Kalemsiz Dergi 22. Sayı

Page 1


Dünyaydı burası, kan kokuyordu. Nazan BEKİROĞLU

Ne yazık ki dünya geçen aydan daha iyi durumda değil. Hala çocuklar ve bebekler ölüyor. Hala dünyanın birçok yerinde kan akıyor. Bizler ise ufak çapta faaliyetlerle ,hiçbir zaman duyulmayacak belki ama, sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Urumçi, Mısır, Suriye, Filistin, Arakan ve daha bilmediğimiz onlarca bölgeden ‘imdat’ çağrıları yükseliyor. Edebiyat silahların önünde susturucu görevi görebilir mi? Çok zor. Ancak, o silahları göreve itenlerin bir nebze düşünmesine vesile olabilir. Barış yanlısı insanları savaş karşıtı olarak birleştirebilir. Belki bir gün, edebiyat devletlerin çıkar savaşlarını önleyebilir. Cem Karaca’nın şarkısında dediği gibi: “Umut gönlümün ekmeği umar ha umar umar.” Kalemsiz Dergi olarak, şu ana kadar birçok platformda yer aldık. Bu platformlarda bize en çok yöneltilen soru, “sizin tarafınız nedir” oldu. Bizim bu soruya verilecek cevabımız çok açık ve net. İnsanlık. Biz insanın olduğu her yerde varız. Bizim için zalimin ve mazlumun; dili, dini, ırkı ve cinsiyeti yoktur. Eğer, dünyanın bir yerinde herhangi biri zulüm görüyorsa biz ona ‘insan’ olduğu için ses çıkartı-

rız. Aynı dinden ya da aynı dili konuştuğumuz için değil. Bundan sonra da olaylara hep bu taraftan bakacağız. Bize göre, bugünkü Türk Edebiyatı’nın da en büyük sorunu budur. Olaylara kendi ideolojisinin gözlüğüyle bakmaktadır. Yazarlar kendi ideolojisindeki biri zarar görüyorsa seslerini yükseltiyorlar. Lakin, kendi ideolojisine ters ise zulüm görenler ya görmezden geliyor ya da ‘yapmayın’ diye fısıldıyor. Ve ne yazık ki toplum bu isimlere ‘aydın’ gözüyle bakıyor. Gerçek bir aydın bütün zulümlere ve zalimlere aynı tepkiyi verebilmelidir. Ve bugünün dünyası zulmün karşısında saflara bölünmemeli en kısa sürede birleşmelidir. Yazımı Martin Luther King’in sözleriyle tamamlıyorum. “Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır.” “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ancak kardeşçe yaşamayı unuttuk.” Son olarak… “Beni korkutan kötülerin baskısı değil iyilerin kayıtsızlığı”


Edebiyat->


Yatakta gözlerini açtı… Saat ikiyi yirmi geçiyordu. Tavana uzun uzun baktı. Bir süre sonra kafasını sağa çevirdiğinde boş duran yastığa gözü ilişti. Gözü daldı, eski günler aklına geldi. Her sabah öperek uyandırdığı karısı artık yoktu. “Birlikte uyanmaya o kadar alışmışım ki, yalnız uyuduğumun bile farkında değilim.” dedi kendi kendine. Ayağa kalktı, lavaboya doğru yöneldi. Musluğu açarak, avucuna doldurduğu suyu sert bir şekilde yüzüne çarptı. Odasına geri dönüp, gardırobu açtı üstüne bir şeyler giydi ve hemen evden çıktı. Evde duramıyordu… Belki de durmak istemiyordu… Murat, her zaman gittiği Büyük Parmakkapı Sokak’taki o küçük, nezih barın önüne gelmişti. Zaman, öğleden sonra olmasından dolayı erken sayılabilecek bir saatti. Yaklaşık iki haftadır uğramıyordu. Aytaç kapının önünde sigara içerken, Murat’ı gördü ve hemen karşıladı. -Ooo ağabey hoş geldin… Epeydir görünmüyorsun, nerelerdesin? Murat cevap vermedi ve içeri girdi. Köşede bir masaya oturdu, Aytaç peşinden gelerek; -Erkencisin bugün. -Aytaç, çok konuşma da, bana bir duble votka getir. -Tamam ağabey kızma ya. Aytaç dört yıldır aynı mekânda barmenlik yapıyordu. Orta boylu, kirli sakallı ve epey uzun sayılabilecek bir bıyığıyla, farklı bir görüntüsü vardı. Olan bitenden habersiz bir şekilde Murat’a

votkasını getirerek; “Yenge yok bugün, sen yalnız gelmezdin.” dedi. Murat yutkundu, votkasından bir yudum aldı. Derin bir nefes çekerek Aytaç’a “Beni yalnız bırak” dedi. Aytaç sesini çıkarmadan uzaklaştı. Bir şeylerin ters gittiğini fark etmişti. Bu bar açıldığı günden beri, sürekli gelirdi Murat. Hemen hemen iki günde bir uğrar, bir iki kadeh bir şey içer, eşiyle birlikte vakit geçirirlerdi. Artık yalnız gelmenin duygusal ağırlığını taşıyordu bünyesinde. Saate baktı üçü çeyrek geçiyordu. On beş dakika sonra seçmeler vardı ve geç kalmaması gerekiyordu. Oynadıkları oyun misyonunu tamamlamış, yeni oyun için başrol seçmeleri yapılacaktı. Kadehi bir dikişte bitirerek masadan kalktı ve dışarı çıktı. Biraz yürüyerek, taksi durağından bir taksiye bindi “Acele bir şekilde Mecidiyeköy’e çek.” dedi. Kulise girdiğinde kapıda Hakan karşıladı. -Nihayet be usta. -Çok geç kalmadım değil mi? -Yok yok sıkıntı yapma o kadar geç kalmadın. -Geçelim hemen, bekletmeyelim daha fazla insanları. Birlikte seçmelerin yapılacağı salona geçtiler. Murat masanın en başına oturdu ve “Seçmeler için gelenleri birer birer içeri alalım.” dedi. Yeni oyun; toplumda yer edinemeyen insanların, yer edinme süreci ile ilgili bir senaryoya sahipti. Oyun boyunca; şiddet gören kadınlar, eşcinseller, din kargaşalarından bunalmış insanlar ve buna benzer daha birçok konuya değinilecekti. Kapı çaldı… İçeriye uzun boylu, genç, çimen yeşili renginde


gözlere sahip, karizmatik birisi girdi ve masanın önünde durdu. - İsminiz nedir? - Emre Lacazette efendim. - Lacazette ? - Babam Fransız’dır. - Anladım… Hangi okuldan mezunsunuz? - Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunuyum. - Bunlar aslında doldurmuş olduğunuz formda olan sorular, fakat biz yine de birinci ağızdan duymayı tercih edenlerdeniz. - Anlıyorum… Başvurduğum rol benim yaşam tarzımdır. O yüzden rahatlıkla oynayabileceğimi düşünmekteyim. - O halde kabul edildiniz. Haftaya Perşembe günü provalara başlıyoruz. - Ne? Nasıl yani? Ben bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim şaşkınlığımı mazur görün. - Kolay olmadı zaten, asıl zor olan kısım şimdi başlıyor. Görüşmek üzere iyi günler. Emre odadan çıkarken hala şaşkındı. Gerçekten bu kadar kolay seçilebildiğine inanamıyordu. Aslında o anda salonda kim varsa hepsi şaşkındı. Çünkü Murat’ın bu kadar kısa sürede oyuncu seçebildiği görülmüş şey değildi. Emre odadan çıktı ve kapıyı kapattı. Hakan, Murat’a dönerek; - Sen ne yaptığını sanıyorsun? Diyerek sert bir tavırla çıkıştı. - Ne yapıyorum? - İlk odaya giren adama başrol verdin… Diğer insanları da bir dinleseydik. - Ben onda sizin göremediğiniz bir ışık gördüm ve seçtim. Konu kapanmıştır! Dışarıda bek-

leyenleri gönderin. Dedi ve kalktı… Masada herkes donup kalmıştı ve kimse Murat’ın bu durumunu kabullenemiyordu.


Emre üniversiteyi bitirdikten sonra, çeşitli dizilerde ufak tefek rollerde oynamış, fakat daha fazla ilerleme kaydedememiş yetenekli bir gençti. Birçok tiyatroya başvurup, birçoğundan ret cevabı almış, bazılarından ise cevap bile alamamıştı. Gazetede ilanlara bakarken bu ilanı görmüştü. Her zamanki gibi başvuru yapıp, ümitsizce seçmelere katılmıştı. Kabul edilmesi onda tarifsiz bir sevinç yarattı. “Bu sefer olacak hissedebiliyorum.” dedi kendi kendine. Yirmi sekiz yaşındaydı… Spor yaptığı için iyi bir vücudu vardı ve bu sayede birkaç dergide modellik yapma şansıda yakalamıştı. Telefonunu çıkardı ve müjdeyi vermek için annesini aradı… - Anne bu sefer oldu! Dedi sevinçli ve heyecanlı bir ses tonuyla. - Ne oldu oğlum? Dur bir sakin ol yavaş yavaş anlat. - Bir tiyatroya başvurdum ve seçildim, üstelik başrol oyuncusu olarak. - Ne? Bu çok güzel bir haber. Akşam gel kutlayalım bunu. - İki saate kadar oradayım anne. - Tamam oğlum. Babana söylemiyorum gelince müjdeyi kendin verirsin artık. - Söyleme yüzünün ifadesini merak ediyorum çünkü. Dedi gülümseyerek.

Murat kuliste eksikler listesini kontrol ediyordu. Funda yanına gelerek “Çok agresif hareketlerin var.” dedi. Murat kafasını çevirip Funda’nın yüzüne baktı ve sustu. Funda yumuşak bir ses tonuyla; - Nereye kadar bu böyle gidecek? Hakan’dan özür dilemelisin ayrıca. - Tamam dilerim… - Geçiştirmeye çalışma beni Murat! - Geçiştirmiyorum, sadece gerçekten kafam çok dalgın, toparlayamadım kendimi. Hatalarımın farkındayım ama bugünkü seçme bir hata değildi. O çocukta farklı bir şey var. - Buna eminim, yoksa sen seçmezdin. Dedi ve gülümsedi Murat’a Murat, sezgileri güçlü birisiydi ve sezgileriyle çok fazla hareket ederdi. Funda bunu bildiği için çok üstüne gitmedi. Hakan ise mantıklı bir yapıya sahipti ve Murat’ın bu tarz davranışlarına bir türlü alışamamıştı. Hakan kulise geldi Murat’ın yanına giderek “Akşamüstü görüşelim… Konuşmanın zamanı geldi de geçiyor bile.” Dedi ve binanın dışına doğru yöneldi. Devam edecek…


Evren Ă–zgĂźner

e.ozguner@kalemsizdergi.com


Kuş, kafese alıştı mı dersin? Tatlı meltemle yüzümüze dokunuyor tuzlu su damlacıkları. Masmavi berrak suda ilerliyoruz botumuzla dalgalar arasında; kim bilir görmediğimiz ne güzellikler var geçip gittiğimiz denizin alt furyasında. Kimini Rüzgâr, kimini keşfedilecek topraklar çağırır. Bizimse Deniz fısıldıyordu kulağımıza, kalamıyorduk uzağında. Yüzümü Güneş’e yaslayıp göz kapaklarımın iplerini çözerken ben yavaşça, hızlanıyoruz ve cilveli Ege suları ısırıyor tenimizden yumuşakça. Boğaz’ın sert esintisini de atlattıktan sonra, varıyoruz kamp yerimize hevesli adımlarla. Çıplak Ada; Ayvalık civarındaki 22 adanın çoraklıkta birincisi, binlerce tavşan ve kuş türlerinin de yuvasıdır kendisi. Yavaşça çıkıyoruz kıyıya, rüzgâr biraz sert gibi geliyor ama güneşin geçmiş olmasına bağlıyoruz bunu da. Eşyaları ve çadırları çıkarıyoruz plaja, kaptanımız bizi iki gün sonra almak üzere uzaklaşıyor ufukta. Çadırları kurup ateş yakmak biraz zaman alıyor rüzgâr taleplerimize karşı çıkınca. Etrafta tavşanlar zıplıyor o sırada, bizi görünce şaşırıp izlemek ister gibi dolanıyorlar etrafta.

Hava kararmaya başlarken rüzgâr bize kıyamıyor ve kuruyoruz çadırları. Hava soğuyor ama topladığımız odunlar ateşi ikna edemiyor bizi ısıtmaya. Annemizi dinleyip yanımıza aldığımız hırkalar daha bi’ tatlı geliyor o sıra. Yemeğimizi yememizle hava iyice kararıyor, o sırada karanlıktan birkaç ayak sesi duyuyoruz, inandırıcı gelmiyor ama etrafı yine de görmeye çalışıyoruz. Birden rüzgâr “Selamünaleyküm” diyor, şaşırıyoruz, yanlış duyduk sanıyoruz hala; aramızdan biri selamını cevaplayınca Rüzgâr Adam devam ediyor konuşmaya: “Adanın ucunda kalıyorum, bir şeye ihtiyacınız olursa haber verin.” diyor ve sessizce uzaklaşıyor geldiği gibi. Issız bir adada bile buluyor bizi sıcak bir Egeli. Ateş söndükten sonra ışıklarımızı da kapatıp seriliyoruz çadırlarımızın önüne dip dibe. Rüzgâr sertliğinden ödün vermiyor, ne yapacağız diye düşünürken karanlığa gözlerimiz alışıyor ve yıldızlar varlıklarını iyice belli etmeye başlıyor; Gök kubbe’den alamıyoruz gözlerimizi: O an yıldızlar adına yazılan tüm şarkılar ve tüm şiirler yeniden anlam buluyor, çünkü hepsinin sahibi olan o özel yıldızlar karşımızda, şimdi tüm değerli taşları utandıracak kadar güzel parlıyor. Ayaklarımızın


? altındaki kum tanesi kadar çok belki sayıları, ama üzerine ışık dikince utanıp saklanıyormuş meğer bazıları. O an kucaklayabilmek tüm o güzel yıldızları, aslında her şeye değiyor ve geride bırakıyor tüm olanları. Sonra uzaklardan tüm dikkatimizi dağıtan bir ses duyuyoruz: Vik! Bir sonraki daha da yaklaşıyor sanki: Vik! Başta ciddiye almasak da üçüncüsü kulaklarımızın dibinden gelince sıçrıyoruz yerimizden: Vik! Ürperip el fenerlerini etrafa tutarken karanlıktan başka bir şey göremiyoruz. Sanırım biraz da ürktüğümüzden, çadırlara çekilmeye karar veriyoruz. Uyku vakti erken geliyor Doğa’da. Küçük saatte yatıp küçük saatte kalkmayı planlıyoruz. Ama Rüzgâr’ın daha uykusu gelmemiş galiba, mırıldanıp kaçırıyor var olan uykumuzu da. Çadırımızı sertçe sallayıp oyun yaptığını zannederken bizi korkutmaya başlıyor, sabaha kadar da uyumayıp bizi ayakta tutmayı kendine görev biliyor.

