Y覺l : 2 - Say覺 :16
Editörden
Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Yeni sayımızla sizlerleyiz yeniden. Bir aylık sürede Kalemsiz Dergi olarak siz değerli okuyucularımıza iyi şeyler sunmak için çok çalıştık, emek verdik. Dilerim bu sayımızı beğenirsiniz. Ayrıca sizlerden isteğimiz beğenilerinizi bizlerle de paylaşmanız. Mail adreslerimizden, facebook ve twitter hesabımızdan bize ulaşabilirsiniz. Peki, biz bu bir aylık süreçte neler yaptık ? Yaz mevsimi için planlarımız var. İnternet sitemizi çok daha kullanılır ve interaktif bir hale getirmeyi planlıyoruz. Sizler bu sayede sitemizde daha rahat hareket edebilecek ve bizlerle daha kolay iletişim kurma olanağı bulacaksınız. Kalemsiz Ailesi’ne katılımlar devam ediyor. Yeni katılan yazar arkadaşlarımıza hoş geldin diyor ve başarılar diliyorum. Sizler de Kalemsiz Dergi Ailesi’ne katılabilirsiniz. Bizlere yukarıda da belirttiğim yollardan rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Kalemsiz Dergi Ailesi sizlerle güçlenip büyümeye devam edecektir. Gelelim bu ayki sayımızda sizleri nelerin beklediğine. Shi seyre yeni serüveniyle devam ediyor. Bir Nisan Akşamı İstanbul’da nasıl geçebilir ? Bir kulak verelim öyleyse. Afrikalı’nın Aşkı başka oluyormuş diyorlar. Doğruluk payı var mı acaba ? Bursa…Tarih kokan şehir. Zaman nasıl geçer Bursa’da. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yolundan günümüze. Yeşil Muhafızlar var diyorlar etrafta. Mart sayısında da bize misafir olmuşlar. E dinleyelim o zaman. Tolga Arslan ve şiirleri bu sayıda da bizlerle. Bu sayıda sizlere
güzel bir sürprizimiz var. Ayşe Kulin ve Sinan Meydan röportajları Kalemsiz Dergi Mart sayısında ! Mart ayında vizyonda olacak filmlerin tanıtımları, Oscar ödülleri ve iki kitap tanıtımı bu ayki sayımızda sizlerle. Mart ayındayız. Malum 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kapağa da taşıdığımız bu özel günü sizlere dilimiz döndüğünce anlattık. Amerika’daki özgürlük akımının öncülerinden Martin Luther King’in hayatını Kalemsiz Dergi’de bulabilirsiniz. Bu ayki sayımızda tüm bunlar ve daha fazlası sizlerle olacak. Okumadan geçmeyin. Kalemsiz Dergi bu sayısında kadınlarımız için “jest” yapıyor. Bildiğiniz üzere, Kalemsiz Dergi her ayın beşinde yayınlanmakta. Ancak bu sayıya özel olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yayınlıyoruz dergimizi. Bizler için hayatın her kademesinde çok önemli bir yere sahip olan kadınlarımıza çok şey borçluyuz. Bu yaptığımız deryada bir damla bile etmez. Dilerim toplumun her kademesinde kadınımıza verilen değer ve saygı artar. Tüm kadınlarımızın bu güzel günü kutlu olsun. Nice umutlu ve mutlu yarınlara… Kalemsiz Dergi 16.sayısını çıkartıyor bu ay. Sizlerin desteğiyle her geçen gün güçlenerek büyümeye devam ediyor. İlk başta bu dergiyi çıkardığımızda bu günleri görmek belki de hayaldi. Sizlerle bu hayal gerçeğe dönüştü ve bizlere daha büyük hayaller kurma azmi verdi. Dilerim daha güçlü ve mutlu yarınlarda yine sizlerle olmak dileğiyle. Esen kalın…
Edebiyat->
Yıllar önceki bir hatıra onu rüyasında yokluyor ve aylar sonra aynı rüya yoklamasını içtima havasıyla güçlendirerek tekrarlıyordu; daha katı, daha soğuk… ‘’sonsuz boşluğu umut edinen sizler…
Işığına uyan, uyan!’’ Buram buram taze hava açlığıyla açtı gözlerini. Gün ışığı perdesinin aralarından yatağının yanındaki duvara bazı figürler çıkartmıştı. Neydi tüm bu olanlar? Rüyalar, sesler… Gördüğü diğer bütün şeyler… Bir alâmet mi? Alâmetler mi? Başından, ortasından, sonundan bir şeyler mi çekmeliydi olanların? Bu zincirleme anlaşılmazlığın içerisinde yadsımadığı tek şey bazı şeylerin onu buyur etmesiydi. Diğer yandan bu durum gerçekse ona ulaşmak için kendi içindeki dolambaçlardan geçmek zorundaydı şüphesiz. ‘’Ha!’’ dedi. ‘’Şimdi oldu.’’ Yatağında doğrulurken konuşmaya başladı. ‘’Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!’’ Daha sonra elini kamera çantasına uzattı ve defterini aldı;
Merhaba… Uykudan yeni uyanmış ve kafası allak bullak olan biri olarak birkaç paragraf denemem olacak. Sizin için… Bunu yaparken işe geç kalmayı bile göze alıyorum üstelik. Peki, neden mi yazıyorum? Hah, hem de böyle bir zamanda! Hayır, hayır. Durum değerlendirmesi ya da belli bir zamanın anlaşılmayan akışına özet olsun diye değil yazacaklarım. Hayatımın içine etmiş birine ne kadar dolduğumu sergilemek için de değil. En son ne zaman konuştuğumu hatırladınız mı? Ne demiştim en son? Belki de beni unuttunuz kim bilir! Neyse neyse, yorulmayın, şöyle demiştim en son; zamanın aldatıcılığına burada eşlik etmek ne güzel… Her neyse, yazacaklarım küçük bir romancı oyunu olacak, hepsi bu. O minik parçaları toparlayacak olan ben değilim, şu hep sözü geçen puzzle lakırdısına el atmaya da niyetim yok. Ha, nerede kalmıştım, romancı oyunu! Ama önce birkaç sorum olacak, kime mi? Bu defterin sahibine; ‘Olmazlar’ ordusu yenilir mi? ‘Olurlar’ ordusuyla tanışılır mı? ‘Olur olmaz’ ordusuna denk gelinir mi? Ve işte ilk denemem, romancı oyunum… Eğer bir gün roman yazarsam böyle başlasın istedim; ‘Ondan ayrılırken elini kalbine koydu, ağrısını teselli eder gibi sıvazladı göğsünü. Oysa bu hareketine sebep olabilecek bir şeyler yaşamadığımızı ikimizde biliyorduk. Nedense, o hareketi yaptığı anda ondan soğudum, ellerine yabancılaştım...’ İşe geç kaldım, sevgilerimle… Devam edebilir…
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Meva ile Oli O gün kar yoktu şehirde. Sis vardı, kasvet vardı, rüzgâr vardı, insanı hareketsiz kaldığı anda donduran bir soğuk vardı ama kar yoktu. Hâlbuki ne kadar istiyordu Meva kar yağmasını. O tepeden sallanarak inen beyaz tanecikler olmadıkça kış gezisinin anlamı kalmıyor gibiydi Meva için. Oli için ise tam tersi bir durum söz konusuydu. O biraz daha varoluşçu bakıyordu olaya. Ona kalsa dünyada kış mevsimi diye bir şey olması bile hataydı. Cehennemin tam karşıtının da acı getirdiğini bilmek insanı tamamen demir sınırların içine hapsetmiyor muydu? İnsan 25 derece dışında yaşayamayan
aciz bir varlıksa çabalamanın ne anlamı var ki? Ha yağmur yağmış ha kar. Felsefeye lanet olsun. Farkında olmadan Zafer Meydanı'na doğru eğim alan yola girdiler. Oli sağdaki ışıklı çiğköfteci tabelasını görmese bugün o yoldan üçüncü geçişleri olduğunu anlamayacaklardı bile. Gerçi fark etmesi bir şeyi değiştirmedi. Yukarıdaki ressam gök maviye birazcık siyah katarak 18 Kasım gecesinin tonunu hazırlarken Oli hala kavramsızlığın dibini sıyırıyordu çünkü. Evet, kavramsız hissediyordu Oli çünkü Meva ile zaman yoktu. Mekân da öyle… Birazdan havanın kararacak ve Bursa’yı acımasız sessizliğe gömecek olması bunu değiştirmiyordu. Oli, kenetlediği elini yukarı kaldırdı. Önce Meva’nın eldivenini çıkardı sonra da kendisininkini. Elinin eline değmesi bile hafif bir uyuşturucu etkisi yapıyordu. ilk sigara sersemliği gibi. “Seni ilk gördüğümde neyi anladım biliyor musun
Meva?” Dedi. Oli ağzından egzoz gibi kuvvetli bir duman çıkararak: “Ne?” Dedi. Meva sorduğu soruyu duymamış gibi. Oli aldırmadan devam etti. “Benim asla sıradan bir kadına âşık olamayacağımı. “ Meva simli ama boş gözler ile Oli’nin suratıma baktı. “Saçmalama? Kim âşık olduğu insanı sıradan diye niteleyebilir ki?” -Hayır, Saçma değil... İnsanların neye sıradan dediklerini bilmiyorum ama benim için sıradan kadın demek aşık olmayan kadın demek. Seni ilk gördüğümde damarlarımı patlatacak kadar kalbimi hızlandıran şey de bu oldu zaten. Karşındaki o adama karşı gizleyemeden ortalığa yaydığın aşk. Gözlerin bağırıyordu sanki. ben aşığım, bu adamı seviyorum ve buradayım diye. Bir an gözlerini kaçırıp geri geldi Meva. Oli o sırada Meva’nın narin yüzünü izliyordu. Neredeyse hiç kıvrım
yapmadan aşağı inen burnu ve simsiyah parlayan gözleri ile Oli’ye yıllar önce tanıdığı bir kadını hatırlatıyordu. Hatta geçmişinden emin olmasa o kadının kardeşi bile olabileceğini düşünebilirdi. Meva aniden ve yeniden Oli’nin gözlerinin içine girdi. -Sen bir şeytansın. -Biliyorum. Bunu ilk senden duymuyorum. -Bu çok iyi… -İnan ya da inanma. Ben bu dünyada aşık olmayan tek bir insana bile aşık olamadım. ve aşık olduğum her insanı elde etmek için elimden geleni yaptım. Kiminin aşkı benim aşkımdan daha büyüktü ve onlar aşık oldukları insanlara bağlı kaldılar. Kiminin de aşkı benimkinden daha küçüktü ve benimle birlikte olmayı seçtiler. Ama kısmen haklısın sanırım. Şeytani bir yönüm olabilirdi, diğer erkeklerin birer iyilik meleği olduklarını kabul edebilseydik.
-neden? -çünkü bir insan doğası gereği asla sadece iki defa âşık olamıyor. Ya bir defa oluyor ve bununla yetiniyor, ya da bunu defalarca kez tatminsizlikle sürdürüyor. Biri gider diğeri gelir mantığı bir oturursa içinde hayatının aşkını ha bire arayıp durmaya başlıyor. Ben ise asla bir kadının ilk sevdiği olamadım. o yüzden tüm kadınlar bir süre sonra beni de terk edip başka erkeklerin yolunu tuttular. Meva güldü. -ilahi adalet desene… -Hayır. Daha çok ilahi adaletin yeryüzündeki kolu, karma bu. İlahi adalet diye bir şey varsa çekeceğim acı çok daha büyük olur. Sustular. Arabalar sustu. Simitçiler de öyle. İnsanlar hatta martılar bile sustu. Ta ki Meva’nın geç gelen bir krizi her şeyi dağıtıncaya kadar. -Bana bak salak herif dedi Meva elini gevşeterek. Beni test mi ediyorsun ya -Eh, sen de o konuda da o ufacık beyninle sınıyor haklısın. musun bilmiyorum ama. Seni -ve daha kötü olan şey seviyorum. Şu anda seviyode ne biliyor musun? Ben hep rum, belki gelecekte de sekaybeden olmaya mahkûverim farklı bir boyutta, belki mum.
de yarın defolup giderim. Bilmiyorum ama seni seviyorum. Şimdi hem çeneni hem de bu konuları kapat ve elimi daha sıkı tut. Üşüyorum. En gereksiz yerde karşılıklı gülümsediler ve her zaman onunkinden daha sıcak olan ufacık elini daha sıkı kavradı Oli. Bedeni alarm veriyordu. Bu cevap ile aşık olabilmenin tehlikeli sınırlarını aşılıyor muydu? Sonra birden aklına Simone de Beauvoir'ın “la deuxieme sexe” kitabındaki o sloganlaşmış özdeyişi geldi. "Kadın doğulmaz, olunur." Dünyanın en ateşli feministlerinden birinin elbette bunu Oli’nin maskülen hislerine tercüman olmak için söylemediği aşikârdı. Ancak anladıkları farklı olsa da çıktıkları kapı aynıydı. Olinin karşısında, bu sefer gerçek bir kadın vardı. Olmuştu.
Ahmet Duhan Yassa
a.yassa@kalemsizdergi.com
Sular pantolonumdan aşağı ağır ağır süzülüyordu. Ayaklarımsa su içindeydi. Bu ne yağmur be mübarek diye sorup duruyorum içimden. Sahi, en son ne zaman bu kadar yağmur yağmıştı ki ? Halbuki birkaç yıl öncesinde, haber bültenleri bas bas bağırıyordu. Kuraklık tüm yurdu tehdit ediyor. Bir yağmur tanesi düşmez oldu. Ve bunun gibi birkaç haber daha. Hatta yağmur duasına çıkanlar vardı. Ne içten ettilerse artık, sonucunu bugün görüyoruz. Yağmur şiddetini arttırarak devam ediyor. Hani Süleymaniye’den Eminönü’ne inen arnavut kaldırımlı bir yol vardır. Rampa aşağı böyle. İşte ben yağmur yağdığı zaman oradan inmeye pek cesaret edemem. Korkarım. Her seferinde kaygan ayakkabılarımın beni yerle bir etmesinden endişe ederim. Sonra da yolu uzatarak Ordu Caddesi’ni kullanırım. Oradan ver elini Gülhane. Gülhane…İlk sevdamın başkenti orası. İlk orada filizlendi hislerim. Sonra sardı dört bir yanımı. Bırakmadı bir türlü peşimi. Hoş, bir gün bile bırakmasını istemedim ya neyse. Karanlık iyiden iyiye çöktü. Yağmur ‘hala’ yağmaya devam ediyor. Gülhane’den Sirkeci’ye giden yolda ilerliyorum. Bilenler bilir, çeşitli kafeler ve restoranlarla doludur. Karşılıklı olan yolun ortasından tramvay geçer. Yol o kadar dardır ki insanlar tramvay yoluna taşarlar. Tramvay oraya geldiğinde
çan sesi gibi olan kornası susmak bilmez. Ayrı bir hava kattığı gerçeğini kabul etmek gerek tabi. Sirkeci’ye çıkmaz üzereyim. Tam bir dönemeç kaldı. Bir dönemecin gelmesini ancak bu kadar bekleyebilirim. Neden mi? Sonunda güzelim İstanbul manzarası karşımda olacak da ondan. Hem de İstanbul akşamı. Işıklı, cıvıl cıvıl. Karşıda ilk Galata Kulesi selam verir. Ardından köprüsü kuleyi kıskanır ve: ‘Ben de buradayım ben de’ dermişçesine selamlar beni. He bir de yağmur var tabi. Aslına bakarsanız yağmuru ben de severim. Baya baya hem de. Ama yanımda şemsiye varken. Düşün şimdi. Güzel bir yere gideceksin ya da güzel bir hanımla görüşeceksin. Saçlar yapılmış, güzelce üstünü giymişsin. Janti olmuşsun anlayacağın. Bir çıkıyorsun dışarı. Beklenmedik ani bir sağanak. Haydaaa! Tüm düzenek yerle bir. Hadi e.kurt@ gel de sev yağmuru. kalemsizdergi. Söylene söylene geldik Emicom nönü’ne. Üsküdar vapuruna daha on dakika var. Bindim vapura, etrafa bakıyorum. Gözüm hala kulede. Akşamları daha da bir güzel oluyor kör olası. Vapur ağırdan hareketlendi. Yakındır zaten Üsküdar on onbeş dakikada varılır hemencecik. İkinci sevdamın başkenti de Üsküdar’dır. Orada görmedim ama orada karar verdim. Hem Kız Kulesi var burada da. Bendeki bu kule sevgisini de anlamadım gitti ya neyse. Bilenler bilir. (Bilmeyenler de öğrenmiş
Bir Nisan Akşamı Erdem KURT
olurlar) Üsküdar’da çiçek satan ablalar vardır. Sesleri gibi tenleri de hafif yanık olan. Aldım bir buket onlardan beklemeye başladım otobüs duraklarının orada. Bindim Fıstıkağacı’na giden otobüse. İndim vakti gelince. Yürüyorum eve doğru. Duraktan eve giden yol ilk defa bu kadar uzun geldi gözüme. Normalde olsa çekinmem basarım zile. Fakat, aramız limoni. Bilmesin şimdilik ailesi. Arıyorum açmıyor. Ben ısrarla arıyorum. O yine ısrarla açmıyor. Mesaj gönderiyorum : Sizin evin oradayım. Lütfen gel yanıma konuşalım…Cevap tahmin edildiği gibi : İstemiyorum. Israrla devam edince ben, dayanamıyor geliyor yanıma. Yağmur hala yağıyor. Evlerinin saçağının altında konuşuyoruz. Ben bizle alakalı sorular soruyorum. O kendiyle alakalı şeyler anlatıyor. Birkaç dakika sürüyor böyle. Ben ‘biz’ diyorum. O ise hala ‘kendi’ derdinde. Ne oldu ‘bize’ diyorum. Tek kelimeyle açıklıyor durumu. ‘Bitti’. Yahu bitti deyince biter mi her şey desem faydası yok. Kafaya koymuş bir kere. Tutuyorum kolundan ve: ‘Dön bak buraya. Tüm bu şehre. Her yerinde anılarımız var. Bize bakıyorlar. Bitti deyince biter mi hiç ? Anılarımız, gülüşlerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz her şeyimiz ama her şeyimiz oradan bizi selamlıyor. Bizi izliyor. Konuşman fayda etmeyecek diyor ve gidiyor. Tüm yaşanılanları ardında bırakıp hem de. Bize de uzun ve ıslak yola koyulmak
düşüyor. Benim de çiçeklerin de boynu bükük kalıyor. Çiçekleri sokağın girişindeki köşeye bırakıp gidiyorum gerisin geriye. Yağmur…Evet hala devam ediyor. Akşam 21.15 vapuruna son anda yetişiyorum. İstikamet: Yine Eminönü. İndiğim zaman bir karar vermem gerekiyor. Ya İstiklal ya ev. Vuruyorum kendimi İstiklal sokaklarına. Hepiniz şimdi zom olmamı bekliyorsunuz. Alkolün dibine vurmayı. Ama ortada bir hata var. Ben alkol sevmem ki. Hem de hiç. Saçma gelmiştir bana hep bir acıyı unutmak için başka bir acıya sığınmak. Düz mantık düşünsene. Türlü türlü acıların olduğu bu dünyada. Her acından sonra alkolle çözüm bulmaya kalksan. Ayık olacağın gün kalmaz ki ! E adam madem içmiyorsun da niye çıkıyorsun İstiklal’e dersen, insanları seviyorum. Onları izlemeyi, dinlemeyi. Sokakları seviyorum. Kaldırımları, caddeleri, köşe başlarını. Anlayacağın konusu ‘hayat’ olan bu hikayeyi seviyorum. Kişileri ve mekanlarıyla. Yağmur hala yağıyor. Halbuki Nisan Yağmuru kısa sürer. Şarkıda öyle söylüyordu. Anlaşılan şarkılar da yalan ve bana inat. Yağmur; bana da acıyarak hafiften hüzünlü ve nihavent makamında yağıyor. Ve bir gece daha bitiyor burada, İstiklal’de. Nisan akşamının en güzel zamanında. Nisan her daim biraz hasret, ayrılık ve sevda kokar. Hüzün mevsiminin tam ortasıdır, Nisan.
Son zamanlarda en çok duyduğum söz; Gözlerin rengi ne olursa olsun gözyaşlarının rengi hep aynıdır.
-Bir rakı balık ne iyi giderdi be. -Hadi bu akşam gidip kafaları dağıtalım. -Oğlum dün gece ne içmişiz öyle!
Çok doğru bir söz gibi geliyor bana. Dünyanın bir tarafı açlıktan kırılırken diğer tarafında insanlar çöpe atıyor artan yemeklerini. Evde "bugün ne yapsam akşama" diye düşünen annelerimiz , son model telefonundan "Ne yapıyorsun aşkım" mesajı çeken çocuklarımız , arkadaşlarımız var ve en önemlisi biz varız. Suçlamıyorum kimseyi çünkü şartlarımız buna müsait. Seçme hakkına sahibiz. Karnımız acıktığında "hadi gidip bol tereyağlı iskender yiyelim" dediğimizde arkadaşımız "oğlum bu saatte iskender şişkinlik yapar" diyebiliyor. -Evde su bitmiş ara sucuyu da getirsin bir tane. -Anne ıspanak sevmediğimi bilmiyor musun ? -Bu gece dışarıda mı yesek aşkım ? -Boğazda yeni bir restoran açılmış.
Hepsi değilse bile en azından biri tanıdık geliyordur. Oğlu habersiz yat aldı diye, yatı parçalatan birisi vardı adını hatırlayamıyorum, aslında hatırlamak istemiyorum. Şimdi sakın bana "Karnı tok olan ne anlasın açın halinden" demeyin ve fakir edebiyatı yaptığımı da düşünmeyin. Bizi insan yapan bu özellik, anlamalı açın halinden. Tabi insanlık kaldıysa eğer içinde halen. Hepimiz en az bir kez aşık olmuşuzdur. Bu lükse sahibiz biz. Hatta abartıyorum aldatma hakkımız bile var bizim. En güzel moda kanalını açıp "bunlar kızsa bu ülkedekiler ne ?" sorusunu kendimize sorabiliyoruz. Zor tabi bizim için Brad Pitt'in yakışıklılığından, erkeklerimiz için söyleyecek olursak eğer ; Megan Fox'un seksi vücudundan gözlerimizi ayırıp da dünyaya dönüp bakmak. Dönüp dünyaya bakmak. Baksana 10 dakikalığına. Fakat Amerika kıtasına falan değil çünkü Amerikan rüyasına kapılmak için gerekli fizyolojik donanıma sahibiz. Afrika'ya bak Somali'ye bak. Her gün en az 10 insan açlıktan hayatını kaybediyor, ayda 300 insan. 300 rakamı sana ise sadece Iphone taksitini hatırlatıyor. Hadi var mısın bir hayal kuralım seninle ? Evet dediğini duyar gibiyim çünkü ne söyleyeceğimi merak ediyorsun. Birini çok seviyorsun, delice aşıksın. Sevdiğin insan aç ve sen açsın. Sevdiğin günden güne eriyor. Gözlerinin önünde
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
AFRİKA’DA AŞIK OLMAK
her gün biraz daha bittiğini görüyorsun ve buna katlanmak zorundasın. Gözlerinin içine bakıyor. Her gün , her zorluğa rağmen seni sevdiğini ve bunun asla değişmeyeceğini söylüyor. Senin kendinle olan savaşın bir yana açlıkla olan savaşında devam etmekte. Sevgilinin her gün gözyaşlarına, haykırmalarına tanık oluyorsun. O anda ne düşünürdün, ne yapmak isterdin? Cevap bulamadığına eminim çünkü bende bulamadım. Bulsam da tatmin etmedi. İnsanlar bu dünyada açlıktan ölüyor. Açlıktan ölmek bir hayal etsene. Evet acıyor için biliyorum hepimizin acıyor çünkü. Ama sosyal paylaşım ağlarında, Afrika'da ölmek üzere olan bir çocuğun fotoğrafı paylaşıldığında, en lüks tablet bilgisayarından ya da en klas telefonundan o fotoğrafın altına yorum yapabiliyorsun. Evet farkındayım bunları söylerken bende farklı bir şey yapmıyorum ama tamda demek istediğim şey bu hiç birimiz bir şey yapmıyoruz.
cikmesi durumunda, servis yapan arkadaşa fırça atabiliyorsun. Bir işyerinde işe başladığında ise patronundan laf yemek zoruna gidiyor.
Kendi istediklerini yapamıyorsun yani. En azından bazılarını yapmıyor ya da yapamıyorsun. Sen varlığın büyüsüne kapılmış giderken Afrikalı’nın bakışlarındaki aşkı göremezken, onların hayatını da göremiyorsun. Farkında olmadan yargılıyorsun sen de, kendi hayatınla insanları. Sokakta çöp toplayan birini gördüğünde o adamın yanına yaklaşmazsın biliyorum. Ama aynı adamı sokakta tarz bir şekilde giyinmiş görsen tanımaz arkadaş bile olursun belki. Kategorilere ayırmışsın ve derecelendiriyorsun kişileri.
Sonra gelip aşığım seviyorum onsuz yapamam diye ağlıyorsun. En büyük derdin aşk acısı. Birileri açlıktan kaybederken sevdiğini sen ise basit bir kavgadan sonra ayrılıyorsun. Hem de senin sevgin onunkinin yarısı kadar bile Bir anne çocuklarına yemek değilken. Günlerce aylarca telefonun götürmek için sokak sokak yiyecek arar- başında özür diliyorsun, telefonlarına ken, sen ise Starbucks'tan yer bildirimi çıkmıyor diye içip içip gözyaşları dökügüncelleyebiliyorsun. Siparişini verdiğin yorsun. pizzanın trafikten dolayı 10 dakika ge- Bak ! Yine döndük mü en başa ? Ne
demiştik :"Son zamanlarda en çok duyduğum söz ; Gözlerin rengi ne olursa olsun gözyaşlarının rengi hep aynıdır." Şanslısın dostum çok şanslısın. Çünkü aşk acısı çekiyorsan , bunu önemseyebilecek kadar lüks yaşıyorsun. Şunu sakın unutma Tok iken aşık , Aç iken ölümlüsün.
Gözüm saate takılı kalmış öylece oturuyordum sandalyede. Çalışma masamın başındayım. Gece zifiri karanlık. Oda karanlığını ise masa lambası aydınlatıyor bir nebze. Masam her zamanki gibi dağınıklığının içindeki düzende. Tıpkı benim gibi. Etrafa saçılmış her biri farklı bir zamana ait fotoğraflar. Kimi siyah beyaz kimi hafif sararmış bazıları ise son model makinelerle çekilmiş renkli fotoğraflar. Siyah beyaz olanlarda ben doğmamışım bile düşün işte. Elimize bir kalem alsak ve fotoğraftakilerden bugün yaşamayanları karalasak, resimlerin siyah beyazlığında tüm beyazlar yerini kapkara bir dünyaya bırakır. Sararan fotoğraflar ise yarı yarıya gider. Her fotoğraf bir anı simgeliyor. Ve o an ‘orada’ donup kalıyor. Kalanlarımız ise ‘anları’ yaşamayı devam ediyor. Yaşadığımız her ‘an’ bizi ölüme yaklaştırıyor. Gözümü saatten ayırdığımda elimi masada bulunan içi kahve dolu olan fincanıma götürüyorum. Soğumuş. Hiçbir değeri kalmamış. Ölü bedenler geliyor aklıma. Soğuk ve sararan bedenler. Kahve soğuk, resimler sararmış. Hüzün iyiden iyiye sarmalıyor önce geceyi ardından odamı. Resimlerde herkesin yüzünde tebessüm vardır. Ağlayan insan fotoğrafları yer almaz albümlerimizde. Tam o esnada yıllar önce gittiğim bir tiyatro geliyor aklıma. Ziya Osman Saba’nın ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ isimli oyununu izlemiştim. Orada da öyle diyordu. Hep mesut insanlar gider fotoğraf çektirmeye yüzlerinde sıcak bir tebessüm ile. İlkokul yıllarından birkaç kare… İlk hoşlandığım kız. İlk dostlarım…Şimdi hepsi birer hatıra. Düşünüyorum da o yıllarda ne dert ne endişe diye. Sonra duraksıyorum. Yahu dört işlem yapacağımız sınavlarda bacaklarımız titrerdi. Çünkü adı matematikti. Korkardım. Hep korktum. Belki hala korkuyorumdur. Her zamanın kendine has derdi sıkıntısı var. Küçük hayatların küçük dertleri işte. Lise ve üniversite yılları. Saça ilk düşen aklar. Kopan teller. Kırık kalpler. Aşk acıları. İlk gelecek kaygılarıyla dolu hayatımın en güzel demleri. İlk aşk burada. İlk ölüm burada. İlk gerçek başarılar yine burada. İlkbahar gibi bu yıllar. Kar, yağmur, güneş, rüzgar hatta dolu her şey ama her şey var. Geriye dönüp bakıyorum da ilk sevdiğim kızın ardından koştuğumu bugün bile hatırlıyorum. Düz, uzun, kahverengi fakat hafif uçları
Sarı Soğuk Kareler
açıktı. Ten, göz ve saç rengi birbiriyle ahenk içindeydi. Bir ömür onu seyretmeye razıydım o yıllarda. Uykusuz geceler ve ona atfedilen mısralar. Güzeldi her şeyiyle. Bir gün bile kötü bir söz etmedim hakkında. Tek bir sitemim var. Keşke sevdiğim gibi kalsaydı. Ona da kader der geçerim. Üniversite bitmiş çoluk çocuğa karışma dönemi gelmiş. Kopan teller ve beyazlar artmış iyice. Yaşlılık belirtilerini gösteriyor anlayacağın. Elime tutuşturmuşlar parmak kadar bir bebe. Benim canımdan kanımdan. Tam ‘mutlu aile tablosu’ oluşmuş. Maaile toplanmışız. Ablamlar, annem, babam ve hanımın yakınları. Kendim daha hayata tam hazır değilken bir de ufak bir çocuğu hayata hazırlamakla sorumluyum artık. Aldığı nefesten attığı adıma kadar heyecanını içimde yaşıyorum. Şimdiden gelecek adına planlar yapmaya başlıyorum. Zihnen ‘baba’ olmuşum anlayacağın. Bugün artık yaşı 40’ı çoktan aşmış hayatının ortasına doğru ilerleyen bir adamım. Annem ve babam yoklar artık. En çok ne koyuyor biliyor musun? Dedem… Ona oğlumu göstermek isterdim. Bak dede işte oğlum, bak işte senin torunun demek isterdim. Hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor ki. En azından anam babam gördü hem de attığı ilk adıma kadar. Dede ve babaanne diyene kadar. Buna da şükretmek gerek be. Saat sabaha yaklaşıyor. Hafiften çalan şarkılar bitmiş. Işığın yaydığı ısı odayı iyice ısıtmış. Zaman onu düşünürken bile ilerlemiş. Kendine bile aldırış etmiyor. İltimas yok. Kimseye de eyvallahı yok. Önümde hala zamana direnmeye çalışan kareler duruyor. Zamana direnemeyen insanları gösteriyor. Sabah yeniden hayat devam edecek. Anı yakalamaya devam edeceğiz. Hayata tutunmak için. Hayattan biraz daha ‘an’ çalabilmek için. NOT:Bu yazıyı yazmama ilham kaynağı olan Melek Ece Yaparel’e teşekkürlerimi sunuyorum. Unutulanları hatırlattığı için.
Erdem KURT
e.kurt@kalemsizdergi.com
Melek Ece YAPAREL m.yaparel@kalemsizdergi.com
Çiçeği Burnundalar “Okuma isteğinin de oranı azaldı be usta !” cümlesini artık sık sık kullandığımız bugünlerde güzel gözlerini yorarak yazımı okuyan tüm takipçilerimizi kocaman bir MERHABA ile karşılayarak yazımın ilk satırlarına başlamak üzere olduğumun sinyalini vermek istiyorum. Komşu çocukları, komşunun çocukları... Yıllar yıllar öncesine döndüğümüzde hatırladığımız en güzel ya da en garip anılar her zaman kendimize hem en uzak hem de en yakın sayılabilecek kişilerle geçirilmiş vakitlere adanmıştır. Komşu çocuklarına... Onlar ilk bakışta göze sevimli ve uslu gelen ancak gün geçtikçe başkalaşıma uğrayarak tüm geçmiş kümemizin en ateşli ama en olasılıksız kavgalarının başlamasına sebep olan kişilerdir. Küçük yaşları çaresizlikle yüzleştiren anlar... Gezmeyi, misafiri sevsin sevmesin her annenin sabahları bir misafiri vardır. Baba sabah uyanıp, arap topar hazırlanıp işe gider gitmez annenin ilk işi kahvaltı sofrasını donatıp yakın çevredeki sevdiği komşularını ziyafetine davet etmek olur. Bu durumda sizin başınıza gelebilecek olayların çift yönlü tek bir sorusu vardır : “Acaba o sabah anneniz tarafından, giyinip hemen masaya gelmek için dürtüklenerek mi yoksa komşu çocuğunun fütursuzca odanıza girerek üstünüzde tepinmesiyle mi uyandırılacaksınız ?” Genelde sorunun ikinci kısmını konu alarak gelişen bu hadise masaya en bedbaht ve huysuz halinizle oturmanızla sonuçlanır. Uyuşukluktan öldüğünüz için masadaki yarım lokmalarınızı bulamayan elleriniz bir süre sonra pes ederek rolünü gözlerinize devreder ve gözlerinizi açar açmaz sabah şekerinize ait o iki kocaman gözün size masanın öteki ucundan baktığını farkedersiniz. Ne korkunç bir andır ki sabah sabah hiç üşenmemiş günün en erken saatinde belli ki kocaman bir bardak sütünü içmiş, yediği meyvelerin zindeliğini almış sizi rahatsız etmek
L
için hazır olda beklemektedir. Kimse bakmıyorken büyük bir ustalıkla görevini yerine getiren ufak haylaz anneler gözlerini üstünüze çevirdiğinde dünyanın en sevimli varlığı olarak bütün övgüleri toplar sonrasında ise siz, masa altından bacaklarınızdaki çatal darbelerinden kurtulmaya ve onunla gözgöze gelmemeye çalışmaya başlarsınız. “Nereden öğrendi bu taktikleri ve bu eziyet daha ne kadar sürecek ?” temalı kahvaltı son bulur bulmaz komşular arası çocuk yarıştırma müsabakasının ilk cümleleri o sıcak aile ortamında baş gösterir. Küçük hanımların, küçük beylerin maharetleri, hangi kurslara gittikleri, öğretmenlerinden bilmem kaç tane yıldızlı şekerli çikolatalı notlar getirdikleri ortalara dökülür. Ve kazanan her zaman iri gözlü komşu çocuğu ya da onun abisi/ablası beş aydır görmediğiniz çalışkan Ahmet, pek iyi okuyan pekiyili Ayşe’dir. Ne güzel komşumuzdun sen... Eve girdiğinden gidene dek salondaki bütün eşyalara dokunma rekorunu kıran bu varlık, aynı zamanda sizin odanıza göz atmaktan da hiç çekinmez. Saatlerce oradan oraya koşturur gözüken ve aynı zamanda sohbetlerin her bir inceliğine konu olan minik yaramazlar, sohbet sona erip odanıza girdiğinde size mutlaka kendileri kadar sevimli sürprizler bırakmış olur. Ne güzel komşu çocuğumuzdun sen... Öğlen kapıyı çalan kimliği belirsiz her şahsın ardında yatan en büyük tehlike... Koltuğunun altında tombul ayısı, yanaklarında cips kırıntıları ve hala üzerinden atamadığı bebeksi kokusu ile jolesiz yapılabilecek en haylaz saça sahip, muhtemelen üzerindeki bluzu annesi tarafından zorla pantolonunun içine sokuşturulmuş bir halde mahallenin sokaklarını turlayan, her yaşlı teyzenin bubi tuzağı, sevimlilik abidesi, taso canavarı, komşu çocukları...
TERAPİ 7 : Onlar zaman zaman sinir katsayımızı zorlasalar da çocukluğumuzun en güzel anılarına ortaklardır. Ve anılar, zamanla kısmen unutularak son halini aldığında saçlarımızda beyaz teller baş göstermiş olurlar. Geçmişin en büyük parçası komşu çocuklarını hafızanızın tozlu raflarında yer almalarındansa bana yazın. Yine nostaljik tınılar üzerinden gittiğim yazımdan sonra bu ay sizden isteğim en güzel anılarınızdan birisini ya da yazıyı okuduktan sonra aklınızda oluşanı bana yazmanız. Aklınızda oluşan o sevimli tipe ve kalbinizde oluşan çocukluk özlemine benden selamlar olsun...
Yine Aynı Saatler İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Yine saat gece yarısı, yine damlacıklar yarışır olmuş pencereme vurmak için... Ve yine aklımda gözlerin, kulağımda sesin, parmaklarımda adını yazma isteği… Parmaklarım istedikçe kalemim kağıtların üzerinde geziniyor, kalem gezdikçe ben içime hapsoluyorum. Her bir satıra dökerken içimi, yüreğimi görüyorum bir mumun titreyen alevinde. Sonra eski bir radyonun çatallaşmış sesi dolduruyor odayı, tanıdık gelen bir şarkının birkaç notası geliyor kulaklarıma. Hatırlıyorum, bak bizim şarkımız çalıyor yine. Üstelik bu sefer arayıp isteyende ben değilim. Alışmışlar demek ki her hafta aynı gece aynı şarkıyı istememe. Bak sıkıntı bastı yine, belki biten şarkıdan belki titreyen mumdan belki de buruşan çarşaftan rahatsız oldum. Dışarıda koyu beyaz bir ay ışığı ve bomboş kaldırımlar var. Bir an önce çıkmalıyım, keskin bir rüzgarın suratıma çarpmasını istiyorum.
Yere düşen yağmur tanelerinin eşliğinde, bomboş sokakların sessizliğine sarılacağımı hayal ederek çıktım sokağa. Önce köşe başındaki köfteciyi selamladım. Sonra iki kat gazetenin üzerinde yatan amcaya eğdim başımı. Varacağım yeri bilmeden yürüdüm saatlerce. Avazım çıktığı kadar sustum. Adınla attım adımlarımı gün doğarken. Bu bankı hatırladın mı? Akşamları gelip kayalıklara konan martıları izlerdik. Hayal kurardık hani tekneler geçerken. Artık yalnız geliyorum buraya, bütün hayallerim o teknelerin ağlarına takıldı birer birer. Çırpınmalarına aldırmadan götürdüler hepsini. Saat yine geç. Çamlıca’nın arkasından yükselen güneşse eğer, uyku yine yarın geceye kaldı. Zaten uyandığımda gözlerini göremedikçe karşımda, sarıldığım yastıklarda avutmuyor artık. Eve dönerken yine en sevdiğimiz oyu-
nu oynadım kaldırım taşlarında. Ben grilere bastım, sen kırmızılara. Ama bu sefer yanmadım, ayaklarım söz dinler oldu gittiğinden beri. Usulca girdim eve. Pencere açık kalmış, radyoda bambaşka şarkılar çalmakta. Mum da sönmüş. Ama pencere açık kaldığından sanma sakın, aydınlığa küsmüştür belki de. Anlamını yitirmiş bir takvimin yaprağını kopardım yine, sebepsizce biriktirdiğim günlerin yanına koydum. Sonra… Sonra kalemime sarıldım sessizce, giderken dudağıma bıraktığın sözleri hatırladım. Yazdım…
Bursa’da Zaman
Ayşe Bengisu Akdağ
a.akdag@kalemsizdergi.com Serin hafif rüzgarlı bir Ekim sabahına uyandı Bursa bugün. Her ihtimale karşı şemsiyemi alıp ceketimin yakalarını kaldırıp ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım, dökülen çınar yaprakları arasında, eski Bursa’nın sokaklarında. Gün boyu şehrin içinde dolaştım. Derken inişli çıkışlı Arnavut kaldırımlı yolların üzerimde bıraktığı yorgunluğu hissettim. Gökyüzüne bakınca ikindi vaktinin yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmek üzere I. Murat Hüdavendigar Camii’ne doğru yürüdüm. Şehrin bu tarafına doğru rüzgar daha sert esmeye başlıyordu. Bursa’yı korurcasına yükselen dağlar buradan daha yakın görünüyordu. Cami avlusundaki banklardan bi-
rine oturdum. Dört bir yana kollarını açmış tarihi çınarların altında heybetini I. Murat’ın adından alan büyük ama sade camiinin gölgesinde, kuş cıvıltılarının bir ahenk içerisinde duyulduğu mütevazi bir çay bahçesi burası. Kimsecikler yoktu o sırada. Yalnız biraz uzakta çaprazdaki bankta kahverengi takım elbisesiyle, bacak bacak üstüne atmış, gayet saygın görünen, iri yapılı bir adam vardı. Bir elinde kalemi, önünde zor zapt ettiği anlaşılan kağıtları, dudaklarının ucuyla tuttuğu sigarasıyla bir uzaklara bir kağıtlarına bakıyordu. Yanına gitmeye karar verdim. Yavaşça yaklaştım. Gördüklerim gerçek miydi? Biraz daha yaklaştım. Bu doğru olamaz derken ciddiyetle eğildiği kağıtlarından başını kaldırdı. Sigarasını sol elinin işaret ve orta parmağı arasına alarak yavaşça bana döndü. Geniş alnı, hafif seyrek kırlaşmış saçları, küçük gözlerinde barındırdığı derin bakışlarıyla, çizgi halindeki küçücük dudaklarından büyük mısralar dökülen o adam-
dı. Tanpınar’dı o. Yanına gelişimi onaylarcasına başını hafifçe eğip kaldırdı. Hala sol elinin iki parmağı arasında duran özenle sardığı sigarasıyla sandalyeyi gösterdi. Yavaşça, sessizce, hayranlıkla, korkuyla, şüpheyle oturdum sandalyeye. Bu havada burada kendinden başka bir beni görünce benim de Hüdavendigar’ın müdavimlerinden biri olduğumu anlamış gibiydi. Şöyle bir etrafa baktı ve “Çocukluğumun güzel anıları, geçmiş günlerim var bu avluda”* dedi. O sırada sessizliği şadırvandan gelen bir damla suyun yere vuruşundaki şıp sesi bozdu. Şadırvana döndü, arkamızdaki Hüdavendigar Camiine baktı. Sonra tekrar uzaklara dalarak başladı: “Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su… Orhan zamanından kalma - ” derken tutamadım kendimi. Ben devam ettim, o dinledi. “ … kalma bir çınar, Eliyor dört yana sakin bir günü.” Tanpınar kalın kaşlarının çerçe-
velediği gözleriyle bana bakarak: “Zihnimi mi okudun küçük hanım?” dedi. “ Bu mısraları hemen not etmeliyim.” “Ama nasıl? Ben zaten, yani bu şiirinizi biliyorum kaç defa okudum ezberledim sonuna kadar” deyince o ciddi duruşundan hiç beklemediğim bir tavırla gülüverdi. “ Bu mısralar şimdi bu şadırvandan gelen şıp sesiyle zihnimde bir anda tahayyül etti” dedi. Sigarasını kül tablasına bıraktı. Yavaşça kalemini kağıtlarını toparladı. Kahverengi ciltli dosyasının arasına sıkıştırarak “Müsaadenizle” dedi tebessüm ederek. Arkasını döndü, ağır ağır çıktı avludan. Camiinin yanından geçerek, git gide gölgelenerek kayboldu gözden. Bir kedinin yanıma sokulmasıyla birden kendime geldim. Etrafta tek tük insanlar vardı. Geldiğim bankta hala oturuyor olduğumu fark ettim. Kalktım, yavaşça biraz uzakta çaprazdaki banka doğru ilerledim. Masadaki kül tablasında henüz bırakılmış, özenle sarılmış eski bir sigara tütüyordu. *A. H. Tanpınar, Beş Şehir, Bursa
Hâl-i lâl
12 gün geçirdim en sevdiğim şehir Ayvalıkta. Oradan ilk ayrıldığım zaman beklemezdim bu kadar hatıraların yükünü hissedeceğimi. Kaybedince biliyoruz her şeyin kıymetini, özleyince anlıyoruz sevdiğimizi; ne garip değil mi. Hafifçe damlıyordu gökten yağmur damlaları Ayvalıkta geçirdiğim son gün. Erken inip minibüsten hasret kaldığım ılık ve nemsiz havanın keyfini çıkarmaya karar verdim. Vedalaşmam gerekiyordu bugün sevdiğim her şeyinden. Rüzgarla hafif hafif sallanan kayıklara bakarken gözlerim düşüncelere dalıyordu. Nasıl mıdır Ayvalık? Denize dik sokakların her birine yayılır iyot kokusu. Sen istemesen de çeker seni kendine ara sokakların arnavut kaldırımları ve tarihi dokusu. Eski Rum Evleriyle kiliseler bekler orada keşfedilmeyi. Balkonlar birinden diğerine çay uzatabilecek kadar samimi. İnsanı desen, bir gülücüğü sakınmayacak kadar sevimli. Bir kere gördün mü güzelliğini, kalır aklın onda. Ayvalıktan ayrı geçen her gün Ayvalığı özlemekten ibaret olur senin için. Aşk gibidir sevgisi; Öyle kalpte yeri olmayanından da değil Bir defa girdi mi gönlüne bırakmaz artık seni. Aşk gibidir sevgisi; Nankör de olmayanından, Sen gelene kadar öylece bekler ardından, Sitemsizdir yumuşak dalga sesi. Aşk gibidir sevgisi; Vazgeçilmez, Ayrı kalınmaz olanından. Aşk gibidir sevgisi; Kavuşmaya
Bahane olanından. Ve yürüyorum dar sokakların Arnavut kaldırımlarında. Kapısının önünde sohbeti bekleye bir teyze gülümseyip merhaba kızım, diyor bana; ben de merhaba, diye karşılık veriyorum kocaman gülümsemesine. Bir amca geçerken yanımdan, kışın taşırız da yazın niye taşımıyoruz şu şemsiyeyi diyor anlamadığım bir keyifle. Hakikaten yazın niye taşımayız ki korunmak için güneşten. Üsküdar’a gideriken zamanları geliyor aklıma birden. Haklısınız, diyorum; akıl edemiyoruz başka şeyler düşünmekten. Gülümsüyor tekrar yaşlı amca. Ağzının kenarındaki halkalar da gülümsüyor onunla. Asıl o zaman lazım… diye devam ediyor sohbetine, katılmamı beklemeden yürüyüp gidiyor öylece. Bakarken ardından duramıyorum gülümsemeden. Huzur tanımında bu amca da olmalı diye geçiriyorum içimden. Alisi (martı), delisi, kedisi meşhur Cunda Adası. Ufacık, tarihi eser dokusu. İçinde öyle çok hikaye saklar ki yerlisi. Sakızlı lokması, dondurması, sakız kurabiyesi ile Değirmen’in limonatası. Taş kahve’nin de o lezzetli kültürü. Çarşaf gibi masmavi su ve adalar manzarası. Uzak kalamaz insan bir kere gördü mü bu güzelliği. Ve şimdi, 12 gün sonunda dönüyorum evimden. Bavuluma sığmıyor ayrılık; özlemle beraber gelip yanıma oturuyorlar giderken. İstemiyorlar yanlarına burada kalmayı planladığım ham hayallerimi. Uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Geri dönmenin hayaline daha şimdiden kapılarak. Ve Ayvalıktan ayrı geçen her gün, Ayvalık’ı özlemekten ibaret oluyor.
10
şeyo:lacaksınız.
cağıa n p a e n y a k r e l y e ığını görünce ha i, tur tekneleriy r e g ı s a m l ı leşim p l batt r i e a z b ü y n ı g n e a l a böy doğ ezeli kt
AyevyatalnıSofrası’nda güdnaelaşrinve tertemiz deniz ile
üyle b n ü r ü z i ok den ç r i b a h Ş a a 1na ve d lardaki i l u a s imit p i . s a v k , p a a u ı c m n ğ a s l u a a o s c 2-M , kumru k mutlu en memnun ola . u o n ç u e t t s e o r lık’ın; t meyin nız ziya a eşlik etmekt t a e v l y a A , m ı yde h n e i ı ş ı d s ı y a l n a t ı k a n ş m ı t a r k 3-Ra yfini b tine va masını e e k k z o l z n i e i l n n i e n ı s n e nizi içm e v bir sofra ; sakızlı kurabiy h a k ı geçen ınız . n y ı e n l a i n k ç y a e e d a m n d m r u t n 4-C zarası dan gi e at sü v a n a a m l t m n a i o t c t i i y y inin, fa ekmeğin pesinin büyüle ğ e n e l e t Te ıkma g ç e ş ü y 5-Cenne ksınız. ü ce yür a e c g a ayın. , y n a m ı t n m ı u l a n a s u i bul m a içmey ziyaret edin. lı’da ku t k a a n s o m ı m r i l 6-Sa en’de mileri ıkarın. a m ç c r i i slıye ğ n v n e fi a D e y ş , s e i e l e k i v v k h n e , vakti akins Evleri e’de ka s v m z h i u a n R K e i . ş d h n i i a , r T y n a 7-Cunda kları keşfedin. T tatmadan gitme turup bir çay içi eo ka ını 8-Ara so tin ve zeytinyağ (Yakamoz) Cafe’d in. ey içi ey 9-Leziz z ın simgesi Deniz lar olmasını bekl lık’ us c.topcu@kalemsizdergi.com 10-Ayva eşlik edenin yun e z i s sanız,
Canan Topçu
Betondan Olma Bir Köprü Ağla şimdi… Kapalı Çarşı’nın sulukları dolana kadar ağla bu gece. Beyaz şeritler akarken altından onu götüren arabanın, peşinden bir damla göz yaşı dökmeye halin kalmasın. Kalmasın ki, bir damla göz yaşını göremesin elveda derken. İçindeki kuytulardan saçılmasın ortalığa hissettiklerin. Kör kütük sev saçının her bir telini, ama körmüşçesine görme gidişini bu sabah. Koca bir köprü, duvar niyetine dursun aranızda. Geçmek o kadar kolayken ne sen geç, ne o gelebilsin. Günü birlik yolculardan mektuplar yollayın birbirinize. İki kıtayı değil, iki yüreği bağlasın her bir metresi; betondan olma bir köprü, aşktan olma duygular taşısın. Her gün lanet oku kendine sakladıkların yüzünden. İçine attığın her duygu için pişmanlıklar sıraya girsin dert sofralarında. Kokusu mezene karışsın her gece, yediğin hiçbir şey tat vermesin. Gün doğumu genzini yaksın her sabah, miden allak bullak, damağında bir tek onun tadı olsun. Rakamlar değişmez olsun takvim yapraklarında. Yelkovan yalnızca ömründen eksiltmekle yetinsin. Zaman sadece senin için akarken, onun gelişi hep sonralara kalsın. Sen ise korkmaya devam et duygularının adını koymaktan. Büyüsü bozulur diye; isimsiz, izinsiz, içinden sev sürekli. Susmak tek çare gözüksün, konuşmak kaybetmenin pırıltısı…
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Bazen Anlatamam
Bazen susar dilim olan olmayan her şey. Bazı şeyler anlatılmaz. Bu çok basit bir gerçek. Seni sana-bendeki sen’dir burada söz konusu olan- seni bana, seni dünyaya anlatmanın bir yolu yok. Olsaydı da yapar mıydım? Yapmazdım. Bazı şeyler saklanmalı. Bazen hayat bize, bize rağmen bir şey yaptırır. Bazen iyi bazen kötü. Özünde şudur ki, yapmadan iyi yada kötü olacağını bilemeyiz. Hep sonuçları düşündüğümüzden. Ki aslında sonuç hep aynı: hepimiz geçiciyiz sonuçta. Bazen susar dilim olan olmayan her bir şey. Hayat konuşur. Beni sana getirir. İsterim ki sende öleyim çünkü bilirim bir önceki paragrafta anlatmak istediğim şeyin derinliğini. Bazen sen olurum.Sen ölürüm.Hayatı senle yaşar senle ölürüm.Evet iddialıyım. Sensiz ölemem ki ben, bunu bile beceremem! Bazen ben olursun. O kısa anlardır gözlerinde kaybolduğum. Alışkın değilim ki kendimi görmeye sende: Bazen anlatamam… Ben senin –ki burada sen artık ben’dir- kuramadığın cümlelerim. Ben senin sonuçsuz denemelerin, çıkılmaz sokakların, ters şeritlerin… Uzatmayacağım. Demem o ki ben o sokağı çıkılır kılarım, şeridi de düzeltirim! Sen güvendiğim şeyin kendim olduğunu sanıyorsun… Sevgimin yanında öyle ufağım ki, ben kimim ki kendime güveneyim? Ve bazen bölük pörçük, saçma sapan, nasıl düşünüyorsam öyle yani, eklemeden çıkarmadan, kimi şeyleri susarak, kimi şeyleri konuşarak, kimi şeyleri içine sıçarak yani aslında hayat gibi, olduğu şeyden rahatsızlık duyan bir gizli özne gibi, sonu gelmeyen bir cümle gibi Bazen susarım.. Bazen babanım.. Bazen çocuğun.. Falan filan… Seni seviyorum.
Senin, Esran.
Esra Aktürk
e.akturk@kalemsizdergi.com
Yeşil MuhafızlarVolkan Altınbaş
v.altinbas@kalemsizdergi.com
Yeşil muhafızlar girer camın buğusundan, Mevsimlik omuzlarda kurutulur gözyaşları. Gözlerim beklerken dökülmek için, Dudaklarının ıslaklığını… Susmaz yeşil muhafızlar, söyler Yalanların en inanılasını. Yeşil muhafızlar girdi camın buğusundan Ve tanrıdan dost yaratıldı, Bir sigara dumanına sığdırıldı Ama söndürülmedi hiçbir asal aşkın gövdesine. Bir Fransız şarabının kokusunu andırırken afra, Şahlanıyordu o an, Nedense dayanamazdı ellerin sızardı, sızar! Sakallarımın arasından Öyle bir sevmekti ki seni! Sevişmekti canına yetinceye kadar. Öyle bir sevmekti ki seni! Meçhul diyarlara namussuz, göçler kadar mülteci. Yazacak kadar hiç sevmemiştim ben, Sensizleşecek kadar cesur olamadım hiç mesela… En kötüsü yapraklar sevişirdi, Nefesim sanki bilinmedik bir kaldırım senfonisi Ve öylesine çıplaktır, üzerime düşer her biri telaşla, Anlamsız geliyordu bu titremeler. Çünkü hiçbir telaş sarmamıştı bedenimi ellerin kadar Ve hiçbir korku çekmemişti başını bu sevdanın, O masum gözlerin kadar... Aslında yalnız barakam bu bir infaz sevdasıdır,
Battıkça biriken güneşin etrafında, Patlayan bombaların yansısı yakar artık gözlerimizi. Kimse bilmez getirilen dertlerin dillerini, Viran bağlar kirpiklerim, Soluk alır mı sensiz bu acılı umutlar, Kime söyler ki İstanbul’un, Martıların vapur bekleyişlerini… Nere gitsem yolcu bir feryad alırım cebime, Her hatırıma düştüğünde Ankara, Harcarım sokak şırfıntılarıyla. Yalnızım ve yüreğim sevişken uykularıyla, Yalnızım senin gibi viranem, Yalnızım işte yine vuku bulurken takvim, Unutulmuş Diyarbakır tadında... Öyle bir sevmekti ki seni, Sevişmekti canına yetinceye kadar. Öyle bir sevmekti ki seni, Meçhul diyarlara namussuz, göçler kadar mülteci... Müstahaktır her surette gülün dilinden dökülen her bir diken, Ve yılan koyunlu vakitlerde, Filizler açar geceye... Belki ölümcül sevdam kapanır dizlerine, tan yerinin İki nokta üst üste gelir belki koynumda yine bu sabah Ve belki açmayacak bir daha bu korku… Hiçbir aşkın köklerinden, Sadık bir dost gibi girmeyecek kanına hiçbir sevda, Elbet yine yakılacak altına bir ateş Ve elbet üzerinden atlayacak bir ceylan bulunur. Sözler yazılı kalır yeşil muhafızların silahlarına, Çizen üzerini her bir zerreden kıskanacak, Elbet bir ahir zaman duyulur...
GÖRECE
Sen, benim yanlış zamanda yaptığım en doğru şeydin. Oysa yanlışlarımı bile doğru zamanlarda yaptım ben. Tıpkı, dokuz ay sabrettikten sonra dünya ya geldiğim gibi. Şimdi senden sonra ilk defa doğru bir şey yapıyorum. Üstelik bu defa zamanını da tutturdum! Sonun başladığı yerdeyim, fakat bir türlü tetiği çekemiyorum!
ÇIĞLIK
Azgın bir fırtınanın ön sevişmesi kadar sessiz ve bir o kadar çığlıklara gebeydi suskunluğum. Durağan bir hareketliliği barındırıyordu içinde ve çok zordu ıssızda dizginlemek sevdayı… Müneccimler belamı bulduğumu dahi söyledi, Oysa ben seni aramaya bile çıkmamıştım ki!
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
HAYRAN OLAYIM Sevdaya düştüm en karasından… Yalanım varsa kör olayım! Henüz içeri düşmedim ki ben; sürgünlerde bezeyim, nazım olayım. İki kelimeyi birleştirdim… Kafiyesi tuttu, şiir sandım! Bozkıra dert yanmadım ki ben; türküler yakayım, neşet olayım. İki kapılı bir hana girdim… Herkes gibi uzun inceydi yolum! Bakabildiğine kördüm ki ben; onun gibi göreyim, veysel olayım.
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
K端lt端r & Sanat ->
. Kübra Gülmez Ayşe Kulin Röportajı k.gulmez@kalemsizdergi.com
1.Trabzon kenti için düşünceleriniz nelerdir ?
- Buraya daha önceden gelmiştim sanırsam aşağı yukarı 70’li yıllardan sonra ilk defa geliyorum. Ve ben doğrusu çok içine kapalı, çok muhafazakar ve kızgın bir şehir bekliyordum. Yani buraya ait olaylar öyle bir duygu yaratmıştı. Fakat son derece enerji yüksek, cıvıl cıvıl bir şehir burası. Yani sokaklarda gençler falan yani üniversitenin çok büyük bir katkısı olmuş anlaşılan. Zaten deniz kenarında ki şehirler her zaman iyidir. Dolaştım şehrin içinde, kahvelere girdim çıktım, küçük bir çarşısı var oraya gittim bayıldım. Çünkü müthiş hareketli bir şehirde enerjisi çok yüksek bir şehir. Bu hafta sonu da geldim Trabzon’a hiç beklemediğim bir ilgi ve kalabalık ile karşılaştım. Yani kitap okuyorlardı. Benim gibi bir sürü yazar ve her birinin kendine ait okurları vardı. Hepimize çok akıllıca sorular soruluyordu. Ve inanılmaz duygularla ayrılacağım buradan.
2. Peki Fuar hakkında ki düşünceleriniz nelerdir ? - İlk fuar için ben kendimi söyleyebilirim, çünkü ben oturduğum zaman önümde öyle bir kuyruk oluştu ki diğerlerini görme imkanım olmadı. Yani etrafa bakınma vaktim bile olmadı. Ama diğer yazarlarla da konuştum hepsi memnun olmuş gibi gözüküyor. Demek ki başlangıç için ümit verici bir durum. İmzalama için daha iyi bir yer olsaydı daha iyi olabilirdi. Çünkü çok iç içe olmuş.
3.Romanlarınızda bazen yaşamadığınız duyguları ustalıkla anlattığınız görülüyor ? Bunu sebebi nedir ? - Sadece yaşadığımız duygulardan yola çıkarsak birbirini tekrar eden çok kısır bir kitap yazarız. Şu yanlışı okurun yapmaması lazım. Bir insan sadece bildiğini yazar. Yani ben mesela “Bir Gün “ yazdığımda da çok eleştiri almıştım. O duyguları hissedebilmek veya görüş sahibi olmak yetiyor. Çünkü biz yazarız ve edebiyat yazarları – tarihi belgeseller- yazmıyorlar. Onlar kurgu yapıyorlar ve kurgu hayal gücüne ve duygulara dayanan bir şeydir. Onun için herkes her şey hakkında yazabilir.
4. Her yazar her hikaye de veya romanın da başka bir karakter ile var olur. Onu kendiniz ile özleştirirsiniz. Sizin de var mı böyle karakterleriniz ? - Şimdi hayır. Kendimle özleştirmiyorum. Bir kere benim 3-4 tane biyografim var ve biyografi yazdığım insanlar, insanları yazıyorum. Ben bir Füreyya, Türkan Saylan haşa değilim. Olamam. Ama onların duygularını hissedip, onların gözüyle bakıp yazmaya çalışıyorum. O özleşmek pek değil. Onları anlamaya çalışarak yazmak. Diğer roman karakterlerinde bazen içine insanlar sızar, yazarlar sızar yani kendi görüşlerini başka karakterlerin ağızlarından söyletebilirler. Bu da özleş-
tirmek pek sayılmaz. Benim kendimle özleştirdiğim 2 tane kitabım var. Hayat ile Hüzün. Çünkü burada kendimi anlattım zaten. Orda da eteğimde ki taşları döktüm. Zaten son iki kitabımda mümkün değildi çünkü ben erkek değilim eşcinsel değilim. Ama onları anlatmaya çalıştım. Eşcinsel arkadaşlarım vardı ve Türkiye’de pek çok insan baskı altında yaşıyor. Özellikle eşcinseller Türkiye’nin belli kesimlerinde çok büyük baskılara maruz kalıyorlar. Onu hissedebildiğim ölçüde yazmaya çalıştım.
5. Eşcinselleri konu aldığınız bir kitabınız var. Ama bu Türk toplumu açısından hoş karşılanmadı ve yadırgandı bu tür olaylar ve hala yadırganıyor. Sizce Türk toplumunun bu konulara ılıman yaklaşamamasının sebebi nedir ? - Şimdi muhafazakar bir toplumuz, biraz cahil bırakılmış bir toplumuz yani baktığınız zaman istatistiklere okur-yazarlık çok az ve ilkokuldan sonra orta ve yüksek eğitimi gittikçe azalıyor. Bu yüzden insanların fikri yönden gelişmiş olmalarını beklemek kolay değil. Gelenek ve göreneklerine bağlı kalıyorlar. Ve kendilerini aşamıyorlar. Sanatçılara düşen ise birkaç adım ilerde durmak zorundadır ve biz sanatçılar olarak muhafazakar olma lüksümüz yok biz toplumun önünde duran kişiler ve çağdaş dünyayı anlayan kişiler olmak zorundayız. Bende normalleştirme adına çünkü benim çok geniş okur kitlem var ve hiç böyle bu açıdan bakmamıştım. Çok teşekkür ederim bana yeni bir ufuk açtınız.
Ve son olarak Kalemsiz Dergi İle Röportaj yaptığınız için Teşekkür Ederiz.
. Kübra Gülmez Sinan Meydan Röportajı k.gulmez@kalemsizdergi.com
1.Trabzon hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?
- Misafirperveriz, iyilikseveriz ama bazen öyle bir tepemiz atar ki bizi gören şey der herhalde; korkunç sanabilir. Ama öyle değiliz işte tam tersi. Çok iyi dostluk kuran ve sıcak ilişki kuran insanlarız. Ben Artvinliyim ama örnek olarak Trabzon bizim için Karadeniz’in İstanbul’u gibidir. İstanbul’dan bakıldığı zamanda Karadeniz’in incisi dolayısıyla bu biraz objektif görüş olmayabilir. Karadenizlilerin bakışı olabilir. Ama benim bakış açım bu Trabzon için.
2.Fuar hakkındaki görüşleriniz nelerdir ?
- Fuar hakkında şöyle, ilk düzenlenmesi açısından değerlendirmek lazım. Mesela Bursa’da, İstanbul’da TÜYAP fuarı düzenledi. Tüyap’ın düzenlediği etkinlikler çok daha etkili. Bir kere salonlar çok büyük , yazar çeşitliliği çok fazla, her görüşten yazar bulabiliyorsun. Kitap çeşitliliği çok fazla, salonlar güzel. Fakat ilk olması açısından oldukça güzel. Benim temennim şu, önümüzdeki yıllarda kapsamın daha da gelişmesi. Bir Bursa Fuarı gibi olması lazım en azından. Çünkü ordaki fuarlar çok kapsamlı Tüyap’ın hazırlaması açısından. Kitap çeşitliliği az burada, yayınevi çeşitliliği az. Türkiye’de 500’den fazla yayınevi var ve bu yayınevlerinin bastığı milyonlarca kitap var. Büyük fuarlarda bunların tamamını bulabiliyorsunuz. Burada çeşitlilik az. Fakat bunu eleştiri olarak almamamız lazım. Çünkü ilktir ve denemedir. Mesela “Yazarlar Konferansı” olduğunu son anda öğrendik. Arkadaşları bu anlamda eleştirmiyorum ama deneme-yanılma yöntemi ile birçok şey öğrenecekler. Fakat iki noktaya değinmek istiyorum. Birincisi, çeşitlilik. Her anlamda çeşitlilik. Hem ideolojik anlamda yani belediyelerin bu tarz etkinlikler yapınca ister istemez muhalif olan yazarlara sen gelme , sen arkada dur muamelesi yapılıyor. Mesela muhalif yazar olarak burada olmaktan mutluyum. Yani biraz çeşitlilik artarsa iyi olur.
3.Sizin yazmış olduğunuz “Atatürk ve Kayıp Kıta Mu” kitabınızda merak ettiğim şey Bu kitaplarda bu Kayıp Kıta Mu araştırması Atatürk Döneminden sonra niye açıklığa kavuşturulmadı ?
- Şöyle bir şey, Atatürk deha. Deha ne demek ? Beyin gücü genetik olarak bizlerden daha farklı ve ileri çalışıyor. Sadece Atatürk için mi geçerli mi bu ? Tabi ki Hayır. Mesela dünyada ki büyük liderlerde, peygamberlerde de deha vardır. Bizden daha fazla düşünüyorlar bazı şeyleri. Daha farklı bir genetik ve beyin yapıları var. Dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün o dönemde ortaya koyduğu bu kuram yani bu kuramı aslında Atatürk ortaya koymadı. Amerika’da bir araştırmacı bunu ortaya koydu ve Atatürk’ün ilgisini çekti. Ve o da bu araştırmayı ilerletti. Ve Atatürk bu araştırmaları yaparken bile çevresinde bulunan insanlar anlayamadılar ne yaptığını. Çünkü onlara uçuk geldi. Yani o dönemde yapılan şeyin farkına varamadılar. Hatta bugün bile farkına varmış değiller. Bugün ben bu kitabı yazdım “Atatürk ve Kayıp Kıta Mu” diye kitap yazdım, bazıları dalga geçmeye kalktı orada belgelerin görülmesine rağmen. Yani bir de Atatürk’e yakıştıramadılar – saçma geldi onlara. Bir de Atatürk’ün bilim anlayışının sınırları çok geniş. Mesela Atatürk
şöyle demiyor ; senin bir düşüncen var o akıl dışı demiyor. Sen bir şey söylüyorsun mantık dışı demiyor. Yani sizle dalga geçmiyor, sizin söylediğiniz bütün düşünceleri önce bir araştıralım çocuk diyor. Çok Enteresan. Ve kendisi araştırıyor. Ama bugün ne var mesela, sen bir şey dersin ben de şey derim sana o saçma derim. İşte bu bizim ukalalığımızdan kaynaklanıyor ve bu cahil insanlarda olan bir şeydir bu. O gün bilimin sınırı yoktur ve her görüş değerlidir. Ve araştırılmaya muhtaçtı. Araştırmalara neden Atatürk’ün devam etmediği sorusunu cevabı burada gizlidir. Çünkü onun çağında yaşayan başka hiçbir lider veya çevresinde yaşayan hiç kimse bu kuram ve kavramları, araştırmaları anlayamadı. Ve anlayamayınca ne yapıyorsun yok ediyorsun hemen. Hiç uğraşmadan hemen yok ediyorsun. Anlayamadığın şeyi yok etmek istiyorsun ister istemez.
4.Sizce tarih neyi yazar ? Ya da tarihi kim yazar ?
- Şimdi tarihi genelde egemenler yazar. Kazananları yazar, kaybedenler hep garibandır. O yüzden tarih yüzde yüz gerçeğe ulaşmamızı engelleyen bir bilimdir. Yani biz anlatıyoruz ya birçok şeyi işte o bizim bulgularımız fakat bu bulgular yüzde yüz doğru değildir. Yani hiçbir tarihçinin sözleri yüzde yüz doğru değildir. Çünkü bütün ele geçirdiğimiz kaynaklar birileri tarafından oluşturulmuş, yazılmıştır. Ve bu tarihi hep egemenler ve kazananlar yazmış. Mesela Çaldıran Savaşı’nı düşünün. Orada Şah İsmail kazansa başka bir tarih yazılacak ama Yavuz Sultan Selim kazanınca başka bir tarih yazılmış. Kurtuluş Savaşı’nı düşünün. Atatürk kazanıyor başka bir tarih, kaybettiğinde ise başka bir tarih yazılıyor. Dolayısıyla tarih hiçbir zaman yüzde yüz doğru değildir. Bunu bilerek tarihe bakmak lazım. Yani tarafsız tarih yoktur ve çok zordur bunun olma olasılığı.
5.Peki saklı tarihleri ortaya çıkarmak adına ülkemizde ne tür çalışmalar yapılabilir ?
- Valla ülkemizde tarih ve dil kurumları kuruldu biliyorsunuzdur 1930’lu yıllarda ve Atatürk mirasından oraya pay bıraktı. Onların özerk olmasını istedi bilim yapsınlar diye. Fakat o öldükten sonra kurumlar işlevsizleşti. 12 Eylül Darbesi ile birlikte bunlar kapatıldılar. Esasında kapatılmadı ama işlevsizleştirildi, özerkliği yok edildi. Yani Atatürk’ün vasiyetine aykırı olarak. Dolayısıyla Türkiye’de mesela tarihimizi, dilimizi araştıran devlet kurumları çalışmaz hale geldi. Ee önce bunları çalıştırmak lazım ve bunun gibi kurumlar açmak lazım. Bilim insanlarına örnek olmak lazım. Ama bizler araştırmamızı nasıl yapıyoruz, üniversite dışında yapıyoruz. Çünkü üniversite sizi belli kalıplara dayatıyor. Ve bilimde dayatma olmaz. Yani özerk olacak. Bulguları herkes ortaya koyacak ve tartışılacak bunlar. Ama şimdi öyle değil, esasında eskiden beri öyle değil. Hep bir kalıp konuluyor ve bunu yazabilirsin bunu yazamazsın diyorlar. O zaman bilim gelişmiyor. Yani bilimin ilerlemesini ve gelişmesini istiyorsak birinci şart özerk olacak. Yani bağımsız, kimse dayatmayacak. Devlet karşı taraftan zorlama yapmayacak.
6.Atatürk’ü anlamak neden bu kadar zor sizce ?
- Çarpıtıldığı için. Yani ikincisi ise deha olduğu için. Mesela Einstein’ı da anlamak zordur. Neden zordur. Çünkü daha biraz öne anlattığım noktaya geldik. Yani doğuştan gelen bazı özellikler
bazı insanlarda üst noktadadır. Ve o insanlar bizden düşünce, algı ve anlayış olarak üst noktada oldukları için lider oluyorlar zaten. Torpilli olmuyorlar . Öyle olunca onları anlamaya çalışan bizler biraz patinaj yapıyoruz. Çünkü bizim bir noktadan sonra kapasite tıkanıyor. Ve bu birçok konuda böyledir sadece liderler de değildir. Yolumuz tıkanıyor ve bir de çarpıtılma da var. Elli senedir de yanlış Atatürk anlatıla anlatıla biz de böyle cımbız ile çıkartmak zorunda kalıyoruz. O zaman ben böyle yazdığımda okurlardan şöyle bir tepki geliyor.”Biz böyle öğrenmemiştik.” Diyorlar bu sefer de.
7.Peki hocam Atatürk dışında eğilim gösterdiğiniz tarihi bir olgu veya kişi var mı ?
- Var. Fatih Sultan Mehmet’i çok merak edip inceliyorum. Ve o konu hakkında bir kitabım var. Atatürk ve Fatih’in ortak özelliklerini anlatan tarih konusunda ortak dehalarını anlatan ve Atatürk’e en çok benzeyen isim Fatih Sultan Mehmet’tir.
8.Hocam peki hemen hemen bütün kitaplarınızda Atatürk konusu işlemenizin nedeni nedir ?
- Nedeni şu. Çünkü sistemik saldırılar olduğu için ve bizim de temel kurucu değerimiz olduğu için o saldırılara cevap vermemiz lazım. Aksi halde bunun bir günahı var. Çünkü onlar yokluk içinde bu devleti kurmuşlar ve hiçbir şeyleri yok iken bu devleti kurmaya çalışmışlar ve bugün plazalarda oturup Atatürk düşmanlığı yapıp ceplerine dolduranlar var. Hatta buraya gelip konferans veriyorlar. Şimdi bizim de hem dini hem de vatan borcumuz onları korumaktır.
Ve son olarak Kalemsiz Dergi Adına Röportaj için Çok Teşekkür Ediyoruz. Kalemsiz Dergi Ekibine ve Okurlarına Buradan sevgilerimi ve saygılarımı Gönderiyorum.
Mart Ayında Vizyona Girecek Olan Filmler Suç Çetesi (Gangster Squad)
Vizyona giriş tarihi: 1 Mart 2013 Yönetmen: Ruben Fleischer Oyuncular: Ryan Gosling, Josh Brolin, Sean Pean Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim Yapım: 2012 Konu: 1949 Los Angeles kenti zalim ve doğuştan kalpazan Mickey Cohen’in (Sean Penn) Kontrolü antındadır. Uyuşturucu, silah ve kadın ticaretini tek elden yürüten Cohen, güçlü mafya adamlarının yanı sıra yerel polisi ve hatta politikacılarıda arkasına almıştır. Los Angeles Polis Departmanında kimse karşısına çıkmaya cesaret edemezken birime dışardan destek vermekle görevlendirilen Teğmen John (Ryan Gosling) Cohen’in işlerine çomak sokmayı becerebilecek midir? Suç ve dram türlerini harmanlayan filmin yönetmenliğini Ruben Fleischer üstleniyor. Oyuncu kadrosu ise Ryan Gosling, Emma Stone, Josh Brolin ve Sean Penn gibi yıldızlardan oluşuyor.
Sevimli Canavarlar Üniversitesi 3D (Monsters University 3D) Vizyona giriş tarihi : 1 Mart 2013 Yönetmen: Dan Scanlon Oyuncular: Billy Crystal, John Goodman, Steve Buscemi Tür: Animasyon Yapım: 2013
Konu : Mike ve Sully Sevimli Canavar’dan (Monsters,Inc.) sonra yeniden beraberler! Canavar olmak öğrenilebilir! Bu sefer maceranın öncesi, ikilinin üniversite günlerine dönüyoruz. İkili henüz sıkı dost değiller ama bu çılgınca eğlenmeyecekleri anlamına da gelmiyor. Pixar stüdyolarının çok sevilen animasyonunda orijinal dublaj kadrosunda Billy Crystal, John Goodman ve Steve Buscemi gibi isimler karakterlere hayat verirken yönetmen koltuğunda Dan Scanlon oturmakta.
Eve Dönüş: Sarıkamış 1915
Vizyona giriş tarihi: 8 Mart 2013 Yönetmen: Alphan Eşeli Oyuncular: Uğur Polat, Nergis Öztürk, Serdar Orçin, Muharrem Bayrak, Sıla Çetindağ Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim Yapım: 2012 Konu: I. Dünya savaşında Ruslara karşı yapılan, 109.274 askerin şehit düştüğü “Sarıkamış Harekatı” Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlubiyeti ile sonuçlandı. Kuzey Doğu Anadolu Bölgesi Ocak 1915 tarihiyle artık hiç kimseye ait olmayan, belirsizliğin ve karmaşanın hüküm sürdüğü bir yere dönüştü. Ne Rusların, ne de Osmanlı’nın tam olarak sahip olamadığı, yönetim ve otoriteden yoksun bu bölgede kaderlerine terk edilmiş insanlar, kendilerini daha önce karşılaşmadıkları bir hayatta kalma mücadelesi içinde bulurlar. Bakü’de görevli Hariciye Nazırlığı Kalem Müdürü’nün eşi Gül Hanım ve kızı Nihan, onlara Erzurum yolunda eşlik eden Hariciye Nazırlığı mensubu Saci Efendi, zorlu ve sert kış koşullarının hakim olduğu bu kimsesiz topraklarda yol alırken savaşın ortasında kalmış, harabeye dönmüş ve terk edilmiş bir köye ulaşırlar. Issızlığın ortasındaki bu köyde geçirdikleri ilk akşamlarında yalnız olmadıklarını öğrenirler. Birbirlerinden farklı, toplumunun değişik sınıf ve kültüründen gelen 8 insan, vahşi doğanın ve koşulların ortasında kalmış bu ıssız köyde dayanılmaz bir açlıkla baş ederken hayatta kalmanın peşinde ve eve dönüş mücadelesi ile karşı karşıyadır artık..
Muhteşem ve Kudretli Oz 3D (Oz: The Great and Powerful 3D) Vizyona giriş tarihi: 8 Mart 2013 Yönetmen: Sam Raimi Oyuncular: James Franco, Mila Kunis, Rachel Weisz Tür: Fantastik, Macera Yapım: 2013
Konu: Küçük bir sirkte, büyücülük numaralarıyla hayatını kazanan ve biraz da ahlaksız olan Oscar Diggs, yaşadığı Kansas kentinin sıkıcılığından kurtulmak isterken kendisini eğlenceli Oz Ülkesi’nde buluverir. Bu yolculuk, onun için büyük bir şanstır ve turnayı gözünden vurmasına çok az kalmıştır. Ta ki Theodora, Evanora ve Glinde adlı üç cadı Oscar’ın Muhteşem Büyücü kimliğinden şüpheleninceye kadar. Oscar hiç hesapta yokken, Oz Ülkesi’nin sorunlarıyla da karşılaşır ve bu yeni insanların arasında kendi yeteneklerini de geliştirerek hem güçlü Oz Büyücüsü’ne dönüşür hem de eskisinden daha iyi bir insan olur.
Aşk Kırmızı
Vizyona giriş tarihi: 15 Mart 2013 Yönetmen: Osman Sınav Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Tayanç Ayaydın, Ezgi Asaroğlu Tür: Romantik Yapım: 2013 Konu: Senaristliğini ve yönetmenliğini Osman Sınav’ın üstlendiği film, aşka farklı ilişkiler çerçevesinden bakan bir yapım. Tutku dolu olduğu kadar aşkın hüzünlü ve yıkıcı yönünü de gösteren film, oyuncu kadrosuyla da öne çıkıyor. Başrollerini Nurgül Yeşilçay ve Tayanç Ayaydın’ın paylaştığı filmde ikiliye Ezgi Asaroğlu, Teoman Kumbaracıbaşı, Sait Genay, Şebnem Dilligil, Renan Karagözoğlu ve Güneş Çağlar Hüseyin gibi pek çok isim eşlik ediyor.
Sabit Kanca
Vizyona giriş tarihi: 22 Mart 2013 Yönetmen: Alper Mestçi Kantoğlu, Levent Oyuncular: İsmail Baki Tuncer, Orhan Aydın, Volkan Aykul Tür: Komedi Yapım: 2013
i programı yarışmacısı Konu: Bir özel televizyon kanalı için yarattığı bilg menlerşen İsmail “Sabit Kanca” karakteri ile kısa süre içerisinde feno etmenliğini ise Alper Baki’nin başrolde olduğu filmin senaristliğini ve yön la ünlenen Sabit Kanca Mestçi üstleniyor. Her soruya verdiği hazır cevaplar arı yine keskin zekâsı ve öykü içerisinde oradan oraya sürüklediği maceral bitmeyen espri yeteneği ile çözüme ulaştırıyor.
İlker Deniz Devrim
i.devrim@kalemsizdergi.com
Plak , yada diğer adıyla ; ‘’pikap ile karıştırılmaması gereken şey’’ … Bu köşede , bu ay ki konumuzda ; genellikle pikap kelimesi ile karıştırılmakta olduğuna şahit olduğum bu plaklar ve onların geçmişi olacak işte..
titreşimlerini ağızlığının ön kısmında yer alan hassas tablaya çarptırıyor , kulağımızın işiteceğimiz seviyeye getirip ve bu şekilde kaydedilmiş olan sesi biz dinleyiciye iletiyordu. Cihazın çalışma mantığı bundan ibaretti.
Bu arada es geçmeyeyim ; bizlere fonograf vasıtası ile iletilen ilk ses Edison’un teknisyeni Dipten gelen cızırtısı , filtrelenmemiş ve Kruesi tarafından 1877 yılının 6 Mayıs günü yağ gibi kaygan ses kalitesi ile nostaljinin dibi bir plağa kaydedilmiş olan ‘’Mary’nin Küçük Bir dediğimiz plakları inceleyeceğiz. Kuzusu Vardı’’ isimli şarkı… Bunun için öncelikle taa 1877’li yılların Amerika Birleşik Devlet’lerine gitmeliyiz. O yıllarda Thomas Edison henüz ampulün icadıyla uğraşmıyor ve atölyesinde beraber çalıştığı John Kruesi ile birlikte ‘’fonograf ’’ adını verdiği tarihin ilk ses kayıt cihazını kamuoyuna duyuruyordu.
Neyse efendim , konuyu saptırmadan devam edelim ; bu cihaz ilk zamanlar öylesine ilgi görmüştü ki prototipi yapıldıktan tam bir sene sonra üretimine başlandı ve 1878 yılında birçok New Yorklu ailenin evinde fiyatı 10 dolara kadar düşen bu cihazı görebilirdiniz. Ancak ses kalitesi ve aletin çalıştırılabilirliği gibi konularda yaşanan sıkıntılardan ötürü halk bu Bu cihaz ; ileri geri hareket eden silin- cihazdan sıkılmaya başladı. Cihaz yavaş yavaş diri sayesinde bu silindire konulmuş borumsuz eski karizmasını kaybediyordu. Ta ki ‘’gramoağızlıktaki kelimelerin ortaya çıkardığı ses fon’’ denilen cihaz icat edilene kadar…
’’taş plak’’ adı verildi. Gramofonu icat eden , şuan aklınızdan geçtiği gibi fonografın mucidi ve diğer birçok Sonrasında gelişen müzik teknolojileri sayeicadın hırsızı Edison değil , Alman bilim adamı sinde 78’lik plaklarda karşılaşılan sorunlar Emil Berliner’dır. giderilerek Colombia firması tarafından 33’lük diye tabir edilen yepyeni plaklar piyasaya İşte bu cihazın icadından sonra gerek sunuldu. Ülkemizde bu plaklara , dayanıklılığı müzik sektörü ve gerek ses kayıt teknolojileri ve daha fazla bilgi yüklenebilmesi sebebiyle farklı bir ivme kazandı. Silindir bir tabaka ile ‘’uzun çalar’’ adı verildi. Ve son olarak ; 33 çalışan fonografın yerine ince taş bir plaka- devirlik plakların hemen ardından 45 devirlik nın gelmesi hem ses kalitesini arttırdı , hem plaklar piyasaya çıkarılarak plakların format de plak ile makineyi birbirinden ayırarak , bir gelişimi bu şekilde tamamlandı. makinede birden çok plağın çalınabilmesini sağladı. *** Uzun süren bu plak macerasından sonra Bu pek tabii müzik sektörüne ‘’albüm satışı’’ teknolojinin de gelişmesiyle 1960’lı yıllarda denen olguyu getiren girişiminde başlangıkasetler piyasaya çıktı. Küçük boyutu ve cı olmuş oldu. Sanatçılar albüm çıkarmaya , kullanışlılığı ile plak şirketlerinin de dikkatini bunları plaklara basıp bunlar sayesinden geniş çeken kasetlere geçiş çok çabuk oldu. Zamankitlelere ulaşmaya başlayınca , halkta plak la kasetin yerini de CD’ler aldı. Teknoloji hep denen şeyle tanışmaya başladı. Zira önceleri böyledir zaten. Birinin yerini bir yenisi alır… plak denilen şey fonografın sadece bir parçasıydı. Dolayısı ile aldığınız şeyin adı plak değil Ve günümüze gelirsek ; CD’ler bile artık pek , fonograftı. Ama gramofonun icadıyla plak görülmüyor ortalıkta. Zira albümler , filmler ve ile makine birbirinden ayrılınca bu kavramda diğer tüm sanal veriler artık DVD’lerle karşıyepyeni bir boyut kazandı. Artık aldığınız şeyin mıza çıkıyor. He birde son zamanlarda Blu-Ray adı plaktı. Bir gramofon yüzlerce plağı çalıştır- adı verilen , DVD’nin bile onlarca katı fazla manıza yetiyor ve artıyordu… bilgi depolayabilen optik disklerin adını sıkça duymaktayız. Bu teknoloji daha yeni olduğunBiraz da plakların evriminden bahsedeyim dan dolayı henüz yayılmadı ancak onunda eli sizlere ; pvc denilen bir plastik ile yapılan ve iki kulağındadır. Bundan sonrakinin adını teknotarafına da ses kaydı alınması mümkün olan bu loji ne koyar bilinmez… plaklar ilk olarak 78’lik adıyla piyasaya çıktı. İsminin 78’lik olmasının sebebi saniyede 78,26 devir yapıyor oluşundan kaynaklanıyordu. Ülkemizde ise bu teknoloji ile üretilen plaklara
Ama son hızla gelişen bu teknolojiye ve zamanla daha da artan marjinal faydaya rağmen bizler yinede bir gözü arkada kalmış çocuklarcasına eskilere özlem duyuyoruz. Bunun adını bile koymuşuz üstelik ; ‘’nostalji’’… Şimdilerde plaklar şık müzik dükkanlarında ve kafelerde duvar süsü olarak kullanılmaktan öteye gidemese de , azda olsa seveni sayesinde hala günümüzde yaşatılan bir kültür. Tarih onu kendi karanlık sularında boğmamıştır ancak , dibine öyle bir şekilde çekmiştir ki ne onun orada olmadığını iddia edebilir nede onu tekrar geri getirebiliriz. Pek tabii aslına bakılırsa bu bir sadece zevk meselesidir. O eski plakların sesini seven insanlar zaten günümüzde de ona ulaşabilmektedir. Sorun ulaşmakta değil zaten. Sorun ; o zamanki atmosferi yakalamakta… Düşünsenize haftalıklarınızı biriktirerek aldığınız o plağı , gramofona koyup sadece onu dinlemeye koyulmak ile internetten bilgisayarına indirip , sosyal platformlarda gezinirken yada oyun oynarken sadece alttan ses gelsin diye dinlemek bir midir ? Bu ikisi aynı tadı ve aynı heyecanı mı verir ? Pek tabii hayır.. Alttan alttan gelen o tatlı cızırtısı , yağ gibi kaygan ses kalitesi ve üzerinde biriken tozları ile plaklar işte bu yüzden geçmişe duyduğumuz özlemlerin en güzeli. Bir sonraki ay , bir başka nostalji ile görüşmek üzere. Kalın sağlıcakla…
Özkan Yılmaz
o.yilmaz@kalemsizdergi.com
ÖZEN YULA 'TOPLU OYUNLARI 4' İçinde '4' tane leziz oyunun bulunduğu ve her bir oyunda farklı tatlar aldığımız kitap. Ancak 4 oyun içinde bir oyunu inceleyeceğim. Sizler de beğenirseniz ki beğeneceksiniz birçok kitapçı veya internet üzerinden sipariş vererek temin edebilirsiniz.
dim diyorsunuzdur. Ama hiç olayı kabullenip olduğu gibi yaşamınıza devam etmeyi düşünebilir miydiniz? Hatta bu durumun olumlu yanları olduğunu düşünür müydünüz?
Mekan: Ankara'da bir tepeye inşa edilmiş Basım yılı 2007 ancak benim gibi siz de gökdelenin en üst katı. Yirmi dördüncü '4 oyun' bulunduran muhteşem kitabı katta,geniş,ferah,herkesin oturmak istegeç fark etmeyin istedim. Yazarı benim yeceği türden bir daire. Sahne tam olarak çok sevdiğim ,hayranı olduğum,kendisini bu dairenin salonu, yemek yenen bölümü örnek aldığım ,sevgili Özen Yula . Eskişeve mutfağı görülür.Tam karşıda tül perdehir’de dünyaya gelmiş ve iyi ki de gelmiş ler sonbahar rüzgarıyla dalgalanmaktadır. dedirten bir o kadar mütevazi, yazıları ile Perdeleri arkasında rahatlıkla seçilen gönlümüzde taht kuran ve ödülleri kıyme- balkon. Neredeyse teras kadar geniş. tini bilmemiz gereken yazarımız. Oyunları Balkonun bulunduğu bölüme üç basamakbirçok ülkelerde sahnelendi ve en son Ça- la çıkılır . Sahnede asıl vurgulanacak yer ğan Irmak'ın yönetmenliğini yaptığı Keşanlı balkondur. Ali Destanı adlı dizinin senaristliğini üstlendi.Biliyorum merak etmeye başladınız o Konusu :Ankara'da bir tepeye inşa edilmiş zaman başlayalım . gökdelenin en üst katı, Emlakçı Bulut tarafından kiraya verilmektedir. Ancak ;evi her Oyunumuz:Aşk Evlerden Uzak kiralayanlardan bir can almaktadır . Evde Eşinizin metresi olduğunu öğrenseniz ya uğursuzluk mu var ? Yoksa yaşam biçimida eşiniz, eski sevgilisini yemeğe davet miz mi,yapılan ahlaksızlıklarımız mı bizim etse ne yaparsınız? Kiminiz ağzını burnunu kötü sonumuzu hazırlıyor ? Aşkın evlerden kırardım,kiminiz cinnet geçirirdim ya da ne uzak olduğunu ve tek değerli şeyi para halleri varsa görsünler deyip kapıyı çeker- olduğu ,aşkın sadece adının olacağını anlatmaktadır.
Lüks daireyi kiraya vermek için çeşitli düOyun Ankara’nın lüks bir dairesinde geçer. menler çeviren , işinin erbabı olmuş emlakAynı daireyi kiralayan üç çiftin ilişkileri anla- çı Bulut ise Billur ve ardından da Seyhan’la tılmaktadır. İlk kiracı;patronu Emin’in metre- beraber olur. si ve deli gibi aşık Piraye’dir. Ancak Emin için aşkın ve sadakatin bir önemi yoktur,hatta Oyunda bütün beraberliklerin çıkar üzeriPiraye ile yaşadıklarını yatak odasında gizli ne kurulu olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca kameraya çeken hatta bunu eşiyle beraber oyunda televizyonun sürekli açık olması izler. Eşi Billur ise bu durumdan memnundur gözlerden kaçmamaktadır ve çiftlerin sonu çünkü;aşklarının ateşlendiği düşüncesin- , televizyondaki klibin sonu ile aynı olması dedir ve Billur videoyu Emin’i deli gibi seven da dikkat çekici. Piraye’ye izletmekte geri kalmaz.... 'Özen Yula Toplu Oyunları 4' adlı kitabın Aynı daireyi kiralayan ikinci çift Rezzan ile içerisinde aşk evlerden uzak oyunundan Galip’tir.İlk kocasını ve oğlunu bir trafik ka- başka ‘Rahvan Giden Atlılar’,'Yaşamak' zasında kaybeden Rezzan psikolojik tedavi bunlardan fazla bir şey... Ya Da ' İstangörmekte,kocasıyla ilişkisi,ilk kocası Ufuk'u bul-Sofya' adlı leziz oyunları da dahil. Ben düşüncelerinde devamlı yaşattığı için,sağ- koltuğuma uzanarak bir elimde sıcacık lıklı olmamaktadır..... salebim bir elimde Özen Yula kitabım zevk Aynı daireyi üçüncü kiralayan sonradan çift alarak okudum. Sizlerin de okumasını ise olan Adil ile Seyhan daireye yerleşmiş- tavsiye ederim. tir ve baldız Esra da okumak için ablası ile eniştesinin yanına yerleşir.Ve Esra ablasının şehir dışı iş görüşmelerini fırsat bilerek zengin eniştesini başta çıkarmayı başarıp beraber olurlar. Şunu söyleyebilirim ki; beraber olduğu iş adamı tarafından videoya kaydedilen metresin 'şaşkınlığı', profesör ve karısı 'şefkati’. Enişte ve baldız'şehveti 'temsil ediyor.
Merve Altun
m.altun@kalemsizdergi.com
DÜŞLER KASABASINDA BİR YAZ TATİLİ Bugüne dek pek çok video oyunu, televizyon dizisi, sinema filmi, roman ve heavy metal albümü üzerine yazılar kaleme aldım. Ancak hayatımda ilk kez kendimi şimdi, tamamen bana ait olan bir eser üzerine olabildiğince mantıklı cümleler kurmaya çalışırken buluyorum. İtiraf etmeliyim ki bu acayip bir hismiş. Bu tuhaf ama tatlı duyguyu bana tattıran Kalemsiz Dergisi’ne teşekkür ederek yazıma başlamak istiyorum. Kalemsiz Dergisi’nin bu ayki sayısına konuk olmamın sebebi, sizlere ilk romanım “Düşler Kasabasında Bir Yaz Tatili”nden bahsedecek olmam. Ama romanıma geçmeden önce başta söylemem gerekeni altını çizerek belirtmeliyim: yazacaklarımı dilerseniz bir tanıtım yazısı olarak ele alailir, isterseniz de bir yazarın savunması olarak okuyabilirsiniz. Her iki şekilde değerlendirseniz bile benim açımdan bir sorun olmayacaktır. Ama sizi temin ederim, bu yazı kesinlikle bir eleştiri yazısı değildir. Öyle bir amaçla yazılmadığı gibi, eser sahibinin de böyle bir gayesinin olmadığını vurgulamak isterim.
Kasım 2012’de BU Yayınevi tarafından piyasaya sürülen ilk romanım Düşler Kasabasında Bir Yaz Tatili, sekiz yaşına yeni basmış Okan’ın halasıyla birlikte ismi ve cismi sisli bir kasabada başından geçenleri konu ediyor. Okan için günümüz çocuk jenerasyonunun bir replikası olduğu söylenebilir. Annesiyle birlikte İstanbul’da bir apartman dairesinde yaşayan Okan, odasından dışarı zorunlu haller dışında çıkmayan, her türlü oyun konsoluna, video oyununa ve aksiyon figürüne sahip bir çocuk. İşkolik annesinin yazın da iş için yurtdışına çıkacağını öğrenemsiyle, tüm yaz planları alt üst oluyor ve koca yaz tatilini geçirmek üzere halasının içinden elektrik bile geçmeyen ıssız ve kurak kasabasına gidiyor. Her şey yaşını dahi tahmin etmekte zorlandığı ihtiyar halası ve çoban köpeğiyle tanışmasının ardından başlıyor. Kısa süre içerisinde hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını öğrenen Okan, en az halası kadar yaşlı olduğuna inandığı evin perdelerini açınca, kuraklığın orta yerinde yemyeşil devasa ağaçlarıyla bir ormanın
yeşerdiğini; korkunç alacakaranlığın altında tuhaf şekillerdeki mezartaşlarıyla, anıt mezarlarıyla ve kendi kendine açılıp kapanan kuru kafalarla örülü demir kapısıyla bir mezarlık bittiğini fark ediyor. Her şey bunlarla da sınırlı değil elbette. Okan, mezarlığın en can alıcı köşelerinde yaşayan insan karartıları ve bir takım silüetler keşfedince, halası o karanlık figürlerin kendi arkadaşları olduğunu ve bir karnaval için hazırlandıklarını dile getiriyor. Okan’ın da katılabileceğini öğrendiği bu karnavalla birlikte çocuğun yaz tatilinden beklentileri bir anda yükselişe geçiyor. Bir gençlik romanı olan Düşler Kasabasında Bir Yaz Tatili’nin, bazı web sitelerinde yalnızca 11-14 yaş arasına hitap ettiği belirtiliyor. Yeri gelmişken bu konuya da açıklık getirmek gerekir. Her ne kadar kitap boyunca çok yalın bir dil ve anlatı kullanmayı tercih etmiş olsam da, romanın evvela türü itibariyle, daha sonraysa işlediği olaylar dolayısıyla dar bir yaş aralığına hitap etmediğini söyleyebilirim. Türk, Sumer, Fars ve Roma mitolojilerinden tanrılara, tanrıçalara; rüyalara, kabuslara; Anadolu masallarından motiflerle, Dede Korkut figürlerine; onlarca hilkat garibesinin yurdu halini almış yanık et kokulu yeraltı alemlerine kadar uzanan roman, cehennem tasvirleriyle dolaylı yoldan Dante Alighieri’ye ve barındırdığı korku unsurlarıyla da Clive Barker’a saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir eserin yalnızca 11-14 yaş grubuna hitap ettiğini söylemek, en iyi ihtimalle kategorizasyondan anlamamaktır denebilir. Sona doğru gelirken şunları eklemek istiyorum: İçeriği çok iyi yansıttığını düşündüğüm kapak tasarımı Uğur Köse’ye ait. Kendisinin mükemmel bir iş çıkardı. Buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Ve evet, kitabı on gün gibi kısa bir sürede yazdığım, üç ay gibi bayağı uzun ve zorlu bir sürede de düzenlediğim, tüm bunları yaparken de Judas Priest’in “Angel of Retribution” albümünü dinlemeyi hiç bırakmadığım ve bu sürecin de bana bir Angel of Retribution diskine mal olduğu doğru. Fantastik romanlardan, mitolojiden, uçsuz bucaksız ormanlardan ve sisli mezarlıklardan hoşlanan her yaştan okurun (11 yaş altı için Parental Advisory!) severek okuyacağına inandığım Düşler Kasabasında Bir Yaz Tatili, Türkiye çapında büyük D&R mağazalarında ve internet üzerinde yayın yapan hemen hemen bütün çevrimiçi mağazada satışta!
Yazar Hakkında 1989 yılında İstanbul’da doğdu. 2002 yılında Number One TV’de gerçekleşen Star Wars Bilgi Yarışması’nda birinci oldu. Küçük yaşta okumaya ve yazmaya ilgi duyan yazar, 2003 yılında düzenlenen video oyunu temalı bir öykü yarışmasından, edebiyat alanındaki ilk derecesini elde etti. Kaleme aldığı öykülerin bir bölümünü deviantART sayfasında, bir bölümünüyse Kayıp Rıhtım’da yayımladı. Video oyun sektöründe uzun süre faaliyet gösteren yazar, birçok oyun sitesinde yazarlık ve çevirmenlik yaptıktan sonra, kendi imzasını taşıyan iki orijinal oyuna imza attı. İstanbul Üniversitesi Eski Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünde iki yıl öğrenim gördükten sonra, Kocaeli Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne geçiş yapan Cemil Karakullukçu, hâlen bu çatı altında akademik hayatını sürdürmektedir. Yazdığı ilk roman olan Düşler Kasabasında Bir Yaz Tatili’yle 2012 BU Yayınevi Gençlik Edebiyatı Fantastik Roman Yarışması’nda üçüncülüğe layık görülen yazar, yazmayı sürdürüyor.
Cemil Karakullukçu
İlker Deniz Devrim
i.devrim@kalemsizdergi.com
Oscar 2013: Ödül Kazananlar En İyi Film: Argo En İyi Yönetmen: Ang Lee - Life of Pi En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis – Lincoln En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence- Silver Linings Playbook En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway - Les Miserables En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Waltz - Django Unchained En İyi Özgün Senaryo: Quentin Tarantino - Django Unchained En İyi Uyarlama Senaryo: Chris Terrio - Argo En İyi Şarkı: “Skyfall” - Adele Skyfall En İyi Müzik: Mychael Danna - Life of Pi En İyi Yapım Tasarım: Rick Carter, Jim Erickson – Lincoln En İyi Kurgu: William Goldenberg – Argo En İyi Ses Kurgusu: Per Hallberg ve Karen Baker Landers – Skyfall, Paul N.J. Ottosson– Zero Dark Thirty En İyi Ses Miksajı: Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes - Les Miserables Yabancı Dilde En İyi Film: Amour, Avusturya En İyi Belgesel: Searching for Sugar Man En İyi Kısa Belgesel: Inocente En İyi Kısa Film: Curfew En İyi Kısa Animasyon: Paperman En İyi Animasyon: Brave En İyi Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda - Life of Pi En İyi Görsel Efekt: Bill Westenhofer, Guillaume Rocheron, Erik - Jan De Boer ve Donald R. Elliott – Life of Pi En İyi Kostüm Tasarım: Jacqueline Durran - Anna Karenina En İyi Saç - Makyaj: Lisa Westcott ve Julie Dartnell - Les Miserables
Güncel & Fikir & Araştırma ->
8
M art Dünya Kadınlar Günü 8 Mart,, ülkemizde de olduğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde, hak ve eşitlik arayışında oldukları ve sırf kadın oldukları için karşılaştıkları sorunlara dikkat çekme amacıyla bir araya geldikleri gün olarak tanımlayabiliriz. Yaşanan bu zorluklar, haksızlıklar sadece kadınlara ait olan bir durum değil elbette, bu insanların hepsini kapsayan bir durumdur. Fakat kadınların yaşadığı zorlukları görmezden gelmek oldukça yanlış bir tutum olur. Kadın ve şiddet kelimelerinin yan yana gelmesi artık şaşkınlık yaratmazken, son derece kırılgan, nazik, hassas ve duygusal olan kadınların şaşırtacak türden sabırları ve zorluklar karşısında gösterdikleri dayanıklılık onların güçlerini gözler önüne sermektedir. Türkiye'de ve dünya genelinde yapılan araştırma ve istatistikler durumun ciddiyetini kısaca özetler nitelikte.
Özge Özgüner
o.ozguner@kalemsizdergi.com "İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?" M.Kemal ATATÜRK
Türkiye'den rakamlar;
Şehirlerde evli kadınların %18'i, köylerde de %76'sı eşleri tarafından dövülüyor, Kadınların %57,7'si evliliklerinin ilk gününde şiddete maruz kalıyor, Aile içi suçların %90'ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor, Kadınların %40'ı görücü usulüyle evlendiriliyor ve %20'si nikahsız yaşıyor, Kadınların %20'si okuma yazma bilmiyor, Eğitim gören 100 kadından sadece 2'si yüksek öğrenim görüyor.
Dünyada rakamlar;
Dünyadaki işlerin %66'sı kadınlar tarafından yapılmakta, Buna rağmen kadınlar dünyadaki toplam gelirin sadece %10'una sahipler, Dünyadaki mal varlığının ise %1'ine sahipler, Başka bir söyleyişle dünyadaki işlerin %34'ü erkekler tarafından yapılıyor ama erkekler dünyadaki toplam gelirin %90'ına ve toplam mal varlığının %99'una sahipler Kadınlar yaklaşık %47'si ilk cinsel ilişkilerini zor kullanılarak yaşıyor, Dünya HIV/AIDS hasta nüfusunun %51'i kadınlardan oluşuyor, Mültecilerin %80'i kadınlar ve çocuklardan oluşuyor, Halen en az 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunuyor.
Görülen o ki kadınlarımıza yeterince değer verme konusunda hala ciddi problemlerimiz var. Yürüyüşler, etkinlikler kadar son zamanlarda dikkat çeken bir konu daha var "11. Uluslararası Filmmor Kadın Filmleri Festivali"... Filmmor Film Festivali 15 Mart'ta İstanbul'dan başlıyor. Festival, tema bölümleri, toplu gösterimler, açılış, kapanış etkinlikleri, 5. Altın Bamya Ödülleri, söyleşiler ve atölyelerle, 15-23 Mart’ta İstanbul’da, 30-31 Mart’ta İzmir, 6-7 Nisan’da Sinop, 13-14 Nisan’da Bitlis’te sizlerle olacak. Amaçlarını ise: '' - Tüm yaşam deneyimlerinin katkısıyla, kadınların ve kadınların sinema ürünlerinin görünürlüğünü artırmayı, - Kadınların sinema ve medyaya katılımını, bu alanda kendilerini ifade edebilme olanaklarını, etkinlik ve güçlerini artırmayı, - Sinemada ve nihayet her alanda cinsiyet eşitsizliği içermeyen, demokratik katılım koşullarına ulaşmayı, düşlemekte ve bunun için mücadele etmekteyiz. Bu düşle, Kadınların Medya İzleme Grubunda, kadın örgütleriyle birlikte sürdürdüğümüz çeşitli kampanya- platformlarda emek veriyor; Türkiye ve Türkiye dışında kadın filmleri haftaları, sergiler, özel programlar gibi etkinliklerle kadınların ürün ve düşlerini yaygınlaştırmayı, paylaşmayı sürdürüyoruz. '' olarak açıklıyorlar. Cumhuriyetin odak noktasında yer alan kadınlarımız, modern ve çağdaş günlere gelmemizde önemli görev başarmışlardır. Öncelikle Annemin ve dünyadaki tüm kadınların 8 Mart Kadınlar Gününü kutluyor, eşitlik, özgürlük ve mutluluk dolu bir hayat sürmelerini diliyorum.
ÖLÜMSÜZ KAHRAMANLARA
Yakında Burası Cehenneme Dönecek. Belki de taş taş üstünde kalmayacak. Bizlere bir şey olursa teğmenler, onlara bir şey olursa çavuşlar sırasıyla en kıdemli askerden başlayarak komuta devredilecek. Yahya Çavuş, bu tepe ele geçmeyecek, düşman karaya ayak basmayacak... Komutanı böyle vasiyet etmişti Yahya Çavuş'a ölümün soğuk nefesini hissederken. Yedi cihana adaletle hükmeden Osmanlı, milli şair Akif 'in deyimiyle rezil bir istila ile kapana kıstırılmaya çalışılıyordu. Trablusgarp Savaşı'nda imparatorluğun sonunun geldiği çok önemli bir direnişe rağmen anlaşılmış, Balkan Savaşları'nda malumun ispatı yaşanmıştı. Osmanlı Anavatanını kaybetmiş, elde kala kala gariban, aç ama gururlu Anadolu kalmıştı. 1915 Yılı Türk Tarihi'nin mihenk taşları arasında yerini kanla, gözyaşıyla ama sarsılmaz ve bükülmez bir gururla almıştır. Türk Tarihinde, belki de 1915 yılında olduğu kadar büyük ve derin acılar yaşanmamış, günümüz Türkiye'sini ve Türk insanını şekillendiren olaylar takvim yaprakları 1915'in Martını gösterirken ilmek ilmek örülmüştür Türk İnsanı'nın kaderine. Bugün Milli Mücadele'den, bağımsız bir Türkiye'den bahsedebiliyorsak bu Mustafa Kemaller, Kuşçubaşı Eşrefler, İsmail Canpolatlar,Süleyman Askeriler,Yakup Cemiller ve nice isimsiz kahramanlar sayesindedir. Bu yüksek ruh, damarlarımızdaki asil kanın yüksek tecellisinden ibarettir. Çanakkale Savaşı, sonuçları itibariyle dünyanın siyasi tarihine damga vurmuş, yaşananlar bir çok ulusun kaderini etkilemiştir. Almanya'nın Doğuya
gitme politikası,Rusların sıcak denizlere inme emelleri, İngiltere'nin denizlere hakim olan Dünya'ya hakim olur siyaseti Çanakkale Boğazının cehennemi andıran sularında tarihe gömülmüştür. Büyük Britanya İmparatorluğu hatırı sayılır miktarda toprak kaybetmiş, Almanlar adım adım felakete sürüklenmiş ve Çarlık Rusya'sı tarihe gömülmüştür. Yüzyıllardır uyutulmaya çalışılan Türk Milleti küllerinden doğan sihirli bir Anka kuşu misali mührünü Osmanlı'nın ölümünü bekleyen akbabaların üzerine vurmuştur. Celladına gülümsemek... Çanakkale Savaşını, orada yaşanan acıları anlamanın yegane yolu bu cümleyi anlamaktan geçer. Nasıl bir şey olabilir celladına gülümsemek ya da hangi insanlara nasip olur ? Yeryüzünde hangi milletin insanı ucunda ölüm olduğunu bile bile, davulla zurnayla, komutanının tek bir emriyle seve seve, güle güle ölüme gider ? Bu yalnızca, erdemli, idealist, içinde vatan aşkı olan insanlara nasip olabilecek büyük bir şereftir. Çanakkale'deki yüksek ruhu anlamak için; oğlu Ali'yi kına yakarak ölüme gönderen anasını,275 kilogram top mermisini tek başına kaldıran Seyit Onbaşıyı hissetmek gerekir.Düşmanı taşla, sopayla, nesi kalmışsa onunla kovalayan Mehmet Çavuşu,son erine kadar şehit olan 57.Alayı,3000 kişiyi kendi bölüğü ile durduran Yahya Çavuşu anlayamayan, bizi geldiğimiz yere Orta Asya'ya göndermek isteyen güçler, her ürettikleri projede başarısız olmaya mahkumdurlar. Milli şairimiz Mehmet Akif, bu yüksek ruhu şu dizelerle anlatmıştır:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın, Gömelim gel seni tarihe desek sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap, Seni ancak ebediyetler eder istiab. ... Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i, Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran... Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat. Çanakkale’deki yüksek ruhu ve milletimizin şanlı direnişini anlamak Mustafa Kemal’i anlamak demektir aynı zamanda. Birinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli dönemlerinde Sofya’da ‘’Ateşemiliter’’ olan Mustafa Kemal, Avrupa’daki rahat yaşantısını bırakmış ve Çanakkale’ye gelmiştir. Enver Paşa’ya mektup yazan Mustafa Kemal Paşa, cephede daha aktif bir görev istediğini söylemiştir. Büyük Önder, Enver Paşa’dan şu satırlarla vazife istemiştir: ‘’Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.” Çanakkale Savaşları’ndaki vazifesine Yarbay olarak başlayan Mustafa Kemal, kısa süre sonra Albaylık rütbesini elde eder. Osmanlı Ordusunun başındaki Liman von Sanders, Çanakkale’ye esas çıkartmanın Bolayır’dan yapılacağını, Mustafa Kemal ise,esas çıkartmanın Anafartalar mevkiinden yani Alçıtepe ve Kocaçimen’den yapılacağını düşünmektedir. Zaman büyük bir deha olan sarışın kurdu haklı çıkartır ve düşman tam da o noktadan Mehmetçiğin karşısına takvimler 25 Nisan 1915’i gösterirken dikilir. Arıburnu mevkiinden gelen düşmanlar Mustafa Kemal’in bölüğü tarafından büyük bir bozguna uğratılır.
Mustafa Kemal, büyük bir savaş dehası olduğu kadar halkı harekete geçirebilecek önemli bir liderdir. Liderlik özelliği ve yaptığı konuşmalar ordunun moral gücünü yükseltmiştir.Mustafa Kemal savaşın en şiddetli zamanlarında Conk Bayırına geldiğinde ‘’Balıkçı Damlarındaki’’ savunma müfrezesinden arta kalan erlerin 261 rakımlı tepeye çekildiğini görmüş ve herkesçe malum olan o ünlü düşmandan kaçılmaz konuşmasını yapmıştır. Kaçan erlere süngü taktırıp, bir bölük oluşturan Büyük Önder: ‘’ Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum’’ diyerek vazifenin kutsiyetini, askerlerinin beynine bir kez daha nakşetmiştir. Ordunun tekrar toparlanmasıyla neye uğradığını şaşıran işgal kuvvetleri ciddi bir kayıp verir; 57.alayın tamamen şehit olmasına rağmen işgal kuvvetlerinin çıkartması da sonuçsuz kalır. Kendinden vazgeçmek zordur;ama dünyayı değiştirmenin kolay olmadığını bilen, ülke kadar büyük kahramanlar arasında yerini alan Mustafa Kemal Paşa, askerinin önünde savaşmış, emrindeki Mehmetçiğe, evvela ben gideceğim, siz kırbacımla işaret verdiğimde arkamdan geleceksiniz demek maneviyatına sahip bir komutandır. Emri verdiği gün yani 10 Ağustos 1915 günü Mustafa Kemal göğsündeki saate isabet eden bir şarapnel parçası yüzünden yaralanmıştır.
Bir avuç vatansever insanın emperyalist güçlerin saldırısını ilk kez durdurabildiği, gururunu, şerefini, haysiyetini koruyup kolladığı yerdir Çanakkale ve güneşin battığı yerdir. Çanakkale dedemin şahadeti tattığı yerdir, şehitlerimizin de kefensiz yattığı yer... Çanakkale şah damarıdır Mehmetlerin ve anaların yüreğidir. Ne demişti düşmanlar topraklarımıza girerken; beş çayını burada içeceğiz, Türklerde kimmiş, kesemezler bu hızı. Unuttukları bir şey vardı; tek yürekteki herkes, bütün yürekler çoşku içindeydi.Kuş gibiydi her Mehmetin yüreği, hasta adam, ölüyordu ya kahpe leş kargaları bunun da kokusunu almışlardı, kan emiciler ortaya çıkmış, emiyordu kanımızı, derken ölümsüz kahramanlar ortaya çıktı, dünya aleme türkün mührünü bir kez daha hatırlattı: her bir kandan nice evlatlar doğardı,doğan her Mehmet, bu topraklara fedaydı.O dakika şehitlerimizin sevdiği, uğrunda öldükleri toprak parçasıydı, mabetleri Çanakkale Boğazıydı, inançları çelik, kurşun geçirmez kalkanlarıydı.Öyle ya inancı yenecek silah icat edilmemişti.Ölüm ölmüştü o dakika, başka korkacak ne vardı? Tek bir korkuları vardı, uğruna öldükleri mukaddes vatan topraklarının namusunun çiğnenmesiydi. Canların bir olup, kuş olduğu o gün, ‘Allahu Ekber’ sözü tüm cihanda yankılandı, bu söz birer bomba gibi düştü Avrupalının üzerine. Onlarsa kan emici vampirler gibi çökmüşlerdi hasta adamın omuzlarına.Yaşlı adamsa tüketirken ömrünü, Türk gençlerinin kulağına mirasını fısıldıyordu.Ebediyete değin sönme-
yecek bir ateş, ay yıldız, ezan sesi, ebediyete değin sönmeyecek Türklüğün, cumhuriyetin mührü, zaferin unutulmaz parıltısı.Bu parıltı vampirlerin gözünü kamaştırdı, şaşkınlıkları gökler boyunca, ölümle yükseldi, Mustafa Kemal’in geldikleri gibi giderler sözü yayıldı yüreklere, vatan mukaddesti ya öyle kalacaktı gönüllerde.Çanakkale geçilmez sözü tüm ağızlardan yankılandı, bu söz binlerce şehidin kanıyla yazıldı.Namus ve vatan uğruna ölüm o dakikadan sonra ölümlerin en yücesi olarak anıldı. Çanakkale dediğin bir tufan yedi düvelin bombalarıyla sallanan, Çanakkale dediğin bir türkü, bir yas ağıtlarda.Kimi zaman bir düğün yer ile gökü birleştiren.Çanakkale bir döşek, Mehmedimin gül kırmızı döşeği, Mehmedimin hayalleri, vasiyeti,Çanakkale Türkün bitmeyen efsanesi, Bu vatan bölünmez diyen insanların onurlu sesi.
Semih R. Cabalar
s.cabalar@kalemsizdergi.com
Martin Luther King .
K端bra G端lmez
k.gulmez@kalemsizdergi.com
Kimdir Martin Luther King ?
Atlanta Georgia’da Marthin Luther King ve Williams King’in oğludur. Adı ilk doğduğunda Michael’dir. Ancak dünyaya mâl olan her öncü gibi o da farklı pencerelerden bakmış ve farklı alemlere yelken açmıştır. Gittiği kolejde yurttaş hakları lideri Benjamin Mays’tan etkilenmiş ve o andan sonra da azim ve kararlılığından hiç vazgeçmemiştir. O artık Michael King değil, ırkdaşlarının sözcüsü Martin Luther King’dir. Mutlaka bir veya birçok kez kulağımıza çalınan bir isim olmasına karşın onun hakkında maalesef ki bilgi sahibi değiliz. Oysa onun hepimize örnek olacak bir yaşam ve azim öyküsü vardır. İşte bu yüzden her şeyden önce inancın, kararlılığın heykelidir Martin Luther King. Bir Afrikalı- Amerikalı Baptiz papaz ve Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi olan King, dünya genelinde şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleri ile tanınmaktadır. 1948 yılında Sosyoloji Bölümü’nden, 1951’de Pensilvanya Grazer Teoloji Fakültesinden mezun olmuştur. 1953’te Coretta Scott ile evlenmiş, dört çocuk sahibi olmuş, 1968’de ölmüş, daha doğrusu öldürülmüştür. King’in içindeki özgürlükçü ve savaşçı kişiliği gün yüzüne çıkartan ilk olay 1953’te pastörü olduğu kilisenin görevini yasa gereği bir beyaza devretmesi gerekliliğinden ortaya çıkmıştır. Görevi devretmeyen King buna karşı çıkmış ve tutuklanmıştır. Azminden asla vazgeçmemiş ve Montgamary Otobüs Boykotu’nu düzenlemiş, yılmamış ve 382 gün düzenlemiştir. Uğruna evi bombalanmış, şiddet görmüş, ölümle burun buruna gelmiş ancak baş koyduğu yolundan asla sapmamıştır. Sonunda boykot, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin eyaletler arası otobüslerde ve diğer ulaşım araçlarında ırk ayrımcılığını kanun dışı ilan etmesi ile son bulmuştur. Bu başarının devamını ise Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı’nın(SCLC) kurulması izlemiştir. Siyahilerin oy hakkı, ayrımcılığın sona ermesi, çalışan hakları ve diğer temel haklar için canla başla mücadele eden King, çalışmalarının meyvesini alabilmiş ve bu hakları Oy Hakkı Kanunu ve Amerikan Hukuku’nun bir parçası haline getirebilmiştir. King’i en iyi simgeleyen olay nedir denirse o şüphesiz “ İş ve Özgürlük İçin” Washington’a düzenlediği yürüyüş sırasında Lincoln Anıtı’nın önünde yaptığı “Bir Hayalim Var” adlı konuşmasıdır. Eğer hayatınız boyunca “davasının adamı” ne demek hiç anlayamadıysanız ve buna şahit olmadıysanız, Bir Hayalim Var okunmak için sizi bekliyor demektir. Göz yaşartacak duygusallık ve içtenlikte; aynı zamanda bir o kadar masumiyette cümleleri bir arada okumak bir “insan” olarak hepimizin mutlaka okuması gereken bir yazı diye düşünüyorum. Şuan hepimizin sahip olduğu için kıymetini bilmediğimiz haklara, insanların nasıl canlarını koltuklarının altına alıp son ana dek savaş verdiklerinin canlı kanıtıdır King. 3 Nisan 1968
günü kendini dinleyenlere adeta başına gelecekleri sezmişçesine bir konuşma yapmıştır: Vaat Edilmiş Topraklara ulaşacağız. Belki oraya sizinle gidemeyebilirim fakat bilmenizi istiyorum ki biz halk olarak o Vaat Edilmiş Topraklara ulaşacağız gibi cümlelerin yer aldığı sözleri ile adeta vedasını etmiştir. Ertesi gün suikast sonucu boğazından vurularak öldürülmüştür. Otopsi sonucuna göre 39 yaşında hayata veda eden King’in yaşı 60 çıkmıştır. O 13 yıllık azim savaşında 34 yıla denk uğraş vererek ismini tarihin onur köşesine yazdırmaya hak kazanmıştır. Nihayetinde de 1964’te Nobel Barış Ödülü, 1977’te de ABD Başkanı tarafından Başkanlık Özgürlük Ödülü’ne layık görülmüştür. Ancak tarih, sadece diğer insanlarla eşit haklara sahip olma arzusu gibi masumane bir arzuya sahip olmak isteyen King’in önünü tıkayarak tarihe o günü “Kanlı Pazar” olarak geçirenleri, 39 yaşında iken kalbini 21 yıl fazla yoranları, ona Bir Hayalim Var’ı yazdıranları, onlar gibileri ve onlar gibi düşünenleri asla unutmayacaktır.
Bir Hayalim Var’dan Birkaç İnci…
(…) Evet, bir hayalim var benim Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkacak ve kendi inanç değerlerini tam anlamıyla yaşayacak; şu husus apaçık ortadadır ki bütün insanlar eşit yaratılmıştır. (…) Bir hayalim var benim Gün gelecek bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahibi olanların evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde, birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler. (…) Bir hayalim var benim… Gün gelecek, dört büyük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin yapısına göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar(…)
PİXLR
Fotoğrafınıza isterseniz renk katabileceğiniz, isterseniz çerçeve ekleyebileceğiniz ve üzerinde birçok değişikliğe gidebileceğiniz Android uygulaması da bulunan, online fotoğraf düzenleme programı, Pixlr. Geniş efekt seçeneği ve kolay kullanımı sayesinde çabuk alışıp sevebileceğiniz bir program. Fotoğraf konusunda profesyonel bir düzenleme arıyorsanız bu program sizi tatmin etmeye bilir ama yeni tanışanların seveceğine garantisi verebiliriz. Tam ekran olarak da kullanılabilme imkanı sağlayan Pixlr, birçok düzenleme programının aksine bilgisayarınızı kasmaz. Hiçbir üyelik gerektirmeden, ücretsiz kullanabileceğiniz Pixlr ile fotoğraflarınıza retro efektlerde kullanarak, nostaljik bir havada yaratabilirsiniz. Vintage ruhunuzu ön plana çıkaracak Pixlr ile daha tanışmadın mı? Ne duruyorsun bir tık yakınında. http://pixlr.com/ Android uygulamasını denemek istersen, Pixlr-o-matic.
Sevgili Fotoğraf
Her fotoğrafın kendine ait bir hikayesi vardır. Yıllar sonra tozlu albümler arasında bir fotoğrafa rastlayıp yıllar öncesine gidersiniz, bir zaman yolculuğunun içerisindeymişçesine… Yaşanmışlıklar… Kimi zaman bir tebessüm kimi zaman gözlerdeki yaş Bugün size bahsedeceğim internet sitesi
http://dearphotograph.com/
Taylor Jones, fotoğraf albümlerini karıştırırken aklına bir fikir geliyor. “Sevgili Fotoğraf ” diye adlandırdığı fikri milyonlara ulaşıyor. Eskiden çekilmiş olan fotoğrafı, günümüzdeki mekanın üzerine koyup yeni bir fotoğraf karesi oluşturuyor. Ortaya çıkan kareler ile birleşen yazılar kimi zaman sizi güldürürken kimi zamanda ağlatıyor. Hala popülerliğini sürdüren siteyi siz hala keşfetmediniz mi? Eminim sizin de paylaşacağınız bir hikayeniz vardır.
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com
Memleket Gazeteciliği
Gazetelerde, dergilerde, haber sitelerinde okuyorum. Tabi ki hepimiz okuyoruz, sadece ben okuyor olamam, koskoca yayın organları benim için çıkarmıyor ya bu haberleri. Aslında kimin için çıkardıklarını da merak etmiyor değilim, boş bir zamanımda bunu çözmeyi umuyorum o da ayrı mesele. Her neyse yavaş yavaş esas konuya geleyim... Güzel bir gün, hava güzel, yar güzel yaren güzel, bizde geziyoruz haliyle, bankta oturmuş olan adamın elindeki gazete ki bir haber dikkatimi çekti. "Günde İki Bira Böbreklere İyi Geliyor" diye bir başlık kullanmış haberci arkadaşımız. Adamdan gazeteyi rica edip okumaya başladım...
Vay efendim "günde iki şişe bira böbrekler için bir şahane ki sormayın", "günde iki kadeh şarap kalbe iyi geliyor","günde iki duble votka cildinizi banyodan çıkmış gibi pırıl pırıl yapıyor","günde bir duble viski damarları açıyor"."iki duble cin parkinsonu engelliyor" gibilerinden onlarca cümle... Şimdi orada durun bakalım . Siz tabi merak ettiniz; "nerede duruyoruz?" diyorsunuz. Bakmayın ben size demiyorum. Bu içten içe bizi kandırmaya çalışan köftehorlara diyorum. Ben bu yazılanları düşündüm, derledim, toparladım ve buna göre her gün iki şişe bira, iki kadeh şarap, iki duble votka, bir duble viski ve son olarak iki duble cin içersek beton gibi oluyoruz. Hatta biraz daha uğraşır, gramlarını düzgün ayarlarsak kim bilir belki ölümsüzlüğü bile yakalayabiliriz bu meretle. Ama tabi bu arada mide fesadından ölmezsek ve ertesi gün ayılıp gitmeyi gerektiren bir okulumuz veya ciddi bir işimiz yoksa... İyi tamam güzel diyorsunuz da çok tuhaf değil mi sizce de? Anlamı-
yorum yani... Parkinsondan kurtulup, böbrekleri temizleyip ve damarları açalım derken bu defa sirozdan gidivermeyelim sakın? Her dönem bazı yiyecek/içecekler sağlığa zararlı diye kötülenir, hooop bir sonraki yıl aslında sağlığa yararlı diye piyasaya duyurulur.Neye, kime inanacaz? Ben bu tarz haberler gördüğümde üretici firmalarla anlaşmalı yaptıkları bir haber olduğunu düşünüp kahroluyorum ve bu düşünceler kafama takılıp günlerce aç susuz bu konu üzerinde yoğunlaşmama neden oluyor (evet bu biraz abartı oldu). Ben burada "anlamıyorum", "kafama takılıyor" falan yazdıkça hakikaten anlamadığımı düşünenler çıkıyor. Merak etmesinler anlıyorum onu önce geçelim. Hayır yani içilsin, kimse içmesin demiyorum da şimdi bu haberleri okuyan insanlar akın akın votkanın,şarabın dibine vuracak. Hadi bunu da geçtim içsinler abi önemli değil de adım kadar emin olduğum bir şey varsa o da votkaya, viskiye çektirecekleri eziyet... Bu beni çok içten etkiler. Benim amacım bunun önüne geçmek. Ben bunları bilmez miyim? Gidip viskisine kola, votkasına enerji içeceği koydurup, beni çileden çıkartacak. Neyse konuyu toparlayayım yoksa dergiden
kovulacağım. Demem o ki için ama dozunu lütfen aşmayın. Sonuçlarını yazmama gerek yok. Zaten böyle bir haberi yapan kişi her gün 2-3 tane alkol alıp da ortalığı karıştıran kişilerin haberini yapmakta. Yoksa benim için hava hoş.
Özge Özgüner
o.ozguner@kalemsizdergi.com
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi