5 Temmuz 2011 / Sayı 1
Yayın Hayatına Gözlerini Açıyor!
Fotoğrafın Doğuşu ve Gelişimi
Cildiniz İçin Bol Bol Çimen Suyu Tüketin! Riks Nedir? Bol Giyen Adamlar
Neden Küfür Ederiz ?
|
“Nigga” nedir?
Genel Yayın Editörü: Mert Abakuş Genel Yayın Editör Yardımcısı: Nuh Burak Karakaya Yazarlar: Barış Melih Cayıt Batuhan Öztütüncü Gülgün Kayani Halil Mungan Hakan Yıldız Nuh Burak Karakaya Sinem Şen Uğur Papatya Sefa Uludil Tolga Arslan Kara Dely Kemal Şahin Kıvanç Cangülenç Oktay Yenitürk Özge Özgüner Tasarım: Derda Karakış
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların sorumluluğu yazarlarına aittir. Kalemsiz Dergisi’nde yayımlanan yazıların her hakkı saklıdır. Hiç bir içerik izinsiz kullanılamaz. Kalemsiz Dergisi, www.kalemsizdergi.com üzerinden yayın yapmaktadır. Tüm görüş, öneri ve sorunlarınız için iletişim@kalemsizdergi.com adresine e-posta gönderebilirsiniz.
Editör’den
Mert Abakuş /Genel Yayın Editörü
Sevgili okuyucularımız, takipçilerimiz, Dergicilik mesleğine, emeğine yeni bir soluk getirecek bir yenilik olan internet dergiciliği ülkemizde ne yazık ki parmakla sayılabilecek kadar. Bu da rekabet ortamını engelliyor ve doğal olarak bu dergilerin gelişmesine olanak vermiyor. Bugünden itibaren aylık olarak düzenli çıkacak Kalemsiz ile birlikte bir online dergi daha bu piyasada yer alacak. Dergimizden umutluyuz ve aynı zamanda iddaalıyız. Çünkü güçlü ve kendini sürekli yenileyen, kalabalık bir ekibe sahibiz ve bu ekibin dinamizmini okurlara en iyi şekilde aktarmayı amaçlıyoruz. Biraz içerikten bahsedecek olursam, herhangi bir konu sınırlaması olmadan, gerek makaleler, gerek yorumlamalar ile okurlarımıza bilgi ve farklı düşünme kavramını yerleştirmeye çalışan paylaşımlara yer verecek ve aynı zamanda konuk yazarlar, süpriz röportajlar, gündemde kendine pek yer verilmeyen ama takipçisi olan aktivitelere de yer ayırmayı amaçlamaktayız.
m.abakus@kalemsizdergi.com Dergimiz pdf formatında yayınlanacak, gerek internet üzerinden gerekse bilgisayarına indirdikten sonra okuma imkanına sahip olacaksınız. Ayrıca bazı sayılarımız içerisine süpriz hediyeler, ek dosyalar da yer alacaklar. Temel prensip olarak her kategoriden insanın kendine göre okuyabilecek şeyler bulacağı bir dergi olmak yönündedir. Kalemsiz Dergisi kadrosu da bu amaç doğrultusunda toplanmış ve işini amatör gayretiyle yapan kişiliklerdir. Ayrıca aramıza katılacak yeni Kalemsizleri de arıyoruz. Bizimle irtibata geçmek için yazar@kalemsizdergi.com’a mail atabilirsiniz. Keyifli okumalar.
İçindekiler
Neden küfür ederiz? 09
İlk Boğaziçi Köprüsü 16
4
İçindekiler
10
Bol Giyen Adamlar
18
Kalemsiz Dergisi TOP 10 Müzik Listesi
6
Kitabım Bitmiş
12
Dely’nin Köşesi
19
İnternette Yeni Bir Dönem Başlıyor
8
Düşünceler
14
Yabancılar Tanışlar
21
Mobil Teknoloji
5 Haziran 2011/ Sayı 1
Aura Nedir? 20
Fotoğrafın Doğuşu ve Gelişimi
24
22
Konuk Yazar Köşesi
30
Hz. Adem ve Mübarek 3 Aylar
27
Onu Unutmadık !
32
Riks Nedir?
28
Cildiniz İçin Bol Bol Çimen Suyu Tüketin!
5 Haziran 2011/ Sayı 1
Kitabım Bitmiş... A
çmamam gereken bir telefonu açmak üzereyim.Bana ne söyleneceğini biliyorum.
Sinem Şen s.sen@kalemsizdergi.com
Yaklaşık bir kaç saat önce beni terk ettiğini öğrenmiştim.Bunu bana kimse söylememişti daha.. kendisi bile.. Gerek yoktu.. Çünkü onu tanırdım. Şimdi telefonda muhtemelen yakın bir arkadaşım onun ölüm haberini bana vermek için sabırla telefonu açmamı bekliyo.Ama buna ihtiyacım yok.Sanırım böyle de idare edebilirim... Tam 4 yıl önce bugün çok yağmurlu bir akşamda tanışmıştık onunla.. Evimin aşağısındaki sahilde kaya setlerinin üzerine oturmuş yağmuru izliyordu.Önce onu farketmedim.Gidip setin üzerine oturup yağmurla denizin kavuşmasını seyrettim.Sonra bi Öksürük sesi beni bana ait olmayan bir aşktan koparıp kafamı sağa çevirmemi sağladı. Baktığımda ya ağlıyor dedim ya da yağmura sığınıyor benim gibi...
Elini omzumda hissedene kadar yürüdüm.Sonra ona döndüm.Zaten biliyordum, tanıdık bir yabancıyla burun buruna kalacağımı..
“Güzel değil mi?” demişti bana.. Güzeldi... ama cevap verememiştim. Kafamı çevirip bir daha sevişen deniz ve yağmura baktım..Bu sefer anlamını yitirmiş gibiydi. Büyü bozulmuş ya da artık eskimiş gibiydi.. Gerçi eskiyi severdim ama çekip gittim.Peşimden geldiğini farkettim.Dönüp baktım bana bakmıyordu bile.Yolun öbür tarafındaydı ve yanımdan adımlarını hiç bozmadan kumsala doğru ilerledi.Arkasından baktım.3 adımda bir duraksayıp ilerliyordu.Merakımı bastırıp evime gitmek için çimen yola saptım.
“Sen o’sun , dedi ,hayatımda eksik olan şey.. işte buldum seni.. güzel değil mi?..” Kelimeler anlamsızdı.Oyeterince anlatmıştı.Yağmur damlalarının ıslattığı dudakları sıcacıktı.Sanki zaman durmuştı ve sahil hiç olmadığı kadar huzurluydu.Kendimi bu kadar tam hissetmemiştim. Denize karışmış gibiydim.. Şimdi ise lavabodan gider borularına akan kirli bir su gibiyim.. Şarabım elimde.. Kitabım bitmiş...
5 Haziran 2011/ Sayı 1
Neden Kalemsiz? Bu işi yapmaya karar verdiğimizde kafamızda birçok soru işareti vardı. Bunlardan bazıları; ‘’Yapacağımız iş tutar mı? Nelere ihtiyacımız var? Yazıları zamanında toplayabilecek miyiz?’’ idi. Ancak yukarıda belirttiklerimizin bir şekilde hallolacağını gördük.Zor olan ise bu derginin bir adının olmasıydı. Evet genelde kolay gibi görünen bir isim koyma durumu her zaman vakit kaybettirmiştir. Gerçi biz olağanın dışında bir sürede dergimizin adının KALEMSİZ olması konusunda fikir birliğine vardık. Peki Neden Kalemsiz? Kalemsiz, çünkü ilk etapta internet ortamında oluşturduğumuz bir dergi olduğundan kalem kullanımının teknik açıdan mümkün olmadığı bir durumdu bizimkisi. Niye Kalemler değil de Kalemsiz ismini tercih ettiniz gibi sorularınız olur diye de şu açıklamayı yapma gereği duyuyoruz. Kalemsiz dedik çünkü ironi yapmak istedik biraz da.. Zıtlıkları severiz aYing Yang felsefesi aldığımızdan değil, yanlış anlaşılmasın.Seviyoruz hepsi bu . Dergimizin içeriği konusunda belirli bir alanda yoğunlaşmaktansa, her kesime ulaşabileceğimiz bir içerik oluşturmanın isabet olacağına karar verdik ekipçe. Bunun da okunurluğumuzu arttıracağını düşündük. Yeni bir dergi olmamız ve dergimizi online sunacak olmamız bizi tedirgin etse de en azından çabalarımıza güveniyoruz. Ve sizleri ilk sayımızla başbaşa bırakıyoruz.. Keyifli okumalar.
Kalemsiz Dergi Ekibi
5 Haziran 2011/ Sayı 1
Düşünceler... Dergimizin bu ilk sayısında bizlere ilgi ve desteğini gösteren tüm okurlarımıza içten bir “MERHABA” ile başlıyorum... Uğur Papatya u.papatya@kalemsizdergi.com
S
izlere her ay felsefe, psikoloji, parapsikoloji gibi alanlarda Kalemsiz bünyesi altında yazılar sunacağım. Bu ilk sayıda “felsefe”nin ne olup ne olmadığından ve öneminden bassetmek istiyorum. Amacım, aslında lise yıllarımızda aldığımız derslerden çok farklı bir ifadeden bahsedildiğini anlatmak... Hiç düşündünüz mü, neden biz Türkler’den de dünyaya yön veren düşünürler çıkmaz? (Ya da neden “Türkler düşünürlerine sahip çıkmaz?”) Neden George efendi kitap yazınca herkes okur
da adı Ahmet olanın yazdıklarına pek fazla rağbet olmaz?. Hepimiz, gün içerisinde aklımızdan ortalama 50.000’den fazla düşünce geçiririz. “Felsefe” ya da “felsefe yapmak” ise bunların farkında olup “neden”lerini düşündüğümüzde başlar. Televizyon karşısına geçip onlarca kanal varken “neden” seyredecek bir şey olmadığını düşünmek basit bir felsefe örneği olabilir.
önemlidir. Ayrıca dini alanda da pek çok noktanın aydınlatılabilmesi yine felsefeyle mümkündür. Fakat ezberci eğitim anlayışımızdan mıdır bilinmez bizde biraz farklı düşünmeye başlayan herkes “anormal ya da uyumsuz” olarak değerlendirilir. “Neden online bir dergi yapmıyoruz” dediğimizde olduğu gibi!.. Düşünen ve soranları nedense fazla sevmez, pek ciddiye almayız...
Felsefe, bir toplumda yeni düşüncelerin gelişebilmesi, bilim ve sanat alanında üretkenliğin artabilmesi açısından son derece
Her şeyde söyleyecek çok sözümüz vardır aslında ancak hepimiz kendimize filozofluk yaparız.
Michael Jackson Dansı Moonwalk Nasıl Yapılır?
80’li yıllarda Michael Jackson’ın çıkardığı dansın içinde bulunan bir koreografi... Artık o kadar benimsenmiş ki Michael Jackson diyince akla direk Moonwalk geliyor. Gelelim Nasıl yapılacağına:
Mert Abakuş
Suçsuz Bucaksız Kabahatler
Tolga Arslan
t.arslan@kalemsizdergi.com
Sonsuza kadar susacak mı acaba, bir zamanlar ağzımdan çıkan telli belirsiz sesler?
m.abakus@kalemsizdergi.com Zaten griye çalıyordu her söylediğim kelime, hiçbir zamanda skalası olmadı
1. :Ayağınızda ya çorap olcak yada tam oturan ve ayağınızı kavrayan bir ayakkabı (yere yakın olması makbûldür )
ki cümlelerimin gökkuşağının nezdinde. Suçsuz bucaksız kabahatlerimdendir aslında bu hep düzelik, bu renksizlik.
2. :Sağ ayağınız sol ayağınızın biraz arkasında olcak(Yarım ayak mesafesi). Sağ ayağınızla parmak ucunda durcaksınız.Bütün ağırlığınızı sağ ayağınıza verceksiniz.(parmakları kırmayın) Sol ayağınız hiç kalkmıycak. Sol ayağınızı tam 1 adam geri sürükleyin ama dikkat edin topuğunuz kalkmasın ve sağ ayaınızın topuğu yere değmesin. Sol ayağınızı 1 adam geriye attıkdan sonra hızlı bir şekilde sağ topuğunuz yere inerken sol topuğunuz havaya kalkcak ama zamanlama çok önemli. Ne olmuş oldu? sağ ayak ileride sol ayak geride. Anlattıklarımın aynısını tekrarlayın... bunu takılmadan yapmaya çalışın... Hemen pes etmeyin... NOT:Her zaman arkadaki ayağın topuğu havada olur. Bu pozisyonada ‘L’ pozisyonu denir.
Şöyle en renklisinden bir ressama denk gelemedik ki, foyalarını acımadan hayata katan! İki sırça darbesi kırar mı dersin bu renksiz sual üzerinde çizili sanal köşkümü? Şarkısız infaza da maruz kalıyor zaten uzun zamandır, akordu bozulmuş, detone yüreğim. Nihayet makamından çıka gelmişti oysa bir zamanlar güzsüz ruhum, bahar vardı tabi serde. Birde sen vardın gönül ekranımda, siyah beyaz karıncalar yerine…
5 Haziran 2011/ Sayı 1
8
Neden Küfür Ederiz?
Uğur Papatya
u.papatya@kalemsizdergi.com
Neden küfür ettiğimizi merak ettiniz mi hiç? Veya neden her küfürün içinde “dışkı” ile ilgili bir ilişki olduğunu? Küfüre yatkınlık, daha doğduğumuz andan itibaren başlar.
Eğer bu iki dönem içerisinde bir sorun veya saplantı oluşursa, öfkeyi dışkı ile ilgili küfürlerle ifade etmeye başlarız. Elbette bunda çevreden duyulan kelimelerin de önemi büyüktür ama zaten tüm kelimeleri duyarak öğreniriz.
Freud’un psikoseksüel dönemlerinden ilk ikisi olan Oral ve Anal dönemde ortaya çıkar.
İşte bazı insanların aşırı bir biçimde küfür etmesinin nedeni oral ve anal dönemlerinin sorunlu geçmesidir.
Şöyle ki:
Kısacası Psikoloji bir kez daha gösterdi ki:
Oral dönem, ağız ile beslendiğimiz kundaktaki bebeklik halimizdir.
“Hepimiz sorunluyuz”
Biz insanlar, tüm zevkleri önce ağız yoluyla almaya başlarız. Güzel ve çirkin ağız ile anlam bulmaya başlar. Anal dönem ise, tuvalet öğrenimi ve konuşmaya başlama dönemidir. Artık öfke, dışkı ile ilişkilendirilmiştir.
Zaten Freud’a göre tüm sorunların temelinde cinselllik var, hepimiz sapığız Dahası bilinçaltımızın hep bir yerinde inkar etsek de ölme isteği var. Sorunlarımızın hepsi olaylardan kaynaklanıyor.
çocukluktaki
Filmlerde sıkça duyduğumuz “Çocukluğunuza inelim” repliği baya ciddi bir şey yani.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
9
Bol Giyen Adamlar Yazı Dizisi / #1 / Bol kıyafet, sokak, kültür.
Sıradan bir gün dışarı çıktınız, bir yerde bol kıyafet gitmiş grup durmuş birbirlerine küfürler ediyor, elleriyle yada ağızlarıyla ritim tutarak herkes kendi arkadaşını destekliyor. Hadi, biraz başa saralım teybimizi. :) Benim ilk rap müzikle tanışmam benim neslim gibi Sagopa Kajmer veya Ceza’yla olmuştur. Çünkü televizyonda sadece bu kişiler var ve elimizin altında da internet olmadığı için “neden rap ?” diye bir araştırma içine giremiyorsunuz yada alternatif isimler keşfetmeniz zor. Bende böyle bir dönemde pazardan 1 Tl’ye aldığım yabancı mp3 cdsi ile hiphopu tanıdım. CD içeriği tamamen yabancı rap müziklerinden oluşuyordu. Biraz zaman ilerledikçe bu işi gidip internet cafelerden aramaya kalktım ve 14 yaşında ilk kez semtimde düzenlenen bir organizasyona katıldım. Tabi o zaman ailelerimiz karşı çıktığı için bol kıyafetler giyemiyorduk, hatta küfür ve şiddet içerdiği için bile rap müziğimi ailemizden gizli dinlemek zorundaydık. (Sene 2011 olmuş tabi toplumumuzda fazla değişen birşey yok, tek özgür olduğumuz yer Taksim ile Kadıköy sanırım) Bizim zamanımızda birde bol kıyafet giymenin sorumlulukları vardı. Şimdi 14 yaşındaki çocuk bol bir kıyafet giyse “aaa rapçi” der geçerler. Fakat ben 14 yaşındayken bol bir kıyafet giydiğimde başka birisi gelip “merhaba dostum, bende rap dinliyorum, ismin ne” gibi bir muhabbete girer ve anında tanımadığınız bir kişiyle ortam kurardanız,
5 Haziran 2011/ Sayı 1
10
3 paragraf oldu hep rap müzikten bahsediyorum. Fakat hiphop Sir MC’nin de dediği gibi çok yönlü bir yol. Ve şunu da söylemek isterim, insanlar hâla hiphop’u bir müzik olarak biliyorlar. Hayır, hiphop müzik değildir, bir amerikan kültürüdür. Fakat kendi gelenek ve göreneklerinize uyarlamakta çok zor değil. Altında graffiti, breakdance, rap, beat box ve djlik vardır. 15 yaşında rap denemelerimi yaparken 16 yaşında da graffiti yapmaya başladım ve hâla toplulumuzun alışamadığı bir olaydır graffiti, altında iki katın büyüklüğünde kot pantolon ve elimde sprey boya varsa seni görenin hakkında düşündüğü şey satanist, anarşist olmandır, ama öyle değiliz ayrı bir konu. Tabi bu ülkenin yakın zamanda bir siyasal geçmişi de var, ön yargıların olması çok normal. Yine 16 yaşımda ilk kez sahneye çıktım ve kendi yaptığım altyapının üstüne kendi yazdığım sözleri okudum. Gelen tepkiler olumlu ve olumsuz oldu, bu müzikte zaten böyle birşeydir. Her türlü
Rap ile geçen sıradan bir günümü sizlere anlatmak istiyorum ve bir daha ki yazıda sizlere “Türkçe sözlü rap müziğin nasıl doğdunu, büyüdüğünü” yazacağım.
“Sıradan bir gündü , bundan önce arkadaşlarla anlaşıp, eskiden öğrendiğimiz gibi hiphopu stüdyo kabininden dışına yani sokağa taşıyacaktık. Belirlediğimiz bir tarihte istiklal caddesine gittik ve tünelin ordaki geniş alanda toplandık. Amacımız beatbox ile freestyle (doğaçlama rap) yapmaktı. Yaptıkta, ilk başta kimse ilgilenmese de toplumun ilgisini hafiften çektik, sanarsam turist olan
kişiler fotoğraflarımızı çekiyordu, onun verdiği gazda ayrı bir olaydır.Hiç tanımadığımız rap dinleyicileri de aramızda katıldı. Fakat tabi hızımızı alamayıp siyasal olayları, birbirimize küfür etmeyi karıştırdığımız için polise eylem yapmadığımızı da anlatamadık ve herkes dağılıp kendi yoluna koyuldu. “ Oktay Yenitürk o.yeniturk@kalemsizdergi.com
5 Haziran 2011/ Sayı 1
11
Dely’nin Köşesi
Article with photo No. 2
Dely’nin sözlüğünden kelimeler: “Merhaba” Selam duruyorum adını bilmediğim tüm evrenin enerjilerine,
Sıkıldım yepyeni bir oyuna geçtim…
Bir sözün gücüyle bin aklın hizasından geçtim
Selam duruyorum tüm semavi güçlere,
Anlayamazken ben bile kendimi, sen de sorgulama…
En sonunda kelimelerimi cebimden çıkartıp toprağa ektim
Doğayı kucaklayacak, sevdiklerimi, yeni ruhları koleksiyonuma katacak kadar büyük bir yüreğim olmasını dilediğim günlere bakıp gülümsüyorum
Ben ne senim, ne sen bensin, biz denen iki başlı ejderin birer aklıyız: Ben yazdıkça, sen okudukça bu böyle…
Kimi aşk oldu, kimi kin, kimi savaş, kimisi dondurma yenen sıcak Temmuz öğleni
Şaşırmayın buna; dervişi oynamıyorum, sadece artık kendimi bile umursamıyorum… Tüm mevsimleri bilirim, tüm adlarını hayvanların, güneşe dönebilirim yüzümü Ayın karanlık yüzü gibi bilinmezliklerimi saklayabilirim… Bildiğim çoğu şeyin tersini ispatlayacak kadar bildiklerime inançsız İnandıklarıma sahip çıkmayacak kadar pervasız Pervasızlıklarımı haklı çıkartacak kadar bilgili olmayı denedim…
Yollardan geldim, yıldırımlar kutsadı yönümü Tarot kartlarının arkanalarından arıttım kendimi İskambilin jokeri, saray salonlarının soytarısından öğrendim acılarımıza maskeler takmayı Palyaçolaştıkça varlıklarımız, maskelerimizin yüzümüze ne kadar sindiğini fark ettim Şimdi biliyorum, beden eğitilir, ruh bükülür, kelimeler eğilir ama akıl, Akıl dediğin deliliğin sınırına çektiği dikenli tellerin sınırında gezinir…
Tüm renkleri denedim, siyahın hepsinden oluştuğunu anlayıp, karanlığımı besledim… Şimdi önünüzde ilk tiradını atan bir amatör tiyatrocunun heyecanlı bekleyişiyle Aklımdan sükunete hasret bir denizin dev dalgaları geçerken Dudaklarımdaki sözcükleri döşüyorum, akıllarımızın su basmanının üzerine Çimentosu olduğum bu ruh kulesini rastgele çalakalem çizilmiş bir taslaktan arıtıyorum… Dilimde binlerce dile ait en güzel kelimelerin ilki “Merhaba” diyerek Küçük bir gülümseme ve akıl sınırlarının dikenli tellerinden atlayarak yanınıza gelmenin gururu ile sesleniyorum yeniden “Orada kimse var mı?”
5 Haziran 2011/ Sayı 1
12
Dely’nin Köşesi Dely’nin sözlüğünden kelimeler: “Sonra”
Sonra çıktım sokağa, şehir kundakladığı birlikteliklerimizin Neron sevinçlerinden yüzü alev alev yanan bir delikanlı gibi ışıldamaktaydı… “Gece” diye düşündüm, hiç başlamamış şiirlerin tohumlarının atıldığı, dudaklarda ayinlerin, duaların, alkolün, şarkıların ve öpücüklerin filizlendiği bir zaman oyunu… Yollarda insanlar acele ile, bir çoğunun elinde plastik torbalarda ekmek, marketten toplanan ıvır zıvır, gazeteler, gazete kağıdına sarılıp özenle torbaya konmuş içki şişeleriyle, doyurulmaz yaşam döngüsüne ait birçok şeyle evlerine ilerlemekteler… Kaçı üzgün varlığından, kaçı mutsuz diye düşledim… Yalnızlık yıldızlarla üzerimize yeryer parçalı bulutlu şekilde yağıyordu. Büfeye yaklaştım, sigara aldım. İlk nefesinde gözlerimi kapattım, duman içimi tavaf ederken, düşlediğim bir bardak kahvenin kokusu burnumda gezerken, çetrefilli karanlığa ilerledim… Yollar çöp kamyonları, sokak köpekleri, akşamdan kalmalar, tek tük taksi ile dolana kadar gezindim. Normal insanların uyuduğu saatlerde ışıkları açık olan evlere hayret içerisinde bakıp hayal gücüme körüklerle asıldım… Eve vardığımda, ışığa dokunur dokunmaz sentetik güneşin aydınlattı bir sürü eşya arasından kendime yol çizerek masaya ilerledim. Yokluk krizindeydim belki, çok istenip alınamayan bir oyuncağın hummalı sancısını çeken çocuk gibiydim. Ne şehrin karanlığı ne yürümek hatta ek olarak ne yorgunluk hiçbir şey yatıştıramıyordu aklımdaki isterik deliliği. Bir fincan kahvenin dumanından izledim aklımın aynasındaki tünelleri, uykum kaçmış içimde bir fırtına, deli gibi saldıran bir orduya karşı koymak isteyen savaşçı güçlerime tam meydan muharebesinin ortasında nasıl durun uyuyacağım sonra savaşın diyebilir ki insan? O meydanı biliyordum, yüzlerce ad yazılıydı, kimi bir gecede, kimi aylar içerisinde işlemişti toprağına, şimdi diyorum bitsin… Ne acıdır dışarıda güneş doğması, içeride gece olmasını tetikliyor ve tüm askerler mevzilerine çekilip yaralarını iyi etmeye ve uyumaya çalışıyor. Sonra diyorum… Yatağıma ilerlerken aklımdan geçen tek şey bu kaosun çözülmesi, dudağıma inceden bir istek dizilir gibi oluyor, susturup arsız çocuğu uzanıyorum… Uyandıktan sonra ilk işim bu savaşı bitirmek diyorum… Bilmem kaçıncı kez uykuya yenilen bedenim barış anlaşmasını bir daha rafa kaldırıyor aklımın dehlizlerinde ordular yeniden sınırları belirliyor… Hırçın komutanların içinden geçen sözcükleri biliyorum. Seslenmek istiyorum “Aslında bir konu var” diyerek uzlaşmak istiyorum. Uyku üzerimizi örtüyor. Kendime yeniliyorum.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
13
YABANCILAR TANIŞLAR “Hakkında bir sürü kararlar alınıyor, kimse ona fikrini sormuyordu. İki buçuk yaşındaki bir çocuğun geUğur Papatya lecekle ilgili bir fikri olamazdı ya. O, devletin koruması altında bir çocuktu. Ayrılık vakti geldiğinde Alper, anne ve babasına sıkı sıkı sarıldı, o ana kadar tuttuğu gözyaşlarına ve hıçkırıklarına engel olamadı.” u.papatya@kalemsizdergi.com Markete gidiyoruz, diyerek çıkmışlardı evden. Yine yürüyen merdivenlere binecek, balık alıp geleceklerdi. Işıl ışıldı Alper’in mavi gözleri. Annesi Hatice Hanım’ın kucağında oturuyor, arada bir babası Necati Bey’e dönerek sorular soruyordu. Mutlu olduğu her halinden belliydi. Ta ki yurdun kapısından içeriye girene kadar… Duyguların hiçbir şekilde ifade edilemeyeceği andı o an. Minicik elleriyle annesi Hatice Hanım’ın yüzünü avuçlarının içine alarak: nerek:
“Anne! Bak ben hiç ağlamıyorum. Sen de ağlama.” Sonra da babasına dö-
“Baba sen de ağlama. Yoksa müdür baba beni bir daha size vermez.” Dedi.
Masmavi gözlerinde gözyaşlarını hapsetmişti. Akıtmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Hatice Hanım ve Necati Bey çaresizlikle birbirlerine bakakaldılar. İki buçuk yaşındaki bu çocuğun cesareti ve soğukkanlılığı kendilerinde yoktu. Hatice Hanım hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Küçük Alper, annesinin akan gözyaşlarını siliyor, korkusu artıyordu.
“Anne! Müdür baba beni size vermez. Ağlama!” diyerek, onu yatıştırıyordu.
Üç ay boyunca, belki de o güne kadar hayatında hiç tatmadığı sevgi ve şefkati tatmıştı. Aileye geldiği ilk günden beri, evin neşe kaynağı olmuştu. Apartman komşuları onların kapısını çalmadan geçmiyorlardı. Bazen bir çikolata, bazen de bir oyuncakla. Necati Bey’in iş arkadaşları, kıyafetlerinden yiyeceklerine kadar her ihtiyacını gideriyorlardı. Herkes onu mutlu etmek için bir şeyler yapıyordu. Çünkü bu, geçici bir süreçti ve yavaş yavaş sona yaklaşıyordu. Yurdun müdürü, küçük Alper’in koruyucu ailesine telefon açarak, yurda getirilmesini istemişti. Çünkü evlatlık verileceği ailenin resmi işlemleri bitmişti. Küçük Alper’i alacaklardı. Kurallar gereği iki aile birbirlerini hiç tanımayacak, Alper, anne baba bildiği kişilerle bir arada büyüyecekti. İtiraz etmek gibi bir hakları yoktu. Kendilerinin yetişmiş iki çocuğu vardı zaten. Üç ay boyunca Alper, onları ağabey-abla bilmişti. Tek tesellileri, Alper’in yuvada değil, ailesi bileceği kişilerin yanında olacağıydı. Çocuk özlemiyle yuvaya başvuran diğer aile, muhakkak ki ona çok iyi bakacaktı. Belki de ona daha çok sevgi gösterecek, ekonomik olarak daha iyi bir gelecek sağlayacaklardı. Kapıdan içeriye girdiklerinde altı yaşlarındaki ağabeyi Batuhan birden, Alper’in boynuna atladı. Kardeşine sımsıkı sarıldı ve içine çekerek kokladı. “Onu siz mi aldınız? Bu güzel elbiseleri de mi siz aldınız? Ne çok şeyi oldu? O evlatlık gidecek. Ailesi onun adını bile değiştirdi.” Görevliler Batuhan’ın daha fazla konuşmasına izin vermediler. Evlatlık alacak aile aslında Batuhan’ı da istemiş, iki kardeşi birbirinden ayırmaya razı olmamışlardı. Ancak Batuhan’a büyük, gerçeklerin bilincinde ve aile ortamına uyum sağlayamaz gerekçesiyle psikologlarca “evlatlık verilemez” raporu verilmişti. Bu nedenle Alper, gerçek hayatta olan anne ve babasından ayrıldığı gibi, ağabeyi Batuhan’dan da ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Hakkında bir sürü kararlar alınıyor, kimse ona fikrini sormuyordu. İki buçuk yaşındaki bir çocuğun gelecekle ilgili bir fikri olamazdı ya. O, devletin koruması altında bir çocuktu. Ayrılık vakti geldiğinde Alper, anne ve babasına sıkı sıkı sarıldı, o ana kadar tuttuğu gözyaşlarına ve hıçkırıklarına engel olamadı. Müdür ve görevliler de gözyaşlarına engel olamadılar. Hatice Hanım son kez ricada bulundu. “Bu şekilde ağlamasın. İzin verin uykuya ben yatırayım. O uyurken biz gideriz.” Fakat görevliler kabul etmediler. Diğer çocukların da psikolojilerinin bozulabileceğini, bu tür ayrılıklara alışması gerektiğini söylediler. 5 Haziran 2011/ Sayı 1
Aile kızmıştı. Küçük çocuğun tekrar yuva ortamında bulunmasını istemiyorlardı. Hatice Hanım, kalp hastası olmasına rağmen, 14
hafta sonları misafir olarak gelecek Alper’i göndermek istememişti. Geldiğinde küçücük vücudu morluklar içerisindeydi. Derin uykusunda bile sık sık ağlayarak uyanıyor, anne ve babasını ısırmaya çalışıyordu. Kadıncağızın eli ve yüzü ısırık içerisindeydi. Bir süre sonra Alper, yanındakilerin anne ve babası olduklarını anlıyor, onları seviyor, öpüp koklayarak tekrar uykuya dalıyordu. Alper’in tek savunma aracı ısırmaktı. Sadece onun değil, yuvada kalan diğer tüm çocukların da savunma aracıydı o. Bu yüzden de çocuklar birbirlerine ısırarak zarar verebiliyorlardı. Aile tekrar aynı psikolojiyi Alper’e yaşatmak istememişlerdi. Ama yetkililer bu konuda rahattı. Onlar, alışkındı. Alper’in başına gelenler, onlar için ilk değildi. Çünkü ellerinde onlar gibi yüzlerce çocuk vardı.
bir ailesi olduğu için teselli bulmuştu. Evdeki ağabeyi Furkan ve ablası Şevval:
Yan odaya götürülen Alper’in kısa bir süre sonra ağlama sesi kesildi. Hatice Hanım ve Necati Bey, çıkarken müdüre bir zarf uzattılar. Alper’i evlatlık edinecek aileye verilmesini istedikleri bir mektuptu bu. Alper’i göremeseler bile, durumundan haberdar edilmelerini istedikleri bir mektup. Müdür, bunun kurallara aykırı olduğunu, ama mektubu aileye vereceğini, sonrasının ailenin kararına kalmış olduğunu söyledi.
“Anne ve babam yok. Onları zaten hiç sevmiyorum. İyi ki kurtulduk. Hep kavga ediyor, sonra da bizi dövüyorlardı. Ama artık kardeşim de yok. Onu niye benden ayırdılar? Kokusunu bile özledim…” diyerek, hıçkırıklara boğuldu.
“Yeni bir kardeş daha alalım.” dediler. Birden babanın aklına bir fikir geldi. Alper’in ağabeyi Batuhan yuvadaydı. Bir süre onu misafir edebilirlerdi. Hafta sonu izin işlemlerini yaparak, Batuhan’ı aldılar. Uzmanların uyarılarına göre, gerçekten de hırçındı. Bir anda mutlu oluyor, bazen de etrafına kindar bakışlara küsüp, kenara çekiliyordu. O gece hıçkırık sesleriyle uyandılar. Hatice Hanım ve Necati Bey, yanlarına gittikleri çocuğa neden ağladığını sorduklarında:
Necati Bey çaresizlikle: “Ama o şimdi çok mutlu.” diyebildi.
Etiketleri üzerinde yeni kıyafetlerle gelmişlerdi. 3 çanta dolusu giysiyi ve oyuncakları müdüre teslim ettiler. Sosyal hizmetler görevlisi bu kadar ilgili ve duyarlı aileyi bırakmak istemedi.
“Biliyorum” dedi Batuhan.. “O artık kocaman bir evde yaşıyor. Bahçesinde havuzu bile var. Hep yüzer artık. Okula da ordan gider” dedi.
“Size yine yeni bir çocuk verelim. İsterseniz bu defa kız olsun.” dedi.
Hatice Hanım hayretle:
Hatice Hanım yutkunarak:
“Sen nereden biliyorsun onun kaldığı evi?” diye sordu.
“Biz gittik. Aile ikimizi de aldı. Sonra beni istemediler. Evlatlık verilemezmişim. Aile de sadece onu aldı. Çok sevdiler onu…”
“Şimdi olmaz, daha sonra.” diye cevap verdi.
Yurt görevlilerinden öğrendiklerine göre, gerçekte anne ve babası hayattaydı Alper’in. Komşularının şikâyeti üzerine, çocuklara aşırı şiddet uygulandığından, devlet almıştı onları. Bir daha da arayan soranları olmamıştı zaten. İki buçuk yaşındaki bir çocuğun şaşırtıcı zekası ve işbilirliliği aileyi hayrete düşürmüştü. Garibin başka çaresi mi vardı ki? Yemeğini kendi yemek, üstünü kendi giymek zorundaydı. Bir oda dolusu çocuğa iki görevli nasıl yetişirdi? Hele beşikte henüz iki haftalık bebeği görünce ailenin içi burkuldu. Annesi doğumdan hemen sonra hastanede bırakıp kaçmıştı. Bu nasıl işti? Evlat hasretiyle yanan binlerce aile varken, bu tür anne ve babalara ne demeliydi? Aradan bir hafta geçmiş, Alper, yeni yuvasına yerleşmişti. Onun gidişiyle aile hüzne bürünmüş, ancak
Batuhan, ailenin Türkiye’deki evinde bir süre misafir edilmişti. Gittiği yerleri çok iyi hatırlıyordu. Baba, onun anlattıklarından yola çıkarak, aileyi kısa bir süre sonra buldu. Ancak, onların ve Alper’in dünyasına girmeli miydi? Bu ne kadar doğru olurdu? Yapacağının sevap mı günah mı olacağını adeta bilemiyordu. Bir tarafta dünyası henüz kurulmuş mutlu bir çocuk, diğer tarafta ise minicik dünyası bir kez daha kararmış, adeta hayata isyankar bir çocuk vardı. Geleceklerini, ümitlerini, yepyeni bir sevgiye bağladığı ailenin durumunu da unutmamak gerekirdi. “Belki bir gün” diyerek yazdığı adres kâğıdını, usulca cebine soktu.
“İki kardeş birbirlerini ararlarsa, mutlaka buluşurlar. Belki aile bir süre sonra Alper’e anlatır her şeyi. O zaman daha da kolay olur. Şimdi küçücük, çaresiz çocukların akıllarını karıştırmaktan başka bir işe yaramaz zaten. Ümitlerinin bittiği yerden, yeniden çok güzel bir başlangıç yapan aileye de haksızlık olur bu…” 5 Haziran 2011/ Sayı 1
15
İlk Boğaziçi Köprüsü
Batuhan Öztütüncü b.oztutuncu@kalemsizdergi.com
İtalyan Mimar Mondrakol, Padişah 2 Abdülhamit döneminde, İstanbul Boğazı’na bir köprü inşa etmek için proje hazırladı. Ancak, maket çizimleri de yapılan projeyi beğenmeyen 2 Abdülhamit, köprünün inşaatına izin vermedi Osmanli Arşivlerindeki ‘YAHus 411/174’ numarali belgede, Sadrazam Sait Paşa projeyi anlatan dilekçeyi 6 Tesrin-i evvel 1316’da (6 Ekim 1900) üst yazi ile padişaha sunuyor yazıda proje tüm detaylarıyla anlatılıyor. Köprünün yapım fikri, ’93 Harbi’ olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ortaya atıldı. Almanlarin Istanbul-Bağdat Demiryolu’nu yapımı sırasında da yeniden gündeme geldi. İstanbul-Bağdat Demiryolu ile Güney Avrupa ve Avrupa’nın merkezinin birleştirilmesini hedefleyen projenin, Bogaz’ın en dar yeri olan, bugün Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün bulunduğu Rumelihisarı ile Anadoluhisarı arasında yapilacağı belirtiliyordu. Köpünün mimarisi ise şöyle anlatılıyordu: ”İki yakanın arası 600 metre projede üç asma köprü olacak ve bu gayet heybetli bir manzara kazanacak. Büyük binanın ortaları minareler ve özel kubbelerle süslenecek. Son direklere çelik kablolar çekilecek, kubbelerden her birinin kaidesi granit olacak Köprünün ayaklarinin altı, taarruzdan korunmuş şekilde oluşturulacak Yüksek kuleler, 15 fenerle ışıklandırılacak. Ayrıca kubbeler, çini ve yaldız tuğralarla süslenecek. Köprünün yüksekliği altından büyük bir geminin geçebilecegi sekilde inşa edilecek. Kulelerin arasından da tren geçecek.”
Rap Aleminde Nigga Nedir ? Rap Müzikte “Nigga” Lafı sürekli geçer. “Nigga” Kelime anlamı ile “Nigger” dan gelir yani “Zenci” demek.
Rapçilerin boynundaki kalın Zincirlerin anlamını bilirmisiniz?.
“Nigger / Zenci” siyah ırkı aşağılamak için kullanılan bir kelimedir. Örnek “Kara Köpek”, “Köle zenci” gibi.
Nigger Terimi : Kölelik zamanında Zenciler boyunlarından ağaca asılırlardı. İşte onlar “Nigger”dı.
Rap Müzik’te en büyük kale Los Angeles yani Batı Yakasıdır. Siyah ırkın zamanında en çok aşağılandığı yerdir Batı Yakası. (90’ların başındaki ayaklanma)
Nigga : Gece kuluplerine boyunlarındaki koca altınlarla giren zenciler ise “Nigga” dır.
90’ların başında Tupac(Makaveli) “Nigger” kelimesine yeni bir anlam getirir. Argo olarak “Nigga” kelimesini kullanır. Bir siyah diğer siyaha “Nigga” diye bilir. Ama bir beyaz asla diyemez. Durumu iyi olan zenciler birbirine “Nigga” der.
Rap müzikte Beyaz MC’lerde vardır. (Vanilla Ice, Eminem, Lil Wyte). Onlarada Wigger denir. Varoştan ve zulumden geldikleri için. Almanyadaki aşağılanan türklerede “Kanakster” derler. Bir nevi “Nigga” yani.
YAZARDAN KONSERLER.. Rock’n Coke @Hezarfen Tüm müzikseverlerin bildiği gibi Coca Cola’nın düzenlediği Rock’n Coke uzun bir aradan sonra bu yıl tekrar Hezarfen Havaalanın’da yapılacak. 17 ve 18 Temmuz Tarihlerinde gerçekleşecek bu organizasyona eskisi gibi yoğun ilginin gösterileceğini tahmin ediyorum. Her ne kadar bilet fiyatları 50 – 200 tl civarında olsada Limp Bizkit , Motörhead , The Kooks , Duman , Kurban , Çilekeş , Athena , Gripin , Moby ve dahasını dinlemek için bu konserler kaçmaz diyorum. Bunların haricinde etkinlik alanında bir çok yarışma vs. sizleri bekliyor. Tabiki Rock’n Coke’a katılıp çadır kurmadan olmaz değil mi ? Ama şimdiye kadar katılıp yağmurdan nasibini almayan yoktur heralde . Çünkü her konser zamanı yağmur yağar . Ama yağmur altındada konser bir başkadır . Katılacak müzikseverlere şimdiden iyi eğlenceler diliyorum . Umarım güzel bir kez daha güzel organizasyon olur.
Kıvanç Cangülenç k.cangulenc@kalemsizdergi.com
KALEMSİZ DERGİSİ’NİN TOP 10 MÜZİK LİSTESİ
1-
ATİYE - BUDUR
6-
SERTAB ERENER – BİR ÇARESİ BULUNUR
2-
SERDAR ORTAÇ - ELİMLE
7-
GRUP 84 – HAYIR OLAMAZ
3-
GRİPİN – BEŞ
8-
KOLPA – SON NEFESİM
4-
SİNAN AKÇIL & HANDE YENER – ATMA
9-
MURAT BOZ - AŞKLARIM BÜYÜK BENDEN
5-
HADİSE –SUPERMAN
10-
TEOMAN – BANA ÖYLE BAKMA
Tavsiye Albümler Gülben Ergen & Mustafa Sandal - Şıkır Şıkır - Gülben Ergen , tek çıkaracağı albüm öncesinde Mustafa Sandal ile yaptığı bu single albümü dinlemenizi tavsiye ederim .
Bengü – Dört Dörtlük - Bengü’nün yeni çıkan albümündeki “Aşkım” isimli şarkıyla iyi bir çıkış yakaladığını söyleyebiliriz. Bu albümde bulunan şarkıların büyük bir çoğunluğunun söz ve müziği son günlerde müzik piyasasında adından çokça söz ettiren Sinan Akçıl’ın imzası bulunuyor.Ayrıca Bengü ; Şehrazat , Eray Üner , Oytun Karancak ve Deniz Erten’inde Söz ve müziklerinin bulunduğu şarkılara yer vermiştir.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
18
Kıvanç Cangülenç k.cangulenc@kalemsizdergi. com
İnternette Yeni Bir Dönem Başlıyor Batuhan Öztütüncü b.oztutuncu@kalemsizdergi.com
Günümüzde bir internet girişimcisinin en büyük sorunu alan adının ne olacağıdır. Ama artık bir internet girişimcinin site açarken adını ne koysam bunu koysam boş mudur dolu mudur… gibi sorularla karşılaşmayacak. Çünkü dünyadaki bütün alan adı uzantılarının düzenlemesinden sorumlu olan ICANN(İnternet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu) 2012 yılında yürürlüğe girecek olan tasarıda artık sitenize .com .net .org… gibi uzantılar vermek zorunda kalmıyacaksınz. İnternet sektörü birkaç yıldan beri söz konusu sınırlandırmaların inovasyonun önünde engel oluşturduğunu tartışıyorlardı. Bu konuda daha önce de çalışmalar yürüten ICANN sonunda yeni gTLD alan adı uzantılarını devreye sokmaya karar aldı. 16 kişilik ICANN yönetim kurulunda 13 üye tasarıya olumlu oy verirken 1 üye ret oyu kullanmış 2 üye ise çekimser oy kullanmışlar. ICANN yeni isimler için başvuruları 12 Ocak 2012’den itibaren almaya başlayacak. Başvuru ücreti 185bin dolar daha sonrasında yıllık 25bin dolar ve başvuru formu 360 sayfa uzunluğunda olacak.
ICANN Başkanı ve CEO’su Rod Beckstrom
ICANN Başkanı ve CEO’su Rod Beckstrom’un “ICANN tüm dünyada insanların hayal gücünü ortaya koyacak bir biçimde Internet isimlendirme sistemini yeniden düzenlemeye karar vermiştir. Bugün alınan karar, yeni grupların her dilde TDL (Üst Düzey Alan Adı) oluşturmasına olanak tanımaktadır. İnsanlığa daha iyi bir hizmet sağlanacak” dedi. Bu kendi koyacağınız uzantılar istediğiniz şekilde olabilir. Çince, Arapça… vb. yazabilirsiniz.Mesala ben kendi İnternet Sitemi yapacağım zaman sitemin adını www.batuhan.oztutuncu koyabilirim.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
19
Aura Nedir?
Eski Mısırlılar Nükleer Enerjiyi Biliyorlardı Dünyanın en büyük harikaları olan piramitler ve piramitlerin içinden çıkan eserler, elbette çok yüksek bir medeniyetin belgeleridir. Fakat mumyaların onları rahatsız edenlerden intikam almaları nasıl izah edilecek? O yüksek medeniyet, mumyalara intikam alma gücünü nasıl verdi? Bu soruya Oakbridge Atom Dairesi profesörlerinden Louis Bulganin cevap verdi ve bu cevap, bilim dünyasında çok geniş yankılar uyandırdı. Atom uzmanı Profesör Louis Bulganin, şöyle diyor;«Firavunlar devrinin bilginleri, nükleer enerjiyi biliyorlardı. Tutankhamon‘un mezarı, atomla korunuyordu. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanmış bulunuyorum ki, piramitleri açanların, mumyaya dokunanların hepsi, bir atom tuzağına düşmüş bulunuyorlar. Mısırlı rahipler, uranyum tozunu piramidin içine serpiştirmiş ya da tabutların üzerine gizli bir usulle koyabilmişler. Böylece binlerce yıl sonra bile, firavunu rahatsız etmek isteyenlere kurtulamayacakları bir tuzak kurmuşlardır.» Profesörün bu açıklamasından sonra bilim adamları, mumyaların sırrını çözebilmek için konuyu bu açıdan ele aldılar ve daha ilk aşamada öteden beri kendi kendilerine sordukları bir sorunun da cevabını bulmuş oldular: Eski Mısırlıların aydınlatma aracı, neydi? Işığı nereden ve nasıl elde ediyorlardı?
Piramitlerin Karanlık odalarının duvarlarında tavan ve tabanla Her insan bir auraya sahiptir. Herkes başkalarının aura rında öyle büyük ustalıkla ve incelikle yapılmış şekiller, renkler vardı ki, alanlarını zaten görmüş ya da deneyimlemiştir. Ancak sorun şu ki, bunları yapmak, ancak gündüz gibi ışık veren bir lamba sayesinde mümçoğu insan bu deneyimi ya reddetmekte ya da hiç böyle bir şeyin olmadığını varsaymaktadır. Sefa Uludil kün olabilirdi. Bunlar, dışarıdan yapılıp içeriye sokulabilecek şeyler değildi. Demek ki karanlık odayı gündüz gibi aydınlatan bir enerjiye sahiptiler. Elektrik olmadı Çocuklar aura görmede ve deyimlemede çok s.uludil@kalemsizdergi.com ğına göre, aydınlatma aracı olarak nükleer enerjiyi kuliyidirler. Bu deneyimleri genellikle çizdikleri resimlere lanmış olabilirler. Çünkü başka hiçbir yakıt, bu kadar ışık veremez. yansıtırlar. Şekillerin çevresini değişik ve alışılmadık renklerle boyarlar.
Bu renkler çoğunlukla çizdikleri şeyin çevresinde gözlemledikleri süptil enerjileri yansıtmaktadır. Çoğunlukla, bu resimler büyükleri tarafından “Hayatım, neden annenin çevresindeki havanın rengi eflâtun?”, “Neden kedi yeşil ve pembe?” ya da “Neden kardeşini mavi boyadın?” gibi sorularla karşılanır. Fakat konu kedinin yeşil ve pembe olması ya da kardeşinin mavi olması değildir. Sadece, çocuk bu aura renklerini görmüş ve gördüğünü anlatmak için renkli kalemleri kullanmıştır. Ne yazık ki, bu tür yaklaşımlar, süptil algılamaların ve farkındalığın önünü kapatmaya sebep olmaktadır. Birçok şekilde tanımlanabilen aura, maddeyi çevreleyen enerji alanıdır. Atomik yapısı olan her şey, bir auraya, kendisini çevreleyen bir enerji alanına sahip olacaktır. Her maddenin her atomu, sürekli hareket içinde olan elektron ve protonlardan oluşur. Bu elektron ve protonlar elektrikseldir ve manyetik enerji titreşimleridir. Canlı maddenin atomları, cansız maddenin atomlarından daha aktifdir ve titreşimleri
5 Haziran 2011/ Sayı 1
20
Öldürüyor; Ama Şifa Da Veriyorlar
Mumyanın kendine dokunan meraklıları ölüme sürüklemesi, nasıl herkesi hayrete düşürüyorsa; ağır yaralıları, yanıkları, veremli olanları iyileştirmeleri de günümüz bilim adamlarını öylesine şaşkına çeviriyor. Gerçekten de mumyaların “öldürücü” oluşları yanında “şifa verici” özellikleri de var. Bunlar, abartılı söylentiler değil; bilim adamlarının ciddiyetle üzerinde durdukları konulardır. Prof. William O’Connel’in söylediklerine göre, mumyaların sargılarında bugünkü penisiline benzeyen kimyevî bir madde vardır. Bu şekilde birçok hastalığın tedavi edilebileceği biliniyor. O zamandan kalma görenek olarak bugün bile mumya tozları, şifa veren ilaçlar gibi kullanılmaktadır. Bir hayli rağbet gördüğü için Mısır, mumya tozu yetiştiremez duruma düşmüş bulunuyor. Sonuç olarak; mumyalar, kendilerini rahatsız edenlerden intikam alsın ya da almasın; mumya tozları, hastalıkları iyileştirsin ya da iyileştirmesin; piramitler, piramitlerde bulunan heykellere kadar bir sanat, teknik ve tıp harikası sayılmaktadırlar.
Mobil Teknoloji Hakan Yıldız h.yildiz@kalemsizdergi.com
Kalemsiz dergisinde ilkyazımı yazmaktan dolayı oldukça heyecanlıyım. Aslında bu benim yazarlık hayatında attığım ilk adım sanırım. İlk defa bu kadar iddaalı bir proje içindeyim. Kısacası burada Kalemsiz ailesinin içinde olmaktan son derece memnunum. İlk yazımda teknolojik gelişmelerden bahsetmek istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam iPhone sim kart kilidini kıran ve bu yaptığı yazılım ile kaçakçılığa hizmet eden dünyaca tanınmış bir hacker iPhone 5 yapımında görev almaya başladı. Apple bir çözüm bulamamış mı ki böyle bir hacker ile anlaşmış? Hırsızlık yapacaksın yakalanmadın diye seni polis yapacaklar Apple firmasının bu yaptığı hiç yakışmadı. iPhone 5 için 8 Mp kamera olacağı, çok daha iyi özelliklere sahip olması için Apple firmasının daha çok çalışmasını beklerken bu haber beni açıkçası hayal kırıklığına uğrattı. Nokia galiba Symbian’dan vazgeçmeyecek öyle görünüyor. Daha geçen gün Symbian dan vazgeçtiğini yeni çıkacak cep telefonlarında Microsoft’un işletim sistemini kullanacağını açıklamıştı. Fakat bugün yeni çıkacak iddaalı son telefon modellerinde Symbian işletim sistemini kullandığını görüyoruz. Nokia Symbian’dan vazgeçmediği sürece akıllı telefon pazarında rakiplerinden bir adım geride kalacaktır. Symbian işletim sistemleri Android işletim sistemi ile başa çıkamaz. Umarım Nokia Symbian’dan vazgeçer de benim gibi Nokia severlerin diğer markalara yönelmesini engeller. Son olarak da tabletlerden bahsedelim. Kuşkusuz tablet pazarının lideri İpad. Ama son zamanlarda çıkan yeni tabletler iPad’i zorlayacağa benziyor. Özellikle Google ile Motorola’nın yeni çıkardığı tabletlerin özellikleri tablet pazarında iPad’in payının azaltacağa benziyor. Savaş çıktı desem yeridir Google, Motorola ve Apple arasında. Bakalım kim yenecek?
5 Haziran 2011/ Sayı 1
21
Konuk Yazar Köşesi
S’ONSUZLUĞA İLK ADIM
Ahmet KASTANCI & Nur ARSLANTAŞ
Artık ayrıldık, böyle deyince kızma hemen bana.. Kızarsan dayanamam, ama gittin işte gittin. Uyan, aç gözlerini Sen gidince bir yarım’da gitti, o yarım herşeyimdi.. Sensiz bir sabaha uyanmak istemiyorum.. Ellerini tutmamı sağlayan ellerimdi.. Uyan artık, hala uyanmadın mı ? Oysa hep benden erken kalkardın.
Gözlerine bakmamı sağlayan ellerimdi..
Canın mı çıktı bedeninden ?
Ve belki sana koşup gelmemi sağlayan ayaklarımdı..
Hiç ses gelmiyor senden..
Îşte her şeyimdi, her yanımdı...
Nefes al(a)mıyorsun,
Sen derdin ya hiçbir sey ayırmayacak korkma diye,
Nefesini hissedemiyorum, duyamıyorum.
Korkuyorum sevgilim, korkuyorum. Ayrıldık mı biz şimdi..?
Peki neden bu kadar soğuksun ?
Demek ki bizi ölüm ayıracakmış
Pencere açık kalmış gece sabaha kadar,
Sorarım, niye benden önce öldün ?
Ne olur uyansana artık...
Yoksa, yoksa sevgim yetmedi de söylemedin mi ?
Daha uyan(a)madın, uyanmaya da niyetin yok anlaşılan.
Sen benim gülen yüzüm, ağlayan gözlerimdin..
Ve anladım, artık sende bırakıp gidiyorsun beni..
Ağlarım artık yokluğunda, bana her ağladığımda kızardın, güçlü ol yanındayım ben diye.
Oysa sen demiyor muydun, hep yanındayım diye ? - Doğru yanımdasın.. Çok acı biliyorum ama yanımda duran sen değilsin yalnızca bir et yığını ve bir kaç parça kemik...
Yoksun ki yanımda, ben de hep ağlarım görmezsin ki g(s) özyaşlarımı... Söyle şimdi, ben ne yapayım sensiz, artık heryer sessiz... Canım acıyor, hemde çok acıyor emsalsiz bir boşluk solumda..
- Galiba cesedin yanımda ... O bir boşluk değil, sol yanım yok oldu senden sonra.. Hani hep biz vardık, ‘’sen vardım, ben vardın’’ Yanlış duymadın doğru, sen vardım ben vardın. Ben burdayım seni bekliyorum bıraktığın o yatağın başında.. Oysa hiç aklımda yoktu bir gün beni bırakıp gideceğin , Yalnız kalacağımı hiç düşünmemiştim.. Sen hiç düşündürmezdin ki sen’sizliği.. Söyle şimdi, ben ne yapayım bu sensizliği ? 5 Haziran 2011/ Sayı 1
22
Yazınızı bize gönderin dergimizde yayınlayalım ! Dergimizde yayınlamasını istediğiniz “özgün” yazınızı konuk@kalemsizdergi.com’a gönderin bir sonraki sayımızda yazınızı dergimizde yayınlayalım !
Biliyorum, sevdiklerim bir bir uçtu elimden, Ve en sonunda elimde uçtu, gözlerim, ayaklarım... Sen gittin, onlar bile terk etti beni... Söyle şimdi ben ne yapayım sensiz...?
Artık uyu, kapat gözlerini geleceğim tez vakit yanına Rahat uyu, ben mutlu olacağım... Belki birkaç gün nefes alamam ama korkma, geçer .. Geleceğim tez vakit yanına şimdi uyu... Kapat gözlerini......
Elif’in Kaleminden
Elif ALKAN
Gecenin bir vakti düştün aklımın en ücra köşesine.. Ne kovabiliyorum seni ne de sana gel diyebiliyorum.. Aklım en az senin ki kadar karışık insanlar kadar karmaşık! gözlerim islaniyor ara ara sonra içimde bir acı tarifsiz! Sanki yavaş yavaş öldüren sinsi hastalıklar gibi kaplıyor düşünceler tüm vücudumu esir alıyor ruhumu kaçamiyorum.. Bir an duraksıyorum..Sonra hepsi geliyor pes peşe.. Bir yanım sen oluyor.. Bir yanım sensizlik.. Gece daha çok sessizlesiyor
..Ara ara kapanır gibi oluyor göz kapaklarım sensizlik azalıyor sandığım sıra tekrar açılıyorlar nemli ve senli bakışlarla ışte yine o anlar tekerrür ediyor.. susuyorum..! Gece sessizlesiyor ve ben yine sen’ oluyorum..!
5 Haziran 2011/ Sayı 1
23
Barış Melih Cayıt b.melih@kalemsizdergi.com
FOTOĞRAFIN DO
“Birçoğumuz için bir tutku olan fotoğraf çekme eylemi kimimiz için ise sıradan,eğlenceli bir işten öteye gitmez En önemli anlarımızın ölümsüz kalmasını istediğimiz ve bu yüzden deklanşöre bastığımız zamanlarımız olmuştur. Peki hiç merak ettiniz mi? Saniyenin çok küçük bir bölümünde bu muhteşem görüntüler nasıl ortaya çıkıyor? O zaman buyrun, fotoğrafın meydana gelişi nasıl olmuşbir bakalım..”
Fotoğrafın Doğuşu Ve Yıllar İçerisindeki Gelişimi Fotoğrafçılığın başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fotoğraf tarihi karanlık kutu içinde görüntü elde etmenin tarihi olduğu kadar, bu görüntüleri fotokimyasal yollarla saptamanın da tarihidir. Sekizinci yüzyılda Cabir İbni Hayyam adlı bir Türk’ün Gümüş Nitrat’ın güneş ışığı etkisiyle karardığını bulması ve 15. asırda büyük sanatçı Leonardo da Vinci’nin karanlık odada mevcut ufak bir deliğin dış dünyadaki görünümlerini aksettirmesi fotoğrafçılık tarihindeki önemli başlangıçlardır. Sanatçılar Rönesans devrinde karanlık kutuyu buldular. Böylece, ışığın girdiği ufak bir delik aracılığıyla karanlık kutunun öbür ucunda konunun ters çevrilmiş bir görüntü görebiliyordu. 18. yüzyılda karanlık kutunun bir ucuna mercek ve diğer ucuna da buzlu cam konularak görüntü kutunun dışında görülebilir hale getirildi. Işığın kimyevi maddeler üzerindeki etkisi ve gümüş tuzlarının görüntü sapma duyarlılığı 200 yıl önceden biliniyordu. 1725 yılında, kireç ve gümüş nitrat sürülmüş bir kâğıt üzerine bir şekil konulup güneşe tutulduğunda kâğıt üzerinde bu şeklin bir görüntüsünün meydana geldiği görülmüştür. 19. yüzyılın başında kâğıt, gümüş nitrat çözeltisine batırılarak negatiflerin elde edilmesi başarıldı. Fotoğrafçılığın ilk ve esaslı gelişmesi, vernikle saydam hale getirilmiş olan kâğıt üzerindeki bir görüntünün kalay levha üzerine getirilmesidir. Daha sonra, Yuda Bitümü ile kaplanmış kalay levha
üzerine düşürülen bir görüntüde güneş ışığı düşen yerlerin beyazlaştığı görülmüştür. Niepce ile başlayan fotoğraf çalışmaları 1829 da Jacques Mande, Daugerre ile birleşip 1837 de Daugerreotype’ı ortaya koymalarıyla birden gelişim göstermeye başladı. Bu işlem gümüşle karıştırılmış bakır bir levhanın sünger tozu ve zeytinyağı ile silindikten sonra 1/16 oranında su ve nitrik asit birleşiminde yıkanıp hafif bir ateşte ısıtılmasını ve ikinci defa nitrik aside batırılmasını gerektiriyordu. Böylece hazırlanan levha iyoda batırılıp makineye yerleştiriliyor, ışık durumuna göre 5 ile 40 dakika poz veriliyordu. Elde edilen görüntü 47.5 °C ısıdaki cıvayı kapsayan bir tepsinin içine konulana kadar ortaya çıkmıyordu. 1840 yılında ışığı 16 kere fazla geçiren bir mercek kullanılarak poz süresi düşürüldü. Daugerre tipi ile elde edilen görüntü çok net olmakta ise de gümüş bakır karışımı levhanın kolayca kırılması ve bu yönden çok pahalı olması fazla gelişmesini önledi. Aynı süreler içinde Henry Fox Talbot bir takım kimyasal maddelere batırılmış kâğıtlar üzerinde görüntü elde etmeyi başardıysa da yavaş yavaş kararması ve görüntünün net olmaması nedeniyle kolayca unutuldu. Ancak Talbot’un bu buluşu için ilk defa “FOTOĞRAF” kelimesi kullanılmıştır. Bir süre sonra da negatiflerin pozitife çevrilmesi başarılmıştır. Böylece modern fotoğrafçılığın temeli atılmıştır. Daha sonra fotoğraf kâğıtları, yumurta akına batırılarak pürüzsüz bir yüzey elde edilmiştir. Ancak bu yöntem ayrıntıları ortaya çıkarmakta başarısız olmuştur. Yumurta akının iyotlaşması ise başarılı sonuç vermiştir. Bundan sonra ıslak levha yöntemi daha sonra da kuru levha yöntemi bulunmuştur. Bu tarihlerde bir fotoğraf çekebilmek için ulaşılabilmiş en büyük poz süresi 1/25 saniye idi. 1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür
ka ma ale ha ten ve ca ma ed
lar lık da or film de film film du
me cis ışı fot lan lay
dü ge sin ya ve bu
bil On ka lun
bü or
•
OĞUŞU VE GELİŞİMİ
aplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf akinelerini piyasaya sürerek çok büyük etler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay areket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikn sonra makine fabrikaya gönderiliyor e jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir am üzerine yerleştiriliyor ve sonra yeniden akineye film doldurularak sahibine iade diliyordu.
1870 de Hermann Vogel emülsiyonrı muhtelif banyolara batırılarak duyarlıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılına kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan rtokomatik filmin yanında, pankromatik mler ortaya çıktı. Fotoğraf 19. ve 20. asırda eğişik astigmat merceklerin, selüloz asıllı mlerin kullanılması, fotoğraf makinesi ve m sanayinde gelişmelerle günümüzdeki urumuna geldi.
Fotoğraf Makinesini Tanıyalım
Fotoğraf makinesi, ışık ile resim çizeye yarayan alete denir. Herhangi bir simden veya bir çok cisimden yansıyan ığın oluşturduğu görüntünün, film veya tograf kartındaki emisyonlu yüze de poznabilmesi için gereken uygun ortamı sağyan cihaza fotograf makinesi diyebiliriz.
Nasıl Çalışır?
Her fotoğraf makinesi çeşitli ayar ve üzenekleri çıkarıldığında temel olarak ışık eçirmez bir kutudur. Bir fotoğraf makinenin ön kısmında, resmi çekilen konudan ansıyan ışığın içeri girmesine imkân veren e genellikle açıklığı değişebilir bir objektif ulunur.
Bu objektifin içinde açıklığı değişelen, diyafram adı verilen bir kısım vardır. nun arkasında ise, görüntünün kalıcı bir aydını yapabilen, ışığa duyarlı bir film bunur.
En basitinden en gelişmişine kadar ütün fotoğraf makinelerinin dört temel rtak parçası vardır:
• Objektif • Diyafram • Obtüratör • Vizör
Fotoğrafı çekilen nesneden gelen ışık, önce objektifte toplanır ve odaklanır. Objektifin içindeki diske diyafram denir. Bu kısım makineye ışığın geçtiği dairenin çapını belirler. Sonra ışık, diyaframdan geçerek obtüratöre ulaşır. Fotoğraf makinelerinin çoğunda obtüratör filmin tam önüne yerleştirilmiştir. Fotoğraf çekerken belli bir süre açık kalarak objektiften gelen ışığın film üzerine düşmesini sağlar. Filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını ayarlar. Kısacası diyafram ve obtüratör sayesinde ışığın filmin üzerine istenilen düzeyde düşmesi sağlanır. Vizör, makineyi konuya odaklamayı sağlayan bir düzenektir. Fotoğraf makinelerinin film kullanılanları ve dijital olanları vardır. Filmli olanlar ışığın, makinenin objektifinden geçip merceğin arkasındaki filmi yakması ile çalışır. Film tam olarak merceğin odak noktasında durur. Işık, mercekten geçerek kırılır, filmin olduğu noktaya düşer ve orada filmdeki bazı iyonları yoğunlaştırarak görüntü oluşturur. Dijital fotoğraf makinesi, fotoğrafları elektronik olarak çeken ve saklayan bir cihazdır. Fotoğraf filmleri bu makinelerde kullanılmaz. Işık, filmin yerine sensör denen yeşil, mavi ve kırmızı renklere duyarlı hücrelerden oluşan sandviç tipinde sıkıştırılmış bir katmandan geçer. Bu katmandan geçtikten sonra görüntü dijital (sayısal) olarak saklanmış olur.
En basit fotoğraf makinesi, bir teneke ya
FOTOĞRAFIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ da karton kutuya açılan küçük ve düzgün bir delikten geçen ışığın, delik karşısındaki filme düşürülmesiyle oluşan düzenektir. Işıklı bir ortamda deliğin ağzını açıp bir süre sonra kapatılması ve sonra filmin banyo edilmesiyle delik karşısında görülen görüntü karta basılarak görüntünün fotoğrafı elde edilir.
sahip bir resim üzerinde de daha sonradan çalışma olanağını bulurdu. Karanlık oda içinde oluşan görüntünün en belirgin ve önemli özelliği, sağlı sollu ve yukarıdan aşağıya ters oluşudur.Sonraları söz konusu bu karanlık odanın boyutları küçültülerek daha rahat taşınabilir hale getirilmiştir.
İlk fotoğraf bu şekilde çekilmiştir. İlk makinelerde bu kadar basitti. İnsan gözünün çalışma prensibinden yola çıkılarak bu konuda birçok deneme ve icat yapıldı. İğne deliği yerine mercekler kullanılmaya başlandı. Filmlerin ışığa karşı duyarlılıkları arttırıldı. Diyafram eklendi. Pozlama süresi ayarlayan düzenekler icat edildi. Objektifler bulundu ve geliştirildi. Sonunda günümüzde kullanılan modern makineler ortaya çıktı. Elektroniğin gelişmesi ve fotoğraf makinelerine girmesiyle otomatik makineler geliştirildi.
Ancak bu kez resmi kağıda geçirecek kişi karanlık kutunun dışında bulunduğundan, görüntü bir buzlucam üzerinde oluşturulur ve buradan kağıda geçirilirdi. Söz konusu görüntünün parlaklığı ve netliği, karanlık kutu üzerindeki deliğin çapı ile ilgilidir. Delik küçüldüğünde, görüntü netleşir ve sönükleşir. Deliğin çapı genişletildiğinde ise, görüntü parlaklaşır ve flulaşır. Ressamlar için sorun yaratan bu gerçeğin üstesinden hem net hem de parlak görüntü sağlayan bir optik aygıt olan objektifin üstesinden gelinmiştir. Önceleri karanlık kutudaki delikle, görüntünün oluştuğu yüzey arasındaki uzaklık, oluşan görüntünün boyutuyla da doğru orantılıydı. Ancak objektif kullanımı, bu soruna da çözüm getirmiştir. Değişik odak uzaklığına sahip objektiflerle görüntü boyutunda farklılık elde edilmiştir.
Bilgisayarın devreye girmesiyle ve fotoğrafların bilgisayar ortamına aktarılmasıyla sayısal fotograflar ve makineler ortaya çıktı. Temel teknik özellikler 17. yüzyılda resim sanatına hakim olan Natüralist akımın getirdiği düşünceler doğrultusunda, doğaya mümkün olduğunca görsel açıdan sadık kalan çalışmalar üretilmeye başlandı. Bu çabaların sonucunda, günümüzdeki en gelişmiş fotoğraf makinelerinin da çalışma ilkesini belirleyen camera obscura (karanlık oda) ortaya çıktı. Bu, her tarafı tamamen kapalı ve yalnız bir yüzeyinin ortasında ışık geçirimine neden olan bir deliğin bulunduğu ve içine bir insanın rahatça girebileceği boyutlarda karanlık bir odaydı. Odanın delikli yüzeyinin önünde bulunan çevreden yansıyan ışıklar, yine bu delikten içeri geçerek karşı yüzey üzerinde görüntü oluşturmaktaydı. Ressam veya görüntüyü kağıda geçirecek olan kimse, odanın içerisine girerek görüntünün oluştuğu yüzey üzerine bir kağıt koyup çizer ve böylece doğru perspektife
5 Haziran 2011/ Sayı 1
26
Bütün bunların gerçekleşebilmesi için, karanlık kutunun yalnızca tek bir yerden ışık alması gerekir, aksi takdirde görüntü oluşmaz. Ressamlar uzunca bir süre, karanlık kutu ile oluşturdukları görüntülerin kendiliğinden oluşmasını ve kalıcı hale gelebilmesini dilemişlerdir. Bu amaçlar doğrultusunda, bu gün film veya duyarkat olarak nitelendirdiğimiz, ışığa karşı duyarlı malzeme geliştirilmiş ve böylelikle de fotografik süreç başlamıştır. Karanlık kutular da, fotoğraf makinelerine dönüşmüşlerdir. Bu karanlık kutunun temel yapısı, günümüzün en gelişmiş fotoğraf makineleri için de halen geçerlidir çünkü karanlık kutu ve ışık fotoğraf sürecinin kendisidir.
TÜRK SİNEMASI ONU HİÇ UNUTMADI,UNUTMAYACAK !! 3 Temmuz 2000 tarihinde Balalayka filmini çekmek üzere çıktığı yolculukta kalp krizi geçirmesi sonucu genç yaşta hayata gözlerini yuman Kemal Sunal’ın aramızdan ayrılışının 11’inci yılında onu saygı ve sevgi ile anıyoruz.
Hayatı boyunca toplam 82 filmde rol alan Sunal , zaman zaman bizleri hüzünlendirse de büyük ölçüde komedi filmleriyle bizleri kahkahaya boğdu. Halen filmleri çeşitli TV kanallarında oynarken bile güldüğümüz usta sanatçıyı unutabilmek gerçekten mümkün değil. Kalemsiz Dergisi Olarak usta sanatçı, büyük insan Kemal Sunal’ın ölüm yıldönümünde kendisini rahmetle ve saygı ile anıyoruz..
5 Haziran 2011/ Sayı 1
27
Cildiniz İçin Bol Bol
Barış Melih
b.melih@kalems
100’den fazla vitamin ve enzim içeren çimen suyu, taze çimenden sıkılıyor. 57 gramlık bardağın fiyatı 2.5 dolar… Amerikalılar son dönemde nar, havuç ya da portakal suyuna değil, “çimen suyu”na rağbet etmeye başladı.
Ülkede moda haline gelen “çimen suyu”, büfelerde taze taze sıkılıyor ve 57 gramlık küçük kaplarda servis ediliyor. 2 kilo 250 gramlık sebzeden alınabilecek vitamin ve minerallere denk gelen bu içeceğin bardağı 2.5 dolardan satılıyor.
Çimen Suyu İçinde 100`den Fazla Vitamin ve Enzim Barındırır İçinde 100`den fazla vitamin ve enzim barındıran ve özel yetiştirilmiş çimlerden elde edilen `çimen suyu`, kanı yenileme özelliğiyle dikkat çekiyor. Tadı pek de hoş olmadığı için genelde tek yudumda içilen ve ağız tadını düzeltmek için peşinden bir dilim portakal yenen bu ilginç içecek hakkında 10`dan fazla kitap yazıldı. Özel tohumları olan bu çimen , yine özel olarak yetiştiriliyor. 1 hafta içinde büyüyen çimenin besleyici unsurlarından tam olarak faydalanabilmek için mutlaka suyunun içilmesi gerekiyor; çünkü örneğin salataya karıştırarak yendiğinde herhangi bir faydası görülmüyor . Uzmanlar günde 57 gram çimen suyunun insan vücudu için yeterli olacağını; alıştıktan sonra ise bunun en fazla 114 grama kadar çıkarılabileceğini belirtiyor.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
28
Çimen Suyu Tüketin!
h Cayıt
sizdergi.com
Çimen Suyu K, E, C, A, B, B12 , B9 , B8 , B6 , B3 , B2 ve B1 Gibi Vitaminler İçerir K, E, C, A, B, B12 , B9 , B8 , B6 , B3 , B2 ve B1 gibi vitaminler içeren `çimen suyu`nun içindeki mineraller de bir o kadar fazla: Bakır, demir, magnezyum, potasyum, manganez, iyot, kalsiyum, fosfor, selenyum, sülfür, bakır, çinko sodyum, bor , krom, kobalt ve molibden. Çimen suyu yüzde 70 oranında klorofilden oluşuyor. Klorofil ise ışığın `ilk ürünü` olduğu için diğer bütün elementlerden daha fazla ışık enerjisi içeriyor. Tanınmış beslenme uzmanı Bernard Jensen , çimen suyunun sindirilmesinin sadece birkaç dakika aldığını ve bu süreçte çok az vücut enerjisi tüketildiğini belirtiyor.
Çimen suyunun faydalarından bazıları ise şöyle:
- Kanı temizleyip kan dolaşımını düzenler
- Karaciğeri temizler
- Vücuttan ağır metalleri temizler
- Kan şekerini düzenler
- Cildi yeniler
- Saçların aklaşmasını engeller
- Seks hormonlarını düzenler
- Sindirim sistemini düzenler
- Tansiyonu düşürür
- Hemoglobin üretimini artırır - Diş çürümelerini önler - Ağızda 5 dakika tutulursa diş ağrılarını keser , dişetlerini temizler
- AIDS `in önlenmesine yardımcı olur
- Yaraların çabuk iyileşmesini sağlar
- Vücuttaki ilaç artıklarını temizler
- Toksik ve kanserojen maddeleri nötralize eder
- Kötü bakteri oluşumunu engeller 5 Haziran 2011/ Sayı 1
29
HZ.ÂDEM(A.S)
Dergimizin ilk sayısında ilk peygamberimiz olan Hz. Âdem (a.s) hayatı hakkında sizlere bilgi vereceğim.
Hz. Âdem (a.s) yaratılmış ilk insan ve ilk peygamberdir. Meleklerin dünyanın çeşitli yerlerinden getirdikleri topraklardan yaratılmıştır. Hz. Âdem (a.s)’den önce melekler ve şeytan vardı. Allah (c.c) emriyle tüm melekler Hz. Âdem (a.s)’e secde ettiler. Ama iblis Hz. Âdem (a.s)’e secde etmedi. İblis kendini Hz. Âdem (a.s)’den üstün gördü ve kâfirlerden oldu. Kırk yaşında Firdevs adındaki Cennete götürüldü. Allah (c.c), Hz. Âdem (a.s)’in kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı yarattı. İkisini nikâhladı.
İblisin oyunu ve unutkanlıklarının yüzünden yasak olan meyveyi yedikleri için cezalandırıldılar. Hz. Âdem (a.s) Hindistan’da Seylan (Ceylon) adasına, Havva ise Cidde’ye indirildi. 200 sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duaları kabul olup, hacca gitmesi emretti. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı. Tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti. Arafat ovasında Havva ile buluştu. Kâbe’yi inşa etti. Hz. Âdem her sene hac yapardı. Arafat meydanında veya başka meydanda, kıyamete kadar gelecek çocukları belinden zerreler halinde çıkarıldı. ‘’Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’’ diye soruldu. Hepsi ‘’Evet’’ dedi. Sonra hepsi zerreler haline gelip, beline girdiler. Yahut belinden yalnız kendi çocukları çıktı. Sonra Şam’a geldiler. Burada çocukları oldu. Neslinden kırk bin kişiyi gördü. Bin beş yüz yaşında iken çocuklarına peygamber oldu. Çocukları çeşitli dillerde konuştu.
Cebrail (a.s) ona on iki kere göründü. Oruç, her gün bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip, fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryani, İbrani ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Bir rivayete göre iki bin yaşında iken Cuma günü vefat etti. Hz. Havva (a.s) kırk sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs’e veya Mina’da Mescid-i Hif’de veya Arafat’da olduğu rivayetleri vardır.
Hz. Âdem (a.s) Mucizeleri -Hz. Âdemin (a.s) en büyük mucizesi, dünya toprağını Allah (c.c) lütfüyle ilk defa işleyip ondan yararlanmasıdır. Allah(c.c) yeryüzündeki evi Kâbe-i Muazzama’yı ilk olarak taştan yapan odur. Evlerin en kutsalı yapma şerefi Hz. Âdem (a.s) aittir. -Eşyalarla konuşurdu. -Taşlardan su çıkartırdı. -Taşlar onun isteği üzerine dizilirlerdi. -Ağaçları yürütürdü. 5 Haziran 2011/ Sayı 1
30
-Ateş yakmaz su boğmazdı. -Tarlaya ektiği tohum aynı gün mahsul verdiği söylenir. -Hz. Âdem (a.s), bir gün putlara tapan bir toplulukla karşılaşmış Hz. Âdem (a.s) putu eline almış ve put dile gelmiş: ‘’Ey resul beni bu cahillerin elinden kurtar’’ demiş. Hz. Âdem (a.s) ‘da putu yere çarparak kırmış. Bunu gören putperestler şaşırıp kalmış ve hatalarını hemen anlamışlar. Babaları Hz. Âdem (a.s)’e kulak verip hidayete erdiler.
MÜBAREK ÜÇ AYLAR Üç Aylar: Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır. Bu mübarek aylardan birincisi olan Recep; Allah (c.c) ayıdır. Şaban; Hz. Muhammed (s.a.v) ayıdır. Ramazan; biz Müslümanların ayıdır.
RECEP AYI Recep ayı, gerek İslâm’dan önce, gerekse İslâm’dan sonra mukaddes bilinen bir aydır. İslâm dini gelmeden önce bu ay girer girmez, Arap kabileleri arasında harp etmek, baskın ve çapulculuk yapmak yasaklanır. Herkes bu ayda kendisini emniyet ve selâmette hissederdi. İslâmiyet’in doğuşundan sonra da bu aya olan hürmet devam etmiştir. Bu ay da Regaip ve Miraç gibi mübarek geceler ve ilâhi tecellilerle şereflendirildi. Regaip kandili Recep ayının ilk cumasıdır. Bu gece Allah (c.c) kullarına bol bol bağışta bulunur. Bu mübarek gecede dualar kabul olur. Allah (c.c) ikramlarını esirgemez bol bol dağıtır. Miraç gecesi Hz. Muhammed (s.a.v), ilk Mescid-i Haram’a oradan Mescid-i Aksa’ya ve son olarak da arşı alaya yükselmiştir. Bu gecede Allah (c.c), Peygamber efendimiz (s.a.v)’e ilahi sırları göstermiştir.
ŞABAN AYI Şaban ayının on beşinci gecesi Berat Kandilidir. Bu gecede Allah (c.c) yeryüzüne gelerek ‘’ Yok mu ben den af isteyen, onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vereyim.’’ diye buyurur.
RAMAZAN AYI Üç ayların son mübarek ayıdır. Ramazan ayı faziletlerle dolu bir aydır. Ramazan ayı hayır ayıdır. Yardımlaşma ayıdır. Kuran-ı Kerim bu ayda inmeye başlamıştır. Bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi bu aydadır. İslam’ın beş şartından biri olan oruç bu aya tahsis edilmiştir. Ramazan ayı insanlar için canlanma ve günahlarından arınma ayıdır. Bu ay için Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayı gelince cennet kapıları ardına kadar açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” Kemal Şahin k.sahin@kalemsizdergi.com
5 Haziran 2011/ Sayı 1
31
RİKS NEDİR(!) Riks 500 lira maaşla 1000 liralık kredi kartı almaktır. Trafik ışıklarına bakmadan araba en yakın araba mesafesince geçmeye karar vermektir. Riks dedik ya hayat bir riks işte hayatına az değer vermektir. Hayat bir kumardır ya. Kumarı başarıyla oynamaktır. Riksi alabilmektedir riks. Riks 1 aylık tanışmadan sonra evlenmektir.Riks ki Riks işte budur bu mutsuz evlilikten vatana millete hayırlı evlatlar yetiştirmektedir(!). Yetişebilirse tabii.Mutlu olmaktır Riks bu ülkede ne kadar olabilirsen riks budur.
Nuh Burak Karakaya b.karakaya@kalemsizdergi.com
Tüm KART-ların Ortak ATMsi Bu kart o kart mı bilinmez.Kart amcalarmı? banka kartlarımı?Ama bilinen bişey var ki çağımız banka çağı.Yaşlı amcalar bundan 10 yıl önceye kadar” bizim zamanımızda banka kartımı vardı?” derken şimdi ”Evlat emekli mağaşımı çekmeye gidiyorum en yakın atmye” diyor. Eskiden Ziraat bankasında saatlerce kuyruk beklemek varken, şimdi “aman ziraat atmsinde bekleyim yeter” diyor.Gelişim sentezli midir bilinmez ama bilinen tek gerçek: “Gelişim bitmez.”
Drogba’yı Carlos’u Hagi’yi Guti’yi Carlos 2 yıl İyi oynadı son yıl çöktü, sorun değil.Hagi’nin Galatasaray’a verdikleri ortada. Guti ,her nekadar geçen sene sonunda performansı düşsede geçtiğimiz sezonu 37 maç 11 gol 16 asistle tamamladı. Yani ülkemize çok yıldız geldi ama bunların hiçbiri yukarıdaki 3 oyuncu gibi World Class değil ama işte Sorun bu ya; Hagi gittikten sonra Galatasaray çöktü. Peki onun yerine 21 lik bir yıldız adayı olsaydı? Carlos ve Guti zaten Hagi kadar katkı bile yapamadı. Şimdi diyorum ki en iyi ihtimal Hagi ise neden Drogba,Drogba diye tutturuyor Galatasaray yönetimi? Alın “yeni drogba” lakaplı Souleymane Colıbaly’i kurtarın 15 yılınızı.
5 Haziran 2011/ Sayı 1
32