Ötüşü yavaşça yaklaşan adını da Vikvik koyduğumuz hayvan ara sıra çadıra yaklaşıp biz ses çıkarınca konuşmayı kesiyor. Güneş doğmaya başlarken bir-iki saat uyuyabiliyoruz ancak, ama bu sefer de Güneş ilgi bekliyor ve sırılsıklam uyanıyoruz uykudan. Günaydın balıklar! Günaydın dalgalar! Günaydın tavşanlar! Siz güzel uyuyabildiniz mi bari? Misafirperverliğinize laf edersem kendimi tutamayıp, ne olur alınmayın. Sizi sevmeye engel olamıyor neyse ki hiçbiri. Sabahlar her zamankinden güzel burada. Deniz kokusu eşlik ediyor kahvaltımıza. Uyanabilmek için biraz yüzüp, Güneş kendini affettirebilsin diye uzanıyoruz yatağına. O sırada uyuyakalıyoruz vücut ısımız iyice yükselince. Sonra Rüzgâr çadırlarımızla koşuşturmaca oynarken uyanıyor ve kıpkırmızı olduğumuzu fark ediyoruz. Yavaş yavaş acı artıyor ve yanmaya başlıyoruz. Çadırların kazıkları bir bir yerlerinden çıkıyor; Rüzgâr Güneş’e yüz verdik diye kızgın, hiddetle uflayıp pufluyor. Onunla oynayacak vaktimiz yok halbuki, bir türlü anlamıyor. O sırada Deniz’i de kışkırtıp üzerimize yürümesine sebep oluyor; dalgalar çadırımızın


önüne kadar ilerliyor. Rüzgâr daha sert, daha sert ve daha da sert esiyor. Çadırın önüne taşlardan set yaparken denizi sakinleştirmeyi başarıyoruz. Akşamüzerine doğru daha da yanmaya başlıyor tenimiz, yavaşça ateşimiz çıkıyor ve hatta titriyoruz. Geri dönme fikri üzerine konuşurken hemfikir oluyoruz ve kaptanımızı arıyoruz umutla; ama o rüzgârın çok sert, saatin ise çok geç olduğunu söyleyerek denize açılmanın tehlikesini bize anlatıyor, bir gece daha sabretmemizi istiyor, bir gece sonra evimize dönebileceğimizi söylüyor. Uykusuzluktan halsiz düşmüş, ateşimiz yükseldiğinden üşümeye başlamış, rüzgârla ters düşmekten bıkmıştık. Gece geliyor ve biz onu hazırlıksız karşılıyorduk. Aceleyle karnımızı doyurup rüzgâr ile savaşmaya devam eden bitap çadırlarımıza sığındık. Bir tek üzerimize yağmur yağmadı diye konuşuyorduk, en azından diye seviniyorduk, sanki bulutlar sesimizi duyuyormuş gibi az sonra birbirlerine gürlemeye başladılar uzaklarda. Rüzgâr çadırlardan hıncını alamıyor, biz de üzerimize yıkılmasından korkuyorduk. Dalgalar yine bir şeylere sinirlenmiş ve şaha kalkmıştı. Yorgunluktan gözlerim kapanmaya başlarken kardeşimin “Çadır

su geçirir mi sence?” sorusuyla uyandım ve bir de baktım ki deniz ilerleyip, neyin hesabını soracaksa, çadırın yanına kadar gelmiş; yetmezmiş gibi bir de yağmur başlamış ve gök gürültüsü her birimizi yerinden sıçratıyor. Aklımızdan geçen tek şey gitmek, aradan geçen zaman bitmesini hayal etmekten ibaret. Yanık yerlerimiz acırken bir yere dokunamıyor, uyuyamıyoruz bir türlü. Çadır eğilip bükülürken köşeleri birer birer çökmeye başlıyor. Rüzgâr ve gök bağırarak konuşurken ellerimi siper ediyorum kulaklarıma, evimde olabilmek için neleri feda edebilirdim diye düşünüyorum o sıra. Korkuyor, üşüyor, yorgunluktan kıpırdayamıyoruz. Sahil güvenliğin bile kıyıya yaklaşmasına izin vermeyecek bir rüzgâr altında beklemeye mecburuz. Birbirimizi sakinleştirmeye çalışırken, sonu gelmeyecekmiş gibi gelen gece bitiyor birden. Çadırımızın su geçirmediğini öğrenmiş oluyoruz. Toplu yaşamın kolaylığına alışmış bedenlerimiz, kendi başımıza kaldığımız şu iki güne bile tepki gösteriyor. Ertesi sabah evimize dönerken, yorgunluktan sesimiz bile çıkmıyor, kaptanımız halimize gülerken; keşke’lerimiz çok da işe yaramıyor.


Atalarımızın Doğa’ya karşı koyma mirası nesillerce paylaştırılırken tükenmeye yüz tuttu belki, biz bu kırılgan bedenlerimizle güç gerektiren işlerden gittikçe geri çekildik ve hazıra alıştık belli ki. Korunaklı alanlarımızı çevreleyen tesis ve sitelere ihtiyaç duyarken; yoksa kuş, kafese alıştı mı dersin?

Canan Topçu

c.topcu@kalemsizdergi.com


EYLÜL’LE GELEN Havalar git gide serinlemeye, yapraklar sararmaya başlamış; etrafa huzurlu bir sükûn yayılmış, tabiat inzivaya çekilmeye başlamıştı. Yavaşça kalktı; takvimden bir yaprak daha kopardı. “Zaman ne de çabuk geçiyor. Erken iniyor akşamlar. Yetişemiyor insan.” diye düşündü dünün yaprağını katlarken. Tahta penceresinden dışarı baktı. Ağacın dallarında yazdan asılı kalmış bir salıncak rüzgârda bir ileri bir geri sallanıyor, sararmış kuru bir yaprak dalından kopmuş süzülüyordu. “Gökyüzü daha bir derin bu mevsim. Toprak kokusu ayrı güzel. Kitap okumak daha bir keyifli…” diye geçirdi içinden. Ancak az zaman kalmıştı. “Daha fazla oyalanmamalı” dedi; yeni demlenmiş tek şekerli çayını yudumladı, düşünmeye başladı. Ne yazmalı, ne anlatmalı? Güneşin artık yakıcı olmayan ışıkları masasına düşüyordu. Bir yandan sokağı izliyor bir yandan neyi nasıl yazacağını düşünüyordu. “ Varlığın, varoluşun, son derken yeniden doğuşun ne güzel timsali şu sonbahar” dedi. Şairin* deyişiyle “inceden inceye” yağan yağmurlar, ezildiğinde o hoş çıtırtının duyulduğu dökülmüş yapraklar ne kadar da güzel. İlkbahar yazda unuttuğumuz ölüm bile bir başka

çehreye bürünüyordu bu mevsim. “Fani ömür biter bir uzun sonbahar olur, Yaprak, çiçek ve kuş dağılır târumâr olur Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir; Günler hazinleşir; geceler uhrevileşir.”** “Hazin… Hazan… Çiledaş iki kelime” diye geçti içinden. Hazanlar neden hep hüzünlü olmak zorundaydı? Çatı katında tozlanmış, unutulmuş ne kadar duygu varsa hep bu yağmurlarla birlikte çıkıyor, hatırlatıyordu kendini. Sebebi bilinmez melankoliler, yaprak dökümleri… “Bazıları için öyle değil ancak” dedi sokakta oynayan çocuklara bakarak. Onlar hala birikmiş yağmur suyunun içinden geçtikleri bisikletleriyle yaptıkları ize bakıp mutlu olabiliyorlardı. Gitti; bir çay daha koydu kendine. Sonbaharda onun tadı da bir başkaydı sanki. İnce belli bardakta çayını karıştırdı, karıştırdı… Karışanın çayı değil kendi zihni olduğunu düşündü birden. Kâğıdı hala boştu, kalem kıpırdatmamıştı. Oysa hazan değil miydi edebiyatın “hasat zamanı”? Ne kadar şiir ne kadar roman yazılmıştı ona. Bir bir gözünün önünden geçti Yahya Kemal’in şiirleri, Mehmed Rauf ’un Eylül’ü, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü…


Önce biraz şehrin sokaklarında mı dolaşmalıydı yoksa? Tüm çıplaklığıyla ortada, yalnız kalan çınarların altında… Sonra kuru dalların arasında bir serçe görüp demeliydi ki: “Son bahar geliyor serçe Yuvanı nereye yapacaksın? Rüzgâr başka çeşit esecek, Yağmurlarla ıslanacaksın. Halbuki ne kadar sıcaksın!..”*** Sonra şehrin dik yokuşlarını, uzun merdivenlerini çıkmalı; dinlene dinlene çıktığı her basamakta hayatının manasını yeniden sorgulamalı, daha kaç zaman bu yokuşlardan çıkabileceğini düşünmeliydi. Gurûb vakti gidip en tepesinden bakmalıydı şehrin hüzünlü hazan manzarasına. Topraktaki sarılığın, kahvenin; semadaki kızıllığın, morluğun rüyasına bırakmalıydı kendini. Akşam ezanıyla aniden kendine geldi. Kalbi bir an o güzel rüyadan ayrılamadı. Perdeler inmiş, rüzgâr tenha sokağın ortasında yaprakları uçuruyordu. Yine hızlıca geçmişti saatler fark etmeden.

Buz kesmiş yarım bardak çayına, sessizce süzülüp yanına sokulan kedisine ve masadaki kâğıtlarına baktı. Derin huzurlu bir nefes aldı. Kâğıdı boştu ama yazısı hazırdı artık. Hiç oynatmadığı kalemini özenle geri koydu kutusuna. Ne de olsa, o bir kalemsiz değil miydi?... *Yavuz Bülent Bakiler ** Yahya Kemal Beyatlı *** Cahit Külebi

Ayşe Bengisu Akdağ

a.akdag@kalemsizdergi.com


İnsanlık Nerede Saklandı ? Dünya da insanların eleştirdiği, herkesin kötü-çirkin kabul ettiği kavramlar çoktur. Ama bu eleştirdiklerini aynı zamanda yapmaktan zevk alan insanlar da çoktur. Aslında dengesizlik çok büyük. Televizyonlarda, gazetelerde sayısızca haber yapılan insanlık onuruna aykırı olaylar kınanır, lanetlenir, millet gaza getirilir. Ne kadar güzeldir yüce insanlık duyguları… Peki ama dünyayı yöneten bu insanların sözleri insanlık onuruna, savunulan dünya barışına, sözde herkesin eşit sahip olduğu insanlık haklarına bu kadar uygunsa sorun ne? Bugün niye hala güçsüzler yok olmak, küçücük bedenler kendilerinden büyük silahlar altında ölmek zorunda? Sokakta, üstü başı yağ, kir içinde mendil satan bir çocuk gördüğünde, tiksinen küçük gören bakışlar varken, kötü yola düşürülen bir kadın sokak ortasında dayak yediğinde susulurken, içimiz acımadan kolayca iftira atarken gurur duyduğumuz yüce insanlık onurumuz nerede? Tabii ki her akşam en lüks mağazadan alınmış takım elbisesiyle, yüzünde sahte gülümsemesiyle bizlere insanlık nutukları atan, aydın olmayı halktan farklı düşünme olarak algılayan, başka devletlerin gözüne girmek, bir

ödül alabilmek için gerekirse en kutsal değerlerine küfredebilecek kapasiteye sahip, bizim en feci karanlığımız olan sahte aydınlarımızın sahte insanlık nutuklarında kalanlar değil. İnsan kalabilmek ne demekmiş, öz anne babası tarafından kimsesizler yurduna bırakılan, arkadaşları onlara anlatılan masal diyarlarında, hayali alemlerinde gezerken o gerçeğin en acı yükü altında ezilen ama bütün ağırlıklara rağmen ayakta durmayı başarabilen ve” aç kalmamak için hırsızlık ta yaptım” diyebilecek kadar açık yürekli hayatın ona yaptığı onca haksızlığa karşı hala dayanabilen gerçek bir savaşçının sözlerinde, yorgun ama gerçekliğini hiç kaybetmemiş gözlerinde gördüm. Bir de hayatını, hayallerini inandığı idealler uğruna erteleyip, ‘bey’, ‘efendi’ olmak yerine beye kölelik yapmamak için kendinden bile vazgeçen kocaman yürekli insanların dinlediğim, onlarca üst düzey konuşmacıların anlattıklarından daha değerli inanarak konuştukları süssüz, oyunsuz sözlerinde. Ceplerinde çaydan fazlasına verecek beş kuruşu bile olmayan ama cepleri ideallerle, inanmışlıklarla dolup taşmış gencecik yürekler de. Siz üstünde marka bir takımı olmadan,


altında son model bir arabası olmadan cebinde etrafına insanları toplayacak kadar parası ve babadan kalan: mal mülk kemik meraklısı çevresi olmadan konuşan adamlara, namusu ağzına sakız yapmadan gerçekten şeref ve onuru için yaşayan adamlara ne damga yapıştırırsınız bilmem ya da ne dersiniz… Benim en iyi bildiğim bu kadar sahteliğin ortasında böyle insanlarla konuşurken gururlanan, insanlık onurum haksızlığa karşı her zamankinden daha çok şahlanan damarlarım ve ideallerini ucuza satmış insanlara karşı çoğalan nefret… Artık kirli elleri, yırtık çaputu, delinmiş ayakkabıları olan zavallılar görüp aşağılamak kendinizce yargılamak yerine, içlerinde tertemiz kalmış pırıl pırıl kalpleri, bütün yenilmişliklerine rağmen defalarca düştüğü yerden ayağa kalkan dimdik bedenleri ve hayata karşı her zaman direnen, hiçbir zaman boynunu eğmeyen gerçek kahramanları görün. Evet destanlardaki, filmlerdeki kahramanlar uzak ama onlar yakın. Onları küstürüp tek başınalığa itmek, karanlıkta hep beraber yok olmak yerine, aydınlattıkları yolda beraberce yürüyelim ama etiket ayrımı yapmadan. Biz neydik, kimdik bir dakika bile unutmadan, yılmadan,

yargılamadan. Çünkü insanlık belki bir sokak kedisinin önüne koyduğumuz bir su kabında, belki, umutlar yüklenerek göğe bırakılan bir uçurtmayı uçurma şansını bir çocuğa verebilmekte, belki de bataklığın içine gömülürken bile gök mavisi hayaller kurabilmekte ve bütün olumsuzluklara rağmen tek bir gülüşümüze ihtiyacı olan insanlar için ne kadar zor da olsa sıcacık gülümseye hünerinde…

Pınar Çaylak

p.caylak@kalemsizdergi.com


Masal Anlatabileceğim pek çok şey var aslında… Anlatmak istediğimden emin değilim sadece. Anlaşılabileceğimi düşünseydim belki durmazdım bir saniye. Beni anlamayana da ‘canın sağ olsun’ diyecek kadar çaresiz kalmadıysam daha, umut vardır demektir yarına. Lakin ben kendimi ne zaman bu kadar az hissetsem, dünya gözümde o kadar çok büyüyor, konuşamıyorum… Bir pencereden bakıyorum, bakıyorum da buğulu bir cam, camın üstünde parmaklarımın izleri. İzlerin arkasındaki bir de insanların silueti. Nasıl bir duygudur Tanrım bu? ‘İçince güzelleşiriz’ diyor herkes. Ben içiyorum, ağlayabiliyorum da hatta bazen… Düşünüyorum da her şeyi çoğu zaman, ben güzel kalıyorum da çirkinleşiyor o an zaman. İnsanlar yalan mı söylüyor Tanrım? Yoksa bizim inanmak istediğimiz doğrular mı paravan? Ya gerçeklere ne demeli? Hangisinin ucundan tutsam bir parçası kalıyor sadece ellerimde. Ucundan tutarak yaşayayım desem, kayıp gidiyor bu seferde. Oluruna bırakırsam, bir daha yerini bula-

mam diye korkuyorum. Sabahın erken saatlerin de martı sesleri duymaya ihtiyacım var ve anne kokusu. Bazen hayat, yolun üstünde durup hiçbir yere gidememek kadar kötü. Midende hissettiğin tokluk, uçuşan kelebekler, kalbinde ki çarpıntıları kadar az mutluluklar vaat ediyor insana. Karşı kaldırım da duran bir sevdan, arada tek bir yol, kalp trafiği vızır vızır... Çok hızlı koşuyor insanlar, fırtına yaratıyorlar. Oysaki baksan arada sadece birkaç adım. Beklesen, biri tutup götürecek onu yolun kenarından, sana yazık. Dönüp gitsen arkana bakmadan içini eze eze… Ona yazık. Ah! Acının üstüne cennet kuran adam... Kim bilir böyle kaç kere ortasında kaldın yolun, senin bu mağrur yüreğinden en son ne zaman içirdin kana kana, helalinden. Gülen gözlerinin içinde ki hüznü başını kaldırdığında kim bilir benden başka kimler gördü böyle. Dediğim dedik dilin en son ne zaman bağlandı ki gözlerini susturdun etrafına. Aklından geçenlerle kalbinin kılıfına uyduramayışının sebebi neydi böylesine. Belki bir kadına sevdalıydın inceden. Her


Sonay Karakaya beden de bin bir suratta onu aradın durdun. Kim bilir belki de bahsettiğin o masalı buldun. -Ben masallara inanmam. -Masallara inanmazsın ki zaten, masallar gerçek değildir. Anlaman gerekenleri anlarsın hepsi bu. Sonra hayatın hep pastel tonlarda gider öylece. Hem düşünsene çok sıkıcı olmaz mıydı bulutların griliği yıldızların parlamaması? Çok soluk o ne öyle! Ben sevmem… Sen de gel. ‘Küçük Prens’ de yaşayalım. Ve biz büyüdükçe şehrin en güzel sokakları eskidi. Kafiyeli cümleler kurmak isterdim. Okudukça iç çek isterdim, seni sana anlatmak isterdim bunu okurken. Ama ne kafiyeli cümleler kurabilirim ne de sana dokunabilirim. Dokunsam bile seni ağlatamayabilirim. Aynı öyle net! Uzun yürüyüşler yapmak istiyorum ilk defa ve artık başka şeyler yazmak. Belki de artık herkesin baktığı pencereyi bulup oradan bakmam gerekiyor. Bu hayalperestlikten vazgeçip, bulutların griliğini ve yıldızların eskisi kadar parlak

Küçük Prens kitap kapağından alıntıdır.

olmadığını unutmam gerekiyor ve masallara inanmamayı. Şarkılar artık, beni bir yerden atar gibi küsmesin! İnsanlar ve kafaları. Bildikçe canım yanıyor; bilmedikçe dilim. Her şeye rağmen yüreğimde birer insan eli, bu şarkılar. Ve ben hala anlatamadığım kadar susuyorum. -Herkes anlatmayı sever, hayal kırıklıklarını, hüzünlerini aşklarını mesela. -Sen anlattığını düşünürsün ama gerçekler okyanus da bir kaşık su. -Öyleyse en dibe varana kadar konuşuruz, her gün konuşuruz... Kaşık kaşık su içeriz. Okyanusu tüketemeyiz belki ama cüret etmiş oluruz. -Ama ya dalgalar? Dalgalar yutarsa bizi? -Yutsun ne çıkar? Hep ölüyorsun bir kere daha öl. Geldiğin gibi git! Ben hatırlarım mutlaka seni. Belki bir sahil yürüyüşünde, denize birkaç taş atarak… Serinliği çekerim içime, Ellerim ceplerimde. Ya da gel. Denizi soluna alarak gel. Bir nokta gibi görün uzaktan.


Uykudaydı İstanbul SESİMİ DUYAN VAR MI? Uykudaydı İstanbul, İzmit, Adapazarı, Bolu, Yalova; Uykudaydı Eskişehir, Ankara, Gölcük, Değirmendere, Düzce, Bursa. On yedisinde ağustosun, sonra on ikisinde kasımın, Dipten bir uğultu koptu, bir çığlık yükseldi topraktan. Saniyelere sığdı on binlercesi ölümün. Sonra çığlıklar ağıtlara, ağıtlar çığlıklara karıştı. Ben buradayım, sesimi duyan var mı?

(Grup Yorum- Sesimi Duyan Var mı?)

Duyuldu elbette sesleri; onlar, yüzler, binler, milyonlar duydu çığlıklarını; çığlıklarının ardına gizlenmiş yürek yanıklarını. Bir 17 Ağustos gecesi, gün ağarmadan, güneş üzerlerine doğmadan boğuldu binlerimiz, canlarımız karanlığın kulakları yırtan uğultusunda. Domino taşları gibi birbirine yaslanıp beli kırılırken duvarların, her saniye bir can kopardı canımızdan, her saniye bir yetim doğurdu kucağında, her enkaz parçası bir ak düşürdü babaların sakalına. Milyonlar duysa da çığlıklarını; gözlerde beliren bir ümit, ümidi kemiren bin bir ümitsizlik ve çaresiz acı dolu bekleyişin yüzlerine kondurduğu tonlarca ağırlıktaki acı anlattı yüreklerine düşen ateşi. Kesildi sesi çalan sazların, söylemez oldu diller, dudaklar unuttu gülmeyi, unutuldu sevinçler, Bir felaket doğurdu karanlığın bağrı, Göğün âhı karıştı döneduran âhlara, Sustu Marmara, sustu Marmara, sustu Marmara…


On sekiz bin evlat… Sayısız feryad… Kimisi yarım umutları, kimisi burnunda doğmamış yavrusunun kokusu, Kimisi anasını babasını bulamamanın korkusu, Kimisi yalnızlığının hain uğultusu ile karıştı enkaza. Sevenler, sevilenler, özlemler, hayaller, garipler; kardeşçe girdiler toprağa. İsmi cismi dahi bulunamadan, isminin dahi yazılı olmadığı mezarlara. Kalanlar yandı, yıkıldı, her âha bin âh kattı. Beklilerinin akıttığı gözyaşları dökülürken katil duvar taşlarının üzerine, toz toprak kaplı yaralı elleri ile sildi gözlerini. Eline sıkıştırılmış üç beş ekmeğe, yardım elinin uzanıp verdiği başını sokacak yangından çadıra baktıkça enkazlar yığıldı yeniden üzerine; yangınlar sardı bedenini. Ne açıklık kemirdi içini, ne de yattığı soğuk kaldırım taşları acıttı bedenini. Saat 03.02’de Marmara’yı delip geçen bir uğultu kurşunu yardı geçti yüreğini. Yandı yalnızlığına, kimsesizliğine, kaybettiklerine, kaybedilenlere;

yandı Marmara, yandıkça yaktı bağrımızı. Ey depremin öksüz bıraktığı Marmara, ey enkaz yığınının ocağını alevlere saldığı Marmara, ey Marmara’sı ile gözyaşlarına boğulan diyar-ı zelzele Türkiye… Sen canlar, cananlar kaybettin de yine kendin sardın yaralarını, yine sen merhem oldun kanayan yarana. Bir Gölcük daha mı lazım bir olduğunu, aynı can, aynı kan, aynı yürek olduğunu anlamaya. Tanrı fuhuş yuvalarını vurdu diyenlere inat canlarını unutma, tek can olduğunu unutma, unutturma!

BAŞIMIZ SAĞOLSUN MARMARA, BAŞIMIZ SAĞOLSUN TÜRKİYE.

Kübra Gülmez

k.gulmez@kalemsizdergi.com


Yarın ilk defa kanat çırpacaksın bu şehirde. Rüzgârı daha çekici, güneşin ilk ışıkları daha parlak görünecek gözlerine. Önce yalpalayacaksın hayatın karmaşasında, sonra kendine bir hedef arayacaksın. Bir tramvay durağında başlasın senin de hikâyen. Beyazıt meydanında birkaç tur at önce, sonra dar sokaklarından Eminönü’ne kanat çırp. Bir simitçinin tezgâhında soluklan, geçen vapurun sesiyle titre masumca. Galata Kulesi’ne çık bir de, bu kısa ömründe bütün şehri görsün gözlerin. Sonra Yıldız Parkı’na git, rengârenk lalelerin içinde dolaş biraz. El ele tutuşanlara imren, kırmızı şalına kon esmer bir güzelin. Tekrar bakıldığında bir damla gözyaşının düştüğü fotoğraf karesindeki yerini al. Dikkat et sevdiğini kıskandırma ama, bir de seni kovalamakla uğraşmasın. Akşam vakti Sarayburnu’na in hemen. Denize karşı derin bir nefes al. Kurulan çilingir sofralarına sende ortak ol. Dert dinle, olgunlaş kendi çapında. Sende öğren kimin yalan kimin gerçekten sevdiğini. Gözlerin

uzaklara dalsın, kendini Kınalı Ada’yı seyrederken buluver. Unutma, bugün el ele gördüğün herkes yarın başka bir eli tutuyor olacak. Hiçbiri hatırlamayacak bir gün önce üstüne sinen kokunun kime ait olduğunu. Çok fazla şey kaçırmış olmayacaksın onlarda bir güne sığdırıyor artık ömürlerini, hayallerini… Hee unutmadan ömrünün son saatlerine gelmişken, bu kitabı başka bir kozanın ucuna koy mutlaka. Kelebeklerin bir başucu kitabı olurmuş. Sen okudun, onunda bir şansı olsun…


Bir Kelebeğin Başucu Kitabı

İlker Ardıç

ilker.ardic@kalemsizdergi.com


İnsanoğlu kendisine bahşedilmiş hayat süresince, sürekli bir şeylerin eksikliğinden şikâyetçidir. Parasızlık, huzursuzluk, yaşadığı toplum, kurallar, kuralsızlıklar, abartılmış sevinçler, istenildiği gibi yaşanamamış eğlenceler ve bunlara benzer birçok durum insanların şikâyetlerinin nedeni olabilir. Her zaman hayatımızda eksiklikler olur ve bunların sonu genellikle gelmez. Tam birini hallettik, “tamamdır bu sorunu çözdük” dediğimizde diğerinin tohumları yeşermeye başlamış hatta bazen meyvesini bile vermiş olabilir. Aslında olması gerekende budur. Çünkü biz eksikliklerimiz için yaşarız onlar için hayattan zevk alırız. Kimi insanın eksikliği paradır, para için uğraşır, çabalar ve hayatına bu şekilde yön verir bu şekilde eğlence katar. Kimisinin sağlıktır, sağlığına kavuşabilmek için türlü türlü yollar dener. Küçük bir erkek çocuğu için eksiklik, yaşadığı içten ve küçük mahallede, mahallenin futbol takımına alınmamasıdır. Aynı mahallenin delikanlısı için eksiklik, evlerinin bir sokak arkasında oturan ve delikanlının arkadaşlık isteğini kabul etmeyen Ayşe’dir belki de. Hatta bazılarının intikamdır, eski bir meseleden dolayı kin beslediği kişi veya kişilerden intikam alabilmek için çabalar durur. Ama hepsinin ortak noktası, olmasını istediği bir şeylerin olmamasıdır. Hayatınızda eksik hissettiğiniz her şeyin istediğiniz gibi olduğunu düşünsenize. Her şey var dolayısıyla eksik bir şey yok, kısaca doyum noktası… Şimdi ne için çabalayacaksınız? Ne uğruna uğraşacaksınız?

Yaşamak zorunda olduğunuz beşeri hayatta, sonunda mutluluk yaşayacağınızı bildiğiniz ve zamanınızı ona harcadığınız ne olacak? En önemlisi kurabileceğiniz hayaller kalmayacak, hayalleri olmayan insan kıskacı olmayan yengeç gibidir. Ford firmasının sahibi Henry Ford’un oğlu 20’li yaşlarda intihar etti ve babasına bıraktığı intihar mektubunda aynen şu cümle geçiyordu: “Baba isteyip de alamadığım hiçbir şey yok ve bu beni çok üzüyor.” Bu yaşanmış olay bize birçok şeyi anlatıyor zaten. Galiba eksikliklerimizden şikâyetçi olmayı bırakıp, onların yaşamımızın gereksinimi olduğunun farkına varmamız, bizim için hüzün sebebi değil de mutluluğumuzun asıl sebebi olduğunu anlamamız lazım. Unutmayalım şikâyetçi olduğumuz eksikliklerimiz bizim asıl yaşama sebeplerimizdir. Saygılarımla Ulaş KARABULUT


” K İ İKL

: i s e S ş K ö E K “ r : fi m i a s n i i s M k e r e G i k a d z ı m

ı m a ş a Y

Ulaş KARABULUT


Kalan Kanlı İki Dudak Parçası Şiirlenmeden konuşalım bu gece Ne bileyim susalım mesela Güneşe ıslak, kocaman, sol yanı kanlı İki dudak parçası İki çarpık bacak kalsa Neye kime eksik olduğumuzu bilmeden Aynı yatakta iki yabancı gibi Özlesek… Birilerini. Ki özlemek bazen sahte bir gülüş Bazen hıçkırıklı, soluksuz bir nefes Soluksuz diyorum çünkü Bazen Ankara’dır özlemek İstanbul’a bakan; Her adımda azgın ve bir o kadar Gözü kayan varoş çığlıklardır… Arabesk bir masanın etrafında Kim, kime, neye ağlıyorsa! Ulus’un kirli kaldırım kadınları Kime neden yalvarıyorsa bu saatte; Ve biz neden bu kadar yakınken… Nasıl uzaksak hala uçsuz bucaksız İşte ondan… İçimizde susturamadığımız seksapalitemiz Ve özlemek dedikleri…


Şimdi ben bir Koca İstanbul’um Ellerini alnına dolamış parlaklığından kaçarken Gözü hep batıya bakan bir Ankara’da. Sen şimdi yalnız bir Ankara’sın; genel ev kokulu sarhoş İstanbul’da. Ne sen başa çıkabileceksin artık seninle Ne de ben yalnızlığımla… İkimiz iki kaçak şimdi… Kurtulursak esaretten bil ki Kadıköy iskelesinde yine Öpüşeceğiz… Sessiz ve yalnız, baştan çıkarılmış iki ülke gibi…

Volkan Altınbaş

v.altinbas@kalemsizdergi.com


YALNIZLIK ÖDÜLÜ Hicran, aldı oyuncak ellerini usulca sağ elimden. Erik ağzın büküldü hıçkırmaktan. Beyaz teninde ‘’kan’’ ritüel yaptı; çünkü ‘’kan’’ kazanmıştı, o da kendince haklıydı. Ve azami hız sınırını çoktan aşmıştı eylemsizliklerimiz: Esrik gözlerinde cansız bir beden olarak kaldım vuslattan koparılırken -işte bu yüzden! Kötü bir cadının efsununa maruz kaldık atmosferin çevrelediği şehrimizde. Ne bir dirayet vardı kalplerimizde ne de mağrur bir dokunuş… Derinden bir hicaz, kulaklarımıza bastırıyordu sevgilim. Ve öyle hazin bir muharebeydi ki içimizdeki... İtimat ettik sönük sokak lambasının altında: Ayrılığa... Sen gittin... Ben demir attım gidişine. Susmak istemezdim oysaki... Hatta heceleyerek söylemek isterdim: Kalbimde figan eden yardım çığlıklarını... Yine de sustum; ama içimden konuşarak... Ölüme gidiyordum; sanki bir buz dağından aşağı yuvarlanarak... Neyzen üfledi hışımla ney’ini: Semazen eteklerin uçuştu fırtınasından. Sedalarımız nakış nakış işlenmişti; dağların karstik yapısına, müşterek zamanlarımızdan… En sonunda ırmaklardan beslenen gözlerimiz, buharlaşmıştı küreselleşmesinden dünyanın. Ayrılığa dair tüm anlaşmaları yaptık; ince eleyip sık dokuyan obsesifliklerimizle...


Veda zamanı geldiğinde, güneş gözlerin, geceye bıraktı ışığını. Işıksız bir karanlıkta ‘’ayrılık’’ gerçekleşti. Kara bir gün, bizi kapkara ağlarına hapsetti. Kalbimdeki tüm metelikler gitti sen giderken… Aşk fakiri kaldım; ellerin ellerimden çekilirken... Susmadı fırtına ısrarla konuştu. Pamuk yüreğin, yüreğimden uçuştu. Dinmedi yağmur, küfür gibi yağdı. Narin saçların, saçlarıma hırçınca dokunup karanlığa karıştı. Hicran, profesyonel bir hırsızlık yaptı yuvamızdan. Bomboş kaldı uzun koridorları evimizin; Emekleyemedi hayalimizdeki minik elli bebeler. Şamdanlarımız ışıksız kaldı. Duvarlarımız tablosuz kaldı. Çerçevesi boş fotoğraflıklar, öksüz kaldı. Ben hicranı düşman varsaydım sen giderken; çünkü, o seni kalbimden çaldı. Kalbim, ıssız bir Söke Ovası gibi, kalbim, Gobi’de bir gece vakti gibi, kalbim, Çanakkale’de evladını düşmana kaptırmış bir anne gibi yapayalnız kaldı. Sen gittin… ‘’Yalnızlık’’ bana kaldı.

Yiğit Karadavut

y.karadavut@kalemsizdergi.com


Suç Sevda başa gelmeye görsün, ateşler çıkar yüreğinden. Sen, sen değilsindir artık; cürmün fazladır cirminden!

Maç Kimseyle olamayacağımı anladığımda, henüz yalnız değildim… Seti yalnızlığa verdiğime bakma, ben aslında sensizliğe yenildim!

TOLGA ARSLAN

t.arslan@kalemsizdergi.com


Kafanı Yorma Mangalda kül bırakılmaz Akıl vermek ise mevzu Bol keseden alınır da Dar gelir vermekse konu Övgü tatlıdır doyulmaz Kimse etmez ki tevazu Gözün yaşını döksen de Terdir başarıysa konu Yel deyip geçme tutulmaz Dişsiz kurda hardır kuzu Cenazede ağlansa da Oynanır düğünse konu Bahar geldi mi durulmaz Aşk kokar dumanı tozu Sevgili olmak kolay da Zordur dağ delmekse konu Tolga içse de demlenmez Rakıda kullanmaz buzu Kafanı yorma ben yordum Öte de yanmaksa konu

TOLGA ARSLAN

t.arslan@kalemsizdergi.com


Yaşamak Nerden başlamalıyım hayata? Bu yaşam dedikleri yoruyor be baba. Durmadan düşüyor gönül yerlere, Çığlıklar ata ata Ve ben şu yatakta yata yata her yandığımda Kalmak da gelmiyor içimden be baba. Güneşi ben doğuruyorum her gün yeni umutlarla Sonra çayı her sabah ben demliyorum uyuyamadığımdan, Ekmeği ben alıyorum fırından, Yumurtaları da pişirebiliyorum artık yakmadan. Dımdızlak kaldım yarım yamalak Yalnızlık avuç avuç dolmuş odama Sabah akşam beyhuda dolana dolana Akşamı ediyorum işte ama yakışmıyor adama. Sen bilirsin baba adamlık zor zanaat Arkasında bir güç istiyor insan durmadan, Destek yerine köstek herkes be baba. Ayağa kalkmaya çalıştıkça, İndiriyorlar darbelerini acımadan.

ALİ AYHAN


Şarkılar Yorgunluğa Sanki yaşıyordum binlerce yıldır Ama aslı yok biliyorum o bir anlık yanılgının. Önemsiz bir böceğin ezilmek kaygısını Kusulmuş bir şarabın aptal pişmanlığını Kurumuş koca bir ağacın hatıralarını Duyuyordum... Sanki bir aptal gibi binlerce yıldır Yitik belleğimde sanıyordum yaşadığımı. İleriyi hayalimde acılaştırıyordum Gün batımını kaçırmış sevgilileri Daha dün yokmuş gibi sessizliği Ayaklar altında çırpınan su birikintilerini… Gecenin korkuya duyduğu nefreti Ve yapay ölümlerle gelen kimsesizliği Yaşıyordum duygulu bir film izlercesine Neyim ki ben diye aynayı yumruklayan soytarı oluyor İnsanları güldüren kralı oynuyordum sokaklarda. Sonrasında uyuyordum uyanmayacakcasına. Yanmayacakcasına kızgın alevleri içiyordum. Sanki yaşarım sanıyordum binlerce yıl daha. Sonra’nın da gülünç sonrasızlığında. Ama aslı yoktu biliyorum, o bir anlık yanılgının da...

İbrahim Öztürk


Ben Gözlerinin Yalancısıyım Kayıp bir şehrin avuçlarında Şah damarımın pervazlarını süsleyen Keskin bıçak gibisin Dudaklarından dökülen hazları toplamaktayken nefesim. Yüzsüzlüğümü mazur gör, Ruhumu kamçılayan her mevsimin sığınağı Gözlerinin yalancısıyım ben. Penceremden içeri Sarı sarı sükunetler dökülmekte. Besmeleme buğular Paslı hicivler türetmekte coğrafyamda. Çığırından çıkmış daha kaç susma anlatır ki beni. Kaç alfabe canından bezmeli Kaç cümle tedavülden kalkmadan nakarata dönüşmeli Kaç fikir rahme düşmeden yenilenmeli. Her sabah Tenimde uyanan ruhunun diş izleri Aşkımın damağını kurutarak sabote etmekte Oysa Ruhumun bir yanı göbek deliğinde Bir yanı göğüs ucundayken kutsanmalıyım


Sait faik gibi alev alev yanmalıyım Bacaklarını olduğunca açıp Dokuma bir düş gibi rüzgarın saçlarına yaslanıp İçine içine sızıp Çin işkencesine çarmıhlanmalıyım. Sonrasında dökülecek hüzünlere yasaklanmalıyım. Sisli bir kasabanın bakışlarında gezinen Yağmurun adımları gibi gözlerin heybemde. Toprak kokan dudaklarımın rutubetinde Bir gölge gibi beslenir yüreğimdeki her cümle. Bakma öyle Bakışlarımdaki virgülleri Sokak sokak gezip ayıklamalısın Uykusuz bütün kıvılcımları tutuşturmalısın Bir nihavent gibi özlemlerimde açmalısın Oysa ben her seferinde,ne kadar çok ölüyorum sana.

Levent Tekin


K端lt端r & Sanat ->


Tayfun Talipoğlu Röportajı Volkan Altınbaş

v.altinbas@kalemsizdergi.com


Soru: Hocam öncelikle bu röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorum şöyle olacak; muhabirlik hayatınız nasıl başladı?

böyle başlayınca yaşama doğal olarak farklı bir şey olabilir.

Siyasal Bilimler fakültesi’nde komünist diye kaymakam yapmadıklarında geceleri müzisyenlik yapıyordum. Ondan sonra bir de baktım ki yapılan haksızlıklar karşısında bir sürü yazıp çiziyoruz, ben de fena yazmıyorum o zamanlar tabi… Milliyet Gazetesi’nde başladım yazmaya. Mümtaz Soysal sayesinde başladım. Ondan sonra takip ettiğiniz üzere yürüdü böyle…

Cevap: Genellikle benimkisi insan öyküsü. İnsan öyküsü yapıyorum. Yani gezelim görelim gibi bir şey değil bu. Amaç tabiat doğa çok güzel meselesi değil. İnsanların yaşama biçimlerini aktarmaya çalışıyorum. Ve bu yaşama biçimleri içindeki sıkıntılarını satır aralarında o noktaya nasıl geldiklerini ya da geleceğe dair ne düşündüklerini doğal olarak alma şansım var. Tabi ki her insan sonuçta beni etkiliyor ama en çok çocuklar etkiliyor beni. Soru: Bu programlarla ilgili olarak geri dönüş alıyor musunuz yani ne tür tepkiler alıyorsunuz? Cevap: Zaten 18-19 sene Bam Teli’ni yaptık. Ondan önce de haberlerimi Bam Teli tarzında yapıyordum ben. Benim altın taktığım çocuklar şimdi evlendiler. Aslında ben kitabı ekrana aktardım. Yaptığım başka bir şey değildi..

Soru: Türkiye’nin birçok yerinde gezgin yönünüzle görüyoruz sizi. Ücra Cevap: Muhabirlik hayatım aslın- mecralarda gördükleriniz sizi nasıl da biraz tesadüflerle başladı. Yani beni etkiliyor?

Soru: Toplumsal olaylarla oldukça ilgilisiniz peki sizi buna yönlendiren şey nedir?

Cevap: İnsanın yetişme tarzı etkiler tabi ne düşüneceğini. Benim babam gibi mesela. Babanızın yanında yetişiyorsunuz yaşama o gözle bakmaya başlıyorsunuz. İşte sendikaydı şuydu buydun derken… Alıyorsunuz. Ben altı yaşındaydım babam hiç anlamadığım halde gazeteleri getirip sofrada okurdu bize. O zamanlar sofra sohbetleri oluyordu. Ben Çetin Altan’ı altı yaşında dinliyordum mesela. Şimdi


Soru: Şiirlerinizden bahsedelim biraz da isterseniz. Sizi şiir yazmaya iten şey neydi?

Cevap: Aslında insan yola ben şair olacağım yazar olacağım diye yola çıkmıyor. Su akıp yatağını buluyor sonuçta. Bir gün baktım ki yazarken… Ben dedim Nazım Hikmet’ten çok etkilenmişim. Düz yazı diye bir şey yazamıyorum ben. Doğal olarak manzum öykü yazıyorum. Ben manzum öykücüyüm aslında. Şair değilim. Çünkü bir insanın şair ya da yazar olduğunu diyor Çetin Altan yıllar geçtikten sonra anlarsınız – elli yıl yüz yıl! Hala okunuyorsa şairdir ya da yazardır. Tabii ki haddini bilmek kolay bir iş değil bu ülkede. Haddini bilince daha az kitap çıkartıyorsun. Seçici oluyorsun. Öz oluyor tabi bu da. Popülariteyi kullanarak yazan, okumadan yazan çok. Özellikle bir yerlere geldikten sonra okumadan, şairlik ve yazarlık yapanlar var. Kalıcı olur mu bu tabi ki olmaz. Halk anlıyor, ayırıyor bunları çok rahatlıkla. Soru: Hocam özellikle 2000’li yıllardan sonra şair dediğimiz insanların hep yan ilgi alanları ve işleri üzerinden ön planda olduğunu görüyoruz. Yani ikinci alanlarıyla ön plana çıkıp sonrasında şiirini ön plana çıkardığını görü-

yoruz. Şairliğin bu anlamda küreselleştiğini söyleyebilir miyiz yoksa şiiri yok olmaktan kurtarmak mıdır bu? Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Cevap: Ben bazen diyorum insanlara. Ben şair değilim. Benden çok daha güzel yazan insanlar var bu ülkede. Popüler kültürün getirdiği bir nokta var. O önemli. Okumayan bir ülkede insanlar sadece önlerine sunulanı alırlar. Gidip kitapçılarda uğraşmazlar çok. Kitapçı keyfi yaşamaktır bu çok azdır bu tat. Sadece şiir ya da yazı için değil hiçbir şey için çaba göstermeyen bir halk var. Kolaycılığa alışmış her şeyin hazır sunulduğu… Eskiden edebiyat dergileri falan vardı insanlar oradan yükselirlerdi. Şimdi dergi kitap satan yerlere baktığınızda en az edebiyat dergileri var. Ama şunu da söylemek istiyorum. Bunda bizim de suçumuz var. Özellikle bizden önceki kuşağın suçu var. Bunlar bir kast oluşturmuşlar. Bu kastın dışında kimseyi almıyorlar içeri. Bir edebiyat dergisi çıkıyor bakıyorsunuz hep aynı isimler. Garip bir korkuları var. Politikacı koltuğunu bırakmıyor yazar ya da şair köşesini bırakmıyor… Diğerlerini sürekli yok sayarak bir ilerleme kaydedilmez. Genç kuşağın giderek hevesi kırılıyor yazma


Soru: Kaymakam olamamanız hayatınızı ne yönde etkiledi yani olumlu mu düşünüyorsunuz olumsuz mu?

konusunda. Ben televizyonlara şiir programları önerdim hiçbirini kabul ettiremedim mesela. Soru: Sorumda vurgulamak

istediğim husussa şuydu: Yani gazeteciliği bu anlamda hayatınızın neresinde görüyorsunuz?

Cevap: Olumlu etkilemiş aslında. Çünkü ben çocuklara bir şey olmadığı zaman üzülmeyin diyorum mesela. Yaşam sizi bir yere mutlaka getiriyor. Bugün mesela düşündüm Bam Teli nedir dedim. Resmen kaymakamlık yapıyorum kendi kendime. Yine bir jeep yine bir köylü yine arabalar yine sofralar. Sadece beni merkeze alamıyorlar. Tek fark bu. Soru: Güncel konulara gelelim

Cevap: Aslında ben gazeteci de değilim… Öykücüyüm ben. İş ayrıntıyı, satır aralarını yakalayabilmek. Hatta biz de şöyle bir söz vardır ‘’edebiyat yapma lan bana’’ ulan bırak yapsın. Çünkü güzel konuşması süslemesi olmayacak, istenmiyor. Bir ülkenin şiiri, sanatı, siyaseti aynı paralelde gider. Yani şiire bakarak iktidarını anlayabilirsin. İktidara bakarak şiirini anlayabilirsin. Nazım hikmet Türkçe’yi en iyi anlayan, okuyan adamdır diye düşünüyorsun fakat onu bile başka şivelerle okuyunca insanların hoşuna gidebiliyor. Enteresan bir ülke burası. Bu ülkede şair olarak kendini kanıtlamak çok zor. Eğer biraz duyabiliyorsan insanı ve doğayı şair olmak kolay. -Yani olaya sosyolojik açıdan bakmak toplumsal irdelemelerde bulunmak ve çözümlemek daha önemli diyorsunuz? -Evet, tabi ki… Çünkü yazacak onca şey var ki bu ülkede. Yani yeter ki duyarlı ol biraz.

biraz da hocam. Son yaşanan Gezi Parkı olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Hepimiz için bir dönüm noktası oldu aslında. Biz, çocuklarımızın 12 Eylül’de bizim yaşadıklarımızı yaşamasın istedik. Sonra bir baktık herkes bu çocuklardan şikâyet etmeye başladı. Bunlar bir şey bilmiyorlar şöyleler böyleler diye. Benim bir yazım vardı, şöyle diyordum. İnsan sahip olamadığı bir şeyden vazgeçemez. Bu çocuklar hiçbir şeyin sahibi olmadılar ki, yani bir şeye sahip olmanın hazzını


yaşayamadılar. Bizim çocuklarımızın her şeyleri var ama hiçbir şeyin sahibi değiller. Tam umutsuzluğa kapılmışken biz gezide bir şey gördük: Birden bire, hatta yazdığım bir şiir var benim şöyleydi: son yolcusuyum Ankara garının, denizlerin tuzu üstümde mahir değilim, uğruna ölünecek sevdalarım yok benim. Böyle devam eden bir şiirdi. Yani umutsuzduk artık. Ve gördük ki biz diye yönlendirmek her zaman avantaj değil. Çünkü biz, biz derken acaba ne kadar benliğimizi yaşatabiliyoruz. Bu çocukların hepsini bencil olarak suçladık biz; ama tek tek hepsi biz olabildiler. Kendilerine göre sloganlar buldular. Biz faşizme karşı omuz omuza’yı geçemedik yıllarca. Ama onlar geçtiler yani. Dedik ki bir şey öğrenmişler. Yaşamı kendi çağlarında kendileri gibi algılayabiliyorlar. Biz bizim öğrendiklerimizi satacak müşteri arıyormuşuz aslında. Soru: Tecrübelerinize dayana-

rüştüm. Yani ben bildim ben yaparım’dı . Yok, böyle bir şey şimdi. Bir kere çok okumak gerekiyor bu bir! Okumak başka şey oku’mak başka şey. Kitap okumak için okunmaz. Çok okumak önemli değildir analiz yapmak önemlidir. Ben günde 40 sayfa okuyabiliyorsam seviniyorum. Altını çiziyorum analiz yapıyorum… Bize böyle öğrettiler okumayı zaten. Kitabı sigara gibi tüketmemek gerekiyor. Hatta herkesin yazması gerekiyor. Herkes şair yazar olarak tanınmayabilir. Ama insanlar yazmadıkları için ilk defa kendilerinin yaşadığını zannediyor. Başkasından bir şey öğrenmeyi bile yediremiyoruz kendimize. Yaşamın her alanında sürekli yeni şeyler öğreniyorsun. Mesela senin kitabından bile birçok şey öğrendim ben. Bakış açını kullandığın, kelimeleri bulduğun tamlamalarını… Bu budur yani. Ama işte o kast’ın içine girme tehlikesi bizi mahvediyor. Soru : Peki geleneksel medya

rak biz gençlere söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Meslektaşlarınıza ne gibi şeyler önerirsiniz?

ile dijital medya hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Cevap: Var tabi… Mesela bizim zamanımızda gazetecilik şuydu: başbakan şunu dedi ben başbakanla gö-

Cevap: Geleneksel medyada sürekli para kazanma hırsı olduğu için hiçbir zaman tarafsız kalma şansı yok. Yani mutlaka bir yerde olmak zorunda.


Oysa dijital medya özgürlük demek. Para verip almıyor insanlar. Sen de onlardan para kazanmıyorsun. Tabi bu özgürlük sövme özgürlüğü değil. Bir takım adamlar bunu kavga alanı olarak kullanıyorlar. Böyle bir şey olmaz. Dünya değişti artık dijital medya müthiş bir şey. Zaten gezi de anlayamadıkları da bu. Soru: İnternet dergiciliği hak-

kındaki düşünceleriniz nelerdir?

Cevap: Tabi internet dergiciliği için Twitter’dan Facebook’tan yardım almak gerekiyor. İnternet yazarlığında şu klasik… Uzun yazılar okunmuyor. Uzun yazı artık okumuyor gençler. Mümkün olduğu kadar kısa ve öz olmalı yazılar. Biz yazmaya başlayınca her şeyi anlatıyoruz karşıdaki hiç umurumuzda olmuyor. Tamam, ben sloganlarla da anlaşalım demiyorum ama biraz kısa yazalım. Tuğla kadar kitaplar yazıyorlar mesela ve bu insanları okumaktan soğutuyor. Bir çocuğa kitap okumayı sevdiren onu bitirme şeklidir. Bitirdiği gibi keyifler alır. Ben onun için kendime söz verdim uzun kitap yazmayacağım diye.

Soru: Peki dergimiz hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sizden gelecek önerileri dikkate almak isteriz? Cevap: Bir kere sakın bu işi niye yapıyorsunuz diyenlere aldırmayın. Bu bizim kuşağın en büyük problemi. Onu yapamaz bundan para kazanılmaz gibi bir söylem var. Ben imreniyorum keşke senin yaşlarında olsam da bu kadar koşturabilsem. Hiç onlara aldırmayın. Dünya her gün yeniden kuruluyor lafını çok seviyorum ben. Evet, dünya her gün yeniden kuruluyor. Soru: hocam son olarak Kalem-

siz Dergi ekibine ve okuyucularına söylemek istediğiniz bir şey var mı? Cevap: Çağlarınıza duyarlı olun. İnsanlar çağlarına duyarlı olmadıkları sürece yeni bir çağa geçemezler. - Çok teşekkür ediyorum hocam ağzınıza sağlık - Ben teşekkür ederim. Röportaj Ekibine sorularından dolayı teşekkür ederiz…




Özge Özgüner

o.ozguner@kalemsizdergi.com


Türk metalinin dünya çapındaki grubu… Gurur kaynağımız desem abartmamış olurum. İstikrarın çok zor sağlandığı ülkemizde zor bir kulvarda uzun yıllardır var olan ve ismiyle, duruşuyla, sloganları ile olsun farklılar ve iddialılar. Türkiye standartlarının çok üzerinde müzik yaptılar çeyrek asırdır. Düğün salonunda başlayan maceraları, Sonisphere sahnelerinde tarihin efsanelerinin alt grubu olarak devam etmekte. Gurur kaynağımız demiştim ya gerçekten öyleler. Baskıcı bir dönemden çıkıp, günümüze kadar yaptıkları iyi müziklerle Türk metaline yön vermiş bir grup. Şimdi bu grubu daha ayrıntılı inceleyelim… Pentagram ya da Mezarkabul, 1986 yılında gitar-vokalde Hakan Utangaç ve davulda Cenk Ünnü tarafından Bursa’da kurulmuş bir heavy metal grubudur. Aslında Pentagram’ın temelleri ta lise yıllarında atılmıştı. 1984 yılında ‘Thunders’ adlı grupla başlayan ve 2 yıl sonra Pentagram adını alarak çalışmalarına devam ettiler. 1987 yılında gruba, bas gitarda Tarkan Gözübüyük ve solo gitarda Ümit Yılbar’ın katılımıyla ana kadro şekillenmiş ve konser vermeye başlamışlardır.

meden salondaki dinleyiciler büyük bir coşkuyla kırılmadık masa ve sandalye bırakmamıştı. Konser sonrası oluşan maddi hasarı Pentagram üyeleri karşılamak zorunda kaldılar. Ardından Moda Sineması’nda bir konser daha veren grup, yine oluşan maddi zararı, konser veren diğer gruplarla ödemek zorunda kalmıştır. Hatta Cenk’in davulunun rehin bırakıldığı bile söylenmektedir. (Bunun gerçekliğini Hakan Utangaç’la yaptığımız röportajda bulabilirsiniz.) Bu konser “Efsane Moda Konseri” olarak hafızalara kazınır daha sonra. İlk ciddi sahne performanslarını, Bu dönemde albüm hazırlıklarına İstanbul Bağcılar’da bir düğün salonun- başlayan grup, Açık Hava Tiyatrosu’nda da yaşadılar. Sahneyi, Poseidon isimli verdikleri konser sonrası Ümit Yılbar’la grupla paylaşarak, yaklaşık 200 kişilik yollarını ayırıp, boşalan yere solo tekniği bir dinleyici kitlesine konser verdiler. çok gelişmiş olan Murat Net’i getirir. Türkiye ilk kez bu tarz bir müzikle tanı- Tekrar kadro tamamlandıktan sonra şıyordu ve 5 şarkı söylemeyi planlayan albüm kayıtlarına başladılar ve albümün Pentagram, daha beşinci şarkıya gele- kayıt aşaması yaklaşık 10 ay sürdü.


1990 yılında kendi adını taşıyan albüm, “Pentagram” müzik piyasasında yerini aldı. Grup, yurtdışında da adından söz ettirebilmeyi istediği için, albümdeki şarkıların tamamını İngilizce seslendirdiler. Albümde yer alan “Powerstage” şarkısı, Pentagram severlere ithaf edilmiş ve grubun hayran kulübüne bu isim verilmiştir. İlk olarak 5.000 adet basılan albüm, yoğun talepten dolayı ikinci basımı da yapmış ve yaklaşık 30.000 adet satan albüm, metal müzik tarzında bir rekora imza atmıştı. İlk albümün ardından birçok konsere çıkan grup, konser kayıtlarından oluşan bir albüm çıkarmaya karar verdi. 1991 yılında “Live At The Trail” albümü yayınlandı. Bu albümde, vokalde Bartu Topbaş bulunmaktaydı.

Gruptan ayrılan Murat Net’in yerine, yine gitarda usta olan biri, yani Demir Demirkan getirilir. Grup, birçok konser verdi ve tekrar kadro değişikliğine gitti. İsveç’e giden Bartu Topbaş’ın yerine Ogün Sanlısoy getirildi ve 1992 yılında “Trail Blazer” albümüyle müzik piyasasında yerini aldı. İlk albümlerinde olduğu gibi, bu albümde de şarkıların tamamı İngilizce sözlüydü. Grup albümle beraber kendi stillerini müzik piyasasına iyice benimsetmeye başlamıştı. Bu albümde anti-militarizm, dünyadaki kötü gidişe ve savaşlara karşı çıkma teması işlenmişti. Grubun vokalistliğini yürüten Ogün Sanlısoy, solo albüm çalışmak için gruptan ayrılmaya karar verdi ve yerine Murat İlkan getirildi. 1995


yılında gruptan ayrılıp ABD’ye giden Demir Demirkan, 2 senelik ayrılığın ardından tekrar grupta yerini aldı. Pentagram, yeni bir albüm çıkartmak istiyordu ve bunun için gerekli hazırlık ve anlaşmalar yapıldı. 1997 yılında albümün tüm hazırlıkları tamamlandı ve “Anatolia” piyasaya sürüldü. Grup bir ilke imza atarak 13 şarkılık albümlerinin, 3 tanesinde Türkçe sözlü şarkılara yer vermişti. Uzun süredir müzik piyasasının içinde yer alan grup, “Anatolia” albümüyle satış rekorları kırdı. Bir başka göze çarpan şey ise, kendi metal soundlarının üzerinde Anadolu ezgilerinin bulunmasıydı. Pentagram dinleyicisi, bu albümle Murat İlkan’ı tanımış ve başarılı vokaliyle kendini dinleyicilere sevdirmişti. Grup, albümün ardından birçok konsere çıktı ve bu konserlerden en çok ses getirenini albüm haline getirdi. 1999 yılında çıkan albümün adı konserdeki coşkulu Pentagram hayranlarının “Popçular Dışarı” diye ettikleri tezahüratlardan alarak “Popçular Dışarı” oldu. Bu albüm, Türkiye’de 4. Bir kuvvet haline gelen “medya”ya ithaf ediliyordu. Albüm çıktıktan sonra, Demir Demirkan solo çalışmak gerekçesiyle

gruptan ayrıldı ve yerine Onur Pamukçu getirildi. Bu kadroyla birçok konser veren grup, 1999 yılında Kemancı Rock Bar’da konser vermeye hazırlanırken, ülkemizde yaşanan büyük deprem felaketiyle konser iptal edildi. Ardından bir süre duraklama dönemine giren grup, ülkemize deprem felaketi nedeniyle gelen Bill Clinton ve birçok devlet başkanının bulunduğu bir seyirci topluluğuna karşı “Gündüz Gece” şarkısını çalarak devlet başkanlarını coşturmuştu. Bu dönemde grup adına olumlu sayılabilecek olayların yanı sıra olumsuzluklarda yaşanmaktaydı. O günlerde ülkemizin gündemini işgal eden satanizm olaylarından, grup kendi payını da aldı. Daha satanizmin ne olduğunu ve kime satanist denildiğini bilmeyen halkımız tarafından, ülkemizi yurtdışında en iyi temsil eden gruba çamur atmaktan çekinmediler. “Pentagram” isminden ve önyargılardan dolayı birçok haksız suçlamalara hedef oldu. Tam da bu olaylar yaşanırken, grup EP (ortalama bir albümden daha kısa, genellikle 4-5 şarkı içeren kayıtlar) çıkarmaya karar verdi. Daha sonra EP’yi albüme dönüştürme fikri oluştu


ve 2 albüm çıkarmak istediler. Bu albümlerden biri Türkçe, diğeri ise İngilizce sözlü olacaktı. Bu arada gruba, Metin Türkcan katıldı. 2001’in sonlarına doğru “Unspoken” adlı yeni albümleri piyasada yerini aldı. Bu albümü yurtdışında da piyasaya sürmeyi düşünen grup, isminde değişiklik yapmaya karar verdi. Bunun nedeni yurtdışında da “Pentagram” isimli bir grubun bulunmasıydı ve oluşabilecek karışıklıklara engel olmak için grubun adını önce “The Pentagram” olarak değiştirdi, fakat bunun yeterli olmayacağı düşünülerek sadece yurtdışında kullanılmak üzere “Mezarkabul” adı seçildi. Bu kararın ardından Türkiye’de Pentagram, yurtdışında Mezarkabul adıyla anılmaya başladılar. Pentagram’ın daha önceden karar verdiği albüm, 2002 yılında “Bir” adıyla müzik piyasasında yerini aldı. Tamamı Türkçe olan bu albüm yine bir ilke imza atmış oldu. Yeni albümün ardından birçok konsere ve televizyon programına çıkan grup, bir süre sonra derin bir sessizliğe gömüldü. Bu durum Pentagram hayranlarını fazlasıyla üzdü ve “grup

dağıldı” söylemleri her geçen gün yayılmaya başladı. Uzun süren sessizliğin ardından, 2006 yılının sonlarına doğru verilmesi planlanan 3 konser için tekrar stüdyoya kapanarak provalara başladılar. 4 Şubat 2007 yılında Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdikleri 20. Yıl Konserini DVD olarak çıkaracağını duyuran grup, 2008 yılında bu DVD’yi piyasaya sürmüştür. Pentagram, 27 Temmuz 2008 gecesi İstanbul Ali Yen Stadyumunda yapılan Metallica konserinde ön grup olarak sahne aldı. Murat İlkan, Sonisphere Festival 2010’da rahatsızlığından dolayı gruba veda etti ve yerine Gökalp Ergen getirildi. 2011 yılında, “Wasteland” isimli parçasını internet sitesinden paylaşıma sundular. 2012 yılında 25. Yaşını kutlayan Pentagram, yeni albümleri “MMXII(2012)”yi hayranlarıyla paylaştılar. Bu albümden “Geçmişin Yükü” ve “Apokalips” parçasına klip çekildi.


BAK BAKALIM!

Askerliğini Güneydoğu’da yapan Ümit Yılbar orada şehit düşmüş ve yerine Murat net gruba getirilmiştir. Pentagram’ın logosu Hakan Utangaç tarafından çizilmiştir. İlk albümün kapak tasarımı, bir yarışma sonucuyla belirlenmiş ve 120 adet kapak resmi arasından, Tunç Örer isimli yarışmacının tasarımı seçilmişti. İlk albümün kapağında, Pentagram logosunun altında dikenli teller ve Mosh işareti yapan Pentagram hayranlarının resmi vardı. Pentagram’ın ikinci albümü olan “Trail Blazer” da yer alan Fly Forever adlı şarkı, o aralar askere gidip şehit düşen, eski gitaristleri Ümit Yılbar’a adanmıştır. Önceleri Demir Demirkan’la birlikte olan Sertab Erener, Açık Hava Konseri’ne o zamanlar birlikte olduğu Levent Yüksel’le birlikte katılmıştı. Konsere gelen seyirciler “Popçular Dışarı” diye tezahürat yapmasıyla albümün bu adı almasını sağladılar. Aslında bu tezahüratın pop şarkıcısı olan Levent Yüksel’i hedef alarak yapıldığı söylenir. Murat İlkan’ın hastalığı beyin ve omurilikte oluşan bir hastalıktır. Kısaca MS olarak tabir edilir. Son olarak Türkiye’deki müzik kavramını dendiğinde, bu adamları kesinlikle dinlemeden karar vermemeniz konusunda şiddetli tavsiyelerde bulunabileceğim leziz bir grup.

Stüdyo Albümleri:

Pentagram (1990) Trail Blazer (1992) Anatolia (1997) Unspoken (2001) Bir (2002) MMXII (2012) Konser Albümleri Live At The Trail (1991) Popçular Dışarı (1998) 1987 (2008)

Grup Üyeleri

Hakan Utangaç Tarkan Gözübüyük Gökalp Ergen Metin Türkcan Cenk Ünnü

Eski üyeler

Ümit Yılbar Murat Net Ogün Sanlısoy Demir Demirkan Onur Pamukçu Bartu Toptaş Murat İlkan



Türkiye’de Heavy Metal denince akla ilk gelen gruplardan “Pentagram”ın Gitar & Vokalliğini yapan Hakan Utangaç’la keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar

-Öncelikle Röportaj Teklifimiz Kabul Ettiğiniz için Teşekkür Ederiz…

ğu siyasal ve toplumsal sorunlar bireylere de yansıyor ve bazen müzik ikinci veya üçüncü planda kalabiliyor. Oralarda olmak lazım, devamlı festivaller ve konserlerde bulunmak gerekiyor, gerçi son yıllar da internet biraz küçülttü bu dünyayı.

-Türkiye’nin metal müziğe bakış açısı sizce nasıl?

Merhabalar, “Kalemsiz Dergi” ye selamlar. Sizce nasıl? Bir dönem it kopuk, bir döİlk sorumuzla başlayalım o zaman… nem satanist olduk, son zamanlarda ise -Ogün Sanlısoy ve Demir Demirkan şüp- ne olduğumuz belli.

hesiz grubun efsanelerinden. Gruptan ayrıldığı dönemden sonra yine destekleri oluyor mu? İlerleyen dönemlerde konserlerinizde yer alması mümkün mü? Kopmadık tabii, zaman zaman birlikte sahne alabiliyoruz. Fakat çok sık olmasa da daha çok özel konserlerde konuk olarak davet ediyoruz.

-Çok büyük bir hayran kitlesine sahipsiniz; fakat Megadeth, Iron Maiden gibi dünya çapında isim yapamamayı neye bağlıyorsunuz?

Bu konuda söylenecek çok şey olabilir fakat en çok biraz uzakta kalmamız ve bu ülke sınırları içerisinde çeşitli sebeplerden(askerlik gibi) 5 kişi birden aynı anda yurt dışına çıkış yapamadık uzun bir süre. Ayrıca ülkenin her zaman içinde bulundu-

-Grubunuzun en keyif alarak çaldığı parça hangisidir?

Kendi içinde değişiyor. Katılımı yüksek şarkılar daha bir keyifli oluyor.

-En sevdiğiniz sanatçı veya grup hangisidir? Öyle bir sınırlamam ya da sınıflandırmam yok. Her alanda, kendi profesyonelliğini yansıtan izlediğimde ya da dinlediğimde bana keyif veren sanatçılar.

-Stüdyoda kayıt almaya başlarken başınıza ilginç olaylar geliyor mu? Oluyor bir şeyler ama herkesin ilgisini çekmeyen bir takım olaylar. Fakat bir keresinde duvar yıkıldı, yan tarafta ki komşular duvarı yıkarak gürültüye son verdiler. Bak bu ilginçti işte ;)) Dünyanın başka yerlerinde başka turlu duvarlar yıkılırken…


-Pentagram, aslında Türkiye’ye metali sevdiren ve dünyaya açılmış bir grup size göre bu başarının sebebi nedir?

le ilgili olduklarından teknik olarak donanımları da öyle. İlk aldığım gitar bir düğün salonunun kömürlüğünden çıkarıp getirmişlerdi. Berbat bir gitarÇocukluk hayallerini gerçekleştiren bir dı. İlk davulumuz Dolapdere’de yine bir müzisyen olarak ürettiğimiz şarkıların düğün salonundan, onunda üzerine dilinin samimiyetidir kanımca. Birazda darbukalar filan monte edilmiş. Davueski grup olduk artık. :) lun üstündeki deriler bildiğiniz deve -Dünyanın herhangi bir yerinde büyük derisi, vurduğunuzda ramazan davulu çaplı bir konsere imza atacak olsanız bu gibi bir ses çıkartıyordu. Başka bir ülkeden gelmişiz gibi hissettim şu an hangi ülkede olurdu ve kiminle sahne:) Yine izlediğimiz videolardan birinde nizi paylaşmak isterdiniz? ilk albüm kaydı yaptığımız Beyoğlu’nda Metallica ile burada iki kere sahne aldık. StüdyoSound adlı bir stüdyo. ÇıkartBizim için iyi bir hatıra. Yine olursa güzel tıkları albümler bir vitrinde sırayla olur. dizilmiş. En çok buna güldük. Bilinen-Pentagram’ın kurucularından biri ollerde var hiç adı duyulmamış albümmakla birlikte değişmeyen elemanısın lerde, hepsi arabesk. Oyun havaları ve da, bana biraz o ilk yılların, ilk stüdyo yöresel sanatçılar. Aralarında bizim ilk albüm. O resim sanki her şeyi anlatıçalışmalarının heyecanını ve sende yor. İki albüm kaydettik orada Pentagbıraktıklarını anlatır mısın? ram ve Trail Blazer. Biraz mücadeleli O yıllarla ilgili daha çok bende bıraktığı geçti o yıllar, fakat heyecanı olmasa his yokluk, yani hiçbir şey yok. Temel çekilir şey değil. ihtiyaçlar varda ilgi duyduğum alanda hiçbir şey yok. Gitar amfisi yok mesela. Daha çok icat ederek ya da ona yakın bir aleti, başka bir aletle birleştirip, ses olarak mümkün olduğunca yaklaştıysak büyük mutluluktu bizim için. Tabi stüdyolarda daha çok arabesk tarzda müzik-


Grubun ilk yıllarına değinmek istiyorum... Moda Sinemasında çıktığınız konserde de ilk konseriniz gibi baya fazla bir hasar oluştu ve siz ödemek zorunda kaldınız. Cenk Ünnü’nün davulunun rehin bırakıldığı yıllardır dilden dile konuşulmakta, bunun gerçeklik payı nedir?

Evet doğrudur, Moda sineması işletmesi davulu rehin aldı. Çünkü kırılan koltukların parasını ödeyememiştik. Konser tamamen seyirci dolu olduğu halde zarar etmiştik. Uzun bir süre davul kalmıştı orada. Eski arşiv görüntülerini dijital ortama aktarırken o konserin videosunu izledik geçenlerde, Betamax bant olduğu için eskimiş biraz, seste bozulmuş, fakat gerçekten acayip doluymuş :) İleride gerçekleştirmeyi düşündüğümüz Pentagram Hikâyesinde dinleyicilerimizle paylaşacağız.

Kalemsiz Dergi ekibi olarak Başarılarınızın Devamını Dileriz.


Röportaj Ekibine sorularından dolayı ayrıca teşekkür ederim…


ALİ AYHAN

- Röportajımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…

-Öncelikle Rap müzik ile nasıl tanıştınız?

14 yaşında bir radyo kanalında duymuştum. Dinlediğim müzik tarzının ne olduğunu bile bilmiyordum ama kulağa hoş geliyordu. -Neden Sokrat St. İsmi acaba ? Lise yıllarımda yunan düşünür Sokrates’in ismi ile başlamıştım. Halk arasında sık duyduğumuz “Korktuğun şey başına gelir.” Cümlesinin mimarı olması beni etkilemişti. Daha sonra Sokrat ST diye değiştirdim. Felsefeden anladığımı söyleyemem. -Rap müziğin doğasını bizlere nasıl anlatabilirsiniz? Kanımca doğrusu sistem eleştirisi olması gerektiğidir. Tabi ki farklı tarz farkı tattır. Temelinde eleştiri barındırsa da yeniliklere açık olunması gerektiğini düşünüyorum.


-En beğendiğiniz yabancı Rap sanatçısı kimdir?

Bob Dylan “Ben müziğimi insanların dünya düşüncesini değiştirmek değil, Society of Invisible grubunu çok beğe- onları dünyadan uzaklaştırmak için yapıyorum.” der. Benim ki de böyle bir şey. niyorum. -Rap Müzik camiasında keyifle dinlediğin -Yakında Hizmete girecek olan Online olarak hizmete girecek olan ST Aksesuar isimler kimler acaba? Kamufle, Hayki, Patron, Sansar, Fuat, hakkında bilgi verir misiniz? Bayan aksesuarlarının online saRed ve bu gibi birçok isim var. -Önümüzde yani yakın zamanda bir albüm tışını yapacağız. Daha sonra da mağaza düşünüyoruz. Şimdilik sadece numune çalışmanız var mı? Büyük ihtimalle olacak. Aksaya aksa- ürünler bulunduruyoruz. Talep oranına ya gitse de güzel sonuçlanacağına inanıyo- göre ürün çeşitlerini ve stoklarını arttırum. Albüm dışında farklı projelerim de var. racağız. İleride erkek aksesuar ve giyim ürünleri de eklemek istiyoruz.

-Bandrollü albüm çıkartmayı düşünüyor musunuz? Çıkaracağım albüm istediğim gibi olursa bandrollü olacak.

-Şarkılarını yaparken nelerden ilham alırsın?

Şu sıra dünya sorunları ve eski sevgilimden

-Klasik olacak ama Türkçe Rap sizce nasıl bir yerde ve bundan on yıl sonra da aynı yerinde mi sayacak?

Türkçe Rap hak ettiği yerde. Şimdilik bu kadarını hak ediyor. -”Müzik, yaradılışın ahenkli sesi ve görünmez dünyanın bir yankısıdır.” diyor Giuseppe Mazzini, peki sizin müziğe bakış açınız nedir?

-Türkiye’de underground rap yapan insanların ikinci bir mesleğe ihtiyacı var mı?

Şu anda maalesef var.

-Yıllar sonra yaşlandığınızda da yine rap yapmayı planlıyor musunuz? Evet yapacağımı düşünüyorum. Her şeyden önce kendim için yapıyorum.

-Son olarak dinleyicilerine ve Kalemsiz Dergi okurlarına söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

“Benim gibi düşünmeni istemi-

yorum. Sadece düşünmeni istiyorum” diye güzel bir söz vardır. Özgürlük diliyorum, barış diliyorum her anlamda…


Ayçe Dikmen İle Söyleşi • Ayçe Dikmen’e baktığımızda hem Hürriyet gazetesinde köşe yazarı hem de özel organizasyonlar da başarılı sunumları ile dikkat çeken bir sunucu olduğunu görüyoruz. Hangisine daha yatkın olduğunuzu düşünüyorsunuz? Aslında mesleğe TRT’de sunucu olarak başladım. Yıllarca TRT ekranlarında da bu işi hakkı ile yürütmeye gayret ettim. Mesleki hayatım beni hem yazarlık hem de sunuculuk konusunda kendimi geliştirmem gereken bir yöne doğru itti. Benim için ikisinin de yani hem topluluk önünde sunum yapmanın hem de bir şeyleri yazarak anlatmanın değeri ayrıdır.

• Mezun olduğunuz lisans bölümü Astronomi ve Uzay Bilimleri, sunuculuk kariyeri buradan nasıl başladı?

Ben hep girişken ve sanırım güler yüzlüydüm. Okuduğum Ege Ünivesitesinin o dönem ki rektörü Sermet Akgün, beni sık sık üniversitenin organizasyonlarında görevlendirirdi. Bu görevlerimden birinde TRT’nin o dönemde ki bir yapımcısı ile tanıştım. Yirmi yaşında sunuculuk teklifi almıştım. Mesleğe ilk adımı da bu sayede atmış oldum.


• Ya köşe yazarlığı? 2006 yılında Hürriyet Gazetesi serüveni öncesinde yazarlık deneyiminiz var mı?

Aslında var diyebiliriz. Daha doğrusu benim için ilk tecrübe, ilk adım desek daha doğru olur. İzmir Kız Lisesinde okurken Bilgi Egemen arkadaşımla Demokrat İzmir gazetesinde bir röportajım yayınlanmıştı. Daha on yedi yaşındaydım. Sanırım kumaşımda varmış. Daha sonra Hürriyet Gazetesinde yazma durumum olunca bu tecrübe bana cesaret vermişti.

sinlikle yanında destekçilerinin olması lazım. Benim en büyük şansım ise her zaman yanımda olan annem ve anlayışlı kocam… Türkiye’de ne yazık ki erkekler eşlerine bu konuda pek anlayış göstermiyorlar ve bu sebeple de kadınlar, ya kariyer ya da çocuk seçeneklerinden birini seçmek zorunda kalıyorlar. Bu konuda şanslı olduğumu bu sebeple sık sık tekrarlıyorum.

• İzmir’li tanınmış bir gazetecisiniz ve İzmir’de ki herkes gibi EXPO 2020 sürecinin bir yerinden içerisin• Hürriyetteki köşenizde nelere desiniz. Gidişatı nasıl görüyorsunuz? önem veriyorsunuz? Röportajları- EXPO süreci özelde İzmir’imiz genelde ise ülkemiz için çok önemli fanız, yazılarınızda…

kat iyi yönetilebiliyor mu kuşkuluyum. Zira bu tür organizasyonları almanın en önemli ve olmazsa olmaz silahı lobi çalışmalarıdır. Ne kadar iyi yapılıyor şüpheliyim. En basiti EXPO heyetlerinin, • Aynı zamanda bir annesiniz. Hem bire bir görüşmelerde ne kadar etkin çocuk hem kariyer zor olur derler. Sizin olabileceği konusuna bakalım. Yabancı dil bilgileri nedir örneğin. Eğer alamazdeneyiminiz… sak lobicilik konusunu önemsemediği Evet, on bir yaşında bir oğlan miz içindir. Umarım, yanılırım… annesiyim. Kolay değil tabi ki hem bir • Gezi Parkı eylemleri herkesin çocuk yetiştirip hemde bir kariyer inşa malumu, bir ay kadar tüm yurdu etkileetmeye çalışmak. Eğer bir kadın hem di. Tek gündem maddesi olmayı başardı. çocuk hemde kariyer yapacaksa keGeçen zaman sonrası neler dersiniz? Benim için özellikle kadın problemleri ilk sırada, daha sonrasında ise dezavantajlı gruplar ve gençlerin sorunları geliyor. Röportajlarımda ve yazılarımda bu bakış açısını dikkate alıyorum.


Gezi olayları, direnişi, isyanı adına ne dersek diyelim, bu yaşadıklarımızın en büyük nedeni, giyimi kuşamı, hayat tarzı ile ortada olan toplumun bir kesiminin artık boğucu bir şekilde yok sayıldığı, itildiği ve belki de silinmeye çalışıldığı bir sürece girmemizdir. Gözlemlediğim kadarıyla, bireylerde en büyük tepkilerini, yaşam biçimlerine karşı müdahaleye göstermektedir. Ayrıca bu tepkinin vardığı şiddeti de görmezden gelemeyiz. Şiddetin her türlüsü kötüdür ve ülkeye, halka hiçbir fayda tabi ki getirmez. Fakat bu olaylar ilk başladığında şiddeti kim başlatmıştı. Çok masum başlayan bir eylem, sadece bir parkı doldurabilen grubun bir protestosu, nasıl tüm toplumun isyanı noktasına geldi. Sanırım burada o gece ki polisin sert müdahalesi, sonrası gelen umursamaz, acımasız müdahaleler ve beyanatları görmezden gelemeyiz.

• Malum şuanda Mısır’da tatsız olaylar yaşanıyor. Benim gözlemim Gezi olayları öncesi dışpolitika alanında ki tartışmalarda birbirine zıt iki kutuplu bir kamuoyu yoktu. Siz neler dersiniz. Toplumsal alanda bölündük mü?

Ben kesinlikle bu tespite katılmıyorum. Bölünmek hele ki günümüzde ki internet dünyasında çok zor. Sürekli insanların birbiri ile etkileşimde olduğu bir dönemdeyiz. Olaylar sırasında ne yazık ki böyle gözüküyor fakat bunun en önemli sebebi ideolojik anlamda ki radikallerin sesinin çok çıkmasıdır. Şunu da belirtmek gerekir. Henüz Gezi Olayları çok taze ve hafızalarda ki gönüllerde ki yerini koruyor. İdare, yönetim bölünmelere karşı politika üretmelidir. Farklılıkları yaklaştırmalıdır. Radikalleri dizginlemeli, körüklememelidir. Lakin olan tam tersi oldu. Bu konuda ülke olarak sınıfta kaldık.


• Tüm olaylara rağmen hayat devam ediyor. Birazda gelecek projelerinizden bahsedelim. Örneğin ilgi çekici bir siteniz var (dersimizyasam.com) Kitap teklifi aldığınızı da öğrendik. Ayrıca seminerler de veriyorsunuz. Biraz açabilir misiniz?

Evet, kitap yazmam için bir teklif aldım. Normalde yazarlar kitaplarını sunar. Direk benden istenmesi bu sebeple beni çok onure etti fakat diğer çalışmalarımdan dolayı şuan için bu proje bekliyor. Ayrıca bu dönem, Oxford Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi’nden Siyaset Felsefesi diploması aldım. Bu eğitim sürecim sebebiyle birçok proje bekledi. Artık dersimiz yaşam sitesi daha da zenginleşecek. Şu anda bir

psikolog arkadaşımız ile kamera karşısına geçiyoruz. Çok yakında farklı konuklarda görebileceksiniz. Bu arada da seminerler vermeye devam ediyorum. Motivasyon – iletişim üzerine verdiğim seminerlerin yanına artık topluluk önünde konuşma becerisi ile ilgili eğitimlerimi de ekleyebileceğim.

• Peki, Dersimiz Yaşam nasıl ortaya çıktı? Çekimlerin hem süreleri makul hem de neredeyse bir televizyon kanalı izler gibiyiz. Tabi ki benim TRT tecrübem burada büyük rol oynuyor. Zamanında orada sunduğumuz bir programın içerisinde ki bölümden esinlendim diyebilirim. Zaten çekimlerini ve montajını da ben gerçekleştiriyorum.


• Aslında dijital medyanın böylece bir parçası olmuş oluyorsunuz. Bu alanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

İstikbal kesinlikle dijital medyanındır. Klasik medya kurumları tamamen ortadan kalkmaz fakat güç dağılımı kesinlikle değişecektir. İnteraktif medya güçlenecek ve bunun ilk yansıması klasik muhabirlik mesleğine olacaktır. Artık genel bir format olan 5N 1K ile bülten geçerek haber yazmak tarih olacaktır diye düşünüyorum. Habere daha nitelikli yorum katabilen, editöryel bilgisi olan meslektaşları-

mız sektörde yükselecektir. Ayrıca dijital medyanın sunduğu avantajlar sayesinde önümüzde ki süreçte büyük basın kuruluşlarının hakimiyeti azalacaktır. İstanbul medyasının hegemonyası zayıflayacak ve bizim gibi arkadan gelen büyükşehirlerde ki kurumlara ve yazarlara da alan açılacaktır.

Son olarak, Ayçe Dikmen’e, Çeşme’deki tatili sırasında bize zaman ayırdığı ve samimi sohbeti için teşekkür ederiz…


Özgün Kabacaoğlu Kalemsiz Dergi, Yazar Çeşme, Ağustos 2013



Merhaba, sevgili Kalemsiz Dergi okurları. Sizlere “Haziran (19.)” sayımızda ülkemizde pek dinlenmeyen, kıyıda köşede kalmış kaliteli müzik sanatçılarının ve gruplarının ufak bir listesini paylaşmıştık. Hatırlatmak gerekirse bu kişi ve gruplar sırasıyla: İndigo, Selah Sue, Entu, Marsis, Sattas, Peyk, Rebel Moves. Bu yazıda yukarıdaki listeyi biraz daha uzatacağız. Şimdiden keyifli dinlemeler :) Ed Sheeran: İngiliz şarkıcı/sanatçı. Sanatçının klipleri her zaman göremeyeceğiniz bir tarzda, hepsine bir kısa film havası vermiş hemen hemen. Sanatçının çalışmaları ağırlıkla gitar ve vokalden oluşmakta. Şuana kadar eğer dinlemediyseniz dinlemenizi tavsiye ediyoruz. Hit parçalarından bir tanesi “The A Team” geçtiğimiz yıllarda Youtube en iyiler listesine girmeye hak kazanmıştı. (http://www.youtube.com/ watch?v=UAWcs5H-qgQ) Fear Nuttin Band: Yabancı bir grup daha. İsmini duymamış olabilirsiniz ki grubun yaptığı tarz olan reggae ülkemizde pek fazla rağbet görmüyor. Grubun asıl işi reggae olsa da yaptığı müziği hardcore rap, rock ve özellikle metal müzikle harmanlamayı unutmuyorlar. Son albümleri “Vibes Love & Revolution” ismini taşıyor ve gerçekten dinlemeye doyamayacağınız bir albüm. (Albümün parçası olan Betta Days:

http://www.youtube.com/watch?v=DRuKfyyQ5N8) Naughty Boy: İngiliz müzisyen. Son yılların en güzel hitlerinden birisi olan “La La La” parçasını “Sam Smith” ile birlikte seslenmiştir ve bu parçasına hem single albüm olarak hem de “Hotel Cabana” isimli albümünde yer vermiştir. Yabancı pop piyasasında duyamayacağımız türden müzikleri başarı ile icra ediyor. (http://www.youtube. com/watch?v=tM5xhFs5HHk) Keny Arkana: Fransız bayan rap sanatçısı. Eğer rap dinlemeyen biriyseniz size çok yabancı değil ama dinlemenizi tavsiye ediyoruz. Müziğini bizlere sunduğu dil kimi zaman İngilizce, çoğunlukla Fransızca. Ülkesinde ve dinleyicileri tarafından protest bir müzisyen olarak tanınmakta. Yaptığı müzik klasik hiphop örneklemelerinin üzerine dünyada sayılı sayıda işlenen konuları işlemek. (http://www.youtube.com/watch?v=eQwxh68kKYc) Elçin Orçun: Ülkemizden bir ses ile devam edelim. Elçin Orçun, ülkemizde pek tanınmayan bir R&B sanatçısı. En son klibi ve parçası “Lütfen” ülkemizde daha önce denenmemiş bir tarz, house müzik ile klasik pop vokali birleşiyor. “Lütfen” parçasına ise bir zamanlar birlikte rol aldıkları “MUCK” isimli diziden arkadaşı Ece Özey eşlik ediyor. (http://www.youtube.com/watch?v=cpt3MJ0rsYs)


HOLLYWOOD MI, BOLLYWOOD MI İRAN SİNEMASI MI ? Hem popüler kültürün bir parçası hem de yarınlara,biz den sonraki nesillere aktarılacak en önemli bir iletişim aracı olması, sinemayı başlı başına farklı bir yer’e oturtuyor. Sinemayı, bir ülkenin kültürel, siyasal değişiminden, sosyokültürel şartlarından bağımsız düşünmek doğru bir yaklaşım olmaz. Zira sinema, tarihe tanıklığını insanların hafızasına kazır. Yıllardır dünyanın yakından takip ettiği Hollywood sineması bizlere ne sunarsa onunla yetinmek zorunda kaldığımızı itiraf etmek lazım. Genel manada tarihe tanıklığı minumum seviyede tutup daha çok kurgular üzerine gitmeyi kendilerine bir yol, bir mecra olarak tutmuşlardır. Aşk’ı, öpüşmeyi, sevişmeyi, dramayı, uzaya çıkmayı doğrusu en çok Hollywood yapımlarında izledik ve hâlâ izlemekteyiz. Amerikan tarihi çok eskilere dayanmadığından ve birikiminde bizlere sunabilecekleri çok fazla materyal bulunmadığından, dünya tarihini ön planda tutmak istememeleri bizleri kısıtlı bir eksen içerisindeki yuka-

rıda saymış olduğum yapımları izlemek zorunda bırakıyor, western yapımlarını saymazsak. Western yapımları yıllarca soluk benizli ve beyaz adam hikayelerini birbirlerine benzer olarak ısıtıp ısıtıp önümüze koydular, biz de yemek zorunda kaldık. Zaman geçtikçe, Kâh uzaya çıkma girişimleri oldu kâh insanlığı ve dünyayı kurtarma girişimlerinde başarılı oldular, bizlerde büyük bir hayranlık ve ağzı açık şekilde vayy bee ! diyerek kendilerini takdir etmekten geri kalmadık. Hollywood sinemasının başarısındaki pay hiç kuşku yok ki yapımlarına ayırdığı bütçe, ki bu da tüm dünyada kendine yadsınamayacak bir takipçi ve izleyici kitlesi oluşturma başarısı olarak geri dönmüştür. Sinema dünyasını yakından takip edenler Hollywood’tan sonra daha çok Bollywood yapımlarıyla tanıştılar. Dünya da varsa Hollywood’un rakip’i, o da Bollywood’ tur denmeye başlandı. Bir döneme damga vurmayı başaran Hindu yapımlar, daha çok kendilerine has müzikal yapımları ve bunun içinde Brezilya dizilerine taş çıkartacak, aşk’ı çok fazla işlemeleri insanlara, Hollywood’a alternatif bir sinema dünyası olarak görünüp sinema sektöründe söz sahibi olmasını sağladılar. Öyle ki, Hindu jönleri ve akt-


ristleri artık Hollywood yapımlarında da çok sık görmeye başladık, tabi ki ceplerinde yöresel şarkılarıyla. Ülkemizde de çok ciddi bir izleyici kitlesi yakalayan Bollywood yapımları çok dar bir çember içerisinde kalıp kendini geliştiremeyince, tüketim toplumunun tepkisini çekip maalesef geçiş döneminin kurbanı olarak yerini Brezilya dizilerine bırakmak zorunda kaldı. İran sineması ise, devrimden sonra aslında çok muammalı bir durum içinde gibi görünse de, sürgünden dönen Ayetullah Humeyni sinema için pozitif bakış açısı sergileyip olumlu mesajlar verince 1983 yılında sinema şurası kurulduktan hemen sonra “ Fecr Film Festivali “ hem yapımcı hem de yönetmenler için ciddi bir katkı oluşturmuştur. Buna en iyi örnek; Semira Makhmelbaf, 18 yaşında Cannes Film Festivalinin resmi bölümüne kabul edilen en genç yönetmen olmuştur (Muhsin Makhmelbaf ’ın kızıdır). İran Sineması devrime, savaşlara rağmen mücadelesini sürdürüp, kendine özgü bir sinema yaratmış, bununla kalmayıp, sinemasını tüm dünyaya kabul ettirmiş dünyaya sinema ihraç etmeyi başarabilmiş bir ülkedir ki böyle bir ülkenin yaşadığı değişimlerin sinemaya yansıması çok daha fazla önem kazanıyor.

İran sinemasında aşk, acı, mutluluk ve sosyolojik temalar işlenip yurt dışındaki festivallerden ödülle dönmüş olsalar da aslında bana göre İran sinemasını ön plana çıkaran daha çok tarihi yapımlardır. Batı sinema ekollerinin taklitçisi olmamak, maddeci bir bakışla hareket etmemek gibi bir düşünce perspektifinden yola çıkan İran sineması, tarihteki yeri yadsınamayacak olan Pers uygarlığı ve tarihi, tarihindeki sanat uygarlığı İran sineması için bulunmaz bir nimet olarak heybesinde bulunmaktadır. Dünya sinema sektörüne baktığınızda tarihi dile getirmekte, sinemada tarihi bu kadar fazla öne çıkaracak yapımlara imza atan neredeyse başka ülke yok, buna bir de peygamberler tarihini de katacak olursak kesin bir dil kullanabilir ve yok diyebiliriz. İran, dünya da dışlanan bir ülke olmasına rağmen sinema dilini çok iyi kullandığı gerçeği kesinlikle tüm tarafsız sinemacıların ortak bir söylemi olarak karşınıza çıkmakta. Erotizm ve şiddet olmadan da bir filmin seyirciyi çekebileceğini gösteriyor İranlı yönetmenler. İran sinemasını dünya sinema sahnesinde öne çıkaran asıl nedenlerden bir’i, sinemanın etkileyici olması için ille de Hollywood sineması kıvamında yüklü bütçeli yapımlar gerçekleştirmesinin gerekli olmadığını


diğeri de, sinemanın sadece eğlencelik bir araç olmadığını, bir tefekkürü görselliğin imkanlarıyla sunan bir sanat olarak da taşıdığı önemin hatırlanmasının altının çizilmesiyle öne çıkarmış durumda, yani kısaca dünya sinema sektörüne yıllardır sayısız film festivalinden ödülle dönen filmlerinin, gerçek ya da gerçek olmasa da her an birimizin başına gelebileceğini düşündüğümüz hayatın içinden yalın ve gerçekçi anlatımı, bütçesi küçük ama insanlığı büyük, samimi, dürüst insanı sorgulamaya, düşünmeye sevk eden hatta vicdan geliştirmesine, empati kurmasına yardımcı olan filmler yapabilmesi sayesinde, taze kan anlamı taşımaktadır İran sineması. İran sinemasının, Hollywood sinemasına karşı eleştirel duruşuna, ekonomik ve toplumsal açıdan sahip olduğu kısıtlı imkânlara, siyasal düzeyde Batı ülkeleriyle yaşanan krizlere rağmen kazandığı başarılar, alternatif sinema açısından çok önemli bir duruş sergilemektedir. Ayrıca dünya sinemaları arasında kadın yönetmen oranının en yüksek olduğu ülkelerden biridir İran. İran’da kadın yönetmen sayısı gün geçtikçe artmakta. Rahşan Beni İtimat, Tehmine Milani, Poran Derahşende, Menije Hikmet, Mahnaz Mu-

hammedi, Samira Mahmelbaf gibi bir çok kadın yönetmene sahip. İran sinemasının yetiştirdiği önemli diğer yönetmenlerden bazıları: Abbas iarostami, Sohrab Shahid Saless, Asghar Farhadi, Naser Taghvai, Masud Kimiai, Bahman Ghobadi, Dariush Mehrjui, Majid Majidi dir. Son olarak ne İran, ne Hollywood ne de Bollywood sinemasından film tavsiyelerinde bulunmak, sizleri ne direkt ne de endirekt olarak kendi etkim altından fazla tutsak etmek istemiyorum. Ben “ iyi bir sinema izleyicisi, kendi koleksiyonunu kendi hazırlayandır “ diye düşünüyorum ve öyle de olmalıdır. Her insanın olaya bakış açısı çok farklıdır, bu ister sinema olsun ister sosyal hayattaki başka bir şey olsun. Çünkü kendimden örnek verecek olursam; bir çok eleştirmenin beş yıldız verdiği, bir çok ünlü oyuncunun oynadığı filmlerden neredeyse yarısı benim hoşuma gitmemiştir, aynısı sizin içinde geçerli bir durum olabilir. Dolayısıyla ilgi alanımıza giren ülkelerin sinema tarihleriyle birlikte filmlerini iyicene irdeleyip ona göre kategorize etmek lazım diye düşünüyorum.

LEVENT TEKİN



‘HER BİR ŞEYS-İ AŞK ‘

Haziran aylarında Kütahya’da finallere hazırlanırken, arkadaşım aynı zamanda Kalemsiz Dergi yazarlarından Volkan Altınbaş’ın şiir kitabı elime ulaştı. Kimi zaman arkadaşlarla çay molası verdiğimizde, kimi zaman da akşamlar okurdum, gerçi halende ara ara okurum. Ruhu rahatlatan, kimi zaman düşündüren okumaya değer şiirler. Şuan baskı sayısı 500 ama biliyorum ki ileri zamanlarda sayısı daha da artacak. Volkan’a bu güzel şiirler için tekrar teşekkür ediyorum. Ellerine, yüreğine sağlık Volkan… HER BİR ŞEYS-İ AŞK kitabından alıntı: “Aşkın kutsallığı kelamdadır… O dile dokunup çıkışı var ya sevdicek’ine… İşte tam orada… Aşk o kadar kutsaldır ki… Üç harfin bir araya gelir oluşturacağı bir kelimenin İçine sığmayacak kadar Ali bir duygudur… …. Sence de öyle değil mi? Şimdi bunlar bir araya geldi diye Aşk ‘AŞK’olmuyor değil mi? …“ NOT: Kitap sınırlı sayıda, elde etmek istiyorum diyorsanız sulemervealtun@gmail. com adresine mesaj atabilirsiniz.

‘ GÜLFİM ABLA ‘

Geçen hafta kurs çıkışı Perlavista İnkılap Kitabevi’ne uğradım. Yeni çıkanlar bölümündeki kitapları incelerken gözüme ‘Gülfim Abla’ kitabı takıldı. Kitabın isminden yola çıkarak günümüzün güzün ablası geldi aklıma. Herkesin derdini dinleyen ve sonunda çözüm bulan ablamız. Kitabın kapağındaki yazı hoşuma gitmişti: ‘Aşkın evde yapılanı güzel oluyor, dışarıda ne koyuyorlar içine belli değil! ‘ Hani annelerimizin ‘ En güzeli en sağlıklısı ev yemekleri, dışarıda içine koydukları belli değil ‘ dedikleri gibi… Yazı hoşuma gitti ve kitabın içeriğini incelemeden satın aldım. Akşamüzeri kitabın ön yüzünü açmadan önce, kitap hakkında Google’dan araştırma yapmak istedim. Yorumlar, ekşi sözlük… Kitap yeni olmasından dolayı pek bir şey bulmadım ancak Gülfim Abla’nın videoları ve twitter adresini buldum şuan 254 takipçisi var okuyucu sayısı arttıkça takipçisi sayısı da artacaktır. Kitabın yazarı Meltem Parlak. Kitapta biyografisini okurken zevk aldım. Meltem Parlak kim? Yok efendim İstanbul Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirmiş. Dizi, filmlerde oynamış… Zaytung‘da editörlük ve sunuculuk yapmış… Geçeceksin bunları! Meltem Parlak önce insan ol-


sun. Bir düşküne bir bardak su vermiş mi? Derken kitabı okumaya başladım, eğlenerek okuyacağımı düşündüğüm kitap maalesef düşündüğümle kaldı, sevgili okurlar. Kitabın kısaca özetinden bahsetmem gerekirse; herkesin derdine çare bulan ama kendi soruna bir türlü çözüm bulamayan bir kadın, birçok insan gibi. Gülfim Abla aslında biziz dostlar, şu ülkede herkes herkesin derdine çözüm bulur ama kendi derdine çözüm bulamaz. Gülfim Abla’nın sorunu ise; çok sevdiği eşi Muhsin’i evde tutamamak. Metresi olduğunu, en yakın-uzak arkadaşlarıyla birlikte olduğunu bilen ve buna rağmen affeden canım, cicim, aşkım, ömrüm diyen bir kadın yanı Gülfim Abla. Zaten kitabın yarısı canım, cicim, aşkım, ömrüm gibi sevgi sözcükleriyle geçiyor ve gına geldi diyebilirim. Okurken tek merak ettiğim kısım ise Gülfim Abla ile eşinin metresinin sokak kavgasında kimin galip geleceğiydi… Onun dışında okurken sıkıldığımı söyleyebilirim. Sinirlediğim nokta ise; Gülfim Abla, eşinin kendisini sevmediğini, başka

kadınlara gittiğini bile bile bu kadar ısrarcı olması… Bazen olmuyorsa olmuyordur, yazarda bu konuda çok ısrarcı davranmış ve okuyucunun canının sıkılmasına neden olmuş, şahsen ben okurken sıkıldım. Hani bir söz vardır: ‘ Gidene dur diyemem giden gider zaten, sevene sevme demem seven sever zaten ‘ Gülfim Abla fikri güzel ancak kitabın gidişatı daha güzel olabilirdi ısrarcılıktan ziyade… İşte böyle sevgili okurlarım kitabın basım yılı: Temmuz 2013 okumak isterseniz Gülfim Abla raflarda şimdiden iyi okumalar dilerim…


Fikir & Yorum & G端ncel ->


İzmir Suikasti

SEMİH CABALAR


Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bildiğiniz üzere geçtiğimiz sayıda Fatih Sultan Mehmet’ten bahsetmiştim. Bu sayımızda da gayem Osmanlı Tarihi üzerine bir yazı yazarak, sizinle paylaşmaktı; ancak ülkemizin içinde bulunduğu durum beni tekrar Cumhuriyet tarihimizin en önemli olaylarından birisine, 1926 yılına götürdü. Hepimizin bildiği üzere neredeyse son on yılımız darbe söylentileri ve onu planladığı iddia edilen örgütlerin yargılanma süreci ile geçti. Siyasiler, askerler, gazeteciler, öğretim üyeleri... Darbe teşebbüsü suçuyla yargılandılar. Adına ister kontrgerilla, ister gladio, ister derin devlet deyin bu oluşumlar ülkemizin bir gerçeği... 1926 yılında yaşanan İzmir Suikastı hadisesini sizlerle paylaşırken gayem ülkemizdeki, belki Mustafa Kemal üzerinden yapılan ilk darbe teşebbüsünü sizlere anlatmaya çalışarak, devlet içindeki devletin, moda deyimle derin devletin nasıl bir oluşum olduğunu size anlatabilmek. Hepimizin bildiği üzere, suikast kelime anlamı olarak bir kişiyi amaçlı ve planlı olarak öldürme manasına gelir. Bir başka deyişle, gizlice cana kıyma ve kötülük etmeye kalkışmak... Öldürülen veya öldürülmek istenen kişi, genellikle bir devlet büyüğü veya stratejik önemi olan bir kişi oluyor adına suikast dediğimiz vakit... Kaynaklar, Mustafa Kemal Atatürk’e onlarca kez suikast düzenlenmek istendiğini

ortaya koyar. Bu sayı, bazı kaynaklarda 35, bazı kaynaklarda ise 41 olarak geçmektedir. Bu suikast girişimlerinden en önemlisi, ortaya çıkan sonuçları itibariyle İzmir Suikastıdır. Değerli okuyucular, İzmir Suikastı, ortaya çıkış şekli ve olayın mahkemeye intikal ediş şeklinin sonuçları itibariyle, Cumhuriyet Tarihi’nin en önemli olaylarından birisidir. Olay, İzmir Suikastı olarak anılsa da ortada gerçekleşmiş bir suikast yoktur. Burada suikast olayından ziyade bir suikast hazırlığı ve planından bahsedebiliriz. Bu olay hakkında tarihçiler ve kamuoyu ikiye bölünmüştür. Birinci düşünce, pusuda bekleyen gericiliğin İttihat ve Terakkinin eski kadrosunda yeniden hortladığı ve yönetimi tekrar geri almak istediği şeklindedir. Bu iddiaya göre, İttihat ve Terakki’nin eski üyeleri, iktidarı tekrar geri almak için, Cumhuriyeti yıkacak ve Atatürk’ü öldürerek devleti ele geçireceklerdir. Bunu da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kullanarak yapacaklardı. Diğer bir iddiaya göre, ortada bir suikast olmamasına karşın, Kemalist yönetimin muhalifleri sindirmek adına böyle bir uydurma suikast düzenlendiği ve hem muhalifleri sindirme hem de eski İttihatçı geleneği, devlet kademelerinden tamamen uzaklaştırma amacı güderek böyle bir olaya giriştiği söylenir. Buna göre, sistem uydurma iddialarla İttihatçılardan temizlenecek ve muha-


lefet tamamen susturulacaktı. Bir başka iddia ise İttihatçılar içerisinden bir grubun gerçekten böyle bir suikast hazırladığı ve devletin bu suikast planını daha önce haber alarak, içine sızıp, bunu yalnızca bir suikast girişimi olarak değil, rejime karşı bir tehdit olarak değerlendirip, muhalefeti susturma çabasının bir girişimidir. Yine bu teze göre muhalefet tamamen susturularak, tek adam ve tek parti yönetimi devam ettirilip, muhalif paşalar grubu etkisiz hale getirilecektir. Şüphesiz ki tüm iddiaların haklı olduğu taraflar vardır ancak ortada ciddi bir Kemalist-İttihatçı çatışma olduğunu söylemek yanlış olmaz. Büyük Önder Atatürk, ittihatçılar ile ilgili şöyle söyler: Bir ittihatçı iyi dosttur, iki ittihatçıdan korkulur, üç ittihatçı için ise iktidarı almaktan başka tatmin yolu yoktur. Bu siyasi kıskançlık durumunu Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler isimli eserinde şuna benzetmektedir: “Bir ittihatçı için kendini muhalefette hissetmek kadar kahredici bir şey olamaz. Karizması gereği ittihatçı, muhalefete alternatif gözüyle bakmadığı için, kendisini iktidarın doğal kullanıcısı olarak kabul eder…” Değerli okuyucular, Milli Mücadele ittihatçı kadroların da yardımıyla yapılmıştır. Özellikle eski Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri, Anadolu’daki hücre evlerini de kullanarak, savaşın kazanılmasında maddi ve manevi, insan ve cephe bazında büyük rol oynamışlardı. Aynı şekilde, I.TBMM Meclisinde

de çok sayıda ittihatçı kökenli milletvekili bulunmaktadır. Ancak tabi ki bu kişiler ittihatçıların muhteşem üçlüsüne gönülden bağlıydı(Enver, Talat ve Cemal onların doğal liderleriydi) Zaten amaçta Kurtuluş Savaşı’nda, ordunun başına Atatürk’ün yerine Enver Paşa’yı getirmekti. Amaç imparatorluğu tekrar toparlamaktı, çünkü onlara göre doğal lider Enver Paşa idi. Peş peşe gelen zaferler ve üç büyük liderin ölümü onları mecburiyetten bu fikirden vazgeçirmiştir. Talat Paşa 15 Mart 1921, Cemal Paşa 21 Temmuz 1922, Enver Paşa da 4 Ağustos 1922’de öldürülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra konjonktür değişmiş, ittihatçılar muhalif kalmak suretiyle yeraltına inmişlerdir. Onlara göre, iktidar onların doğal hakkıdır ve iktidarı geri almak için ellerinden geleni yapacaklardır. Cumhuriyete, saltanatın kaldırılmasına çok soğuk bakarlar ve eski rejimin devamından yanadırlar, ayrıca halifelik makamına da destek vermişlerdir. Malta’ya sürgün edilip, daha sonra vatana geri dönenler de bu çalışmalara destek vermeye başlarlar.(Hüseyin Cahit Yalçın gibi) Bu girişimler başarılı olmaz ve Cumhuriyet Halk Fırkası içinde örgütlenmeye başlarlar, amaç Kemalist kadroyu tavsiye etmek ve cumhuriyet rejimi içinde yer edinmektir. Taktiklerinde başarılı olurlar ve İsmail Canpolat ile 20 arkadaşını meclise sokmayı başarırlar. Aralarında Kazım Kara-


bekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele gibi, ittihatçı zihniyete sıcak bakmaya başlayan ama Atatürk’ün en yakın dava arkadaşları bulunmaktadır. Durumun farkına varan Atatürk, milletvekillerinin askerlik yapmasını engellemek için, çeşitli çareler aramış ve kanunla bu durum sabitlenmiştir, amaç ordunun yapacağı bir darbeyi engellemektir. Nitekim bunda da başarılı olunmuştur. Bu noktadan sonra başkanı Kazım Karabekir olan, Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1924 yılında kurulmuştur. Parti muhalif isimleri aynı çatı altında toplar. Parti içerisinde halifelik ve saltanat yanlıları ile Atatürk ve sistemine düşman olan kişiler bir araya gelmişlerdir. 1925 Şubat-Doğu’daki Şeyh Sait İsyanı ve halifelik makamının tekrar canlandırılmak istenmesi Takrir-i Sükûn yasası gereği 5 Haziran 1925 yılında parti kapatılır. İlk demokrasi denemesinin ömrü 8 ay sürecektir. Bu kerteden sonra suikast arayışları başlar. Artık ittihatçılar için bıçak kemiğe dayanmıştır. Atatürk’ü demokratik yollardan deviremeyeceklerini anlayarak babadan kalma yöntemlere dönmeye karar verirler. Suikast fikrinin öncüleri ise şunlardır: İzmit Mebusu Şükrü Bey( eski ittihatçılardan, suikast tertip etmekle görevliydi), eski İttihatçılardan Kara Kemal ve İsmail Canpolat, Eski Ankara Valisi Abdülkadir; ki iddialar suikast fikrinin kendisinden çıktığını söylemektedir. Bu kadro

kendisine tetikçi aramaya başlar, artık gözü kara Yakup Cemilleri yoktur, bu kişide eski Laziztan(Rize) Mebusu Ziya Hurşit’tir. Ziya Hurşit, diğer tetikçileri de ayarlar; Laz İsmail ve Gürcü Yusuf; Laz İsmail hırsız, Gürcü Yusuf ise eski korsanlardandır. Bu konuda değerli yazar Atilla Akar’ın güzel bir yorumunu sizlerle paylaşmak isterim: ‘’Burada derin işler kotarmaya çalışanların mafyavari yöntemlerle bu işi yaptıklarını söylemek yanlış olmaz. Eskiden beri derin devlet ve mafya bu tarz olaylarda birlikte hareket etmektedir.’’ Ankara’da Miralay Mehmet Arif ’le yani, Ayıcı Arif ’le temas kurulmuş ve Ankara’yla ilgili ihtimaller değerlendirilerek reddedilmiştir. Ardından İstanbul düşünülmüş ama Atatürk İstanbul’a ziyarete gitmediği için bu plan da suya düşmüştür. Sonra da üçüncü bir plan olarak Bursa’ya Naciye Nimet isimli kadınla(Ballı Naciye) Laz İsmail, araştırma yapmaya gitmiştir. (İddialara göre Naciye Nimet, Atatürk’e suikast durumdan bahsetmiş, bunun üzerine Büyük Önder Bursa seyahatlerinden vazgeçmiştir) Atatürk Bursa’ya gelmeyince artık suikast için tek hedef İzmir’dir! Pusu kurmak için iki ihtimal bulunmaktaydı. Birincisi Mustafa Kemal Paşa’nın evinin önünden hükümet caddesine doğru giderken pusu kurulması, ikincisi ise konuşma yapacağı yerde bu hain planın ortaya konmasıdır. Burada Sarı Efe Edip isimli bir emekli binbaşıdan yardım almaya karar


verilmiştir. Ancak tam bu noktada eski ittihatçıların hiç hesap edemedikleri bir şey gerçekleşir; Giritli Motorcu Şevki, suikastı İzmir Valisine ihbar etti; çünkü Sarı Efe Edip’in suikasttan birkaç gün önce İstanbul’a gitmesinden şüphelenmişti, ona göre olay tamamen kendi üzerine yıkılacak ve darbeci ittihatçılar bu işten kurtulacaktı. En nihayetinde suikast düzenleyiciler otelde, ellerinde silahlar ile kıskıvrak yakalandılar. Suikast önlendikten sonra derhal mahkeme kurulmaya geçildi. Mahkeme heyetinde bulunanlar ise: Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, Denizli Mebusu Necip Ali Küçüka, Gaziantep Mebusu Kılıç Ali, Yedek Üye de Laz Ali’dir. Bu isimlerden dolayı da heyetin adı dört aliler divanına çıkar… Dava, suikast davasından çıkartılarak, TCF’nın hükümete karşı yaptığı bir ittihatçı darbe olarak nitelendirilir. (Bu noktada Paşalar Grubu tutuklanıyor) 26 Haziran 1926 Yılında yargılama başlar ve Ziya Hurşit hariç bütün herkes iddiaları reddeder. Ziya Hurşit bütün yaptıklarını soğukkanlılıkla anlatır ve işin içinde ittihatçıların da olduğunu söyler. Bu durumdan özellikle Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü büyük rahatsızlık duyacaktır. Bunun nedeni Milli Mücadele’nin en önde yer alan Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Bekir Sami Kunduh, Rauf Orbay gibi isimlerinin davaya ortak edilmesi ve

suikast davasının bir hükümet devirme davasına çevrilmesidir. Özellikle İsmet İnönü bu noktada Atatürk’e rahatsızlığını sert biçimde bildirecek ve ikili arasında belki de ilk ciddi kriz yaşanmış olacaktır. Atatürk, İsmet İnönü’ye milletin bekası için hissi davranamayacağını söylese de eski arkadaşlarının bu işle alakası olmadığını içten içe bildiği için, bir an önce serbest kalmaları için elinden gelen çabayı göstermiş, onların muhalefetinin yasal sınırlar içerisinde kaldığına inanmıştır. Mustafa Kemal’e göre esas mücadele edilen güç darbeci ittihatçı zihniyettir. Davadan iki idam kararı çıkar: 14 Temmuz 1926’da Gürcü Yusuf, Ayıcı Arif, Laz İsmail, İsmail Canpolat, Ziya Hurşit, Şükrü Bey halkın gözü önünde asılmak suretiyle teşhir edilirler. Ölen kişilerin otopsilerini yapan kişi, Bülent Ecevit’in babası Fahri Ecevit’tir… İkinci idam kararları olarak bilinen kararlar da 26 Ağustos 1926’da çıkar. Burada da Maliye Nazırı Cavit Bey, Doktor Nazım, Nail ve Hilmi Beyler idam edilirler. Naciye Nimetin idam kararı ya da ceza almaması durumu devlete haberdar ettiğini gösterebilir, aynı şekilde İstanbul’da suikast ekibine dahil olan Sarı Efe Edip’in de devlete bu durumu haber verdiğini düşünenler çoktur. Yine de bu düşünceler iddia boyutunda kalmıştır; ayrıca kendisinin asılanlar arasında olması bu tezi oldukça zayıflatmaktadır. Bir başka iddia da idam edilen Ziya Hurşit hakkında-


dır. Ziya Hurşit’e bu olay yaşanmadan önce devlet bankası tarafından üç bin liralık kredi açılması, kendisinin devletin adamı olduğu iddialarına yol açmıştır. Yine de yukarıda değindiğim gibi bu düşünceler iddia maiyetinde kalmıştır. Sonuç itibariyle, suikast tertibi başarısız olmasına karşın, davanın sonucunda ortaya çıkanlar, Kemalist-ittihatçı kavgasından galip çıkanın mevcut iktidar olduğunu gösterse de ortada bir suikast planının olması, hükümet darbesi iddialarının son derece tutarlı olduğunu da ortaya koyar. Şüphesiz ki Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nda da halifelik ve saltanat yanlılarının olduğu düşünüldüğünde ciddi manada bir tehdidin de önlendiği söylenebilir. Sonuçları itibariyle Cumhuriyet Tarihi’nin en önemli olaylarından birisi olan İzmir Suikastı, muhalefetin de bir süreliğine bitmesine neden olmuş, Atatürk ve hükümeti hakkında, demokrasiye aykırı hareket etmeleri iddiasıyla birçok söylem ortaya atılmıştır. Değerli okuyucular, bunlar bu hususta ortaya atılan fikirler... Ben elimden geldiğince iki farklı gurubun da düşüncesini sizlere aktarmaya çalıştım; ancak kanaatim odur ki her ne kadar ittihatçılar vatanperver ve milliyetçi insanlar olsa da, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ittihatçıyım diye ortada gezen ekiplerin, Enver Paşa ve ekibinin ekolüyle hiçbir ilgisi yoktur. Bunların gayeleri millete ve devlete hizmet etmek değil, iktidarı ele geçirmek olmuştur. Buradan yola çıkarak,

hali hazırda var olan bir suikast planının ortaya çıkartılmasıyla muhalefet bitirildi gibi gösterilmeye çalışılsa da, alınan önlemlerin o günkü şartlarda gerekli olduğu benim kanaatimce açıktır. Yine de özellikle mahkeme heyetinin Paşalar Grubu diye hitap edilen ekibe maksatlarını aşan davranışları incelenmesi gereken bir noktadır. Maalesef bu noktada da kraldan çok kralcılar ortaya çıkmakta ve bunların cezası Büyük Önderimize kesilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda farklı fikirler edinmek isteyenler Kemal Tahir’in Kurt Kanunu eserini ve Yılmaz Karakoyunlu’nun Üç Aliler Divanı isimli eserini inceleyebilirler. Olayla ilgili en çarpıcı sözü, suikast teşebbüsünden bir gün sonra, Naim Palas Otel’in önünde yaptığı konuşmada Atatürk söyleyecektir: ‘’ Necip milletim beraber çıktığımız bu yolda, ben olmasam da yürümeye devam edecektir. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.’’


MERVE AYGÜN


İstanbul Fuar Merkezi 28-30 Ağustos tarihleri arasında, bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Afet Yönetimi Fuarına ev sahipliği yaptı. Fuarın bu yılki teması; küresel tehdit, yerel tecrübe: Afet yönetiminde sürdürülebilirlik” olarak belirlenmişti. “Çok geç olmadan!” Sloganlı fuara Kalemsiz Dergi olarak siz değerli okuyucularımıza aktarmak için katıldık. Projenin organizatörlüğünü Trio İstanbul üstlendi. 40 ülkenin katıldığı fuarda doğal afet öncesi, anı ve sonrası bireyin yapması gerekenler hakkında bilgilendirdi. Afet durumunda devreye girecek kuruluşların kullanacakları teknolojik ekipmanları ve geliştirilen projeleri yakından izlememize olanak sundu. Uluslararası katılımcılarıyla ve ziyaretçileriyle dikkat çeken fuarda birçok kuruluş malzemelerini ve afet sırasındaki görevlerini anlatırken ziyaretçilerin ilgisinin yoğunlaştığı iki stant vardı. Bahçelievler Belediyesi Arama Kurtarma Ekibi ve Asya Arama Kurtarma Ekibi. Bahçelievler Belediyesi Arama Kurtarma Ekibini, Van depreminde 102 saat sonra kurtardıkları İmdat Padak

isimli üniversite öğrencisinden hatırlıyoruz. Asya Arama Kurtarma ekibi ise dinamik yapısı ve tırmanış duvarı ile fuarda dikkatleri üzerine topladı. Labrador cinsi arama kurtarma köpeğinin duvara çıkışı görülmeye değerdi. Fuarda arama kurtarma, ilk yardım, acil durum, afet erken uyarı sistemleri, denetim teknolojileri, kesme ve ayırma, kurtarma ve kazı, tıbbi yardım, endüstriyel sağlık ve güvenlik, kişisel koruma, su altı ve üstü arama-kurtarma, havadan mücadele, sivil savunma ve korunma için lojistik, yangın önleyici, durdurucu, söndürücü ve görüntüleme, kontrol, alarm sistemleri, yangın ve itfaiye araç trafik güvenlik, jeneratörler, bataryalar ve şarj sistemleri, algılama, ölçüm, analiz ve temizleme cihazları malzemeleri ve ekipmanlarını inceleyip görebilmek mümkündü. Doğal afetler çoğu zaman ölümcül sonuçlar doğurmaz bizi ölüme götüren bilgisizliğimizdir. Afetlerle yaşamayı öğrenmeli ve tedbirlerimizi almalıyız.




Günümüzün Yazıtları:

BLOGLAR OKTAY YENİTÜRK


Blog, internette sıkça karşılaşabileceğimiz topluluğun veya bireylerin yazdığı yazıların bulunduğu internet siteleri. Bu yazıda siz Kalemsiz Dergi okurlarına bloglardan, Türkiye’deki blog kültüründen bahsetmek istedik. Blog, genellikle güncel konulardan, güncel olaylardan bireylerin veya topluluğun yazdığı, yazılan yazıların yorumlandığı; Türkçe karşılığı “günlük” kelimesine denk gelen internet siteleridir. Blog yazma eylemini gerçekleştirmekte “bloglamak” kelimesine denk geliyor. Blogları oluşturan temel yapı taşları ise blogun türü ve yorumlamalardır. Yorumlama kısmında çok yorum oldukça bizde yazarlar “bak benim yazım çok tepki aldı” ruh haline girerek yorumları bir güç gösterisi olarak kullanıyor, fakat blog yorumlamaları okuyucu-yazar arasında sağlam iletişim kurmayı sağlıyor. Blogların türlerine gelirsek bunları sınırlamak pek saçma olur fakat kişisel bloglar, topluluk blogları, kurumsal bloglar temel blog türlerindendir. Ülkemizde bu türlere özellikle bayan blog yazarları yemek blogları ve makyaj/kozmetik bloglarını da katmıştır. Ayrıca ülkemizde bunların yanı sıra bağımsız kitap yorumlarının yer

aldığı kitap blogları ve sadece teknoloji ile ilgilenen topluluk teknoloji blogları da vardır. Bloglar günümüzün yazıtlarıdır çünkü her ne kadar söylemesi üzücü olsa da kitap ölüyor ve fikrini belirtmek isteyen kişiler kendilerine birer blog kuruyor. Yemeği çok meşhur olan birisi artık kitapçık basıp satmak yerine blog yazıyor; politik bir söylevi olan kişi de gidip köşe yazısı yazmak yerine veya kitap basmak yerine takipçilerine bunu bloglar üzerinden ulaştırıyor. Çünkü blog yazmak kitap basıp dağıtmaya göre daha az masraflı (yerine göre hiç masrafsız) bir zevkli eylem. Ayrıca blog internet ortamında yazılan “ücretsiz” yazıtlar olduğu için de yazar kişinin yazılarını birden çok kişiye ulaştırması daha kolay oluyor.

Blog türlerini ve ülkemizdeki yaratıcı blog türleri yukarıda yazdığımız gibi. Şimdi ise bu türler hakkında biraz daha detaylı bilgi verme vakti.


Kişisel Bloglar: Adı üstünde içeriği kişisel, tek bireyin yazdığı blog türüdür. Bu tür bloglara internette genellikle yazarın lakabıyla veya asıl kimliğiyle karşılaşabilirsiniz ki takip ettiğiniz kişi çok sosyal birisi veya her konu hakkında fikrini yazan birisiyse tadından yenmez, kişisel blog türünün ayrıcalığı budur. Topluluk Blogları: Ülkemizde fazlasıyla yer alan bloglardır. Ülkemizde en iyi örnek olarak bir zamanların çok popüler blogu olan “Bildirgeç” isimli blogu bu kategoriye örnek verebiliriz. Topluluk blogları adı üstünde tek bir konu üstünde birden çok kişinin farklı yazılar yazdığı bloglardır. Temasına Göre Bloglar: Tema dediğimizde aklınıza “tasarım” anlamındaki tema gelmesin. Temasına göre derken bunu temasal bloglar olarak da kategoriye alabiliriz. Bu bloglar yukarıda bahsettiğim gibi kitap blogları, kozmetik blogları, fotoğraf blogları olabilir. Temasal bloglarda, bireysel veya komün olmak önemli değildir.

Blog yazacak Kalemsiz Dergi okurlarına tavsiyeler:

Blog yazacaksanız veya yazmayı düşünüyorsanız kesinlikle kendinize bir veya birden fazla ana konu, amaç belirleyin ve bunların dışına çıkmamaya çalışın. Kimse edebi bir metin yazılan blogda aynı zamanda, telefon modelinin incelemesini okumak istemez. Siz en iyi yazabildiğinizi yazın ve blog yazdığınız sürece sosyal olun. İnternetten bulunduğunuz ildeki blog yazarlarını takip edin, arada sırada buluşmalar olabilir. Bu yazının başında dediğimiz gibi yorumlama bölümü asla bir güç gösterisi olarak kullanılmamalı. Sizin bir yazınıza yorum yapan birisiyle mutlaka iletişimde olun, kişinin devamlılığını sağlayın. Ayrıca yazılarınızda temiz bir Türkçe kullanın, imla kurallarına dikkat edin. Kullanacağınız blog şablonu ise mutlaka bloğunuzun temeliyle ilgili olmalı ve göz yormamalıdır. Eğer blog yazmaya karar verdiyseniz ve sıkıntılar çekiyorsanız bizimle Facebook sayfamızdan iletişim kurabilir, size yardımcı olabilirim. Ayrıca blogculara destek veren ağlar ve diğer bloglarda her zaman blog yazarlarının yardımına yetişmekte.


k d

Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.