Yıl : 2 - Sayı :14
SİZ HİÇ
‘CAN’
KAYBETTİNİZ Mİ ?
Editörden
ELVEDA KAN, GÖZYAŞI VE 2012 Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları. Yeni bir sayıyla daha sizlerleyiz. Yeni bir sayının heyecanı tüm ekibimizi sardı. Bir ay boyunca tüm Kalemsiz Dergi ekibi olarak çok emek verdik. Her sayıda yaptıklarımızın üstüne bir şeyler daha eklemek niyetindeyiz. Biliyoruz ki yerimizde kalırsak bizler de unutulanlar kervanına katılacağız. Bu yüzden durmadan çalışmak ve kendimizi yenilemek zorundayız. Kalemsiz Dergi sosyal platformlardaki gücünü arttırarak devam ettiriyor. Bu sayımızdan itibaren kapak konularımızı ‘twitter’da hashtag olarak kullanmayı planlıyoruz. Örnek vermek gerekirse, bu ayki kapak konumuz savaşların bizden götürdükleriyle ilgili. #savasahayir hashtag’i ile siz de bu etkinliğimize katkıda bulunabilirsiniz. Kalemsiz Dergi ailesi gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Aramıza katılan yazarlarımıza hoş geldin diyor ve başarılar diliyoruz. Sizler de bu ailenin bir üyesi olabilirsiniz. Kaleminize güveniyorsanız, neden olmasın? Şimdi biraz da bu sayımızda neler var onlardan konuşalım. Shi Burak Serinpınar’ın kaleminden seyre devam ediyor. Yeni yazarlarımızdan Ahmet Duhan Yassa Özgürlüğün 25.Karesi adlı hikayesiyle sizlere merhaba diyor. Kalemsiz Olmak yazı dizisi ikinci bölümüyle websitemizde sizlerle. Serbest kıyafet artık okullarda. Melek Ece Yaparel ‘Çiçeği Burnundalar’ köşesinden bu konuyu değerlendirdi sizler için. Şiirler… Kalemsiz Dergi ile kısa yolculuklara çıkmak üzeresiniz. Canan Topcu medya sektörünün
dününü, bugününü ve yarınını değerlendirdi. Cep telefonu artık hayatımızın her yerinde. Peki bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar gelişti ? Gelin sizinle cep telefonunun serüvenine bir göz atalım. Hepimizi tebessüm ettirecek birkaç anı var içinde. Zumbara nedir? Yeni şeyler öğrenmenin tadını Kalemsiz Dergi ile beraber çıkarın. Lösemi hakkında neler biliyoruz ? Bildiklerimizi yeniden gözden geçirelim. Özge Özgüner Lösemi hastalığını sizler için araştırdı. Bir yılı daha geride bırakıyoruz. Koca bir seneye neler sığmadı ki ? Sevinçlerimiz, acılarımız, üzüntülerimiz, aşklar, ayrılıklar, doğumlar, ölümler…Hayat, bizlere her geçen gün sürprizler yapıyor. Yarın ne yaşayacağımızı bilemediğimiz için bu kadar heyecan ve merak doluyuz hayata karşı. Düşünsenize beş yıl sonra nerede olacağınızı bilmeden yaşıyorsunuz. Belki otobüste yanınıza oturan biriyle ilerle mutlu bir yuva kuracaksınız. Ya da yanınıza oturan kişi kaderinizi değiştirecek bunları yaşamadan bilemiyoruz. O yüzden gelin yarından itibaren yaşama daha sıkı sarılalım. Gün doğmadan neler doğar diye bir söz var. Ve son nefes verilmeden umut kesilmez hiçbir şeyden. Sizlere yeni yılda sağlık, huzur ve mutluluklar diliyoruz Kalemsiz Dergi olarak. Bizler bugünlere sizlerle geldik, sizlerle de devam edeceğiz. Nice güzel yıllara Kalemsiz Dergi’yle beraber. Esen kalın…
Edebiyat->
Şehre yabancılaşmış bir çift göz, diğer gözler tarafından görüldüğünde, güvensiz bir mesaj mı iletir içinde?
Eve dönmek üzere oturduğu yerden kalktı. Kamerasını boynuna astı, gömlek yakalarını düzeltti, yürümeye başlamadan önceyse ceplerini yokladı. Defterini çantasına koydu. Yanından geçen dolmuşların içindeki insanların gözlerine baktı, etrafı seyreden gözler haricinde göz göze geldiği diğerlerinin bakışlarını kaçırmaktaki acelelerinden rahatsız oldu ve nedense o anda hasta olabileceğini düşünmeye başladı, bir iki adım sonraysa önünde duran ilk dolmuşa adımını attı. Eve dönüyordu fakat ‘’hasta olabilir miyim?’’ sorusuyla yaptığı gizli mülâkat henüz sonlanmadığından yapılacaklar listesinden yapabileceği bir-iki madde ertesi güne sessiz sedasız devretmişti. O sırada önündeki bir genç oturduğu yerden kalkarak dolmuşun kapısına ilerledi. Anlaşılan mülâkatına birkaç saniye ara verecek ve meselesine oturduğu yerden devam edecekti… Boş koltuğa oturmadan önce ayakta duran diğer yolculara göz gezdirdi ve hızlı bir kararla koltuğa kuruldu. Çantasını kurcalarken önündeki koltuğun filesinde duran beyaz sayfa dikkatini çekti ve çekingen davranmadan uzanıp aldı. Eski bir mecmuanın kötü bir kopyasıydı; üzerindeki yazılar belli belirsizdi, kenar şeritleri silikleşmiş köşelerinde yırtıklar olduğu belliydi fakat kâğıda yamuk basıldığından isminin ne olduğu anlaşılmıyordu. En üstteki büyük harfli satırdan
sadece iki harf okunabiliyordu, diğerleri sayfanın dışında kalmıştı. Aceleyle çekilmiş bir fotokopi gibiydi, sanki kopyayı alan çocuk bunu yaptığı sırada makinenin başında sağa sola bakmaktan sayfayı ortalayamamıştı. İçerisindeki metinlerden küçük bir paragraf işaretlenmiş ve yanına notlar düşülmüştü. Biraz önce dolmuştan inen gence ait olabilir miydi? Öyleyse dolmuşu hemen durdurup hızlıca ona doğru koşmalıydı değil mi? Fakat ne yazık ki, aklındaki mülâkatın şiddeti dikkatini etrafında olanlardan sıyırmıştı ve maalesef bu gençle ilgili belleğindeki tek görüntü şimdi oturduğu koltuktan kalktığı sırada olandı; yüzünü bile göremediği bir küçük hareket… Günün yorgunluğu bu polisiye eyleme ne kadar önem vermesi gerektiğini belirlemiş bütün gizemi saf dışı edecekken gözlerini satırlara dikti. İlk cümle işaretlenmiş paragraftandı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ El yazısı olmayan hangi paragraf basit görünmez ilk bakışta? Hangileri ilk cümlesinde duraklamak ve nefes almakla sonuçlanır? Hangisi o ilk cümleyi okumaya iter kişiyi? Peki, hangileri onu saklama açlığı verir? Elindeki sayfayı hızlıca katlayıp çantasına koymadan önce okuduğu cümle ona garip bir heyecan bırakmıştı. Dolmuştan indiğinde yaptığı bu hareketin ilgi çekip çekmediğini görmek için içerideki yolcuları hafifçe süzdü. Birkaç yüz metre sonra evine vardığında çantasından çıkan Pandora’nın kutusu olmayacaktı. Evet, belki bir sebeple herkes bu kutunun bir parçasına el sürmüştü, oysa şimdi o, bu parçalardan birini yanında taşıyor gibiydi. Eve girdiğinde masa lambasını yaktı, çantasını kucağına alıp yatağa oturdu, sayfayı çıkartıp okumaya başladı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun? Kendi dünyamızın sınırlarını sadece yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan, bu edep dudaklarımızı memnuniyetle mühürler… Sizler mi? Tâbi ya! Sonsuz boşluğu umut edinen sizler…’’ Devam edebilir…
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Hayatın 25 «Şimdi kendini benim yerime koy ve bir düşün Barbaros. 23 yaşındasın. O hayatının baharı diye tabir edilen dönemin tam ortasında… Ve dönüp şöyle bir kendine baktığında ne görüyorsun biliyor musun? Dünya üzerinde en az bir milyar kadının senin yerinde olmak istediğini. Evet, aynen öyle çünkü bir insanın yüzeysel olarak isteyeceğin her şeye ama her şeye sahipsin. Gençsin, sabahlara kadar eğlenip ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi okula gidebilecek kadar. Güzelsin, girdiğin her fotoğraf karesinde; yanında bulunan diğer insanları o kareden silecek kadar. Akıllısın, ülkenin en iyi üniversitelerinden birinden psikoloji diploması alabilecek kadar ve alımlısın, istediğin her erkeği yarım saatlik bir sohbet ile elde edebilecek kadar. Üstelik bir de bunlar yetmezmiş gibi özgüvenin de tavanlara vuruyor, bugün gelip bunları rahatça anlatabilecek kadar. Uzun lafın kısası sıradan bir insanın isteyebileceği her şeye ama her şeye sahipsin ve istersen daha fazlasına da sahip olabileceğini biliyorsun. » «Ama?» Diye böldü lafımı Barbaros, bunca iyi şeyden sonra bir kötü şey gelmesi gerektiğini biliyordu. «Ama tabi ki tüm bunların yanında bir şeyden mahrumsun. Özgürlükten. »
Barbaros, isminin anlamına birebir uyan kırmızı sakallarını elleri ile kaşıyıp yüzüme baktı. Beni dinlemiyor gibi görünüyordu ama aslında çok iyi dinliyordu. Onun huyu buydu sadece, insanları dinlemiyormuş gibi yapar, ilgiyi kendi üzerinden dağıttıktan sonra araya bitirici bir laf sokardı. Buna çıplak göz ile defalarca şahit olmuştum zamanında. Devam ettim; «Yani anlatabiliyor muyum bilmiyorum ama olay şu; bir şey yapmak bir yere gitmek, biri ile konuşmak hatta bir şeyler yemek için bile izin almanı gerektirecek kadar over-protective* bir ailen var… Bu böyle çünkü bu sahip olduğun her şeyi, güzelliğini aldığın genlerini, zekânı, aldığın eğitimi, kullandığın arabayı kısacası hayatı sana altın tepside sunan babacığın öyle istiyor. Sen olsaydın ne yapardın?» Spontane bir sessizlik oldu, Barbaros lafımı bitirdiğimi fark etmemiş gibi görünüyordu. Omzumun üzerinden izlediği maçtan gözlerini ayırıp doğruca gözlerimin içine dikti. «O sıralar Los Angeles’ta olan yakışıklı aile dostum Barbaros’tan bana bir silah ayarlamasını isterdim» Yüzünde ukalaca bir gülümseme yayılmıştı. Zorlanarak da olsa ben de gülerek karşılık verdim.
5. Karesi
«Onu yapamazdım işte, çocukluğumdan beri korktuğum tek şey bilinmezliktir benim sen de bilirsin. Ve bu bilinmezliğe ölüm hatta belki Tanrı da dahil. Belki inanmayacaksın ama bazen, artık, ara sıra… Ne bileyim öbür tarafta ne halt edeceğimi düşünürken buluyorum kendimi. Eğer cehennem diye bir şey varsa biz oranın en kıdemlilerinden biri oluruz değil mi?» «Ben Hitler’in yancısı olurum da, seni bilmem.» Gülümseyerek yüzüne baktım. Bu garip insanı aslında ne kadar çok özlediğimi ona yeniden ısınınca, o garip dünyasına girdikçe fark ediyordum, yaklaşık sekiz sene oluyordu görüşmeyeli ama hiç değişmemiş gibiydi, hem fiziksel olarak hem de davranış olarak. Hala on sekizinden beri ısrarla kesmediği sakalları onu olduğundan daha çirkin gösteriyor ve hala her cevabından da anlaşılacağı üzere, dünyaya çok farklı bir pencereden bakıyordu. Hatta onun dünyaya baktığı yere pencere denmezdi o daha çok anahtar deliğinden bakıyordu dünyaya. İnsanları röntgenler ve bundan sapıkça bir zevk alır gibi… «Hem üstat Gainsbourg ne der bilirsin» diye ekledi «Ben Tanrı olsaydım bana inanmayanları rahat bırakırdım.» Yine güldüm, aylar hatta yıllar
sonra ilk defa içimden gelerek üst üste gülüyordum. «Hala Gainsbourg mu dinliyorsun» dedim, soru amacı gütmeyen bir tonlama ile. Düşüncelere dalmıştık ikimiz de, konu bir anda dağılmış, aklımdaki onca soru işareti, geçmişime dair onca pişmanlık kalıntısı toz olup dağılmıştı sanki. Kirli geçmişimi yine kirli geçmişimden çıkıp gelen biri ile temizlemekten başka bir şey değildi yaptığım aslında ama uzun zaman sonra düşünmemezliğe ve mutluluğa bu kadar çok yaklaştığımı hissetmek harika geliyordu. Tabi ki bu hissin birkaç saniye içinde dağılıp gideceğinin farkında olarak. Barbaros aniden masaya doğru yaslandı ve ciddi bir tavır aldı. Ağır bir konuşma geliyor olmalı diye düşündürdü bana. «Söylesene, bu gece benim için ne yaparsın peki? Eski dost indirimin var mı?”»
