Yıl : 2 - Sayı :11
Gelin Göndermeyelim • Derelerimiz Özgür mü Akıyor ?
Editörden Merhaba, değerli Kalemsiz Dergi okurları. Yepyeni bir sayı ile yine sizlerle beraberiz. Dile kolay on sayı çıkarttık ve şimdi on birinci sayı geliyor. Bu zaman içerisinde çok sayıda eksiğimizi kapattık. Her geçen gün, her geçen sayı bize bir şeyler daha kattı. Çokça tecrübe kazandık. Yeri geldi ayağımız taşa takıldı, yeri geldi zirvelere ulaştık. Bu zorlukları hep beraber atlattık. Bu süreçte bizi yalnız bırakmadığınız için sizlere şükranlarımızı sunuyoruz. Bizler artık biliyoruz ki omuzlarımızda daha büyük yük var ve biz bunun üstesinden gelmek için artık çok daha fazla çalışmalıyız. Sizlerin bizlerden beklentisi büyük. Bu amaçla, çok daha iyi günler için çabalıyoruz. Dergimizin bu ayki içeriğinden bahsetmeden önce sizlerle dergimizle alakalı birkaç bilgiyi paylaşmak istiyorum. Sizin de gördüğünüz üzere logomuzda değişikliğe gittik. Sizlerden gelen önerileri her zaman özenle inceliyoruz ve kararlarımızı alırken bunları göz önünde bulunduruyoruz. Dergimizde uzun zamandır tasarımda belirli bir şablon üzerinde çalışıyorduk. Bu sayıdan itibaren bu konudaki değişimi siz de göreceksiniz. Dergimize yeni katılan yazarlarımız var. Onlara dergimizdeki yazım serüvenlerinde başarılar diliyoruz. Son olarak internet sitemiz güncellendi. Daha çok bilgi içeren ve daha kullanışlı bir siteye sahibiz artık. Daha önceden dediğim gibi Kalemsiz Dergi gençlerin çıkardığı bir dergi bu nedenle en önce bizim çağa ayak uydurmamız ve her türlü yeniliği kullanmamız gerek. Dergimiz bu ay yine dopdolu. Londra 2012 bizim için nasıl geçti? Hüsran mı yoksa kabul edilebilir mi ? Gelecek adına sporumuz umut vaat ediyor mu bu soruların cevapları bu ayki sayımızda. Sekizinci sayımızda çocuk yaştaki çocukların evlenmeye zorlanmasından bahsetmiştik. Sizlerden gelen yoğun istek üzerine bu konuya bir kez daha değiniyoruz. HES hakkında neler biliyoruz ? Her kafadan bir ses çıkıyor gibi. Peki gerçekte bu HES ne? Oktay Yenitürk sizler için araştırdı okumaya değer. Ağustos ayı içerisinde sinemamız ve tiyatromuz adına çok değerli iki ustayı kaybettik: Müşfik Kenter ve Metin Erksan. Unutulmamaları dileğiyle. Türk müziğinin gelişim sürecini Can Alp Alaçam bizler için hazırladı. Müzikseverlere duyurulur! Shi, Burak Serinpınar’ın kaleminden serüvenine devam ediyor. Tökezleyen Adam ve Melek Ece Yaparel sizlerin beğenisini kazandılar. Onların bu ayki yazıları yine ilginizi çekecek cinsten. Yiğit Ata ve ‘Askıda’ şiiri sizler için bu ayki sayımızda sizin için yerini aldı. Eylül sayısı gördüğünüz gibi dolu dolu. Her sayıdan diğer bir sayının üzerine çıkmayı kendimize görev edindik. Yaptığımız işlerin üstüne koyamazsak sizlerin önünde mahcup oluruz. Bizlerden desteğini esirgemeyen tüm okurlarımıza sonsuz teşekkürler. Çok daha güzel günlere. Esen kalın…
Gözlerimizden akan her bir damla, yüreğimizden kopan bir kor parçasıdır. Erdem KURT Kalemsiz Dergi Yazı İşleri Müdürü e.kurt@kalemsizdergi.com
G端ncel ->
Güncel • Dünya
Olimpiyat Karnemiz " Ben sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim". M.Kemal Atatürk Şu son birkaç gündür köşe yazarlarının başlıklarından düşmeyen bir konu : "Olimpiyatlar" Daha doğrusu olimpiyatlardaki başarısızlıklarımızın nedenleri.
Dikkatimi en çok çeken başlıklardan biri, Fatih Altaylı'nın "Bu spor işi bize uymaz" başlığıydı. Okuduğumda içerledim baştan. "Neden uymayacakmış canım? Bizim neyimiz eksik? Ne kavimiz biz, bizim atalarımız at sırtından inmezdi be heeey!" dedim içimden. Ama geçmişe saplanmaktı bu bir nevi. Sonuçta kimlerdi bahsettiklerim? Atalarımız. Evet arkadaş, mevzu bahis spor olunca bir acayipleşiyoruz biz. Spor dediğimiz işe -ki ülkemizde büyük oranda futbol olarak algılanıyor- ciddiyetle yaklaşmamız lazım. Sadece tribünde
maç izleyip naralar atmak değil elbet spor aşkı; olimpiyatlar da aşkın doruğa çıktığı aktiviteler. Sporseverler öncelikle olimpiyatları ciddiye alacaklar. Ama neredee! Bu işler çalışma ister, azim, hırs ister. Torpille madalya kazanamazsın. Spor sosyal ve bedensel bir bilim dalıdır ama bizim hırslarımız pes etmek, bilimselliğimiz ise doping ilaçları olmuş. Ne aşkından söz ediyoruz? Atletizm elli kilometrede son şampiyon Alex Schwezer Londra Olimpiyatları öncesi yapılan kontrollerde dopingli çıktı. Yaptığı açıklamada
kendi ülkesinde bu ilaç (EPO) sorgulanıp piyasadan kaldırıldığı için ilacı üç günlüğüne Antalya'ya gelerek buradan temin ettiğini belirtti. Duruma da " İlaç
ülkemde reçete ile satılıyor, Türkiye'de ise ürünü temin etmek daha kolay" diyerek açıklama getirdi. İşte bu, bizim bilimsel spor anlayışımızdı. Aylin Daşdelen’in halterde sıfır çektiğinin ertesi günü medyaya özür dileyerek sporu ve halteri bıraktığını açıklaması da hırsımızın, azmimizin bir örneği.
Eğitim Sistemimizi Anımsatıyor Sporcularımızı kendi hallerine bırakın" Üsküdar Belediyesi adına yarıştığını,
Her şeyi kolay yoldan elde etmeye öyle alışmışız ki ödev hazırlayıp okula gönderir gibi çocukları hazırlayıp Londra'ya gönderdik ve aferin bekledik. Yüzücülerimizi çok iyi tanıyan, senelerdir onları çalıştıran antrenörlerini ise ne akla hizmettir ki öğrencilerinin yanında bile göndermedik. Antrenörler sanki araç gereçlerimizdi bizim, ödev bitince koyduk onları bir kenara ve yüzme federasyonunun ilk havuzu geçen pazartesi açıldı, bu da cabası...
Köşe Yazarları Kendileriyle Çelişti
Köşe yazarlarımızın başarısızlıkları değerlendirme konusundaki tutumları da çeşitli.Milliyet gazetesi spor yazarı Attila Gökçe "Hükümet sporcularımız için elinden geleni yaptı. İlgi, destek, sevgi, sefkat.. Hepsi! Bukadar ilgi bir baskı oluştırup geri tepmiş olabilir.
dedi. Sporcularımızın da başarısızlıklarını "üzerimizde baskı vardı" şeklinde değerlendirdiklerini ve pes ettiklerini gören Gökçe'nin fikirleri ise bir süre sonra "Baskı palavrasından vazgeçsinler. Yüzde yetmişi hiç hazırlanmadan gelmiş." şeklinde bir değişikliğe uğradı. Fatih Altaylı ise konudaki başlığını "Çemkirme Olimpiyatları" olarak attı. Sporcuların birbirleriyle ve medya ile sürekli bir çekişme içinde bulunduklarını "Bu neyin kini?" diye sorarak dile getirdi. Biz hazırlığı, motivasyonu, yatırımı ve altyapıyı ekmeden meyve istedik olimpiyat ağaçlarından. Atilla Gökçe sporcularımız için tüm desteğin sağlandığını düşünedursun; olimpiyat şampiyonumuz Aslı Çakır Alptekin'in Antalya'da uygun kulüp bulamayıp
2003 yılında yayımladığı “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabında “2012 İstanbul Olimpiyatları” hakkında güldürü amaçlı tahmin yürüten Vedat Özdemiroğlu şunları söylemişti: • Meşaleye gaz verilmesinin unutulması üzerine olimpiyatlar 1,5 saat geç başladı. • Bayanlar maratonunda yarışan kadın sporculara ilaçlı meşrubat içirip onları sahte ambulanslarıyla kaçırmaya fından zor kullanılarak yerleştikleri kalkan 6 kişilik bir çete çökertildi. sporcu evlerinden çıkarıldı. • Olimpiyat köyünde bir caminin • Kürek yarışlarında birbirleriyle mahyasına yazılan "yaşasın olimpiyat" Boğaz'da mücadele eden yarışmacılara yazısı din adamları arasında ' caiz miaz daha Panama bandırallı bir şilep dir' tartışmalarının çıkmasına neden çarpıyordu. oldu. • Olimpiyat köyüne kaçak olarak giren • Olimpiyatlarda ilk altın madalyayı 82 aile olimpiyat jandarması taraatçılık alanında alan Porto Riko'nun
pist bulamadığı için de Kütahya'dan Eskişehir'e her gün 80 km. yol gittiği gerçeğini hatırlayalım.
Ne Kadar Altın Vaad Ettik?
Evet, yeterince özen gösteremediğimiz öğrencilerimize altınlar vaad ederek birilerinin gelip boynumuza madalya takmasını beklerken üzerimize düşen görevlerden kaçtık bunca zaman. Britanya, sporcularına hazırlık sürecinde 390 milyon siterlin harcadı ama ödül olarak altınlar vaad etmedi. ABD altın madalyanın karşılığını 25 bin dolar olarak belirleyip tüm madalyaları toplarken bizim vaad ettiğimiz ödül tam iki bin cumhuriyet altını oldu ki bu bir milyondan fazla eder. Peki bu altınları sporcularımıza yeterli imkan ve kaynak sağlamak için kullanmış olsaydık daha iyi olmaz mıydı ?
ulusal marşı bulunamadığı için marş törende yer edinemedi. Sezen Cumhur Önal mikrofona ıslıkla Porto Fino'yu çaldı. • Bisiklet yarışlarında yolun bozuk olmasından dolayı zincirleme kaza yaşandı ve 40 küsür bisiklet çalındı.
1-2
Güncel • Dünya Sosyal Paylaşım Siteleri Görülme(me)ye Değer Daha sayayım mı? Gençlerimize ne demeli? Sosyal paylaşım sitelerinde yazdıkları onur kırıcı ve küfür dolu yorumları her gördüğümde dayanamayıp kapatıyorum bilgisayar ekranını. Belki yediremediğimden, belki de ihmalkarlıklarımız yüzünden bizlere kızdığımdan. Üstelik sadece bizlere ve yetkiakızıyorum. Ayrıca spora ver-me-diğimiz bunca emek karşılığında dünyanın en tembel 4. Ülkesi seçilmemiz de eminim ki hepimizi çok şaşırttı.
TEŞEKKÜRLER! Paragraflarca eleştiri yağdırdık, eksik bulduğumuz yönleri belirttik, sorumluları, sorumsuzları iğneledik de iğneledik. Şimdi çuvaldızı kendimize batırma zamanı. Bizler;gazeteciler, yazarlar, fikir söyleyenler, 'ağzı olan konuşuyor'lar bu sözlerim hepimizedir. Saydığım bunca ihmalkarlığa rağmen çok büyük işler başardı sporcularımız. Görüyoruz ki bu kahramanlar, bu ülkenin evlatları olma görevlerini layıkıyla yerine getirdiler. Üstelik kendi çabalarıyla, kendi ısrarlarıyla, alınterleriyle. Ve sıfırdan zafere doğru yılmadan yürüyeyerek. Şimdi görev bizim; görev de sayılmaz ya hani, teşekkür!
Servet Tazegül 68 kg Erkekler Tekvando Müsabakaları'nda altın madalyayı alan gurur kaynağımız Servet Tazegül, kazandığın madalyayı iki ay önce ölen annene atfettin. "Bu başarı benim değil, ülkemindir" dedin. Bu başarı senindir, annenindir. Bizi böyle gururlandırdığın için şahsım ve ülkem adına sana teşekkür ederim.
Gamze Bulut 1500 m'de gümüş madalyanın sahibi Gamze Bulut, "Burada Aslı abla kazansın, benim daha zamanım var" demiştin. Biz biliyoruz ki zamanı geldiğinde altın madalyayı senin ellerinden de alacağız. Aynı yarışta hem altın hem gümüş madalyayı ülkemize getirerek Türkiye tarihinde bir ilke imza attınız. Ben olayın şokunu "Aslı altın; Gamze gümüş" tezahuratlarıyla atlatabildiğimde ise yer yerinden oynuyordu. Sana, idol aldığınızı belirttiğiniz milli sporcumuz Süreya Ayhan'a, başarınızı kutlamak için ilk ve tam sayfayı ayıran tek gazete Habertürk gazetesine teşekkürlerimi sunuyorum.
Aslı Çakır Alptekin
1500 m'de altın madalya kazanan diğer gurur kaynağımız Aslı Çakır Alptekin, 2004 yılında geçirdiğin bir rahatsızlık nedeniyle, eczacının tavsiyesiyle ,dopingli olduğundan haberdar olmadan vurdurduğun bir iğne yüzünden seni spordan iki yıl men ettik. Sense bize 2011'de Dünya Üniversitesi Oyunları'nda altın madalyayı getirerek cevap verdin. Antrenmanlar için her gün Kütahya'dan Eskişehir'e 80 km yol gittin. Yetmedi, düğününden vazgeçerek olimpiyatlara daha iyi hazırlanabilmek için Kenya'ya gittin. Sonunda bize bu unutulmaz onuru yaşattın. Bu yüzden sana, antrenörün ve aynı zamanda eşin olan İhsan Alptekin'e, türlü imkansızlıklara rağmen desteğini senden esirgemeyen Üsküdar Belediyesi'ne şahsım ve ülkem adına teşekkür ederim.
Her damlasını bileğinizin hakkıyla kazandığınız bu başarılarınızdan ötürü sizi tebrik ederim. Siz yılmadınız, pes etmediniz, bırakmadınız. Yahya Kemal de dedi ki: "Yürü hür maviliğin bittiği son hadde kadar İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar" Yolunuz açık olsun, başarılarınızın devamını dilerim. Çağla Üren c.uren@kalemsizdergi.com
3-4
Güncel • Kadın
Handenur Tosuncuk h.tosuncuk@kalemsizdergi.com
Gelin Göndermeyelim!
-Melek
Saçları kısacık kesilmiş, bakışları tüm yaşadıklarından yorgun düşmüş, bilinçsizce yatan Melek’i görünce onun daha 24 yaşında genç bir kadın olduğuna inanmak güçleşiyordu, ona yapılan işkenceleri tahayyül etmek de… Belki sadece okusaydık Melek’i herhangi bir gazete sayfasından daha çabuk kabullenebilirdik; 16 yaşında evlendirildiğini, ilk hamileliğinde eksi 30 derecede sokağa atılıp ilk bebeğini ölü olarak dünyaya getirdiğini, evine her döndüğünde yerinin kocasının yanı olduğu söylenerek işkencecisinin yanına gönderildiğini, 3 ay boyunca tuvalete kapatılıp aç bırakıldığını, hareketsizlikten vücudundaki yaraları kurt kapladığını… Öfkelenirdik, pes derdik ama görmediğimiz için zihnimizi hayal etmeye zorlamazdık da. Gelin görün ki Melek’in haberlerdeki görüntülerini izleyince, resimlerine bakınca kabullenemiyor insan, anlayamıyor ne çocuk yaştaki evlilikleri ne de kadına uygulanan şiddeti.
Melek Karaaslan 8 yıl önce 16 yaşında evlendirildiği eşi ve eşinin ailesi tarafından sürekli şiddet görüyordu. Gördüğü şiddet nedeniyle ilk bebeğini kaybedince psikolojik sorunlar yaşamaya başladı. Bir kaç kez babasının yanına dönen Melek’i aile büyükleri “namustur” diyerek kocasının yanına geri gönderdi. En son 3-4 ay önce kocasının evine gönderilen Melek’ten ailesi bir daha haber alamadı. Abisinin evine gidip Melek’i sorması üzerine ise gerçek ortaya çıktı. Tuvalete kapatılan ve aylardır orada tutulan Melek polisler tarafından bulunduğu yerden çıkarılarak hastaneye sevk edildi. Ailesi, eşinden ve eşinin ailesinden şikayetçi olduysa da hastaneye geldiğinde 30 kiloya düşmüş ve vücudunda çok sayıda yara olan Melek daha fazla dayanamadı. Ağrı’dan sevk edildiği Ankara’da 25 Temmuz 2012 tarihinde gördüğü işkencelerden dolayı hayatını kaybetti. O ölmeden yıllar önce yürürlüğe konan yasalar onu kurtarmaya yetmedi. Kadına karşı yapılan bu hak ihlalini, bu istismarı hiçbir yasa önleyemedi.
Uygulamalar Ne Yazık ki Etkili olmuyor
2001 yılının Kasım ayında çıkarılan yeni Medeni Kanun’da çocuk yaştaki evliliklerin önüne geçebilmek için kadın ve erkeğin evlenme yaşı eşitlenerek “17 yaşını doldurma zorunluluğu” getirilmiş, hakim kararıyla evlik için ise “16 yaşını doldurma şartı” aranması hükme bağlanmıştı. Kağıt üzerinde kocaman adımlar gibi gözüken bu uygulamalar ne yazık ki pratikte işlemiyor. Adli Sicil İstatistik Kurumuna göre 2011 yılında 18 bin 434 aile yaşı küçük olan çocuğa resmi nikah kıyamaması sebebiyle “evlenmeye izin” davası açtı. Yine başka bir araştırmaya göre ise Türkiye Avrupa ülkeleri olarak değerlendirilen ülkeler arasında erken evlilik oranı yüzde 17 olan Gürcistan’ın ardından yüzde 14’lük bir oran ile 2. sırada. Görüldüğü gibi kağıt üzerindeki kurallar çocuk yaşta yap(tır)ılan evliliklerin önüne geçemiyor. Bu konuda çeşitli derneklerin, kuruluşların yaptığı çalışmalar ise çok daha fazla yankı buluyor kamuoyunda . İşte bunlardan bazıları:
-Gönüllü Çalışmalar Hemen her konuda olduğu gibi çocuk gelinler konusunda da gönüllü olarak yürütülen çalışmalar devletin uygulamaya çalıştığı birçok yaptırımdan daha fazla farkındalık yaratıyor. Hemen hemen ilgili bakandan başka kimsenin bilmediği, kimseye anlatılmaya çalışılmayan yasalardan farklı olarak, topluma çocuk gelin gerçeğini gösteren ve çözüm önerileri sunan, halkı da bu çözüme ortak eden çalışmalar bu konuda oldukça başarılı. En son Uçan Süpürge Kadın İletişim Ve Araştırma Derneğinin başlattığı imza kampanyası ve 54 ilde yaptığı araştırmalardan derlediği çocuk gelin hikayeleri sorunun boyutlarını gözler önüne sermekle kalmamış, sorunu TBMM’ye taşımayı da başarmıştı. Evlilik izninin 18 yaşını doldurmuş bireyler için mümkün olması, yasalarda belirtilen yaşın altındaki bireylerin ‘ebeveyn onayı ve mahkeme kararıyla evlenme’ izninin kaldırılması ve yasal evlilik yaşından önce çocuklarını –rızaları olsa bile- evlendiren ebeveynin, para cezası ve hapis cezası dahil cezai yükümlülüğünün artırılması gibi sorunun çözümünde etkili olacak taleplerini de kamuoyuna ve meclise duyurmuştu. Şu sıralar ise Çocuklara Yönelik Ticari Cinsel Sömürüyle (ÇTCS) Mücadele Ağı kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesine karşı bir kampanya başlattı. Gençlere bireysel çalışma yapma imkanı tanımak amacıyla kurulan ÇTCS’nin gençlik ağının hazırladığı film "Evlilik adı altında yürütülen bu cinsel ve ticari istismarı önleyelim. Gelin, küçük kızlarımızı koruyalım, gelin göndermeyelim"sloganıyla yürütülen kampanyanın tanıtım filmi olarak internette yerini aldı. Çocuk yaşta evliliklerin her şeyden önce bir cinsel sömürü olduğunu vurgulayan ve bu sömürüyü durdurmayı hedefleyen kampanyaya imzayla destek vermek mümkün. Çocuk yaşta yapılan evlilikler kadınların hayatını en başta psikolojik olmak üzere birçok yönden olumsuz etkiliyor. Ailelerinin erken yaşta çoğu zaman para karşılığı evlendirdiği kadınlar erkek şiddetine maruz kalıyor, kendilerine dayatılan hayatı kabullenmeye zorlanıyor. Gün geçtikçe daha vahim sonuçlar doğuran, kadına karşı şiddetin bir biçimi olan bu sömürüye dur demek için “gelin göndermeyelim” demek hepimiz görevi.
5-6
Güncel • Sağlık
Fast Food
BİR ALANA BİR BEDAVA
Yiyebildiğin kadar pizza, bir büyük boy pizza alana ikinci büyük boy pizza hediye gibi promosyonlarda az ödedik diye seviniyorsunuz değil mi? Hiç boşuna sevinmeyin. Bedava diye bol bol yediğiniz pizzaların parasını, bilin ki kanser ve zayıflama ilacı üreten şirketler ile spor salonları iki katı olarak ödüyordur bu sizin çok sevdiğiniz promosyon sahiplerine. Bu insanlar sağlığınıza kastediyor; ama siz hala bedava diye seviniyorsunuz, olacak iş değil! Üstelik bu fast food dünyasından her şey beklenir. Fast food tarzı beslenme alışkanlığı obeziteden vitamin eksikliğine, kanserden uykusuzluğa
kadar pek çok fiziksel rahatsızlığa davetiye çıkarıyor. Gerçi bundan hepiniz haberdarsınız ama yemeye de devam ediyorsunuz. Sağlığımıza kasteden insanları diyorum, güven olmaz yahu bunlara. Zengin fast food şirket sahipleri verecekleri ekstra ketçabın ve peçetelerin hesabını günlerce yaparken, ne diye böyle bir promosyon yapsınlar; hiç düşündünüz mü? Hiçbir kar amacı gütmeden bedava yiyecek sunacak insanlar(!) kaldı mı? Kesin vardır bunda bir bityeniği derim ben. Buyrun! Bu "fast foodçu"lara güven olmaz dedim ya, tabi bunu yine en iyi kendileri biliyor. Güven kazanmak, sevimli görünmek, daha çok para ka-
zanmak için her yolu deniyorlar. Mesela çok ünlü bir fast food firması kasalarına bağış kutuları koyuyor, siz de yemeğinizi yedikten sonra kasada oraya üç kuruş beş kuruş, artık gönlünüzden ne koparsa atıyorsunuz. Sonra ne mi oluyor?
Çocuk mönüleri adıyla küçükleri de hedef aldıklarını vurgulayarak, bu konuda daha dikkatli olmanızı istiyorum.
Bildiğin canilik derim ben buna! Fast food ürünlerindeki yağın çoğu hayvansal kaynaklı olup, Çok zengin firma sahipleri gidiyor o paralarla geneli de doymuş yağ asidi içeriyor. Bu da başta kendi X firması adına bağış yapıyor. Bu X firması koroner kalp hastalıkları ve kanser olmak üzere da Çocuk Vakfı adına bir güzel hastane açıyor, birçok tehlikeli hastalık için risk oluşturuyor. klinik açıyor. Sizin bağış diye verdiğiniz paralarla Hayvansal yağlarla ağır kızartmaların, pislik aslanlar gibi reklamını yapıyor. Ooh, ne ala! Hiç içindeki buzların, kola niyetine sattığın karışımkimse şimdi kalkıp da “bir şey olmaz, en azından larınla hasta ettiğin yetmiyormuş gibi, bir de hastane yaptırıyorlar” demesin, sizin paranızla hasta ettiklerinin parasıyla klinik açıp etrafta yaptırdıkları hastanelerde yatan hastaların on gerin, biz de iki dilim fazla pizza yedik diye sevibin katını zaten bizzat bu firmalar hasta ediyor. nelim. Yok öyle şey arkadaş!
Özge Özgüner o.ozguner@kalemsizdergi.com
7-8
Güncel • Ekoloji
“HES” Dosyası: Derelerimiz Özgür mü Akıyor ?
Dergimizde çevreyi de güncelliyoruz ! Bu ay, yurttaşların en çok şikayet ettikleri konulardan biri olan hidroelektrik santallerinden (HES) bahsedeceğim. İlk önce HES nedir, bir tanımamız gerek. HES, su kaynağının elektrik üretimi için kullanılmasıdır. Fakat yerel vatandaşın şikayet ettiği konu HES’lerin çalışma mantığının derelerin özgürce akışını engellemesi. Tabii ki suyun akışını kesmeden de maliyeti ucuz elektrik üretebiliriz ve daha çevreci bir çözüm olur bu; fakat yöneticiler ve sorumlular maalesef daha alternatif ve çevreci çözümleri değil, pahalı çözümleri kabul ediyorlar. HES’i daha detaylı olarak şu şekilde de açıklayabiliriz: Bir su akışının engellenip bir barajda toplanması ve suya potansiyel enerji kazandırılıp elektrik elde edilmesidir. Dünyada büyük çapta HES’ler bulunmaktadır; fakat bu dünyanın elektrik ihtiyacının sadece %19’unu karşılamaktadır. (Buna nazaran yenilenebilir su enerjisi ile %69’u karşılanmaktadır.)
Derelerimiz özgür aksın diye vur çalsın kemençeler HES’ler sadece bir dere düşmanı değil, bir doğa düşmanıdır. Bugün Türkiye’de hidroelektrik santrali kurulması için özellikle Karadeniz Bölgesi tahrip ediliyor. HES’lere karşı çıkan insanlar sadece yerel halklar değil üstelik, sanatçılar da çoğunluğu oluşturuyor. Nasıl mı ? Tanınan çevreci müzik gruplarından Marsis; Leman Sam, Cahit Berkay, Okan Bayülgen başta gelmek üzere birçok sanatçıyı bir videoda topladı ve “Ses Ver” isimli videoyu internete sundu. (buradan izleyebilirsiniz: http://youtu. be/xCSgnaXHGdg).
Bir başka örnek ise “Diren Karadeniz” isimli müzik videosu. Murat Çorak’ın aranjörlüğünü yaptığı bu çalışma da ayrı güzel ve yine direniş sergiliyor. Ayrıca videodaki annelerimizin, ninelerimizin seslerini duymak da tüylerimi diken diken etmiyor değil. Bu video müzik çalışmasında da Apolas Mermi, Yaşar Kurt, Şevval Sam, Hülya Polat ve Grup Yorum gibi birçok isim bulunmakta. (buradan izleyebilirsiniz: http://youtu.be/a1XbkaT3g7Y)
Bizim satılacak deremiz yok! Geçtiğimiz aylarda Beyoğlu’nda düzenlenen bir basın toplantısında Kardeş Dereler Platformu adına konuşma yapan Avukat Remzi Kazmaz, Türkiye’de HES’lerin bir kanser gibi yayıldığını açıkladı. Bunun üzerine “Biz ülkesini seven onurlu insanlarız ve bizim satılacak toprağımız yok.” dedi ve yerel halkın yanında olup davalarla ilgileneceğini açıkladı. (ilgili bağlantı: http://goo.gl/iCvqE) Bunlar herhangi bir basın açıklamasında konuşacağımız şeyler demeyin. Gerçekten yerel halklar HES’lere karşı büyük bir direnç sergilemekte. Rize’de ise geçen ay Rize’li vatandaşlar “halkı bilgilendirme toplası”na giderek HES’i uygulayacak firmanın yetkililerine ısırgan otu verdiler. "N'alaka?" da demeyin sakın, ısırgan otunu veren Avni Ertaş şöyle bir açıklama yaptı: “Isırgan bu doğanın yetiştirdiği en asi bitki. Doğanın en verimli ve en sağlıklı yerlerinde yetişiyor. En organik topraklarda yetişir. Biz bu bitkiyi buraya gelen su hırsızlarına hediye etmek istedik. Ama maalesef muhatap bulamadık.” (ilgili bağlantı: http://goo.gl/9Tq03)
9-10
Güncel • Ekoloji
Karadeniz’in çevreci sivil topluk kuruluşlarından bir tanesi olan KİP (Karadeniz İsyandadır Platformu) ise sloganları ile daha dikkat çekti ülkemizdeki HES sorununa. “Karadeniz çöplük olmayacak”, “Karada Denizde Her Yerde İsyanda”, “Derelerimiz Özgür Akacak” gibi sloganlarla HES’e karşı ilk ateşi Hopa’da yaktı. (ilgili bağlantı: http://goo. gl/dSTBk)
Trabzonspor Kalene Gol Atma ! Ağustos ayının başında EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu), Uzungöl’de HES için Trabzonspor’a 49 yıllığına üretim izni verdi. Trabzonspor, Trabzon’un en önemli doğal alanının HES olarak kullanılacağını açıkladığında taraftarları buna tepki gösterdi. Trazbonspor’un KemenCHE taraftar grubu twitter üzerinde “Trabzonspor A.Ş Uzungöl’deki HES projesinden vazgeçmediği sürece biz de yaşam alanlarımızı savunacağız ve maçlara gitmeyeceğiz. Uzungöl’deki HES’i başınıza yıkacağız.” yazdı ve Trabzonspor yönetimine tepkisini gösterdi. (ilgili bağlantı: http://goo.gl/6ITqa) Ayrıca Halkın Takımı gibi diğer taraftar grupları da buna tepki göstererek Trabzonspor taraftarlarının haklı tepkisi olduğunu dile getirdiler.
Size son iki resim sunarak bu yazımıza son veriyorum. İlk resim HES kurulmadan önce Uzundere görüntüsü, ikincisi ise HES kurulduktan sonra Uzundere’den bir görüntü.
Oktay Yenitürk o.yeniturk@kalemsizdergi.com
11-12
Güncel • Ekoloji
GDO’suz Bir Ülke
Dergimizin hemen her ekolojiyi konu edinmiş yazısında GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) hakkında araştırmalar sunduk, yorumlar yaptık. Tamamen bir sayfayı GDO’ya ayırıp nedir, ne değildir, zararları nelerdir gibi sorulara cevap verdik. GDO ile ilgili bilgilere yeniden ulaşmak isteyen okuyucularımız dergimizin yedinci sayısına göz atabilirler. GDO konusunda GDO’ya Hayır Platformu, Slow Food Türkiye / Fikir Sahibi Damaklar, Yeşil Gazete ve Greenpeace bilgiler verdi, kampanyalar düzenlediler. Sokaklara çıktılar, araştırma yaptılar ve halkın %85’inin (özellikle bebek sahibi annelerin) GDO istemediğini bizlere duyurdular. İlk önce Karaköy Güllüoğlu GDO’ya karşı olduğunu ve ürünleri bu güne kadar GDO’lu katkı kullanmadıklarını, bundan sonra da kullanmayacaklarını açıkladı. Daha sonra diğer TGDF (Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu) üyeleri olan Eti, Algida, Nestle, Sana, Seyidoğlu
gibi markalar ithal edilse bile GDO kullanmayacaklarını açıkladı. Bunun üzerine TGDF bir açıklama yaparak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na gönderdiği dilekçe ile 29 farklı GDO gen başvurusunu geri çektiğini açıkladı. Bunun ardından da en son Ünak Gıda GDO’lu soya başvurusunu geri çektiğini açıkladı.
İşte sağlık dolu bir halk zaferi! Fakat Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı henüz GDO’lu hayvan yemi hakkında bir açıklama yapmadı. Eğer hayvan yemlerinden de GDO’yu uzak tuttabilirsek, işte o zaman gerçek bir halk zaferi göreceğiz.
Oktay Yenitürk o.yeniturk@kalemsizdergi.com
BİR TEKNOLOJİ HARİKASI: CURIOSITY
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) geçtiğimiz ay tarihi bir başarıya imza attı. Mars’ta hayat belirtisi olup olmadığını araştırmak için tasarlanan ‘Curiosity’ uzay aracı yaklaşık 9 aylık bir süre sonunda kızıl gezegenin yüzeyinde belirlenen kordinatlara başarılı bir şekilde iniş yaptı. Bugüne kadar geliştirilen en zeki robot olarak görülen bu aracın özellikleri ise saymakla bitmiyor. Üzerinde on ikiden fazla kamera, meteoroloji istasyonu, sondaj ve son derece hassas olarak tasarlanmış ısı kalkanı barındıran bu uzay aracı diğerlerinden çok daha üstün bir teknoloji ile donatılmış durumda.Gezgin laboratuvar olarak da adlandırılan bu araç için yaklaşık 2,5 milyar dolar harcama yapıldı. Öncekilerden farklı olarak bu araç radyoaktif plütonyumun parçalanması sonucu ortaya çıkan enerjiyle çalışıyor .Ayrıca sadece güneş enerjisine bağlı kalmayıp bir akü de taşıdığından, güneş panelleri tozlandığında aracın hareketsiz kalma riski de ortadan kalkmış oluyor.
MARS YÜZEYİNE İNİŞ 567 milyon km lik mesafeyi kat ederek Mars gezegenine ulaşan Curiosity'nin inişi, bilim adamlarına göre gezegenlerin robotlar vasıtasıyla araştırılması tarihinde NASA'nın en zor görevi oldu.Daha önce gönderilen uzay araçlarının aksine, hava yastıklarıyla inmek için fazla ağır olan bu robot özel bir frenleme mekanizmasıyla gezegenin yüzeyine indirildi. Araç, saatte yaklaşık 21 bin kilometre olan hızını, fren yaparak saatte 2,74 kilometreye düşürdü ve atmosferinin ilk tabakalarına girdikten sonra paraşütlerini açıp kapsülden ayrılarak kusursuz bir iniş yaptı.
Güncel • Teknoloji
HAYAT İZLERİNİ ARAYACAK
Curiosity’nin Mars araştırmalarına başlayacağı ilk yer, daha önce tabanında su barındırdığı tahmin edilen Gale krateri.Aracımız Mars’ın yüzeyini kazarak ve ChemCam (Chemistry and Camera) lazeri ile kayaları parçalayarak su, enerji ve karbon gibi hayat içeren moleküler yapı taşlarını arayacak. Gezi sırasında radyasyon algılarını da açacak olan Curiosity böylece bilim adamlarına, Mars'ta görev yapacak astronotların karşılaşması muhtemel riskleri daha iyi anlamalarını sağlayacak veriler gönderecek.
OBAMA : “TARİH YAZDIK’’ ABD başkanı Barack Obama da uzay araştırmalarındaki gelişmelerden gayet memnun. Mars robotu Curiosity'nin Kızıl Gezegen'e inmesini "benzeri olmayan teknolojik bir başarı" olarak nitelendiren Obama, ’’ Bugünkü başarımız, hem uzayda hem Dünya'daki öncü rolümüzün, dünyanın ekonomimize her zaman imrenmesini sağlayan; inovasyona, teknolojiye ve temel araştırmalara yaptığımız akıllıca yatırımlara bağlı olduğunu hatırlattı" dedi.
Mehmet Yılmaz 12-13
Güncel • Teknoloji
CURIOSITY’e Ait Resimler
K端lt端r Sanat -> 14-15
Kültür Sanat • Sinema
İnceleme: Merve Altun
m.altun@kalemsizdergi.com
Filmi Eşsiz Kılan Müzikleri Filmde kullanılan parçaların tamamının bestesini John Kander yapmış,sözlerini de Fred Ebb yazmıştır: "Mein Herr" - Liza Minnelli "Money, Money" - Liza Minnelli ve Joel Grey "Willkommen"("Welcome") - Joel Grey "Tomorrow Belongs To Me" "Cabaret" - Liza Minnelli "Two Ladies" - Joel Grey "If You Could See Her" - Joel Grey "Maybe This Time" - Liza Minnelli "Tiller Girls" - Joel Grey "Heirat" - Greta Keller "Sitting Pretty" (Enstrümantal rolünü oynayan Joel Grey (d.1932) Broadway
müzikallerinin de ünlü bir sunucusudur.) Birbirinden şahane kostümler, ışıklar, danslar, tutkulu bir aşk hikayesi ve gözlerinizi bir saniye bile ayrımadan izleyeceğiniz müzikal Cabaret (Kabare) alkışlara doymuyor.
Ve Almaya Doyamadığı
Ödüller:
1973 Oscar - En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü - Joel Grey 1973 Oscar - En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü - Liza Minnelli 1973 Oscar - En İyi Görüntü Yönetmeni Akademi Ödülü - Geoffrey Unsworth 1973 Oscar - En İyi Sanat Yönetimi Akademi Ödülü - Rolf Zehetbauer,Hans Jürgen Kiebach,Herbert
Strabel. 1973 Oscar - En İyi Yönetmen Akademi Ödülü - Bob Fosse 1973 Oscar - En İyi Kurgu Akademi Ödülü - David Bretherton 1973 Oscar - En İyi Orijinal Şarkı Akademi Ödülü - Ralph Burns 1973 Oscar - En İyi Ses Akademi Ödülü Robert Knudson,David Hildyard 1973 Amerikan Sinema Yazarları - En İyi Kurgu Eddie Ödülü - David Bretherton 1973 BAFTA - En İyi Kadın Oyuncu Ödülü - Liza Minnelli 1973 BAFTA - En İyi Sanat Yönetimi Ödülü - Rolf Zehetbauer 1973 BAFTA - En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü - Geoffrey Unsworth 1973 BAFTA - En İyi Yönetmen Ödülü Bob Fosse 1973 BAFTA - En İyi Film Ödülü 1973 BAFTA - En İyi Soundtrack Ödülü David Hildyard,Robert Knudson,Arthur Piantadosi. 1973 BAFTA - Umut Veren Oyuncu Ödülü
16-17
Kültür Sanat • Sinema
CABARET
Kabare 1972 ABD yapımı dramatik müzikal filmdir. Özgün adı Cabaret olan film 16 Mart 1973'te Türkiye'de gösterime girmiştir. 1966 yılında Broadway'de sahnelenen aynı adlı Bob Fosse müzikalinin serbest bir uyarlamasıdır. O müzikal de Christopher Isherwood'un Elveda Berlin (Goodbye to Berlin) adlı hikâyesine ve bundan uyarlanan John Van Druten'in "I Am a Camera" (Ben Bir Fotoğraf Makinesiyim) adlı sahne eserine dayanmaktadır. Filmin senaryosunu Jay Presson Allenyazmıştır. Yönetmenliğini yine Bob Fosse 'nin yaptığı filmin önemli rollerinde Liza Minnelli, Michael York, Helmut Griem ve Joel Grey oynamışlardır. Filmin orijinal müzikleri John Kander 'e aittir. Film 1973 yılında tam 8 Oscar ödülü kazanmıştır. "Kabare", 1995 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.
Filmin Zirveye Ulaşma Serüveni Christopher Isherwood'un "Berlin Hikayeleri" adlı kitabındaki Elveda Berlin (Goodbye to Berlin) adlı hikayesinden esinlenen John Van Druten I Am a Camera" (Ben Bir Fotoğraf Makinesiyim) adında bir oyun yazmıştı. 1966 yılında ise Bob Fosse bu kitaptan ve oyundan bir Broadway müzikali yaptı. 6 yıl aradan sonra da Fosse bu kez kendi müzikalinin serbest bir uyarlaması olan bu filmi çevirdi.
ı
r a l ş a t ı p Ya n i ' t e r a Cab
b Fosse o B (Oyun) : n n e e t u m r t e D Yön ohn Van euer J F / y C n : ı e l c l m A Yapı Presson (Kitap) y a J : t s i d Senar herwoo Michael York / s I r e h p Christo :Liza Minnelli / ar Oyuncul iem / Joel Grey Gr Helmut n Kander worth s n U y h e o r Müzik : J netmeni: Geoff ö y Görüntü id Bretherton av Kurgu: D kal,dram üzi Türü : M 1972 ABD / , 2 7 : ı l 9 ı emaları) 1 y t a b , İpek sin s u la Yapım Ş t A 3 , nak ünya, Ko ihleri: 1 Çıkış tar 73, İstanbul (D 19 16 Mart dakika 4 Süre: 12 D nice Ülke: AB e,Almanca,İbra 42,7 Milyon izc :$ Dil: İngil ilyon - Hasılat 6M Bütçe: $
John Van Druten'in filme kaynak olan oyunu Ben Bir Fotoğraf Makinesiyim (I Am a Camera), Türkiye'de filmden çok daha önce Küçük Sahne'de oynanmıştı. Dormen Tiyatrosu tarafından 1956'da sahnelenen oyunda başrolleri Gülriz Sururi, Metin Serezli ve Yılmaz Gruda üstlenmişti. I Am a Camera 1955 yılında İngiltere'de Henry Cornelius tarafından aynı adla sinemaya da aktarıldı. Başrollerde Julie Harris, Laurence Harvey ve Shelley Winters oynuyorlardı. Julie Harris filmde olduğu gibi tiyatro eserinde de Sally Bowles'ı oynamıştı. "Cabaret" 1993 yılında İngiltere'de TV filmi olarak tekrar yapıldı. Yönetmen Sam Mendes'ti. Sally Bowles'ı bu kez Jane Horrocks canlandırıyordu.
2007 yılında Amerikan Film Enstitüsü Cabaret'i "Tüm zamanların en iyi filmleri" arasında 63. sırada gösterdi. Bu film aslında Broadway'de müzikal yönetmeni ve koreograf olan Bob Fosse'nin ikinci sinema filmidir. Daha önce de 1969'da Shirley MacLaine ile Sweet Charity'yi yapmıştı. Bob Fosse'nin son yıllardaki en önemli yapıtları ise 1979'daki All That Jazz ile 2002'deki Chicago'dur. Filmde sahne sunucusu rolünü oynayan Joel Grey (d.1932) Broadway müzikallerinin de ünlü bir sunucusudur.
Cabaret'i Neden "İzleyin" Diyorum? Cabaret, kültür ve sanat dünyasının en önemli eserlerinden birinden esinlenerek ortaya çıkarılmış bir müzikal. Cabaret'nin temelinde, ülkemizde de İngiliz Dili ve Edebiyatı fakültelerinde ders olarak okutulan Goodbye to Berlin var. Christopher İsherwood'un bu eseri, Almanya'nın nasıl adım adım, nasıl sandıklar ve demokrasi yoluyla sadece kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve diğer insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta diğer insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayan insanı en ağır uçurumuna yuvarlandığını, yıllarca ayni evi, ekmeği paylaşan dost insanların nasıl bir öfke ve nefret çemberinde "Ötekiler" haline geldiğini anlatır. Cabaret, müzikal aleminin başyapıtlarından biridir. Harika müziği adeta ezberlenmiş, klasikleşmiştir. Eseri bilmeyenler bile pek çok şarkısını mırıldanır, eşlik edebilirler. Cabaret, danslarıyla harika bir görsel şovdur ayni zamanda.
Cabaret'e Hayat Verenler Liza Minnelli :Sally Bowles Michael York : Brian Roberts Helmut Griem : Maximilian von Heune Joel Grey : Sahne sunucusu Fritz Wepper :Fritz Wendel Marisa Berenson :Natalia Landauer Elisabeth Neumann-Viertel : Fräulein Schneider Helen Vita : Fräulein Kost Sigrid von Richthofen : Fräulein Mayr Gerd Vespermann : Bobby Ralf Wolter : Herr Ludwig Georg Hartmann : Willi Ricky Renée : Elke
18-19
Kültür Sanat • Sinema
Metin Erksan'ın Anısına
Bu kez kamera "Stop!" dedi.Müzikte İlhan Usmanbaş, tiyatroda Müşfik Kenter, sinema eksik kalır mı? Bir kez daha kamera "Stop!" dedi. Işıklar içinde uyu büyük usta! " Bütün dünya bir sahnedir. Ve kadın-erkek herkes ancak birer oyuncu. Sıraları geldikçe ya girer ya çıkarlar." O beyazperdeye yıllarını vermiş usta bir yönetmen, binlerce insana ulaşan filmlerinin her birinin izleyicinin gönlünde ayrı bir taht kurduğu. Her büyük üstadta olduğu gibi sevgili Metin Erksan da ölümünün ardından gündeme geldi. Birçoğunun hayatımıza,kültürümüze, sanatımıza ne kadar değer kattığını öldükten sonra anlıyoruz ne yazık ki, onlar öldükten sonra onları anlatıyoruz, filmlerini izliyoruz, bizim de şu an yaptığımız gibi. Halbuki onun hakkında bilmemiz gereken ne çok şey var. " Nefesimizle bir tiyatro binası yaptık, ama sanıyorum hiçbir işe yaramadı. Tiyatrocu arkadaşlarımız bile 'Onların tiyatrosu var, devlet desteği vermeyin' dediler. Biz kendimize ev almadık, bu binayı yaptık. Birçok insan bize 'Deli misiniz?' diye sordu. Bu sahne bizim evimiz." Türk sinemasının değerini bilmediği yönetmenimiz Sevmek Zamanı, Susuz Yaz, Acı Hayat gibi filmleriyle Türk sinemasına çok önemli katkılarda bulundu, binlerce insan filmlerini defalarca sıkılmadan izledi,replikleri ezberledi çoğu kez, filmden kendisine bir rol edindi. Filmleri restore edilip çeşitli yerlerde gösterildi birçok kez. Oysa Türk sinemasına adını altın harflerle yazdırmış ustayı 1977 yılında sinemaya küstürdük. O tarihten bugüne elini ayağını çekti filmden, sinemadan, halktan. Durumun bizim ve dünya sineması adına büyük bir kayıp olduğu çok açık. Ancak "sinemamız onun değerini bilseydi belki biraz daha farklı olurdu kimi şeyler" demeden edemiyor insan, ne kadar klişe de olsa. Bu yazımızı onun ölümünden sonra yayımlıyor olmamız bize ne kadar acı verse de, gelin hep beraber ustayı unutmamak için birkaç filmini daha hafızamıza kazıyalım.
Acı Hayat Senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği unutulmaz bir aşk filmi Acı Hayat. Sağlam kadrosuyla dönemine imza atan ve uzun süre hafızalardan çıkmayan bir baş yapıt. Deyim yerindeyse Türk sinemasının kilometre taşlarından biri. Türkan Şoray, Ayhan Işık, Ekrem Bora, Nebahat Çehre gibi starların oynamış olduğu film, yabancı film seyircilerinin de dikkatini çekmişti. Yıllar sonra filmin, Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolünde oynadığı bir dizisi yapıldı. Büyük bir yankı uyandırdı elbette ancak film kadar başarı sağlanamadı. Mutlaka izlenip,arşivlenecek bir film.
Susuz Yaz İnsan bencilliğini, kötü ruhunu, kötü ruhun yol açtığı öfkeyi ve ölüme sürüklenişi köy ortamında mülkiyet kavramı üzerinden evrensel bir dille anlatan Türk sinemasının yüzakı filmidir Susuz Yaz. Sinematografik yapısı, oyunculuklar, müzikler, filmdeki geçişler, devinimler, metaforlar döneminin çok ilerisinde. Her sahnesi çok estetik çekilmiş bir baş yapıt. “Susuz Yaz ile sinema hayatına başlayan Hülya Koçyiğit Berlin Film Festivali’nde Türk sinemasına o güne kadar verilen en büyük ödül olan Altın Ayı ödülünü kazandı.” Ayrıca Erol Taş gibi bir oyuncunun da devleştiği bir film.Birçok açıdan başarılı olan ve sinema tarihimizde üst sıralarda gösterilen bu film, izlenmeye değeceklerden.
Kuyu Gerçekten yaşanmış bir gazete haberinden Kuyu. Erksan filme Kur’an’dan bir ayetle girer: “Kadınlara iyilikle davranın.” Filmin mesajıdır bu. Çünkü konu yaban bir adamın bir kadın üzerinde uyguladığı şiddeti sergilemektedir.Bilinçaltı üzerine yapılmış mükemmel bir film. “Filmin iyi olmasının nedeni yönetmenin Türk sinemasının en iyi rejisörünün Metin Erksan, görüntü yönetmeninin Ali Uğur ve başrol oyuncusunun Nil Göncü olmasıdır.”
20-21
Kültür Sanat • Sinema
Sevmek Zamanı Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Müşfik Kenter'in oyunculuğuyla zirve yaptığı Türk sinemasının en iyi filmlerinden biridir Sevmek Zamanı. Sadece Türk sinemasının değil, sinema tarihinin en özgün filmlerinden biri üstelik. İsveç'li psikolojik ve sosyolojik sinema ustası Ingmar Bergman'i kıskandıracak nitelikte. Hem de o zamanların Türkiye'sindeki sansür düşünüldüğünde ne kadar zor şartlarda bir baş yapıt yaratmış Metin Erksan, şaşırmadan edemiyor insan.
Ustanın Aldığı Ödüller: En İyi Yönetmen "Suçlular Aramızda" (İzmir Enternasyonal Fuarı 1. Film Şenliği 1965) En İyi Film "Kuyu" (Berlin Film Festivali 1964 ) En İyi Senaryo "Gecelerin Ötesinde" (Türk Filmleri Yarışması 1961) En İyi Yönetmen "Kuyu" (1. Adana Altın Koza Film Şenliği 1969) Onur Ödülü "Kuyu" (24. Antalya Film Şenliği 1987)
" Kimi zaman çok mutlu oluyorsun, kimi zaman çok mutsuz. İnsanın başından bir sürü şey geçiyor, aileden insanlar göçüp gidiyorlar. Babamız, annemiz, ağabeyimiz öldü, yine de sahneye çıktık." Özge Özgüner o.ozguner@kalemsizdergi.com
Müşfik Kenter’in Anısına
22-23
Kültür Sanat • Tiyatro Yıldız'ının kız kardeşi, Kadriye'sinin "Gün-eşi" Kimden bahsettiğimi az çok anladınız sanırıyorum. Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Kamuran Yüce gibi isimlerle kurduğu Kenter Tiyatrosu'nun sağlam kolonlarından, Müşfik Kenter'den bahsediyorum elbette. "Sahnede insan olun, yaratık olmayın..." düsturu ile bir çok önemli tiyatro oyuncusunun yetişmesine büyük katkı sağlayan, "hocaların hocası" Müşfik Kenter'den. Peki Müşfik Kenter, sanatçı kelimesi geçince akla gelen ilk isimlerden biri olmayı nasıl başarmıştı? İsterseniz bunu ustanın geçmişinde arayalım.
Her şey masallardaki gibi başladı Cumhuriyet'in ilk yıllarında, İngiltere'ye hariciye nazırı olmak için yüksek tahsilini yapmak için gelen, çokça dil bilen, entellektüel yakışıklı bir Türk'e kaptırmış gönlünü Olga Hanım. Tanışıkların-
dan çok uzun zaman geçmeden ani bir evlenme teklifiyle karşılaşmış ve büyük bir mutlulukla teklifi kabul etmiş. Bu evlilik, aşkın beraberinde getirdiği fedakarlık duygusunu fazlasıyla yüklemiş ikisinin de omuzlarına. Naci bey' in ailesi ecnebi bir kadını istememiş oysa ki; üstelik ecnebi ve karnında başkasının çocuğunu taşıyan bir kadını. Naci bey, Olga Hanım'ın askerde ölen eşinden olan bebeğini kabul etmiş. Evlenip İstanbul'a gelmişler. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girmiş İngiliz gelin; Müslüman olup Nadide adını almış. Naci Bey, mesleğine başladıktan sonra çıkan bir kanunla adeta yıkılmış: "hariciye nazırlarının eşleri ecnebi olamaz." İşine devam edebilmesi için boşanması gerekiyormuş ; ancak kendisi için memleketini terkedip onca fedakarlıklara katlanan kadına bunları yapamayıp eşini seçerek istifa etmiş. Yaşadıkları onca talihsizlikler, Naci Bey'i alkole bağımlı hale getirmiş; ancak hiçbir şey, aralarındaki o büyüsü bozulmayan aşkı yıldıramamıştı. Müşfik ve Yıldız, işte bu ölümsüz aşkın meyveleriydi. Birbirine böylesine bağlı bir anne-babanın çocukları olmak, hayata bir sıfır önde başlamak demektir değil mi?
1932 yılında doğan Müşfik, 1947 yılında annesinin ailesinden gelen tiyatral yeteneğini, Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk bölümünde eğitim görerek geliştirdi. 1955'te yüksek dereceyle okulunu bitirdikten sonra devlet tiyatrosuna girdi. "Oğuz Ata", ilk sergilediği oyun oldu. 1959'da devlet tiyatrosundan ayrıldı ve kendisi gibi tiyatrocu olan ablası Yıldız Kenter'in yanına, İstanbul'a gitti. Muhsin Ertuğrul, Kamuran Yüce, Şükran Güngör gibi önemli isimlerle oyunlar oynadılar. Daha sonraki yıllarda, Şükran Güngör, Kamuran Yüce ve iki kardeş, Kenter Tiyatrosu'nu büyük çaba ve emekle kurdular. Kenter, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı`ndan emekli olduktan sonra, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Başkanlığı ve Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği görevlerinde bulundu. Kenter, tüm bu eğitimi ve tiyatro ustalığından-hocalığından önce hayata bakış açısıyla büyülüyordu insanları. Mesela "kendini gerçekleştirmek" terimini dibine kadar yaşayan, ölümsüz bir ölümlüydü benim için. Sahnedeki rahat tavırları, sevmediği olguları tatlı bir ironiyle dile getirişleri yok muydu onun? "(...) Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, sizlere sesleniyorum! Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten? Ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? . . Sevgiyi tuşlarla mı yazacaktınız? Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman? . . Ve ıslak toğrak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? Koklamak, duymak, dokunmak yok mudur yaşam skalanızda? Bilgi toplumu oldunuz da megabaytınız mı yetmiyor! (...)"
Güzel de şiir okurdu Müşfik Hoca. Sesiydi Orhan Veli'nin; öyle içten, öyle sakin, öyle derin... İsmiyle müsemma denir ya . Müşfik: sevecen,şefkatli; kenter: Kent adamı. Şefkatli ve sevecen bir İstanbul beyefendisiydi adı gibi. Seslendirmeler, filmler ve dizilerle ilgilendiği gibi sayısız da ödülleri oldu Büyük Usta'nın. Fakat hiçbiri, tiyatrocu kimliğini bastıramadı. Çünkü tiyatroyu hayatının bir bölümü değil, hayatının ta kendisi haline getirmişti. Kenter tiyatrosu, hayatının aşklarını bulmasına da vesile olmuştu. Üçüncü ve son eşi Kadriye Kenter'i de burada tanımıştı: Ona "güneşim"diye seslenen Gün-eşini. İlk cenaze töreni Kenter Tiyatrosu'nda yapılan M. Kenter için eşi Kadriye Kenter'in söylediği sözler şunlardı: "Çok büyük bir acı var içimde, taş gibi.Ancak çok huzurluyum, çünkü ona hayatımın güneşi olduğunu ömür boyu söyledim. O da bana söyledi, son anımıza kadar... Sizler adına ona teşekkür ettim.'' Bu dokunaklı sözler, salonun dışına taşan kalabalığın uzun süren alkışları eşliğinde sonlandı. Sahneye her zamanki asil duruşuyla çıkıp, tiyatral bir tavırla "Şimdi salon full dolu efendim" diyerek söze başlayan Yıldız Kenter, duygu yüklü sözlerine şöyle devam etti: ''Müşfik, genç yaşlarda benim ilk hocalarımdan biri oldu. Müşfik'ten en çok öğrendim doğallığı. Sahici olabilmeyi, gerçek olabilmeyi ve bunu büyük bir sadelik içinde gösterişsiz yapabilmeyi Müşfik'te gördüm. Hiç belli etmeden onun ortaya koyduğu ustalığını izleyerek büyüdüm. Ona minnettarım. Müşfik olmasaydı Kenterler olmazdı. Kenterler diye bir şey oldu, Müşfik'in sayesinde oldu. Ona hep ihtiyaç duydum. Onu hep gıptayla izledim.İlk öğrencim ve en büyük, en değerli hocam oldu.'' Büyük kayıpların yerlerinin doldurulması zaman alır, biliriz hepimiz. Biz yeni nesiller, şimdi onun gibi bir insanın bir daha dünyaya gelmesini bekleyeceğiz. Alkışlar son kez büyük usta Müşfik Kenter için... Mekanı cennet olsun.
Esra İlknur KARADAŞ 24-25
Kültür Sanat • Kitap Yedi Kurban, Yedi Hükümdar, Yedi Sikke, Yedim Mekân Ve Tek Bir Gerçek: Bu Şehrin Gizemli Tarihi Merve Uludil m.uludil@kalemsizdergi.com
1996’da “Sis ve Gece” adlı polisiye romanıyla Türkiye’de yankı uyandıran Ümit 2010 yılında çıkardığı “İstanbul Hatırası” ile de aynı başarıyı yakalamış durumunda. Romanları genellikle gerilim yüklü kurgulara sahiptir. Polisiye romanlarının yanı sıra çizgi romanları ve hikâye kitapları da yazmıştır. Başarılı bir kurguya sahip olan İstanbul Hatırası, İstanbul hakkında verilen detaylı bilgiler romanı hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de İstanbul’un bilinmeyen geçmişini gözler önüne seriyor. İstanbul’u geniş bir panoramasıyla tutucusundan modernine, eski İstanbul halkından göç etmiş halkına, milliyetçisinden gayri müslimine kadar her tür insan karşımıza çıkmaktadır.
Kitap Hakkındaki Yorumlar
Gazeteci Mehmet Barlas kitap hakkında olumlu eleştirilerde bulunmuş, kitabı okurlarına önermiştir: " İstanbul Hatırası'nı okumanızı öneriyorum. Kitaba bir polisiye roman da diyebilirsiniz, ailesini yitirmiş yalnız bir adamın aşk öyküsü olarak da algılayabilirsiniz, İstanbul'un uzak ve yakın geçmişi nasıldı sorusunun cevaplarını da bulabilirsiniz bu kitapta. Ellerinde Bizans sikkeleri bulunan maktulleri öldürenleri araştırırken, arkeolojiye, Bizans tarihine ve bugünün dünyasındaki karanlık ilişkilere giren polislerin öyküsü var İstanbul Hatırası'nda." Gezeteci yazar Selim İleri, Ahmet Ümit'in İstanbul'u başlıklı yazısında eseri başarılı bulduğunu ifade etmiştir: "Ben henüz İstanbul Hatırası'nın 257. sayfasındayım. Gerilim şiddetle sürüyor. Cinayetler, besbelli, çoğalacak. Katil ya da katillerin kim olduğuna dair en küçük bir fikrim yok. Bunlar, polisiye romanın başarısı. (...) İtiraf edeyim ki, Ahmet Ümit'in bu romanını kıskandım.”
Agahta Christie, Bitmemiş Portre Altın Kitaplar, 694 Sayfa Başka hiçbir yerde Agatha Christie’nin, Celia’da olduğu kadar net bir portresini göremezsiniz.” Max Mallowan “Patolojik boyutta duyarlı bir kişiliğin öyküsü... Okunmaya değer...” New York Times Dünyada en çok değer verdiği üç insanı –annesini, kocasını ve kızını– kaybeden Celia intiharın eşiğindedir. Egzotik bir adada başarılı bir portre ressamı olan Larraby ile tanışır. Bir gece boyunca yaptıkları konuşmada Celia, kendine başka biriyle ikinci bir mutluluk şansı tanımaktan korktuğunu ifade eder. Acaba Larraby, genç kadının geçmişiyle yüzleşmesine yardımcı olabilecek midir? Agatha Christie’nin birinci evliliğinin bitişinin acı şoku, çektikleri ve üzüntüleri tüm açıklığıyla bu romanda gözler önüne seriliyor...
Maxime Chattam, Leş Doğan Kitap, 903 Sayfa Korkunç bir gölge dünyayı karanlığa sürüklemek için pusuda bekliyordu. Er ya da geç cehennem dünyaya taşınacak ve insanın içindeki cani, kötülüğünü yaymak için uyanacaktı. "Evet, Maxime Chattam okurlarını korkutmayı seviyor ama tam dozunda, ne eksik ne fazla. Korku ile merak arasında gidip gelen okuru tam istediği yerde, hep daha derin uçurumlarda tutuyor." Le Magasine des Livres
Harlan Coben, Geçmişle Dans Martı Yayınları, 567 Sayfa "Günümüzün en iyi gerilim ve gizem ustası kim diye sorarsanız, kesinlikle Harlan Coben derim." Dan Brown Toprağın altına gömdükleriniz, bir gün ortaya çıkarsa... Buram buram tutku kokan karanlık salonları geride bırakmış; şimdi iki çocuğu, harika bir kocası ve konforlu bir hayatı olmasına rağmen yine de eskiye özlem duyan bir kadın… Çok yetenekli bir belgesel fotoğrafçısıyken, kırklı yaşların sonunda sahte paparazzilik yapmak zorunda kalan bir adam... Ve yıllardır çözemediği tozlu bir dosyanın ısrarla izini süren bir dedektif... Seri cinayetlerin bir araya getirdiği Megan, Ray ve Broome'un önünde zor günler vardır artık. Hak ettiğine inandığı adamları öldüren, böylece bu adamların hayatlarını mahvettiği kızlara ikinci bir şans tanıdığına inanan, kendince doğru sebeplere sahip bu katil, acaba bu üç insanı alt edip kanlı macerasına devam edebilecek midir?
Wayne Thomas, Saklı Geçit Her gece kâbuslar gören Aidan, hiç bitmeyen bu görüntüler yüzünden perişan durumdadır. Gün gelip de Aidan’ın ailesi yaşlı büyükbabasına bakmak için onun evine taşınma kararı aldığında Aidan’ın hayatı değişir.Evin içinde yaşanan tuhaf olaylar Aidan’ı evin bodrum katına sürükler ve orada bulduğu gizemli parşömenler sayesinde kendini fantastik bir dünyanın kucağında,iyi ile kötünün korkunç savaşı içinde bulur.İki dünyanın kaderini dengelemek onun elindedir, bu büyük ve zorlu görev için o seçilmiştir. Acaba Aidan her türlü tehlikeyi göze alıp karanlık güçlerle savaşacak mıdır? Sorunun yanıtı; krallıklar, iyi-kötü krallar ve şövalyelerin hüküm sürdüğü öteki dünyaya açılan Saklı Geçit’in ardında yatmaktadır.
26-27
Kültür Sanat • Kitap
Michael Grant, Veba ArtemisYayınları,923Sayfa GENÇLER VE ÇOCUKLAR Açlığa ve yalanlara rağmen hayatta kaldı. Ancak hayatlarını tehdit eden kâbuslar devam ediyor! Sayısız mücadeleye, güç savaşına, öfke dolu ayrılıklara tanıklık eden Perdido Sahilinde kısa süreli bir sakinlik hüküm sürüyordu. Fakat RSGB’deki düşmanlar yok olup gitmemişti ne yazık ki. Gözlerden uzakta ölümcül şeyler kıpırdanıyor, dönüşüyor ve serbest kalmaya hazırlanıyordu. Karanlık, sonunda Nemesisi’ni yönetmeye başlamıştı. Bulaşıcı, ölümcül bir hastalık kol geziyordu. Sinsi ve yırtıcı böcekler Perdido Sahilini kana buluyordu. Sam, Astrid, Diana ve Caine artık RSGB’deki hayattan kaçabileceklerinden -hatta hayatta kalabileceklerinden bile- emin değillerdi. Etraflarında olup biten tüm bu kargaşanın ortasında, kendilerini ve sevdiklerini kurtarmak için, çaresizlikten, ne gibi kararlar almak zorunda kalacaklardı?
Nancy Bisaha, Doğu ile Batı’nın Yaratılışı, Dost Kitabevi Yayınları, 330 sayfa Eski Yunan ve Latin kaynaklarından beslenen İtalyan hümanistleri XIV. yüzyılda Türklerin Batı’ya doğru ilerleyişleri, özellikle de İstanbul’un fethedilişi karşısında Haçlı seferleri konusunda kendilerinden önceki yazarların düşüncelerini ele alırlar. Ancak Haçlı düşüncesine ilişkin yargıları artık daha seküler ve ideolojilerden arınmış olarak çözümlemeye başlarlar. İtalya’daki hümanistler Hıristiyan düşüncesinin oluşturduğu Türk tehdidi algısını benimsemekle birlikte, İslam karşıtı bazı konuları da yeni bakış açılarıyla işlerler. Çok kapsamlı bir kaynakçaya dayanan bu kitapta, aralarında Leonardo Bruni, Marsilio Ficino, Francesco Petrarca gibi iyi bilinen hümanistlerin de bulunduğu çok sayıda yazar ve düşünürün Batı’daki Türk ilerlemesi karşısında Haçlı fikrini ele alış biçimi inceleniyor.
John Freely, At Üstünde Fırtına: Anadolu Selçukluları, Doğan Kitap, 224 sayfa Troya Savaşından İstiklal Harbine: Anadolu’da Yunanlar adlı kitabından sonra, Freely bu kez Anadolu’nun Selçuklular tarafından fethedilme sürecini ve Anadolu’da Selçuklular, Bizans İmparatorluğu, beylikler arasında yaşanan iktidar savaşlarını ele alıyor. XI. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu’dan batıya doğru hızla ilerleyen Anadolu Selçukluları, başkenti Konya’da olan güçlü bir devlet kurdular. Bizans İmparatorluğu, Haçlılar, Moğollar ve Memluklar gibi güçlerle kâh savaşarak kâh bazılarıyla dönemsel ittifaklar oluşturarak XIV. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürdüler. Vârisleri Türk beyliklerine, özellikle Osmanlılara, güçlü bir siyasi kültür bırakırken, inşa ettirdikleri saraylar, camiler, hanlar, köprülerle Anadolu’nun çehresini değiştirdiler. John Freely, At Üstünde Fırtınanın ilk kısmında Anadolu Selçuklularının siyasi entrikalar ve fetihlerle dolu tarihini aktarıyor; ikinci kısımda ise okuru Anadolu Selçuklu Devletinin kadim topraklarında dolaştırarak onların etkileyici kültürel mirasını gözler önüne seriyor.
David Gibbins, Truva Maskesi Altın Yayınları, 795 Sayfa Maskenin ardındaki gizem aydınlanıyor... 1876. Mykenai, Yunanistan... Gizli bir kazıda Heinrich Schliemann, Yunan Kralı Agamemnon’un altın maskesini bulur ve olağanüstü bir sırrı keşfeder. Ancak bu sır onunla birlikte mezara girerek ebediyen kaybolur. 1945. Almanya... Toplama kamplarındaki tutsaklar özgürlüklerine kavuştuklarında Nazilerin çaldığı antik eserleri gün ışığına çıkarırlar fakat hiç kimsenin düşünemeyeceği kadar korkunç ve yıkıcı bir gerçeği de aydınlatırlar... Günümüz... Deniz arkeologu Jack Howard, Ege Denizi’nde eski bir Yunan savaş gemisi batığını bulduğunda şaşırtıcı bir gerçekle karşı karşıya kalır, çünkü gemi Agamemnon’un savaş filosuna aittir... Yunanistan, Türkiye ve Avrupa’yı karış karış dolaşan Jack, Truva’nın talan edilişinden beri saklı kalmış olan karanlık sırrı aydınlatmaya çalıştıkça kendini daha da karmaşıklaşan, içinden çıkılmaz bir labirentin ortasında bulur. Attığı her adımda ölüme biraz daha yaklaşırken istemeden de olsa kendisi için her şeyden daha değerli olan bir varlığı, kızını da aynı sona doğru sürüklemektedir. Günümüzün en çok satan yazarlarından David Gibbins, Truva Maskesi’nde gerçek ve kurguyu birleştirerek gerilim dolu bir macera romanı kaleme almış.
Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, Ayrıntı Yayınları, 144 sayfa Hayatın anlamı nedir? Daha fazla güç, servet, seks, aşk, çikolata, futbol, entelektüel tefekkür ya da günü yaşamak mı? Hayatın bir anlamı var mıdır; yoksa o da tüm anlamlar gibi sadece postmodern bir kurgudan mı ibarettir? Anlamın hızla buharlaştığı günümüz kapitalizminin kentli, pragmatik politik ve kültürel dünyasında her şeye rağmen ortak ya da hayatlarımıza gömülü anlamlardan bahsedebilir miyiz? Terry Eagleton bu kısa “giriş” kitabında, insan bilimlerinin terk ettiği ve popüler kültürle anlam endüstrisinin istila ettiği bir alanda hayatın anlamını sorguluyor. Hayatın anlamını, anlamın hayatını oluşturan dilbilimsel, etik, kültürel ve politik göstergelerle tartışan Eagleton’ın anlatısına Shakespeare’in tiyatral karakterleri, Wittgenstein’ın “dil oyunları”, Schopenhauer’un “istenç”i Heidegger’in “hiç”i, Sartre’daki endişe, Samuel Beckett’in “belki”si ve Freud’un “bilinçdışı” da parçalar halinde katılıyor. Aristo’dan Marx’a uzanan bir ahlaki soykütük dahilinde insanın kendini gerçekleştirmesi, kişisel tatmin, toplumsal birer pratik olarak mutluluk, sevgi ve erdem gibi kavram ve değerleri yorumlayan Eagleton’ın bu kitabı, hayatı hâlâ hayati göstergeleriyle dert edenler için bir düşünme çağrısı.
Metin Önal Mengüşoğlu, Kalbim Mühürlenmeden, Okur Kitaplığı Yayınları, 592 sayfa Kalbim Mühürlenmeden düşünce ve edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden Metin Önal Mengüşoğlu ile yapılan söyleşi ve soruşturma cevaplarını bir araya getiriyor. Yazarlık yaşamı boyunca ona sorulan sorulara verdiği cevaplar onun dünyasını daha iyi anlamamızı sağlayacak nitelikte. Otuz yılı aşkın bir süre içinde çeşitli yayın organlarına dağılan cevapları bir araya getiren bu kitap aynı zamanda yazarın kendi hayatına, düşünce yapısının nasıl oluştuğuna ilişkin görüşlerini de ortaya koyuyor. Bu yönüyle okurlara hem tanıdık hem de yepyeni bir ‘Asyalı ozan’ sunuyor. Mengüşoğlu’nda az rastlanır bir bireşim doğuran maya, bakıldığında, akleden kalbin marifetleri ile sanata odaklanmanın, yoğunlaşmanın eşit paylar barındırmasıyla biçimini almış, özünü tayin etmiştir. Kitapları, yaşamı, düşünceleri üzerine farklı isimlerin yönelttiği yüzlerce soru ve Metin Önal Mengüşoğlu’nun cevaplarını barındıran bir bütün Kalbim Mühürlenmeden. Yıllardır sadece bir türde değil türler arasılığa dönük bir yazı yolu açan Mengüşoğlu’nu daha yakından tanımak için önemli bir imkân söyleşi ve soruşturma cevapları.
Hans Fallada, Ayyaş Everest Yayınları, 336 Sayfa “Bu öyle bir kitap ki, onu eline alan tutkulu okuru, alkol müptelasının açtığı yeni bir şişe gibi hemen egemenliği altına alıyor. Sayfaları arka arkaya devirdikçe ve korkutucu hikâyesi damarlarınızda gezinmeye başladıkça, sizi kendisine bağımlı kılıyor ve bir oturuşta bitirmeye zorluyor içindekileri.” -Kaya Genç, GQHerkes Tek Başına Ölür’le tüm dünyada büyük yankı uyandıran Hans Fallada’nın son dönemde göz ardı edilen önemli eserleri, Everest Yayınları’nın dünya klasikleri dizisi kapsamında Türkçe okurlarıyla buluşmaya devam ediyor. Evliliğinin ve sorumluluklarının boğuculuğundan kurtulabilmeye çalışırken kontrolü tamamen kaybeden bir işadamının hikâyesini anlatan Ayyaş, baskıcı bir toplumda insanın özgürlüğünün nasıl farklı şekillerde kısıtlanabileceğini örneklendiriyor. Fallada’nın Nazilerin akıl hastanesine kapatıldığı zaman şifreli olarak yazdığı, otobiyografik özellikler taşıyan roman, yer yer sert ve dokunaklı olmasına karşın ironi ile ince mizahı da elden bırakmıyor.
Merve Uludil m.uludil@kalemsizdergi. com
28-29
Kültür Sanat • Müzik
Ülkemizde dinlenen müziklere göz attığımızda Pop, Rock, Jazz(Caz), Klasik Müzik, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, Fantazi, Rap, Hip-Hop, Arabesk, Metal, İlahiler ve Tasavvuf Müziği gibi bir tablo çıkıyor karşımıza.
DİNLEDİKLERİMİZ NEDİR?
Gördüğümüz üzere batının etkisi ile benimsediğimiz müzik türleri kendi müziklerimizin oldukça üstünde. Bu yüzden Avrupa’nın ve onun da geride kalmamak için uğraştığı Amerika’nın etkisine oldukça fazla giriyoruz. Sorucak olursanız ‘bu iyi birşey değil mi ?’ diye hemen size kendi açımdan bunu yanıtlayayım:
Türk Halk Müziği, Halk Şiiri’nde de olduğu gibi toplumun ortak düşüncelerini ve duygularını, samimi, içten, çokulu ve içli ezgilerle anlatan müzik sanatıdır. Türk insanının tüm yaşantısını halk müziğinde, özellikle onun sözlü biçimi olan türkülerimizde görmek mümkündür. Oluştuğu zamanlarda sanat olarak hiçbir endişe taşımamış olan Türk Halk Müziği, ritim olarak zengin ve ezgisel olarak çok renklidir.
Avrupa’nın Amerika’dan geri kalmama isteği, bizim de içinde bulunduğumuz Avrupa’dan geri kalmama isteği bir zincir edası ile bunu tamamlıyor. Yani zincirin en başında olmak yerine biz sadece önümüzdeki toplumların izini takip ediyoruz. Sorun da siyasi, politik, kültürel her ne konuda olsun burada baş gösteriyor. Aslında 200 yıl önce başlayan ve bizi de içine alan bir durum, bu yüzden günümüzde elimizden fazla birşey gelmiyor. Mecburen uyum sağlamak durumundayız. Bu konuda iyi olduğumuzu düşünüyorum; çünkü müzik açısından baktığımızda bile 1900’lu yılların başında başlayan pop kültürümüz, bunun en iyi temsilcilerinden.
TÜRK HALK MÜZİĞİ
Yöresel özellikler olarak zenginlik ve çeşitlilik gösterir. Her bakımdan Anadolu halkının ruhunu anlatan köklü bir halk sanatıdır. Ancak, Türk Halk Müziği denince, onu sadece Anadolu coğrafyasıyla sınırlandırmak doğru olmaz. Yaşadıkları ülke ve bölge
neresi olursa olsun, oluşturulan bu eserlerin ve estetiğin sahibi müziğe katkıda bulunan tüm haklardır.
TÜRK SANAT MÜZİĞİ Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinden biraz öncesine dayanır. Türk musikisinin tarih yönünden incelenmesinde Osmanlı öncesi Türk musikisi yani Fârâbi’ den (870-950) Safiyuddin Urmevi (1237-1294) ye kadar olan devir İlk Ortaçağ, Abdukkadir Merâganî (1360-1435)’den Şehzade Korkut (1467-1513)’a kadar olan devir Ortaçağ ve İtrî (1640?-1711)’den günümüze kadar olan devir de Yeni ve Yakınçağ olarak ele alınabilir. Çoğunlukla Tunus’ta yaşamış olan Baron Rodolphe D’Erlanger (18721932) isimli Fransız müzikoloğu ölümünden önce 1920’li yıllarda edindiği musiki yazmaları üzerine çok geniş bir çalışma yapmış ve bu arada Fârâbî, İbn Sina, Safiyyuddin Urmevî, Lâdikli Mehmet Çelebi
gibi büyük Türk musikısınasları ve sistemcilerinin yazmalarını inceleyerek 2857 sayfayı kapsayan 6 ciltlik büyük bir eser meydana getirmiştir. Fakat ne yazık ki bu devasa eserinin adını “La Musique Arabe” (Arab Musikisi) koymuştur. Sebebi
de gayet açık anlaşılmaktadır ki, incelenen yazmaların Arap dili ile yazılmış olmasından ve yazar adlarının da Arap isimlerine benzemesinden, ortaya konan bu eserin musikisi de elbette “Arap Musikisi” olacaktır. Aradan geçen uzun yıllar içinde Türk kültür âleminden hiç kimse bu konu ile bilgilenmemiş ve ilgilenmemiştir. Ve bu yayın ilk defa musiki alimimiz H.Sadettin Arel tarafından 1950 yılında Türk kültür alemine tanıtılmıştır.
TÜRK POP MÜZİĞİ Türk Pop Müziği, diğer adıyla Popüler Türk Müziği, alaturka ve halk müziği kalıplarının üzerine modern müzik ezgilerinin katılmasıyla oluşmuş müzik türüdür. Batı Avrupa’nın soundları - ilk paragrafta işlendiği gibibaz alınarak yapılmıştır. Türk Pop Müziği’nin temelleri 1970’lerden başlar. 1970’lerde Türk Pop Müziği, batıda ses getirmiş parçalarının Türkçe aranjmanlarının yapılması şeklinde gelişmeye başlamış ve 1980’lere kadar gelişme göstermiştir. 1980-1990 arası durgun bir dönem geçirdikten sonra 1990'da teknolojinin gelişmeye başlamasıyla tekrar hız kazanmıştır. Türk Pop Müziği günümüze kadar ortaya çıkmış Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği'nden büyük oranda yararlanmıştır. Pop müziğin isim köku aslında popüler müzikten gelmektedir. En önemli özelliği sade ve ağdalı olmayan ritimler üzerine kurulu olmasıdır. Aynı kalıbın üzerine oldukça fazla sayıda söz farklılığı olan şarkı yazılabilir ve sözleri değişik olduğu için müzik kulağı olmayan birinin bunu farketmesi oldukça zordur. Diğer adıyla Popüler Türk Müziği, alaturka ve halk müziği kalıplarının üzerine modern müzik ezgilerinin katılmasıyla oluşmuş müzik türüdür.
30-31
Kültür KültürSanat Sanat• Müzik • Müzik TÜRK ROCK MÜZİĞİ Türkiye’de Rock müzik anlayışı ilk olarak Anadolu Halk Müziği ile Rock müziğin birleşmesi sonucunda Anadolu-Rock olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir süre hak ettiği yeri bulamayan, Erkin Koray, Barış Manço, Cem Karaca ve Moğollar gibi temsilcileri bulunan Anadolu Rock, 90’li yıllara doğru tekrardan rock müzik olarak piyasaya geri dönmüş, Pentagram, Haluk Levent, Kurban, Bulutsuzluk Özlemi, Duman gibi gruplar Rock müziğin başlangıcını iyi bir şekilde yapmışlardır. 2000’li yıllardan sonra oldukça gelişmeye başlayan rock müzik piyasası oldukça fazla isme ve gruba tur sahipliği yapmıştır.
Hangi Aşamalardan Geçtik ? •30'lu yıllara operetler dönemi denmektedir. •Taş plak dönemi bu yılları kapsar. •Gramofon, en gözde alettir. •Operetler ve Tango, ülkemize giren ilk popüler batı müzikleridir.
50'ler •1950’li yıllarda Caz Müzik ülkemize giriş yapmaya başladığı zamanlardır. •Türkiye'de Cazın dışındaki batı müziği türlerinin tanındığı yıllardır. •Batıdaki Pop müzik, gençlerimizi etkisi altına almaya başlamıştır. •1955'te bir Rock'n Roll orkestrası kurulur. •1958 yılında Kuyruklu Yıldızlar, dönemin en popüler grubudur. •Bu dönemde söylenen şarkılar, orijinaline ne kadar yakınsa o kadar fazla ilgi görür.
60'lar •1960’li Yıllar gençliğin özgür olmak istediği Hippi akımının gözde olduğu yıllardır. •60’li yıllarda Pop Müzik çalışmaları Avrupa’da olduğu gibi hız kazanır. •Çok sayıda pop orkestrası kurulur. •Bu dönemde çeşitli şarkı yarışmaları düzenlenmiştir. Ayrıca Türkiye, bu dönemde Atina Şarkı Yarışmasına katılıp 4.oldu. •Orhan Gencebay, ilk 45’lik plağını çıkarttı. •Yerli melodilerin batı sazlarıyla yeniden yorumlanması bu dönemde hız kazanır. •1965 yılında Hürriyet Gazetesi’nin Altın Mikrofon müzik yarışması gerçekleşti. Bu yarışmanın amacı Pop müziği geliştirmek ve yeni gruplara şans vermekti.
70'ler •1970’li yıllarda Pop müzik değer kazanmaya başladı. •Siyasi hareketler, müziği de etkiler.Bunun sonucunda şarkı sözlerinde sloganlar duyulmaya başlanır. •Kaset devrinin başlangıcı bu yıllardır. •Siyah beyaz Televizyonlarda TRT, halka hangi müziği verirse halkta onu alırdı. Başka seçenek yoktu. •Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk kez katıldık ve sonuncu olduk.
80'ler •1980’li yıllarda şarkıcı ve söz yazarlarında belirgin artış görüldü. • Rock müzik Anadolu-Rock adı altında filizlendi. •12 Eylül dönemi başladı. •Tabi ki Türkiye’deki sanat kesintiye uğradı. •Arabesk müzik hızla yayılmaya devam etti. •Kasetçalar ve walkmanlerin çıkması kasete olan gereksinimi arttırdı. •Korsan kasetçilik sorun olmaya başladı. •Orgla müzik yapanlar, patronlarına daha az maliyet çıkardıklarından, çalgı topluluklarından daha fazla iş bulmaya başladı. •Operetler yerini müzikallere bırakmıştır.
90'lar •1990’li yıllarda ses güzelliği ve diksiyona duyulan önem azalmaya başladı. •Uluslararası sanat müziği eğitimi almış sanatçıların caz yaptıkları görülür.(Orn.Aydın Esen) •Nostalji denen akım beğeni toplamaya başladı.
2000'ler •2000’li yıllarda Caz konserlerinde artış görüldü. •Türk Pop'u yeniden hareketlenmeye başladı. •Rock müzik gün geçtikçe türleri ile beraber Türk insanın vazgeçilmezleri arasına girmeye başladı. •İnsanlar, müziği bir dans ve eğlence aracı olarak paketleyip bir kenara attı.
Can Alp Alaçam c.alacam@kalemsizdergi.com
32-33
XİR Gökdeniz Merhabalar, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için dergideki tüm arkadaşlar ve okuyucularımız adına teşekkür ederiz. 1-İlk önce mahlasından başlayayım, niçin Xir ? • Çok eskiden, ilkokul çağlarımda kullanmaya başladığım bir isimdi. O zamandan beri de insanlar öyle tanıdı, öyle devam etti. Ben de Xir Gökdeniz yaptım, bu şekilde tanınıyorum, hoşuma da gitmiyor değil. :) 2-Rap’e nasıl başladın bize biraz bahseder misin ? • RAP dinlemeye çok küçük yaşlarda başladım, özellikle Eminem dinleyerek. Başka müzik türleri de dinliyordum tabi ki fakat 'Rap' daha çok ilgimi çeken bir müzik türüydü. Zamanla Türkçe RAP’ in varlığını keşfettikten ve bu yolda ilerlemeye karar verdim. 3-Hiç Rap dışında başka bir müzik kültürü ile ilgilendin mi ? • Açıkçası Rap ile tam anlamıyla bir araya gelmeden önce elbet başka müzik türleriyle ilgilendiğim de oldu; fakat bu Rap'i tamamen anlayana kadar sürdü. 4-Rap’i seçmenizdeki etken neydi peki ? • Sanıyorum bu seçimiminde kişisel özelliklerimin, karakteristik yapımın, bulunduğum ağırlıklı ruh halinin çok etkisi oldu. Rap yaparken mutlu buluyorum kendimi. 5-Rap müziğe olan ilginizi artıran sanatçılar kimler oldu ? • Eminem ağırlıktaydı başlangıçta, hatta Dr. Dre’ nin kasetleri vardı, onları dinlerdim. 6-İlk kaydınızı ne zaman aldınız ? (Bilgisayarda beat çalarken cep telefonunuz ile kayıt yaptığınızı okudum, doğru mu ?) • Vallahi ilk kaydımı telefonla yaptığım doğru. Orta okul dönemleri olsa gerek, o zaman kendi yazdığım sözleri okuyordum altyapı çalarken ve telefona kaydediyordum. İlk kaydım da bu şekilde oldu tabi. 7-Size bu yolda en çok desteği kim verdi ? • En çok destek veren kimdi dersek tabi ki ailem. Şöyle ki maddi olarak -gerekli olan müzik aletleri açısından- her zaman destek olamasalar da, manevi anlamda desteklerini benden hiç esirgemediler. Ailem dışında ise Rap camiasında iyi bilinen “Rapozof ”
küçük yaşlardan beri bana sağ olsun çok destek verdi, “Caprise Atak” keza öyleydi. Nitekim uzun yıllar birlikte de çalıştık. 8-Ankara’dan İstanbul’a geliş sebebin eğitim miydi, yoksa altında yatan bir müzik tutkusu mu? • Aslında ben işletme bölümünü kazandım İstanbul'da. Okulla birlikte müziği iki sene kadar götürmeye çalıştım fakat ikinci senenin sonunda daha fazla okula devam etmek istemediğimi fark ettim ve tamamen asıl hedefime uygun alan olan 'Müzik Prodüksiyonluğu' eğitimi almaya başladım. Ancak şu anda ona da devam etmiyorum, kendi çabalarımla en büyük hedefimi- müziğimi gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bunun yanında eğitimimi de ihmal etmemek için elimden geleni yapıyorum tabi ki. 9-Sana göre Underground piyasası nasıl? • Açıkçası Underground piyasası aslında hep kafasına göre devam eden bir piyasa, hiçbir şeye bağlı değil. Zaman içerisinde hep kendini gösteren ve yenileyen insanlar oldu bu piyasada. Herkes bir şekilde tanındıktan sonra işin daha ticari boyutuna yönelerek piyasadan uzaklaşıyorlar. Bu sayede hem yeni gönüllülere yer açılmış oluyor hem de piyasada daimi bir yenilik, canlılık sağlanıyor. Ticaret boyutunda ise başarılı olabilen kadar olamayan da çok var ve bu başarılı olamayanların çopu Underground'a tekrar dönüyorlar. Bu nedenle ortamı herkesin kafasına göre kendini geliştirdiği ve yolunu aslında kendisinin çizdiği bir yürüyüş yolu olarak algılıyorum. Bana kalırsa çok da fazla tutulmamak lazım Underground’ da çünkü nasıl olsa herkes yapıyor. Tabi bu tamamen benim fikrim. 11-İnternet üzerinden paylaşmış olduğun ve bir anlamda da kendinden söz ettiren “Kötü Alışkanlık” albümün hakkında neler söylemek istersin ? • 'Extra' Albümü geçen sene nisan-mayıs aylarında hazırlamaya başladım. Albümün yapım aşamasında Ultrasonic ile Raporzof oldukça yardımda bulundular. Bazı altyapılarda onlar bana destek olurken, yeri geldiğinde kendim yaptım, bazen de arkadaşlarımdan altyapı aldım. Tamamlarken ne yazık ki bir kaza geçirdim ve albüm biraz aksadı. Bu sene ise 'Herşey Yolunda' klibi ile albümü piyasaya verdik; ki beni dinleyen insanların çok beğendiği bir albüm oldu, dinlemeyen birçok insanın da
z İle Röportaj
Batuhan Öztütüncü - b.oztutuncu@kalemsizdergi.com
dinlemesine yardımcı oldu. Şimdi bir tane Bandrollü Albüm hazırlıyorum, onun da 7-8 tane şarkısı hazır. 2012 Eylül veya Ekim gibi Bandrollü bir şekilde raflarda yerlerini alacak inşallah, şimdilik bu şekilde devam ediyoruz. 12-Extra Albümü'nde en çok beğendin parça hangisiydi ? • Aslında hepsinin birbirinden çok farklı anlamları var benim için. Diğer albümlerime baktığımda hit şarkı sayım iki iken, bu albümde hiçbir şarkıyı ayırt edemiyorum birbirinden. Dinleyen insanlar da benimle aynı frekansta dinledikleri zaman benim ne hissettiğimi anlıyorlar. 13-Bu albümde Sansar Salvo, Mafsal, Rapozof, Sancak, Firar gibi önemli isimlerle çalıştın. Bu senin için çok önemli olsa gerek. • Pozitif etkileri oldu tabi ki. Beraber bir şeyler paylaştık, şarkılar yaptık, müzik yaptık. Ve çok güzel bulduğumuz bir sonuca ulaştık, hala da birlikte çalışıyoruz. 14- Sansar‘ la ve diğer isimlerle nasıl tanıştınız ? • Sansar’la zaten Rapozof vasıtasıyla tanıştım, diğer isimlerle de aynı şekilde oldu. 15-Son aylarda Rap Camiasında "dissleşme" olayı tavan yaptı. Bu "dissleşme" olayı hakkında ne düşünüyorsunuz ? • Aslında bu tamamen bireysel bir tercih, kişinin kendi bileceği iş yani. Bir insanla arasında muhabbet varsa tabi ki dissleşebilirler, buna herhangi biri müdahale edemez. Ancak bunu sadece gündemde kalmak amacıyla yapan insanlar da var; ki anlaşılması pek zor olmuyor. Böyle durumlarda etrafı çıkarcılık kokusu sarıyor ve herkes doğal olarak kendini düşünerek davranıyor. Ne olursa olsun bilinmesi gereken bir gerçek var ki, kimin neden diss attığı, neye göre şarkı yaptığı vesaire, her şey çok açık. Birinin birini kandırdığını düşünmesi yapılacak en büyük hata. 16-Rap müziğe en çok yapılan eleştirilerden biri de 'küfür'. Sen nasıl değerlendiriyorsun ? • Herkes şunun farkında olmalı ki, herhangi bir şeyin iyi yönlerini anlatırken iyi şeyler konuşursun; doğal olarak kötü yönlerini anlatırken de kötü. Bu durumda olayın sadece 'küfür içermesi' kısmına
takılmak yanlış. Eleştiren çoğu insanın da kendi konuşmalarında seviyeyi korumadığına şahit olduk. 17-Zamanında yaptığınız müziği ciddiye almayanlar şuan nasıl bir tutum sergiliyorlar ? • Yürü, devam et, olacak gibi desteklerde bulunanlar da oldu her zaman onların yanında. Ne kadar olur ne kadar olmaz bilmiyorum ama genel olarak bir destek olduğu belli. 18-Bize Biraz UltraSonic Recordz hakkında bilgi verebilir misin? • Ultrasonic çok eskiden beri var olan bir oluşum, Rapozof ’ un kurduğu bir stüdyo. Şuan içerisinde ben varım, Rapozof zaten var, bir de Sancak var. 'Asil' diye yeni bir arkadaşımız var, onun da albümü çıkacak yakında. Bu çekirdek kadroyla devam ediyoruz şu anda, hatta yeni bir albüm gelebilir bu aralar bu üçlüden ortak olarak. Gelen prodüksiyon işlerini de değerlendirmeye çalışıyoruz tabi ki. 19-İnternette yayımlanmakta olan ve geçen günlerde 4.bölümü yayımlanan "AL İŞTE" hakkında biraz bilgi verebilir misin? • AL İŞTE dizisi Oğuzhan Ejderoğlu tarafaından çekiliyor. Sansar ile Yener’in klibiyle birlikte benim geçmişte “Gününü Bekle” klibimi de o çekmiştir. Hatta dizide oynayan karakterlerden bir tanesi -dizideki adı neydi tam olarak hatırlamıyorum- Onur’un benim “Gününü Bekle” klibinde oyunculuk sergilemişti; ordan bir tanışıklığımız var. Böyle bir dizi çekmeye başlamışlar, böyle bir muhabbet döndü aramızda, teklif ettiler ben de olur dedim. Xir’i oynayıp oynayamayacağımı sordular aslında ancak ben Xir'i canlandırmak yerine başka bir rol almayı tercih ettim. Şimdilik dolandırıcıyı canlandırıyorum, epey keyifli geçiyor çekimler, ben çok eğleniyorum. 20-Peki senin çocukken hayalini kurduğun belirgin bir meslek var mıydı? • Doğrusunu söylemek gerekirse yoktu, bankacılık-işletme alanlarına girişimde bulunsam da hiçbiri ciddi bir anlam ve önem taşımıyordu benim için. Çok teşekkkürler bizi kırmayıp Kalemsiz'in röportaj teklifini kabul ettiğiniz için. Müzikte ve hayatın diğer alanlarında başarılar diliyoruz.
Neolitik Çağın “İnanç ve hac merkezi” İnsanlık Tarihini Baştan Yazabilir Mi?
Göbeklitepe, Şanlıurfa’ya 15 km. uzaklıkta ve günümüzden tam 12 bin sene önce inşa edilmiş. Göbeklitepe’nin günümüze bu denli korunmuş şekilde kalması arkeologları şaşırtan bir muamma. Yapılış zamanından yaklaşık bin yıl sonra tonlarca toprak ve çakmaktaşının tamamıyla nasıl gömüldüğü, ilkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve dikildiği, insanlığın yerleşim ve tarım kavramlarından çok uzak olduğu avcılık ve toplayıcılık döneminde bu yapıların nasıl tasarlandığı cevabı bilinmeyen sorular arasında yer alıyor. Sorular cevaplarını bulduğunda ise insanlık tarihinin yeniden yazılması bekleniyor.
Stonehenge’den de eski! Göbeklitepe’deki tapınakları tasarlayanların ve inşa edenlerin kim oldukları hala bilinmiyorken, bazı arkeologlar bu avcı-toplayıcı topluluğun şamanik bir lider tarafından organize edildiğini öne sürüyorlar. Boyları 3-6 metre arasında değişen T biçimindeki sütunların taşınıp dikilme işlemlerinin de bu organizasyonun sonucu olarak gerçekleştiği tahmin ediliyor. Yaklaşık 1,5 metre kalınlığında duvarları olan bu tapınakta birçok yabani hayvan kabartmalarının resmedildiği T şeklindeki sütunlar bulunuyor. Tapınak, Mezopotamya bölgesindeki ilk şehirlerden 5500 yıl kadar, İngiltere’nin Stonehenge kalıntılarından ise 7000 yıl kadar daha eski!
İnsanlık tarihinin ilk tapınağını, A görmeye ne de
Adem ile Havva’nın cennet bahçesini ersiniz? Buyrun Şanlıurfa’ya gidelim!
Dünyanın ilk tapınağı Kazı çalışmaları ilk olarak 1995 yılında başladı ve ortaya çıkarılan altı tapınaktan dört tanesinin aynı döneme ait olduğu keşfedildi. Çoğunlukla dairesel bir formda yapılan bu tapınakların bazıları spiral biçimde ve hiçbirinin çatısı yok. Bölgedeki kazı çalışmalarının her yıl eylül ayında başladığını ve yaklaşık 10 hafta sürdüğünü belirten Doç. Dr. Klaus Schmidt şunları belirtiyor: ‘Göbeklitepe'deki kazılarda elde ettiğimiz bulgularla, dünyanın bilinen en eski tapınma merkezlerinden birinin bu bölgede olduğunu ortaya çıkarmıştık. Ancak son kazı çalışmalarıyla tapınma merkezinin dünyanın en büyük tapınma merkezi olduğunu da tespit ettik. Bunun yanısıra, yaptığımız araştırmalarda Cilalı Taş Devri'nde yaşayan insanların yabani sığır, akrep, tilki, yılan, aslan, yaban eşeği, yaban ördeği ve yabani bitkiler hakkındaki kabartmalarını inceleyerek hayvanlarını evcilleştiremedikleri sonucuna ulaştık. Ayrıca dikili taşların (Stel) üzerindeki resim ve kabartmalar o dönemde yaşamış olan insanların sanatları hakkında da bizlere fikir veriyor. Buradaki tapınak, dünyanın bilinen en büyük tapınağı olma özelliğini taşıyor.'
Adem ile Havva’ n ın Cennet Bahçesi Burada mı? Arkeologbaşı Klaus Schmidt başta olmak üzere, Türk ve yabancı bazı arkeolog ve teologlar, Göbeklitepe’nin cennetten kovulan Adem ve Havva’nın dünyaya indiği yer (Cennet Bahçesi – Garden of Eden) olduğunu iddia ediyorlar. Der Spiegel birkaç yıl önce bu konuda geniş kapsamlı bir makale hazırlamış. Kur'an, İncil ve Tevrat’ta yaradılış ile ilgili verilen coğrafi ipuçları ise yine bu bölgeyi işaret ediyor. Göbeklitepe’nin Adem ve Havva’nın yaşadığı Cennet Bahçesi olduğuna ilişkin kanıtlara bir de yakından bakalım: - İncil’in “yaradılış” bölümünde cennet bahçesinin Asur’un batısında olduğu yazıyor, yani Göbekli Tepe’nin haritadaki yeri. - Cennet Bahçesinin 4 nehirle çevrelendiği, bunlardan ikisinin de Fırat ile Dicle olduğu biliniyor. - Asur tabletlerinde Beth Eden adlı bir medeniyetten bahsediliyor, yer olarak ise Göbekli Tepe’nin bulunduğu yer tarif ediliyor. - Tevrat’ta da bahçenin Suriye’nin kuzeyinde olduğu belirtiliyor, tekrar Göbekli Tepe’nin haritadaki yerine işaret ederken. - “Eden” kelimesi Sümerce “ova” anlamına geliyor. Göbekli Tepe ise Harran Ovası’nın hemen içinde yer alıyor.
Kültür Sanat • Gezelim Görelim
Yine kitaplardaki gibi, Adem ve Havva ile çocukları bu bölgede tarımla birlikte çiftçilik ve hayvancılığa başlamışlar. Alman Max Planck Enstitüsü bölgedeki Karacadağ eteklerinde yetişen bir tür yaban buğdayının şu an dünyada yetişen tüm buğday çeşitlerinin genetik atası olduğunu ortaya çıkarmış. Schmidt’e göre ise artık çorak olan Göbekli Tepe, bir zamanlar yeşil, ormanlık, sulak ve çok bereketli bir bölgeydi. Ancak insanlık, çevrenin bozulmasına yol açarak bu “cennet”in yok olmasına sebep oldu. Göbekli Tepe’de bulunan taşlar, M.Ö. 8000’de programlı bir şekilde toprağa gömüldü. Sonuç olarak, son dönemlerde Göbeklitepe, National Geographic’e kapak oldu ve UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alındı.
Gülşah Uludil g.uludil@kalemsizdergi.com
38-39
‘’Gözleri birden gümüş kesildi, ay gibi... (Uyku böyle anlarda uyanıklığı selamlıyor…) İfadesi düştü yüzünün. (Onunla konuşuyor…) Ağırlaşan gövdesini tutmak için anî bir hareketle elini yanağından çekti. (Hakkında rapor veriyor gibiydi.) Kollarını kenetleyerek sardı onu.’’ Rüya olduğunu bildiği bir rüyadan uyanmak için ne yapmalıydı? Kolunu ısırmak üzere hareket ettiremediğinde, üzerine felç inmiş bir kuvvetin varlığına ışık tutuldu. Uyanmak için ne yapmalıydı? Aylar önce tanıştığı o rüya, aylar sonra yeniden uğramıştı uykusuna… Üstelik baştan sona her anı, içine girip çıkan ayrı bir fotoğraf karesi halindeydi. Havada asılı halde duruyorken üzerine yaklaşan bu fotoğraflar, içlerinde o ana ait her ne yaşadıysa aynı yoğunluğuyla birlikte gövdesinden geçiyordu. Her resim ayrı bir başka duygu… Diğer bir fotoğraf yaklaşırken aradaki boşluktaysa anlatıcının geçmişteki bazı satırlarını duyuyordu. Dayanılacak gibi olmaması aniden uyanmasına yetmemişti anlaşılan, belki adına bu yüzden kâbus deniyordu bu gibi rüyaların. Her bir karede iğnesini omurgana batıracak hemşirenin hareketlerini tahmin etmek… ‘’Nefesi göğsüne battığında yavaşladı. (Hâlihazırda uyku, ayacak güne en hızlı bağlantısıyla geri dönmüş…) Ne yani, ay düşüyor, ışık yer değiştiriyor, insanlar yükseliyor; ama gelgelelim koşudan nefesi mi tıkanıyordu? (Göz kapaklarına istirahat tozlarını bırakmıştı…) O sırada içinden söylendi: “Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Ağrının asıl mahallîndeki ıstırabın yanında, göğsündeki ağırlığın kaburgalarına yüklediği acı hiç mesabesindeydi. Dişlerinin çatırdayıp kırılacak kadar çenesini sıktığına engel olamadığını fark ettiğinde, her şey kayboldu, birden… Görüntüler, sesler, nereden olduğunu anlamadığı ağrıları… Gelişi önceden anlaşılmayan mutluluk nasıl ağırlanırdı? Bu gelen mutluluk muydu? Oysa olan şey her şeyin kaybolduğu değil miydi? Hiçlik mutluluk barındırabilir miydi? O halde ona hiç denir miydi? Kelimenin doğru, algının yanlış olması mıydı kelimeyi türettiren? Yüzdüğü boşlukta ‘’Anlaşılan bir gün her şey kaybolur da biz kalırsak işimiz daha zor.’’ dedi. Çok kısa bir süre için adına ‘’emin olma’’ diyebileceği bir şey tattı. Sonra sırasıyla huzur adına ne söylenirse kabul edebileceği duygular... Eksiklik varlıkta mı
olurdu? Belki de hiçlikte eksiklik olamayacağından olabilirdi bu tattığı. O kadar hızlı ve kaçınılmaz bir ferahlık içine daldı ki, bu ona denizler dibindeki vurgunu hatırlattı, uzun kalamadı ve suyun yüzüne çıkartıldı yeniden. Bu sefer de, aynı boşluğa dönmek gözlerini kamaştırdı. Çocukken gözlerini kapayıp karanlığı görmeye çabaladığı zamanlardaki gibi... Farklı olarak burada gözleri açıktı ya da öyle sanıyordu. Buradan sonra her şey değişti, göğsündeki ağrı gitmişti, çenesi gevşemiş, dişleri acımıyordu, belki en önemlisi kalbinin üstündeki hafiflikti. Fakat asıl değişen şey bir fotoğrafın daha kendisine doğru yaklaştığıydı… Fotoğraf yaklaşırken değişecek şeyin şimdi içinde bulunduğu memnun halin güzelliği olmasından korktu, böylece hala uyanamıyor olduğuna sinirlendi, hâlbuki fotoğraf yaklaşmasına rağmen halen iyiydi. Yaklaşmaya devam eden kareye odaklandı. Hâlâ iyiydi. Resmin üstündekiler seçilir hale geldiğinde istemsiz olarak başını hafifçe geri çekti. Fakat üzerine hâlâ kötü bir hal konmadı. Olabilir miydi? Bu onun evi miydi? Fotoğraf göğsüne girerken uzaktan yavaş görünen bir gök taşının yakına geldiğindeki hızıyla yüz yüze kaldı. Neler oluyordu? Sence de bir sorun yok muydu tümcelerde ya da bütünlükte? Aylar önce olduğu gibi, yoksa bu kopuk anlatının sebebi de mi buydu? Bir sevgili kucağıyla aynı sıcaklıktaydı gözlerindeki ıslaklık. Odanın ortasında öylece duruyordu. Başını ise yerden kaldırmaya cesaret edememişti. Bu onun odasıydı. Hayatı boyunca huzur bulduğu kaç yer olurdu insanın? Bu onun odasıydı ve iki sene olmuştu, bu dünyadan ayrılalı iki sene. Gözlerini odanın içinde gezdirmeyi öyle çok istiyordu ki; zihni, bunu onun için çoktan hazırlamış, başını kaldırmadan da bunu yapabilecek hale getirmişti. Kafatası onun odasıyla dekore edilmiş gibiydi. Ne yapacağını bilemediği bir halde gözlerini sıkıca kapatıp açarken görüntü kararmaya başladı. Bayılıyor muydu yoksa oda mı uzaklaşıyordu? Ansızın, başını bu karartıya kaldırdı. Gözünün ilk gördüğü şey çalışma masasının köşesinde titreşip duran, dikdörtgen, gümüş çerçeveli, siyah boyalı tablonun düşüşü oldu. Odanın hudutlarından çıkan tablo düşmeye devam ederken, oda tamamen kararmış, gümüş çerçeve parıldamaya başlamıştı. Tablonun içinde sadece siyah yağlı boya vardı ve altında henüz seçemediği iki satır beyaz yazı. Onu izlerken yeniden aynı boşluğa dönmüş, gözlerini kilitlediği tabloya bakarak süzülüyordu. Gümüş dikdörtgen çerçeve parıltısını arttırırken genişlemeye başladı. ‘’Hayır!’’ dedi. Giderek büyüyüp onu içerisine alacağını sandı fakat artık kendisinden de yüksek bir hızla uzaklaştığını gördü. Uzaklaştıkça büyüyor, büyüdükçe şeklini yitiriyordu. Parlayan çerçeve genişledikçe üstündeki gümüş renk siyah yağlı boyayla buluşuyor birbirlerinin içine karışıyorlardı. Gözlerini başka bir tarafa çevirmeye çabalarken, bu hareketi korkudan değil olacakların azametinden dolayı yaptığını anladı; çünkü aslında içini kaplayan ferahlık hâlen yanındaydı. Kısa süre sonra genişleyen tablonun içindeki beyaz yazı da büyüdü. Çerçevenin parlak gümüşü, içindeki siyah yağlı boyayla karışmış, başının önünde koca bir yuvarlak olmuştu. Son olaraksa sahneye büyük beyaz yazı girmiş ve bu yuvarlağın içinde kraterler açmıştı. Ay’a dönen bir çerçeve karşısında boşlukta süzülmek, ışığı gövdesinden geçen bir gezegeni selamlamakla son buldu… Neyse ki, gözleri bu zifiri siyah tablonun altındaki iki satır yazıyı krater olmadan önce okuyabilmişti: ‘’ Ay’a öfkelenmişim ben, işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum.’’
Devam edebilir…
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Edebiyat• Bireysel Denemeler
Sessizliğin Çığlığı
Merhaba sevgili sen, yine ben! Aylık bir dergi olması sebebiyle yazı periyotlarım bir hayli uzun. Hal böyle olunca araya soğukluk ve unutulmuşluk giriyor. Tabii uğraşmak zorunda olduğum bazı sorumluluklarımı da gör ardı etmemek lazım. Psikolojik ruh tahlilime girmek bile istemiyorum, yoksa işin içinden çıkamayız. Selamlaşma faslımız bittiyse bu sayımızdaki konuyu incelemeye başlayalım yavaştan. “Sessizliğin Çığlığı” başlığını atma lüksüne girip bu konuyu biraz daha açma sorumluluğu buldum kendimde biraz. Yaklaşık iki saat önce twitter meledinde takip ettiğim, canımdan çok sevdiğim birisinin güncellemesine gözüm ilişti.
“Bana sessizliğini bırakman, beni gürültüden ayırmadı; çünkü sessizliğin hiç bu kadar bağırmadı…”
Sessizliğin bağrışı konusunun ikilemine düştüm bir an için. Sonrasında daha önce bir arkadaşımla yaşadığımız diyaloğu anımsadım.
Ben: Konuşmuyorsun ya, bana çok şey anlatıyorsun. Arkadaşım: Nasıl yani? Konuşmuyorsam, nasıl anlayabiliyorsun ki? B: (Elimle masada bir sınır çizerek) Görüyorsun ya şurayı, işte orada savaşıyoruz seninle, fikirlerimiz doğrultusunda. A: Yine saçmalıyorsun. B: Saçmalık diyorsan, evet saçmalıyorum şu anda. A: Kapatsak konuyu? B: Pekala. Kısa ve anlamsız gelecek bu konuşmamızda bile aslında barındırdığımız gizli manalar mevcut. Sessizliğin çığlığı gözlerde ortaya çıkar genelde. Bazen bir parıldamadır o, bazen ise ufak bir gözyaşı. Sadelikten yanayımdır;
ufacık bir gözyaşının taşıdığı devasa yüke hayranımdır. Konunun iplerini kaçırmadan, dönelim: Sessizliğin tasvirini isteseler benden, hiç düşünmeden ” yoğunluk, saflık” derim. Saflıktır, insan asla yalan söyleyemez; yoğunluktur, çoğu insana ağır gelir sessizlik. Sessizliğin olduğu yerde bir ürperti vardır. Etrafımızdaki objeler bağırır, gözlerimiz dillenir. Dediğim gibi çoğu insan bunun yoğunluğunu kaldıracak güçte değildir, gözlerini kaçırır, sessizliği bozar. Sözün kısası ve özü makbuldür derler ya, bu tezimi doğrulayacak bir kanı sanırım. Çoğu film sahnesine konu olur aslında sessizlik.
Yönetmenler için bitmek bilmeyen bir obje; seyircilerde ise daimi bir sujedir.
Yazımın şu cümlesine kadar sessizliğin ve çığlığının ne olduğundan bahsetmeye çalıştım gücüm yettiğince. Şimdi ise bazı öneriler vermek istiyorum. Öncelikle sessizlikten korkmamalısın. Kendim için söylemek gerekirse, sessizlik
beni rahatlatan durumlardan bir tanesi. Kendimi bulmama olanak tanıyor, ufak bir ‘an’ için bile olsa. Aynı durumun senin için geçerli olmasını isteme gibi bir lüksüm elbette yok, sonuçta senin hayatın. Ancak ben bana yardımcı olduğunu ve elbette sana da yardımcı olacağı kanaatindeyim. Bırak gözlerin sessizliğin çığlığı olsun ve saklamak istediklerini haykırsın ! Bunda utanacak, sıkılacak bir şey yok. Şu cümleme kadar sessizliğin ve çığlığın ne olduğunu ifade etmeye çalıştım, gücüm yettiğince. Buna ithafen şunu söylemek istiyorum ki kendimi yeterince ifade ettiğim ve yazımı sonlandırmam gerektiği kanaatindeyim. Elbet fikir okyanusuma birkaç balık daha düşecek ve gerekli olduğunda buraya ilave edilecek. O zamana kadar bu haliyle yazımı yayımlayıp takdiri sana bırakıyorum. Kendine iyi bakman dileğiyle.
Tökezleyen Adam tokezleyen.adam@kalemsizdergi.com
42-43
Edebiyat• Bireysel Denemeler
Melek Ece YAPAREL m.yaparel@kalemsizdergi.com
Çiçeği Burnundalar Cümlelerime bu sefer günü dilimlerine bölmeden güzel bir “Merhaba!” ile başlamak istiyorum. Peki siz, benimle nice paragrafların arasında güzel bir yolculuğa daha çıkmaya hazır mısınız ?
lar. Çoğu paylaşmak nedir bilmiyor, bilemiyor. Aslında şimdiki nesil adeta erken yaşlanıyor. Nerede bunun sokaklarda koşup top oynaması ? O temiz, koşuşturmalı çocukluklar ?
İnsanların yaşayış tarzları değiştikçe hayata bakış Eskiler… Ah çoğu nasıl güzeldir eskilerin ! Zaman açıları da ona göre şekilleniyor. Şimdi koca koca, uzun zaman eskiyi yad etmez miyiz hep birlikte ? Hüzünlene- apartmanlarda yaşamayı lüks sanıp her yere şu uzun, korkunç binalardan dikiyorlar. Nereye baksam inşaat, rek özleyecek kadar değiştik mi sizce ? nereye baksam beton. Bahçeli evlerde birbirleriyle iç içe yaşayan insanlar fakirlikten çıkamamış kesim olarak Yaşları büyük olanlar hep anlatır. Bahçeli evler, komşularla bitmek bilmeyen sohbetler, sabaha kadar görülüyor. Gökyüzünü göremiyorum binalardan ve o masüren eğlenceler, ömür boyu devam eden dostluklar… sallardaki uçsuz bucaksız yeşillikleri. Ardını göremediğimiz, şehrin her yanını sarmış, tek dişi kalmış canavarlar, Zaman her şeyi eskitip yerine yenisini koyamamakta duvarlar… usta.
Yalnızlaşmak, Bir Başına…
Şimdiki çocukluklar ne kadar güzel ? Dört duvarın Duvarlar sadece doğa ile olan ilişkimizi değil, aynı arasında, bilgisayarın başında, doğadan bir haber sanal zamanda diğer insanlarla olan ilişkilerimizi de köreltiyor. alemde yaşayan, bilgisayar oyunlarından ibaret çocuk- Şu devirde hangimiz alt ya da üst komşumuzla görüşüp
güzel muhabbetler ediyoruz ? Hiç külüne ihtiyacımız olmuyor mu artık komşularımızın ? Doğum günleri yalnız, bayramlar yalnız, dört duvar arasında biz ve bizim sahip olduğumuz her şey yalnız. Hepsi eski birer anı. Mahallede toplanıp çocuklarla atari oynayıp sonrasında sokaklarında serseri mayın gibi koşturduğumuz, birbirimizi ıslattığımız, deli gibi oynadığımız her yer, herkes eski birer anı. En son ne zaman kaldırıma çizilmiş bir seksek gördünüz ? Ya da evin önünde doyumsuz sohbete dalmış güzel bir aile ve en son ne zaman gerdiniz sandalye uçlarına atlamak için ipinizi ? Çok uzun zaman oldu değil mi ? Bayram da yeni sona erdiğine göre size güzel bir şeyler hatırlatmak istiyorum. Öyleyse gözlerinizi hiç ayırmayın bakalım !
Bayram sabahları hep çok tatlı oluruz ! Aman tanrım ! Siz de benim hissettiğimi hissediyor musunuz? Koskoca bir yazın daha sonuna geldiğimizi iliklerimin son demine kadar fark etmek ne kadar da kötüymüş. Lakin bana da hak vermek lazım, yoğunluktan, hayat telaşından, başka şeylerle ilgilenmekten unutuyor insan. Biraz da benim unutkanlığımla alakalı tabi yoksa geçen seneki gibi hala iyi bisiklete binebiliyor ya da hala kursta öğrendiğim kadar iyi yüzebiliyor olurdum. E insan oğlu nankör işte; öğrendim dediği yetiyi, okudum dediği kitabı, aldım dediği eşyayı bir kenara fırlatıp uzaklaşıyor hemen olay mahallinden. Ben her zaman mükemmeliyetçi bir çocuk olmuşumdur. Tatilse tatil, dersse ders, her şey yerinde ve zamanında diyenlerden hani işte. Bakma öyle! Dedim ya evet, doğru hatırlamaktasın. O sınıfın en arka sırasında hocanın anlattığını eksiksiz yazacağım diye bir yandan hız rekorları kırıp nice kalemler eskiten, bir yandan da tırnaklara en iyi şeklin diş ile verildiğini kanıtlayan ufak tefek zayıfça kız çocuğu. İşte o benim ! Çocukların tek hayali büyümektir. Büyümeninse en zevkli yanı bunun fark edilmesi. Şöyle bir hafızanı yokla bakalım genç adam/bayan . Acaba sen de bayramlarda senede bir kez görüştüğün insanların, bayram sabahı sen kapıda gözüktüğün anda sana söylediklerine aynı tepkileri vermiş misin ? Evet seni tatlı ufaklık ! Sen kapıdan içeri adımını atarken o tazecik masum duyguların ile acaba bu sene ne kadar para verecek diye düşünüp, geçen yılki harçlığını hatırlamaya çalışırken, o çoktan o iri ve uzun kollarıyla seni kucaklamak için eğilip bükülmüştür. O anda boy kompleksinin bile bir önemi yoktur. Çünkü zaten sen, büyük ihtimalle bu yüzden bu misafirlikte büyüklerin yediklerinden yiyemeyecek, sütler
içecek ve meyveler yiyeceksindir. Neymiş efendim boyumuz uzayacakmış. PEH ! İtiraf etmeliyim bunu bilseydim annemin çimdiklerine uyup, kibarlık edip ikramları geri çevirmezdim . “ - AÇ DEĞİL TEYZESİ,YEDİ O ELLERİNİ SÜRMESİN BİR YERLERE ŞİMDİ ! ” Neyse konumuza dönelim. Tombili teyze atağa şu cümle ile başlar : “ – Aman da aman bu ne kadar büyümüş böyle maşallah pek güzel bir şey olmuş bak sen ojesi bile var/ bak sen jöle de sürermiş ! O an aslında bir tehlike sirenidir. Başınızdan kaynar su dökülmüş gibi olur, utançtan kendinizi çıplak hisseder hemen annenizin eline bacağına yapışma isteği duyarsınız. Çok güzel histir o, o an çaktırmadan bayramlık cicilerinize bir kez daha eller “kesin elbiseden kesin, bu yıl baya fiyakalı giyinmişim “ diye geçirirsiniz içinizden. Kibar olma ihtimaliniz artar. Minik bayanlar bacak bacak üstüne atar, minik adamlarsa sürekli jöleli körpe saçlarını eller. İçi içine sığmaz insanın. Yok derseniz ki bu işler bana göre değil arkadaş, ben ciddiyimdir gülemem, kibarlık edemem, gereken çözüm: sesin sahibi o şekerlik abidesi tombili teyzeden hemen kaçıp uzaklaşmaktır. Ama saklamayın ,biliyorum ,aslında tam o sihirli cümleleri duyduğunuz an deli gibi gülüp sırıtıp en tatlı bakışlarınızı atmak istediğinizi ! Haksız mıyım ?
TERAPİ 2 : Bugün dediklerimi göz önüne alarak sizden pencerenizden dışarı bakmanızı istiyorum. Bir de gördüğünüz ilk komşunuza tatlı bir tebessüm etmenizi. Bugün sizden çocukluğunuzda en sevdiğiniz oyunu oynamanızı, en sevdiğiniz yemeklerden yemenizi ve hatta belki senelerdir konuşmadığınız çocukluk arkadaşlarınızı aramanızı istiyorum. Çocukluğun, mutlu olmanın unutulduğu bu devirde, herkese, her şeye karşı ve aynı zamanda kimsenin haberi olmadan o güzel günleri unutmadığınızı, hiçbir zamanda unutmayacağınızı belli eden minik bir hareket yaratalım ! Duvarların bizi yalnızlaştırmasına izin vermeyelim. Ama sonra bana düşüncelerinizi yazmayı unutmayın lütfen, adresimi biliyorsunuz. Güzel günler diliyorum.
44-45
Edebiyat• Bireysel Denemeler
Kendini İfade Edebilmek; Olgunlukla Karşılamak Çevrenizde saygın bir birey olmanız için öncelikle üslûbunuza ve düşünme yetinize çok dikkat etmelisiniz. Eğer insanlarla güzel konuşamıyorsanız ve empati yeteneğiniz yoksa ciddi sorunlarınız var demektir.
Neden? Çünkü insan olabilmek, kendini anlayabilmekten geçer. Kendini anlayabilen bir insan diğer bireylerin de durumları hakkında bilgi sahibi olur ve dolayısıyla gerektiği yerde karşısındakini anlayışla karşılayabilir. Ancak insan kendini bilmezse, egoist davranırsa ve daima kendini haklı çıkarmaya çalışırsa sorunlar çözüme ulaşamaz. Bu tip insan kendini keşfedememiş insandır ki haliyle hiçbir insanı anlayamaz. Olgun olmak veya olgunlukla karşılamak ile kendini ifade edebilmenin arasında bu şekilde bir bağ vardır. Yaşayan, tecrübe edinen, gözlemleyen, kendini öğrenen insan ken-
dini güzel ifade eder. Çünkü bilir; bu ikili arasındaki bağ tamamen bu şekildedir. Hak, hukuk konusu da böyledir. Karşı tarafa ettiğimiz hakaret bizi haksız duruma düşürebilir. Genellikle olgunluğa sahip olmayan kişiler hakaret eder. Bu da kendini ifade edememekten kaynaklanır. Her şekilde insana zararı dokunur. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Atalarımıza çok teşekkür ediyorum. Bizlere çok güzel bir hazine bırakmışlar aslında, kimse bunun farkında olmasa da… Düşünmek, kendinizi keşfetmenizin ilk adımıdır. Lütfen, toplumda kendini bilen insanların sayısının artması için, kendinize vakit ayırın.
Mert ABAKUŞ mert@kalemsizdergi.com
Edebiyat• Şiir
46-47
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi