Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları, yeni bir sayıyla daha sizlerle beraberiz. Geçen süre zarfında sizlere iyi bir sayı sunabilmek için çok çalıştık. Dilerim bu sayımızı da yine çok beğenirsiniz. Geçen sayımız ile ilgili çok güzel yorumlar aldık. Haliyle eleştiriler de oldu. Bizlerde olumlu yahut olumsuz görüşlerinizi esirgemeyin. Bizler sizin görüşleriniz sayesinde daha iyi bir yolda ilerlemeye devam edeceğiz. Kalemsiz Ailesi’ne katılmak için e.kurt@kalemsizdergi. com adresine mail atabilirsiniz. Bu sayımızda daha bir edebiyat ağırlıklı oldu. Malum ramazan ayı geliyor. Bu nedenle biz de kapak konumuzu ramazan ayına verdik. Mısralarda nasıl işlenmiş ve neler anlatılmış sizler için araştırdık. Birbirinden güzel öyküler, denemeler ve şiirler yine bu sayımızda sizlerle olacak. Semih Rıdvan Çabalar cumhuriyet tarihinin en önemli antlaşması olan Lozan’ı enine boyuna anlattı. Dileriz kafalarda bulunan soru işaretleri biraz olsun dağılır. Power Fm’de Dj Fatih
Uslu ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Ülke müziğine, yaşama ve mesleğine dair sorular yönelttik. Umarım siz de beğenerek okursunuz. Yeni çıkan filmleri sizler için derledik. Gördüğünüz gibi Kalemsiz Dergi bu ay yine dopdolu. Keyifli okumalar. Kalemsiz Dergi olarak ikinci yılımızı geçen ay yazarlarımızla beraber İstanbul’da kutladık. Çok keyifli geçti. Şarkılar, türküler, sohbet ve kahkahalar arasında güzel bir etkinlik oldu. Sizlerle beraber iki koca yılı beraber geçirdik. Zaman zaman zor günler geçirdik. Üzüldük, sevindik. Ancak her anı dolu dolu iki yıldı bizim için. Siz değerli okuyucularımıza kaliteli bir şeyler sunmak adına çalıştık, çabaladık. Sizler bu zorlu yolda bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadınız. Sizlerin desteği ile Kalemsiz Dergi her geçen gün büyüdü ve büyümeye de devam ediyor. Bugün 20.sayımızı çıkartıyoruz. Bu iki yılda yazılarıyla ve fedakarlıklarıyla bizlere yardımcı olan yazarlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Kalemsiz sevenlerle beraber nice güzel yıllara hep beraber. Esen kalın…
Edebiyat->
Simitçi Uyandığı tüm sabahlarla aynı olan o sabah da gözlerini hafifçe araladı. Küflü demirin üzerine atılmış bir süngerden oluşan divanında yan dönüp her sabah yaptığı gibi ufak bir balıkçı sandığının üzerine dizdiği kitaplarına baktı. İçlerinden Kafka’yı aldı, açtı birkaç sayfa okudu. Kitabı burnuna götürüp içine derin bir nefes çekti. Kitabın yüzüne bir daha baktı ve iç çekip yavaşça yerine bıraktı.
-Ne yapalım. Benim de elimden gelen işte bu. Bağır da bağır koca gün. Sanki bir şeye faydamız mı var şu dünyada. Ancak karnımızı doyuralım zavallı bir it gibi. Ver abi ver 50 simit! Peki peki dedi fırıncı gülerek. ‘’Gene filozofluğun tutmuş. Okuyanları da görüyoruz Arif. Maksat diploma mı sanki kafada bilinç olmadan. Onlar senin kadar bileydi. Ooo…’’ dedi bir yandan simitleri verirken.
Rutubetin kaldırdığı kireçli duvarın üzerine yapıştırılmış sol alt köşesinde kırık yarım aynanın karşısına geçti ve gür siyah sakallarını sıvazladı. Bezgin ela gözlerini devirerek hafifçe başını salladı. Henüz ellili yaşlarda olmasına karşın onu yirmi yıl daha yaşlandıran yıllar fakirliğin ve zulmün pençesinde iyiden iyiye belini bükmüştü. Beyninde oluşan tüm düşünceleri ayan beyan ortalığa saçıyordu bitkin gözleri. Çaresiz tepsisini kavradı ve henüz yeni ağarmaya başlayan havada fırının yolunu tuttu.
-Haydi kal sağlıcakla Adem. -Bol kazançlar Arif. Çok bağır. Kim bilir, belki bir gün bir ufuk olur sesin birilerine… Baktığı her köşede, durduğu her dükkanda, konuştuğu her insanda bir gariplik vardı. Memleket onundu ama o başka bir yere aitti sanki. Yolunda gitmeyen bir şey vardı yıllardır oturtamadığı. Her gün görüp her gün yüzüne tokat gibi yapışıp farkına vardığı ama her gece yepyeni bir umutla yatıp sabah sıfırdan sebepleri yeniden sorguladığı…
-Merhaba Adem! _Ooo Merhaba Arif! Erkencisin?
Dalgın ve karamsar yürürken bir ses duydu önünde olduğu dükkandan:
-Ne kadar bu kitap? -15 Lira efendim. -Oo ama çok. -Orijinal basım efendim. Piyasası bu. -Çakması yok mu? -Var. -Ne kadar o? -8 Lira o hanımefendi. -Neyse kalsın şimdi. Sonra alırım. Düşündü Arif. Hali vakti de hayli yerinde birine benziyordu. Süsü püsü, kıyafeti de epey afiliydi oysa. Elindeki belgeye bakılırsa şirkette bir mevki sahibiydi. Kızdı kendine. Ulan Arif, okuduğun kitapları boşuna geveliyorsun ağzında. Ne biliyorsun belki mühim bir ihtiyacı vardır. Kadın dükkandan çıkarken o da tepsisini kafasına koyup yürümeye hazırlandı. O sırada aynı kadın iki dükkan ötede yine durdu. Bak, dedi yanındaki arkadaşına. Hem de elli lira, lütfen girelim, çok istiyorum, lütfen! Öyle dikkatini çekti ki gidip baktı bilge simitçi cama. Dondu bir anda; ‘’El falı bakılır ; 50 Lira ‘’. Okuduğu tüm kitaplar, zihnindeki
zuhur eden tüm sorular, tüm umutlar kayboldu bir anda. 15 Lira kitaba pahalı diyen 50 Liraya fal baktıran ülkede umutluyum ben, ‘’ Umutlarım, tüm arzularım bu insanlara mı bağlıydı? ’’. Haklıydı fırıncı, diploma için okudukça asla yeşermeyecekti bu topraklarda taze fidan… İçindeki ateşin harıyla daha bir kuvvetli bağırdı cahil kalan okumuş beyinlere; Simitçiii. Taze simiiit. SİMİTÇİİİ…
Kübra Gülmez
k.gulmez@kalemsizdergi.com
Canan Topçu
c.topcu@kalemsizdergi.com
KIRTASİYE
İşte orada, tam okulun karşısında duruyor. Boydan boya camla kaplı ön cephesi tüm görkemiyle sergiliyor vitrini. Oyuncak ayılar sevimli gülüşleriyle davet ediyor; fosforlu kalemler her zamanki gibi ışık saçarken, rengarenk kapaklarını sergileyen not defterleri arasındaki rekabet hiç bitmeyecekmiş gibi. Kırtasiye; “fihrist” kelimesinin anlam bulduğu yer.
bir tanesini denemeli.
İlkokul kıyılarına vuran, gelgitlere uğramayan derin sular gibi sanki, içinden neler çıkabileceğini kim bilebilir ki? Her daim popüler, her daim ilgi çekicidir kendisi.
Çeşit çeşit mektup zarfları ile kağıtlarının cezp ediciliği mektup arkadaşlığının adeta bahanesi.
Sonbahar ile açılır kırtasiye mevsimi. Zirvesi; Eylül-Ekim günleri. Ne gerekir okul çocuğuna, defter ile kalemden başka? O kadar kısa sürer mi hiç kırtasiyenin hikayesi. Yeni bir yıl başlıyor. Bir çocuğun aklına ilk gelen Monami pastel boya seti. Her zaman bir büyük boyunu daha bulabilen Burak bu sene gelmese bari… İşte orada, rengarenk Arı Maya silgileri! İnsanın içinde tadına bakma isteği uyandıran kokuları burnuma kadar geliyor, mecburen; her ay yeni
Rengarenk not defterlerinin başı çektiği kağıt koleksiyonlarına bu sene yeni arkadaşlar gelecek belli ki. Defterler incelenirken gözler upuzun kuyrukların sahibi yakışıklı uçurtmalara kayıyor. Bu sene en uzun kuyruklusunu Murat’tan önce edinmeli!
Yüksek raflarda bekleyen baba hediyelerini görebilmek için boyun ağrısına katlanmak gerekli. Muazzam pilot kalemler; tükenmez kalem kullanmak bile bir lüks iken inadına bakıyor gözlerini kaçırmadan. Kırtasiyeye ne zaman yeni bir kalem gelse, ilk olarak Çağla’nın elinde tanışırdık onunla. Derste gözlerimiz sırasına kayar, o albenisi bol kalemlerin arasına katılan yeni arkadaşlarını selamlardık. Ve çöp kutusunun yanında dikilip kurşun kalemini açarken bir kız çocuğu, hemen arkasında
Hâl-i lâl
şişirilmiş bir Capri-sun paketi ile belirirdi bir oğlan çocuğu. Kutu aniden yere atılıp sinsice patlatılırken; kenara köşeye sığınan birkaç damla meyve suyu kurtulamazdı tekmenin kuvvetinden, dağılırdı sınıfın dört bir yanına; birazı altı koyu üstü açık mavi duvarların koyu rengini, birazı kalemini açan korkmuş kızın beyaz çorabını seçer, diğerleri ise çürümüş tahta zemine rast gele yayılırdı. Sınıfta; bir kara deliğe sürüklenirmişçesine kaybolurdu hep kalemler. Sonuç belli; tıpkı kırtasiyedeki kalemlerin kasanın etrafında dizelenmesi gibi. Plastik oyuncaklar kırtasiyede en çok dikkati çekenlerdi. Kızıl derililere karşı yapılan yeşil askerlerin savaşına sebepsizce dinozorlar da eşlik ederdi. Bu çocuklara tarih dersi baştan yanlış öğretilmişti. Para üstü olarak kasanın yanında tutulan renkli kolonya konilerine birkaç minik özellikle rağbet ederdi. Amaç belli; eğer onlar olmasa kızların kolalanmış-ütülenmiş o güzel yakaları bir daha ne zaman yıkanabilirdi?
Resmi bayramlar önemliydi çok; 23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs kutlanırdı her koşulda. Sınıfların camlarına önce bayraklar asılırdı sonra boydan boya ip gerilir ve yarısı oynarken patlatılan balonlar yerlerini alırdı. Durumu iyi olan çocuklar renkli süsleriyle göz kamaştırırken, krapon kağıtlarını mor-yeşil, turuncu-sarı kedi merdivenlerine dönüştüren kızların dikkati hiç dağılmazdı. Ve onlar da özenle yerini alırdı balonların arasındaki. Böyle günlerde kırtasiye çocuklara uhu yetiştiremezdi. Uhu parmaklara bulaşır, kağıtlar rüzgarla uçuşup ellere yapışır ve sonuç olarak kuruması beklenip keskin sütdişleri yardıma çağırılırdı. Atatürk köşesini de unutmamak gerek. Herkes hazırladığı şiir ve resimleri getirir, hep beraber kırtasiyenin yollarına düşülüp rengarenk kartonlar seçilir. Kartonların üzerine resim ve yazılar özenle yerleştirilir, sonuç olarak biraz yamuk da olsa yapıştırma işlemi keyifle tamamlanır. Her biri özenle asılır duvara, sınıflar birbiriyle yarışır bu konuda. Çocuklar büyüdükçe yerine yenileri geliyor, beklentiler her geçen gün değişiyor. Kırtasiyeler isteklere göre şekillenirken, anılarımız yavaşça buğulanıp uzaklara doğru ilerliyor. Kalemimiz ile silgimiz değişiyor belki, ama fikrimiz ile zikrimizi değiştiremeyecekler belli ki.
Sevgi Adasına Yolculuk Daha önce hiç duymadığım bir seste, hiç bilmediğim bir dilde şarkı söyleyen insanlar var. Anlamasam da, hissedebiliyorum müziğin tınısından, sevgiyi anlatıyorlar. Birileri gerçekten seviyor… Uzaktan bakıyorum kendi geleceğime. İnsanları sorguluyorum, onları yargılıyorum kendi zihnimde. Ayırıyorum insanları moleküllerine. Her parçasında sevginin olmadığını görüyorum. Geçmişi film şeridi gibi gözümün önünden geçiriyorum, derken yaşlı bir amca duruyor önümde ve dönme geçmişe, oraya en son gidenler bir daha dönmedi diyor klasik bir replikle. İleriye doğru bir adım atıyorum, bir adım daha ve sonra bir adım daha atıyorum. Yürüdükçe açılıyor önümdeki yollar. Aniden bir çöle düşüyorum… Günlerce yürüyorum, susuyorum. Susadıkça eğiliyorum, susadıkça sürünüyorum. Lütfen bir yudum sevgi diye yalvarıyorum.
Korkuyorum! Geceleri daha bir korkuyorum artık. Sokağa çıkmaktan, yalnız başıma yürümekten, insanlarla sohbet etmekten korkuyorum. Masallarda anlatılan karanlık güçler, gerçekmiş meğer bilemedim. Zamana bırak düzelir dediler bana, İnandım, güvendim… Zaman geçti sandım, zamanın durduğunu fark edemedim. Bütün güzel şeyler bir gün anlamını yitirir ve en olağanüstü görünenler bile büyüsünü kaybeder. Her zaman baktığın ağaç artık göründüğü kadar yeşil değildir. Yolda yürürken gözüne çarpan o kırmızı bina artık gözüne çarpmaz. Evine astığın, “Avignonlu Kadınlar” kopyası bir tablo, sıradan bir resim gibi gelir sana. Yalnızlığını anlaman için bir sebeptir bunlar. Artık Robinson Crusoe gibi, alakasız bir yerde, saçma bir yalnızlığın içine düşmüşsündür. Umudum var biliyorum fakat neye olduğuna anlam veremiyorum. Sevgiye dair desem değil, geleceğe dair desem hiç değil.
Özlemini duyduğum her şeye bir adım uzaktayım. Atsam yaşlı amcanın söylediği gibi, geri dönemeyebilirim. Atmasam ben, ben olmaktan çıkabilirim. Susuyorum! Ben sustukça insanlar seyrediyor beni, konuşuyorlar hakkımda ileri geri. Bakıyorum yüzlerine, boş suratlar görüyorum. Gözleri, burunları hatta kulakları olmayan insanlar var. Sadece bir ağıza sahipler ve boş konuşuyorlar. Aldırış etmeden ayağa kalkıp usulca, geçiyorum aralarından. Ardımdan bakıp küfür ediyorlar, kulaklarımı tıkayıp onları duymamaya çalışıyorum. Robinson’un adasına gidiyorum… Herkesten uzak, her şeyden uzak olmaya ilk adımlarımı atıyorum. Yaklaşıyorum ve kuşlar görüyorum. Daha önce hiç duymadığım bir seste, hiç bilmediğim bir dilde şarkı söyleyen insanlar var. Adadan bir gitar sesi duyuyorum. Sevgiyi
kucaklıyor notalar. Bir yerde sevgi var hissediyorum, kokusunu alabiliyorum. Birilerinin kurduğu hayaller gerçek oluyor görüyorum. Bir dakika; evet,evet görüyorum. Çölden ayağa kalktım yürüyorum. Yaşlı amca affet ben gidiyorum.
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
Mısralarda Ramazan Ay hilâle döndü gökyüzünde. Bir sükûnet etrafta, bir huzur tabiatta. Sabah ezanı bir başka huşûlu, öğle güneşi daha bir sınayıcı, akşamı iple çekmek daha bir güzel. Dolaşmak şehrin inişli çıkışlı, yaşlanmış sokaklarında, gezmek mâbed mâbed ve dinlemek mısralardaki sahuru, iftarı, orucu… İlk günün heyecanını hissettirir Fenâyi Cennet Efendi’nin* mısraları: “…Dil-i mahzûnumuzu eyledi şâd u handân Geldi yümn ile yine şehr-i mübarek Ramazân Oldu nûruyla ziyâ-bahş kamu iki cihân Geldi izzetle yine şehr-i mübarek Ramazân” Bir coşku kaplar içimi. Ancak saatler geçmek bilmez. Beden bitkin, nefis mücadelede, gözler semâda, dil duada… Derken bir sesleniş gelir Faruk Nafiz’den: “Alnımız secdede bulsun bizi her lahza ezan Ve hazin ömrümüzün her günü olsun Ramazan
Zikrimiz arşı geçip fecre kadar yükselsin Mâveralardan ümit ettiğimiz ses gelsin…” Ramazan tüm inanan kalplerle bütünleşir üstadın kaleminde. “Maverâlardan, öteler âleminden bir diriltici ses” ister. Gölgesinde yürüdüğüm çınarların el açmış yaprakları serinletir, bir serçenin suya dalıp çıkması diriltir beni, devam ederim. Akın akın “Emir Sultan”a giden teyzelerin, iftâriyelik alışverişindeki çocukların, yavaş yavaş kuyrukların oluşmaya başladığı fırınların, yayılan pide kokusunda sabırla bekleyen babaların ve şapkalarını gözlerine indirmiş, bir söğüt altında uyuklayan ihtiyarların arasından geçerek dar, sessiz bir sokağa varırım. Ramazan mâneviyâtının çöktüğü bir sükûnet. “Yârab nasıl ferahlı bu âlem nasıl temiz “ derdi Yahya Kemal bu sokağı görseydi. Sonra “yurdun bu iftarından uzakta, oruçsuz ve neşesiz” olmaktan hüzünlenir, bir tek düşünce teselli olur bu derdine:
“Az çok ferahladım ve dedim ki kendi kendime: Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” ** Şükür geçer içimden. Yahya Kemal’in hüzünlü yabancılığı bir samimiyet verir ruhuma. Gökyüzü tepelerin ardında yavaş yavaş kızıla, mora boyanmakta, güneş sabırsızlıkla batmakta. Dönüş yolunda yorgunluktan bîtâb düşmüş adımlarımı atarken birbiri ardınca düşünüyorum: bir Ramazan ki edebiyatı yapılmasın, bir edebiyat ki Ramazan’ı anlatmasın… Her ikisi de ne kadar eksik, ne kadar yarım bir parça, ne kadar buruk… Derken yükseliyor “Allahuekber” sesleri. Yıldırım Camii’nden, Ulu Cami’den, Murâdiye’den, Hüdâvendigâr’dan… Güneşin batışı bir aydınlık veriyor ruhlara. Ellerimi açıyorum semâya doğru ve Mehmet Akif dua ediyor ilk iftarda:
“Yâ Rab şu muazzam Ramazan hürmetine, Kaldır aradan vahdete hâil ne ise Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.” Ayşe Bengisu Akdağ * D.1577- İstanbul. Celvetî tarîkatının kurucusu, aynı zamanda “Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı”nın da önemli şairlerinden birisidir. ** Şiir: “Atik-Valde’den İnen Sokakta”
Ayşe Bengisu Akdağ
a.akdag@kalemsizdergi.com
Son Göz Yaşları
Sensizliğe adım atalı saatler oldu daha, kim bilir belki de günler… Ve şimdiden havası daha sıcak, trafiği daha boğucu, insanları daha umursamaz oldu bu şehrin. Otogarın bir insanı bu kadar hüzünlendirebileceği hiç gelmezdi aklıma önceleri. Gelip giden yüzlerce otobüs, binlerce insan, sayısız hayaller ve umutlar. Bir otobüs şoförü ne kadar umudu taşıyabilir ki acaba. Hangi birini sağ salim ulaştırabilir, her şeyden önemlisi seni ne kadar uzağa götürebilir. Artık gitme demek için geç, biliyorum. Ama döneceğine söz ver, çünkü ben o günü bekliyorum. Senin olmadığın her güne yine aynı uyanacağım sevdiğim. Sabahları yarım yamalak bir kahvaltı, hızlı bir duş ve kirlenmiş sakallarımdan kurtulacağım. Bazı günler sahile gideceğim, bazı gün-
ler Beyazıt’ın taşlı sokaklarında yürüyeceğim. Arada Kadıköy’e de gideceğim hatta, maksat seninle vapura binmek olsun. Sinemaya da giderim merak etme. Erkenden gidip aynı koltukları alır, biletleri biriktirir geldiğinde sana veririm. Hafta da bir kahvaltıya giderim Haliç’e, senin yerine ekmeğime bir şeyler sürerim. Uzun uzun sohbet ederim, gözlerinin kahvesiyle. Ama bugün yas günüm sevdiğim. Bu gün, İstanbul’un sensiz kaldığı ilk gün. Neler yaptım gittiğinden beri hatırlamıyorum. Aklımda son kalan karşımda kız kulesi, arkamda Üsküdar’ın dar sokakları ve kulağımda kısık sesle çalan bir radyonun son gözyaşları.
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Doğarız, annemiz ister ve doğarız. Bütün sıkıntılar o an huzura dönüşür o muhteşem kadın için. Dokuz ay boyunca hiç sıkılmadan, bir kez bile of demeden taşır o minicik kırılgan bünyesinde ve doğarız. Yarınlarımızın planlarını, doğduğumuz andan itibaren yapan biridir karşımızda ki ve biz sadece onun için doğarız. Büyürüz, bizimle birlikte o kutsal kadında büyür. Emeklemeyi, yürümeyi, konuşmayı, koşmayı hepsini bizimle birlikte yeniden öğrenir ve bundan zerre kadar sıkıntı duymaz. Bizimle güler, bizimle ağlar, oturur saatlerce ve anlamsız kelimelerimize bir anlam bulmaya çalışır. “Bu.” deriz “Su.” anlar, “Pıta” deriz “Yumurta” anlar. Bizim saçma sapan kelimelerimizi bir tek o anlar. Okula gideriz... Her sabah sıcacık yatağından kalkar ve bizimle okula gelir. Sırf yolda başımıza bir şey gelmesin diye bize koruma olur. Yıllar önce aşındırdığı o okul yollarını, bizimle birlikte tekrar aşındırır. Pencereden
sokağı izlerken, ayağımız bir taşa takılsa ve yere düşsek, bizim dizimiz kanar, onun ise yüreği. Ergenliğimiz gelir... En deli çağlarımızda; “Yapma oğlum, etme kızım.” Demekten bıkmaz. Sinirleniriz! Bağırırız! Karşılığında ise en kötü ihtimalle lastik bir terlik fırlatır, o bile bizden çok onun canını acıtır. Başkası yapsa katil olabilecekken, annelerimizin saldırılarında sadece elimizi yüzümüzle kapatırız. Bize saldırma hakkı sadece onlara aittir, başkası bize zarar vermek isterse işte o anda annelerimiz kaplan kesilir. Aşık oluruz... Ayrılırız geçer odamıza saatlerce ağlarız. Anlar bizi, bakar gözlerimizin içine “Ağlama.” der. O ağlama der ya hani, işte o anda içinde dev olan tüm duygular, bir anda yerle bir olur. “Bizim bizden başka kimsemiz yok be anne.” Dersin hüzünlü hüzünlü ve sarılırsın tüm umutlarının sahibi olan o muhteşem kadına.
Anne Aslında anlatacaklarım bunlar değildi ama konu anne olunca tutamadım kendimi. Asıl anlatacaklarım ise bunların anlamını yitirmesiyle ilgili. Hayattayken bir insan, nasıl annesini huzur evine kapatabilir ki? Aklım almıyor bu düşünceyi. Şu ana kadar anlattıklarım, hiç mi gözünün önünden geçmez bir insanın ya da hiç mi düşünmez bu kadının orada neler çekeceğini. Tabi ki önemlidir huzur evleri fakat kimsesiz yaşlılar için güzeldir. Eğer hayatta yaşayan bir evladınız varsa ve sizi başınızdan savarcasına kapatıyorsa bir huzur evine, oturup ağlayalım halimize. Düşünsenize biraz! Bütün bunları siz yaşamış olun ve ufak bir empati kurun. Çocuğunuz alsın sizi götürsün bir huzur evine, atsın başından küfür edercesine! Ne hissederdiniz? Yalnızlık, çaresizlik, dışlanmışlık hangisi?
Kaç anlam yüklerdiniz bu anlam veremediğiniz düşünceye? İçiniz biraz parçalanırdı. Toparlıyorum parçalanmak kelimesi hafif kaldı. Vücudunuza TNT döşeyip patlatsalar, daha az acı duyardınız eminim. En son ailenizden birini sevindirmek için ne yaptınız? Oturup düşününce elle tutulur bir şey bulamadınız değil mi? Oysa gidip içten söylenen bir “Seni Seviyorum” sözcüğü onların bütün bir gününün iyi geçmesine sebep olabilir. Onların bizlerden istediği pahalı hediyeler değil, emeklerinin karşılığını görmek. Bizler insanız! Bu amaç doğrultusunda ailelerimize sahip çıkmalıyız. Kendimizi kaybetmeden, insani değerlerimizi yitirmeden hayatımıza devam etmeliyiz. Çünkü bizim hayatlarına değer vermediklerimiz, bize hayat verenlerdir.
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
Dil İnsanların birbirlerini anlamasını sağlayan, canlı ve sürekli kendini yenileyen, kültürlerin temelini atan yegane taş dildir. Hatta temel taştır dememiz tam yerinde bir söylem olacaktır. Bir kez bu temel taş yerinden oynarsa milletler de temelleri eksik evler gibi çökecektir. Bir insanın omurga kemiği hasar alırsa nasıl bütün vücudu tepkisizi, hareketsiz hale gelecekse, bir millet dilini kaybettiği zaman da kültürünü, tarihini, milli değerlerini kaybedip milli heyecan milli his denen millet olma bilincinden mahrum olacaktır. Bu bilinçten mahrum bir millet de zaten parçalanmaya hazır, hayat damarlarını kaybetmiş kolay, basit bir avdır akbabalar için. Bir millet savaşla, silahla yok edilemez. Bir millet en iyi kim olduğu ne olduğu geçmişi yok edilerek, dili katledilerek bitirilebilir. Akıllı liderlerin hepsi de zaten bu bilince çok önceden varmışlar politikalarını bu çerçevede sürdürmüşlerdir.Napolyon’un sömürgelerinden geri çekilirken gidiyorum ama size dilimi bırakıyorum derken de ne demek istediği bugün o devletlerde resmi dilin Fransızca olmasıyla çok iyi açıklığa kavuşmuştur. Karamanoğlu Mehmet Bey’in bundan sonra divanda dışarıda sadece Türkçe konuşulacak
cümleleriyle başlayan o yüksek derecede zeka ve ileri görüşlülüğe dayanan tarihi fermanının önemi de bilinci de bizler için bir dönüm noktasıdır. Çünkü dillerde esir edilirler. Tıpkı Türkçe’nin bir dönem Arapça ve Farsça’nın esaretinde bulunduğu gibi. Bu esaretten kurtulabilmek kolay da olmamıştır. Başka Kaşgarlı Mahmut’un hacimli çok kapsamlı eşsiz eseri Divan-ı Lügati Türk te olmak üzere bir çok eserde bilinçli edebiyatçılarımız, dilcilerimiz, tarihçilerimiz sayesinde bu esaretten kurtulma mücadelesi verilmiştir. Bu esaretten kurtulma işi kolay olmamıştır bu uğurda bir çok zorluk aşılmıştır. Verilen eserlerde dilin bilincine varılması için gerçekten de çetin yollar büyük çabalar sayesinde aşılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk yapılan bu değerli çalışmalar ve Ziya Gökalp’in dil hakkındaki görüşlerini de temel alarak harf devrimini gerçekleştirmiş ve dil hakkında atılabilecek en keskin adım atılmış olmuştur. Zeki Velide Togan dan Fuat Köprülü ye Orhan Şaik Gökyay dan Muharrem Ergin e bir çok değerli Türkolog ve araştırmacı da yapılan bu devrimlere katkı sağlayacak araştırma ve çalışmalar yapmış. Devrime uygun gramer kitapları hazırlanmaya başlamıştır.Bu zor bir süreçtir özellikle
de kaynaklarımız ve kapsamlı yapılamayan dil araştırmaları çok zengin olan dilimizi gerektiği kadar araştırabilmemize olanak sağlayamamaktadır. Orhun Kitabeleri’nin bile bulunuşu ve Türkler’e ait oluşu çok öncelerden bilinmesine rağmen, bunun çok sonraları açıklanması arada kaybedilen zamanın ilk ve en açık örneğidir. Dilimiz hakkında öğrenmemiz gereken ve açıklığa kavuşması gereken daha bir çok husus vardır.Ancak yine de bu çalışmalara da önemli bir aşama kaydedilmiştir. Yapılan dil kurultaylarında Türk Dili’nin gelişimi hakkında çok güzel adımlar atılmaktadır. Özellikle aynı yazılı kaynaklara sahip olmamıza aynı millete kültüre sahip olmamıza rağmen bir tercüman olmadan birbirimizi anlayamadığımız diğer bütün Türk Dünyasını tek bir dil de birleştirebilmek ve bu eksikliği giderebilmek için ‘ortak bir alfabe çalışması’ yoğun çalışmalar başlamıştır. Özellikle Türkiye bu çalışmalara öncülük eden ev sahibi konumundadır. Yapılan bu çalışmalar dilimiz ve benliğimiz için sevindiricidir. Bu konu hakkında bu sene benimde öğrencisi olduğum Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne misafir olarak gelen değerli Kazak ve diğer hocalarımız, bölüm başkanımız bizim için çok değerli olan Hatice Şahin hocamız
da bu beraber yürütülecek olan alfabe çalışmaları hakkında bizlere sevindirici açıklamalar yapmışlardır.Gelecek yıl yapılacak olan Dil Kurultayında da üniversitemiz ev sahipliği yapacaktır bu da bizler için ayrı bir gurur kaynağıdır.Bu dilimiz adına atılan çok güzel ve büyük bir adımdır. Bunlar bilimsel yönde yapılan değerli çalışmalardır ancak tek başına yeterli değildir yetmeyecektir de bizler de bu milletin bir ferdi olarak dilimiz için gerekli hassasiyeti göstermeliyiz. Özenti kelimeler kullanmak yerine, tabelalarımızı yarı İngilizce yarı Türkçe anlamsız kelimelerle donatmak yerine, bunları düzgün bir Türkçe ile olması gerektiği gibi yaparak bu işe başlamak için yerinde bir adım olacaktır. Ulu Önderimizin de dediği gibi ‘Ülkesini ve yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.’
Pınar Çaylak
p.caylak@kalemsizdergi.com
Delilik
Su gibi bakıyorum hayata bugünlerde, birileri toz atıp bulandırmaya çalışsa da bir süre aktıktan sonra berraklaşıp saflaşıyorum, özüme dönmek zaman almıyor artık eskisi gibi. Maskelerimi çaldılar benim, yüzümün derisini çoktan yüzdüler mavi yeşil bakacak gözlerim kaldı elimde. Nasıl delirdiğimi sorma bana cevabını veremeyeceğim şimdi. Bu yolu uzun uğraşlar sonucunda elde ettim. Bu yolu ben en baştan kendim seçtim. İnsanları çok severken nefret ettim, nefret ederken sevmeye devam ettim. Öyle bir sürüncemeyle başladı her şey. Yıllar geçince kalabalık sokaklarda insanların yüzlerindeki maskeleri birbirlerinden çaldıklarını öğrendim. Konuştukça hepsinin sıradanlığı kendi içime gömdü beni kendileri delirtip öldürdü beni. Hayır, aslında yeniden gökyüzü doğurdu beni. Ben bu dünyada doğmamıştım tek bildiğimdi bu tanrılarla dost olacağımı ise annemin karnında hissetmiştim. Gözlerimi
Mezopotamya’nın bahar yeşilinden almışım Deniz’i özleyip iç çekerken ova içine mavilik karışmış enerjimi oradan toplamışım. Neyse işte delirmeyi ben seçtim. Çocukken güneşin yüzümü öptüğü gün hissettiğim işte o zaman başladı gökyüzü yolculuğum en yakın arkadaşlarım yıldızlar oldu benim. Üzüm en tatlı şarabını bana içirdi ay en güzel bana gülümsedi. Kış aylarında Mezopotamya’da yağan kar ilk benim tenimde eridi. Ay bütün güzelliğiyle kucaklamışken bir gece beni maskem düştü yüzümden, birileri çalıp gitti. Hiç sorgulamadım çünkü ruhum çoktan bütünleşmişti gökyüzüyle dönüp ardıma bile bakmadan gittim. Dedim ya gökyüzü o gün yeniden doğurdu beni bu yüzden senelerdir hiç yorulmadım, yılmadım ve kirli yüzleri boyamaktan sıkılmadım aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemekten ve farklı sonuçları kolaylıkla kendim yaratmaktan usanmadım. Uç sınırlarda yaşıyorum seni en çokta kendimi. Uçtu-
ğum zamanlarıma gülüyorsun ya gerçekliğin tadına orda vardım nasıl gülersen gül şimdi. Bunu anlatınca kimsenin anlamayacağını bile bile anlatmaktan da yorulmadım benim gibi bir deliyi benden başka kimsenin anlayamayacağı dünyayı işte güneşin yanağımla seviştiği gün anladım. Benim dünyamda kasvet yok, her gece bir yıldızla uyuyorum koynuma aşkı doldurmuşum uçup gidiyorum, mutluyum. Şu meşru ya da gayrı meşru acılarımız vardı ya bizim işte güneş okşarken yanağımı onları reddetmeyi başardığım gün gökyüzüne ereceğimi fısıldamıştı kulağıma sözünü dinledim ve aldı beni yanına. Emeksiz onurlu bir yaşam olmaz diye öğretmişti zaten hep babam bana. Gökyüzünde olduğum bir dönemdeyim işte gerçekten bilincimi yitiriyorum. Yitirdikçe gerçekleri daha net görüyorum, bedenim tanrıya teslim olmuş ruhum boşlukta uçurumdayım sanki etrafa rengârenk balonlar savuruyorum. Şenleniyor ortalık. Uçurtmanın kaygısız salınışında yüreğim,
kendi ellerimden kayıp gidiyorum. Yok oluyorum sanki. Yüreğimde ki çatışma bitti. Yoruluyor sanki kalbim şimdi yer altında yaşayan bir ölünün nefes alış verişindeyim hiç bu kadar mücadele etmemişti yüreğim. Tanrı beni yanına aldığında şaraplı bir geceydi. Kendi isteğiyle almıştı aklımı başımdan sorgusuz sürüklenmişim. Biliyorum sizin de öyle zamanlarınız vardır az da anlıkta olsa bunu bastırmayıp kucaklaşırsanız kendinizle, sahip çıkarsanız iradesiz yok olup dirilişlerinize bilgeliğe erişiriz işte kötülükte yıkılır, bu düzen de… Nevrotik bir sancı değildi bu, mertçe kucaklaşmaktı kendimle. Bana sunulan perdelerde doğanın saygıyla eğilip perde bitiminde beni alkışlamasıydı başlayan süreç. Gökyüzündeyken ben uyan sabah oldu diyorsun ya bana rahat ol sevgilim aklımı yitirmedim sen asıl dön dünyana, kus saflığını soyun çırılçıplak dünyaya, unut dilimizde ki ezberlenmiş ağıtları, yık yıkılmayan tabuları.. Yargılamaktan sıkıl artık beni. Hey baksana sen! Delirdiğimi düşünen hey sen, evet
sen, düşünsene bu kadar kirli yüzler içinde, gecekondulaşmış çarpık yüreklerde aklımı kaçırmadan nasıl yaşayabilirim ki haydi söylesene… Anla artık lütfen ben sana asla ayak uyduramam ki anla. Gözünle gördün baharda gülümseyen bir çiçek olabiliyorken ben çoğu zaman bir sevgilinin yüzündeki gülümsemede kayboluyorum, son baharda sararıp dökülmeye yüz tutmuş bir yaprak oluyorum ve dökülmemeye direniyorum. Bir esintiyle sürüklenip şan, şeref dağıtıyorum etrafa, dallarımı büküyorum. Görüyorum gün geçtikçe deliriyorum rahatça damgalayabilirsiniz artık, kabul ediyorum çünkü isteyince uçuyorum. Aklımdan zorum var ki hala kirli yüzleri temizlemekle uğraşıyorum. Bu durum işte gökyüzünde açığa çıkıyor bulutlar tanık. Hayat işte sadece sizin istediğiniz gibi davranmam gerektiğini zorunlu kılmadı bana ben asla sınırlandırmadım kendimi. Yorulmadım, usanmadım, yuvarlandım
bulutların üzerinde. Yuvarlandıkça yosun tutmadım, hem yuvarlanan taş yosun tutmaz ki, asla darda kalmadım. Bütün aynalarını kır şimdi, masken yok olur belki ve meleklerimle uğraşmayı bırak kirletme onlarında düşlerini kendin gibi. Öyle senaryolarda oyuncu oldum ki en az zararla uçmak için delirmenin gerektiğini öğrendim amacıma ulaştım şimdi. Değişmeyen olaylarında değiştiğini görüp, değiştirebilme gücümü hissediyorum ya tanrıya şükür o kadar pislik içinde bana tertemiz bir gökyüzü yarattığı için, hesapsız kitapsız yaşayabilme ortamı sunduğu için, görülmeyeni bana gösterip ruhumu bedenimden yaşarken birçok kez alıp o tadı yaşattığı için ona teslim oluyorum. Beynimi azad ettim, maskelerimi çoktan düşürdüm tepe tepe kullanabilirsin. Değişik iklimlerdeyim dedim ya rahatsız edemeyeceksin beni gecem yaz gündüzüm kış şimdi…
DENİZ AYGÜLER
Senesini tam olarak hatırlamıyor olsam da, ama kesin ilkokula gidiyordum. Hani yumiyum, cino ve capri-sun ile beslendiğim, parayı buldum mu ağızda patlayan şeker alıp ailemi çıldırttığım zamanlardan bahsediyorum. Ayrıca bi’ de serinlemek için bedavadan daha ucuza aldığım meybuz, sana da buradan selam olsun. Neyse bahsettiğim zamanı çoğunuz az-çok anlamışsınızdır, konuya gireyim yavaştan… Benim ilk ve ortaokul dönemim çok rahat geçti. Çünkü oturduğum mahallede okuyordum. Bizim ev ve okul arası 30-40 m bir şeydi. Bir sorunum olsa hep arkamı kollayacak insanlar vardı çevremde anlayacağınız. Millet taa nerelerden servisle gelirdi, ben aylak aylak son saniyede okula giriş yapardım. Her zaman nasıl böyle geç kalmayı başarabildiğimi anlayamazdım o da ayrı konu. Ödev yapmayı, ders çalışmayı sevmezdim. Akşamları annemin zoraki
çabalarıyla ödevlerimi yapmaya çalışırdım. Ama yanlış anlaşılmayayım ders çalışmazdım fakat derslerim o dönemler oldukça iyiydi (liseye başladıktan sonraki okul yaşantımı anlatmak bile istemiyorum). Her neyse okul benim için eğlence parkıydı. Aslına bakarsanız daha o yıllarda sisteme adapte edilmeye çalışılıyorduk. “Bak burası okul 40 dakika ders göreceksin, 10 dakika da teneffüs… Sonra evine gideceksin, ödevlerini yapacaksın, yarın bir daha geleceksin ve bu yaklaşık 9 ay boyunca sürecek” Burada bazı kurallar var ve onlara uymak zorundasın. Farklı şeyler yapmayacaksın, herkese ayak uyduracaksın ve herkes gibi düşüneceksin. Başındaki diktatör öğretmenin ne derse onu yapacaksın. Onun söylediklerini sorgusuz sualsiz kabul edeceksin. Sürü psikolojisi... Sisteme karşı çıkarsan dayağını yiyip, acı yok Rocky diye kendini motive edeceksin. Eee ne de olsa o za-
manlar öğretmenlerimiz bir anne bir baba yerindeydi, vurduğu yerde gül biterdi.(ah şu klasik tabirler yok mu beni bitiriyor). Şimdi soruyorum; niye erkekler kutu kola ile top oynarken dayak yiyordu? Futbolcu kartlarını kaptırırken niye milletin içinde rencide oluyordu? Kızların iplerini neden alıyorlardı? Koridorda koştuğu ve sesinin normalden biraz fazla çıkmasından dolayı neden azarlanıyordu? Ya da sırf önlüğünün yakası yırtık diye, fotoğraf çekiminde niye arkaya atılıyordu? Bunlar o zamanlar kafamda yer etmişti. Belki Pink Floyd, The Doors’u sevmem bu yüzdendir. Ani sinirlenmem belki buradan gelir. Bildiğim bir şey var, o zaman yaşadıklarım ister istemez etkiledi beni. Şu an öğretmen ceza verdiğinde, çöp kovasının yanında tek ayak üstünde bekleyen çocuğun kafası gibi, sürekli kuruyorum içerden. Okulum bittiğinde, “acaba diktatör bir öğretmen olur muyum?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Çünkü bir zamanlar yaşadığımız daha doğrusu bize yaşattırılan bu duruma karşı çıkarken 4 yıllık öğretmenlik eğitiminin sonunda nasıl oluyor da kızdığımız ve ben asla böyle bir öğretmen olmayacam dediğimiz halde onlardan farksız bir konuma gelebiliyoruz? Sanırım şimdilik bu sorumun yanıtını veremeyecem.
Özge Özgüner
o.ozguner@kalemsizdergi.com
Yaşanmış
Bir AŞK
Burak Karakaya
Fırtınalı aşklar, güneşle bitmezmiş Sedat Kaya
Beni karşısında gördüğünde, şokları yaşamıştı. Tabi ki olacaktı o kadar. Sonuç olarak Esenler otogarında yaşamıyordum. Biraz garip olabilirdi birden karşısına çıkmam. Ama emin olduğum bir şey varsa, o da onu çok sevdiğimdir. O gece bitmişti öyle veya böyle. Hani insanlar, “ben, sensiz yaşayamam” der. İnsanoğlu, vefasız oluyor ve mutlaka yaşayabiliyor. İşte o gece de böyle geçmişti. Aptal aşık terimine çok uyan hareketler icra etsem dahi hala söyleyebildiğim bir şey varsa eğer, o da çok güçlü bir insan olduğumdur. O gelinceye kadar üniversite sınavı için hızlandırılmış kurslara başlamıştım. Derslerden bir kısmı büyük sıkıntı içinde geçse de bir kısmı muhteşem geçiyordu. Fazla bilgi vermemekle birlikte sözel derslere kafamın hiç basmadığını söyleyebilirim. Bu noktada, dershane çıkışlarında nereye gittiğimiz de önemli. Çünkü ben, daha önce bahsettiğim gibi aptal aşık olarak nitelendirilen hareketleri bu alanda da uygulamaya devam ediyordum. Dershanede yeni tanıştığım arkadaşları sürekli olarak Caddede ki O ilk tanıştığımız yere götürüyordum. Onlar benim neden orayı sevdiğimi bilemezlerdi ama öyle bir niyetleri de yoktu. Çünkü kendileri de
seviyordu. Yaz, eğitim ve öğretim başlasa dahi devam ediyor sayılabilirdi. Hava, sıcaklığını korusa da artık daha çok bir bahar havası hakimdi İstanbul’a. O sıcaklığı insanının kanına işlemiş duruşuyla devam ediyor, kimisi gülüp eğleniyor, kimisi de düz ve monoton hayatını devam ettiriyordu. Bu ikilemde dahi İnsanlar, tek bir konuda aynı düşünüyorlardı. Yağmur’a olan özlem... Mevsimler, birbirine girmişti adeta. Haziranın ortasında yağmur yağmıştı. Anlaşılacağı üzere yaz çok geç başlamış oluyordu. Bitişi de bir o derece geç oluyordu. Öyle ki eylülde insanlar yanıyordu. Kim bilir? Belki de ben o zaman bunları yaşarken bazıları da farklı ülkelerde güneşe olan özlemini haykırıyordur. Ama benim özlemim ne yağmuraydı ne de başka bir şeye... Onu özlüyordum. Onu arıyordum. İyi ki “Sosyal Ağlar” vardı. Onlar da olmasaydı...Sıkıntıya sıkıntı eklenir, yalnızlığımız, üst klasman olurdu muhtemelen. Artık kısa mesajlar, ömrümüzde uzunca bir vakit almakta ve hayatımıza azımsanamaz derecede bir yardım yap-
maktaydı. Artık mesajlar iyice sıklaşmıştı. Ve mesaj sayılarının artması, birbirine duyulan özlemin artması ile eş anlamlıydı. İnsan, ömrünün her gününün neşe ile dolmasını ister ama işte olmuyor. Bana 28 Eylül günü İstanbul’a döneceklerinin haberini verdiğinde, hem sevinmiş hem de kızmıştım. Sonuç olarak daha okulların başlangıcı henüz olmuşken bir kaç gün devamsızlık yapmak, çok mantıklı değildi. Ama buna karşın ben de ondan çok farklı değildim bu konuda. Eylül’ün 28’i gelmişti bile. Beklenen gün, gelip çattı dedim kendi kendime. Sabah okula giriş yaptım. Her şey iyi gidiyordu. Öğle sonrasında okuldan çıkmış ve eve doğru yol almıştım. Dayanamadım ve aradım. Yolda olduklarını ve iyi olduğunu söyledi. Açıkçası çok samimi konuşmuyordu. Babasının yanında konuştuğuna şükretmiştim. Ama bana yolda cevap veremezse neden olduğunu anlamamı da söylemişti. Ben açıkçası mesajı almıştım. Akşam’a kadar bekledim. Geldiğini veya yaklaştığını düşünüp aramaya başladım. Cevap vermiyordu. Tüm gece bekledim. Sonra uyuya kalmışım. Okul falan hak getire...Tekrar aramaya koyuldum. Ama ulaşılamıyordu.
Telaş yaptım. Tugay’ı aradım ama onun da haberi yoktu. Bana soruşturup geri döneceğini söyledi. Yarım saat veya 45 dakika sabırla ama bir o kadar da heyecanla bekledim. Telefon geldi. Tugay’dan... Ağzında bir şeyler geveliyordu. Bağırdım...Elif, ölmüştü. Benim uğrunda ölürüm dediğim insan, ölmüştü. “Neden” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Koşarak Tugay’ın evine gitmiştim. O da üzgündü ama sadece üzgündü. Yıkık değildi. Kendi canına kıymayı düşünmemişti. Hayattan bezmemişti. Evet belki çok üzülmüştü ama bunların hiçbiri değildi. Ailesiyle trafik kazası geçirmiş ve aileden kurtulan olmamıştı. Bundan sonraki evrelerde yaşamıma devam ettim, eğer devam etmek denilebilirse. Güldüm mutlu olmadan, yaşadım nefes almadan. Ama her mutlu bir çift gördüğümde ağladım. Birkaç ilişkim oldu ama aşık olamadım. Sevemedim. Sevemeyeceğim.
SON
AŞK MAHALİ İnsanlığın kaderi budur. Bir gün herkes, faili aşk olan cinayetlerin, kurbanı olur.
Karşılaştığında tutmaya kalksan, tutamazsın. İstediği zaman çeker gider, arkasından bakarsın.
Robot resmini çizebilir misin aşkın? Vurmaya kalksan, Yada parmak izi var mıdır? vuramazsın. O seni vurur, Her davada suçlu olsa da, farkına bile varmazsın! hiçbir zaman hüküm giymez. Yapamadığı tek şey vardır aşkın, Tanığı var, sanığı yok. o da ölmek. Mermisi var, kovanı yok. Ama sen, Tasası var, yasası yok. uğrunda seve seve canını Delisi var, delili yok. feda edersin! Aramaya çıksan bulamazsın. Fakat o seni, mutlaka ummadığın bir zamanda bulur.
Hiçbir kurban, katiliyle karşılaşmak istemez. Sense tekrar karşılaşabilmek için, dua edersin.
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
ELVEDA
Oldum olası imrenmişimdir, gittikleri yere neşe götüren insanlara. Sen, olmadık bir anda efkarlanma diyedir ki. Ben, şarkıların hüznünü taşıdım hep yanımda. Hatta soluk soluğa geçen zifiri gecelerde, gök kubbede işaret ettiğin kaç pırıltılı yıldız varsa! Sırf; anı olmaktan uzak olsunlar diye, muntazam ve eksiksiz duruyorlar bavulumda. İnanmıyorsan sayadur kederin ışıltılı karanlığını, ya da sadece güven fezayı aydınlatan nağmelerin hatrına. Elveda zeytin gözlüm, elveda…
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
ME Lİ KE
Kurşundan bir mizaç için dahi korkutucudur melike Mutlu bir aşiyan için yanıtı : hayatidir... Yedi harikanın ilkidir... Tuğçesini başından eksik etmeyen bir Ece’dir Mümkün mertebe efsunlu ve sihirlidir... Nedamet gerektirmez; Esriklikten doğan cesaret elde ise eğer... Fazilet gerektirir karşısına dikilmek için Kırlangıçlarla akraba , martılarla dosttur İçindedir yenilmez bir yaz meyvesinin... Mucizedir koşar adımları size Düşlerdedir, bir kelebeğin kanatlarında... Özündeki mukaddes tinsellik hayret ettirir Gerdanında sakladığı sözcükler çıkarsa dışarı Mest olursunuz Cephelerde ustalaşıp uğruna fedai olursunuz Etten fazlası vardır melikelerde Hiçbir okçu kazanamaz onu galibiyetlerle O , susuştur sinesi katran olanlara Efruzu parlak olanlara fısıldayıştır O , yedi harikanın birincisi Kalple duygunun ilintisidir...
Yiğit Karadavut
y.karadavut@kalemsizdergi.com
Sana Aldanan Gürültüler Korkuyorum Sorunlu olma ihtimalinden birkaç tümcenin, Sonraları silinmesinden; Sen varsın diye yarım kalmasından tüm şiirlerin! Ve kırılmasından her zamanki gibi 29 sessizin... Sessizliği bozan zihnimde sen değilsin Sana aldanan gürültüler Ve ilk yardım geceler biraz da... Yarım kalmışçasına şiirlerim, Korkutulacak her bakışmada gelecekler; Yataklara gerek yok aldatılmak için! Özgürlüklerden ve özgünlüklerden kalıntı Birkaç zihin yeter... Seviyorum Ahlaksız bir bileşke bıraksa da geçmişi Ama hala hatırlamayı değil seni Ya da bir çocuğun Mağrur, Kimsesiz ve anlamsız bakışlarını Ve elbet değişmeyi yine, yeni bir sen için...
Bilinmedik ve umulmadık bir şehrin yalnızlığına sarılıyorum Hasretin nazlıdır Ankara Hiç böyle sevmedim şiirlerinin yaz akşamında Sigara kokulu öğrencilerden ve Sevişmelerden; Unuttuğun kelimeleri hatırlamaktan Geliyorum Öyle deme sevmeyene zor gelir Neden bu kadar insanın aşk kokan teni varken Sevgilerin seviştirilmesini gecelerde tadamadan; Bu şehirde yaşamak...
Tek bir ezgiye sığınır zaman; Anlamadan ve anlatamadan kaçıp giden doğruların Genel evlerinde; Gelecek yeni müşterilerini bekler; Her zaman! Sevgiler...
Volkan Altınbaş
v.altinbas@kalemsizdergi.com
SEVGİLİ GELECEK
‘’uyuyordum ama hepsini duydum’’ I. çatı katında eski bir konak kıyı kalenin insancıl yalnızlığına evriliyor boynundaki doğuşsal urgan gel ve sıradanla düşsel gitinde her gece yaz artığı söylencelere esriyor ve sönümsüz bir soru duyarlığıyla yakıyor gaz lambasını, kırkıncı odasında ama sürükleniyor hayallerine kusursuzluğun kusurları ve çöküyor bakışlarına saplantılı bir hüzün dirisinin yaşanmamış pisliği arınacak anlamını bekliyor bir kıvılcımı bir ıslığı ya da küfrü geceye köpüren dalgaları olsundu eksik olmasındı saçlarından yakamoz essindi gölge oyunlarının esiri gecikmiş ve kocamış Kerem’ den fazlasını. II. boğazı tümden başıbozuk vapurlar değildi asla ama olur olmaz bocalardı bir uçtan ötekine pastel zamanlar dahil. ama katranlı ölüm deneyleri vardı
eyvallahları çokça. aldırmadan ve korkmadan çözülsün diye hikâyeye atılan okkalı kördüğüm öper tatlı hüznü yakamozunu alnından bitmez ki şarabı bilinmedik yerler d’oldukça yaslanmış denizine rengi atmış duvarları, köşesinde tanrının sahiplenmediği günahlarını affeder yosunlu yosunlu ama. ıslak kumlarıyla engin okyanuslardır onun meseli canhıraş türküleri eşliğinde ama. III. durmasın devinsin dalgalar köpükleriyle ve bilge taşlarıyla eski kaya eski kayaysa elbet köpürmeli sessizliği hikayesi olanın sırtına kırkıncı oda dahil.
EŞREF YENER
YAVRUAĞZI Şarkılar yapar sessizliğin dedikodusunu Soğuk tenin yalnızlığını bir sevgili koparır Hakikatin rengi yavruağzıdır; Bir kadın teni gibi büyülüdür çünkü o... Göğün denizini,bulut katleder Dünün zehrini ümitli gelecek edası alt eder Yavruağzıyla dolaşırsan sokaklarda Özgürsündür... Renksizsen eğer Ölüm yakındır... Mühim bir soluk elzemse eğer Rüzgara aşık ol derim ben sana Yüksek tepelerdeki kırları tavsiye ederim Ve yavruağzı bir papatyayı avcunda büyütmeni yeğlerim Çünkü yavruağzı, Bir bakıma ışıktır insana...
Herkesin hayalinin rengi görecedir Ama benim rengim yavruağzı... Siyahtan çok çektim çünkü ben Kırmızı ölümler çok gördüm İstemiyorum ne kara bir senaryoda oyunculuk Ne de kanlı bir okyanusta yolculuk Güzel bir hayalim var Söylemek isterim kuşlara , böceklere , insanlara... Herkese , alabildiğince herkese... Ben bir gün Yavrumun ağzından Yavruağızlı cümleler duymak isterim...
Yiğit Karadavut
y.karadavut@kalemsizdergi.com
YIKIM En çok kendime kırılırım sizin saç uçlarınızdan Böyle dertlendim, bir akarsuyu yatağında uyuturken Bir kitabın yüzüne uzandığım zamanlarda Öksürür hep gece aksayarak yürürken ellerime Azaldı güneşin cömert bakışları, dağ yamaçlarından az öte Varılacak zamanların sol yanına, göz kırparken ova İşte ellerin öyle bir seslenme biçimi, göğe doğru İşte ellerin öyle bir varış, kumların dalgınlığına Dediler, sen uzun bir sus ol, kapan bir ovanın ayaklarına Sızlarken gecenin aksak yürüyüşü, saçlarıma dolanırken Avuçlarım ise kırların ağrılı uzunluğu Öyle sessiz, öyle yazgısız, öyle kırgın Ve işte bir yıkım, insan bakışlarından arta kalan En çok kendime kırılırım sizin saç uçlarınızdan Dikey inen boyun çizgimde hep bir karanlık Gittim, ne kadar gittiysem bir akarsuyun hatrına
MERYEM COŞKUNCA
SEN BANA GELMEDİKÇE Sen bana gelmedikçe kalbim Şubat soğuğu. Ayaz gidişine vurur, benim ellerim üşür. Sesimi donduran neyse, gülüşümü eriten de o. Kirpiklerime yapışan kar tanesi soğukluğundaydı bakışların. Yaktı, geçti.. Sen bana gelmedikçe gözlerim Nisan yağmuru. Damlalar gamzeme düşer, ıslaklık dudaklarıma. Yaramı kanatan neyse, derdime deva da o. Gökyüzüne müptela olan bulutlar kadar özgürdü gidişin. Yar’dı, geçti.. Sen bana gelmedikçe nefesim Temmuz yanığı. Kaldırımlar gidişine eşlik eder, yalnızlık bana. Benzimi yakan neyse, kalbimi ağrıtan da o. Martıların suskunluğundaydı gülüşün Yandı,geçti.. Gitti...
MERVE SAYILGAN
BİR BALIK BANA NE YAPABİLİR Kİ? Beni bağla bir kazığa, Kazık, kıyıda bir sandala bekçilik etsin, Sonra seslen bir balığa, seslende usulca, yanıma gelsin... güçlüyüm... ayaklarımda kesik kesik dünden kalma nasırlar, üzerinde bir teki delik babadan kalma potin, çoraplarım diz altına çekilmiş dururlar... bir balık gelse ne yapabilir ki? elimi uzattım duru sulara aştım derinleri peşimde balık hissettiğim şey o olabilir de, bir balık şimdi ne yapabilir ki? Uzanıyor karşımda vapur sesleri, giden ellerde ıslak beyaz mendili,
ben kalsam bir nefes,hıçkırıklara, bir balık bana ne yapabilir ki? gözümden yaş çaresiz damlar, çarpar yanaklarıma elin gizli sesleri, bir avuç yapsak,doldursak büsbütün, bir balık burda ne yapabilir ki? birer birer dolsa kadehler yarın, efkarını dindirmez,arta kalanların, tövbeye karışmak dermansa bugün, bir balık derde ne yapabilir ki? kollarım sıvalı ıslanmış tabi bu soğuk denizde üşüdüm biraz dayanmaz kör talih ayrılıklara bir balık buna ne yapabilir ki?
OĞUZCAN KIYMIK
K端lt端r & Sanat ->
Fatih USLU Röportajı Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
1) Dinlediğiniz müzik türü nedir? Mesleğim gereği müzikten uzak kalmam imkansız. Bu işi profesyonel olarak yapıyorsanız her türlü müzik tarzı hakkında az çok fikir sahibi olmalısınız. Bu yüzden pek çok türde müzik dinlemeye gayret gösteriyorum. Ama bir dinleyici olarak en çok hangi türü sevdiğimi soruyorsanız, şöyle sıralayabilirim; Blues,Caz, R&B, Trip Hop, Synthpop, ayrıca cover parçalar ve soundtrack albümler. Soundtrack parçalara karşı ise özel bir ilgim var. Özellikle duygularıma hitap eden orkestral film müziklerine bayılıyorum diyebilirim.
Williams ve Emeli Sande ise vokallerini en çok beğendiğim isimler arasında. Türk müziğine değinecek olursam, müziğimizin bir zamanlar ki arabesk havasına girdiğini düşünüyorum. Pop müzikte de Rock müzikte de öyle. Şarkılar hep birbirine benzer şekilde. Ve ben; hüzün, kalp kırıklığı, isyan içinde olan, kenara itilmiş ve darbe almış temasında ki şarkıları sevmiyorum. Tabii ki beğendiklerimde var, şuan ilk olarak aklıma gelenler Ozan Doğulu ve Murat Dalkılıç. Tarzı ve temposu ne olursa olsun, dinlediğim müzik beni mutlu etmeli, tekrar dinledikçe keyif almalıyım.
2) Beğenerek takip ettiğiniz bir sanatçı var mı?
3) Radyo DJ’liği nasıl bir iş? Yapmayı düşünen okurlarımıza eksi ve artı yönleriyle anlatabilir misiniz?
Yapım ve yayın şirketleri tarafından tonlarca reklam ve tanıtım faaliyetleri ile popülerlik elde eden isimlerden öte, işini çok severek başarıyla ve hakkını vererek yapanları beğeniyorum. Prodüktör olarak işin mutfağında bulunan isimlerde ilgimi çeker. Mesela; Timbaland, Salam Remi, Moby, Will i.am ve John Powell. Son dönemi ve yakın geçmişi baz alarak söylersem, Alicia Keys, Robbie
Radyo dj’liği daima pozitif enerji vermeniz gereken bir iştir. Mikrofonu açıp konuşurken dinleyiciye olumsuz mesajlar vermekten kaçınmalısınız, eğer bir moral bozukluğunuz varsa, bunu mikrofonu kapattıktan sonra kendiniz yaşamalısınız. Yayında konuşurken dinleyicinizi mutlu etmeniz gerek. Dışarıdan bakıldığında çok rahat bir iş gibi gözükebilir, ama o kadar kolay değil. Dikkat,özen ve titizlik isteyen bir iştir. Bizim işimizde,
saatler,dakikalar hatta saniyeler çok önemlidir. Size verilen en kısa konuşma süresinde en çok ve en anlamlı sözleri söylemelisiniz.Heyecan duygunuz, yanlış yapmanızı sağlayan seviyeye çıkmamalı, yayıncılık soğukkanlılık gerektirir. Yaratıcılığınız kuvvetli olmalı, radyonuzdan ya da çalacağınız parçadan bahsederken , kendinize has üslupla göklere çıkarmalısınız ve a’dan z’ye bilgi sahibi olduğunuzu dinleyiciye hissettirmelisiniz. Radyoculuğu severek ve özveriyle yaparsanız, her zaman keyif alacağınız ve uzun yıllar yapabileceğiniz bir iştir. Milyonlar sizi dinlese bile, radyo yıldızı sokakta tanınmaz. Bu durum kimilerimize eksi, kimilerimize göre de artı yönlerinden bir tanesidir bu işin. Radyoculukta da yayıncılığın doğası gereği fazla tatil yapma şansınız yoktur. Batılı ülkeler ile kıyasladığımızda, ülkemizde radyoculuk ve radyo sektörü hak ettiği değerin çok altında, sayabileceğim eksi yönlerden bir taneside budur. Fakat artı yönleri, eksi yönlerle kıyasladığımızda daha ağır gelir.
4) Bu işi yapmaya nasıl karar verdiniz? Bu sorunuz, cevabı çok kısa olmayan bir
soru. Çok küçük yaşlarda, devlet ve kısa dalga radyolarını sıkça dinleyen bir ailenin ferdi olarak radyoyla tanıştım. Ortaokul zamanlarımda, yani 90’ların başında da özel radyolar kurulmaya başladı ve radyo gerçekten büyük popülerlik kazanmaya başlamıştı. Benimde o dönem ilgim daha da fazlalaştı. Teyp kasetlerine record tuşuna basarak, sanki radyocuymuşcasına anonslar yapıp kaydetmeye ve kendimi radyocu olarak hayal etmeye başladım. Birkaç yıl sonra radyolar daha da çoğaldı. İstanbul’da nerdeyse her semtin, her mahallenin bir radyosu olmaya başladı. Abimin de bu işe fazlasıyla ilgisi ve merakı vardı, İstanbul’da bölgesel bir radyonun kurucuları arasında yer aldı ve bende O’nun sayesinde işin mutfak kısmıyla tanışmış oldum. Hatta birlikte radyo bile kurduk. 1997 yılıydı, abim güçlü bir radyo yayın vericisi yaptı, küçük bir stüdyo kurduk ve İstanbul’da bunu yapmak zor olacağı için ailemizin memleketine giderek orada yayın yaptık. Sonraki senelerde de yine yaz ayları geldiğinde, okulum tatil olur olmaz radyo yayını yapmak için soluğu Anadolu’da aldık. Sadece iki yada üç radyonun dinlendiği kırsal kesimde yayın yaptık ve muhteşem bir ilgi gördük. Yayınlarımız adeta televizyonu unutturdu diyebilirim size. Bu yayınlar bana iş olarak deneyimde kattı. Daha sonra, Anadolu Üniversite-
si Radyo-Tv bölümünü kazanarak Eskişehir’e gittim. Kampüse girdiğimde İletişim Fakültesi çatısında olan bir radyo anteni dikkatimi çekti hemen. Gittim ve gözlerimle gördüm, üniversite radyosunun temelleri atılıyordu. Bende orada yer almak istedim, seçmelere katıldım. Kabul edildiğimde çok mutlu oldum ve o saatten sonra, öğrenim sürem boyunca bir yandan da Radyo A’da çalıştım. Çok güzel bir ekiptik. Radyo A’da müthiş deneyim edindim, akademik şekilde bu işin inceliklerini öğrendik. Radyo A benim için çok iyi bir okul oldu. İstanbul’a döndüğümde ise radyoculuğa profesyonel olarak devam ettim. Kişilik olarak insanları mutlu etmekten çok haz alırım, radyoda söz ettiğim bir konu veya çaldığım herhangi bir parçayla, herhangi bir yerdeki insanın mutlu olduğunu bilmek bile bu işi çok sevmemi sağlıyor.
5) İş hayatınızda karşılaştığınız zorluklar var mı? Her işte olduğu gibi bizim işimizde de zorluklar olabiliyor bazen. Ama bunların çoğu, yayıncılığın doğasında yer alan zorluklar. Çok fazla önemsemiyorum, o nedenle bunları tek tek açıklamak, sayfa işgalinden başka işe yaramaz kanımca. Nede olsa zorlukların üstesinden gelmek benim işim.
6) Bir gün deseler ki; gelmiş geçmiş tüm DJ veya sanatçılardan biri ile bir konser verme İmkanınız olsa kimi seçerdiniz? Tabii ki Michael Jackson… :)
7) Programınızın konseptini bir günlüğüne değiştirirseniz hangi tür şarkıları çalmak istersiniz? Soundtrack parçalardan hoşlandığımı söylemiştim. Yeşilçam’da dahil olmak üzere dünyanın en iyi sinema filmlerinin müziklerinden oluşan geniş kapsamlı bir soundtrack programı yapmak isterim. Ya da bir başka düşüncem daha var; sadece İngilizce veya Türkçe değil, madem müzik evrensel diyoruz, o zaman her dile yer vereceğim bambaşka ülkelerden farklı dillerde en iyi müzikleri dinletebileceğim bir program yapmak isterdim.
8) Evli olduğunuzu biliyorum, bize biraz ailenizden bahseder misiniz? Eşimle üniversite yıllarında tanıştık. Altı yıldır evliyiz. İtiraf etmeliyim ki O, benden daha çok çalışıyor ve daha stresli bir işi var. Çünkü O, bir bankacı. Birbirine zıt işlerimiz olmasına rağmen yeri gel-
diğinde ben ondan, yeri geldiğinde de o benden destek alıyor ve fikir alışverişi yapıyoruz işlerimizle ilgili. O’nun iş arkadaşları, benim mesai saatlerimi ve çalışma sistemimi anlamakta hala zorluk çekiyor. İki yaşında bir kızımız var, adı Gözde. Müziği ve dans etmeyi çok seviyor.Şimdilik ne iş yaptığımın pek farkında değil ama öğrendiğinde çok sevinecek sanırım. Kızımız hayatımızın en önemli parçası oldu, birlikte oyunlar oynuyoruz ve mümkün olduğunca aile olarak birlikte olup bol aktivite yapmaktan hoşlanıyoruz.
9) Power FM’le nasıl tanıştınız? 90’ların sonundan itibaren Power Fm’de çalışabilmek gibi bir hayalim vardı. Radyo A’da çalışırken bu isteğim daha da arttı ve önüme, ulaşmak istediğim bir hedef olarak koydum. 2002 senesinde kısa bir süre Kiss Fm’de program yaptıktan sonra dikkatlerini çok çekmiş olacağım ki, Power Fm’den transfer teklifi geldi. Çalışmayı hayal ettiğim bir radyo olduğu için, tekliften bir gün sonra bir araya gelerek konuştuk ve şartlarda anlaştık. O günden bugüne Power Fm’de programlarım sürüyor. Burada olmaktan mutluyum.
10) Radyo programcılığı kariyerinizde, başarmak istediğiniz hayalleriniz var mı? İşimi başarıyla sürdürmek, yaptığım programların herkese ulaşmasını sağlayarak, hatırlanmak ve dinleyenleri mutlu etmek benim için yeterli. Daha ötesinde medya üzerine yönetimsel anlamda hedeflerim olabilir, yakın vadede hedeflerimden biride doktora yapmak.
11) Yayın esnasında yaşadığınız, ilginç bir olay oldu mu? Gelişen teknoloji ile artık her şey daha sistemli ve programlı bir şekilde ilerliyor. Şimdiye göre, eskiden çok daha ilginç ve enteresan olaylar yaşardık. Çok güldüğümüz,şaşırdığımız ve yayın esnasında dona kaldığımız anlar yaşadık ekip arkadaşlarımızla. Şuan ilk aklıma gelenlerden birinden söz edeyim; Kiss Fm’de çalışırken yeni stüdyomuza taşındığımızda, stüdyo içinde dekorasyon çalışmaları henüz tamamlanmamıştı. Ama biz yayınlara mecburen devam ediyorduk. Bir programımın başladığı esnada, stüdyoda iki işçi çalışmaya devam ediyordu. İlk başta canlı yayın yaptığımdan haberleri yok sanmıştım, konuşma vakti geldiğinde ‘anons yapacağım’ diye uyararak sessiz kalacaklarını düşündüm. Kulaklığımı
taktım mikrofonu açtım, konuşmamın tam ortasında kulağıma ‘tak tak’ çekiç tornavida ve konuşma sesleri gelmeye başladı. Önce anlayamadım, fonda yer alan müzikte böyle sesler yoktu. Konuşmama iki saniyelik bir es vererek kafamı çevirdim ve birisinin elinde çekiç olan iki işçiyle göz göze geldim. Durumu fark edince sustular, konuşmamı bitirdim ve mikrofonu kapatarak kulaklığımı çıkardım. Adamın gözüne baktım yine ama, hala susuyorlar çıt yok. ‘Ne yapıyorsunuz siz’ dedim ve suçlarını anlayınca birisi şöyle dedi “Abi şimdi sen buradan konuşunca herkes duyuyor mu, sesin bütün radyolara gidiyor mu?” Bu cümleden sonra bir şey diyemedim çünkü fena gülmüştük birlikte, onlara hiç kızamadım tabii ki…
12) Bu aralar çalmayı en çok sevdiğiniz parça nedir? Nelly Furtado’dan Waiting for The Night ve Dizzee Rascal ile Robbie Williams’ın düeti Goin’ Crazy…
13) Bu mesleği seçmek isteyenlere tavsiyelerinizi öğrenebilir miyiz? Kendilerini tam anlamıyla analiz ederek, doğru sektör ve işi tercih ettiklerinden
emin olsunlar. Eğer bu işi yapacaksanız sevmek yetmez, çok sevmelisiniz. Geçici bir heves olduğunu fark ettiklerinde ya da başka alanlara ilgisinin kaydığını hissediyorlarsa en yakın sürede bıraksınlar. Radyoculuğun kendileri için doğru iş olduğunu düşünüyor, çok seviyor ve çok çalışıyorlarsa başarı kolay gelir. Radyoculuğu bireysel bir iş olarak görmeyip, radyo ekibiyle takım oyunu oynanacağı unutulmamalıdır. Araştırmacı olmalı, doğru konuşma ve tonlama kurallarına uymalı, yaratıcılık yönlerini güçlendirmeliler.
14) Günlük yaşantınızda neler yaparsınız? Hobileriniz nelerdir? Kızımla ve ailemle bol vakit geçirmeye çalıştığımdan bahsetmiştim. Ayrıca mümkün olduğunca konferans ve seminerlere katılmaya çalışırım. Bunun dışında, internette bol araştırma yapan bir kişiyim ve araştırma önceliklerim; medya ve radyo teknoloji yenilikleri, ekonomi, iş dünyası, siyaset ve tarih. Ekonomi ve sermaye piyasaları hakkında yeterince bilgi sahibiyimdir ve takip etmeyi severim.
15) Hobilerinizi sorduk fakat fobilerinizi sormadık. Bir fobiniz var mıdır?
Herhangi bir fobim yok ama sevmediğim şeyler olabiliyor elbette. Mesela ukala insanlara hiç tahammül edemem, aramda uzak mesafe yaratırım. Konu farketmeksizin yanlış anlaşılmaktan da çok korkarım.
16) Son olarak dinleyicilerinize ve Kalemsiz Dergi okurlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı? Dinleyicilerime teşekkür ediyorum, dinledikleri için. Her zaman radyoya değer vermelerini rica ediyorum, radyoyu kesinlikle mp3 çalarla aynı kefeye koymasınlar, kendi çevrelerinede radyo dinlemeyi özendirmelerini istiyorum. Çünkü onlar çoğaldıkça ve radyoların doğru veya yanlış adımlarının takipçisi olduğu sürece, radyo yayınlarının kalitesinin çok daha artacağını düşünüyorum. Kalemsiz Dergi, gerçekten enfes bir fikir ve enerji ile ortaya çıkmış. Geleneksel dergiciliğin dijitale geçişinde aranan uyum yakalanmış. Genç kalemlerin, kalemsizce yazdıkları bu zengin içerik ve enerjiden tüm okurların sonuna kadar faydalanmalarını tavsiye ederim.
“Merhabalar Sevgili Kalemsiz Dergi okurları, bildiğiniz gibi haziran ayı sayımızda bazı sebeplerden ötürü aranızda olamamıştım, bu yüzden herkesten özür diliyorum. “ Sizler için Temmuz ayında vizyonda olacak filmler arasından seçtiklerimiz:
Yönetmen: Gore Verbinski Oyuncular: Johnny Depp, Armie Hammer, Tom Wilkinson, Wiiliam Fichtner, Barry Pepper, James Badge Dale, Ruth Wilson ve Helena Bonham Carter Tür: Aksiyon, Mazcera Süre: 149 dk. Yapım: 2013 ACİL ARAMA (The Call) Konu: Filmde, ünlü maskeli bir kahraman, yeni bir Vizyona Giriş Tarihi: 05 Temmuz 2013 bakış açısıyla hayata döndürülüyor. Amerikan yerliYönetmen: Brad Anderson si, savaşçı Tonto (Johnny Depp), hukuk adamı John Oyuncular: Halle Berry, Abigail Breslin, Ella Rae Peck, Reid’in (Armie Hammer) bir adalet efsanesine dönüşMorris Chectnut, Michael Imperioli, Michael Ekrund, mesine dair anlatılmamış hikâyeleri anlatıyor. Film, Roma Maffia, Justina Machado seyirciyi, epik sürprizler ve birbirine hiç benzemeyen Tür: Aksiyon, Gerilim bu iki kahramanın açgözlülük be yozlaşmaya karşı Ülke: ABD birlikte savaşmak için işbirliği yapmayı öğrenirken Yapım: 2013 ortaya çıkan komik sürtüşmeleriyle dolu bir yolculuğa Konu: Jordan, 911 Acil yardım hattında santral görev- çıkarıyor. lisi olarak çalışan bir kadındır. Bir gün merkezi arayan genç bir kız sesi evine zorla giren biri olduğunu ve hayatının tehlikede olduğunu söyler. Jordan ekipler MANYAK (Maniac) evi tespit edip, kızı kurtarıncaya kadar, telefonda katili Vizyona Giriş Tarihi: 12 Temmuz 2013 oyalamaya ve ikna etmeye çalışan Jordan başarısız Yönetmen: Franck Khalfoun olur. Genç kız ölür; dahası birbirini takip eden olayOyuncular: Elijah Wood, Nora Arnezeder, America ların bir seri katil işi olduğu ortaya çıkar. Bu arada Olivo, Liane Balaban Jordan’ın psikolojisi de altüst olmuştur. Aradan zaman Tür: Gerilim, Korku geçer ve 911’e “Kaçırıldım, lütfen beni kurtarın!“ diyen Ülke: Amerika, Fransa başka bir yardım çağrısı gelir. Çağrıyı devralan Jordan Süre: 89 dk. kızı sağ salim kurtarmak için elinden gelen her şeyi Yapım: 2013 yapmaya kararlıdır... Konu: Yüzüklerin Efendisi filminin yıldızı Elijah Wood’u tatlı küçük bir hobbit olarak tanıyanlar, onu karşılarında mükemmel bir ‘manyak’ olarak gördükMASKELİ SÜVARİ (The Lone Ranger) lerinde afallayacaklar. Bir 19. Yüzyıl Jack The Ripper Vizyona Giriş Tarihi: 05 Temmuz 2013 katilinin günümüzdeki versiyonu ve şimdiye kadar
İlker Deniz Devrim
d.devrim@kalemsizdergi.com
VizyonER yapılmış en heyecan verici korku filmlerinden biri. Maniac, William Lustig’in 80’lere damgasını vuran, büyük bir fan kitlesi tarafından kült kabul edilmiş korku filminin yeniden çevrimi. Utangaç ve içine kapanık Frank (Elijah Wood), bir cansız manken dükkânının sahibidir. Karşı koyamadığı cinayet işleme isteği içinde tutmaya çalışıyor. Sergisi için yardım istemeye gelen genç sanatçı Anna ile tanıştığı gün hayatı değişiyor. Dostlukları geliştikçe Frank, Anna’yı takıntı haline getiriyor ve öldürme açlığı tamamen kontrolden çıkıyor. PASİFİK RİM 3D (Pasific Rim 3D) Vizyona Giriş Tarihi: 19 Temmuz 2013 Yönetmen: Guillermo del Toro Oyuncular: Charlie Hunnam, Idris Elba, Ron Perlman, Rinko Kikuchi, Charlie Day, Clifton Collins Jr. , Robert Maillet, Max Martini Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu, Macera Ülke: ABD Yapım: 2013 Konu: Filmin yönetmeni Guillermo del Toro izleyicilere eşsiz bir bilim kurgu filmi sunmak için Legandary Pictures ile iş birliğine giriyor; Idris Elba, Charlie Hunnam ve Charlie Day filmin başrollerini paylaşıyor. İnsanoğlunu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şey, ansızın denizin altından gelmeye başlayan Kaiju isimli yaratıklardır. Bu dehşet verici varlıklar dünyanın temel kaynaklarını harap ederken canlı nüfusunu da hızlıca yok etmeye başlarlar. Çaresiz insanlık Jaeger isimli devasa robotlar üreterek felaketi durdurmaya çalışır. Tüm talimatları iki pilottan alan Jeager’ler beyin gücüyle çalışan donanımlı ve güçlü
robotlardır. Ne var ki ortada onların bile çözümlemeyeceği kötü bir gidişat söz konusudur. Tüm çareler tükenmişken ortaya çıkan eski bir pilot ve stajyeri insanlığın son umudu olmaya çalışacaktır. THE WOLVERİNE 3D Vizyona Giriş Tarihi: 26 Temmuz 2013 Yönetmen: James Mangold Oyuncular: Hugh Jackman, Brian Tee, Will Yun Lee, Rila Fukushima, Svetlana Khodchenkova, Hiroyuki Sanada, Tao Okamoto, Hal Yamanouchi. Tür: Aksiyon, Fantastik Ülke: ABD Yapım: 2013 Konu: Serinin devam filminde Wolverine bu sefer Japonya’ya geçiyor ve samuraylarla savaşıyor. 1982’de dört bölüm halinde yayınlanan çizgi roman bölümünden uyarlanacak olan filmde, Wolverine gerçek aşkı Mariko Yashida’yı bulmak için Japonya’ya gider. Ülkeye ulaştığında Mariko’nun bir iş adamıyla evlendiğini öğrenir. Başrollerini Hugh Jackman, Will Yun Lee ve Tao Okamoto oynadığı filmin yönetmenliğini ise James Mangold üstleniyor.
VizyonEr’den film tavsiyeleri; “Hayat Güzeldir, Forrest Gump, Face Off ” mutlaka izlenmeli... Herkese İyi seyirler, önümüzdeki ay görüşmek dileğiyle... Hoşçakalın...
Fikir & Yorum & G端ncel ->
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com Bu ayki yazım yine yabancı dil öğrenmek isteyenler için İspanyolca tutkunu iki arkadaşın sayesinde tanıştığım bir siteden bahsedeceğim; www.duolingo.com Yeni bir dil öğrenme sitesi olan Duolingo, eski dil öğrenme sitelerine göre hem daha eğlenceli hem de daha planlı bir şekilde öğrenme imkanı sağlıyor. Bildiğimiz gibi dil öğrenmek sıkça tekrar yapmayı ve üzerine zaman harcamayı gerektirir. Sitenin maskotu olan Baykuş size hem e-posta olarak hem de mobil uygulamasıyla hatırlatmalar yaparak dili planlı bir şekilde öğrenmenize yardımcı oluyor. Böylece hayatınızın içinde yer edinen online kurs ile daha çabuk öğrenme imkanına erişmiş oluyorsunuz. Sitede puanlama sistemi mevcut her öğrendiğiniz dersin sonunda alacağınız
puanlarla arkadaşlarınızla rekabet ortamı oluşturup öğrenmenizi oyun haline getirebilirsiniz. “Leaderboard” olarak adlandırılan liste ise sizi hırslandıracaktır. Sitenin öğretme ve pratik yapma aşamasında; kelime öğrenme, okuma, dinleme, yazma ve telaffuz gibi etkinlikler ile karşılaşmaktayız. Seviye düzeyinin yavaşça arttığı online kursu zaman kaybetmeden denemenizi öneriyorum. Öğrenebileceğiniz diller ise; İspanyolca, İngilizce, Fransızca, Almanca, Portekizce ve İtalyanca. Sitenin dezavantajı ise Türkçe versiyonunun olmaması yani öğrenmek istediğiniz dili seçtiğinizde uygulamaları ve anlatımları sadece bu saydığımız diller aracıyla öğrenilebiliyorsunuz.
BARIŞ Lozan Barış Antlaşması mı HEZİMET mi
?
Semih R. Cabalar
s.cabalar@kalemsizdergi.com
Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bu sayımızda sizlere, Cumhuriyet Tarihimizin belki de en önemli hadisesi olan Lozan Barışı Görüşmelerini ve imzalanan antlaşmayı dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım. Kimilerine göre hezimettir, kimilerine göre büyük bir başarı hikayesidir yapılan antlaşma. Her iki düşüncedeki gurupta olaylara siyasi düşünceleri penceresinden baktığından maalesef kısır tartışmalar süregelmektedir. Bu yüzden Lozan Heyetine; başta İsmet İnönü olmak üzere ciddi manada sert ve yersiz eleştiriler de yapılmaktadır. Bu yazıda elimden geldiğince objektif bir tarihçi hassasiyetiyle hareket ederek size konunun özünü vermeye gayret edeceğim. 9 Eylül 1922’de düşmanın topraklarımızdan çıkartılmasıyla beraber, Milli Mücadelenin askeri safhası tamamlanmıştı ve Mudanya Mütarekesinin diplomatik olarak nihayetlendirilmesi gerekiyordu. Bir başka deyişle, Mudanya Mütarekesinde atılan ilk adımın ve Milli Mücadelenin ete kemiğe büründürülmesi gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, barış görüşmelerinin yapılacağı gündemi ortaya çıktıktan sonra görüşmelerin İzmir’de yapılmasını talep etmiştir. Bunun nedeni İzmir’de savaş esnasında Yunanlıların yaptığı mezalimin net olarak bütün dünya tarafından anlaşılmasının istenmesidir. Türkiye bunun psikolojik üstünlüğü kendi lehine çevireceğini düşünmekteydi;ancak
Türkiye’nin bu isteği özellikle İngiltere’nin ve Fransa’nın muhalefeti nedeniyle kabul edilmez ve coğrafi olarak Avrupa’nın merkezinde yer alan İsviçre’de, Lozan Kasabasında yapılması hususunda Birinci Dünya Harbinin galip devletleri baskı yapmışlardır. Lozan Görüşmelerinde Türk heyetine kimin başkanlık edeceği de tartışmalara neden olmuştur. Rauf Orbay gönüllü olarak gitmek ister;ancak bu isteği Mustafa Kemal tarafından reddedilir. Bu noktada Mustafa Kemal’in ileri görüşlülüğünü ortaya koymak elzemdir. Mustafa Kemal, Rauf Orbay’ın heyete başkanlık etmesini istemez zira kendisi Mondros Ateşkesini imzalayan kişidir. Bu durumun Rauf Paşa üzerinde yaratacağı baskıyı hesaplayan Mustafa Kemal, çok güvendiği İsmet İnönü’ye bu vazifeyi verir. Ona göre İsmet İnönü,ölçülü, tutarlı ve sakin tavırlarıyla bu işi yapabilecek en iyi kişidir. Başlangıçta yorulduğu için vazifeyi istemeyen ve vazifeyi Rauf Paşa’ya veriniz deme büyüklüğünü gösteren İsmet Paşa, Mustafa Kemal’in ısrarlarıyla vazifeyi kabul eder ve heyet 10 Kasım 1922’de yola çıkar. Başlangıçta görüşmelerin 13 Kasım’da başlayacağı Türk Heyetine bildirilmiştir fakat Heyet yola çıktığında görüşmelerin bir hafta ertelendiğini öğrenir. O günün şartlarında geri dönecek bir durum söz konusu olmadığından heyet yola revan olur ve bir hafta önceden İsviçre’ye ulaşır. Şüphesiz ki bu yapılan durum emperyalist
devletlerin bir küçük görme ve yıldırma taktiğidir lakin tam tersi Türkiye’nin işine yaramıştır; heyetimiz bir hafta erken gitmesinin faydasını görecek ve özellikle Fransızlar ve İtalyanlar ile ciddi diplomatik görüşmeler yapılacaktır.Nihayetinde bir hafta sonrasında 20 Kasım 1922’de Uşi Şatosunda görüşmeler başlar. Görüşmelere geçmeden önce heyette olanlar hakkında ve orada görüşülen hususlar hakkında bilgi vermek istiyorum. Mesele böylece siz değerli okuyucular tarafından daha net anlaşılacaktır. Heyette Sağlık Bakanı Dr. Rıza Bey, Maliye eski Bakanı Hasan Bey, Basın Danışmanı olarak
Yahya Kemal ve Ruşen Eşref Ünaydın;İzmir Milletvekili Celal Bayar,Mülkiye Müfettişlerinden Şükrü Bey ve Hukuk Danışmanı olarak Münir Ertegün katılır. Bu saydığım isimler heyetin sadece önde gelenleridir. İsimlerin hayatına bakılacak olursa heyetin farklı kesimlerden, farklı görüşlerden insanlardan seçildiği görülecektir. Bu arada Tanin Gazetesinden Hüseyin Cahit Yalçın’da burada hazır bulunmuştur. Şurası unutulmamalıdır ki, görüşmeler başlamadan evvel ikilik çıkartmak isteyen emperyalist devletler, Osmanlı Hükümetini de görüşmelere davet etmiş bu sebepten 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından saltanat
kaldırılmıştır. Emperyalist devletler, bu Bizans oyunlarına konferans esnasında da devam etmiş ve Osmanlı’nın anlaşmalarla sabit yükümlülüklerini, yeni bir ülke olan Türkiye’ye dayatmaya çalışmıştır. Burada başlıca sorunlar:Osmanlı’nın borçları ve kapitülasyonlar, Türk-Yunan Sınırı mevzusu, Boğazlar ile alakalı durum; Musul-Kerkük ve Hatay sorunlarıdır. Türk Heyeti yorucu ve şiddetli geçecek, aylar sürecek tartışmalarda yeni ve bağımsız bir ülke olduğunu masaya vura vura savunmuştur. 20 Kasım günü, Uşi Şatosu hınca hınç dolmuştu ve konferansın başlaması bekleniyordu. Salon çok kültürlü,çok renkli insanların bir arada bulunduğu bir karnaval alanı gibiydi. Din adamları, rengarenk yerel şapkalarını ve giysilerini giymiş devlet adamlarından oluşuyordu. Salonun durumu, Mehmet Akif ’in Çanakkale Şiirindeki milletleri tasvir ettiği duruma çok benzemektedir.(Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...) Toplantının yapılacağı salona eşitlik belirtmek için elips şeklinde oluşturulan bir masa getirilmişti. Salonun duvarlarında, Hıristiyanlığa ait semboller, ikonalar bulunmaktaydı ve bir resimde bir yeniçerinin kanlı kılıcı altında kan revan içinde Hıristiyanlar arzı endam etmekteydi. Yerdeki İran Halıları da mevzuyu açıklamak açısından önemlidir. Mevzu şudur, oluşturulan dekor etrafında ciddi manada bir küçük görme ve ruhsal olarak ezme
isteği bulunmaktadır. İlk olarak salona alt seviyedeki delegeler girer. Türk heyeti ilk girenler arasında yer almaktadır. Sonra diğer devletlerin temsilcileri, en son Lord Curzon bastonunu yere vura vura içeri girer ve heybetiyle gazetecileri korkutan Mussolini’nin karşısına oturur. Salona gelmeyen sadece üç kişi kalmıştır. İsmet İnönü, Rıza Nur Bey ve Hasan Bey. Yaklaşık bir saat sonra İsmet İnönü ve ekibi salona girer. Göz göze gelirler ve salonu terk ederler. Sebep, içerideki Türk Heyetine tahta sandalyeler, diğer ülkelerin temsilcilerine rahat koltuklar verilmesidir. İsmet İnönü ve arkadaşları tam manasıyla eşitlik istediklerini burada belli etmiştir. İsmet İnönü’nün isteği yerine getirildikten sonra görüşmelere geçirilir ve ilk sözü İsviçre Başbakanı alarak şöyle der: ‘’Dünya sizlerden barış bekliyor.’’ Bu durum Versay sisteminin henüz bitmediğinin göstergesidir. Arkasından kürsüye çıkan Lord Curzon, bir saatten daha fazla uzun bir süre Türklerin yaptığı katliamlardan ve ne kadar barbar olduklarından bahsederek, Müslüman ve Türkleri tüm dünyanın gözü önünde katil olarak ilan eder. Hemen arkasından söz alan İsmet İnönü, zekasını göstererek sözü Türklerin var olduğu tarihten alır, Haçlı Seferlerine, oradan Milli Mücadeleye kadar götürür ve salonun hayret dolu bakışları içerisinde şöyle der: Eğer burada kan varsa,o da sizin dişlerinizin arasından sızmaktadır. Salonda çıt
çıkmaz, sadece bir kişi İnönü’yü alkışlar. O da Mussolini’dir. Görüşmeler bu şekilde başlar ve ilk alınan karar alenilik-hafilik(gizlilik) üzerine olur. İşte İsmet Paşa’nın ilk ciddi hatası buradadır. Oy birliğiyle hafilik kararı alınmıştır. Karar gereğince toplantıda alınan kararlar dışarıya, basına sızmayacaktır. Bu yasağa bir tek İsmet Paşa ve ekibi uyar. Geri kalan devletler, görüşmeleri kendi istedikleri gibi yorumlayarak basına sızdırırlar. İnönü sözünü tutmanın getirdiği yanlış yüzünden heyetimiz siyasi manada içeride ve dışarıda çok yıpranmıştır. Hatta Tanin Gazetesi’nin sahibi ve baş yazarı Hüseyin Cahit Yalçın ile ciddi manada sorunlar yaşanır.İlk günden itibaren özellikle kapitülasyonlar ve boğazlar konusunda Türkiye’yi sıkıştıran ve tehdit eden emperyalist devletler karşılarında dirayetli ve sabırlı bir heyet bulur. Türkiye, bağımsızlıktan asla ödün vermeyeceğini ve Osmanlı’nın borçlarını sahiplenmeyeceğini tüm dünyaya haykırır. Lord Curzon, İsmet İnönü’ye yapılan görüşmelerin birinde şöyle diyecektir: ‘’ Şimdi bağımsızlık diyorsunuz ama yarın borç para istemek için bize geldiğinizde bakalım bağımsızlıktan bahsedebilecek misiniz ?’’ Bu söz siyasi hayatı boyunca İnönü’nün aklından çıkmaz ve alacağı tedbirlerde birindi derecede rol oynar. Heyetimizin önüne getirilen her teklif Sevr Antlaşmasının yumuşatılmış şeklidir
ve heyetimiz tarafından hep reddedilir. Heyetimizin konakladığı yer ile İngilizlerin kaldığı yer arasında devamlı surette mektuplaşmalar devam eder. İngiliz Heyeti, Türk Heyetine gönderdiği Sevr Antlaşmasının yumuşatılmış versiyonlarının yer aldığı tekliflerde, Fransızlara yer vermez, isimlerini bile mevzu bahis yapmaz. Bu mektupların karşılıklı ulaşımını sağlayan Fransızlar,mektuplar deşifre edildiğinde kendi ölüm fermanımızı kendi ellerimizle taşımışız diyecektir. Türkiye’nin tutumunu değiştiremeyen Lord Curzon önderliğindeki İngiliz heyeti Şubat ayının başında şu açıklamayı yapar: Eğer son teklifimizi kabul etmezseniz buradan ayrılıyoruz. Nihayetinde öyle olur ve İngilizler sadece alt seviyedeki bürokratlarını İsviçre’de bırakarak burayı terk ederler. Başından beri mütekabiliyet anlayışını düstur edinen İsmet Paşa’da aynı tavrı göstermiş ve 4 Şubat 1923’te kesilen görüşmelerden sonra birkaç temsilci bırakmak suretiyle o da geri dönmek kararını almıştır. Bu esnada Türkiye’nin de tutumu önemlidir. Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki meclis, savaşın devam etme ihtimaline karşılık, diplomatik ve askeri önlemleri almaya başlamıştır. Aynı zamanda Sovyet Rusya,savaşın devamı halinde Türkiye yanında yer alacağını net bir biçimde vurgulamıştır.Tüm bu gelişmeler, diğer devletlerin de araya girmesine neden olur. Türk Heyeti Romanya üzerinden Türkiye’ye geçiş için
yola çıktığı vakit(Türkiye ile Lozan arasındaki telgraflaşmalarda da Romanya hattı kullanılmıştır;görüşmelerin deşifre edilmemesi için) araya giren diğer devletler, ara verildikten sonra konferansın devam etmesini, dünyanın bir savaşı daha kaldıramayacağını söylerler. İsmet İnönü’nün cevabı nettir: İngilizler kabul ederlerse, biz de bizim istediğimiz tarihte görüşmelerde hazır bulunacağız. Nihayetinde Türkiye’nin istediği tarihte 23 Nisan 1923 günü(bu tarih TBMM’nin Açılış tarihi olduğundan özellikle seçilmiştir) kesilen görüşmeler yine başlar. Bu kez görüşmeler daha çetindir;ama bu görüşmelerde özellikle İtalyanlar, Fransızlar daha uzlaşmacı olmaya başlar. İngilizlerin bencil davranışları onların da yumuşamasına neden olmuştur. Yine de
ikinci görüşmelerde ciddi manada sıkıntılar yaşanır. Ermeni devletinin kurulması yüksek sesle dile getirilmiş, Türk Heyeti Doğu Anadolu toprakları üzerinden sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Yine İstanbul’un ve Boğazların da bağımsız bir heyete tabi tutulacak şekilde kalması istenmiştir. Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye verilmesi ise şiddetle reddedilir. Türk Heyeti, Dünya’nın kalbi olan Anadolu’nun mührü İstanbul’u kaybetmemek ve hem Doğu hem de Batı sınırlarını muhafaza edebilmek adına, Musul ve Kerkük’ten vazgeçmiş görünecektir. Daha sonraki yıllarda Atatürk’ün yabancı gazetecilere verdiği malumatlar ve çeşitli konuşmalarına bakılacak olursa, Musul ve Kerkük konusundaki görüşlerinin buraların geri alınması noktasında olduğu görülecektir. İsmet İnönü, burada
bir yanlışa daha düşecek ve aceleci davranacaktır. Mustafa Kemal Paşa gibi cesur bir dış politika anlayışı olmayan İsmet Paşa, antlaşmanın bir an önce imzalanması için, Musul -Kerkük meselesinde ve Adalar mevzusunda yeteri kadar baskı yapmaz. Netice itibariyle Türkiye Büyük Millet Meclisinin de onayı ile 24 Temmuz 1923 yılında Lozan’da Türk Heyeti ile;İngiltere, Fransa,İtalya, Japonya, Yunanistan,Romanya, Bulgaristan,Portekiz, Belçika,Sovyetler ve Yugoslavya temsilcileri antlaşmayı imzalarlar. Türkiye,antlaşmanın imzalanmasıyla milli mücadelenin ikinci safhasını yani diplomatik safhasını kısmen bitirmiş oluyor ve tüm dünyayı ilgilendiren Versay sistemi son bulmuş oluyordu. Antlaşma maddelerine şöyle bir göz gezdirdiğimiz-
de bile Türkiye’nin nasıl uçurumun kenarından alındığı ortadadır. Yunanistan’ın batı Anadolu’daki emellerine son verilmiş, Doğu’da kurulacak bir Ermeni devletinin önü kesilmiş; İstanbul yabancı devletlerden arındırılmıştır. Boğazlar konusu çözülmemiştir belki ama 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesiyle bu mevzu da halledilecektir. Yine yabancı misyoner okullarının kapatılmasına karar verilmiş, tüm kapitülasyonlara son verilmiş ve Osmanlı Devletinin borçlarından muaf olunmuştur. Türkiye savaş tazminatı ödemezken, Yunanistan’dan tazminat olarak Karaağaç alınmıştır. Elbette başta İsmet Paşa olmak üzere heyetteki arkadaşlarının yaptığı yanlışlar vardı. Aceleci davranmak, cesur tavrı sonuna kadar sürdürememek, yeteri kadar lobi faaliyeti yapamamak gibi. Yine
de şu unutulmamalıdır ki Musul,Kerkük gibi Misak-i Milli içinde yer alan şehirlerimizden de İstanbul’u kaybetmemek adına vazgeçilmiştir. Ayrıca buralardaki petrol gelirinden az da olsa pay alınmıştır. Tüm bunları toparladığımızda hezimet kavramı ağır olacaktır. Yanlışlar vardır, ama buna ihanet demek doğru olmaz. Mevcut şartlar gereği Misak-i Milli tam olarak sağlanamamış ama olabildiğince yerine getirilmiştir.Geçmişte Osmanlı’ya ait olan, Kafkaslardaki, Balkanlardaki, Orta Doğudaki sınırlara tekrar ulaşılması mümkün olmadığından, sınırlarımızın küçülmesi de mevcut şartlar içinde bir ihanet olarak algılanmamalıdır. Elbette İsmet İnönü, Mustafa Kemal gibi cesur bir dış politika anlayışında değildir. Bunu İkinci Dünya Savaşı esnasında da görürüz;ancak İnönü, yanlışlarıyla doğrularıyla milletin bekası için Lozan’da tüm benliğiyle mücadele etmiştir. Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarda beni Türkiye’ye döndüğümde yirmi yıl yaşlanmış, saçları beyazlamış bulacaksınız. Size hasretle sarılacağım günleri bekliyorum diyen İsmet Paşa, eşini ikinci görüşmelerde yanında götürerek aynı zamanda modern Türk Kadını ve Modern Türk Aile yapısını da dünyaya tanıtmıştır. İsmet Paşa, yukarıda da değindiğim gibi yanlışlar yapmış ancak elinden geldiğince sağlam bir duruş göstermiştir. Görüşmeler bittiğinde, Türk Heyeti Romanya
üzerinden dönüş yapacağı esnada, Yunanistan Başbakanının: ‘’Bizim topraklarımızdan Türkiye’ye dönün. İki Devlet birbiriyle barışsın..’’ önerisini İsmet İnönü şöyle reddeder: ‘’ Ben milletime bu hainliği yapamam. Mevcut durumda Yunanistan topraklarına ayak basmam, milletimi rencide edecektir.’’ Bu anekdot umuyorum ki İnönü’yü anlamada yeterli olacaktır. İnönü ve yol arkadaşlarını şükranla anıyorum. Saygılarımla...
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi