğünde prens, tek bir gecede gözünü büyüleyen o kızdan vazgeçmemiş peşine düşmüştü yine de; Kırmızı Başlıklı Kız, kurdu büyük annesi sanacak kadar saftı paçayı kurtarırken. Oysa yirminci yüzyılda masal dediğin; Pamuk prenses o elmayı yiyip hayatını kaybettiğinde prens gelmez ve cadı hayatı boyunca kötülük yapmaya devam ederdi; Külkedisi gizlice baloya gittiği için gece gelen üvey annesinden defalarca dayak yerdi; Prens kendine göre bir eş ile evlenirdi. O güzel gece de tarihin satırlarına karışırdı. Külkedisi kadar bile olamadı bazılarımızın şansı kimse arayıp bulmak istemedi bizi. Hep kaybolduk.


Kırmızı başlıklı kızın halinden bahsetmiyorum bile! Kimimiz Kırmızı Başlıklı Kız gibi kurtaramadı paçasını kurtlara yem olmaktan. Beyaz atlı prensimiz gelip uyandırmadı bizi öpücüğüyle, uyanık olmadığımızdan. Pinokyo gibi tahtadan insana dönüşme şansına nail olamadı kimimiz hep odun kaldı. Mutlu sonla biten bir masal yazmak isterdim ben de size. Ama yıllar işte... Gerçekler... Gerçeklerimiz. En kötüsü de, annem hiçbir zaman kimlere âşık olduğumu bilmeyecek. En büyük yoksulluk bu sanki. Güzel günler var yine de biliyorum. İlerde de, zamanının hangi yerinde? Akşam güneşinin battığı yer kadar turuncu, tekin olmayan sular kadar mavi, aşk kadar kırmızı. Biliyor muydun? Herkesten nefret ediyor olsan bile, birini sevmekten öleceksin. Aşka değil de Sezen Aksu’ya inanıyorum. Sezen Aksu dinlerken koşa koşa geldiğim aşk, sevmediğini bildiğim halde hiç kimseye boşu boşuna gitmediğim günler kadar çok. Şükürler olsun. Şarkı tutuyor da uyku tutmuyor. Sıradaki şarkı, sizlere değsin.

Sonay Karakaya

sonay.karakaya@kalemsizdergi.com


Kişilik Tek kişilik yataklarda, Çift kişilik rüyalar görüyorduk. Saftık bir zamanlar… Gel gör ki, büyüdük! Çift kişilik yataklarda, Kişiliksiz kaldık.

Sus pus Ansızın, ılık bir cümle aktı sırtımdan. Kahpece ve ardın sıra sapladığın harflerinin ertesinde. Hani en umulmadık andır ya o... Aslında göğüslesen mısralara direnirsin, Ama hazırlıksız yakalanmışsındır bir kere. İnce bir iç çekiş ve akabinde, Belki de bir hecelik zaman dilimine sığan, Fakat bir kaç paragraf niteliğindeki suskunluk… Acımı hafifletmek için mi? Sanmam! Belki de daha fazla acımak için. Belki de acıyla inatlaşmak... Belki de inadına acımak! Aslında keskinliğinden ziyade, Ziyadesiyle gafil avlanmaktı canımı yakan. Hainliğin beni, Suskunluğumsa seni yanılttı biliyorum. Üstelik her seferinde tepkisiz kaldığımı sandın, Defalarca indirdiğin küfür darbelerine. Sen bir tek göz yaşı damlasının, Yüzlerce şiiri barındırabileceğinden bihaberken. Ben destanlar yazıyordum; Okumasını bilmesen de Damarlarımdan akan o kızılca kelimelerle.

TOLGA ARSLAN

tolga.arslan@kalemsizdergi.com


YENİK DÜŞÜLEN SEVDALAR

Bir peçetenin ortasında kan damlaları Ve şiir… Alıp götürense seni; sadece bir olasılık! Şiir, kan değildir... Ulaşmak zordur onlara, Alışmak da ayna kayboluşlarına. Bütün mesele hayvanca bir azar! Mülteci sayılmaz hiçbir boşluk, Ne sen topraksın ne gökyüzü olan onlar. Dil döken, yalvaran yine yataklar olacak; Bir sabah anlamak dedikleri, Yine yenik düşülen sevdalar sayılacak...

VOLKAN ALTINBAŞ

volkan.altinbas@kalemsizdergi.com

İkimiz de aynı trende ayrı yollarda, Anlaşılmaz, müstehcen sevda raylarında... Bir gitmektir tutturmuş aldatmalar. Sende emanet bende tutsak, Düşen ellerimize sigaralar; Alıştırmamalı ellere sigarayı. Gönlümüzdeki korlar gibi Yanarken zevk almalara... Memleket olmuş bakışların âşikar simalarında Derin sancıları vuku bulup unutmuşken Şu hep aşk yazanları bir türlü silemediler; Öykülerini hazin bırakıp da gelenler... Kalemimde bir kaç kuple Henüz tanınmamış sen’ler… Bir tutam harf düşer saçlarından ellerime, Şu sevişmeden unutamadığımız kelimeler nedense Güzel gelir gözlere, bukle bukle.


K端lt端r & Sanat ->


Aylin Onart Röportajı Özgün Kabacaoğlu

ozgun.kabacaoglu@kalemsizdergi.com


Aylin Hanım en kısa tanımı ile bir İzmir aşığı. İstanbul’da yapılır burada olmaz denilen çok önemli işleri kendi şehrinde, İzmir’inde, gerçekleştiren bir işkadını, İzmirlileri başta İlber Ortaylı olmak üzere çok önemli konuklar ile buluşturan bir organizatör ve tecrübeli bir spiker, televizyoncu. Şu anda İzmir’deki Onart İletişim adlı şirketi ile “Kurumsal İletişim ve İtibar Yönetimi” alanında danışmanlık faaliyetlerini sürdüren Aylin Hanım ile biraz İzmir’i, biraz kendisini çokça da medyayı ve geleceğini konuştuk. Kendisine tekrar teşekkürler… -Bildiğim kadarıyla üniversitede hidrobiyoloji bölümünden mezun oldunuz. Şu anda ise iletişimcisiniz. Çok farklı bir eğitim ve bambaşka bir kariyer yolunuz var. Kariyer yolunuza nasıl başladığınızı anlatabilir misiniz?

Okurken çalışan ve habercilik/ yayıncılık mikrobunu kapanlardanım. Yeni Asır-Sabah grubu Dinç Bilgin-Aydın Bilgin döneminde aynı zamanda ATV İzmir bürosu olan Yeni TV Haber Merkezi’nde seslendirme, haber spi-

kerliği, haber program yapımcılığı, sonrasında Kanal 1’de haberin oluşumundaki her kademede, ara haber, ana haber, sabah ve öğle kuşağı özel haber bültenlerinin hazırlanması-sunumu, ekonomi haberlerinin hazırlanması-sunumu, röportajlar, seslendirmeler, redaksiyonlar ve bana adeta bir okul daha bitirten Ana Haber sonrası haftada bir sunduğum siyasetten, ekonomiye, iş dünyasından, kültür, sanat ve eğitime dek uzanan konu ve konuklarla Tartışı-yorum programının yapımı ve sunumu, ki bu tarz geniş kapsamlı, çok katılımlı programları normalde bir ekip hazırlar, ben tek başıma yürütüyordum o dönem. Akabinde de TRT 1… TRT’de de yine röportajlarını, seslendirmesini yaptığım ve sunduğum trafik programıyla devam etti; ve gelen 2000 krizi, diğer tabirle kara çarşamba ve medya sektöründe yaşanan sıkıntılar, kapatılan gazete ekleri ve tv kanalları vs derken 10 yılı aşkın süren medya çalışmalarımın ardından çok değerli üstadımız Betül Mardin’le bir etkinlik yönetimi projesinde birlikte çalışmamızla başlayan ve sonrasında 6 seneye yakın kongre turizmi yapan bir firmada önce Basın ve Halkla İlişkiler Koordinatörü, sonrasında Genel Müdür Yardımcısı olarak görev almamla devam eden bir süreç benimkisi. Şu an


Mayıs 2014’te 6. yılını dolduracak olan kendi kurduğum firmam On-Art İletişim Danışmanlığı’nda bu işlerimi sürdürüyorum. -Şu ana kadar birçok iş alanında rol aldınız; Haberin oluşum sürecinin her kademesinde yer aldığınız televizyon haberciliği, anchorwomen, turizmcilikte MICE diye geçen (meeting-incentive-congress-event) kongre turizmi ve etkinlik yönetimi, halkla ilişkiler ve iletişim danışmanlığı, eğitmen, master of ceremonies, TV programcılığı ve sunuculuğu, internet medyası ve dahası… Kendinizi en rahat ve huzurlu hissettiğiniz iş kimliği hangisiydi? Hepsi. Sonuçta baktığında hepsi “organizasyon” tabanlı. Ha tabi ne var, iyi ki çalışma hayatıma televizyon haberciliğiyle başlamışım, bu almak isteyen insanı öylesine besleyen ve geliştiren bir meslek ki, size müthiş bir araştırma yeteneği, bilgi hakimiyeti ve donanım sağlıyor. Yıllar boyu devam eden ve sonrasında da alışıp yaşam tarzın haline gelen bu durum sonucunda elde ettiğin bilgi ve birikimlerin, insana her alanda müthiş bir fayda sağlıyor. Tabi dediğim gibi, bunu bu şekilde görüp değerlendirebilen için. Bir de tek bir iş yaparsam sıkılırım. Şu saydığın birbirine paralel

işlerin çoğuna devam ediyorum zaten hali hazırda. Danışmanlıklarımda ve eğitimlerimde ise kurumlara ve bireylere fayda sağlamak beni hayata karşı müthiş motive ediyor. Bilgi paylaşımını ve bir şeylerin iyiye/olumluya doğru gitmesine vesile olmayı, gelişmesini görmeyi seviyorum ve haz duyuyorum. İletişimi kuvvetli, farklı fikirlerde dahi olsalar birbirini anlayabilen ve dinleyebilen insanlarla gelişeceğiz sonuçta, bu çok önemli! -Teknoloji hayatımızın bir parçası olmaya başladığından beri insanlar arasındaki iletişim sizce arttı mı azaldı mı? Arttı, hem de ne artmak… Teknoloji geliştikçe iletişim araçları sınır tanımıyor. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna erişim artık parmağımızın ucunda! Tabi bu gelişmeye ayak uydurabilmek ve hayatımıza giren bu yeni iletişim araçlarını “amacına uygun” ve randımanlı kullanabilmek gerekiyor. -Sosyal paylaşım siteleri bir yandan küresel iletişime ayak uydururken diğer yandan geleneksel iletişimin bu yeni düzende geride kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeniliğe ayak uyduramayanlar eskimeye ve geride kalmaya mahkumdur, bu doğa kanunu. Özellikle son 10 yılda yeni ileti-


şim teknolojileriyle birlikte adeta yeni bir medya düzeni kuruldu, kuruluyor. Steve Jobs harikası dokunmatik akıllı telefonların hayatımıza girdiği 2007 yılından bugüne, 6 yıllık süreçte geçirdiği değişime ve gelişime bakarak, şaşıp kalmayacak bir kişi yoktur sanırım. Keza sosyal medyanın dünya halkları üzerindeki anlık etkisiyle sınırları dahi ortak olmayan dünyanın bir ucundaki bir ülkeyle diğerini nasıl kısa sürede

bir araya getirdiği ve gidişata etki ettiği günleri yaşıyoruz, şahit oluyoruz. Bu müthiş bir şey! Ancak elbette ki mektup yazmanın, o mektubu katlayıp zarfına koymanın ve alıcısına ulaştırmanın tadı da bambaşka… Bizden önceki ve bizim kuşağın olmazsa olmazıydı ki “pen friend”lerimiz vardı düşün, ama şimdiki Y ve Z kuşağı için pek aşina olmadıkları bir iletişim aracı bu tabi. Onların şimdilerde twittdaşla-


rı var(gülüyor). -Daha genel anlamda dijital medya için neler söylersiniz? Özellikle internetle ve cep telefonlarıyla tanıştığımız yılları bir hatırlayacak olursak, gelişime dair aradaki uçurumun bu kadar kısa süre içerisinde oluşması, bundan sonra kullanacağımız yeni teknolojilerin insanlığı hangi noktaya taşıyacağına dair hiç bitmeyen bir merak uyandırıyor insanda. Tabi bu yeniliklerin kullanımına dünya ne kadar hazırlıklı, ne kadar amacına uygun kullanılabiliyor, suistimaline dair ne tür önlemler alınmalı, faydadan ziyade zarar verici yönde kullanımı yani işin etik kısmı da hali hazırda tüm ülkelerinin tartışma konusu. Mühim olan bu düzenlemelerin kişi ve kurumların kullanım haklarını engellememesi ve önlem almayla yasaklama arasındaki ince çizgiyi aşmamasıdır. -Gezi Olayları malumumuz, ülke olarak büyük sıkıntılar yaşadık. Haziran ayı boyunca tüm ülke olarak bu gündemle yatıp kalktık. Sizce yaşananlar geride mi kaldı. Türkiye’ye Gezi Olaylarının maliyeti ne olmuştur, olacaktır? Yaşananlar hala daha tazeliğini muhafaza ediyor tabi, zira bir takım dayatmaların tepeden inme bir şekilde uy-

gulamaya konulmak istenmesi, halkın reaksiyonunun bu derece güçlü olmasını tetikledi. Kurumlarda da böyledir. Bir kurumun değerleri o kurumda çalışanlarla birlikte oluşturulur, üst yönetimin kendi başına belirleyip çalışanlarına duyurması ve dayatmasıyla oluşmaz. Danışmanlık verdiğim firmalarda hep bunun üzerinde dururum ve stratejiyi, rotayı ona göre belirleriz. Gezi olgusunu da bir kriz yönetimi olarak düşünürsek iyi yönetilemediğini görüyoruz. Bir kere her şeyden önce “kendiliğinden gelişen bir ilk”ti bizim için. Son derece masumane ve müthiş yaratıcı bir gençlik gördük. Üstelik de her kesimden, el ele, kol kola, hayran olunacak bir dayanışma ve birliktelik içindeydiler. Bunu da ilk kez gördük ve bence dünya da ilk kez gördü böyle bir tabloyu. Biz yetişkinlerin başaramadığını başardı bu anlamlı birlikteliği sergileyerek Gezi gençliği ve biz bunu ülkemiz adına avantaja çeviremedik ne yazık ki… İlk müdahalenin sertliği ve sonrasında yaşananlarla bu masumane tablo, bambaşka bir havaya büründü, aynı havayı soluyan aynı ülkenin insanlarını iki ayrı uca derinlemesine sürükleyerek kutuplaştırdı, altı insanımızın hayatına, onlarcasının


yaralanmasına ve sakat kalmasına neden oldu. Hiçbir siyasi parti, STK, kurum vb. yapılanmayı barındırmayan ve kendiliğinden gelişen bu gençlik hareketinin tek beklentisi anlayış ve diyalogdu. Bu durum iyi yönetilebilseydi, kimse birbirini karşısına almasaydı, araya sızan provokatörlerle demokratik hakkını kullanarak tepkisini ortaya koyan vatandaşımızı birbirinden ayırt edici bir söylem kullanılsaydı, ülkemiz adına belki de basamak atlayacağımız bir sıçrama tahtası olacaktı Gezi. Ve şu an bu kutuplaşmanın gittikçe derinleştiğine işaret eden durumlara, olaylara şahit oluyoruz. Bu durum ülkemizin iç huzurunu daha da sıkıntılı bir hale sokmadan, kemikleşmeden bir an önce son bulur umarım ve dilerim o müthiş gençlik, ileride siyaset sahnesinde alternatif olacak ciddi bir oluşumla yer alabilir. -Malum yerel seçimlere giriyoruz. İzmir özelinden bakarsak şehrimiz için birçok orta vadeli proje ortaya çıkacak ve kamuoyuna sunulacaktır. Uzun vadede bakar isek İzmir gelecekte nasıl bir şehir olmalı? İzmir’e 2050 vizyonu biçseydiniz neler söylerdiniz?

Tabi bu işler öyle biçmeyle kesmeyle hemen olsaydı İzmir şimdilerde dünyanın önemli cazibe merkezi şehirlerinden biri olurdu. Bu bir süreç ve yönetim işi. Şu an olma yolunda ilerliyor, yapılanları takip ediyorum, danışan olursa destek veriyorum, veriyoruz. Tabi bu noktada mühim olan projelerin ortaya çıkması ve kamuoyuna sunulması değil, projelerin uygulamaya konulup tamamlanabilmesidir. Bizi gelecek yıllara taşıyacak olan da uygulanan ve bitirilen projeler olacaktır, sunulan ve kağıt üzerinde kalan değil. Evet, önümüzde bir yerel seçim süreci var, aday adaylarına kim seçilirse seçilsin sağlam bir danışman kadroya sahip olmalarını hararetle salık veririm. Zira artık bu işler bırakın 70’leri 80’leri, 90’lardan kalma bir zihniyetle dahi kotarılamıyor, görüyoruz. 2000’li yılları taşıyabilecek bir donanım, bilgi, vizyon, teknolojik hakimiyet, çağı ve halkını yakalayabilen, her alanda iletişim yeteneğine sahip ve geleceği öngörebilen bir zihniyetle hareket eden bir başkan ve danışman ekiple şehirlerimiz kimlik kazanıp, hayal ettiğimiz görünümüne kavuşacaktır. Bu İzmir için de böyle... Bir de hızla


küreselleşen ve teknolojik gelişmelere paralel oluşan yeni dünya düzeninde uluslararası ölçekteki yerel belediyecilikte hizmet ve hizmet kalitesi nedir/ne değildir, buna da hakim olarak… Yoksa İzmir’in nasıl bir şehir olması gerektiğini yıllardır çeşitli platformlarda, katıldığım toplantılarda, televizyon haberciliği yaptığım dönemde, makalelerimde, turizm çalışmalarımda, süregelen televizyon programımızda, kısaca bulunduğum her ortamda zaten dile getiriyoruz, ki söylemeye dahi gerek yok, şehrin kendi dinamiği, potansiyeli, güçlü tarihi “ben şöyle bir şehir olmalıyım” diye bağırıyor zaten. Görebilmek ve buna yönelik çalışmalarda bulunmak ve o çalışmaları tamamlamak önemli olan. -17 Ağustos 1999 Marmara depreminde aktif rol alan habercilerdendiniz. 8 – 9 saatlik kesintisiz bir canlı yayın performansınız var. O günlere dönersek olanları nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşananlar için geçmişe baktığınızda neler düşünüyorsunuz. Bugüne kadar depreme karşı mücadelede sizce bir yol kat edebildik mi? Bu konuya hali hazırda yeterli önemi göstermediğimiz son yaşadığımız Van depreminde bir kez daha ortaya çıktı.

Depreme dayanıklı binalar zamanında yapılmadığı için maalesef bunun korkusu ve tedirginliğiyle yaşamaya devam ediyoruz. Depremin ne zaman geleceği ve şiddetinin ne olacağını bilemeyiz ama en az hasarla atlatmaya yönelik önlemleri almak ve korunabildiğimiz kadar korunmak insan olarak elimizde. Hele ki 17 Ağustos gibi büyük bir depremi yaşayan bir ülke olarak, hızla önleyici tedbirleri almamız ve almakla da kalmayıp uygulamaya koymamız gerekir. Biliyorsun ki 17 Ağustos sonrası bir deprem vergisi gündeme geldi 99’da, yapı denetimi ve kontrolü arttırıldı ama ruhsatlandırma işlemleri sağlıklı yürütüldü mü ya da yürütülüyor mu bakmak lazım. Zira yıkılan binalara ruhsat veril-


diğini gördük yaşadığımız depremlerde, deprem yasası yani kentsel dönüşüm yasası daha geçen yıl meclisten çıktı ve uygulamaya başlandı. Bunun bir rantsal dönüşüme uğramaması için de etik olarak ayrıca hassasiyet gösterilmesi gerekir ki sağlıklı sonuçlar alalım. Toplum olarak çabuk unutuyoruz bu aşikâr ama 17 Ağustos’la karşı karşıya kaldığımız görüntüleri unutmak mümkün değil. Bir de o acı dolu korkunç görüntüleri görüp izleyip yayında izleyicinize anlattığınızı düşünün, hafızalarınıza kazınıyor adeta… -Kariyerinize baktığımızda turizm sektöründe de yer aldığınızı görüyoruz. Malum EXPO 2020 sürecini yaşıyoruz. Hem bir iletişimci hem de turizm sektörünü yakından tanıyan birisi olarak EXPO 2020 sürecimizi nasıl değerlendiriyorsunuz. Başarı şansımız nedir? İzmir alsın, kim istemez. Tabi ki bir İzmirli olarak cân-ı gönülden dilerim. İletişim süreci açısından baktığımızda bir stratejik planlama ve lobicilikten ne kadar nasibini alıyor EXPO 2020 için yapılan çalışmalar, ona bakmak lazım. Şüphesiz istik-

rarlı bir rotada yapılan tanıtımlar ve etkinliklerle, ilgili kişi ve kuruluşlara uluslararası anlamda bire bir ve sıkı bir markaj yapılması lazım gelmekte. Yönetimsel olarak bu tam manasıyla yapılıyor mu yani bir strateji doğrultusunda mı gidiyor çalışmalar ve lobi faaliyetleri, bilemiyorum. Bunlar PR’ın olmazsa olmazıdır biliyorsun hele de böyle uluslararası organizasyonlarda bunun önemi daha da artar. Bu işleri delege ederken her kim olursa olsun her şeyden önce İzmir’in geçmişini, tarihini, kültür-sanat yaşamını, turizmini, insanını kısaca “kentin dokusunu” bilen ve konusunun uzmanı kişi ve kurumlarla işbirliği yapılmalı ki aday olarak hiçbir şekilde açığımız olmasın, çarklar kontrolümüz dâhilinde sağlıklı işlesin. Bu ve buna benzer gördüğüm, hatta bizzat yaşadığım olmaması gereken şaşırtıcı durumlar nedeniyle bazı önyargılarım var ama umuyorum ve diliyorum ki EXPO 2020 elbette İzmir’in olsun. -Çalışmalarınızın yanında İzmir’de gerçekleştirilmesi zor bir adım attığınızı görüyoruz. On-Art İletişim Danışmanlığı adlı bir firma sahibisiniz. Herkes bu işler İstanbul’da olur


derken siz İzmir’de bu işi yapıyorsunuz. İzmirli genç iletişimcilere neler tavsiye edersiniz? İstanbul’da bu işleri yapmak kolay, mühim olan İzmir’de yapabilmek. Zira iki şehrin iş potansiyeli herkesin gördüğü ve bildiği gibi mukayese dahi götürmez. Ancak bir de şu var, ofisinizin İzmir’de olması sadece İzmir’e hizmet vereceğiniz anlamına gelmiyor hele hele küreselleşme ve iletişimin hızına yetişemediğimiz bu dönemde siz çalışmak istediğiniz sürece bir uçak biletine bakıyor. Bırakın yurtiçini varsa kapasite ve hakimiyetiniz yurtdışında bir firmaya dahi hizmet verebilirsiniz, bu böyle artık. Ve gittikçe spesifikleşen iş alanlarında hiç bilmediğimiz isimlerin bir anda popüler olabildiğine şahit oluyoruz, bunu özellikle sosyal medyada, e-ticaret ve internet ortamında çok gördük ve görmeye devam ediyoruz. Çünkü her şey orada dönüyor artık, yeni medya düzeni, yeni dünya düzenini de belirliyor. Y ve Z kuşaklarına göre İK planlamaları yapıyor artık iş dünyası, özellikle Z kuşağı ve ebeveynleri markaları vezir de rezil de edebilecek duruma

getirebiliyor Örneklerini dünyada markaların yaşadıkları vakalarda görüyoruz. Dolayısıyla inovasyonu gözetirken bu noktayı asla göz ardı etmemeliyiz. Genç arkadaşlarım ne yaparlarsa yapsınlar, en iyisini yapmaya çalışsınlar. Yeni ve fark yaratacak işlere imza atma gayretinde olsunlar; sevdikleri işi yapsınlar; hayata ve işlerine dair hep bir merak duyguları olsun; araştırsınlar; okurken mutlaka çalışsınlar ya da staj yapsınlar. Bu yapacakları, mesleğe dair kendilerini deşifre etmelerine yardımcı olacaktır. Mesleklerine/sektörlerine dair gelişmeleri, yerli-yabancı yayınları ve gündemi iyi takip etsinler; farklı ilgi alanları olsun ve o yönde de kendilerini geliştirsinler; hep üretsinler; ne olursa olsun hiç yılmasınlar ve daima tutkulu yaşasınlar. -Aynı zamanda aktif bir sivil toplum gönüllüsü olduğunuzu da görüyoruz. Fahri Trafik Müfettişleri Derneği’ndesiniz, Rotaryensiniz, Türkiye-İrlanda İşadamları Derneği’nin kurucularındansınız ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevini yürütüyorsunuz. Bunların dışında farklı STK’lara üyeliğiniz de söz konusu.


Hem iş hem de sivil toplum hayatına aktif olarak katılan bir işkadını olarak Türkiye’de ki kadın-erkek eşitliği için neler dersiniz? Derinlemesine tartışılacak çok uzun bir konu, nitekim benim de her zaman öncelikli konularımdandır. Eşitlik tabi söz konusu değil ama en azından aradaki makasın zamanla az da olsa kapanmaya başladığını görmek sevindirici. Hele de iş dünyasında cam tavan sendromlarının yaşandığı, ataerkil bir toplum yapısındaki ülkemizde akademik yaşamdan iş dünyasına, ülke yönetiminden siyasetin her kademesine, kadın yönetici ve çalışan sayısına şöyle bir baktığınızda aslında her şey ortada. Pek de yorum yapmaya gerek kalmıyor. Kadına şiddet her ne kadar yasal düzenlemeler yapılıp bir bir uygulamaya konulsa da hala ülke gündemimizin en önemli sorunlarından. Fırsat eşitliği, eşit işe eşit ücret ve bunun gibi nice sorunlarla boğuşuyor kadınlar. Tabi bunun yanında bir de evdeki sorumlulukları var. Dolayısıyla bu anlamda atılan her adım, yapılan her çalışma, ülke ve toplum olarak gelişebilmemiz adına son derece önemli… Özellikle de erkeklerin yapacakları ve

destekleri...

On-Art İletişim Danışmanlığı olarak başlattığınız ve bir ilk olan projeniz Art 10 Fikir Atölyeleri kapsamında İzmir’de konusunda ünlü isimleri ağırlıyorsunuz, konsept atölyeler düzenliyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde de Türk edebiyatının önemli yazarlarından Pınar Kür’le Ayvalık’ta bir yazarlık atölyesi gerçekleştirdiniz. Daha önceki dönemlerde ise Prof. İlber Ortaylı başta olmak üzere Ayhan Sicimoğlu, Kürşat Başar, Stefano D’anna vb. gibi çok önemli isimlerle beraber olma ve dinleme imkanı bulmuştu, İzmirliler. Önümüzdeki dönemde planlarınız nelerdir? Yakında İzmirliler ile kimleri buluşturacaksınız?

Evet, 2009’dan bu yana, dile kolay dört yıl olmuş, bu sene beşinci yılı olacak inşallah.. On-Art’ın kâr amacı gütmeyen, İzmir’in tanıtımını hedef alan prestij projesidir, Art 10 Fikir Atölyeleri. O kadar öne çıktı ki sadece bu işi yaptığımızı sananlar oldu. Tabi böyle değerli ve tanınmış isimlerle bu projeyi başlatmak ve sürdürmek gerçekten çok önemli.


İzmir’in kültür sanat yaşamında ilk olmasının yanı sıra ciddi bir alternatif oldu, örnek oldu, aynısı değil tabi ama benzerleri yapılmaya çalışıldı ancak Art 10 her zaman farklı çizgisini dönem dönem daha da renkli kılarak devam ettirdi. Talep gördüğü müddetçe de devam ettirecektir. Hem kokteylin hem söyleşinin hem canlı performansın hem de imza etkinliğinin bir arada olduğu bir ilk gerçekten ve İzmir’de bu isimleri ağırlamak önemli. Evet, birçok yerli yabancı kıymetli isim geldi gitti, davet edip gelen bu değerli isimlerle birlikte işbirliği yaptığımız firmalarımızın da katkısı şüphesiz tabi. Önce Kordon Hotel, sonra Key Hotel, akabinde Hilton İzmir işbirliği yaptığımız otellerimiz. Bu sene bakalım nasıl gelişecek, kimleri ağırlayacak İzmir’de Art 10 Fikir Atölyeleri, önümüzdeki günlerde göreceğiz, sürpriz olsun. Ama katılımcılarımız takip ettikleri www.on-art. net web sitemizden görmek istedikleri isimleri de mail yoluyla paylaşıyorlar, elbette onları da dikkate alıyoruz.

-Yıllar süren bir kariyeriniz olduğunu görmekle birlikte aynı zamanda oldukça sağlıklı ve fit görünüyorsunuz. Bu formunuzu neye borçlusunuz? Öyle görünüyorsam ne mutlu... Çalışmaya, üretmeye ve düzenli yaşamaya borçluyum gibi klasik bir yanıt vereyim diyeceğim ama genetik olarak da aileden gelen bir durum bu. Bizim eski kuşakta da şimdiki kuşakta da hep ince ve uzun vücut tipleri var. Bu da tabi büyük avantaj! Lakin yaş ilerledikçe ne olursa olsun mutlaka dikkat etmek gerekiyor ve bir yaştan sonra alınan kiloları vermek daha da zorlaşıyor. Diyet yapmadım hiç ama yediğime içtiğime çok dikkat ederim, Akdeniz tipi ve balık ağırlıklı beslenirim, bol yürüyüş yaparım ve iyi de yüzerim.


SOSYAL HAYATTAN KADRAJA GİRENLER Ara sıra sinemaya gereğinden fazla anlam yüklüyor olsak ta insanoğlunun kendine özgü yaratma sanatı, anlayış ve davranış biçimi sinema kültürüyle birleştiğinde her defasında çok başka bir tarz yaratmış oluyor. Filmlere konu olan senaryoların çoğunluğu kurgu üzerine olsa da ciddi bir kısmı da sosyal hayattan, gerçek yaşamdan örnekler sunmakta bizlere. Dünya üzerinde kiminle konuşursanız, hayatının film ya da roman olduğunu / olabileceğini dile getireceği gibi. Bu ay ki yazımda, iki ayrı milletin ( Türk ve Amerikan ) sosyal yaşamında yer alan gerçek kesitten uyarlanmış filmler hakkında konuşacağım. Ülkemizde 2012 yılında vizyona Reis ÇELİK imza-

sıyla giren, baş rollerinde İlyas Salman ve Dilan Aksüt’ün oynadığı LAL GECE gerçektende ismi gibi gece, “ lal “ geçiyor. Trajikomik sahnelerle dolu yirmi, bilemedin otuz metre kare bir oda içerisinde başlayıp biten, ülkemizde neredeyse her gün yaşanan bir trajediyi, “ çocuk gelinler “ i konu ediyor. Film; henüz ergenliğe girmiş küçük bir kız olan “ çocuk gelin “, uzun yıllar hapis yattıktan sonra memleketine geri dönen ve kendisinden 50 küsur yaş büyük bir adama “ damada “ sorgusuz sualsiz verilen “ çocuk gelin “ başta korkup, ağlayıp; hatta direnir. Başına ne geleceğinden habersiz olan ” çocuk gelin “in beynine, yarım yamalak kulaktan dolma laflar dol-


muştur. Gerdek odasında içinde büyük korkusuyla gerdek yatağında oturan “ çocuk gelin ”, dedesi yaşındaki “ damadın “ odaya girmesiyle olayın asıl yüzü ortaya çıkar ve gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Film trajikomik olduğundan tam ağlamanız gereken yerde bir an da gülebiliyor ya da tam güleceğiniz an da da gözleriniz dolup dolup taşabiliyor sırtımızda kambur olan bu Türkiye gerçeğinde. Dedesi yaşındaki kocasıyla ! oyun oynayabileceğini düşünerek tabiri caizse ona ısınma hareketleri ile “ zoraki “ de olsa yanaşması gerektiğini düşünür, fakat gel gör ki adam ne kadar olgun ve sabırla dayanmaya, hoş karşılamaya çalışsa da canına tak eder ve kaçınılmaz son’a başlamaları gerektiğini bir şekilde anlatmaya çalışır. Henüz on altı yaşında olan Dilan Ezgi AKSÜT’ün filmdeki performansı gerçekten harikulade, fakat yılların sanatçısı İlyas SALMAN’ın oyunculuk hakkını da vermek gerekir ki zaten her iki oyuncunun bu müthiş oyunculukları film’e yurt dışından ödül yağmasını sağladı. Daha önce İran sineması üzerine yazdığım gibi, bir film’in etkileyici olabilmesi için dev oyuncu kadrosuna veya devasa

bütçelere sahip olması gerekmez. Bir oda içerisin de başlayıp aynı oda içerisinde biten LAL GECE gibi bir film bile sizi çok fazla etkileyebilir. Ülkemizde dayanılmaz bir kambur haline gelen çocuk gelin olaylarına çözümü bulmak, sanırım şu anki genç jenerasyonun torunlarına kalacak gibi görünüyor. Sinemaya belgesel filmlerle giriş yapan ve “ Işıklar Sönmesin “ filmi ile ilk uzun metrajlı filme imza atan senarist ve yönetmen Reis Çelik’in son filmi Lal Geceyi izlemenizi özellikle öneririm. Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan “çocuk gelinler” dramını gerçek bir öyküden yola çıkarak sinemaya aktarmış olan Reis Çelik, diğer filmlerinde de koruduğu gerçekçi ve sosyokültürel bakış çizgisi, bu yapımda da farklı bir bakış açısı ile seyirci karşısına çıkıyor.


THE SOLOIST ( Virtüöz ) : Joe Wright’ın yönettiği ve senaryosunu Susannah Grant’ın yazdığı 2008 ABD yapımı THE SOLOIST ( Virtüöz ) filmi ise, şizofrenik ve evsiz müzisyen Nathaniel Ayers’ın gerçek hayatını konu almaktadır. Jamie Foxx, Nathaniel Ayers rolünde filmde yer alırken, Robert Downey Jr. Ayers’i keşfeden ve onunla ilgili yazılar yazan bir gazeteci olan Steve Lopez’i canlandırmaktadır. Film aslında tüm dünya da ki sosyal bir yaraya parmak basmakta. Bir yandan üstün zekalıların yaşam standardında düştüğü / düşebileceği olumsuz durumları göz önüne sererken, diğer yandan da ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmek zorunda kalan, sokakta yaşam mücadelesi veren alt sınıf kıvamındaki insanların resimleri netleştirilmeye çalışılmış. Film’i iyi izleyen insanlar, aslında resim içindeki resmi çok net görebileceklerdir ve duruma hiç yabancı olmadıklarını mutlaka algılayabileceklerdir. Sokakta yaşamak zorunda kalan insanlar arasında kim bilir ne cevherler vardır keşfedilmeyi bekleyen, haksızmıyım. Şizofrenik ve evsiz müzisyen Nathaniel Ayers’ı canlandıran Jamie Foxx müthiş bir oyun-

culuk sergilemekte. Robert Downey Jr. in Oyunculuğuda bir o kadar etkileyici ve Jamie Foxx birlikte çok harika bir iş çıkarmışlar. Bu film de çok fazla bütçe harcanmadan aynı zamanda oyuncu kadrosuda çok fazla kalburüstü isimler barındırmadan yaratılan bu güzel ve renkli bir çalışma, izlemeyenler için özellikle tavsiye edebileceğim filmlerden bir tanesi.

Levent Tekin leventtekin@gmail.com Twitter.com/Levent_Tekin Leventtekinn.blogcu.com


Gezi Yazısı

Burcu Kılıç


2013 yazı, Temmuz ayı. Fethiye’deyim. Arabayla civar bölgeleri gezerken fotoğraf makinem elimde, camdan dışarı bakıyorum. Dağın oyulmuş kısımları ufak ufak görünmeye başlamıştı. Yaklaştıkça artan, harika bir manzara ile karşı karşıya kaldım. Arabayı durdurup bölgeyi gezmeye başladım. İşte o bölgelerden bir kaç kare fotoğrafı da sizlerle paylaşmak istedim. Burası Fethiye’nin Yaka Köyü sınırları içerisinde kurulmuş Likya’nın en önemli yerleşim yerlerinden biri. Fotoğraf bulunduğumuz yerin zirvesi. Buradan baktığınız zaman bulunduğunuz yerin en yüksek noktasında olduğunuzu fark ediyorsunuz, çünkü etraf daha alçak ve çukurlarla dolu. Görülen yapılanmanın en üstünde kale bulunuyor. Bu oymaların iç kısmı girinti çıkıntılarla dolu. O dönem için bu yapılanmanın muazzam olduğu düşüncesine kapılıyor insan. Ellerindeki malzeme sınırlıyken o teknolojiyle böyle tarihi kalıntılar bırakmalarına şaşırıp kalmamak elde değil. Öyle detaylı işlemeler ve oymalar var ki hayrete düşüyorsunuz. Üstelik çok geniş bir alana yayılmış durumda. Agora, hamam, kilise ve tiyatro görülebilecek en önemli kalıntılar arasında. İşte o kalıntılardan bir kare daha;

Gördüğünüz fotoğrafta hamam ve kilise bulunuyor.(resim 1.1) Burası zirvede bulunan kalıntının hemen aşağısında yer alıyor. Hemen sol kısım da ise tiyatro alanı yer alıyor. İçerisinde birçok kapı ve geçitler mevcut. Hitit kaynaklarında Tlos için ‘ şehir yerine ‘ ülke ‘ ifadesi kullanılmıştır. Bu terim ise bölgenin ne kadar geniş bir coğrafyaya hâkim olduğunu ifade etmeye yeterli. Etraftaki dağlar oldukça yüksek. Yaşam alanlarının zirvede bulunmasının bir sebebi de bence o dönemlerdeki saldırılara karşı savunmayı daha hızlı gerçekleştirebilmekti. Tlos’daki Hitit Dönemi yerleşim yeri bugün arkeolojik çalışmalarla da kanıtlamış durumda. Buluntular arasında taş balta, el aletleri, hançer ve ok uçlarını örnek gösterebiliriz. Bilirsiniz tarihi yerlerle alakalı mitolojiler oldukça dikkat çekicidir. Tlos Antik Kenti için de Yunan mitoslarının inançları mevcut. Eski Yunan mitoslarına göre her antik kentin bir kuruluş efsanesi ve bir de kurucu kahramanı vardır. Tlos’un kuruluş efsanesi de Hellen mitoslarına dayandırılmış ve Tlos kent adının Tremilus ile Praksidike’nin dört oğlundan biri olan “Tloos”dan geldiğine inanılmıştır. Tlos birçok medeniyete de ev sahipliği yapmıştır. Bölge şuan koruma altında ve turistlerce yoğun ilgi görmekte. Yolunuz düşerse kesinlikle ziyaret etmenizi öneririm...


resim 1.1


İnsanın ruhuna işleyen, albümlerinin her biri başyapıt niteliğinde olan, delilik ve dâhilik arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa geçen, sözlerini hem anlayabildiğin hem anlayamadığın, kafandaki sorulara cevap verirken bir yandan da yeni sorular oluşturan ve müziğe bambaşka anlamlar yükleyen grup… Tarzı ve deneysel müziği ile entelektüel

boyuta sahip nadir gruplarından birisi olan Tool’dan bahsediyorum elbette. Şimdi bu grubu daha ayrıntılı inceleyelim. Tool, 1990 yılında davulda Danny Carey, vokalde Maynard James Keenan, gitarda Adam Jones ve basgitarda usta bir isim olan Paul d’Amour kadrosuyla kuruldu. Bu grubu kategorize etmek her zaman zor olmuştur. Müzik eleştirmen-


lerinin birçoğu “alternatif metal” olarak tanımladılar. Tool sözleri ve klipleriyle dünyada yankı uyandırmış bir grup. Kariyerleri boyunca birçok grup ile birlikte isimleri anıldı. Vokal M. J. Keenan ayrıca A Perfect Circle, Puscifer gibi birçok grupla çalışmıştır. Grubun müziğini etkileyen birkaç grubu sıralamak gerekirse onlar: “Led Zeppelin”, “Pink Floyd” ve “Rush”tır. 1991 yılında kendi adını taşıyan ilk demoyu (tanıtım gösterisini) piyasaya süren grup, aynı sene Rage Against The Machine, Rollins Band, Fishbone ve Skitzo gruplarıyla konserler vermeye başladı. Tool profesyonel müzik kariyerine 1992 yılında “Opiate” adlı EP ile sesini duyurdu. Albümde sosyolojik sorunları dile getiren Tool üyeleri, enstrümanların üzerindeki yetenekleriyle büyüleyici bir ses yakaladı. Grup genellikle uzun şarkı yapmaktadır ve Keenan’ın mükemmel sesi, gitar efektleri, mükemmel riffler ve sololarla şarkılarını çok iyi harmanlayan nadir gruplardan biridir. Tool birkaç yılını en iyi albümü kaydetmek için harcasa da, bütün bu zamana değmiştir. Bu albümden “Hush” ve “Opiate” single(tekli) olarak yayınlandı ve “Hush” parçasına bir de klip çekildi. İlk albümünü 1993 yılında “Undertow” adıyla piyasaya süren grup, kapağıyla ve içindeki kitabıyla oldukça dikkat çekti. Albüm birçok metal hayranının en

sevdiği albüm haline geldi ve albüm içeriğinde progresive (ilerici) müziğini de barındırmaktaydı. Bazı şarkılarının Dream Theater’ı andırdığını bile söyleyebiliriz. Albümde bulunan ”Sober” ve “Prison Sex” parçalarını tekli olarak yayınladılar. Teklilere Adam Jones yönetiminde klip çeken Tool, Prison Sex’in rahatsız edici içeriği nedeniyle birçok televizyon kanalı tarafından yayından kaldırıldı. Aynı sene “Lollapalooza Festivali”nde verdikleri konserde yoğun bir ilgiyle karşılaştılar. Canlı performans(başarım)larıyla adeta devleşen grup, konser sonrasında “Undertow” albümünün satışlarının artmasını sağladı. Henüz ilk albümlerini yayınlamalarına rağmen oldukça iyi bir başlangıç yaptılar ve bu başarı onlara altın plak getirdi. 1995 yılında 2. albümlerinin kayıtları sırasında basçı Paul d’Amour gruptan ayrıldı ve yerine Peach grubundan Justin Chancellor geldi. 1996 yılının ekim ayında “Stinkfist” adlı tekliyi yayınlayan grup, bu parçaya da Adam Jones’un yönetiminde video çekip bir kez daha televizyonda görünmekte zorlandı. Teklinin ardından “Ænima” adlı 2. Albümlerini yayınladılar. Grup bu albümü, Amerikalı komedyen Bill Hicks’e adadılar. Dinleyiciler ve eleştirmenlerce iyi izlenimler alan albüm bir önceki albümlerine oranla daha fazla ilerici ses barındırıyordu. Bu albümden “Stinkfist” dışında “H.”,” Ænima” ve “Forty Six&2” parçaları tekli olarak yayın-


landı. 1997 yılında “Ænima” parçası “En İyi Metal Performansı” kategorisinde Grammy ödülüne layık görüldü. 1999 yılında grubun solisti Keenan ve Tool’un gitar teknisyeni Billy Howedel ile birlikte A Perfect Circle grubunu oluştururken, medyada Tool’un dağıldığına dair söylemler konuşulmaya başladı. 2000 yılında “Salival” adlı box set albümünü yayınlayarak bu söylemlere cevap vermiş oldu. 2001 yılının başlarında “Systema Encéphale” olarak açıklanan ancak mayıs ayında “Lateralus” adıyla yayınlanan albüm, grubun dağıldığı yönünde çıkan haberleri yalanlamış oldu. Bu albümünde de karmaşık sesini devam ettiren grup, albümün sözlerinde felsefe, mistisizm ve simya bilimi gibi konular işledi. Albüm yayınlandığı hafta Billboard listelerinde zirveye yerleşirken, ”Schism”, “Parabola” ve “Lateralus” parçalarını tekli olarak yayınladı. “Schism” ve “Parabola” parçalarına klip çeken grup aynı zamanda “Schism” şarkısıyla “En İyi Metal Performansı” kategorisinde 2. Grammy ödülünü kazandı. 2005 yılının sonlarına doğru iki tane DVD piyasaya süren Tool, bu DVD’lerden sonra bir kez daha sessizliğe gömüldü. 2006 yılının mayıs ayında “10,000 Days” adlı 4. Albümlerini piyasaya sürdüler. Amerika listelerinde yeniden zirveye yerleştiren albüm büyük beğeni topladı. Ayrıca Adam Jones’un tasarımladığı üç boyutlu

albüm kapağı fazlasıyla ilgi çekti. Albümün sözlerinde farklı kültürlere göndermelerde bulunan Tool, “Vicarious”, “The Pot” ve “Jambi” parçalarını tekli olarak yayınladı. 2006 yılında “En İyi Albüm Kapağı” kategorisinde Grammy ödülünü kazandı. Tool, yaptıkları müzikle Staind, Cold, Disturbed ve daha birçok gruba örnek oldu.

BAK BAKALIM!

• Tool’un ilk albümü olan “Undertow”, ismini Karl Marx’ın ‘toplumların en önemli uyuşturucusu dindir’ sözünden etkilenerek koydu. • Kapağıyla ve içindeki kitabıyla dikkat çeken “Undertow”, içerdiği bazı resimlerden dolayı bazı müzik dükkânlarında satışa sansürlü olarak sunuldu. • “Undertow” albümünün arkasında bulunan domuz resmi, Adam Jones’un evde beslediği domuzlardan biridir. • 2. Albümleri olan “Ænima”, Carl Jung’un psikolojide sıkça kullandığı terim olan ve hayat gücü anlamına gelen “anima”dan geldi. • Danny Carey, Lateralus şarkısında attığı ritimler Fibonacci dizisi oluşturur. Yani ritimler 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13 olacak şekildedir. Bunu “Black then white are, all i see in my infancy. Red and yellow then came to be, reaching out to me. Lets me see” kısmını dikkatle dinlediğinizde duyabilirsiniz. • Danny Carey’den asla alışılmış bir


ritim duyamazsınız. Yazmış olduğu davullarla gitar birbirini tamamlar. Carey’i dinlerken, “bu ritimleri atabilmek için insanın fazladan bir kolu daha olmalı” diyebildiğim nadir insanlardan. Davulcular arasında “Danny Carey is god” sözü dolaşır durur ve bu da ne kadar iyi bir davulcu olduğunu kanıtlar nitelikte.

GRUP ÜYELERİ: Danny Carey Justin Chancellor Maynard James Keenan Adam Jones ESKİ ÜYESİ: Paul D’Amour

STÜDYO ALBÜMLERİ Undertow Ænima Lateralus 10,000 Days

Özge Özgüner

ozge.ozguner@kalemsizdergi.com


Merve Ayg端n

merve.aygun@kalemsizdergi.com


Yaz gecelerinin vazgeçilmezidir film izlemek. Dışarıdan gelen rüzgârın hafif esintisiyle bir anda filme odaklanmış olarak bulursunuz kendinizi. Kimi zaman bir maceranın ortasında yapayalnız kalırsınız kimi zaman bir komedi filmindeki kahkahalardan biri olursunuz ya da bir dramın içinde var olan gözyaşının bir parçası… İşte tam bu noktada devreye http:// pocto.com/ giriyor. Sitenin girişindeki tasarımı ile zaten sizi etkilememesi mümkün değil. Film afişlerinin içinde adeta kaybolabilirsiniz. İşte bu yüzden arama bölümü tam sizlik. Eğer aklınızda izlemek istediğiniz bir film varsa tek yapmanız gereken filmi yazıp arama tuşuna basmak. Yok, ben her filmi izleyemem derseniz kategoriler bölümünde filmler 35 dala ayrılmış. İstediğiniz ölçütleri işaretleyin ve gerisini ona bırakın işte aradığınız filmler karşınızda! Filmlerin orijinal isimlerinin yanında Türkçe isimlerine de yer verilmiş. İstediğiniz filmi seçtikten sonra, konusundan oyuncularına, Imdb puanından gösterim tarihine kadar birçok bilgi öz bir şekilde size aktarılmış. Ayrıca Facebook eklentisi ile film hakkında yapılmış yorumları görebilir; siz de yorum yapabilirsiniz. Sitenin bir güzel özelliği de sadeliği. Bazı sitelerde filmi izlemek için onlarca linke tıklamak gerekir(Onunla birlikte açılan reklamlardan hiç bahsetmiyorum). Bu çevrim içi film izleme sitesinde ise her şey açık, kolay ve kullanışlı.

Filmlerin tek bölüm halinde olması dikkat dağılmasının da önüne geçiyor. Bu arada sitede seçtiğiniz filmin ilk başta fragmanına bakıp filmi izleyip izlememe konusundaki düşüncelerinizi de netleştirmeniz için bir fırsat sunulmuş. Bu gece başka bir planınınız yoksa film izlemeye bekleriz efendim.


Fikir & Yorum & G端ncel ->


BÜYÜK BOZGUN BALKAN SAVAŞLARI SEMİH CABALAR


Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bu sayımızda sizlere 20.Yüzyılın Dünyasındaki sömürgecilik hareketlerini ve buna bağlı olarak Balkan Savaşlarını anlatmaya çalışacağım. Balkan Savaşları, harbin öncesi ve sonrasında yaşanan hadiseler ve özellikle sonuçları itibariyle bugünde hala etkisini sürdüren büyük bir travma, buhran yaratmıştır topraklarımızda. 1350 yılından itibaren Balkanlara yerleşmeye başlayan Türkler, burada beş yüz yıl boyunca kalmışlardır. Osmanlı Döneminde Avrupa-i Osmânî ya da Rum Eli olarak anılan bu coğrafya; kültürüyle, tarihiyle ve insanıyla tamamen bir Türk yurdu haline gelmiştir. Anadolu ve Kafkaslar ne kadar Türk’se, Rum Eli için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Balkan Toprakları 93 Harbinden itibaren(1877-1878 Osmanlı Rus Harbi) Osmanlı’nın elinden kayıp gitmeye başlamıştır. Savaş sonucunda imzalanan Yeşilköy Antlaşması ile Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız olmuş, Bulgaristan iç işlerinde bağımsızlık kazanarak, Prenslik haline getirilmiş ve Osmanlı adım adım büyük bozguna, Balkan Savaşlarına sürüklenmiştir. (Bir çok edebi eser ve çalışmada Balkan Savaşlarından felaket ve bozgun gibi ifadelerle bahis edilmesi yaşananların bilinçaltımızda meydana getirdiği acının en büyük göstergesi olabilir mi ? ) Nihayetinde aralarında anlaşan Balkan Devletleri çok kısa bir süre sonra devletin izlediği yanlış politikalar ve dış güçlerin oyunlarıyla bir-

leşmişler, Osmanlı’ya savaş açmışlardır. Bu devletler: Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ devletleridir. Savaş sonucunda Osmanlı Devleti Ana Yurdunu, Rum Elini kaybetmiş, adım adım cihan harbine sürüklenerek uçuruma yuvarlanmıştır. Değerli okurlar, bu savaşı anlamak için, kanaatimce 20.Yüzyıl devletlerinin sömürgeci politikalarına bakmak elzemdir. Bunlardan kısaca bahsettikten sonra sizlere Balkan Savaşlarını anlatmaya çalışacağım. 20.Yüzyılın Avrupa’sında, Sanayi Devrimini gerçekleştiren ve 1870’li yıllardan sonra giderek büyüyen İngiltere, dünya imparatorluğu kurma düşüncesiyle, Balkanlarda da etkili olmaya çalışmış ve özellikle bağımsızlık hareketlerini maddi olarak, Rusya kadar açıktan olmasa da desteklemiştir. Yine bu dönemde İngiltere’nin en büyük rakiplerinden birisi de Almanlardır. Ekonomisi devamlı büyüyen, askeri sanayi alanında gelişen Almanya, kendisine yeni pazarlar yaratmak istemektedir. Bunda, Bismark’ın ekonomik politikaları da büyük etki yaratmıştır. Almanlar her ne kadar Birinci Cihan Harbinde şartlar gereği müttefikimiz olsalar da, savaştan önceki süreçte, Balkanlarda yaşanan ayrılıkçı hareketleri olumlu karşılamışlar ve bu noktada Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna destek vermişlerdir. İngiltere Uzak Doğu’da başka pazar alanları ve sömürgeler ararken, bu boşluktan iyi yararlanan ve Almanların desteğini alan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya ile beraber


ayrılıkçı hareketleri desteklemiş ve Balkan Devletleri’nin Osmanlı’ya karşı birleşmesi tezini bölge halkına kabul ettirmiştir. Ruslar özellikle 1905 yılından sonra, Avrupalı devletlere karşı üstünlüğünü kaybedince, geri planda tuttukları Balkan kışkırtmasını ortaya koymuşlardır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da bu planın içerisinde Almanya ile beraber yer almıştır. (Balkan Savaşları’nda Osmanlı’nın büyük bir bozguna uğraması, Balkan Devletlerinin çıkar çatışmalarına girmesine neden olacak ve Avrupalılar daha sonraki süreçte buna engel olmak isteyecektir. Özellikle Sırbistan ve Avusturya arasında başlayan düşmanlık, olayı ekonomik rant sağlamak noktasından, bütün dünyayı ilgilendiren bir cihan harbine kadar getirecektir) Netice itibariyle büyük devletlerin oynadığı oyunlar ve ortaya koydukları projeler, Balkan Savaşları’nın belki de en önemli nedenidir. Öncelikle şunu belirtmek doğru olacaktır ki, Balkan Savaşlarının başlamasının en büyük psikolojik nedenlerinden birisi, Trablusgarp savaşının kaybıdır. Osmanlı Devleti bu yenilgi sonrasında yalnızca önemli bir toprak parçasını kaybetmez; aynı zamanda artık bir imparatorluk olmadığı ve cephede kolayca mağlup edilebileceği de net bir şekilde ortaya çıkar. Bundan sonra özellikle Slav Milliyetçiliğinin önemli odaklarından olan Sırplar ve Panslavist projeler üreten Ruslar, Balkan Milletlerini Osmanlı’ya, Türklere karşı birleştirmek için yoğun bir çaba harcar. Netice itibariyle tüm bu baskılarla

savaş 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın saldırısıyla başlar. Osmanlı Devleti bu savaş için iki ordu oluşturmuştur. Doğu ordusu Bulgarlara, batı ordusu Sırplara karşı savaşmıştır. 170 bin kilometre gibi geniş bir alanda cereyan eden savaş ilk başlardan itibaren Osmanlı Devleti için felaket niteliğindedir ve ekimin sonlarında Priştine, Üsküp gibi önemli şehirler düşman askerleri tarafından ele geçirilmiştir. Lüleburgaz hattına kadar çekilen ordumuz, Bulgarlar tarafından ikinci bir yenilgiye daha uğratılmış ve Çatalca hattına çekilmiştir. Değerli okurlar, Balkan Savaşları karargâhtan ordu yönetilmeyeceğinin en açık göstergeleri arasındadır. Zaten madden ve manen bitik durumda olan ordumuz, karargâhta yaşanan siyasi çekişmeler yüzünden de güç durumda kalmıştır. Ordunun içinde birtakım siyasi çekişmeler baş göstermiş ve maalesef ordunun bazı mensupları kendi çıkarları için memleketin aleyhine olacak fiiller içine girmiştir. Burada meseleye İttihatçı veya karşıtı olarak bakmak doğru değildir. Kanaatimce iki tarafta kusurlu davranmıştır. Tüm bu önemli nedenlerden ötürü Selanik, Bozcaada, Limni gibi stratejik noktalar neredeyse direnemeden düşmana bırakılır ve Makedonya ile bağlantı tamamen kopmuş olur. Neredeyse bir ay içerisinde sadece Edirne, Yanya ve İşkodra Kaleleri düşmana direnir durumda kalmıştır. Ordunun kısır çekişmeler yüzünden bilinçli bir savaş planı ve iaşe programı hazırlayamaması da direnen yerlerde yaşanacak büyük


vahşetlerin habercisidir. Neredeyse bir ayda Bulgaristan, sınırlarını genişletmiş, Adalar Yunanistan’ın eline geçmiş ve Osmanlı Rum Elini kaybetmiştir. Savaşın çıkışının müsebbibi olan büyük devletler bu kerteden sonra taktik değiştirmiş ve aracı olarak Osmanlı’nın ateşkes teklifini öne sürmüşlerdir. Bu noktada Rusya’nın ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun baskılarıyla 3 Aralık günü ateşkes teklifi kabul edilir. Ateşkes, büyük talepler karşısında Osmanlı’nın direnmeye çalıştığı bir ortamda geçer. Galip devletler; Rumeli, Adalar ve Edirne’nin kendilerine teslimini istemiş ancak Osmanlı bunu kesin bir ifade ile reddetmiştir. Tam da bu nokta da siyasi tarihimizin en önemli olaylarından birisi hâsıl olur ve tarihimize Bâb-ı Âli Baskını olarak geçen bu olayda İttihatçılar, hükümet binasını basarak bir darbe gerçekleştirirler ve yönetim mekanizması her yönüyle İttihatçıların eline geçer(23 Ocak 1912). Londra’da başlayan ve sonuç alınamayan ateşkes görüşmelerinden sonra savaşın devamı kaçınılmazdır. Üstelik İttihatçılar da iktidarı tamamen ele aldıktan sonra kaybedilen toprakların geri alınmasını istemektedirler. Ancak 3 Şubat’ta tekrar başlayan savaşta Osmanlı Ordusu tekrar mağlup olur ve Edirne, Yanya, İşkodra düşman eline geçer. Edirne’nin kaybedilmesi, Mahmut Şevket Paşa Sadaretinin (Bâb-ı Âli Baskını sonrası Sadrazam olmuştur) barış istemesine neden olmuştur. 30 Mayıs 1913’te Londra’da yapılan anlaşma çok ağır şartlar içermektedir ve Osmanlı’nın acizi-

yetinin göstergesidir. Gelibolu yarımadası hariç tüm Trakya, Bulgarlara bırakılmıştır. Arnavutluk ve Adalar gibi konularda daha sonra görüşülmek üzere sürüncemede bırakılmıştır. Bu durum bir nevi 1878’de imzalanan Ayastefanos Anlaşmasının tekrar geçerli olmasıdır. Diğer bölgeler ise Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşılmıştır. Bu durum yeni bir çatışmanın başlamasına neden olacaktır. Savaşın galip devletleri, ortak bir hedef olarak Makedonya Bölgesinin tamamını kendi topraklarına katmak gayesindedir. Özellikle Bulgaristan’ın kazandığı toprağın diğer devletlere oranla fazla olması, çıkart çatışmalarını alevlendirir. Sırbistan ve Yunanistan, Vardar Ovası sınır olmak üzere Bulgaristan ile bir sınır anlaşması yapmak ister ancak Bulgaristan kazandığı topraklardan, Rumeli’nin Doğu ve Kuzey noktasından, çıkmak istemediği için bu teklifi reddeder. En nihayetinde 29 Haziran 1913 günü tehlikeyi hemen bastırmak isteyen Bulgarlar, Yunanistan ve Sırbistan’a savaş açar. Buradaki esas gaye, Selanik Bölgesini de alarak büyük Bulgar Devletini teşekkül etmektir. Burada yaşanan siyasi süreci iyi okuyan Osmanlı ise, savaşın devamından yararlanmak istemiş ve tekrar savaş ilan ederek Edirne’yi kurtarmıştır. Bulgaristan, iki tarafla da mücadele etmek durumunda kaldığı için Türk ordusunun şiddetli akınına karşılık verememiş ve Enver Paşa komutasındaki askeri birlik Edirne’yi geri almıştır. Osmanlı Devletini diğer devletlere karşı diplomatik


alanda zor durumda bırakmak istemeyen ordumuz, burada geçici olarak Garbi Trakya Hükümeti’ni kurmuştur. Daha sonraki süreçte bu geçici hükümet, Serhat şehri Edirne’yi Osmanlı Devletine teslim edecektir. Kanaatimce burada çok ciddi bir siyasi manevra yapılmış ve Edirne, büyük devletlerin tepkisini çekmeden geri alınmıştır. Yine de Edirne’den daha ileri gidilememesi, o dönemki iç ve dış siyasi baskılar yüzündendir. Nihayetinde Bulgaristan ile Osmanlı arasında 29 Eylül 1913’te İstanbul Anlaşması imzalanmıştır. Osmanlı Devleti bu savaşta büyük bir bozguna uğramıştır ve yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi ana vatan kaybedilmiştir. Yaşanan acıların etkisi bugün de devam etmektedir. Rakamlar bu gerçeğe bir parça ışık tutmaktadır. Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının %83’ünü kaybetmiş, toplam nüfusunun da yaklaşık %70’ini yitirmiştir. Maddi kayıplar ve ordunun durumu bir yana, milyonlarca insanımız canice katledilmiş, toplu göçe zorlanmış, hastalıktan ve açlıktan can vermiş, vatan savunmasını yapmak adına büyük fedakârlıklar gösterilmiştir. Savaştan sonra da ana vatanda kalan insanımız devamlı olarak büyük baskı altında tutulmuştur. Balkan Savaşları, İslamcılık düşüncesinin çöktüğü, Türkçülük düşüncesinin gelişmeye başladığı bir durum yaratmıştır. Meseleyi İttihatçı ve Abdülhamitçi bakış açısıyla, siyasi gözlüklerle bakarak

yorumlamak son derece yanlış olacaktır. Bugün yaşananları anlamak, Balkanları anlamaktan geçer. Her ne kadar dünyayı ateşe verenlerin odak noktası Rumeli’nden uzak olsa da, oynanan oyun aynıdır ve gelecekte aynı oyun Balkanlarda da sahne alacaktır. Kaybedilecek bir ana vatanımız daha olmadığını hatırlamak dileğiyle siz değerli okurları selamlıyorum ve Yahya Kemal’in Açık Deniz Şiirinden bir bölüm ile bu yazımı bitiriyorum: Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum. Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl... Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını, Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını, Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu... Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu... Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan, Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan. Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular... Mahzun hudutların ötesinden akan sular, Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı, Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! Bir gün dedim ki “istemem artık ne yer ne yâr!” Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar; Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin, Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!


E’vine’ geldi ! 7 saniyelik video için şekilden şekle gireceğinizi söyleseler, haydi oradan dediğinizi duyar gibiyim. Aslında bütün dünyanın vereceği tepki aynı olurdu, ta ki 2013 senesinin Ocak ayına kadar. Türkiye’ye gelmesi çok daha sonrayı bulan Vine aslında içinde bulunduğumuz yılın ocak ayında kullanıcıların kullanımına sunulmuş olan bir Twitter uygulaması. Program aslında 7 saniyelik durdur - başlat video servisi. İlk üç aylık sürede aslında tam da planlandığı gibi kullanılan servis üç aylık süreden sonra kullanıcıların eğlencesi haline gelmiş ve Twitter’dan daha öte bir şey olmuş durumda. Deneme sürümünün sınırlı kullanıcı ve sınırlı bölge politikası ile yürüten Twitter yeterli geri bildirim aldıktan sonra projeyi sadece iOS platformunda olmak üzere piyasaya sürdü. Programın piyasaya

sunulma amacı 140 karakterlik sınırlamayı kaldırmak ve biraz daha görsellik katmak olsa da, amacının dışına taşmış olması gayet olağan. Artan onca ilgi ve kullanıcıların geliştirdiği onlarca Android uygulamasından sonra Vine akıllıca bir hareket ile resmi Android uygulamasını duyurarak piyasada yerini garantilemiş gibi duruyor. İçeriğinden bahsetmek gerekirse, insanların hayal güçlerinin materyal eksikliğine bakmaksızın 7 saniyelik video kareleri ile takipçilerine gösterme çabası olarak tanımlayabiliriz Vine servisini. 7 aylık süreç içerisinde 40 milyon gibi bir kullanıcı kitlesine ulaşan Vine’in başarısı bırakın sadece sahip olduğu kullanıcı sayısını, hakkında açılan onlarca Facebook ve Twitter sayfaları da cabası. Vine’in Twitter tabanlı bir proje olduğundan bahsetmiştim, peki


Twitter’in ezeli rakibi olan Facebook’un bu projeye olan tepkisi nasıl oldu dersiniz? Çok değil 2012 senesinin Nisan ayına dönelim, bildiğiniz üzere Facebook, bir grup genç yazılımcının 2010 senesinde çıkardığı proje olan Instagram’ı 1 milyar dolar gibi bir rakama satın almıştı. Twitter’in Vine projesini halka açtığını öğrenen Facebook, Instagram üzerinden bir atılım yaparak 2013 Haziran’ında 15 saniyelik olan Instagram Video’yu duyurdu. İlk başlarda en büyük avantajı Vine’in tenezzül etmediği Android tahtına oturmak olan Instagram daha sonra bu tahtı ezeli rakibi olan Vine’a kaptırdı. Türkler ile Vine’in arasına gelecek olursak, başta deli saçması olarak nitelendirdiğimiz servis gün geçtikçe daha fazla karşımıza çıkıyor. Artık sokaklarda “Aaa tam Vinelik oldu bu hadi bir daha çekelim de Vine’a koyalım” tarzında söylemler ile karşılaşmamız çok olağan oldu. Hatta belli başlı ünlülerin de Vine de boy göstermesi bir hayli

ilginç. Twitter fenomenlerinden sonra açıkçası Vine fenomenleri bizleri çok da şaşırtmamış olsa da çalışmaları hepimizi güldürecek nitelikte. Başlıkta da bahsettiğim gibi “ ee Vine geldi”, hazırlıklı olmak lazım. Bu tür teknolojik projeler her ne kadar güzel olsa da bizi bir şekilde kısıtlamakta, tabi ne kadar kısıtlanacağımız bize kalmış. Yazımı sabırla okuduğunuz için teşekkür ederken, bu konuyu ele almam için bana fikir veren Berat İnan’a da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.

Derda Karakış

derda.karakis@kalemsizdergi.com


k d

Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.