Yine ‘r’ harflerini yuvarlayan ukalaca, Amerikanvari bir aksan ve yine ukalaca bir gülüş… Soruyu ve o surat ifadesini algıladığım anda önümde iki seçenek oluşmuştu, ya bu ukalaca soruyu bir kompleks haline getirip bozulacaktım, ya da trajikomik halimize kahkahalar ile gülecektim. Tercihim kendimi korumak oldu, her zamanki gibi bencilce… Gülmeye başladım, önce sessizce, sonra gitgide artarak, bir süre sonra boğulmamak için önümdeki biradan içmek zorunda kalacak kadar. Neden bilmiyordum ama içimden gülmek geliyordu, her an bastırılamaz ve tarif edilemez bir kahkaha isteği ağzıma gelip dışarı çıkmak için benden izin istiyordu ve ben de seve seve diyerek onu boşluğa bırakıyordum. Ağzımdan çıkacak her tiz ses ağzıma son sekiz senedir defalarca ağzıma giren pisliği temizleyebilecekmiş gibi… Tanrım, ne kadar da saftım. Barbaros gülüşümü görünce yavaşça geri yaslandı ve yan tarafa bıraktığı deri ceketini kucağına alıp benim kahkahalarımı bitirmemi bekledi. Kalkacaktı, kalkıp beni burada bir başka müşteriyi beklemeye terk edecek ve benim sekiz sene önce elimin tersi ile ittiğim o normal, sıradan insanların dünyasına gidecekti. Her ne kadar gitmesini istemesem de bunu yapacaktı. İçten içe bir kızgınlık dalgası oluştu içimde Barbaros’a karşı. Kontrol altına alamadığım bir
terk edilmişlik duygusu saldırdı üzerime. Yapsın… Çeksin gitsin! O benim kadar cesur olamamıştı asla. İçten içe benim yerimde olmayı, hayata güzel bir siktir çekip düşünmeden yaşamayı benden çok istiyor baksana. Ama dediğim gibi bunun şartlar ile bir alakası yok. Sadece benden daha korkak. Hepsi bu. Tüm düşüncelerimi içime hapsedip «Karına selam söyle!» diye bağırdım. Gözlerim gülmekten yaşarmış, makyajıma saldırıyordu. «Olur» dedi Barbaros gayet ciddi bir tavır ile ama hemen gitmedi ayakta bir süre bekleyip yeniden masaya doğru eğildi. Az önceki tavrın aynısıydı ama bu kez daha otoriter, daha soğukkanlı görünüyordu. «Bak Kumsal, ya da yeni ismin ile “Liva” diye mi hitap etmeliyim bilmiyorum. Her neyse… Birbirimizi çocukluğumuzdan beri tanıyoruz biz. Daha doğrusu ben seni tanıdığım sanıp yanılıyorum daha çok. Ama hakkında kesin olarak bildiğim tek bir şey var… Sen, seçimlerin ile bu dünyada kader diye bir şey olmadığını ispat ettin. Hem de defalarca… Hani biraz önce dedin ya benim yerimde olmak isteyen bir milyar kadın vardı diye. İşte o bir milyar kadından hiçbiri senin sahip olduğun cesarete ve aptallığa sahip değillerdi, o yüzden o insanlar senin sahip olduklarına sahip olabilselerdi eğer, sıradan bir insan gibi yaşayacaklar ve binlerce dolarlık kürkleri ile beraber gömülüp
gideceklerdi. Ama sen öyle şeyler yaptın ki, senin çizdiğin yolu Tanrı bile tahmin edip kader diye yazamazdı. O yüzden, pişmanlık olmamalı asla içinde. Asla! Ama ne yazık ki ben bugün gözlerinde bana, benim basit yaşamıma imrenme ve geçmişe pişmanlık gördüm. Hayatında kapılacağın en son his bu olmalıydı hâlbuki.» Otoriter başladığı konuşma sonlara doğru yerini kaygılı bir yüz ifadesine bırakmıştı. Yüzünü birkaç santim geriye çekti ve tam doğrulmadan önce ani bir hamle ile dudaklarımın arasına marlboro kokan bir öpücük bıraktı. Evet, marlboro kokuyordu ve evet bu öpücüğü sadece böyle tarif edebiliyordum. Çünkü öylesine ruhsuzlaşmışım ki bunları defalarca yapmaktan, başkası için dünyanın en romantik hamlesi olabilen bir öpüşme benim için bir sigara tadından başka bir şey ifade etmiyordu. İşte o andan iki sonuç çıkarmıştım. Birincisi, benliğim bu lanet yerde, özgürlük ararken her geçen gün biraz daha çürümeye yüz tutuyordu; İkincisi kaç para diye sorarken şaka yapmıyordu…
Ahmet Duhan Yassa
a.yassa@kalemsizdergi.com
Edebiyat• Düz Yazı
Melek Ece YAPAREL m.yaparel@kalemsizdergi.com
Çiçeği Burnundalar Ülkemizde her şeyin hızla değişmeye başladığı şu günlerde yeni gelişmeler çok da dudaklarımızı uçuklatmadan bizi ufak ufak sarsmaya devam ediyor. Sık sık ağır olaylar yaşayan halk yeni aldığı darbelere öylesine alışkın oluyor ki, haliyle yeni değişikliklere tepki gösteremiyor. Eee tepki olmayınca, etki çok oluyor galiba ! Yıllar hızla akıp geçiyor ve biz eski değerlerimizi korumaya çalıştıkça onlardan ödün vermekte ustalaşıyoruz. Gerek geleneklerimiz, gerek yaşayış biçimlerimiz içinde bulunduğumuz toplum nasıl bir kalıba bürünürse, ona göre şekilleniyor. İlerleyeceğimize gerilediğimizi düşündünüz mü hiç ?
ANTİKA KOKAR ÖNLÜKLERİMİZ ! Ah ! Zamanın çok hızlı geçtiğine emin oldum bugün. Bol bol ilkokul anılarımı yad ederek o zamandan bu zamana kendimdeki yedi farkı bulmaya çalıştım ve sonunda değişen tek şeyin duygularımız olmadığını farkettim. Okul demek, eskiden sabahın en erken saatinde sıcacık yataklarımızı terk ederek üstümüzdeki yumuşak pijamamızdan kurtulup yerine mavi önlüğümüzü geçirebilmekti. Mesela, soğuk kış aylarında çekinmeden önlüğün içine beyaz boğazlı kazak giyerek çocuk kahkahaları podyumunda sergilemek için yeni modalar yaratmaktı. Peki bizi bu alışkanlıklarımızdan vazge-
çirmeye değen nedir ? Sabah okuduğum haberle ülkedeki bir çok insan gibi şaşkınlıkla elimdeki gazeteyle bir süre bakıştım. "Okullarda serbest kıyafet !" diyordu başlık ve ben öylece yazıya bakıyordum. Yaklaşık yetmiş beş milyon nüfuslu, asgari ücretin bu denli düşük olduğu, işsizliğin kol gezdiği bu ülkede masum çocukların haklarının göz ardı edildiğini görmek ciddi anlamda üzücüydü. Eskiden marketlerden çok ucuz fiyatlara dahi tedarik edilebilen ve herkesin eşit seviyede olmasa bile gözükmesi amacı ile bir örnek kullanılmaya çalışan, okulun resmi bir kurum olduğunu her anlamda vurgulayan cici önlükler bir süre sonra yüksek maliyetlerle elde edilen birer ticari kumaş haline geldiler. Zengin nüfusun aldığı, fakir nüfusun ses çıkartamadığı bu kıyafetler, geçtiğimiz günlerde artık çaresi olmayan bir problem haline gelerek sivil forma girdi. Artık herkes okula değil, gezmeye gidiyormuşçasına en güzel eteklerini, bluzlerini giyerek eğitim yuvasının yolunu tutacaklar. Bu ilk duyuşta kulağa hoş gelse de mavi önlüğün öğrenciler arası bir eşitlik unsuru olduğunu, herkesin her sabah giyecek farklı kıyafeti olmamasının yanı sıra, yaşı itibari bunu ayıp sanacak ve bu durumu yaşayanlardan kendini utanmış sayacak çok fazla öğrenci olduğunu unutmamalıyız. Ne de olsa yenilik yapmak, insanları bulunduğu durumdan daha iyi bir hale taşıyacak fikirler üzerine düşünerek hareket etmektir.
TERAPİ 5 : Ben eskisi gibi eşit olmayı özledim. Yetmiş kişilik sınıfımda bir sürü maviliği... Mahallenin her yerinde "Okuyan İnsan"lar olduğunu bilmeyi, onları tanımayanların bile ne olacağını merakla sormasını... Müdür Bey kürsüye çıkıp denizine konuşma yapmayı özledi. Ayşe Öğretmen ise öğrencisinin yakasının ütüsüz olmasına takılmayı... Öğrenci olduğu yerde sevgi görendi, büyükten öğüdü, küçükten sevgiyi hakedendi. Şimdi kim tanıyacak geleceğin doktorunu ya da kim soracak -artık tanımasa da- ne olacağını otobüste yanında oturan ufaklığa ? Ve kim verecek çocukların bitmez tükenmez isteklerinin arasına eklenen ceketlerin, eteklerin, ayakkabıların ve en önemlisi yanıp tutuşan özenme duygusunun karşılığını, hele ki güvencesi olmadıkça ? Bu sayıda sizden etrafınızdaki olaylara tepkisiz kalmamanızı, çocuklarınıza, kardeşlerinize bol bol ilkokul, ortaokul maceralarınızdan anlatmanızı rica ediyorum. Fiilen bir şey yapamasakta belirli eylemleri akıllarda yaşatmaya çalışmak her zaman daha etkili olacaktır. Aralarından birkaçını bana da yazmayı unutmayın lütfen ! Güzel günler diliyorum.
Edebiyat• Düz Yazı
DAVETSİZ MİSAFİR
Fark ettirmez geldiğini. Aniden çalar kapınızı. Kim olduğunu anlamadan açarsınız kapınızı ona. Önce afallarsınız. Tanımlamaya çalışırsınız ama o çoktan büyülemiştir sizi. Demirden bir kafese tıkmıştır bile arkanızdan bir tekme savurarak. Artık bir mahkûm gibi kelepçelidir ruhunuz,yüreğiniz. Kaçmak mümkün değildir ondan kolay kolay. İş işten geçmiştir artık. Önceleri meyveli sakız gibi çok hoş lezzetler bırakır hayatınızda. Her şey güzel görünmeye başlar gözünüze. Hayatınız bir anda heyecanlı bir gömlek giymiştir. Kıpır kıpırsınızdır. Ancak işler yolunda gitmediğinde ve çığırından çıktığında aroması yavaş yavaş tükenmeye başlar meyveli ve hoş kokulu sakızınızın. Artık sıradanlaşmıştır birçok şey. Ve mutluluk bulutunun yerini hüzün bulutları kaplamıştır. Belirli bir süre sonra azap verir. Acı çekmeye başlarsınız. O meyveli sakızın sıradan bir sakızdan farkı kalmamıştır. Ve son evrede ağzınızdan atmanın türlü yollarını arar durursunuz. Artık eziyettir o sakızı ağzınızda gevelemek. Sonunda tek celsede boşamayı başarabilmişsinizdir ağzınızdan… İşte o sakız 'Aşktır' esasında. Ansızın ve güzelliklerle gelip, hüzünle ve güçlükle giden.
Barış Melih Cayıt b.cayit@kalemsizdergi.com
GÜNAYDIN Akrep bu gece de sabit yerinde, televizyon boş, radyo sessiz her zaman ki gibi. Yalnızlık daha yeni doğuyor pencereden içeri. Bu aralar uyku düzenim, düzenli bir şekilde düzensiz. Ama vakit uzun, istemsiz sen varsın aklımda. Hatırlıyor musun? Parmaklarım saçlarına hapsolmuştu yıllanmış bir perşembe günü. Dakikalarca çıkarmak için uğraşmıştın. Oysa, ben hiç istememiştim ayrılmayı. O zaman saçlarına hapsolan ellerim, şimdilerde başını koyduğun yastıklarda tek bir telini arıyor. Bir de seni izlediğimden bihaber uyuduğun geceler vardı hani. Dudaklarımda uyandığın sabahlar vardı. Soluk soluğa tenine dokunduğum bir gecede, ruhuna sarılıp bütün gücümle en derinlerine saklanmıştım. Belki kaderdi kaçtığım belki de zaman. Ama bir şeyler aynı güneşe “Günaydın” dememizi istemiyordu işte. Yürüdüm. Sevemediğim bir pazar günü, beraber oturduğumuz banka sensiz geldim yine. Ağır ve kısa adımlar, huzursuz bir ev, serin bir rüzgar ve aklımdaki sen getirdi beni buraya. Kaldırımlarda dikkat ettim yürürken, sadece grilere bastım kırmızılar senindi. Pek misafiri yok galiba bankımızın, çünkü hala üzerinde benden kalma simit kırıntıları biraz da toz pembe hayallerimizin tozu kalmış. Ben yine sağa oturdum, sen yoktun solumda. Boşluğa baktım ve belki bir gün yazarım diye yanımda taşıdığım kalemimle, orada sabahlanamayan bir geceye “Günaydın” diyerek yazdım.
İLKER ARDIÇ
Edebiyat• Şiir HASRET Masamda bir roman Kulağımda eski bir şarkı Elimde bir fotoğraf Önümde yaşanmamış bir hayat.. Yüreğimde bir sevda Başımda deli hasret Burnumda tüten memleket.. Fakat Düşündüğüm bunlar değildir. Benim düşündüğüm esas, Yanı boğulmaya daldığım sular: Ne bir kurmaca hayat Ne bir yanık ezgi Ne kağıt üstünde donup kalmış tebessümün Ne sevdan Ne hasretin Ne memleket Ne memleket hasreti Ne memleket sorunu Ne de pranga korkusu.. Sularında yüzdüğüm, O her depremde taşan gözler Bir küçük kız çocuğuna aittir. Ve yaz saati ile Aksam dokuz itibariyle Yakamoz beklediğim kıyısında.
Çağla Üren c.uren@kalemsizdergi.com
SİMİT KAĞIDINDAN MEKTUPLAR Köpüklü bir kahve içeceksin Haliç'e karşı gün doğarken. Adettendir deyip falına bakacaklar, Alın yazının gölgesi düşecek fincanına. Üç vakte bilemedin dört vakte kadar haber alacaksın diyecekler. Üç dakika bilemedin dört dakika sonra telefonun çalacak. Ellerin titreyecek arayanı gördüğünde, hapsettiğin gözyaşları boğazını tıkayacak. Önce duymak istemeyeceksin. Sonra dayanamayıp feryat figan bağırışlarına son vereceksin telefonun. Duyduğun her cümlenin sonuna asmak isteyeceksin kendini. Ama sadece sessiz harfler dökülecek dudaklarından. Karşıdan geçen 10.45 vapuruna takılacak gözlerin. Bir martı olup peşinden gitmek isteyeceksin. Tek derdinin sabah kahvaltısında simit yemek olduğunu hayal edeceksin. Sonra telefondaki sesin durgunlaşması dikkatini çekecek. Sessiz bir "Hoşçakal" duyacaksın. Günler, haftalar, aylar kısa metrajlı bir filme dönüşecek Sütlüce'nin tepelerinde. Ve sen kendi sesini duyup tanıyamayacaksın. Kısık bir "Elveda" çıkacak derinlerden, devamını sen bile duyamayacaksın. Gün, sevgilisini görebilmek için yükselirken, sen gözlerini kapatacaksın... Kalkıp ara sokaklarda kaybedeceksin kendini. Ayakların seni Eminönü'ne kadar götürecek, ister istemez o vapura bineceksin. İçinde bir yerlerde küllenecek anıların ve sen içine bile gömmeyeceksin onu. Son bir yardım isteyeceksin İstanbul'dan... Bütün külleri boğazına savuracaksın, Bir daha karşılaşmak istemediğinden çok uzaklara götürmesini umacaksın. Sonra kalemini hissedeceksin cebinde, çıkarıp bir simit kağıdına bu mısraları yazacaksın. Yazacaksın ki, gün gelip bulursa eğer... İşte o gün rahatlayacaksın...
İLKER ARDIÇ
ilkerardic91@gmail.com
Edebiyat• Şiir
SOBE
Yüreğime kazınmışken yakaladım seni. Mızıkçılık istemem ,bu defa ebe sensin! Kapat gözlerini ve ömrümden geriye doğru say. Önüm, arkam, sağım, solum, aşk! Hasretine bakmayı akıl edemezsen eğer, çoktan kederime saklanmışım demektir. O saatten sonra ne elma de ne armut. Çıkmam! Vuslat oyun değiştirmiştir…
YADİGAR Senle kurulan cümlelerde albeniliymiş aşk. Yokluğunda tavan arasına kaldırdığım, lüzumsuz bir kelimeden fazlası değilmiş. Devirmek gerektiğinde bir cümleyi, içinde başka bir kadını barındıran. Hemen bir köşesine iliştiriverdiğim, eğreti duran, yakışıksız bir illetmiş. Senden yadigar kaldığına sevindiğim, fakat sensiz beş para etmeyen; öylece elimde kalan, ne idüğü belirsiz bir şey…
Tolga Arslan t.arslan@kalemsizdergi.com
EŞSİZ ÇOĞUNLUK Seni kandırmışlar birtanem. Sakın inanma onlara, yalnız değilim ki ben! Hatta beşimiz oturduk, konuşuyoruz yine. Üstelik mevzu her zamanki gibi, yine sen. Saçlarını, gözlerini, gülüşünü, sana dair her şeyi anlatıyorum; hiç bıkmadan. İlk kez duyarmışçasına dinliyorlar her gün, pür dikkat ve hiç yılmadan. Kızma ne olur, boşboğaz oluşuma. Öylesine ketumlar ki, sır saklamaları şahane. Her gün cefamı çekseler bile, dördü de soğuk nevale. İkisi ikiz, birinde kapı, diğerinde pencere.
Tolga Arslan t.arslan@kalemsizdergi.com
Edebiyat• Şiir BAŞLAMADAN BİTTİM ! Kutuplarda yanmak, çöllerde donmak kadar ihtimalsizdin bana.. Ve iki uçurum arası kadar uzak.. Söylesene.. Neydi seni bana getirmeyen? Susuyorsun.. Susma ! Sustuğun her dakika bilinmezlikler ordusu yıkıyor kalemi.. Geçen her dakika kemiriyor beynimi cevapsız kalan sorularla.. Hayatta birçok şey mümkün olabiliyorken, ufak bir olasılık dahi yok muydu? Her şeyi göze almışken ben, seninle bir olamayız öyle mi? Başlamadan biteriz diyorsun bana.. Bittim zaten ben.. Sensiz.. Barış Melih Cayıt b.cayit@kalemsizdergi.com
K端lt端r & Sanat ->
MEDYANIN DÜNÜ,
Adet olduğu üzere şöyle kısa bilgiler içeren bir paragrafla giriş yapayım yazıma. Türk televizyon sektörü bugün yaratıcılıktan uzak, yayınlarda bilgi ve öğreticiliğin yer almadığı, kanallara verilen RTÜK cezasının belgesel yayınlatmak olduğu bir durumdadır. Türk televizyonlarını en çok diziler işgal ettiği ve gündemi en çok onlar oluşturduğu için özellikle dizi sektörü üzerinde duracağım.
TÜRK DİZİ SEKTÖRÜ Türk dizileri 1975te TRT’nin tek kanallı döneminde yayınlanan Aşk-ı Memnu ile başlamıştır. Hepimizin hatırında olan Bizimkiler ise şimdiye kadarki en uzun dizi olma unvanını Yaprak Dökümü’ne kaptırmamayı başarmıştır. Bu yazı için araştırmamı yaparken şöyle de ilginç bir bilgiye ulaştım ki; bugüne kadar tüm Erkin Koray şarkıları dizi ismi olarak kullanılmış(Aşk Oyunu, Fesuphanallah, Öyle Bir Geçer Zaman ki, Arap Saçı, Senden Başka…). Hepimizin hatırladığı, sıcacık hatıralarımızda yer alan diziler vardır. Mesela akraba ziyaretlerinde izlenen Kınalı Kar’ın “ +Nazaaar! –Cabbar Ağaa! +leleleleeeyy!” replikleri; ya da Yılan Hikayesi’nde kusursuz oyunculukla, gerçekmiş gibi hissettirilen masum aşkı hiçbirimiz unutmamışızdır. Sohbetimize, çayımıza eşlik
eden; bizden birisini evimizde misafir ediyormuşuz gibi hissettiren diziler, artık ne yazık ki yalnızca hatıralarda kaldı. Ben de üşenmedim, hepimizin farkında olduğu bu durumu oturup analiz ettim sırf sizlerle paylaşabilmek için.
Öncelikle, Türk dizilerinin başrolü; üstün yeteneklerle donatılmış, herkesin kıskanıp da hayatını onu üzmeye adadığı ölümsüz karakterlerdir. Bu özellikleriyle nice fantastik-bilimkurgu film yapımcılarını utandırıp “vay efendim biz niye düşünemedik!” dedirtecek niteliktedir. Daha da abartıp bu karakterlerin; ya ölümüne kötü, ya da hayatın tüm sillelerini yemesine rağmen inadına iyi olduğunu iddia edebiliriz. İyi-kötü çatışması hiç bu kadar bariz gösterilip böyle anlamsız sonuçlara bağlanmamıştı. Hatta bazı kanallar; pembe yanaklı mutaassıp yeni gelinlere bin bir türlü işkence yapılmasını üzerine kurulmuştur. Sanırım kanalın sahibi ya da program yapımcıları bu konudan oldukça muzdarip olmuşlar ki, senelerdir anlatmalarına rağmen hırslarını alabilmiş değildirler. Eğri otursak da doğru konuşalım, Türk dizileri çoğu zaman yabancı dizilerden “esinlenir, ilham alır, etkilenirler. Eski Türk filmlerinden gördükleri “yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan olaylar zincirini, tamamen yanlış anlamışlardır. Aynı hatanın üzerine bin bir türlü olay anlatılır.
, BUGÜNÜ, YARINI Gün gelir, konu öyle karıştırılmış olur ki; toparlayabilmek için dizi en az 150 bölümde sonlandırılır.
Yapımcıların dizide işlenecek konu kalmadığında kullandıkları joker hakkı da, karakterlerden birinin kaza geçirmek ya da aniden ölümcül bir hastalığa yakalanmak sebebiyle hastaneye kaldırılmasıdır. Eğer hastaneye kaldırılan kötü karakter ise; mecburiyetten affedilir. Ama yok, hastaneye kaldırılan iyi karakter ise; ona kötülük yapmaya bir süre ara verilir, ama tabiî ki tamamen sonlandırılmaz. İyiyse çekeceği bitmemiştir çünkü dizi yapımının töresi böyledir. Reşat Nuri Güntekin’in 141 sayfalık Yaprak Dökümü romanından 174 bölüm çıkarabilecek beceriye sahiptir Türk dizi yapımcısı. Bir televizyon yayını realizmden nasıl bu derece habersiz olabilir? Bir kere teknik olarak romanın 1 sayfasından, her biri neredeyse 2 saatlik 1,23 bölüm oluşturmak im-kan-sız.
SEN HAKSIZSIN TÖRE DİZİSİ YAPIMCISI, SENİ KINIYORUM VE SANA LAFLAR HAZIRLADIM
“Duyarlılık” maskesi altında; fi tarihinden beri süregelen ve insanların büyük zorluklarla hala aşmaya çalıştıkları gelenek ve göreneklerini, sırf maddi kazanç sağlamak ve kâr gütmek maksadı ile kullanmak(!); seyircilerin duygularını sömürme yarışına girmek alenen yanlış değil de nedir, siz söyleyin. Böyle hassas konulara dikkat çekmek bu şekilde mi olmalı? Hele o ağlama sahneleri yok mu! Oyuncunun ağladığını anlayalım diye kamerayı yüzüne öyle bir yakınlaştırıyorlar ki; ekrana dikkatli bakınca hücrelerin sıvı alışverişine tanık olup, mitozun evrelerini inceleyebiliyoruz. Tabi diziden para kazanmanın yolları sadece bununla da bitmiyor. Daha da hüzünlenelim, yerlere yatıp bağıra bağıra ağlayalım, camı açıp aşağı atlayalım diye arka fona bir de etkileyici müzik koyuyorlar. Oldu mu sonra “dizi müziği yapımcılığı sektörü”? Oluştu mu mesleği dizi müziği yapmak olan insanlar? +Pardon, ne işle meşgulsünüz acaba? -Efenim halihazırda sürdürmekte olduğum ağlamaklı dizi müziği yapım ve düzenleme işi ile uğraşıyorum. Gururumuzsun! Sen olmasan enflasyon çöker, halk açlıkla sınanır, kutuplar erir yavru pandalar o suda boğulurdu!
Gelelim mi sizinle gençlik dizilerine. Hani lise yıllarını anlatan, oyuncularının gerçek hayatta saçlı sakallı çoluk çocuğa karışmış olduğu diziler. Hangimizin lisede James Bond filmlerini aratmayacak böyle bir hayatı oldu alla sen. Sanırım vermek istedikleri mesaj, karakterlerin onca şey yaşadıktan sonra lisede olmasına rağmen 30 yaşında göründüğü. Hadi hepsini geçtim, her şeyi kabul edip sineye çektim. Peki ya mafya dizilerini izleyip kendini o karakterlerden biri sanan insanlara ne demeli? Diziyi izlemekle yetinmiyor, adeta karakteri ruhunda yaşatıyor adamlar. Sokakta ağa gibi yürüyor, telefonundan dizi müziğini eksik etmiyor, yollara tükürmeyi de hiç ihmal etmiyorlar. Televizyon karşısında da bolca zaman geçiriyor tabi bu adamlar. Birçoğu hayatında kitaba dokunamamış elindeki kumanda yüzünden. Yazık! Gencimizden yaşlımıza kadar da herkes bu dizilerden etkileniyor. Melekler Adası dizisinin oynadığı yıl doğan çocuğunun adını Şerbet, Yılan Hikayesinin oynadığı yıl doğan çocuğunun adını da Memoli koyan bir aile bile var. İyi güzel böyle anlatıyorsun da nereye varacak çok merak ediyorum, diyorsanız şimdi tam da oraya geldim. Bu diziler, televizyon programları ve reklam kuşağı; altı üstü bir yayın izleyecekken
saatlerimizi alıyor. Hem de ne için? Ağlama ya da vurulma sahnesine 30 dakika ayrıldığı için. Yarım saatlik özetin ardından iki saatlik yeni bölümü yayınlayıp, arada verdikleri reklamlar bölümden de uzun olduğu için. İşte geleneksel televizyonculuk böyle oluşmuştur. Bizim televizyondan başka bir hayatımız olamayacağını düşünüp, uzun uzun dizileri altın tepsilerle getirip koymuşlardır önümüze.
PEKİ BU DEVRAN BÖYLE Mİ SÜRÜP GİDECEK? Elbette her şeyin bir sonu olduğu gibi, insanları saatlerce televizyona mahkum eden geleneksel televizyonculuğun da bir sonu olacak. Türk dizileri toplumun bu kadar içindeyken, radikal bir kararla buna engel olmak pek mümkün görünmüyor. Fakat herkesin gönlünü alacak yeni bir medya dönemine girmek üzereyiz.
YARININ TELEVİZYONU Değerli zamanımızın büyük bir bölümünü işgal eden canavar televizyon, istediğimiz içeriğe istediğimiz zamanda ve istediğimiz yerde ulaşmamıza katiyen izin vermiyor. Fakat bunu değiştirmek mümkün mü?
Eskiden olduğu gibi televizyon başında oturan pasif izleyici kitlesi yerine, en tiz sesi dahi duyurmaya çalışan bir kitle var artık. Günümüzde insanlar yalnızca izlemekle yetinmek yerine, birçok cihazla medyaya dahil oluyorlar. Sosyal Medya’nın gün geçtikçe büyüyen gücüne televizyon sektörünün boyun eğmemesi de artık pek mümkün gözükmüyor. Bizi neler mi bekliyor? İstanbul İletişimin Geleceği Zirvesi ve Cannes MIPCOM Fuarına katılanlar ile, The New York Times yazarları; medyanın, beklentileri uygulayabilmek için gelişmesi gerektiği konusunda hemfikir. “Convergence” yani Türkçe altyazı ile; “geleceğin yakınsama teknolojileri” tüm dünyada tartışılıyor. Bu yenilik internete bağlanabilen televizyonlar ile tüm seyirci kitlelerine hitap etmeyi amaçlıyor. Nasıl mı? Artık yayın akışı olmaksızın, istediğimiz yayını istediğimiz saatte seçip izleyebileceğiz. Böylece kimin ne izlediği daha net belli olacak ve medya izleyicinin tercihleriyle yeniden şekillenecek. 2015 yılında 280 milyon internete bağlanabilir TV cihazı satışı öngörülüyor. Böylece “TV+Dijital Medya+Sosyal Medya” platformunun oluşturulması vaat ediliyor. Facebook’ta gördüğümüz bir videoyu televizyondan izleyip, aynı zamanda Twitter’dan yorumlayabileceğiz. Dünyaca
ünlü TV kanallarının reytinglerinin, internetten izlenme sebebiyle yarıya düşmesi, bu durumun kaçınılmaz olduğunun bir göstergesi olarak görülüyor. Zaman değişiyor, teknoloji gelişiyor. Belki Türk dizilerinin seviyesini yükseltmek şuan için mümkün değil ama, kontrol altında tutmak elimizde. Yeni medya çağı ile tercihlerimizi özgürce yapıp, bize dayatılan yayınlardan sıyrılmayı başarabileceğiz.
Canan TOPCU “hâl-i lâl” c.topcu@kalemsizdergi.com
KONUSU
İkisi de hayatta çok gülmemiş İskender (Özcan Deniz) ve Leyla’nın (Fahriye Evcen) arasında tesadüfi olarak başlayan aşk hikayesine dayanıyor. Filmin başında kalbi kırık Leyla, babasının evine geri dönüyor ve otoriter babası ile ilişkilerini düzetmeye çalışıyor. İskender ise yetimhanede büyümüş, hiç yuvası olmamış bir kişi olarak kendisi için en uygun evi arıyor. Sonuçta bu iki yalnız kalp bir noktada buluşuyor. Sonuçta romantik ve dramatik bir hikaye ortaya çıkıyor. Filmin yönetmeni :Özcan Deniz Senaristi: Özcan Deniz Başlıca oyuncuları: Özcan Deniz, Fahriye Evcen, Özay Fecht, Güneş Hayat, Sait Genay, Barış Yalçın, Kayhan Yıldızoğlu, Levent Öktem, Volga Sorgu Tekinoğlu, Zeynep İge, Gizem Denizci, Ayşe Melike Çerçi, Teoman Kumbaracıbaşı, Efe Deprem, Rafi Emeksiz, Pelin Dinç Jenerikte uyarlama senaryo Özcan Deniz yazıyordu. Tanıtım bültenlerinde de bir Güney Kore filminden (A moment to remember ) yarlandığının altı çizilmişti . Olay bu şekilde olunca iki filmi izleyip değerlendirmek istedim .
AYNI SAHNELER DEĞİŞEN YERLER
İki filmin sahneleri ve diyalogları yüzde doksan aynı . Değişen sadece mekanlar ,kıyafetler,çekim açıları... İki sevgilinin karşılaşma sahnesi ve finalini değiştirilmiş.
EVİM S
SENSİN
VURUCU MÜZİKLER
Türk versiyonunun en güzel şeyi , Fahriye Evcen’in kendi sesinden dilediğimiz 'Sen Yarım İdun ' türküsü. Güney Koreli versiyonunda vurucu müzikler yoktu.
OYUNCULUKLAR
Evcen, zengin müteahhittin prenses kızı abartmış. Ayrıca Koreli kızla mimikleri aynı. Özcan Deniz,inşaat işçisi rolünde orijinal filmde oynayan adam kadar iyi , ancak bazı sahnelerde kendini klip tadındaki gösterişli karelerde satışa sunuyor… Güney Koreli filmde böyle bir şey yok , sakin takılmışlar. Aşkı, hangi filmde mi hissetim ? Güney Koreli orijinal filmde daha iyi yansıtılmış bu duygu. Hem oyuncular abartısız oynadıkları için hem de filmin kurgusu daha iyi olduğu için. Aynı konu ,aynı sahne aynı filmi farklı oyuncularla izlemek gibi bir şey aslında.
Merve Altun m.altun@kalemsizdergi.com
Yiğit Güralp 1977 yılı İstanbul Bakırköy doğumlu senarist. Senarist diye tanımlayınca her şey eksik kalıyor çünkü Güralp’in oldukça geniş ve renkli bir yaşam öyküsü var. Kendi web sayfası olan www.yigitguralp.com adresinde bunu yine renkli bir biçimde ayrıca okumanızı öneririm. Ama kısa bir özet geçmem gerekirse 15 yaşında mağazacılıkla başlayan ve bugün gencecik yaşına rağmen artık 20 yıla yaklaşan iş hayatına Universal Müzik’de Şebnem Ferah’dan Athena’ya, arabeskten yeni bir kulvara terfi ettiği ilk albümü olmak üzere Müslüm Gürses’den, Emel Sayın’a kadar 30’un üzerinde büyük yıldızın albümlerinde görev alarak devam etti. Sonra içindeki müzik ve sinema tutkusunu yazarlık becerisiyle birleştirdi ve öykü ve senaryosunu yazdığı, Ömer Faruk Sorak’ın yönetip Jean Claude Van Damme’ın rol aldığı Sınav filmi 2006’da vizyona girdiğinde henüz 28 yaşındaydı. Filmin 1 milyon seyirciyi geçen başarısının ardından televizyonun kapıları açıldı. Kavak Yelleri’nin en sevilen ve en çok izlenen ilk sezonunu ve 3 yıl boyunca başından sonuna Doludizgin Yıllar’ı yazdı. 100 bölümlük dizi macerası ile birlikte televizyon ile vedalaşıp esas sevdası olan sinemaya döndü. 6 yılın ardından ikinci sinema filmi Uzun Hikaye’yi yazan Yiğit Güralp ile tüm bu macerası ve yeni filmi üzerine konuştuk.
1.Gayet başarılı bir iş hayatınız varken siz bunları elinizin tersi ile itmiş, ilginiz olan alanlara yani edebiyat, müzik ve sinemaya yönelmişsiniz. 21 yaşında böyle radikal bir karar alıp, kariyerinize neredeyse sıfırdan başlamak sizi zorlu bir sürece itmedi mi? Risk almadan başarı gelmiyor. Hadi başarı da demeyelim de mutluluk gelmiyor. Nedir mutluluğun kıstasları? Bir tanesi hayalindeki işi yapmak değil mi? Hani en klişe tabiriyle “sabah işe gitmek için keyifle traş olduğun bir işin olsun” derler. Ben o işin ne olduğunu bulmak ve onu yapmak için birçok kez sil baştan yaptım. 21 yaşında 7 yıllık mağazacılık, 28 yaşında ise 6 yıllık müzik kariyerimi noktalayıp yepyeni bir alana daldım. 28 yaşımda sinema için her şeyi bir kez daha sıfırladığımda başarısız
olsaydım 30undan sonra hayata tutunmak imkansız hale gelebilirdi. Her şey tam da söylediğin gibi fazlası ile zordu. Elbette başarısız da olabilirdim. Ama denemeden göremezsiniz. Tüm bunlardan da çok hırslı biri olduğum sonucu çıkmasın. Ben çok sakin yaşarım. İşim için hiç hırs yapmadım. Her şey temiz bir kalp ve saf emekle kendiliğinden şekillendi. Bugüne şükürler olsun. 2.Edebiyat, sinema ve müzik gibi çeşitli alanlarda ilginiz varken bunlar arasından neden senaristlikte ısrarcı oldunuz ve bunu meslek olarak devam ettirdiniz? Bünyesinde tüm bu sanatlardan parçaları barındırışından dolayı mı? Yüzyıllarca yıllık diğer sanat dalları arasında sinema, henüz 100 yıllık bir geçmişe sahip. Yani sinema daha bebek sayılır. Ama anlatımını oluştururken diğer tüm sanat dallarından faydalanır. Dolayısı ile dediğin gibi sinema tüm heves ve ilgilerimi bir çatı altında buluşturan büyülü, harikulade bir yapı. Ben hep yazıyordum. Kendimi bildim bileli yazıyordum. Ama bunlar nasıl değerlenecek bilmeden yazıyordum. Romancı olup kitap mı
çıkaracağım? Bir köşe edinip gazeteci mi olacağım? Bunlar Sınav filmi sürecine kadar cevabını bilmediğim sorulardı.
Daha önceki iş çevremin Sınav ve tüm diğer işlerim ile ilgili bir faydası olmadığı gibi Mudo, D&R ya da Universal Müzik geçmişimde kalan insanlar bugün benim nasıl 3.Daha ilk senaryonuz ile olup da bu filmleri yaptığımı halen Sınav filmi gibi büyük bir projede hayretle karşılıyorlar:) Ben yeteyer almanızı neye bağlıyorsunuz? neklerimi “bak ben böyle bir şey Bir kere bu “yer almak” yaptım, yapıyorum, yapabiliyorum” söylemi, benim projenin neresinde diye göstermekten hayatım boyundurduğumu anlamak ve algılamak ca çekindim. Herhangi bir insanla açısından yanlış bir ifade. Her şeyin olan ilişkimi ondan bir fayda sağen başında senarist, yönetmen ve lamak üzerine kuruyormuşum yapımcı bir araya gelirler. Öyküizlenimi yaratmak bile bana müthiş lerine karar verirler ve çalışmaya mide bulandırıcı gelirdi. Belki daha başlarlar. Bu süreç başladığı andan girişken birisi olsaydım her şey itibaren, projeye dahil olmaya daha da erken başlayabilirdi. Sobaşlayan her bir insan için o proje- nuçta 1999-2003 arası Universal de “yer alırlar” denilebilir. Senarist Müzik’de de çevremde bir sürü işin sahiplerindendir. Hatta uluslar yönetmen ve önemli isim vardı, o arası hukuka göre 1. elden sahibi- zaman da hikayeler yazıyordum. dir. Yaratıcıdır. Sebeb-i mevcudiyet- Ama “ufff bunun da mı hikayesi var tir. Doğurandır. Milattır. O yüzden abi, herkes de yazar oldu” denmesenarist projede “yer” almaz. Onun sinden, böyle anılan biri olmaktan projesinde “yer alanlar” vardır. hep çekindim. 2005’de senaryo yazarlığı için o güne kadar yap 4.Şunu anlamaya çalışıyotığım her şeyi terk edip hayatımı rum. Tüm gençler bir yerden baş28 yaş gibi riskli bir dönemde sil lamak isterler. Sizin öykünüzde bu baştan kurmam gerekti. Burada başlangıç noktalarını önemsiyor ve bir tek kişinin emeği ve desteğino yüzden soruyorum. Örneğin Sınav den söz etmek isterim, o da Böcek filmini yapmanızda bundan önceki Yapım’ın kurucu ortaklarından Nuri çalışmış olduğunuz şirketlerde Sevin’dir. Nuri Sevin ile daha önce edinmiş olduğunuz çevrenin etkisi tanışmıyorduk. Şiir ve edebiyat oldu mu? seven bir insandır. 2004’de Böcek
Müzik’i kurmak için davet edilip birlikte çalışma sürecimizde tamamen tesadüfen benim yazdıklarıma şahit oldu ve beni senaryo yazmak ile ilgili hem yüreklendirdi hem destekledi. Zaten 1 yıl gibi kısa bir sürede de Sınav filmi ortaya çıktı. Bugün bir senarist olmam ile ilgili Nuri Sevin haricinde üzerimde hiç kimsenin emeği yoktur. Bugün Nuri bile bunu kabul etmiyor. “Sen olacaktın zaten, bunun önüne geçilemezdi” diyor. Nuri’ye göre her şey doğal olarak gelişti. Ben de şuna inanıyorum: “Hayatta neye deli gibi ilgi duyarsanız ömrünüz o yolda şekillenmeye başlıyor.” Dolayısıyla bugün ürettiğim ne varsa tutkuyla izlediğim filmlere, çocukluğumdan beri tüm harçlığımı yatırdığım sinemaya, binlerce albüme, dergiye ve kitaba borçluyum.
5.Uzun Hikaye'den konuşalım, filmin projesi nasıl şekillendi ? Osman Sınav ile Doludizgin Yıllar’ı yaptığımız süre boyunca ertelediğimiz sinema projeleri vardı. Dizi bitince bir süre dinlendim ve hemen ardından sinema için yapabileceğimiz öyküleri konuşmaya başladık. Osman Hoca, bu süreçte Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikayesi”nden de bahsetti. Kenan İmirzalıoğlu ile 10 yıla yakın zamandır yapmak istedikleri bir hikaye olduğunu birçok senariste yazdırdığını ama memnun kalmadığını söyledi. Yapabileceğimiz birkaç hikaye vardı ama ben “madem Kenan’da bunu istiyor bunu yapalım” dedim. Eve gidip kitabı okumam iki saatimi aldı. Osman Hoca’ya telefon açtım ve “ben filmi görüyorum, yazmak istiyorum” dedim. 2010 Ekim ve 2011 Şubat arasında 5 ay gibi bir sürede senaryoyu bitirdim. Kenan’ın “Ezel” ile ilgili başını kaşıyacak vakti yoktu. Okuması Haziran ayını buldu. Haziran sonunda bir akşam buluştuk ve yapım aşaması süreci için start verdik. 6.Uzun Hikaye için uzun bir süreç yaşanmış o halde. Evet. Şimdi sinema filmlerini haftalık dizi çeker gibi pıtır pıtır
yazıp çekiyorlar. Sonuçlar da ortada. İzlediğiniz sinema filmlerinin büyük çoğunluğu 4 haftada çekiliyor. Uzun Hikaye 8 hafta gibi uzun bir sürede çekilen prodüksiyon aşaması oldukça büyük bir film. Oyuncu seçimleri, mekan araştırma ve oluşturma süreci, sanat yönetimi süreci 9 aya yakın sürdü. Ali’nin ektiği bahçenin bile bir mevsim mantığı, bir devamlılığı var. Tam beş benzemez deli işidir Uzun Hikaye’nin senaryosu. Nihayet Mart 2012’de motor diyebildik ve film Ekim’de seyircinin karşısına çıktı. Yani benim hayatımda 2 yıllık bir yer kapladı Uzun Hikaye. 7.Bunu bir şikayet olarak mı anlamalıyız? Asla. Ben film çekilene kadar ne işle meşgul olduğumu pek söylemek istemem. İnsanlar da beni boş oturuyorum zanneder. Sosyal medyada da çok aktif olduğumdan “iş üreteceğine boş boş konuşuyor” diye çok laf atan oluyor Hatta “bak bunun da mermisi bu kadarmış, bu da bitti işte” diyen de çok oluyor. Doludizgin Yıllar’dan 2 yıl sonra Uzun Hikaye ile dönünce de millet bir afallıyor tabi. 2005den bu yana 7 yıldır hiç boş durmadım. 100 bölüm dizi ki Amerika’da 100 film eder ve bunun dışında 3. sinema filmimi yazdım. Bugün 34 yaşında 3 sinema filmi olan sena-
rist var mı? Boş oturuyor diyenler Allah’dan korksun. 8.Osman Sınav kendisi de bir senarist olmasına rağmen bu filmde senarist olarak sizi görüyoruz. Bu sizin açınızdan güzel bir şey olsa gerek ? Burada tek taraflı bir durum yok ve nüans şu bence. Osman Sınav 10 yıldır bu filmin senaryosunu yazmaya, yazdırmaya çalışıyor. Fakat olmamış. Beğenmediği senaryoları hep yırtmış atmış. Tüm bu tecrübesinin ardından filmi benim ellerime emanet etmesi bence güzel. Benim de onun bu güvenini boşa çıkarmamış olmam onun için güzel olmalı. Sonuçta film hiç yaz - boza girilmeden tek seferde yazıldı. Tek seferde okundu ve “budur” dendi. 10 yılın ardından bunu böyle tek seferde yapmak burada en önemli detay. 9.Filmde babacan bir karakter olan ''Bulgaryalı Ali'' izleyenler tarafından şüphesiz çok sevildi. Ancak film daha vizyona girmediği zamanlarda genelde sert roller ile aklımıza kazınan Kenan İmirzalıoğlu'nun bu rol için ideal olmadığına dair şüpheler vardı. Sizin bu karakter için aklınızda şekillenenler ne yöndeydi ?
“Bu filmin başrolünde Bulgaryalı Ali’nin kocaman gülüşü var” sözü bana ait bir sözdür. Senaryonun her yerinde onlarca defa “Ali, gözlerinin içiyle, kocaman aydınlık güler” cümlesi geçiyor. Kenan çok güzel bir adam… Çok güzel gülüyor. Gözlerinin içiyle gülüyor. Özel hayatında da böyle… Osman Sınav’da onu en iyi tanıyan yönetmen ve bu gülüşü ortaya belirgin biçimde çıkarmak ile ilgili en ehli kişiydi. İki yıl Osman Sınav ile ikimiz bu gülüş üzerine motive olduk, her şeyi bu gülüş üzerine inşa ettik. O yüzden bana göre bu film ne bir Osman Sınav ne de bir Yiğit Güralp filmidir. Bu bir “Kenan İmirzalıoğlu” filmidir. 10 yıl 20 yıl sonra “Kenan’ın öyle bir filmi vardı ya di mi?” diye anılacak, hep öyle hatırlanacak. Önyargısı olanlara gelince: Onlar da filmi izleyince haklarımızı teslim ettiler. Artık Osman Sınav ya da Kenan İmirzalıoğlu’nun bir sonraki bu tür filmleri, bu önyargılardan daha uzak, pazarlanması daha kolay filmler olacak
diye inanıyorum. Bu film önden gidip kurşunu yedi. Ama bundan sonrasının da önünü açtı. 10.Uzun Hikaye'nin senaryoya dönüştürülüşü sırasında kitabın yazarı Mustafa Kutlu ile bir araya gelip fikir alışverişi yapıldı mı ? Hayır, kendisi ile hiç yan yana gelmedik. Hiçbir fikir alış verişinde bulunmadık. Ben filmi tek başıma yazdım. Osman Sınav okudu, “olmuş” dedi. Mustafa Kutlu’da bu konuda kendisine güvendi. Bence Mustafa Kutlu ile aramızda hiç konuşmammış, hiç tanışmamış olmamıza rağmen öykünün gücü üzerinden ortaklaşa gönül birlikteliğimiz oluştu. Örneğin kitapta, anlatıcının yani Ali’nin oğlunun ismi yoktur. Ben “Mustafa” ismini verdim. Mustafa Kutlu’ya benim saygı duruşumdur. Yine kitapta olmadığı halde eklediğim “Nün Suresi” “L harfi olmayan daktilo” “Dostoyevski” gibi detaylara kitabın okuyucusu da itiraz etmedi. “Sevdaköylüyüm”,
“Ayakkabılar eskir, sen sevdiğim adamsın, sen eskime”, “Uslu duran çocukların kaybedişi” “Sevenleri hiçbir kuvvet ayıramaz”, “Kalem kelamın dik duran halidir” gibi benim kalemimden çıkan çoğu söz kitapta olmadığı halde filmi izleyen kitabın da okurları tarafından çok sevilen detaylar. Hatta öyle “kitap/film” yorumları var ki bunlar kitapta da varmış gibi hiç ayırt etmeden yazıyorlar. Bu, kitabın yazarı üstat ile ikimiz hiç tanışmıyor olsak da uyumun ve uyarlamanın başarısı ve doğallığını gösteriyor bence.
2000lerde kimle konuşsam ya bir öyküsü ya da senaryosu var." sözleriyle herkesin senarist olamayacağını dile getirmişsiniz. Peki size göre iyi bir senarist ne gibi özelliklere sahip olmalı? Senaristin ne gibi özellikleri olmalı diye bir şey yok. Senaristlerin ortak özellikleri cümlesi ne saçma şey, senaristlerin farklı özellikleri olacak ki her biri özgün olsun. Yeni birer ekol, idol teşkil etsin. Öyle torna tezgahı gibi okullardan tek tip adam çıkarsa olmuyor bu işler. Senaryonun “şablonuymuş, matematiğiymiş” filan bunlar geyik muhabbeti. Modern kurgu 11.Peki sizce bir eseri senaryoya çevirdilinde öyle bir dağınıklık içinde bir düzen kurarmek yani uyarlamak mı zor yoksa öyküsü de sın ki o akademisyenlere külahı ters giydirirsin. size ati özgün bir senaryo yazmak mı daha zorlu Bakınız Tarantino. Gelelim senarist olabilmek bir süreç ? meselesine. Gel sana bir ülkeden Dünyaya, özellikle Amerika’ya kaç senarist çıkar onunla ilgili bir baktığınızda James Bond seridenklem vereyim. Film izlemeyen sinden Jaws’a, en sıkı bilim kurinsandan senarist olmaz. Filmler gu ya da epik filmlerden, geniş de kimse kusura bakmasın öyle tabanlı insan öykülerine kadar, avuç içi gibi bilgisayar monitörünfilmlerin büyük bir çoğunluden izlenmez, sinema sinemada ğunun edebiyat uyarlamaları izlenir. Bir ülkede istisnasız tüm olduğunu görürsünüz. Bu yüzfilmleri sinemada gidip gören kişi den akademi orada özgün senaryolar için ayrı, sayısını al. Birkaç bin kişidir. O birkaç bin kişiden uyarlama senaryolar için ayrı bir başlık altında kaçı o filmleri tekrar tekrar izliyor? Cevap birkaç ödül veriyor. İşin zorluğu, kolaylığı noktasında yüz kişidir. Sonra internete gir, film yorumlarına ise son Oscar Ödül gecesinde en iyi uyarlama bak, o filmleri birkaç kez izleyen o birkaç yüz senaryo ödülünü şöyle sundular: “Bir kitaptan kişi arasında o filmi doğru anlamış, doğru okusenaryo uyarlamak herkese çok kolay görünür. muş kişi sayısı kaç kişidir? Hah. O sayı kaçsa Oysa bu senarist ne kadar iyiyse o kadar kolay işte bu memlekette o kadar kişi senarist olma görünen, çok zor bir iştir.” Sanırım bu söz duru- potansiyeli taşıyor demektir. Anlaştık sanırım. mu en güzel şekilde özetliyor. 13.Sizin yazıp da beğenmediğiniz senar 12."80lerde herkesin bir arabesk şarkı yolarınız oluyor mu ? sözü, 90larda herkesin bir pop bestesi vardı. Olmuyor çünkü ne yazacağımı tasarlamadan
yazmaya başlamıyorum. Biz yazarları her gün klavye başında şakır şukur yazıyor sanıyorlar. Oysa benim bir filmi yazma sürem 5 aysa bunun 3-4 ayı ne yazacağımı hayal edip, not alıp, kurup, düşünüp, okuyup, araştırıp, tartıp, eleyip tasarlamakla geçiyor. Bunlar tamamsa oturup bunun daktilocuğunu yapmak birkaç hafta sürer. Zaten planladığında çalışıyor olan film yazıldığında da çalışır. Bir de filmler yazıp koltuğunun altında kapı kapı dolaşan insanlar yazar bozar. Benim şartlarım var. Ben çekilmeyecek filmi yazmıyorum. “Senarist bi yazsın da bakarız” filmi yazmam. “Yiğit yazsa da çeksek filmi” yazıyorum. Bugüne kadar hep böyle oldu. İnsanlar arıyor, “film yazar mısın?” diyor. Yazarım tabi. Ben senaristim, yazmakla ilgili bir sıkıntı yok ki. Ben film yazarım. Nasıl yazdığım da önceki yazdıklarımdan ortada. Ama sen çekebilecek misin? Kimle çekeceksin, kim oynayacak? O filmin yapım şartlarını oluşturacak kapasiten var mı? Daha önce yazılmış hangi işleri yaptın? Nasıl yaptın? Sen onlardan haber ver. Yoksa ben “senaryo yazıyorum”, orada bir sorun yok yani. 14.Peki çalışmalarını beğendiğiniz yerli veya yabancı senaristler var mı ? Yakın geçmişimizden Umur Bugay, Sadık Şendil, Yavuz Turgul, Ümit Ünal çok önemli senaristler. Bu ülkede marjinal işler de, nitelikli halk işleri de son 40 yıldır çoğunlukla bu insanlardan çıkmış. Yek başına senarist olmasa da anlatıcı kimliğiyle taktir ettiğim Çağan Irmak var. Reha Erdem’in çok büyük bir hayranıyım. Nuri Bilge Ceylan’ın görsel anlatıcılığı da yerli taklitlerinin çok üstünde ve çok ötesinde bence… Yurt dışında ise Notting Hill, Love Actually (Aşk Her Yerde)
gibi filmlerin yaratıcısı, Bridget Jones serisinin uyarlayıcısı Richard Curtis var. Benim için yine çok ama çok önemli. Shane Black var, Cehennem Silahı serisi ve karakterlerinin yaratıcısı, Iron Man 3’ü de çekecek ömrünün sonbaharında yönetmenliğe de başladı. Richard Curtis’de 50sinden sonra artık kendi yazdıklarını yönetmeye başladı. Ve John Logan var, Hugo, Rango, Last Samurai, Gladiator, Skyfall gibi işlerin senaristi. Daha böyle çok isim var ama son olarak bir numarayı Woody Allen ve Charlie Chaplin arasında paylaştıralım. 15.Gerek senaryo gerekse de sinematografik açıdan büyük emekler harcanmış filmler yerine gişede zirvede yer alan filmlerin genellikle daha basit filmler oluşunu nasıl değerlendiriliyorsunuz? Halkın bu anlamda benim fikrimi merak ettiğini düşünmüyorum. İnsanlar şu an kafasına göre, hani bir tabir var ya “öylesine takılıyorlar”. Hayata geliş nedeni “takılma” ile açıklandığı ve amaçsızlaştığı zaman bunun sinir uçlarını da her yerde görürsünüz. Şunu söyleyebilirim ki “iyi ve nitelikli olana adeta yemin etmiş gibi bir karşı koyma, avam ve niteliksiz olanın ise adeta kapısında sabahlama” gibi bir ruhu var dönemin. Yalnız sinema için değil her konuda böyle. 25 yıl 50 yıl 100 yıl sonra ayakta kalan eserler senin bu soruna verilebilecek en güzel cevaplar olarak var olacaklardır. 16.Sizin yazıp aynı zamanda da yönettiğiniz bir filmi izleyebilecek miyiz, böyle bir fikriniz var mı ? Aralık ayında 4. Sinema filmimi yazmaya başlıyorum. Yapımcı bir dostum olan Ahmet Ön-
can bu filmde, bir yönetmen dostumuz Murat Şenöy ile birlikte partnerlik yoluyla yönetmenliğe artık adım atma zamanımın geldiğini düşünüyor. Dördüncü filmimi şimdilik böyle planlıyoruz. Sonuçta bir filmlerimi izleyen kesim var, onlar filmleri beğeniyorlar ama bir de hem senaryomu okuyup hem filmi izleyen insanlar var. Onlar aradaki farkı, senaryoda olduğu halde perdeye aktarılamayan çoğu şeyi, en sevilen filmimin bile neden içime tam olarak sinmediğini görüyorlar. “Senin artık kendi yazdığını çekme zamanın geldi” diyorlar. Kısmet.
Acelemiz yok. 18.Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak; dergimize ve okurlarına iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Sizler için büyük resme bakmak
istiyorum. Ve şu an bu dergi ile ilgili verdiğiniz tüm uğraşın sizler için bütünün parçaları arasında başlangıç noktalarını teşkil ettiğini düşünüyorum. Bu okurunuz için de böyle. Hayatlarınız ile ilgili büyük resim tamamlandığında bu dergiyi çıkarmak ve okumak bu resmin 17.Yakın zamanlardaki projelerinizden önemli bir yapıtaşını oluşturacak benbahseder misiniz ? ce. Hepinize gönlünüzden geçenlerin en Bu yönde Pucca’nın kitaplarını Medgüzellerinden dilerim. yavizyon ile sinemaya uyarlıyoruz. İlk filmin senaryosunu 2012 Nisan – Ağustos arasında yazdım. Yönetmen kim olacak onunla ilgili bazı yönetmenlerle görüşmelerimiz sürüyor. 2013 ilkbahar set, 4 Ekim 2013 vizyon olarak görünüyor. Dördüncü filmi bu kış yazacağım bahsettiğim gibi. Son olarak bir dizi olacak 2013 sonbaharda. Yönetmen Faruk Teber’in çok uzun yıllardır anlatmak istediği bir konu. Faruk Teber görsel dili çok güçlü tv ile sınırlı kalmaması gerektiğine inandığım bir yönetmen. Sinema için bir araya geldik ama işler yine diziye evrildi. Dizilerden ben kaçtıkça bir şekilde sevdiğim birileri oluyor ve kıramıyorum. Doludizgin Yıllar da, Kavak Yelleri de ben istemedikçe başıma kalan tatlı belalar oldu. Bu da öyle olacağa benziyor. Anlatılmamış bir hikaye. Bu yönü de beni çok çekiyor. Yavaş yavaş kurup, tasarlıyoruz.
ÖZKAN YILMAZ
o.yilmaz@kalemsizdergi.com
Güncel & Fikir & Araştırma ->
SİZ HİÇ ‘CAN’ KAYBETTİNİZ
Mİ ?
Kendimizi bildiğimiz andan itibaren kulağımıza çalınan, az çok bilgi sahibi olduğumuz bir kavramdır “savaş”. Bir ülkenin, bir başka ülkeye askeri açıdan müdahalede bulunması diye başlayıp ülkeler arasında dini, milli, siyasi, ekonomik amaçlara ulaşmak için gerçekleştirilen silahlı mücadele diye devam eder. Tanımında “müdahale” ve “mücadele”yi barındıran çelişki ve tutarsızlıklar kargaşasıdır. Aslında bir o kadar da nettir tanımı : Güçlü için müdahale, zayıf için mücadele… Derler ki savaş kârdır. Oysa savaş “kan”dır. Lekesini hiçbir deterjanın çıkaramayacağı, hiçbir suyun temizleyemeyeceği bir kanın, hiçbir vicdanın aklayamayacağı bir vahşilikle ellerinize, üzerinize, ruhunuza, yüreğinize bulaşmasıdır.
Siz hiç “can”kaybettiniz mi ?
Dağ gibi bir evladın kanlara bulanmış cansız bedeni ile bir sokak başında karşılaşıp feryat dahi edemeyen gözü yaşlı babadır. O babanın yüzündeki acının katre katre, satır satır “her dilde” okunabilmesidir. Bomba sesleri ile ürkek yüreği çırpınan bir kadının oradan kaçmaya çalışırken, belki hayatında ilk defa gördüğü silahın namlusu karşısındaki donuk ifadesidir. Aynı kadının, dizleri titreye titreye, üstelik yardım etmeyeceğini bile bile varlığı ölüm kokan askerden vurulan “can”ları için yardım dilenmesidir. Bırakın savaşı, henüz hayatı bilmeyen kundaktaki torununun başındaki kanları silen yaşlı dedenin gözünde biriken bir damla yaştır. B ir paçavra gibi kapısının önüne fırlatılan, daha kokusuna doyamadığı yavrusunun cesedine sarılıp ölüme isyan eden annenin derin bedduasıdır.
Belki çocukça, belki yetişkininkinden daha olgu en insancıl hayallerin bulun balçığa itilmesi,ardından d sında ezilmesi,parçalanma Masumiyetin tanımı o merc zülen kanla doyması ancak aç yitip gitmesidir. Bir çocuğun, yüzüne ğını gören o mini mini eller daki acıyla dudağını büküp Hatta... Ağzı yüzü kana bula olarak görülen işgalci ülke tablosuna yüreklerinin day konulu sloganlar atmasıdır Kana susamış birka orada bulunan, fakat nede idrakine varamayan eli sila haberini duyarak yüzünde atması ve yüzüne yerleşen Sebebi ne olursa olsu ırklar, dinler, diller, renkler Kabil’in Habil’i katletmesid ile boğuşmasıdır, savaş. Kazananı yoktur savaşın.. ne Amerika kazanır ne Sur PKK... Kazananı yoktur savaşın, t Tek bir kaybeden vardır: “ Bir fazla, bir eksik... Savaş tabloda ne aşk vardır ne ne Tek bir rengi vardır tablonu İnsanlığı öldüren,“insan” d seçimdir.
i fazla erişilmez, belki bir un ama en saf, en temiz, nduğu o minnacık yüreğin da bir demir parçası karşıasıdır. can gözlerin, alnından sük hayallere, neşeye, hayata
e sürüp kırmızıya boyandırini babasına uzatıp başınp korkuyla hıçkırmasıdır.
anmış canavarlar topluluğu ede dahi insanların ölüm yanamayıp anti-savaş r. aç dudaktan çıkan “emir” ile en orada olduğunun da tam ahlı düşman askerinin barış gülücüklerle sevinç çığlığı n o tebessümdür... “savaş” un, sorun ne olursa olsun; r ne olursa olsun cinayettir, dir, yani iki “insan”ın birbiri
Ne İsrail kazanır ne Gazze, riye ne Türkiye kazanır ne
tek bir kaybedeni vardır. “İNSANLIK”. şın tablosu hep aynıdır; o eşe ne hayat ne de can.. un, hep kırmızı, hep “kan”.. değildir ! Savaş kader değil
“Çocuklar ölmesin” mi ?
Evet, ama önce “insanlık” ölmesin. Hep birlikte onu yaşatalım ki, çocuklar ölmesin. Çocuklar ölmesin, aşk ölmesin, tebessüm ölmesin, asker ölmesin, analar ölmesin, masumiyet ölmesin, sevgi ölmesin, doğa ölmesin... Ölmesin ki “sen” ölme., Doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son..
SAVAŞA HAYIR ! Kübra Gülmez k.gulmez@kalemsizdergi.com
TÜRKİYE'DE CEP TELEFONU TARİHİ
ÖZKAN YILMAZ
o.yilmaz@kalemsizdergi.com
ÖZKAN Bundan 28YILMAZ yıl öncesinde Martin Cooper adında bir Motorolla çalışanı ''hücresel taşınabilir telsiz telefon'' dediği 850 gram ağırlığında bir telefon tasarladı. Bu telefon ; üzerinde hiçbir kablosu bulunmayan , iki cihaz arasında iletişimi gerçekleşebilir kılmak için eklenmiş 15 santimlik bir anteni, rakamları girdileyebilmek için tuşları ve sadece girdilenen rakamları gösterebilen küçük bir ekranı bulunan , normal kablolu telefonlara kıyasla çok daha küçük bir telefondu. Cooper bu telefona DynaTac 8000 adını verdi. DynaTac 8000'i kendinden önceki telefonlardan ayıran en büyük özelliği boyutu ve kablosuz oluşu sebebi ile taşınabilir özellikte oluşuydu. Bir devrim niteliğindeydi... Bundan sonraki senelerde -ki bu 1989 yılına tekabül etmektedir- Motorolla markası yine kendi üretimi olan DynaTac 8000'den daha da küçük bir telefon üretti. Bu telefon ise mikrofonlu bir kapağa sahip , 350 gram ağırlığındaki MicroTac'tı. Adından da anlaşılacağı üzere boyut olarak gerçekten ciddi bir ilerleme kaydedilen bu telefon ile birlikte biz bu tür telefonlara cebimizde taşıyabilecek kadar küçük olduklarından ''cep telefonu'' demeye başladık.
yangın hidtrantlarına bağlanılan telleri ile çalıştırılıyor ve karşı santral ile iletişim sağlanılıyordu. Buna mucitleri ''taşınabilir telefon'' adını vermişti. Bundan sonraki aşama ; sizlerden bir çoğunuzun da hatırlayacağı üzere ''araç telefonları'' idi. İlk araç telefonu Nokia tarafından 1982'de üretildi. Genellikle üst düzey yönetici , siyasetçi veyahut işadamlarının araçlarında bulunan bu cihazlar ülkemize de uğradı ve büyük rağbet gördü.
CEP TELEFONU ÜLKEMİZDE
Neyse efendim , bizler konumuzdan pek sapmadan devam edelim. Ne diyorduk ? Heh cep telefonları. Cep telefonu Amerika ve Avrupa'da çok hızlı bir şekilde yaygınlaşıyorken ülkemizde bundan geri kalmadı ve çok değil birkaç sene sonrasında ilk cep telefonu ülkemize geldi. Burada yanlış bilinen bir şey var. Sanıldığının aksine ülkemize gelen ilk cep telefonu Ericson değil , Motorolla'nın bir modeli olmuştur. Bu telefon bir litrelik süt kartonu boyutunda bir telefondu. Ayriyeten bu telefonları satın alımının ve kullanımının pahalılığı ile sadece iş adamlarının bond çantalarında görebilirdiniz. Bu telefonun binlerce dolara satılma Aslına bakılırsa taşınabilirlik açısından sının yanı sıra , o telefonu alıp kullanması da telefonlar, bildiğimiz kablolu telefonlar iken bi- ayrı bir dertti. Malumunuz o zaman ülkemizde randa Cooper'ın tasarladığı telefona dönüşmedi. GSM adına hiçbir şirket bulunmuyordu. Ve bir Bu süreye gelene kadar belli aşamalardan geçti. hat satın almak neredeyse telefondan daha 1922'li yıllarda kadın çantası boyutunda bir da pahalıya mal oluyordu. Derken 1994 yılında cihaz, elde çanta gibi taşınıyor, kaldırımlardaki Turkcell kuruldu. Bir baktık ki bununla aynı
KABLOLU TELEFONDAN CEP TELEFONUNA EVRİM
zamanlara denk ; Nokia Türkiye pazarına giriş yaptı , Ericson zamanla küçük modeller üretti. Piyasada var olmaya başlayan rekabet ve talep sonucu telefon üreticileri telefonları artık daha uygun fiyatlarla pazarlamaya girişti. Ülkede iletişim adına gerçekleşen bu hızlı yatırımları gören Uzan Holding o zamanlar kendi gazetesi olan Star ile ''TOPLAM 30 KUPONA TELEFON' kampanyası başlattı. Bunu diğer gazeteler izledi. Böylece yavaş yavaş cep telefonları artık eskisi gibi lüks olarak değil, bir ihtiyaç olarak görülmeye başlandı. İşte gündelik yaşama ilk giren cep telefonu olan Ericson GH serisi bu zamanlarda birçok kişinin cebindeki, pardon kemerindeki yerini bu girişimler sonucu almıştı...
GENÇLERİN CEBİNDEKİ TEHLİKE
gesi'' anlamını kazanmış ve toplum ''telefon çılgınlığı'' denilen , bugün hala devam eden bu deli saçması hastalığana yakalanmıştır...
TELEFON KARŞITLARI
Cep telefonları toplumun büyük bir kesimi arasında hızlı bir şekilde yayılırken bir yandan da cep telefonu ile hayatımıza giren sanallıktan, radyasyondan ve israfçılıktan yakınan küçük bir kitle varlığını bu yıllarda hissettirmeye başladı. Bilim adamlarının araştırmaları ile gündeme gelen telefonun yarattığı kanser riski ve yaydığı radyasyon ülke gündemimizde büyük yer buldu. Diğer yandan cep telefonu sayısının artması ile artan baz istasyonları sayısı o günlerin popüler dizilerine, filmleri ve şarkılarına konu oldu.
Aile ve akraba ilişkilerinin büyük önem arz ettiği toplumumuzda cep telefonu ile gelen Cep telefonlarının yaygınlaşması ve sanallıktan yakınanlar da - tıpkı internet ile ucuzlaşması ile telefonlar sadece yetişkinlerin gelen sanallıktan yakınanlar gibi - orada buradeğil gençlerinde ihtiyacı olmaya başlamıştı. da, arkadaş ortamında, aile ortamında bunların Bu akımın başlamasına sebep olanlar kuşkusuz hayra alamet olmadığını, toplumsal yapımızı ; günü eşinin ve kız çocuğunun evden dışarıda zedelediğini söyledi durdu. Zamanla bu konu ile neler yaptığını merak etmekle geçen babalardır. ilgili kitaplar, filmler, diziler ve şarkılar ortaya 15 - 16 yaşlarına geldiklerinde kızlarına cep te- çıkı. Hatta o seneler ülkede hayli popüler olan lefonu alıp, kızların kabusu olan bu babalar, hem Grup Vitamin'in de bu konu ile ilgili Telefon ve sevilen hem de isyan edinilen babalar olmuşlar- Cep Telefonu adında iki çalışması olmuştu. dır. Zira babaları tarafından bir nevi özgürlükleri EN ÇABUK ESKİYEN TEKNOLOJİ kısıtlanan bu genç kızlar aynı zamanda babaToplum telefon çılgınlığına kendini kaptıra larının aldığı bu cihaz ile arkadaşlarına havada dursun, firmalar daha çok satış hedeflediklerinatabiliyorlardı. den, her geçen gün yepyeni özellikli telefonları 2000'li yıllara gelmeye başlandığında ise cep piyasa sürüyorlardı. 2001'de antensiz telefon telefonları artık toplumun herkesiminde kadın devri, 2003'de polifonik melodili telefon devri, - erkek , genç - yaşlı demeksizin ''sınıf göster2007'de internete bağlanabilen telefon devri
derken ülke nüfusumuzun yarısından fazlası iyi - kötü bir cep telefonu sahibi olmuştu... Fotoğraf ve video çekme, oyun oynayabilme, internete bağlanabilme özellikleri bir yana; kapaklı , dönen kapaklı, dokunmatik derken cep telefonu artık ''Dünya'nın en çabuk eskiyen iki teknolojisinden biri'' unvanını almaya hak kazanmıştı. (Diğeri bilgisayar) O kadar çabuk eskiyen bir teknoloji ki bundan daha birkaç sene öncesine ait (2004) bir ekşi sözlük entrisini gördüğümüzde tebessüm edebiliyoruz; ''Seneye bu zamanlar yaklaşık 2.5 mp'lik fotoğraf çekebilenlerinin piyasada olacağı söyleniyor ! .... kim bilir belki optik zoom'luları da çıkar , iyice şenleniriz... (ostralapitekus) '' (Alıntı : EKŞİ SÖZLÜK)
GÜNÜMÜZDE CEP TELEFONU
Cooper'ın 850 gramlık telefonunun yerini artık; 41 megapiksel kalitede fotoğraf ve Hd kalitesinde video çekebilen, renk çözünürlüğü 16 milyon olan, yüksek hafıza kapasiteli, internet erişimli ve fiyatı Motorolla DynaTac 8000'e nazaran çokta yüksek olmayan telefonlar aldı. İnsanlar artık telefonu bir iletişim aracından öte bir iş ve bir eğlence aracı olarak da kullanmaya başladı. Bol oyunlu, bol uygulamalı ve hızlı internet
erişimi olan telefonlar sayesinde insanlar artık bu küçük dünyada eğlenceli vakit geçirebiliyor, borsayı takip edip, şirket yazışmalarını yapabiliyor... Cep telefonları ile yaşanan böylesine hızlı ve etkili gelişimin insanlık için faydalı olup olmadığı hala tartışma konusu iken, dünya devi telefon üreticileri ve telekomünikasyon şirketleri insanlığa pazarlayabileceği yeni ve daha etkili fikirlerin, buluşların peşinde koşmaya devam ediyor…
Zaman Bankası
para kavramı hiçleşiyor. Edgar Khan “hepimiz işe yarar hissetmek Yüzyıllar önce insanlar takas yoluyisteriz” sözünden yola çıkılarak, dünyanın la alışveriş yaparken, Lidyalıların parayı 6 kıtasında, İngiltere, A.B.D, İsrail, İspanbulmasıyla olay değişir. Para, olayların ya, Portekiz, İtalya, Curacao, Slovakya, başlangıcı olarak kabul edilebilir. TicareGüney Kore, Çin, Japonya, Avusturalya gibi tin, savaşların, kimi zaman da hırsın… 33 ülkede uygulanmakta olan bir girişim: Birçok faaliyeti para olmadan gerçekZaman Bankası. leştirilemeyeceğini mi sanıyorsun, işte Zaman Bankasının çalışma stiline o zaman yanılıyorsun. Zumbara ile daha gelince; örneğin birine iki saat yardım tanışmadın demektir. Hadi gelin bizde bu ettiğinizde sizin de bankanızda iki saatlik bankanın bir üyesi olalım. birikiminiz oluyor. İstediğiniz şekilde bu Günümüzde değerli bir kavramın iki saati değerlendirebiliyorsunuz. Gitar hiçleşmesine tanık olacağınız bir site. Noçalmayı mı öğrenmek istiyorsunuz ya da polyon’nun bundan haberi olsa para, para, matematik dersinde yardım mı almak istipara demez zaman zaman derdi. Burada yorsunuz? Bunun gibi birçok konuda hem
www.zumbara.com yardım edip eğlenebilir, hem de kazandığınız zamanları ihtiyacınıza göre kullanabilirsiniz. Bizi Zaman Bankası ile tanıştıran Ayşegül Güzel. Sitenin söylemi ise; Kişiler arasında ilişki, karşılıklılık ve güven yaratarak daha insancıl ve katılımcı değerleri mümkün kılan sosyal bir değişime katkıda bulunmayı amaçlar. ihtiyaç anında hepimizin zamanı eşit değerde. Hayatta paradan daha önemli şeyler var, gerçekten sahip olduğumuz tek şey zamanımız. Farklılıklarımız bizi zenginleş-
tirir, benim sana, senin bana değil, birbirimize ihtiyacımız var. Ntvmsnbc : Bu Bankada Para Geçmez. International Youth Foundation : “Zumbara, dünyada umut vadeden ilk 20 sosyal girişim arasında” Fark Yaratanlar : "Zumbara, insanların sahip oldukları tek şeyin zaman olduğunu hatırlatıyor" Kalemsiz Dergi - Merve Aygün : Burada para kavramı hiçleşiyor.
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com
Sirk Hayvanı Olmak İster Miydiniz ?
Oktay Yenitürk o.yeniturk@kalemsizdergi.com
“ Kancayı batır ... Çığlığını duyduğun an dikkatini çekmişsindir. ” Tim Frisco (hayvan eğiticisi) bu cümleyi filleri nasıl eğitti sorusu karşısında cevap olarak kurmuş, bunu da aynı mesleği paylaştığı babasından öğrendiğini söylemiş. Biz de bu sayımızda sizlere biraz olsun sirklerin gerçekliğini anlatmak istiyoruz. Günümüzde sirkler insanları eğlendirmek ve daha çok çocukları eğlendirmek amaçlı kuruluyor. Ne kadar cambazlar, ilizyonistler gösterilerini sergilese de ön planda ‘eğitilmiş’ hayvanlar bir takım gösteriler sergiliyorlar. Hayvanların Yeri Sirk Değildir ! Bir sirke gidildiğinden hayvanların yaptığı gösterileri izlerken ağzımız açık kalabiliyor. Çemberin içinden atlayan kedigiller, çok akıllı maymunlar, eğiticisine sakal traşı yapan filler izledikçe bize mükemmel geliyor. Fakat sirk hayvanları nasıl eğitiliyor, bunun arka planında ne var hiç düşünmüyoruz. Ya da “hayvanın sirkte ne işi var yahu” demek aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Hayvanların kendi doğalarında, olması gereken şekillerde yaşaması şart. Fakat maddi amaçlı olarak hayvanlar kafeslere kapatılıp şehirler arasında yolculuk yapıyor, hatta ülkeler arasında yolculuk yapan ünlü sirklerin hayvanları dahil var. Bu da hayvanların özgürlüğünü kısıtlıyor. Ufak kafeslerde hayatlarını geçirmek zorunda kalıyorlar ve o kafesler hayvanların doğal ortamı değil. Fil, aslan gibi hayvanlar şiddetli davranabileceği ile ayakları zincirli halde hayatlarını sürdürüyorlar. Yavru hayvanlar ufak yaşta daha iyi eğitilebileceği için annelerinden uzak tutuluyorlar. Hayvanların emirlere itaat etmesi için eğiticileri tarafından yemekle ödüllendiriliyorlar ve bu da onların uzun süre aç kalmasına neden oluyor. Yavru hayvanların kaçmaması için zincir yerine ip kullanılıyor ve bu da hayvanların yaralanmasına neden oluyor. En fazla üzücü tarafı ise bu iş içinde veterinerlerin de olmaması ve hayvanların ölümlerinin kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleşmesi.
Eziyetli Bir Gösteri Anlayışı
Sirk hayvanlarının temel amacı ilginç hareketler ve gösteri yapmaları. Peki bunları doğal şartlar altında yapamaz iken sirkleri eziyet görmeden yapmaları mümkün mü ? Hayır değil. Karşınızda bir ayı olduğunu düşünün. Siz ona koş,git,gel gibi emirler veriyorsunuz. Çok büyük ihtimalde sizi dinlemiyor hatta başka bir şey ile ilgileniyordur. İşin içine şiddet girdiğinde hayvanın tüm dikkati sizin üzerinizde olacaktır. Sirklerde kullanılan ‘kırbaç’ ise bunun herkes tarafından görülebilecek bir gerçeğidir. Şiddet kullanmak yerine vücudu uyuşturucu ilaçlar da var ama bunlar da pek tabii ki doğru bir şey değil. Bunların yanında ayrıca dişleri sökülen hayvanlar ve ayakta durması için tırnakları yakılan filler de var.
Sirk Hayvanlarının Sonu
Sirk hayvanlarının işi bittikten sonra doğaya salınmıyorlar çünkü uzun süre eziyet gördükten sonra hayvanları serbest bırakmak çevreye zarar vermesine neden olur -haklı olarak -. Yaşlanmış, gösteri yapamayacak hale gelen hayvanlar kafeslerinden ölene kadar kitli kalıyorlar. Eğer bu olmazsa denek hayvanı ya da hayvan dolduran özel firmalara, kişilere satılıyorlar. Şimdi siz kendinizi sirk hayvanlarının yerine koyun ve böyle bir yaşamı ister miydiniz bir düşünün. Bir dipnot: Yunanistan, Bolivya,
Hindistan, Singapur ve İngiltere’de geçtiğimiz yıllarda devlet hayvan hakları aktivistlerin çağrısına destek oldu ve ülkelerinde sirklerde hayvan kullanımını yasakladılar.
LÖSEMİ
Özge ÖZGÜNER
o.ozguner@kalemsizdergi.com
Lösemi, halk arasında kan kanseri olarak da bilinmektedir. Kanın yapım yeri kemik iliğidir. İliğin içindeki kök hücreler kendilerine benzer hücreler oluşturur ve çoğalarak kana geçerler. Hücrelerdeki bu bozulmalar hastalığa yol açar. Löseminin çok çeşitli tipleri vardır; fakat genel olarak hepsinin ortak yanı çok sinsi olmasıdır. Dünya genelinde kanser hastalığının çok fazla arttığını görüyoruz. Her beş kişiden biri kanser adayı. Dünya Sağlık Örgütü bu sayının artacağını ve 20 yıl içinde 2-3 katına çıkacağını söylüyor. Vakaların 1 yılda 10 milyondan 20 milyona çıkması da söylemleri doğrular nitelikte. Türkiye'de her 1200 çocuk lösemi hastası olmaya aday ve her yaşta görülme olasılığı var. En sık çocukluk çağında 2-5 yaşlarında artmaktadır. 1 yaşın altında, 10 yaşın üstündeki yeni vakalarda tedaviye cevap azalmaktadır.
BELİRTİLER
• İştahsızlık • Kansızlık • Zayıflama • Eklem ağrıları • Burun ve diş eti kanamaları • Cilt altında kanamalar(kırmızı noktalar veya morarmalar) • Ateş • Sık sık enfeksiyonlara yakalanma • Basit bir demir eksikliği anemisi • Lenf düğümlerinin şişmesi ya da hassasiyeti Bunlar ilk gözlenen bulgulardır. Daha sonra hastalık ilerledikçe karaciğer ve dalak
büyüyor. Belirtiler başlangıçta hafi derek şiddetlenebilir. Yukarıda say tiler fark ettiğinizde doktorunuza LÖSEMİNİN NEDENLERİ Akut Lösemi İçin Risk Faktörleri • Sigara kullanma • Radyasyona maruz kalma • Benzene maruz kalma • Bundan önceki kanser tedavi • Bazı kan hastalıkları • Bazı genetik koşullar
KRONİK LÖSEMİ İÇİN R FAKTÖRLERİ • • • •
Yaş Cinsiyet Aile geçmişi Elektromagnetik alanlara ma
TEDAVİSİ
Genellikle uygulanan tedavi şunlar Kemoterapi- Kanser hücrelerini öld amacıyla, damardan ya da ağız yolu verilmesidir; bu yöntem, löseminin se her tipinde temel tedavidir. • Biyolojik tedaviler- Löseminin biyo etkileyen ilaçlardır; bazı lösemi tip interferon ve Gleevec kullanılmakt başka ilaçlar da geliştirilme aşama
fif olup giyılan belirbaşvurun.
ileri
RİSK
aruz kalma
rdır. dürmek uyla ilaç n neredey-
yolojisini plerinde tadır; halen asındadır.
• Radyoterapi- Kanser hücreleri yüksek enerjili ışınlarla öldürülür. • Kemik iliği nakli- Yüksek dozda kemoterapiden sonra, tedavi öncesinde hastanın kemik iliğinden ya da bir vericiden elde edilen sağlıklı hücreler, kemoterapi sırasında kaybedilen sağlıklı hücreleri telafi etmek üzere hastaya nakledilir. Başarılı tedaviden sonra kanserin tekrar ortaya çıkmadığından (nüks) emin olmak ve tedavinin kısa ve uzun dönemli yan etkilerini kontrol etmek için, lösemi tedavisi gören hastaların düzenli aralıklarla izleme muayenesi yaptırmaları gerekir. Ancak bu kemoterapi ilaçları, maalesef yalnızca kötü hücreleri etkilememekte, vücudumuzun iyi, faydalı hücrelerini de yok etmektedir. Bu nedenle, çocuklarımızın saçları dökülmekte, ağızlarında, bağırsaklarında yaralar açılmakta, halsizleşmektedirler. Yine, vücudumuzu enfeksiyonlara karşı koruyan savunma hücreleri de ilaçlarla yok edildiğinden immün sistem yıkılmakta, en ufak bir mikrop, hastalık etkeni dahi tüm vücuda yayılıp ağır
ateşli enfeksiyonlara neden olmaktadır.
LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VE AİLELERİNİN PROBLEMLERİ:
1. Toplumun bu çocukların iyileşme şansının olmadığını düşünmesi 2. Okuldan uzak kalma 3. Arkadaşları tarafından dışlanmak 4. Maske yüzünden hastalığın bulaşıcı olduğunun düşünülmesi 5. Çocukların sosyal etkinliklere katılamamaları 6. Çocukların sevdikleri yiyeceklerden uzak durma zorunluluğu 7. Kan bulamamak 8. Parasızlık 9. Hastanede çocuklarına refakat etmek isteyen ailelerin iş yerlerinden çok sık izin almaları sonucu işlerine son verilmesi
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi