Y覺l : 2 - Say覺 :15
Editörden
Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları, iki aylık bir aranın ardından yeniden sizlerleyiz. Bu ayrılık beklediğimizden de uzun sürdü. Bizler sizi çok özledik. Dilerim sizler de Kalemsiz’i özlemişsinizdir. Bu uzun süren ayrılık boyunca yeni sayımız için çok çalıştık, çabaladık. İnşallah sizlere beklentilerinizi karşılayan bir sayı hazırlamışızdır. Bu uzun soluklu ‘ara’da bizle yine çok güzel işlere imza attık. Bunların başında bu yıl üçüncüsü düzenlenen Türkiye Dergi Fuarı var. 19-23 Aralık tarihlerinde düzenlenen fuara Kalemsiz Dergi olarak ilk defa katıldık. İlk defa katılmamıza ve fuarın tek e-dergisi olmamıza rağmen çok büyük bir ilgiyle karşılaştık. Misafirlerimiz dergimizle çok ilgilendiler. Nasıl, ne zaman kurulduğumuzu ve ne tür bir oluşum içerinde olduğumuzu sordular. Bizler de dilimiz döndüğünce soruları cevaplandırmaya çalıştık. Beş gün süren fuar boyunca neler yaptınız diye aklınıza sorular geliyordur. Hemen anlatayım. Trt Haber’de yayımlanan Bu Ülke programıyla ve Kon Tv ile röportaj gerçekleştirdik. Ayrıca Ülke Tv’de yer alan Meksika Sınırı programında dergimizin tanıtımı yapıldı. Beş gün boyunca bizleri hiç yalnız bırakmayan dergideki arkadaşlarımıza, bizleri fuarda yalnız bırakmayan misafirlerimize ve dergi fuarında görev alan tüm arkadaşlara Kalemsiz Dergi olarak teşekkür ederiz. Gelelim yeni sayımıza. Shi serüvenine devam etmekte. Çocukluğumuza dönelim. Gelin göz atalım Seksek’e. Melek Ece Yaparel ve Çiçeği Burnundalar…Bakalım bu ay hangi kanayan yaraya yolculuk ? Yiğit
Ata özletmişti kendini. Neden Sebep ile hasreti gideriyor. Türkiye Dergi Fuarı’nda neler yaşadık ? Gelin bizden dinleyin bizim hikayemizi. Yeşilçam ile büyüdük hepimiz. Peki Yeşilçam ülkemizde nasıl böyle sevilir hale geldi ve hangi dönemlerden geçti biliyor muyuz ? Yeşilçam Sokağı yeni sayımızda sizlerle. Her daim gündemde yerini koruyan bir sorun. Sokak Çocukları…Onları anlamamız gerek. İşte yine dolu dolu bir sayı ile sizlerleyiz. Keyifli okumalar. Kalemsiz Dergi yeni sayısına kavuşuyor bu ay. İki aylık süreç biraz zor olsa da üstesinden gelmeyi bildik. Çünkü bizler biliyorduk ki arkamızda güçlü bir okuyucu kitlesi var. Onların bizden beklentileri var ve biz burada üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeliyiz. Artık daha güçlüyüz. Daha çok tanınıyor ve okunuyoruz. Bu güzel günlere hep beraber geldik, beraber de devam edeceğiz büyüyerek. Kalemsiz Dergi, karlı bir dağın zirvesine yaklaşıyor. Bu zirveden sonra büyük bir kar kütlesine dönüşebiliriz. Her metrede daha da büyüyerek yoluna emin adımlarla devam edecek. Yeter ki sizler bizi yalnız bırakmayın. Yeni sayılarda görüşmek üzere. Esen kalın…
Sevdanın yalnız fiil hali var. O da özlemek…
Edebiyat->
‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ İçinde, okuduklarına karşı doymamış bir şeyler olmalıydı ki, elindeki bu silik kopyayı ikinci kez okumaya başladığında heyecanının azalmasını istemedi. Yatağında oturmaya devam ederken, gözlerini sayfadan ayırmadı. ‘’Kendi dünyamızın sınırlarını sadece yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan,’’ Diğer cümleye geçiş oldukça anlaşılmaz görünüyordu ve belki de sırf bundan dolayı elindeki kâğıdı yatağın üzerine bırakıp kahve hazırlamak için mutfağa girdi. Fincanın içini kahveyle doldurdu ve su kaynarken kaşlarını yukarı kaldırarak sıkılgan nefesler verdi. Sıcak suyu kahvenin üzerine döktü, içindeki kaşıkla birkaç kez karıştırdı ve oracıkta iki yudum aldı. Odasına döndüğünde yatağa oturmasıyla kâğıdı yakalaması bir oldu. Okuduğu son cümleye kahvesini ikinci kez yudumlamadan önce göz gezdirdi ve hemen ardından fincanına bakıp; ‘’Hey, içerideki balıklar, hadi, yukarıya doğru yüzün! Bize anlatacak şeyleriniz olmalı!’’ dedi ve gülümsedi. ‘’bu edep dudaklarımızı memnuniyetle mühürler…’’ Devam eden cümleyi okurken kahvesinin son yudumu boğazından geçiyordu ve nedense kendini kahkahalar atan ayyaş biri gibi hissetti. Kahve fincanı, dev bir bira bardağına; yatağı, hırpalanmış ahşap bir
masaya dönmüştü. Okudukları, onlarsa masum olan diğer şeyleri temsil ediyordu… Fincanını mutfağa bırakıp üst üste yığılmış, yıkanmayı bekleyen bulaşığa baktı. ‘’Tamam,’’ dedi. ‘’Yarın yıkanıyorsunuz, anlaştık.’’ Ardından yüzünü yıkadı, aynaya baktı, yanaklarını parmaklarıyla yukarı-aşağı oynattı. Okuduklarıyla oyalanmaya devam ediyordu; bir şeyler anlamış mıydı, sindirmeye mi çalışıyordu, yazanların içinde henüz göremediği şeyler olduğundan mı yeniden okumak istiyordu işaretli yerleri? Yarının mesaisi, güneşi ve bütün bunlarla birlikte geleceğe dair bir cezbe… Başını yastığa böylece koyarken rüyasında onu nelerin beklediğini tahmin edebilir miydi? Yastıklarımız içindeki bir düğmeyle küçülüp cebimize girse neler olabilirdi? Uyku saydam, sıcak ve yalın örtüsünde, dünü, bugünü, yarını ve sinenin gizlisiyle üzerindeydi artık. Gözlerini bu aleme açalı aslında epey olmuştu. Ancak bilmediği bir hızla karşısında onu gördüğünde her şey daha gerçek oluvermişti… Gözleri birden gümüş kesilmişti, ay gibi… Suskundu ve kollarında öylece duruyordu. Yüzüne bakakalmışken ses onu yeniden ziyaret etti. ‘’Aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun? Sadece bir adımla gel,’’ Aldırmadı, ona bakmaya devam etti, elini yüzünde gezdirirken kollarından yavaşça yükselmeye başladı. ‘’yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan. Masalın aslına ayak bas,’’ Ses devam ediyordu, o tanıdık, kararlı ses... Ondan bir şey mi istiyordu? Yoksa bir şey mi göstermeye çalışıyordu? Belki ikisi de değildi veya aklına gelmeyen başka bir şey olabilir miydi? O yükselmeye devam ederken ışık kayboldu, başını ardından yukarı kaldırdı. Gördüğü, karanlık, zifiri gıyap… ‘’sonsuz boşluğu umut edinen sizler… Işığına uyan, uyan!’’ Devam edebilir…
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Hayatın
25.
Karesi Anahtarı çevirirken arkamda onun hızlı soluk seslerini duyabiliyordum. Heyecanlıydı. İlk defa mı yapıyordu acaba? Apartman koridoru karanlıktı. Ben anahtarı çevirirken onun arkamda hızlı soluk alış verişini duyabiliyordum. Dönüp bakınca korkup hemen nefesini tuttu, gülümsedim. Gerekmedikçe konuşmuyordu fakat gülümsememde bir mana sezmişti. «Ne oldu?» «Çok şirinsin dedim» kapıyı iterken. «Normalde senin gibileri kabul etmem ben, standartlarımı yükseltirsiniz. Ertesi gün bir bürokrat vücuduna alışmak kolay olmaz sizin gibilerden sonra» Cevap vermedi, iltifatım hoşuna gitmek ile beraber birazcık rahatsız etmişti. Konuyu, sesi titreyerek dakikalardır aklını kurcalayan bir soru ile değiştirmeye çalıştı. «Acaba… Senin şeyin yok mu?»
«Neyim?» «Şey işte… Menajer.» Bu iş için kullanılabilecek en kibar kelimeyi bulmuştu. Nasıl bir aile terbiyesi almıştı bu çocuk? Potansiyel bir İstanbul beyefendisi… «Hayır bir pezevengim yok» dedim yüksek ses ile. «İhtiyacım da yok. Ayrıca kibar kelimeler kullanmayı da bırak. Ben bu işi yapıyorsam ve utanmıyorsam, sen bugün karşımdaysan ve utanmıyorsan ikimizin de şifreli konuşmasına gerek yok.» Soruyu sorduğuna pişman olmuş gibi oldu. İçeri girdi ve ardından kapıyı kapattım. Odam fazlası ile derli topluydu her zamanki gibi. Duvarlardaki çatlakları gizlemek için dört bir yanı kaplayan film afişlerim, karşı duvarı kapatan kitaplığım ve çalışma masasının üzerinde dağınık duran tomar tomar kağıtlar ona baya ilginç gelmiş görünüyordu. Güldü, «Çalışma masası olan bir şey görmemiştim daha önce.» «Ne görmemiştin?» Diye tersledim hemen. «Tamam, şifreli kelime yok. Hayat kadını.» «Aferin» dedim. Sessizlik oldu. Zaten ben bozmazsam o sessizliği onun ağzını açacağı yoktu. Üstelik bu durumdan hoşnut görünüyordu. Perdeyi ve camı açtım. Haziran esintisi odayı doldurdu
«Ee şimdi anlat bakalım. Neden buradasın?» Masanın üzerinde üstünkörü incelediği Boris Vian kitabımı yerine bıraktı ve yüzüme baktı. Ben de karşılık olarak üstümü çıkardım, tenimin pürüzsüzlüğü şaşırtıcı bir biçimde onu pek etkilememişe benziyordu. «Neden mi geldim?» Anlamamış gibi bir hali vardı. «O anlamda değil…» «Bak şimdi. Sekiz senedir bu işin içindeyim ben. Ve bu sekiz senede insanlar hakkında öğrendiğim bir şey varsa o da buraya gelenlerin ikiye ayrıldığıdır. Bedenini tatmin etmek isteyenler ve ruhunu tatmin etmek isteyenler… Sen hangisisin?» Duraksadı… Muhtemelen yalan söylemeyi düşünüyordu ama yapmadı. «Bedenimi tatmin etmeye ihtiyacım yok benim.» «Aynen öyle. Her akşam seni One night stand olarak koynuna alacak onlarca kadın var Taksim sokaklarında.» «Hayır» dedi. Utanmıştı. Üstüne gidip onu iltifat sarhoşu yapmak istiyordum. Kıvama gelmesi gerekiyordu. «Fazla yakışıklısın dedim. Kızların kurbağaları öptüğünde sana dönüşmesini bekleyeceği kadar hem de.»
Yine sustu. «Peki öyleyse» diye devam ettim. «Madem amacın ruh tatmini, o zaman da üç ihtimal var.» Nedir onlar der gibi suratıma baktı. «Ya eşcinselsin, ya fazla içine kapanıksın, ki bu bence en yüksek ihtimal, ya da aldatıyorsun.» Üçüncü ihtimalde gözleri hemen gözlerini kaçırdı. Konuşmasına fırsat vermedim. «Aldatıyorsun demek.» «Hayır» «Neden? İntikam için mi yoksa? O da seni aldattı mı?»
Bunu neden yapıyorsun der gibi uzun süre gözlerimin içine bakıp yüzünü ekşitti. Kapıyı kilitlememiş olsam bir anda odayı terk edip gideceğinden şüphelenebilirdim, ancak anahtar bendeydi. Çok fazla üstüne gitmiştim, ortamı yumuşatmak lazımdı. Ağzımı açmaya niyetlendim ancak susturdu beni. «Hayır ben aldattım.» Saçma bir sebepti, devam etmesini bekledim «Ben aldattım… Bunu senin anlayabileceğini sanmıyorum ama. İki buçuk senedir tamamen saf duygular ile aşık olduğum ve bağlandığım biri var hayatımda. Hani senin gibi birine nasıl tarif ederim bilmiyorum ama ben o kızı cennetten inmiş kadar saf duygular ile sevdim. İki yıl boyunca elini tutmaktan ve yanağından öpmekten başka bir şey yapmadım. Fakat ne var ki zaman geçtikçe insanın ilgisi de farklı yönlere kayıyor. Şefkatin yerini değersiz tensel arzular alabiliyor. Ve her ne kadar bu başta ilişki için bir itici güç gibi görünse de zamanla üzerimizde büyük bir yük haline geliyor. Ben, bir kere bir hata yaptım ve ilişkimize cinselliği soktum. O günden beri de aramızda problemler asla son bulmadı. Bu aralar ayrılmak üzereyiz» Karşı çıkacaktım, aşkın cinsellik ile bir bütün olduğunu söyleyecektim ancak
beni baştan uyarmıştı sen anlamazsın diye. Haklı olabilirdi. Bahsini ettiği şeye fazlasıyla inanmış görünüyordu. Sanırım o bahsettiği duyguları ben on beş yaşında kaybetmiştim. «Peki burada ne işin var o zaman?» «Madem çıkarım yapmayı çok seviyorsun sen söyle o zaman. Burada ne işim var?» Duraksayıp ihtimalleri düşündüm. «Ya cinselliğine karşı koyamıyorsun artık, ihtiyaçlarını biriciğinde gidermek yerine bende göreceksin işini, ki sebep bu olsaydı ruhsal tatmin olmazdı, fiziksel tatmin olurdu. Ya da, beni hayatının en iğrenç yerine koyarak, bu akşam benden sonra gidip tuvalet köşelerinde ağlayarak biriciğini yeniden yüceltip onu saf duygular ile hatırlamaya çalışacaksın.» «Yaklaştın» dedi. Devam ettim. «Ama nafile olduğunu bil velet. Sizin o cennetimsi şefkatinize kanser bulaşmış artık. Eğer olaya bu açıdan bakmaya devam edeceksen eğer, sen ne yaparsan yap, bir türlü gözünün önünden o mutluluğun doruklarındaki yüz ifadesi, seni bir mutluluk öznesi değil de mutluluk objesi olarak gördüğü bakışları kaybolmayacak. Üzgünüm ama gerçek bu»
Çok saçma bir şey demişim gibi güldü, aşağılandığımı hisseder gibi olmuştum. Sen ne anlarsın ki aşktan? Ben ne anlarım ki aşktan… Bu lafı normal birinden duymuş olsam ona birazcık geçmişimden bahseder, saatlerce tartışmada boğardım fakat bu çocukta garip bir şey vardı. Bir tür dominantlık diyebilirim. Ona hükmetmeme bir türlü izin vermiyordu. Tartışmayı sürdürmek yerine ışığı kapatıp yanına gittim. O kitap masasının yanında fazlasıyla çekici görünüyordu. Bana pişmanlığın bazen aşktan daha etkili bir duygu olabileceğini gösteren çocuk…
Ahmet Duhan Yassa
a.yassa@kalemsizdergi.com
SEKSEK Her şeyin sıradan olduğu, gülüşlerin sıradan, dertlerin sıradan, yediğin ekmeğin bile yavan olduğu bir günde çayını yudumlarken gelir ela gözleriyle. Geçen bunca zamana, eskitilen aşklara rağmen dolar gözlerin. Yine içinde bir yerlerde dalgalar vurur kıyılarına. Geç kalınmış masum bir itiraf düşer aklına. Bisikletin pedalına yetişmeye çalışırken onu gördüğün günü hatırlarsın. Önünden geçerken dik durmaya çalışmanı, sırf ona yakın durabilmek için kızlarla seksek oynadığın zamanı hatırlarsın. Ya da… Ebeleme oynarken hep en sona onu bıraktığın, dersi dinlemek yerine saçındaki örgüleri ezberlediğin gün canlanır gözlerinde. Hep bir gün o saçların senin omzuna döküleceğinin hayaliyle avutursun kendini. Hep yarın dersin, aksilikler ardın sıra gelir gibi hissedersin. Bahanelerin hiç tükenmez, saatlerin senelere dönüştüğünü fark edene kadar. Evet, geç kalınmıştır. Her şey değişmiş, saçlarındaki örgüler bile gitmiş, bir tek gözleri kalmıştır geriye. Kim bilir kaç kişi o gözlere sahip olmuş, kaç kişi değerli görünmüştür o gözlere. Senin tercihlerin uzak bırakmıştır ikinizi. Her sabah aynı güneşe farklı dünyalarda “Günaydın” demişsinizdir. Her gece farklı sokaklardan geçmiş, farklı kafelerde çay içmiş, başka gözlere bakmışsınızdır. Ama üstünden geçen her aşkı onunla aldatmışsındır. Her sevgilinde onun gözlerini aramış, sırf onun gibi güldüğü, onun gibi yürüdüğü için gitmişsindir başka bedenlerin arkasından. O ise habersizce selam vermiştir bunca yılın hatırına. Özlemin kelime kelime dökülür yüreğinden, ama sen “O” anı beklersin hep. Cümlelerle savaşırsın saatlerce. Sonra… Sonra yine geç kaldığını anlarsın. Başka sevdalarla oturmuştur o masaya, gözleri yine farklı bakar sana. Kadere küfredersin, gözyaşların içinde bir yerlere akmaya başlar. O bisiklete binen çocuk boğulur dar sokaklarında. Sen içinde bir yerlerde öldürürken seksek oynayan kızı, o masadan kalkmaya başlamıştır bile. Sen de kalkarsın. Basit bir “Hoşçakal”dır layık gördüğü, sesini çıkaramazsın… Yürümeye başlarsın yine o sahile doğru. Sonra cebinde ona yazdığın şiiri fark edersin. Çıkarıp son bir kez okumaya niyetlenirsin. Hani bir umut vardır içinde, belki onu götüren vapura kadar ulaşır sesin. Yarısında tükenir sabrın, vazgeçersin. Yakmak gelir aklına, yakıp savurmak. Gittiği yerdeki sularda görür belki dersin. Yakıp atarsın sende, yakıp atarsın…
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Hâl-i lâl Kışları soğuk, karlı; yazları sıcak, kurak bir doğu köyü. Köyde bir öğretmen. En büyük aşkı; hayat arkadaşı. Diğeri ise eğitim aşkı. Zor gelmiyor bilmediği yollardan geçmek; yanacak bir mum elbet. Görülecek aydınlık. Geldiklerinde köye, yeni evlerine; tahta bir çitin kapısı karşılıyor onları, bir yanı kırık; oturtulamıyor bir türlü yerine. Ev; derme çatma, kerpiçten, bahçesi kocaman; her yanı çimen. Papatyalar serili yerlere. Bir erik ağacı çarpıyor göze, bir de elma; ikisi de yapraklarıyla vedalaşmakta. Hafifçe esiyor rüzgar saçlarını okşamak için gelenlerin. Etraftaki tek gürültü keyifli doğa sesi oluyor. Evde yapılacak iş çok; duvarlar-çitler boyanacak, bahçe düzenlenecek, tahta pencereler yenilenecek, akıtan çatı onarılacak... Hepsi sıkı bir çalışmayla tamamlanıyor. Sıra okula geliyor; sınıf tozlu, sıralar eski. Tüm öğretmenler, köylülerle beraber, zımparalayıp cilalıyor sıraların her birini. Duvarlar da boyanıyor elbette; altı koyu maviye, üstü açık. Havalar erken soğuyor. Soba kurmak meşakkatli iş. Önce soba boruları temizleniyor. Sonra eve taşınıp her birinin katkısı ile soba salondaki yerine kuruluyor. Günde iki kova odun-kömür, gazete ve çıralarla tutuşturuluyor. Zor iş; çok uğraştırıyor. Ama yandığında, önce kendini ısıtıp sonra sıcaklığını etrafındakilerle paylaştığında, ateşin çıtırdattığı odun sesleri öyle keyifli oluyor ki; yanı başında durunca tüm uğraşını unutturuyor insana.
Akşam olunca tüm ev ahalisi salondaki yerlerini alıyor. Sobalı ev, malum; tek oda iyi ısınıyor, diğer odalara gitmek cesaret istiyor. Soğuk girmesin diye salon kapısının altına havlu sıkıştırmak da ihmal edilmiyor: Kısmi yalıtım sağlanıyor. Ufak, tüplü bir televizyonları var; rüzgarda karıncalanıp cızırdıyor, mütemadiyen antenin düzeltilmesi gerekiyor. Kumandasının arka kapağı yerine oturmuyor, Öğretmen onu sıkı sıkıya bantlıyor hep. Elektrik sık sık gidiyor, bazen saatlerce geri gelmiyor. O yüzden en ulaşılabilir yerde bir mum bulunduruluyor; sonraki adım ise fitilli gaz lambasına ulaşmak oluyor. Elektrik her gittiğinde, iki küçüğü evin, saklambaç oynuyor. Öyle güzel eğleniyorlar ki, anne-baba bile bazen onlara katılıyor. Sobanın üzerinde hep bir çaydanlık kaynıyor. Bazen suyu hafif taşıyor, hemen buharlaşıyor. Sobada pişen çayın lezzeti bir başka oluyor. Bazen kestane ya da ekmek kızartılıyor, bazen patates közleniyor altındaki haznede, hatta çorba bile pişiriliyor üzerinde. Hiçbirinin tadına doyulmuyor. Çocuklar mandalina kabuklarını sobanın üzerine atıp izliyor: Kabuklar yavaşça kızarıyor; yanıyor; evi büyülü bir koku sarıyor. Çoğu zaman sobanın yanındaki sedirde uyuyakalıyor bu küçükler. Kıyamıyor babaları pembe yanakları yüzünden; yatağa taşınıyorlar, sıkı sıkı örtülüyor üzerleri. Yanaklara öpücük unutulmuyor, bazı geceler ise doğaçlama masallar eşliğinde uyutuluyorlar.
Kimi zaman etrafı bilinmez, esrarengiz bir sis kaplıyor. Dört ay boyunca inatçı kar hiç kalkmıyor. Böyle olunca evlerin bahçesindeki kardan adamlar da artık aileden görülmeye başlıyor. Bazılarının kolları ağaç dalından, düğmeleri taştan, atkı-şapkaları da eksiksiz. Havuç burunları ertesi güne kalmadan yeniyor bir küçük tarafından, yapacak bir şey yok. Mahallenin tüm çocukları sanki aynı aileden, öyle iyi bakıyorlar ki birbirlerine. Bazen biri kızıp taş da atsa diğerinin arkasından, kıyamıyorlar ağlayanlara. Ağlarken de baloncuklar oluşuyor burunlarında, anne-babalar hep gülüyor bu hallerine onların. Bazen sakinleşiyorlar ağladıklarını unutup, ama tekrar hatırladıklarında etraftakileri büyük çığlıklar selamlıyor. Çoğu zaman istediklerini alamıyorlar ama, memnun olmayı biliyorlar daha bu yaşta. Yan komşudan sıcacık tandır ekmeği alınıyor, öbüründen çift sarılı yumurta, bir diğerinden süt; tereyağı. Evde de köy peyniri yapılıyor, tarifi komşudan alınan. Kahvaltılara da doyum olmuyor vesselam. Mahallenin sürekli akan çeşmesinden kovalarla, ibriklerle, leğenlerle sürekli su taşınıyor evlere. Çocuklar leğenlerde; sobada ısıtılmış suyla yıkanıyor her pazar. Su çok ısınmış olunca her biri ağlayıp nazlanıyor. Saçlar sobanın sıcaklığıyla kurutuluyor. Mükafat olarak közlenmiş mısır onları bekliyor. Köyün yaşlılar heyeti kahvehanede toplanmış. Hepsi olayları el hareketiyle adeta baştan yaşayarak anlatıyor uygun ses tonunu bir türlü ayarlayamadan. Çoğu hiddetli, zamanın değiştirdiklerini, götürdüklerini kabullenemiyor. Yüzlerinde yılların bikrimi, kaşlarının hareketinde bilgeliğin izleri. Elleri ne işler yapmış, ne günler görmüş ki nasırlarla kaplanmış her birininki.
Çarşamba günleri köy meydanında pazar kuruluyor. Öğretmen okuldan çıkıp ancak akşam pazarına yetişebiliyor. Evin küçük oğluna pazar yeri hep ilginç geliyor. Pazarcıların sözlerini duyunca keyiflendikçe keyifleniyor: -Her yerde var, böylesi yok! -Benim adım Deli Bekir, beğenmezsen geri getir! -Pattis soğuaaan! -Kilo üç miliyoon! Günün kalan kısmını onları taklit ederek geçiriyor. Sonra yine sedirde uyuyakalıyor. Köyde her şey el yapımı; hepsi ayrı ayrı özenilmiş, hepsinin ruhu var. El yapımı tahta merdivenin ağaç dalından basamakları yontulmamış bile; öylece bırakılmış. Tahta masa-sandalyeler gelen tüm misafirleri ağırlıyor. Hepsi sıcacık, seri üretimin soluk ve soğukluğundan uzak; hepsi tek, eşsiz ve benzersiz; ışıl ışıl. Meyveyi ağacın dalından koparıp yemeye eşit bir zevk yok, doğallığa ancak bu yolla doyulabiliyor. Öğretmen köyde birçok çocuğa okuma-yazma öğretiyor özenle. Bir sürü güzel anı biriktiriyor aralarında. Her birini ayrı ayrı sevip, ayrı ayrı ilgileniyor yaşamlarıyla. Fakat gün geliyor, gitmesi gerekiyor köklerinin olduğu yere. Ama o köyü hiç unutmuyor; umut dolu bakışlarını çocukların, mis gibi kokusunu ekmeğin, samimiyetini insanların; hiç unutmuyor. Ve özlem duyuyor bazen her birine, plan yapıyor hep; belki bir gün gidebilirim diye. O gün hep bekleniyor, gelmeyecek olsa bile.
Canan Topçu
c.topcu@kalemsizdergi.com
Kadıköy, Üşümek
ve Ezgi
Neden bilmiyorum ama Kadıköy bana her zaman için Ankara’yı anımsatmıştır. Tam bir başkente yakışacak kadar ciddi ve ruhsuz binaları, araya vitrin niyetine serpiştirilen üç beş tarihi eseri; arka sokaklarındaki duvarlarında ölümüne savunulan siyaseti ve içine hafifçe Anadolu ruhu üflenmiş bar ortamları ile Ankara’nın bir boyut küçültülmüş hali gibi gelir bana Kadıköy. Üstelik her zaman en az Ankara kadar üşütmüştür o semt beni. Bilmem, belki de üşümemin sebebi o Anadolu göçmenlerinin o İstanbul modernizmine açılan kapısı olarak gördükleri semte kattıkları yabancılıktır. Bilemiyorum. Ya da çocuğuna kızan baba edasında kaşlarını çatarak sokaklara bakan o suratsız binalar da olabilir. Belki de. Kim bilir… Neyse, sonuç olarak bugün yine Kadıköy’deyim ve yine üşüyorum. Allahın cezası Kadıköy yine aynı… Etrafıma bakınıyorum. Solumda rıhtım, sağımda akıp giden anlamsız hayatlar var. Hava daha önce gördüklerim kadar soğuk değil belki ama yine de titretiyor beni, daha çok heyecandan olsa gerek. Arkamda Simit Sarayı yükseliyor. Geçen sene Ezgi ile birlikte defalarca kahvaltı yaptığımız, buluşacağımız zamanlarda da ikinci katına, balkonuna çıkarak Ezgi’nin uzaktan, otobüsten inerek yanıma gelişini izlediğim o kontamporen kıraathane. Önümde ise bir otobüs durağı var. Bakıldığında tasvir edilme hevesi bile uyandırmıyor insanın içinde. Öylesine ruhsuz, öylesine yozlaşmış görünüyor ki her şey, tüm cadde insanların yabancılıklarını sergiledikleri bir podyuma benziyor uzaktan. Bu manzarayı daha fazla görmek zorunda kalmamak için sokak çıkışına bakıyorum. Ezgi’nin her an kendini göstermesini beklediğim kalabalık sokak çıkışına… «Abi acaba bi tane fazla sigaranız var mı?» Yan tarafımdan gelen bu soru ürkütüyor beni. Gözlerimi uzaklardan alıp önüme getirdiğimde fark ediyorum. Bir çocuk var karşımda. Anlamsız bakan gözleri, sivri favorileri, çakma polo montu ilk bakışta dikkatimi çekiyor,
ama o kadar. Daha fazla incelemiyorum çocuğu, yargılamıyorum da. Umursayacak durumda değilim çünkü. Ağzımı açmadan kaşlarımı yukarı kaldırarak yok diyorum bir an önce başımdan savmak için. O anda aynı dünyadan bile olmadığım bir insan ile konuşmak bile fuzuli geliyor bana. “Yok mu? Peki abi.” Israr etmesini bekliyorken bu kadar çabuk kabullenmesi elbette şaşırtıyor beni. Tekrar çocuğa bakıyorum. Tahmin ettiğimden büyük olduğunu o zaman anlıyorum, neredeyse benim boyuma yakın uzunlukta. Arkasını çoktan dönmüş, birkaç metre ötede kendisini bekleyen arkadaşının yanına gidiyor hızlıca. Arkadaşı da bir ona bir bana gülerek bakıyor. Dudaklarından okuduğum kadarıyla içlerinden küfrediyorlar bana. Ama bunu da yargılamıyorum. En ufak bir tepki vermiyorum çünkü tepki verilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu birazcık küfür dediğimiz kavramın varlığının saçmalığına inanmamdan ileri geliyor. İnsanların önce birkaç kelimeyi yasaklayıp sonra onları kullanarak kendilerini tatmin etmelerine anlam verememekten. Birazcık da küfür etmenin o çocuk için asla bir anlam taşımadığını bilmemden. O çocuk için günaydın der gibi naber der gibi günlük birer nidadan farksız küfürler ve ben bunu anlayabiliyorum sanırım. Çocuk uzaklaştıktan sonra dikkatimin dağıldığını fark edemiyorum. O daracık sokak çıkışında aradığım sureti unutup yere eğiyorum başımı. Gördüğüm tek şey, tertemiz kaldırım taşları belki fakat düşündüğüm şey taşlar değil. İçime enjekte olan umutsuzluğun etkisi ile Ezgi’yi bugün de göremeyeceğim ihtimalini düşünüyorum. Eve dönmek için vapura binince oluşacak olan hayal kırıklığına hazırlıyorum şimdiden ruhumu. Ve Ezgi deyince otomatik
olarak aklıma şu anda bulunduğum Kadıköy geliyor, sonra onu başka bir canlı hatıra takip ediyor. Ortaköy’deki evimin yokuşunu el ele gülerek inişimiz bir flaş gibi patlıyor aklımda. O yüzü, o ne bulduğumu hala bilmediğim çekici bakışı ve kahkahaları… Sevginin yapay doruklarına ulaştıktan sonra hissettiğimiz o yapay mutluluk ile birbirimizin elinden utanmadan tutuşumuz ve onun o yüzünde gördüğüm şefkatin kaybedilişi. Bugün birlikte değilsek birimiz yanlış yapmış olmalı. Hayır yanlış yaptım! Bunu sesli söylüyorum elimde olmadan, önümden geçen çilekeş temizlik görevlisi suratıma bakıp deli olduğumu düşünüyor. Yanlış yaptım! Sırtıma binmeye çalışan sorumluluktan kaçmıyorum. “O kaybetmedi o şefkati ben kaybettim. Ben kaybettirdim. O dümdüz kumral saçlarını arkaya atarken yanağından öpüşümün saflığını vücuda duyulan şeytani ilgi ve merak ile aldatan bendim.” Suçluyum. Cezam da özgürlüğümün elimden alınmasından başka bir şey değil, er ya da geç yaşayacağım bir şey. Bugün Kadıköy’e gelmemin, ayaklarım tarafından zorla getirilmemin de bir suçluya ölümünden önce giyotin göstermekten bir farkı yok. Her ne kadar ölüm korkutmasa da beni idamın kendisi korkutuyor sanırım. Ezgi’ye, o asaletine bağlandığım kadına duyduğum sevginin ördüğü paranoyak kabukları kırıp aşkın merkezine ulaşmayı başarırken ölmek. Tek kelime ile… Kaderin sadistliği.
Ahmet Duhan Yassa
a.yassa@kalemsizdergi.com
Bekledim... Kaç gün, kaç ay, kaç yıl olduğunu bilmeden bekledim bir başıma. Belki “O”ydu kaçtığım, belki de “Onlar”. Ama beklediğim biri yoktu gerçekten, hayallerim yoktu. Bir kaç tesadüf müydü bunu bozan, yoksa kader miydi bilemedim. Ama gecenin bir yarısı sokak lambaları bile bir bir sönerken, bir “Merhaba”yla aydınlandı odam. Sonra toz tutmuş sakallarımdan kurtuldum önce, masamda biriken şişeleri bir bir çöpe attım. Eski radyomu onardım bir güzel, seni anlatan şarkılar dinledim. En sevdiğim gömleğimi ütüledim sabahın köründe, çekmecenin derinliklerinden parfümümü çıkardım. Bir tek cesaretim eksikti yanına gelirken, onu da cebime koyduğum kalemimden aldım. Hala geçen günleri takip etmediğimi fark ettim az önce, çünkü ne günler umurumda ne yıllar. Artık bir tek sen varsın takip ettiğim. Mesela dün günlerden senin olduğun bir gündü, bugün olmadığın bir gün, iki gün sonra yine senin olacağın bir gün. Takvimim iki ihtimalli artık yanımda olduğun günler ve uzak kaldıklarım. Yanımdayken öyle işlemişsin ki içime, hayal etmek zor olmuyor artık uzakken. Hani ellerinden maskeler yapıyorsun ya utandığında. Duyduğun her güzel sözde masum bir gülüşün oluyor ya gizlice. Kaçırıyorsun ya ellerini her şeyden, benden. Gözlerine her bakışım da İstanbul’un başka bir duvarını inceliyorsun ya çekinerek. Sana her gelişim de aynı istekle bekliyorsun ya beni saniyelerle içli dışlı. İşte her gece boş bir tavan da bunları hayal ederken seviyorum seni. Ve her sabah “Uyandığım da yanımda olacağın” günü bekliyorum…
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Melek Ece YAPAREL m.yaparel@kalemsizdergi.com
Çiçeği Burnundalar Yeni yıl gelişiyle üzerimizde tatlı bir telaş ve hafif bir yorgunluk bırakırken, biraz dinlenmek adına bir şeyler okumaya ne dersiniz ? Biraz eskinin birazda yeninin harmanlandığı bu satırlara hoş geldiniz diyor, kendinize önlerden bir yer seçmenizi öneriyorum. Teknoloji miydi aşkı öldüren ? Aşka en uzak insanlar her zaman bir birliktelik hakkında daha çok söyleyecek söze sahip olan kişilerdir. Yaşanmamışlığın verdiği cesaretten ve bilgisizlikten mi yoksa toplumun genel bakış açısına gölge düşürme isteğinden mi bilinmez, bazen çoğu kişinin beraber olma anlayışını eleştirme hakkını kendimizde bulabiliyoruz. Peki sizce de ciddi anlamda eleştirmenin zamanı gelmedi mi ? İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran temel özellik olan düşünmek ve hissetmek yetileri hiç bu kadar basitleşmemişti. Artık hiç kafa yormadan istediğimiz duyguyu yaşama uğruna sahip olduğumuz her şeyi ayaklar altına serebiliyoruz. Böylesi bir dünyada daha ne kadar dayanabileceğinizi düşüyorsunuz ? Aşk olduğu varsayılan duyguyla ilk tanışma anı şüphesiz, kişinin kendi anne ve babasının arasındaki uyumdur. Aşk duygusu nesilden nesile geçen bir çeşit genetik göz doygunluğu ve sevgi fazlalığıdır . Bir de olay anında hissedilen midede kelebek danslarının bıraktığı etkiler, vücutta belirgin bir terleme, hızlı kalp atışları ve bahsi edilen kişiyle ya da onun hakkında konuşurken insanın kendisine en yakın eşyayı ele geçirip mütemadiyen ezip büzmesi... Peki hiç aynı duyguları başka anlarda da parça parça yaşadığınız oldu mu ? Ka-
labalık önünde iki kelimeyi bir araya getirmeye çalışırken, sizin için önemli birisini kırdığınızda ya da ölesiye korktuğunuzda... Günümüz insanlarının çoğu bu üç harfli etkileyici, simgesi kırmızı ve gül olan sözcüğü duyduklarında iç geçirip “Ah ! Nerede o eski aşklar ?” dese de, siz onlara aldırmayın. Bırakın onlar kaybettikleri yerde bakıp da göremediklerini arasınlar. İlişkinin düzgün yürümesinin temel yolunun hep içteki heyecanın sürekli hale getirilmesi olduğu düşünülür. Ancak bu insanın doğal yapısını bozmak adına yapılan en büyük eylemlerden birisidir. Tabii sıkılacaktır insan, tabii farklılık arayacaktır. Tabii aşk bir süre sonra her anda hissedilmez hale gelecektir. Teknolojinin bize kattığı en büyük şey iletişim olsa da aslında bize kaybettirdiği en büyük şey de iletişimdir. Nasıl mı dersiniz ? Her istediğinizde bu kadar kolay ulaşabileceğiniz bir insanı nasıl sıkılmamacasına özleyebilirsiniz ? Ya da bir ilişkiyi başlatıp bitirmek sadece yüz karakterli bir mesaja bakıyorsa ? Soruların tek cevabı var dostlar... Aşkta her şey gibi zamana yenildi, değişime uğradı ve anlaşılma ihtimallerini yitirdi. Zamanla kaybettiğimiz her değer gibi... Şimdi biz insanlar için en kolayı Kerem ile Aslı’yı, Tahir ile Zühre’yi anıp vahlamak, ardından aşkın ve getirilerinin yaşının gittikçe küçüldüğünü görerek ağlamak... Peki ya evlilik aşkı öldürür mü ? Aşkın değişim gösterdiğinin öne sürüldüğü bir diğer mertebe evliliktir. Evlilik mertebesinde birbirine karşı sorumlulukları olan ve hayatının belirli kısımlarını tam anlamı ile çift kişileştirmiş iki insan yer alır. Dolayısıyla çekip gitme, yarı yolda bırakma ihtimalleriniz yerini çabalama, daha çok düzeltmeye çalışma gibi eylemlere bırakır. Evliliğin aşkı öldürdüğü doğrudur ancak eskiden sevginizden, aşkınızdan gerek istemsiz gerekse büyük bir zevkle yerine getirdiğiniz şeyler artık zorunlu ve görevsel bir işlev kazandığı için çekici gelmemesi doğaldır. Öte yandan aşk ve sevgi arasındaki uçurumları fark ettiğiniz an sevginin aşkı devamı olduğunu hissedeceksinizdir. Aşk anlarda gizli iken sevgi sessiz ve her harekete yayılmıştır. Aşk anlık ve geçicidir, ilk günkü gibi hissetmiyorsanız bilin ki artık sevdiğinizdendir. Hem aşk içinizdeyse, nereye kaçabilir ki ?
TERAPİ 6 : Yazımda elimden geldiğince zamanın ve teknolojiğe verdiğimiz yenilgilerin hayatımızdaki sıcacık hislerden birisi olan aşkı nasıl ele geçirebildiğini elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Sizden bu sayıdaki isteğim aşk duygusundan çok sevgi uğruna bir şeyler yapmayı denemeniz ve yaklaşan özel günler için sevdiklerinize el emeğiniz ile bir şeyler yapıp hediye etmenizdir. Hele bu bir de aşık olduğunuz kişi ise, değmeyin keyfinize. Unutmayın, her şeyin en değerlisi sevgiyle, aşk ile yapılandır. İyi günler diliyorum.
Gecenin karanlığına sisler çökecek Genzimizi yakacak ağzımızdan çıkan sözler Ve kimse bilmeyecek Neden yaşadı? Neden öldü? Bir rüyaya daldık Uyandığımız vakit, Ne sen ne de ben olacağız Geriye bir tek, Verdiğimiz son ‘nefesler’ kalacak.
Erdem KURT
e.kurt@kalemsizdergi.com
NE FAYDA
Günden umudu olmayan, geceden varmaz yastığa. Dünden dersini almayan, yarın doymaz ağlamaya. Hasret dolmuş yüreğime, gayrı sığmaz bu bağıra. Fikri parmaklık mı tutar, kaç gel desem ne fayda. Dünyada malın olmalı, lakin burada kalacak. İman kalpte taşınmalı, dildeki kula oyuncak. Farkın mı var musallada, hoca peşinden soracak. İyi bilsen de kalamam, kötü bilsen ne fayda. Barış nedir bilemezdin, savaşın vermek olmasa. Kimseyi hakir görmezdin, kusur kalbinde olmasa. İsimden öte adalet, kötülük karın kalmasa. Tolgam bu düzen böyledir, yazıp, çizsen ne fayda.
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
SİTEM
Seni ve beni aşalım, “biz” olabilelim istedim. Çabaların için minnettarım, artık “sizli – bizli” yiz!
KABAHAT Aşık olmak yasaklanmalı! Sevenler ibret-i alem olsun diye, kalabalık meydanlarda sallandırılmalı. Yüreği sökülmeli kalp hırsızlarının ve afiyetle elli kırbaç yemeli, güzel söz söyleyen her dil. Bir de, yardım ve yataklıkla suçlanmalı yüreğinde sevda taşıyan her dingil…
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
Aşka Uyanışım
Güneş kirpiklerinde parlar her sabah, Belki her sabah göremem ama bilirim, Bir yerde beni ısıtan bu güneş Kirpiklerine dokunmaya nail olmuş, Bilirim, seni ısıtmak için doğmuş, Tembihlerim her sabah, “Görevi dünyayı ısıtmak, Dünya senden ibaret…” Sen dolu her yanım, Sen doluyken her yanışım Yeniden dile gelmek, Göze gelmek, “Gözlerine gelmek, Her yolun sonunda,” Sana varmak, Sıcak durağan bir gecenin koynundan Sana akmak, Kendimi bulmak sende. Hücreme kadar işleyip seni görüşüm, Donakalışım, Afallayışım, “Ne işin var orda yahu” der gibi Şapşal bir ifade takınışım yüzüme, Yüzüne karşı…
“İfademi öpüşün,” Şaşkınlığıma sevinişim, Yüzünde bir gülümseme yaratabilmenin verdiği gurur, Kendime kanışım, Sana kalışım, Sonsuz kadar cebine saklanıp orda kalışım, “Biraz hayali, hayli güzel…”
Bir an önce uyumak gerek, Güneş ulaşmadan kirpiklerine, Varmak için yanına soluk soluğa, Uyumak gerek diyorum, Diyorum da, “Kulaklarım sana ibadet etmekle meşgul, Aklım sana secdede, Sen bana inan son kutsal kitap,” Göğsümde sevgin her çarpışında, Ruhum kanat açıp kainata, Yanına yükselmekte. Yüzün gözlerime aşina Bir Dali bir Van Gogh tablosu, “Yüzün aklımın uçurumu” Cinnete sürükleyen mantıklı duruşumu. Yüzün, gözlerime kalıcı misafir… Aklım acıyor, sana her dokunuşumda, Sana her dokunuşum, Mükemmeli incitmek gibi… Diyorum ya hep, “Çok güzelsin!” Gözlerime bak… Bu kadar güzellerse Sebep sensin. Biraz şapşal, biraz şirin, Güleduruyorum seni hayal edip, Düşünüp, Sana düşüp hayallerimden. Aşk kokulum, Aşk okulum, Seni seviyorum…
Esra AKTÜRK
K端lt端r & Sanat ->
BİZ DE ORADAYDIK !
Bu yıl Üsküdar Belediyesi ve Dergi Editörleri Birliği tarafından 19-23 Aralık 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen 3. Dergi fuarında Kalemsiz Dergi olarak yer aldık. Farklı alanlarda yayın yapan birçok derginin bulunduğu fuarda tek e-dergi olma özelliğimizle birlikte ziyaretçilerin takdirini ve beğenisini kazandık. Beş gün boyunca zaman zaman yazarlarımızın sürpriz katılımlarıyla şenlenen standımız, fuara gelen her kesim tarafından ilgiyle takip edildi. Tabiri caizse fuarın en dikkat çeken dergisi olduk diyebiliriz. Standımıza yapılan ziyaretlerde fuara özel olarak bastırdığımız sayılarımız insanlar tarafından dikkatle incelendi. Ziyaretçiler tabletlerden ve laptoplardan online olarak dergimizi okuma imkanı buldu. Dergimizi canlı olarak telefonlarındaki uygulamalardan da okudular. Halkımız sürekli dergimiz hakkında fikir sahibi olmaya çalıştı. Bizler de dilimiz döndüğünce gayemizden ve oluşumumuzdan hiç sıkılmadan,usanmadan büyük bir şevk ile bahsettik. İnsanların da bizi anladığını düşünmekteyiz bu hususta. Nitekim bu fuarın bize
getirisi çok oldu. Dergi fuarının 1. günü Üsküdar Belediye Başkanı Sayın Mustafa Kara ile tanışma ve görüşme fırsatı elde ettik. Kendileri esprili tarzıyla ve güler yüzlü tavırlarıyla bizlere destek verdi. Yeşilay Başkanı İhsan Karaman, fuarda bulunduğumuz süre içerisinde bizlere sürekli yardımcı oldu. Fuar boyunca TRT TÜRK, KONTV gibi birkaç televizyon kanalına röportaj verdik, dergimizden söz ettik. Yine Şair ve Meksika Sınırı programının operatörü İsmail Kılıçarslan dergimizi ziyaret eden isimler arasındaydı. Ve fuar devam ederken İsmail Kılıçarslan, ÜLKE TV'de yayınlanan Meksika Sınırı programında dergimizden övgüyle bahsetti. Genelde bize yöneltilen sorular arasında en can alıcı olanları ; '' Bu kadar genç insan nasıl bir araya geldi ve Derginizin adı neden Kalemsiz ?'' idi. İnsanlar bizi tek bir üniversitenin bir oluşumu zannettiler ilk etapta, ama herkese öyle olmadığımızdan bahsedince çok şaşırdılar. Ziyaretçilerin hoşuna gitmişti bu kadar gencin dergi
işine gönül vermesi... Bizleri de övgü dolu sözlerle daşımıza da ayrı ayrı teşekkürlerimizi iletiyoruz. gururlandırdılar. Sonuç olarak bir buçuk yılı aşkın dergi geçmişi Fuar boyunca olumsuz hava koşullarına mizde ilk defa bir fuara katılmanın haklı gururunu rağmen fuara ve aynı zamanda dergimize de yaşadık. Aldığımız güzel tepkiler ve yapıcı eleşyoğun bir ziyaretçi akını oldu. Teknolojinin gelişi- tiriler sayesinde dergimizi daha ileriye taşıyabimiyle beraber online dergiciliğin gelişimini bizim lecek nitelikte olduğumuzu anladık. Dolayısıyla de sayemizde canlı olarak görme imkanına sahip öncelikle bizleri sıkılmadan okuyan okurlarımıza, oldular. Edebiyata ilginin azaldığını düşünen biz- ardından derginin oluşumunda başta yönetim den yaşça büyük ağabeylerimiz, bizim bu çaba- kadromuz olmak üzere her ay emek verip güzel mızı takdir ve tebrik ettiler. Herkese aktardığımız eserler ortaya koyan yazarlarımıza teşekkür bir sloganımız da vardı. ‘Bizler Kalemsizler olarak ediyoruz.. Eğer dergi bu noktaya geldiyse bunda kaleme sahip çıkıyoruz.’ Dedik. Burada fuar hepimizin katkısı vardır görevlilerine de ayrıca çok çok teşekkür ettiğimizi belirtmemiz gerekiyor. Bize her konuda anı anına Dergimizi ileriye taşımaya çalıştığımız bu zayardımlarını esirgemediler. manlarda bize desteğinizi eksik etmeyeceğinizi umuyor Kalemsiz Dergi olarak siz okurlarımızın Beş günlük süre zarfında her gün sabahın yeni yılını kutluyoruz.. Nice Kalemsiz yıllara.. erken saatlerinde gelip stant ve ziyaretçiler ile ilgilenen Batuhan ÖZTÜTÜNCÜ VE Burak KARAKAYA arkadaşımıza sonsuz teşekkürler ediyoruz. Büyük bir fedakarlık örneği gösterdiler. İki arkam.cayit@kalemsizdergi.com
Barış Melih Cayıt
. . . Nostalji Cini Mart ayının 22'si ve sene 1895. Auguste ve Louis Lumiere adında iki kardeş Paris'te bir kafede dünya tarihine adlarını altın harflerle yazdırdıklarından belki de habersiz bir şekilde adını sinematograf koydukları bir cihaz ile halka açık ilk film gösterimini yapıyor. Sene 1896. Aylardan ve günlerden hangisi belirsiz. II.Abdülhamid'in sarayında Lumiere kardeşlerin cihazında bir film gösterimi yapılıyor. Sene 1917. Beyoğlu’nda bir sokak. O sokak , o senelerde ilk nitelikli film yapım şirketinin yazıhanesinin açılmasına ve devamında birkaç film yapım şirketinin daha orada türemesine şahit oluyor. Adı ; Yeşilçam ! Büyük ihtimal hakkında bu ve bunun gibi yüzlerce yazının , makale ve kitabın yazılacağında habersiz.
YEŞİLÇAM'IN YEŞİLÇAM OLUŞU
Sene 1948. Yeşilçam Sokağı. 1917'deki o sokaktan eser yok artık. Her taraf yazıhane , yönetmen , senarist , oyuncu ve bunlardan biri olabilme hayali ile yanıp tutuşan insanlarla dolu. O sene Demokrat Parti hükümeti tarafından vergi indirimi yapılmış ve bunu fırsat bilen girişimciler de sokaktaki yerini almış. Pek tabii beraberinde onlar vesilesi ile ekmek yeme hevesindeki sinema sanatçıları ve işçileri. Çok yapımcı = Çok rekabet. Kazanç = (Az masraf + Bol satış). Süre ise kısıtlı. Bu eşitliklerin sağladığı bir ortamda haliyle senaristler harıl harıl senaryo yazıyor. İçeriğinin pek de bir önemi yok. Çok izlensin yeter. Filmlerin dönemin ideolojisi ile örtüşmesi ilk kural. Dönemin ideolojisinin dışına çıkan işler üretilememekte. Zira dönemin hükümeti olan Demokrat Parti ile getirilmiş ''Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname'' bu konuda senarist ve yönetmenlerin karşısında kale gibi. Bu nizamnameden sıyrılan işler ise yapımcıların ilgisizliğine takılıyor. Bu dönemin filmlerinde ikinci kural ; hizmetçili evlerde yaşanan aşkların ve kozmetik vesilesiyle güzelleşen kadın karakterlerin olması gerekliliği. Bunun sebebi ; ''tükettikçe mutlu olacaksınız'' mesajı vermek ve tüketime özendirmek. Zira dönemin hükümeti bunu istiyor.
Özkan Yılmaz
o.yilmaz@kalemsizdergi.com
Bu sırada Yılmaz Güney filmleri televizyonun gazabına uğramadan kemik kitlesini oluşturuyor ve 60'lı Tabi her hikayenin bir sonu vardır. Pek tabii Deyıllar sonrasında başlatılan toplumcu-gerçekçiliğin devamokrat Parti hükümetinin süresi de 60 darbesi ile sonmı niteliğinde , popüler taleplerin dışında eserler ortaya landırıldı. DP lideri Adnan Menderes ve beraberinde birkaç koyuyor... parti öncüsü idam edildi ve Türkiye yepyeni bir döneme girdi. Beraberinde Türk sineması da ! Sinemada daha önce 80 DARBESİ VE YEŞİLÇAM'IN ÇÖKÜŞÜ 70'lerin ortalarına doğru televizyon karşısında son ideoloji karşıtı eserler verilemezken 60 darbesi ile gelen özgürlükçü ortam doğrultusunda eserlerde eleştirel tutum çırpınışlarını veren , ticari amaçlar doğrultusunda filmlerinde erotizmi arttırdıkça arttıran Yeşilçam , 1980 darbesi artmaya başladı... ile gelen işletmeci egemenliğinin yok edilişi ve sansür Bu sırada Yeşilçam Sineması da son hız üretmeye uygulamaları ile çökmüştür. Türk sinemasının üreticileri devam eder. Konu açısından sınırlılığı olan Yeşilçam , farklı ise ; bir yandan patronların egemenliğinde kurtulmuşken bir biçim geliştirir ve ''furya filmleri'' üretmeye başlar. Bu bir yandan da baskıcı bir hükümetin sansürleri arasında filmlerde ; bir filmde sevilen bir tipleme bir başka filme ta- sıkışıp kalmışlardır. Her ne kadar ürettiği işleri çok eleştirsek de , şınır ve öykü bu karakter üzerinden geliştirilir. ''Ayşecik'' , ''Cilalı İbo'' , ''Turist Ömer'' , ''Şoför Nebahat'' bu tarz filmlere amaçları her ne kadar tamamen maddi amaçlar doğrultusunda olsa da , Yeşilçam hepimizin hayatında unutulmaz örnektir. bir yere sahiptir. Ürettiği filmler her ne kadar halkı yozlaş70 SONRASI YEŞİLÇAM tıracak seviyeye kadar gelse de ardında bıraktığı birçok 70'li yıllarda Yeşilçam Sineması ekonomik ve siyasi sanatçı ve eserleriyle hala daha bizlerin göz nurudur... iktidarsızlıklar sebebi ile ucuz ve kolay olan ''seks filmleKemal Sunal'ı , Adile Naşit'i , Ayhan Işık'ı kim unutabilir rine'' yöneldi. İçerisinde seks öğesi bulunan güldürü tarzı ? Ömercik izleyip de onunla özdeşleşmeyen , Tarkan 'ı filmler üretilmeye başlandı. Bir yandan da Yılmaz Güney izleyip de her kılıçtan geçirdiği düşman için sanki kendisi eleştirel filmler üretiyordu. kazanmış gibi gurur duymayan kaç kişi vardır ? Yada kaç 70'lerin ortalarında televizyonun başta her makişi Türkan Şoray'ın , Kadir İnanır'ın ve Şener Şen'in kötü bir halleye ardından da her eve girmesi ile Yeşilçam Sineması oyuncu olduğunu söyleyebilir ? zor bir döneme girdi. Çünkü televizyonlarda yayınlanan İşte tüm bu güzellikler Yeşilçam'ın bizlere getirdikalışılmışın dışındaki yabancı filmler gerek kolay ulaşırlığı , leridir , götürdüklerinin yanında pek bir önemi olmasa da... gerek masrafsızlığı ve gerek anlatımı bakımından seyircilere daha cazip gelmektedir. Televizyonun yaygınlaşması ile sinema salonlarının asıl izleyicisi olan kadın ve çocuklar televizyona kaptırılır. Yapımcılarda hedef kitlesini artık erkeklere çevirir. Köyden kente göçü ve beraberinde yaşanan sıkıntıları anlatan , arabesk tadında filmler üretilmeye başlanır. Ayrıca güldürü filmlerinde çıplaklık ve cinsel öğelere daha fazla yer verilerek erkeklerin cinsel açlığından faydalanılmaya çalışılır. Bu tarihlerde yaşanılan Kıbrıs ve Kıta Sahanlığı sorunu ile Nato ve ABD ambargoları gibi yaşanan siyasi olaylar sonucu halkın artan milliyetçi duygularını daha da coşturacak ''tarihi kostüme avantür film'' üretimine de ağırlık verilir. İşte Malkoçoğlu , Battal Gazi , Tarkan ve Kara Murat gibi filmler hayatımıza böylece girmiş olur...
60 SONRASI YEŞİLÇAM
YEŞİL ÇAM
USUL Ü FİL
M - 2 ad et sür ekl zengin karak i villasında te - İnce parti d diliml r üzenle enmiş - Bir t yen kö atlı ka iyi yü tü yür rekli v şığı kö - Arab ekli ve e yoks tü yol a çarp ad ul görece ın k , fak ca gözleri üşmüş altı bir kız n k ir Yapılı şı : Fa ama gurul ör olup , tek yürekli hay kir ub at kız bir ra kız ile ama gurur ir genç ada r çarptığın kadını da göz ğinde n dola aşk yaşatılı lu genç ada m leri m iyi r. Kızı yı kızı lıp bir yür nb nı m genç a eyhanede verdirilmez abasına gen ekli ve yok su iç d . ç kız bu ama araba tirilir. Alko Genç adam adama fak l ça ir llü bir a a şekild gurur yapt liyürek rada ince in rptırılır ve li ır e ge c olan s hayat kadın e dilimlene nç adam k yolda yürür ıör ür re k ı gin ad ekli villasın ile tanıştırı k evden ka edilir. Gen en lır çt a ç d edilm m tarafında a villa düze . Hayat kad ırılır ve alt ın iş n ın n ve gen fakir ama g kız evlend leyen kötü ının arkad iri aş yü ç u olacak adama tek rurlu gence lir. Diğer b rekli ve ze ı rardan niryand lar afi tekrar y a g d e İsteğe n ö göre ; tle izlenir... rme yetisi an araba ça kör rptırıl erkek verilir ler mi Dindar mi ır . B u ndan safirle safirle dın m sonra riniz i riniz i isafirl ç ç in u eri in leriniz için is niz için pla pavyon ve t zun dua sa t sahne e e leri ek komik du onik aşk sa cavüz sahn hneleri , r h leyebi e lirsini uma düşen neleri , çoc leri , kaz. uk mi dadı , Afiyet safi a ş çı ve b le yem ahçıva reye de n vam e din...
Başrollerini bir zamanların yakışıklı oyuncularından Kadir İnanır’ın oynadığı, Yeliz Şar, Caner Cindoruk gibi genç oyuncuların eşlik ettiği yönetmenliği ise Ahmet Sönmez’in yaptığı gerçek bir hayattan esinlenerek kaleme alınan dram tadında film, haziran aylarında Trabzon’da çekildi. Mahalle esnafıyla sıkıntılar yaşadığı nedeniyle gazetelere yansımıştı ki bu hemen hemen her sette yaşanılan bir durumdur. Film 21 Aralık’ta vizyona girdi. Konusu ise klasik ; Katya yetimhanede büyümüştür. Bir gün babasının adının Yunus olduğunu ve Trabzon'da gemi kaptanlığı yaptığını öğrenir. Merakını yenemeyerek babasıyla tanışmak için Trabzon'a gider. Yunus Kaptan Katya'nın annesi Nadya ile birlikteliğinden hamile kaldığını ve kendi kızı olduğunu bilmemektedir. Yunus Kaptan Katya'nın kendi kızı olduğunu kabul etmez. Katya ise Yunus Kaptan’ı onun kızı olduğu konusunda ikna etmeye kararlıdır. Türkiye'de Türkçeyi bilmeden zaman geçirmeye başlar. Rus kızı Katya ile gözüken Yunus Kaptan’ın çevrede adı çıkmaya başlar. Yunus Kaptan’ın karısı ve kızı bu durumu tepki gösterirler. Hatta bu tepki sonucunda Katya'yı tartaklayıp, hırpalarlar. Katya bu esnada Yunus Kaptan’ın babası olduğunu söyler. Yunus Kaptan ise bu halde bile Katya'nın para için bu oyunu oynadığını ve kendisinin kızı olmadığını söyler. Katya'ya tek inanan kişi ise Yunus Kaptan’ın oğlu Veli'dir. Veli Katya'ya babasına babalık davası açması konusunda destek verir. Dava başlar ve davanın sonuna doğru Katya babası Yunus kaptan’a annesi Nadya'nın ölmeden önce yazdığı mektubu verir. Yunus Kaptan dava sonuçlanacağı gün bu mektubu okur. Yazımın başında söylediğim gibi konu klasik ancak içerik önemli yani; güzel bir iş de çıkabilir, kötü bir iş de çıkabilir . Beğenenler oldu, beğenmeyenler oldu. Görsel olarak sınıfta kalmasa da sinema namına doyurucu olmayan Elveda Katya'nın senaryosunda da ciddi sorunlar var. Gerçek bir hayat hikayesi olabilir. Ancak bunu senaryoya aktarırken mantıklı ve 'sinema'nın sınırlarına saygılı davranmak gerekir. Örneğin; baba ile evladın, tam da 'bilinmeyen kız' ortaya
çıkacağı sırada 'hesaplaşması' fazla kurmaca. Senaryonun kendi içindeki olay kurgusu sağlıklı olmamış. Ayrıca dindar insanların çelişkisini ortaya koyma adına Kadir İnanır'ı sık sık camiye gönderme ve ilerleyen sahnelerde kadınların meydan hesaplaşmasını yine cami önünde yapma da bütün içerisinde sırıtıyor. Ve bir senaryoyu özel kılan unsurlardan biri elbette diyaloglar... Senaryodaki birçok diyalog ve hatta monolog yersiz. Misal; kapıyı açmaya giden birinin, içeri geldiğinde, bir adım arkasından gelen kişiyi "şu kişi geldi" diye takdim etmesi ne kadar gariptir. Gelen zaten ev ahalisinin çok yakınıdır. Hemen arkandadır. Sen söylediğin sırada herkes onu görmüştür. Böyle bir şeye ne gerek vardır. İşte böyle nüanslar senaryoyu geri dönülmez şekilde vasatın altına indirebiliyor. Aslında çok mühim bir noktaya dikkat çeken Elveda Katya, mesajını doğrudan iletme ve daha en baştan belli etme 'noksanlıkları' sebebiyle vasatı aşamamış bir film. Kadir İnanır'ın Karadeniz yerinde uyguladığı oyunculuğu ve diğer bazı oyunculukların olumlu katkısı da filmi vasatın üstüne çıkaramıyor. “Nataşa” önyargısı üzerinden toplumun yafta yapıştırma ve yargılamadan asma özelliklerini ele alıyor. Mutlu sona bağlanması için zorlanmamış, duygusallığı sömürü düzeyinde değil. Film bir yandan önyargıları sorgularken diğer yandan sevmeyi bilmeyen beceremeyen, birine ne kadar kızılabilir ki ? sorusu sorduruyor insana. Filmin Katya adlı oyuncusu Anna Andrusenko ilk oyunculuk denemesi olmasına göre gayet güzel performans sergilemiş ve 49. Uluslar arası Antalya Altın Portakal Film festival ödüllerinde ‘En iyi kadın oyuncu ‘ ödülüne layık görüldü.
Merve Altun
m.altun@kalemsizdergi.com
Güncel & Fikir & Araştırma ->
DİLLERİN GÖLGESİ Livemocha Livemocha 2007 yılından beri varlığını sürdüren, içerisinde 38 farklı dili barından online dil öğrenme, öğretme sitesidir. Misyonları, birden fazla dilde akıcı konuşan insanların olduğu bir dünya yaratmak. Öğrenmek, iletişime geçmek ve global keşif için engelleri kaldırmayı amaçlayan site, hem geniş yelpazesindeki dillerle size öğrenmede yardımcı olurken hem de öğretmen olarak içerisinde yer alabileceğiniz bir oluşum. Her seviyeye özel derslerin mevcut olduğu sitede, öğrenmeniz için her şey düşünülmüş. Başlangıçta; öğrenme, gözden geçirme, yazma ve konuşma şeklinde dört gruba ayrılan aktivitelerde görsel ve işitsel öğelerle kelimeler akılda kalıcı şekilde aktarılmaya çalışılmış. Aktif dersler bölümünde ise; videolu diyalog, dil bilgisi, kelime bilgisi, okuma, rol yapma, yazma gibi aktiviteleri gerçekleştirdikten sonra; dili, anadili olarak kullanan kişilere gönderip yorumlarını alabilirsiniz. Aynı şekilde belki de bir İtalya’nın size Türkçe öğrenmek için yazdığı bir metnin doğrularını ve yanlışlarını göstererek ona yardımcı olabilirsiniz. Sitenin en büyük avantajı da kolayca öğrenilebilmesi herkesin kullanabileceği bu site size en azından başlangıç seviyesinde dil öğrenmenize imkan sağlıyor. Bunu geliştirmek ise sizin elinizde. Hadi ne duruyorsunuz? Eskilerin de dediği gibi bir lisan bir insan.
VOSCREEN Hepimiz öğrenci olduk öğrencinin derdinden öğrenci anlar dedik ve bu site de dersten sıkılanlar için gelsin. Şarkılar, diziler, sinema filmleri, belgeseller, ünlü insanların konuşmaları, reklamlar okurken bile bir merak uyandırdı sanırım. İşte bu noktada Türkçe’nin de içinde bulunduğu 9 dilden oluşan Voscreen giriyor devreye. Seçtiğiniz dile göre karşınıza kısa videolar çıkıyor. Videodakileri anlamaya çalışıyorsunuz, doğru bildikleriniz size puan kazandırıyor. Aynı zamanda bu sitede beğendiğiniz repliğin hangi filmde geçtiğini ya da reklamda geçen bir ürünün markasını da öğrenebiliyorsunuz. Sitede Bubbles sistemi olduğu için aynı video ile çoğu kez karşılaşabiliyorsunuz. O videoyu her doğru cevaplamanız bir bubbles kazandırıyorsunuz. Beş bubbles’ı tamamladığınızda o video bir daha karşınıza çıkmıyor. Çocukların anadillerini öğrenirken ilk başta aile içindeki kelimelerim dinlediklerini ve bunları alıp kullanmaya başladıklarını biliyoruz. İşte bu yüzden size kulak dolgunluğu sağlarken hem de eğlenebileceğiniz bir site. Bir söylentiye göre Voscreen uluslararası “The Best Online Video Sites For Learning English” listesinde yer almaktaymış. Bu siteyi anlatmak yetmez girin ve deneyin pişman olmayacaksınız.
PİNTEREST 2012’yi geride bıraktığımız şu günlerde bu yıl birçok kişiye ulaşan Pinterest’te değinelim. 10 milyon aylık kullanıcı sayısını aşan ilk bağımsız site. Pin ve ınterest kelimesinden oluşan Pinterest ilgi alanlarınıza göre her türlü görsel öğeyi rahatlıkça bulabileceğiniz ve paylaşabileceğiniz bir ortam oluşturuyor. Tumblr’ın kardeşi olarak görebilirsiniz. Benzer bir site olan Fancy’nin ise bir adım önünde. Site birçok markanın da favorileri arasında. Twitter, Facebook hesaplarının yanında Pinterest’i görürseniz şaşırmayın bizden söylemesi.
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com
Yunuslara Özgürlük “ Yunuslar, gelişmiş benlik duygusuna sahip, özgürlüğüne düşkün, çok zeki ve güçlü hayvanlardır; bu yüzden intihar etmeye karar vermedikçe kolay kolay ölmezler. Ancak intihar etmeye karar veren bir yunusu kimse kurtaramaz. “ – Buket Uzuner (Yazar) Selamlar Kalemsiz Okurları. Aralık 2012 sayımızda sizlere sirkler hakkında bir yazı sunmuştum. Şimdi ise hayvanlara eziyet konusunu değiştirmeden bu sayıda da sizlere yunus parklarından bahsetmek istiyorum. Belki sirkler kadar popüler değiller fakat bir zaman görsel medyada fazlaca yer tutmuştur yunus parkları. Bir önceki sayıda sirkler neden kapanmalı nedenleriyle birlikte sizlere sunmuştum. Şimdi ise yunus parkları neden kapatılmalı sizlerle birlikte paylaşıyorum. Yunusların çok farklı bir özelliği vardır, ‘ses dalgaları’. Yunuslar her şeyi ses dalgaları ile algılar, ses dalgaları ile görürler. Biyologlar ve veterinerler ise yunus parklarındaki ölümlerin temel nedenini buna bağlarlar. Yunuslar için kullanılan havuzda yoğun ses dalgalarının yarattığı gürültüden çıldıran yunuslar bir süre sonra intihar ederler. Biz insanlar istisnasız özgürlüğümüze düşkün canlılarız, yunuslarda bir o kadar özgürlüklerine düşkün canlılar. Yunusların ikinci bir ölüm nedeni ise özgürlüklerini kaybetmeleri. Bu canlılar mavi sulardan kapalı havuzlara götürürlürken sırasıyla denizlerde travmatik bir şekilde yakalanıyor, yakalanırken telef oluyorlar, tankerlerin içinde yolculuk ediyorlar ve stresten ülser hastalığına yakalanıyorlar.
Şimdi ise sizlere bir kaç bağlantı vereceğim, bu bağlantıları ziyaret ettiğinizde yunuslar ve yunus parkları ile ilgili güncel haberler bulabileceksiniz. * Güncel yunus ve yunus parkı haberleri: http://goo.gl/a2BH7 * Yunus parklarında işkencenin bilimsel verileri: http://goo.gl/itJTH * Yunusların özgürlüğü için imza ağları: http://goo.gl/OIPV6
Yunus parklarındaki kazalar ve yunuslar:
Yukarıda da yazdığım gibi yunusların yeri kesinlikle mavi sulardır. Aksi taktirde onları sinirli birer su canlısına dönüştürebiliyoruz. Buna bir örnek Aralık ayında yaşanan bir kazadan: Sekiz yaşındaki bir kız çocuğu, havuzdaki yunusu ölü balıklarla beslerken yunuslar tarafından ısırılıyor. (videosu için: http://youtu.be/eoOSD2laLYg) Bu yunus parklarına neden gidilmemesi hakkında bilgi veren üzücü bir kaza. Tarihimize kadar yaşanan yunus parklarındaki kazalar ve ölümler hakkında http://goo.gl/yWqXs adresinde uzunca bir raporu Türkçe olarak okuyabilirsiniz. Bir kaç saatlik zevk uğruna yunus parklarına gidiyoruz ve yunusların bizlere gülümsediğini sanıyoruz. Halka, yunusların parklarda mutlu olmadıklarını, aksine onlara işgence edildiğini her duyarlı insanın söylemesi gerek. Unutmayalım, yunuslar bizim de kültürümüzün bir parçası ve sembolüdür. Bu yüzden de yunuslara sahip çıkmamız gerekmektedir.
Oktay Yenitürk – o.yeniturk@kalemsizdergi.com
SOKAK ÇOCUKLARI Sokakta çalışan veya sokakta yaşayan çocuklar konusu sadece ülkemizde değil, bütün dünyada önemli bir sorundur. 21. yüzyılda ilgi çekici konulardan birisi de, dünya teknolojik olarak akıl almaz gelişmeler gösterirken, korunmaya muhtaç çocukların sayısının, gelişmiş ülkelerde dahil olmak üzere dünya genelinde artış göstermesidir. Sokak çocukları dünya şehirlerinin çoğunluğunda bulunmaktadırlar. Aşağıdaki liste sokak çocuklarının global ölçüde nüfuslarını gösterir. • Hindistan: 11 milyon • Mısır 1,5 milyon • Pakistan 1,5 milyon • ABD 750,000 - 1 milyon • Kenya 250,000 - 300,000 • Filipinler 250,000 • Kongo 250,000 • Fas 30,000 • Brezilya 25,000 • Almanya 20,000 • Honduras 20 000 • Jamaika 6,500 • Uruguay 3000 • İsviçre 1,000 • Türkiye'de sokakta yaşayan çocuk sayısı 1,641 ve sokakta çalışan çocuk sayısı 16,577. 1993'deki rapora göre bu durumun nedenleri aşağıdaki gibi sıralanmıştır; • Fakirlik • Kıtlık
• Kentleşme ve aşırı kalabalık • Göç yoluyla yerinden etme • Doğal ve yapay felaketler • Silahlı çatışmalar • Kültürel sebepler • Mirastan veya evlatlıktan çıkarma • Yetişkinlerce istismar • Fiziksel ve cinsel istismar Bu nedenlerden de anlaşıldığı gibi sokak çocuklarının çoğu kimsesiz değildir. Onlar bu hayatta tutunmaya ve yaşamaya çalışırken topluma yabancılaşmışlardır. Onların hayali yaz aylarından deniz kıyısında yüzmek, kış aylarında ise sıcacık sobanın etrafında aileleriyle huzurlu günler geçirmektir.Onlar bir tas sıcak yemeğin veya ekmeğin hayalini kurarlar. Onların ayakkabılarının altı deliktir...Onlar arabaya binmez, hep yürürler... Sokaklar onların en iyi dostlarıdır. Ülkemizde sokakta yaşayan çocukların yeniden aileye dönmesi, eğitimini tamamlaması ve bu konuda toplumu bilinçlendirmek amaçlı önemli çalışmalar, projeler sürdürülmektedir. Bunların yeterli olduğunu söyleyemeyiz, ama iyi gelişmeler olduğunu da belirtmeliyiz. Sokak çocuklarının ve sokakta çalışan çocukların bulundukları durumu görmezden gelemeyiz. Sokak çocuklarının güvenli ortamlarda yaşamasını sağlamak ve topluma faydalı bireyler haline getirilmeleri çok önemlidir. Ayrıca bugüne kadar istismara uğrayan ve uyuşturucu madde kullanan çocukların tedavi ve ihtiyaçları sağlanmalıdır. Hangimiz sokakta mendil, sakız satan, ara-
baların camlarını silmek için kendini o tehlikeli trafiğe atan çocuklara rastlaşmamıştır. Görmezden gelmeye çalışsak da onlara hep rastlarız. O çocuklar toplumun göz ardı ettiği daha doğrusu göz ardı etmeye çalıştığı gerçeklerden ama acı gerçeklerden biridir. Biz bu yazımızda sokakta çalışan değil, sokağı ev/ yurt edinen çocuklarımızdan söz ettik, pek iç açıcı bir konu olmasa da sizlerle paylaşmak istediğim bu toplumsal olaya dikkatinizi umarım çekebilmişimdir. Ne Yapabilirsiniz; • Çevrenizdekileri bilgilendirebilirsiniz, • Yardım kuruluşlarında gönüllü olabilirsiniz, • Vakıflara bağış yaparak servislerin kalitesini arttırıp daha fazla çocuğa ulaşılmasını sağlayabilirsiniz, • Çeşitli zamanlarda oluşturulan stantlardan vakıfların ürünlerini satın alarak destek olabilirsiniz. Yazıma Mehmet Demir'in kimsesiz çocuk olarak topluma seslenişiyle bitirmek istiyorum...
Yüzümde sefaletin eksilmeyen izi ve yüreğimde adını bile bilmediğim bir sızı... Ben, sorumsuz vicdanların utancıyım ve gönülsüz bakışların ucundaki sancıyım. Ben dünyayı sadece bu sokaklarda tanıdım Sokaklar dışındaki bir yaşama yabancıyım. Ben bu sokakların kimsesiz ve kimliksiz yurttaşıyım Çocuklu ailelerin korkulu düşü, Polisin, zabıtanın sevimsiz işi ve herkesin kurtulmak istediği Zararlı bir kişiyim ben... Herkes kurtulmak istiyor benden ya, Ben herkesten çok istiyorum kurtulmayı da Mümkün olmuyor. Ben de sıcak bir yuva özlüyorum Sıcak bir çorba, temiz giysiler, Güzel ayakkabılar, rahat bir yatak... Kim özlemez... ...
Özge Özgüner
Sokak çocuklarına "Çocuğum, sen bu sokaklarda kendi haline büyürsün Bense, seni gördükçe kendimden utanır, küçülürüm" Ben sokakların kimliksiz çocuğuyum, Ben, bu sokakların görünmez yüzü.
o.ozguner@kalemsizdergi.com
İNSAN VÜCUDU HAKKINDA BİLİNMEYEN 5 GERÇEK İnsanlar çoğu zaman kendi vücutlarını baştan aşağı bildiklerini dile getirirler. Ancak bu bilgileri okuduktan sonra hiç de öyle olmadığını göreceksiniz. Vücudunuzda kaç kemik olduğunu, horlamanızın kaç desibel olduğunu ya da koku hafızanızın ne kadar kuvvetli olduğunu biliyor musunuz? İşte insan vücudu hakkında bilinmeyen 5 gerçek! Herkesin dil izi farklı Kimliğinizi gizleme ihtiyacı mı duydunuz? O zaman dilinizi ulu orta yerde çıkarmayın Çünkü her insanın bir dil izi vardır ve bu, parmak izi gibi herkeste farklıdır. Vücuttaki kemik sayısı Çok iri yapılı biri olabilirsiniz ancak bu sizin bir sürü kemiğinizin olduğu anlamına gelmiyor. Zira yetişkin bir insanda bir bebeğin kemik sayısından daha az kemik bulunur. Yeni doğan bir bebekte 350 kemik varken, gelişimin devamında kemikler erir ve birbirine kaynar. Yetişkinliğe ulaşan bir bireyde 206 kemik kalır. Horlama sesi ‘Ben kesinlikle horlamıyorum’ diyenlerden misiniz? Hadi amaaaa… Çoğu yetişkin insan horluyor. Horlama sesinin desibeli ortalama 60 desibeldir. Ancak bazı kişilerde horlama desibeli 80 desibelden fazla miktara çıkabilir. Bu seviye, havalı bir matkabın çıkardığı sese eşittir. İnsan kulağına zarar veren desibel miktarı, 85 desibeldir. Yani eğer horluyorsanız, çevrenizdeki insanların kulaklarına zarar veriyor olabilirsiniz. Tükürük üretimi ‘’Seni tükürüğümle boğarım’’ raconunu kestiyseniz, karşınızdaki insanı boğabilmeniz mümkün. Şaka bir yana insan vücudu ömrü boyunca 25 bin litre kadar tükürük üretir. Bu miktarda tükürükle iki yüzme havuzu dolabilir. Koku hafızası Köpeklerin burnu kadar etkili olmasa da insan burnu, 50 bin kadar farklı kokuyu hafızasında tutar ve hatırlar.
Barış Melih Cayıt
m.cayit@kalemsizdergi.com
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi