12 Aral覺k 2011 Say覺 : 5
Bazı Devlet Kurumlarının Telefon Numaraları Kızılay
0 312 430 23 00
Yeşilay
0 212 527 16 83
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
0 312 310 24 60 - 80
Türk Hava Kurumu
0 312 310 48 40 (pbx 10 hat)
Kadromuz İmtiyaz Sahibi
Medya Genel Yayın Yönetmeni Mert Abakuş
Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Nuh Burak Karakaya
Editörler
Barış Melih Cayıt Erdem Kurt
Yazarlar
Aycan Toplu Ayşe Betül Ercan Başak Şimşek Batuhan Öztütüncü Can Alp Alaçam Erdem Kurt Gülşah Uludil Hakan Yıldız Hamza Osmanoğulları Kara Dely Merve Altun Oktay Yenitürk Özge Özgüner Sefa Uludil Sinem Şen Tolga Arslan
Tasarım
Derda Karakış
Editörden
M
erhabalar sayın ‘Kalemsiz’ler, Genç bir yazar kadromuzun yanı sıra genç bir yönetim kadromuz var. Genç olmamızın getirdiği avantajlarla birlikte dezavantajları da var. Maalesef bu yazımda dezavantajlarından biri olan sınav ve vize sorunsalını yazacağım. Bildiğiniz gibi dördüncü sayımızda sizlere dergimizde meydana gelen değişimlerden bahsetmiş ve daha da devam edeceğini söylemiştik. Dergimiz uzun bir ‘revizyon’ sürecinde. İnternetin “gençlere yönelik ilk e-dergi”si niteliğini taşıyan Kalemsiz Dergi hitap ettiği gençlerin ilgi alanına göre kendi yazarlarını kategorize edip, yine sizlere uygun yazı ve çözümlerle geliyor. Ancak yazımın başında da söylediğim gibi genç olmamızın ve üniversiteli olmamızın getirdiği sorumluluklar maalesef Kalemsiz Dergi’nin geçen ay çıkmasının önüne geçti. Sadece üniversite değil aynı zamanda tasarımcımızın sadece bir tane oluşu ve onun da tek başına güç bela yetiştiği sorunsalı da elbet geçen ay dergimizin sayısının çıkmaması için bir gerekçeydi. Bu sayımızda geçmiş gündemlere ait birkaç yazı bulunmakta. “Kadına Şiddet” konusunda derin araştırmalar sonucu ilgi çekicek bir tarzda yazımızın yanı sıra, müzik araştırması için Taksim’in altını üstüne getirerek kapsamlı bir araştırmaya imza attık. Başka bir yazımızda yine müziğin aslında göründüğü gibi olmadığının, algıladığımızdan daha derin bir anlam taşıdığını yazdık. Bunun yanı sıra Türkiye’mizin deprem tarihine göz atıp, TÜBİTAK proje yarışmasında finale kalan proje olan “Osmanlı Devleti’nde Hayvan Hakları”nı sizlerle buluşturduk. Genel olarak siz okuyucularımızın beklentilerine yönelik ve erişilirebilirlik kolaylığını sağladık. Çok keyifli sayımızı okumanız için sizi Kalemsiz Dergi ile başbaşa bırakıyor ve iyi günler diliyorum.
akış
Derda Kar
İnsanoğlunun Hayata Karşı Görevi
İ
stanbul’da bir genelev.Alt kattaki odalardan birinde esmer mavi elbiseli güzel bir kadın ölü bulundu.Henüz yirmili yaşlardabir fahişe.Bıçak tam kalbinden saplanmış. Yatağın üzerinde öylece yatıyor.Gözleri açık.Yatak çarşafı kırışık değil elbisesi üzerinde ve vücudunda darp izleri yok. Bütün bunlar cinayetin tanıdık biri tarafından yapıldığının göstergesiydi.Ve suçlu bulunuyor bir akrabası tarafından öldürülmüştü... Gece 03.00 çöp konteynırında ölü bir bebek bulundu.Annesi tarafından önce doğrulmuş sonra ölü olarak atılmış... Annesi henüz lise öğrencisi ve ne yazık ki çok cahil.Hem kendine hem bedenine ve yavrusuna kıymış... Jinekologlara başvuranların ortalama yaş oranının 16-20 olduğu saptandığı bir düzendeyiz... Lise gençleri fuhuşun ve uyuşturucunu varlığıyla bilincini kaybetmişler.. Töre cinayeti,aile meclisi karar veriyor ve bir koca eşini öldürüyor hiç eli titremden sonra o kişi onure ediliyor kahrolası töre bu topraklarda hala hükmünü sürüyor. Emine sultan göndermiş oğlunu askere.Gencecik fidan gibi askerim benim ülkemde hain kurşunlara hedef oluyor. Daha yuvasını kuramamışken 20 yaşındaki askerim bir gün ölebiliyor.Yüreği yanık anası ağlıyor ağıtlar yakıyor.Çığlıklar yükseliyor ayyuka kimse duymuyor duymazdan geliyor.Onu öldürense aynı vatanın evladı onu öldüren aynı savaşlarda benim atamla omuz omuza çarpışmış bir atanın torunu...
YAŞAMAKTIR 19 yaşlarında bir genç kız tecavüze uğruyor sokak ortasından alıkonuyor... Ya da bir gün aşık oluyor seviyor sevdiği insan onun katili oluyor bacaklarını gövdesinden ayırıyor daha anlayamamışken hayatı ölüp gidiyor... Benim ülkemde bir köyde...Adı Şengül o bir ana.Onada kendi annesi koymuş bu ismi hep gülsün diye.Şengül... Öyle olmadı ama diyor garip sesiyle erkek evladı olmadı diye üzerine gelmiş bir kuma... Benim ülkemde benim toprakalrımda oldu bütün bunlar ezilenler oldu ölenler oldu katiller ün sahibi oldu canla başla kazanılmış bu topraklarda yaşandı bu basiretsizlikler...Kardeş kardeşi vurdu ana evladını unuttu Türkiyem üşüdü titredi yarına umut ekilmedi kalplerde korku geçti saflara... Bir tohum düşşün toprağımıza güneş gibi doğsun yarınlara herşey sil baştan olsa... Ama yok... Kışın baharı aramamalı her kaybediş bir derstir almamız gereken...
Fidan Yaman
Başlıksız Yazı Dizisi Yastığımın titremesiyle tatlı uykumdan uyandım.Mesaj.. “Yarın saat 8’de her zamanki yerde..” Yeni bir iş..yeni bir aya ait ev kirası elektrik su parası..yeni bir aya ait ekmek parası.. Yaptığım işi sevmiyordum tabii.. Ama kim seviyordu ki zaten?.. Mesajı silip telefonun ışığına alışan gözlerimle saati algılamaya çalıştım. 03.02 Artık uyku denen şeyin anlamını yitirmiştim.Kalkıp biraz televizyona baktım.Ekranda oynayan şeyler en az çevirip yarın yayınevine teslim etmem gereken kitap kadar umurumda değildi.İçimdeki rahatsızlığın ne olduğunu çok uzun zaman önce çözmüştüm zaten.. Bunun adı “vicdan” dı.Yaptığım iş “vicdan” denilen duyguyu kabul edemezdi. Mide bulantısı ve kan tutmasını da.. Acaba bu sefer kimi ortadan kaldırılmam istenecekti. Kimi yok edecektim.. İnsan yaptığı işten pişmanlık duyunca sabaha kadar uykusuz kalıyor. Sonra pişmanlık duyduğu işi yapmaya devam edip burkulmaz bir kısır döngüye giriyor. İşte o kısır döngü içerisinden el sallıyorum..”merhaba”.. Ne kadar vicdanıma ve pişmanlığıma bok atsam da asıl konu bu değil tabii ki.. Öldürdüğüm insanları ben seçmiyorum.. Öldürmek istemediklerimi de.. İşimi yapar paramı alır giderim.. Beni tanıyan biri olsa kafadan kontak olduğumu ya da ruhsuz bir psikopat olduğumu düşünebilir. Yaşadığım her kötü anı hakkettiğimi söyleyebilir..
#1
Yanıldıklarını kanıtlayamam. Ama işini bitirdiklerimle birlikte ayrı bir dünyada yaşadığımı düşünürsek belki bunu ispatlayabilirsem biraz acırlar bana.. biraz insaf ha??.. Karşımda oturan adamın gerçekte orda olmadığı fiziksel olarak tabii ki ayrımsayabiliyorum. Ama bu karşımda oturduğu gerçeğini penceremden bakan geçen yaz öldürdüğüm hatunun var olduğu gerçeği kadar değiştirmiyor. Evet ben bir katilim. Bunun için yaratıldım. Bir suikastçı olmak için yetiştirildim. Ve yalnız değildim.Aynı yerde eğitim gördüğüm bir yığın harcanmaya hazır genç tanıdım.Çoğu harcandı.. en az benim kadar harcandılar. Ben biraz daha farklıydım.Öldürdüğüm insanları bırakıp gidemiyorum. Gerçi onlar beni bırakmıyor.Öldükleri andan itibaren bedenlerini evlerini ailelerini işlerini terk edip göt kadar olan apartmanıma yerleşiyorlar. Kafayı yemiş olduğumu düşünebilirler. Aksi olduğunu da hiçbir zaman kanıtlayamam zaten.. Saate baktım 05.47.. Gün hala karanlık.. Oysa saate bakmama ne gerek var.. Gün hep karanlık.. Şirketi aramalıyım. Yeni iş alacağımı bildirmeliyim. Onlar sadece ayarlamaları yapar. Cinayet işleyeceğim saatte başka yerde olduğuma dair kanıtlar yaratırlar. Önce şirketi aramalıyım.. Sonra da uykuma kavuşmam için gerekli olan haplarımla sevişirim.. Kutuda 2 adet prozac kalmış.Lanet olsun.. Bu ilaçları reçetesiz satmıyor olmaları ne kadar da kötü..
Dely’nin Köşesi
Dely’nin Köşesi
Dely’nin sözlüğünden kelimeler Uykusuz geceye biraz duman biraz pusla bakan gözlerimden saçılan ateşler hep bildirmiştir; kaybedilmiş bir savaşın şövalyesiyim. Şövalyesiyim hiç kurulmamış yuvarlak masanın ve kralıyım kimsenin yerleşmek istemediği çorak toprakların. Soytarısıyım kendimin, kralıyım bazen ama en çok veziriyim hem hamleyi bilen her hamlede çökmesinden en çok korkulan bu satranç tahtasının… Eklediğim onca bilgiye karşılık silinmiyorsa aklımdan zamanıdır şeytan çıkartmanın bu denklemden. Geriye kalan tüm denkliklerde sözcük oyunları zorlayıcı yanlarını kaybedip belki huzur bahşederler aklıma kim bilir? Gözlerini geriye devirerek bakan küçük bir çocuğun içinde cehennem alevlerini besleyen tüm kötülüklerin yerinden olması gerekiyorsa zamanıdır şeytan çıkartmanın, tırnaklarını takarak ruhuna acıtarak tamamen gitmesini isteme zamanıdır. Hiç olmamış bir cennetten gülümsediğini varsaydığımız meleklere dua ve yakarışlarla seslenme zamanıdır. Zamanıdır belki de kendi içimizdeki
ŞEYTAN ÇIKARTMA
yangınların sivil savunma kolunu oluşturmanın. Tüm iyi niyet elçilerimizin kelleleri bal dolu terkilerde yollandığında anlarız en fazla kaybetmek üzere olduğumuzu. Zamanıdır kıyıları fethetmenin; hatta zamanıdır o kıyılara delileri, başıbozukları ve şeytanları çıkartmanın, işte o denli hoyrat olabilmeli bazen insan karşısındakine. Ne zamanki ateşlerle sınanır, ne zaman ki şeytanlarla uzlaşılır, ne zaman içindeki yangın gözlerinden saldırır işte o zaman anlarsın, kazanmak sadece bir zamanlamanın hesaplanmasındadır. Oysa bilirsin yenilmez fatihlerin aldığı topraklar zaman içerisinde el değişir. O topraklar ki sonsuz küstahlığında fetih arzusunun kaynamaktadır, bilirsin sen sadece bu hayata bir teğetsin… Hayatın kumar masasında eline aldığın tüm kâğıtların kötü geldiği anda, zamanıdır masanın üzerine elma şekeri yere düşmüş çocuk masumiyeti ile cebinde özenle beslediğin şeytanı çıkartmanın. Rakiplerinin gözlerindeki dehşette ilerlerken bir ressamın çizdiği fırtınalı
denizi düşlersin, işte o an anlarsın bu denklemin tam senin hayaline gebe olduğunu, sonucunu önceden bildiğin bir deneyi yaptığını. Hatta gülümsemek şanındandır yenileni yaralarken, ve düşünmeden fevri hareketlerle incitmek… İçindeki canavarı besleyecek tüm hareketleri hiç denememiş olsan da kolaylıkla hayata geçirebilirsin. Biliyorum, çünkü deliliğin tüm aşamalarından geçtim, akıl oyunlarında demledim bu sözcükleri, ruh yankılarından damıttım bu sahneleri… Biliyorum, çünkü şeytanlarımı en az senin kadar bende gün yüzüne çıkartıyorum… Başkalarının varlığında huzurlu anlarında dans etsin sözcükler antik bir şamanın kadim inanışına ait bilinmezliğiyle… Ruhun bir kristal gibi yansıtsın tüm aklındaki herşeyi, sığındığın bu limanda bomboş bırak aklını çıkart herşeyi. Bak dolunaya, bak denize, bak geceye, bak yaşama… Sadece bir korsan gibi gizli hazineni cebine koy, benden sana tavsiye, herşeyi mahvedecek şeytanı ortaya çıkartma…
Kar
y l e aD
SEN HİÇ ISLANMADIN MI SEVGİ YAĞMURUNDA? Dışarıyı görmüyor musun sevgilim? Bak, yağmur yağıyor. Her damlada bin sevgi düşüyor yeryüzüne. Sen hiç ıslanmadın mı? Her tarafım ıslak, Sırılsıklam sevgi akıyor paçalarımdan. Kurulamak istiyorlar beni; Durun diyorum durun, Paçalarımdan akan sevgi süzülüp ayaklarına dolanacak! Her seferinde yolunu değiştiriyorsun. Ben sana giden yolları sevgimle temizlerken, Sen çamurlu yollardan gitmeyi seçiyorsun. Zoru hep severdin zaten. Oysa bir bilsen ne kadar kolay sevmek… Ruhunun pişmanlıkla çektiği acıyı, Sevginin verdiği kıvançla karşılaştırabilir misin? Cevap ver sevgilim! Sen hiç ıslanmadın mı? Vicdan azabınla ağlayıp temizlerken yanaklarını, Gözlerimde Güneş gibi açan sevgiyi gördün mü hiç? Bak, umut gökyüzünü kucaklıyor kollarıyla… Gökkuşağı diyorlar adına.
Yedi umut bir sevgiye denkse, İki kişi bir sevgiye nasıl denk olamaz senin kitabında? Gözlerimin mevsimi de sonbahara döndü… Öptüğün yerlere gözyağmurlarım yağıyor! İzlerin tuzlanırsa yaşlarımla, yaraya dönüşür mü? Yaralarım bir gün yaprak misali kuruyup, kabuk bağlar mı? Sahi sevgilim, sen hiç ıslanmadın mı? Her şeyi bırak, dön gel. El ele ıslanırız sevgi yağmurlarında. Geçmişin acısı yok olur, sevdamızın arasında. Unutmadan söyleyeyim, hiç unutmayacağım seni… Sevgiden yoksun olduğu halde, aşkı tatmama sebep olan adam! Gözlerimle anlatacağım sevginin anlamını, sana. Koş bana doğru yağmur durmadan, Meydanda bizi bekliyor kumrular… Sahi sen hiç ıslanmadın mı sevgi yağmurunda? Haydi, tut elimi! Gökkuşağı bu sefer aşkımızın güneşiyle açsın…
Sultan Tekinyer
Kadına
Kadın sorunları denilince, akla ilk olarak şid sınırlamaları geliyor. Kadınlar yaşamın her ala lanmayla
Aile içi şiddet hem ülkemizde hem de dünyada görülen ve çok sık rastlanılan bir durumdur. Ülkemizde sığınma evlerinin sayısı oldukça azdır. Var olan sığınma evleri ihtiyacı karşılayabilme yönünden zayıftır. Sokak ortasında bir kadın dövülüyorken kimse karışmayıp(kadın ya da erkek hiç farketmez), trene bakar gibi bakıyor, caddede kadınlar taciz edildiği halde, başta tacize uğrayan kadınlar olmak üzere herkes sessiz kalıyor. Bu nasıl toplumdur böyle? Nasıl böyle duyarsız insan yığınına dönüştük? Kadın kocasından dayak yer şikayet ettiği merci, “O senin kocan, uğraştırma bizi bacım.Ne olmuş dövmüşse? Yarında sever.” Deyip yollar evine.. Bunun gibi binlerce örnek verebiliriz. Konu kadın olunca özellikle de şiddet konusunda yazılacak çok örnek var. Kadının dayak yemesi öyle normal olmuş ki; biz kadınların %80’i film izler gibi izliyoruz.. TEPKİSİZCE.. Hiç de hoş olmayan bu durum yalnızca ülkemizde değil, dünya üzerinde de ciddiyetle durulması gereken sosyal bir olgudur.
Kadına yönelik şiddet nedir? Bunun türleri ve özellikleri nelerdir ?
Kadına yönelik şiddet aile içinde sahip olunacak çocuğun cinsiyetinin kız çocukların aleyhine belirlenmesi, kız çocuklarının cinsel istismarı ve öldürülmesi, dövülmesi, çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri, flörtte şiddet, evlilikte hırpalama, dayak, tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı, cinsel organlara zarar verici davranışlar ve uygulamalar, cinayete kurban gitme ve kadın ticareti şeklinde gerçekleşmektedir. Kadına karşı uygulanan şiddet türleri şöyle sıralanıyor: Fiziksel Şiddet Duygusal Şiddet Ekonomik Şiddet Cinsel Şiddet Tehdit Etmek Çocuğu Kullanmak İzole Etmek Bunlara baktığımızda kadının karşılaştığı şiddetin çok boyutlu olduğunu görüyoruz.
Hangi erkek şiddet eğilimi gösterir?
Genelde şiddet eğilimi gösteren erkeklerde görülen bazı ortak özellikler şunlardır: • Gerçekçi olmayan beklentileri vardır. • Sıklıkla terkedilme, bağımlılık, yardımsızlık, güvenlik duygusunda azalma ve mahremiyetle ilgili sorunlar yaşamaktadır. • Kişilik bozukluğu vardır. • Aşırı alıngandırlar. • İstismar ve şiddetin olduğu ailelerde büyümüşlerdir. • Kadın ve erkek davranışları konusunda katıdırlar. • Madde bağımlılığı sık görülmektedir. • Anormal derecede kıskançtırlar.
Acil Yardım Hattı :
a Şiddet
ddet, tecavüz, gelenek ve göreneklerin zorlamaları ve anında sadece kadın oldukları için ayrımcılık ve aşağıkarşı karşıya kalır.
Şiddete maruz kalan kadın; • • • • • • • • •
Sosyal yaşamdan uzaklaşması Çevreye şiddet dolu tepkiler vermesi(arkadaşlarına,çocuklarına vs.) Depresyona girmesi İçe kapanık hale gelmesi Endişe ve korku hallerinin oluşması Özgüvenini yitirmesi Madde kullanımına yönelmesi (sigara, alkol, uyuşturucu vb.) Eşinden umudunu kesmeme İntihar düşüncesinin oluşması Bunlar sık rastlanılan sorunların bazıları olarak araştırma sonucunda elde edilen bilgilerdir. “Kadına yönelik şiddet raporu” korkunç bir gerçeği gözler önüne serdi. Son 7 yılda 4190 kadın öldürüldü. Hazırlanan rapora göre 2011’in ilk 8 ayı içinde 143 kadın cinayete kurban gitti. 76 kadın canına kast edilen saldırıya maruz kaldı. Meydana gelen 82 tecavüz vakası mahkemelere intikal etti. Katil zanlıların %25’inin 18 yaşından küçük olduğu belirlendi. 2005-2011 yılları arasında, cinayetler en çok 2009 yılında işlendi. 2007’de 1011 ve 2009 yılında ise 1126 kadın öldürüldü.
Şiddetin önüne nasıl geçilmelidir?
Öncelikle sevmeyi öğrenmeliyiz. İnsan sevdiğine zarar veremez çünkü. Eğitim ve cehaletin önlenmesi şarttır. Konu hakkında bireyleri, aileleri ve toplumu eğitim yolu ile bilinçlendirmek gerekir. Bu gibi olayların aile meselesi ve sıradan bir şey olarak görmekten vazgeçersek, şiddetinde önüne biraz olsun geçmiş oluruz. Genel olarak toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi şiddetin azalmasına neden olur. Ancak bu uzun zaman gerektiren bir eylemdir. Kitle iletişim araçlarının, özellikle de en yaygın olarak kullanılan ve toplumu en etkileyici araç olan televizyonun şiddeti öğretici yayınları kaldırılmalı ve önlenmelidir. Şiddetin zararlı yönlerini gösteren, bu konuda halkı bilinçlendiren yayınlar ile şiddeti önleyici bir yayın aracı olarak kullanılmalıdır. Ayrıca eğitim kadar önemli olan bir unsurda psikolojidir. Şiddete meyilli olan kişilerin psikolojik sorunlardan arıtılması gerekmektedir.. Unutmayınız ki sevgi şiddetle ya da başka herhangi birşeyle değil, sevgi paylaştıkça çoğalır..Sağlıklı, mutlu, huzurlu ve şiddetsiz bir hayat geçirmeniz dileklerimle..
0 (212) 656 96 96
Özge Özgüner
Müzik ve Davranışlarımız
Müzik… Hayatımızın tum bölümünü ele geçirmiş durumda. Aslında bundan sikayetçi miyiz? Kendi bulunduğum çevre açısından konuşursam biz memnunuz. Eminim ki sizler de aynı görüştesinizdir. Müzik artık o kadar büyük bir sektör haline geldi ki sınırlarını çizmek mümkün değil. Cünkü siz bu sinirlari cizerken bile o sinirlar genislemeye devam ediyor. Muzigin sadece genclere yonelik kismini ele alacak olursak, bu bile kendi halinde bir dev ; başta gözümüze gençlerin müzik dinleme alışkanlıkları ve gelişen müzik sektörüne verdiği yöne göze çarpıyor.
Can Alp Alaçam
Gençlerin müzik dinleme alışkanlıkları, evet… Belkide bu alışkanlığımız olmasa müzik bugünkü halini alamayacaktı. Müzik dinleme alışkanlığı o kadar yaygın ki Taksim Meydanı'nda geçen gençleri oturup izlediginizde her 3 gençten en az 1’inin kulaklıkla müzik dinlemekte olduğu gözümüze yansıyor. Konumuzu biraz daha ileri götürüp İstiklal Caddesi’nde yürüyen kişilere rastgele hangi müzikleri dinlediklerini sorduk. Yaşadığımız bu renkli gününün ardından sizle cevapları paylaşmaktan mutluluk duyarız; işte cevaplar :
1- Pitbull - Give Me Everything ft. Ne-Yo, Afrojack, Nayer 2- ZAZ - Les passants 3- George Harrison - My Sweet Lord 4- Bobby Breen - Rainbow on the River 1936 5- Pinhani - Ben Nasıl Büyük Adam Olacağım 6- Mor ve Ötesi - Araf 7- Buika - No Habrá Nadie En El Mundo 8- Kesme Şeker - Ne Zaman Gitti Tren 9- Katafalk - Death's Contradiction 10- Jamiroquai - Alright 11- Kendi Yaptığı Şarkı 12- Rihanna - What's My Name? ft. Drake 13- Ada - Eve (DJ Koze Remix) 14- Ogün Sanlısoy - Avunmak Zor 15- Duman - Sor Bana Pişman Mıyım? 16- Kele Okereke - New Rules Gördüğünüz gibi gençler arasında yaygın olan katı bir tür yok. Bu da bize gençlerimizin çeşitlli tarzdaki müziklere ilgi duyduklarını göstermekte. Aslında gençlerin müzik seçimine etki olan en büyük sebep gençlerin ruh halleri. İnsanın ruh hali hangi doğrultudaysa kulaklar bu ruh halini ritim olarak işitsel öge haline getirir. İçindeki ritimler,sözler kalıplaşmış ifadeler insanların biirden ruh hallerini yansıtabilecek birer araçlara dönüşüyor.Müziğin ruhumuzun gıdası olduğunu fark edemesek de aslında müzik, ruhumuz için en temel yapı taşlarından bir tanesidir.
17- Element Of Crime - Don't You Smile 18- SF show '95 (The Trash Women) 19- Hadise - Mesajımı Almıştır O 20- Kurban – Yine 21- Limp Bizkit - My Generation 22- Flört - Aşka Dair 23- Metallica - Fuel 25- Bloc Party - Helicopter 26- Mozart - Requiem 27- Snoop Dogg - Sweat 28- Nine Inch Nails - Getting Smaller 29- Michael Fugain - Une Belle Histoire 30- Lady Gaga - Judas 31- Norah Jones - Come away with me 32- Justin Timberlake - Rock Your Body 33- Pentegram - Anatolia 34- Amerikan müziği (Elvis Presley - Jailhouse Rock)
Bir örnekle taçlandırmak gerekirse; çiçekler yetişme süresince müzik ya da ritmik melodi ile sulandıklarında ve çiçeklerin yetiştiği ortamlarda sürekli melodiler varsa, bu etmenler çiçeklerin gelişiminde önemli bir etkiye sahiptir. Bu kanıtlanmış bir teoridir. Şimdi bir düşünün; bitkileri bu derecede etkileyen bir olgu, nasıl olur da insan bünyesini, ruhunu etkileyemez ? Müzik dinleme alışkanlığı olmayan birileri var mı ? Hiç bilmiyorum. Şu zamana kadar da hiç karşılaşmadım. En katı diyebileceğimiz insanlar bile hiç beklenmedik zamanda hiç bek-
lenmedik tarzda müzikler dinleyebiliyor. Üstelik radyo da değil, direk kulaklıklarıyla dinliyorlar :) Konumuzu yavaş yavaş toplayacak olursak; müziğin insanlarda özellikle de gençlerimiz üzerinde önemli bir yere sahip olduğunu ve bu yerin de sarsılamaz olduğu bir kesindir. Kalemsiz Dergi yazarı olarak , ilk yazımda hayatımızda önemli yere sahip olan müzik hakkında size elimden geldiğince bilgiler vermeye çalıştım. Yazımı sabırla okuduğunuz için teşekkür ediyorum.
Etkisel Müzik M
üzik... Evet bunu okurken bile müzik yapıyorsunuz aslında. Her seyin bir melodisi, bir tınısı var. Mesela ben bu yazımı yazarken müzik dinliyorum. Cok büyük ihtimalle siz de bunu okurken müzik dinliyorsunuz. Müzik vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bazı müzikler farklıdır mesela. Ruhumuzda farklı izler bırakır. Bunları ne kadar isteseniz de fazla dinleyemezsiniz. Dinlememelisiniz de. Cünkü dinlediğiniz zaman aynı acıları tekrar yaşar, aynı şeyleri hissedersiniz (aynı etkiyi bazen bir koku da yapabiliyor). Bu tam tersi de olsa, dinlediğinizde sizi bulutlara da çıkarsa, bunlar farklı şarkılardır. Farklı olarak kalması için fazla dinlemezsiniz. Nadiren dinlendiğinde de sizi rahatlatır, belki de şu an gerçeklesmesi mümkün olmayan, yaşadığnız harika bir anıyı hatırlatır ve siz hayallere dalarsınız. Müzik işte bu, herkeste aynı etkiyi bırakmaz. Onu güzel ve değerli yapan şey de budur. Sayfalarca anlatılabilecek duyguları size sadece üç dakikada ve olabilecek en güzel şekilde anlatır bazen de. Bazı müzikler sezonluktur mesela. Sadece yazın veya sadece sonbaharda dinlenir. Bunlar üzerimizde fazla etkisi olmayan şarkılardır. Dedim ya, sezonluktur, gelir geçer. Çoğu zaman hoşumuza gitmez. Fakat dilimize dolanır, hiç özellikle oturup dinlemememize rağmen ezbere biliriz bu şarkıları. Bilinç altımıza yerleşsin diye verilmiş sübliminal mesajlar gibidir. Bazı şarkılar özeldir mesela. Siz farkedemeden derinlere inmeye başlar. Ağır ağır, sessizce. Gizliden gizliye inişini hissedersiniz. Fakat buna göz yumarsınız. Fazla elinizde değildir bu aslında. Engel olmazsınız. Şarkı artık ruhunuza dokunmaya başladığı, göğsünüzden vücudunuza sıcak bir etkiyle yayılmaya basladığı zaman anlarsınız onun özel olduğunu. Bu his o kadar guzeldir ki, kelimelerle anlatamaz bunun yerine, tekrar o 'özel' sarkınızı dinlersiniz. Böyledir işte bazı şarkılar. Bizi en kuytu halvetlere sokar. Bazense okyanusun tam ortasına. Nerede olacağınız tamamen hissettiklerinize bağlıdır. Tüm Kalemsiz Dergi okurlarına çok özel, çok farklı, hiç de sezonluk olmayan bir gün diliyorum.
Hamza Osmanoğulları
Oyun Dünyasına “Teknik” Bir Adım Evet arkadaşlar yazımın konusu, bir oyun nasıl yapılır? 3 boyutlu oyun yapmak, Öyle korkulacak bir şey değil. Malum ben yazılım mühendisliği okuyorum ve bundan sonra yazılarım genellikle yazılımla ilgili olacak. Öncelikle sağlam bir oyun motoruna ihtiyacımız var. Oyun motoru nedir bilmeyebilirsiniz. Ama genelde bilenleriniz vardır özellikle oyun severler arasında. Sevgili arkadaşlar “be oğlum biz nerden bulalım?, hangisini seçelim derseniz” Ki bunu dediğinizi duyuyor gibiyim , o yüzden burada sizinle onları ve onlarla hangi tarz oyunlar yapılır onu paylaşacağım.
7) IW Engine (Call of Duty 2, Call of Duty: Modern Warfare, Call of Duty: World at War, Quantum of Solace, Modern Warfare 2) 8) Anvil Engine (Assassin's Creed, Prince of Persia, Shaun White Snowboarding, Assassin's Creed II)
9) EGO Engine (Colin McRae: DiRT, Race Driver: GRiD, 1) RAGE Engine (Rockstar Presents Table Tennis, GTA IV + Operation Flashpoint: Dragon Rising, Colin McRae DiRT Episodes, Midnight Club: Los Angeles, Red Dead Redempti- 2, F1 2009, F1 2010) on, L.A. Noire) 2) CryENGINE (Far Cry, Crysis, Crysis Warhead, Crysis 2, Aion: Tower of Eternity)
10) Geo-Mod Engine (Red Faction: Guerrilla)
Bunların hepsi ücretli oyun motorları. Zaten bunlarla yapılan oyunlara göz attığınızda da kolayca anlaşılır bu oyun motorunun ücretleri %50-200 $(92-368 TL) arasın3) Naughty Dog Game Engine (Uncharted: Drake's Fortune, da. Ama umutsuzluğa kapılmayın hemen ücretsiz oyun motorları da yok değil. Mesela; Fps Creator: Bu oyun Uncharted 2: Among Thieves) motorunun kullanılması çok sade. Kesinlikle oyununuzu nasıl dizayn etmeyi anlatmakla vakit kaybetmeyeceğim. Çünkü kusursuz yapacağınızdan 4) The Dead Engine (Dead Space, Dante's Inferno) eminim. Buna karşın oyunu “exe”ye çevirme kısmı biraz karışık. 5) Unreal Engine (Gears of War, Mass Effect, BioShock, Un- Şöyle ki oyundaki file sekmesine gelip orada ki build game’e tıklayın.Ondan sonra orada run mod var ve karşıreal Tournament, Deus Ex, GRAW, Red Steel, Borderlands, sında shift yazıyor.Shift’e mause ile çift tıklayıp z ye basın. Brothers in Arms, Homefront, Mirror's Edge, Singularity, Sonraki evrede, level settinge gelin kaç level olsun istiRainbow Six: Vegas ve daha bir çok oyun…) yorsanız okadar seçin ve son olarak build settinge gelip “buiild game executable” a tıklaın işte bu kadar. 6) Avalanche Engine (Just Cause, Just Cause 2, The Hunter)
Burak Karakaya
Graffiti Graffiti ilk olarak Amerika’da 60’lı yıllarda iki ayrı grubun kullandığı yöntemdi. Politik gruplar görüşlerini belirlemek için sokak çeteleri ise hükmettikleri bölgeleri belirleyip herkese duyurmak için sokak duvarlarına imzalarını bırakmaya başladılar. CoolBread ve CoolEarl adlı iki genç isimlerini duyurmak ve kamuoyunda ilgi çekmek için şehrin bütün duvarlarına isimlerini yazmışlardır. Graffiti ’nin şehir duvarlarından, metrolara inmiştir. Yani Underground’da inmesi “183” takma adıyla tanınan Yunanlı bir gençmiş. 183 metrolarda oradan oraya haber taşırken sprey boyalarla metro adını yazmasıyla başlamış. TAKI bu gencin adi yerine kullandığı bir kısaltma, 183 ise yaşadığı caddenin adıymış. Çoğu metro istasyonunda rastlanan bu ad herkesin ilgisini çekmis. Benzerleri olan JULIO 204, FRANK 207 ve daha birçoğu metrolara isimlerini ilgi çekecek şekilde yazmaya başlamışlar. Bu isimler çoğaldıkça, rekabet ortamının zorunluluğu olan farklı olarak öne çıkma arayışları da başlamış. En ilgi çekici, en renkli yazı biçimini kullanarak adini yazma uğraşı ortaya yepyeni stiller çıkarmış. Ve böylece tag adi verilen graffiti yazarı imzasına semboller, ilgi çekici resimler eklenmeye başlamış. Zamanla kullanılan harflerin boyutları büyümüş, harflerin içi desenlerle süslenmeye başlanmış, yaratıcılık sınır tanımamış.
Graffiti Türkiye’de oldukça geç başladı. Başlangıç tarihini olarak 1995 sayılabilir. Daha önce başka devletlerden bazı writerlar gelip bazı pieceler yaptılar ama sonuçta bunlar Türkiye’de yaşamıyordu. Turkiye’de grafiti ilk olarak İstanbul’da başladı. S2K grubundan REZ İstanbul’da her yere yazmaya başladı. Tek başına yaklaşık bir sene şehri bombalayan REZ İstanbul'un her yerine tag attı. Sonra JEMY'yi yetiştiren REZ ikili olarak devam etti. S2K daha sonra birçok kişiyi alıp yetiştirdi bunların arasında en yetenekli olanları VIGO, HOMER ve TURBO' dur. S2K grubunu zaman geçtikçe büyümeye başladı. İlk katılımlar Türkiye dışında yasayan Türkler oldu. TAXIM, KAIM gruba katildi. Daha sonra Almanya'dan ilk Türk olmayan üye NOTE katildi. Grubun artik Almanya ve İsviçre'de üyeleri bulunmaktaydı. Bu aralarda HOMER ve TAXIM Türkiye’de ilk treni bombaladılar. Sonra Grubun train ekibi Frankfurt’tan katildi. BUD ve PAYN S2K grubuna katıldılar. Grup halen Turkiye’nin en aktif ve en büyük grubudur. Bazı gençlerin grup kurma girişimleri olmuştur ama bunlar 1-2 duvardan öteye gidememişlerdir. 1995 yılından beri S2K legal ve illegal olarak birçok projeye imza atmıştır. Grubun üyesi ve halen yöneticisi olan TURBO Türkiye’de Hiphop kültürünün yayılmasında çok payı desteği vardır. Birçok dergide rap, graffiti ve break dance konusunda yazılar yazmıştır. Birçok Türkçe rap cd si için cover yapmıştır.
OSMANLI’DA HA
*Bu projeyi birlikte yaptığımız Belkıs Abufaur arkadaşıma ve yardımlarını bizden hiç esirgemeyen Sayın Namık Dündar hocama teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim *Bu yazı projenin kısaltılmış halidir.
Erdem KURT
Giriş
‘Hayvan Hak alınmadığı tartış hayvanlara yap gördük. Şampiy bunun üze
Osmanlı Devleti’nin hayvanlara bakış açısını etkileyen en önemli etmenlerden birisi tarihten gelen kültürel birikimi, diğeri ise İslam düşüncesidir. Türkler varoluşundan beri hayvanlara sevgi, saygı ve merhamet duygusuyla yaklaşmışlardır. Bunu Türklerin atlara, kurtlara, kedilere, kuşlara ve benzeri hayvanlara yüklemiş oldukları kutsiyetten biliyoruz. Bayraklarında ve mimari eserlerinde bu figürleri kullanmalarından hayvanlara verdikleri değeri daha iyi anlıyoruz. Bu konuya birde Osmanlı Devletini kültürel ve sosyal açıdan etkileyen en önemli unsur olan İslam açısından ele alacak olursak öncelikle Osmanlı toplumunun rehber edindiği Kuran’dan ve peygamberin sözleri ve yaşantısından bahsetmeliyiz. Hz. Muhammed’in sözlerine baktığımızda hayvanlara saygı gösterilmesi, korunması, eziyet edilmemesi, aşağılanmaması konularında hem söz hem de yaşantı olarak örnekler bulabiliriz. İşte Osmanlı insanı dinlerin buyruklarına ve tarihi süreç içinde oluşan örf, adet ve geleneklerden doğan ilkelere berû bârgîrlerin üzerinde bağlı olub, yakın vakitte kaldırılmış olan çifte sürü bağlıdırlar bağlanmayub, demirsiz semer bulunmaması ve avdet eder hayvanlar başıboş salıverilmeyüb ve karıştırılmayub birbiri Osmanlı İmparatorluğunda kuruluşundan itibaren arkasına bağlanarak yularlarından tutulması ve nakhayvan hakları konusunda yasal düzenlemeler yaliyesi maktû‘an bazar olunan yüklerin âdetlerinden pılmıştır. Bu konuyla ilgili çeşitli kanunlar ve ferziyâde ve hayvanlar avdet ettikleri vakit bir müdmanlar yayımlanmıştır. Çalışma konumuzu ile M detçik dinlendirilmedikçe yola vurulmaması ve teşkil eden bu fermanlardan biri, hicrî 10 Şaban Zapti ikindiden sonra ve Cuma gününde asla bu misillü 1254 (miladî 30 Ekim 1338) tarihli bir belgedir ve Beygi hayvânâta binilmemesi ve yük dahî yükletdirilmekonusu hayvan haklarıyla ilgilidir: “... emr ü fermân reketl yerek istirahat ettirilmesi...”ifade edilmiştir. buyurulduğu üzre, at ve merkeb hammalları ve kullan İkinci Beyazıt devrinde hazırlanan 1502 tarihli midillücüler ve arabacılar kethüdâları celb ile cirm ü kanun İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hüküm son cisimleri hakîr olan Çamardı ve Akyazı ve Sarut ve “Vilay derece dikkat çekicidir: " Ve ayağı yaramaz bârgiri anlara mümâsil birle sürülecek kerestenin merkebleuygul işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler re boyralık ve kızaklık ve bunlara müşâbih vasatü’lilişkin ve semerin göreler. Ve ağır yük vurmayalar; zira cirm olan kerestenin bârgîrlere ve bunlardan mâ‘adâ aylıkt dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursâir ecnâs-ı kerestenin cümlesi arabalara tahmîl zebhe sa, sahibine tamam ettüre. Etmeyeni ve eslemeyeni olunarak, fîmâ ba‘d, merkeb ve bârgîrin kaldıramagayes gereği gibi hakkında gele." yacakları kerestelerin yükletilmemesi ve beşer altışar tavuk Padişah 3. Murat, 1587’de "yük beygirlerine taşıyabihayvanın onar onikişer yaşında olan makûlelerini şişirip leceklerinden fazla yük yüklenmemesi konusunda" sürücü ta‘yiniyle birden bire sürdürmeyerek kereste “yaya ferman çıkardı. Fermanda, sahiplerinden, hayvanve hatab ve kireç ve taş ve tuğla ve bunların emsâli larda larını iyi beslemeleri istenirken, hayvanlara tahamyük taşıyan merkeblerin üç, nihâyet dört ve bir ve vanla mül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklemek de bârgîrlerin dahî iki nihâyet üçüne bir zabt ve idâreye sokak yasaklandı. muktedir bir sürücü ta‘yin olunması ve sâlifü’zbinm 23 Muharrem 1278 (31 Temmuz 1861) tarihli zikr yük bârgîrleriyle izci bârgîrlerinin sürücüleri tahm padişah iradesiyle yürürlüğe giren; "Zabıtaca Men'i avdetlerinde üzerlerine binmemek için kadîmden sürük Lazım Gelen Mevat Hakkında Zabıta Memurları
1-Yönetici Uygulamaları (Arşiv Belgeleri Işığında)
AYVAN HAKLARI
kları’ konusunda günümüzde çok tartışılan konulardan biridir. Ülkemizde hala bu konunun yeterince önemle ele şılıyor. Hatta bu sadece bizim ülkemizde değil dünyada da tartışılan bir husustur. Haber programlarında birçok kez pılan işkenceler ekranlara getirilmektedir. Bunun son örneğini de Euro 2012 şampiyonasının yapılacağı Ukrayna’da yonanın yapılacağı kentlerden birinde sokak köpekleri öldürülmeye başlayınca dünya çapında tepkiler oldu. Ben de erine üç yıl önce okul arkadaşımla katıldığımız proje yarışmasındaki konuyu sizlerle paylaşmaya karar verdim. (Bu proje Tübitak Proje Yarışması’nda bölge finallerine kalmıştır.)
Merkezde Bulunan Bilcümle Zabitan-ı Asakir-i iye'ye Verilen Talimatın alt başlığı, "Yük Taşıyan ir ve Hamallarını Ve Merkepçilerin Suret-i Halerine Dair Kanun" yani yük taşıyan at ve eşek nan hamalların uyacakları esaslar düzenleyen ndur. " ayet Belediye Kanunu”nun (1877) yasaklanan lamaları içeren 62’inci maddesinde, hayvanlara n olarak; “hasta koyun ve sığır ve dana ve iki tan küçük kuzu ve dört aylıktan küçük dana etmek ve ağustosun on beşinden evvel ve şubat sinden sonra av kuşları sayd ve furuht etmek ve k ve hindi ve kaz misillü kuşların göğüslerini p de satmak”. a kaldırımlarında hayvan yürütmek ve sokaka hayvan koşturmak ve yüklü ve yüksüz hayar yularlarıyla yekdiğerine rabtolunmayıp da klarda başıboş sürülmek ve yük hayvanlarına mek ve hayvanları darbetmek ve hayvanlara mil olunan kereste ve demirlerin uçları yerlerde klenerek götürülmek ve fener olmayan so-
kaklarda geceleri yük taşımak ve lagar ve yaralı ve sakat hayvanlara yük yükletmek ve sağlam olan yük bargirlerine yüz yirmi ve merkeplere altmış kıyyeden ziyade yük tahmil etmek“ . “belediyenin tensib etmediği mahallerde başıboş inek ve öküz ve koyun ve keçi ve hayvanat-ı saire salıvermek ve sokaklarda gezdirmek ve dükkânlar önlerinde koyun ve hayvanat-ı saire bağlamak” hükümleri bulunmaktadır. Bu örnekler gösteriyor ki, hayvanların hukuki statüsü, taşınır mal statüsünden daha ileri seviyede olmuştur.
2-Hukuki uygulama açısından Şeriyye Sicilleri
Her toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da teamüllere uymayanlar hukuki tedbirlerle karşı karşıya kalmışlardır. Dini esaslara göre yönetilen Osmanlı sistemi de konumuz olan çevreyle ilgili ahlakî ve hukukî kurallara uymayanlar hakkında çeşitli kararlar vermiştir. Konuyla ilgili bazı kararlar incelendiğinde durum daha iyi anlaşılacaktır. Çağdaş insan için “hayvan haklarının” tamamen son zamanlarda ortaya çıkmış yeni bir konu olduğu bilinmektedir. Hayvan hakları bir yana, insan haklarıyla ilgi sorunların çözülemediği, insanın insana
düşman olduğu; modern insanın “öteki” olarak tanımladığı hemcinslerinin hakkını, hukukunu, maddi ve manevi şahsiyetini yok etmeye çalıştığı, etnik temizliklerin yapıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bununla beraber, Osmanlı toplumunda farklı ırk, millet, din, kültür ve etnik gruplara mensup insanlara büyük bir müsamaha ile bakıldığı; tüm bu grupların her tür haklarının teminat altına alındığına yukarıda işaret etmiştik. Aynı şekilde, Osmanlı toplumunda hayvanların korunması ve onlara herhangi bir şekilde zulüm ve işkence edilmemesi için de bazı kanuni tedbirlerin alındığı görülmektedir. Böylece, “hayvanlara iyi bakma ve zulüm etmeme” insanların vicdanına ve kişisel kararlarına bırakılmayarak, konuyla ilgili gerekli önlemlerin alındığı görülmektedir. 9 Şubat 1829 tarihli bir belgede İstanbul’da odun, kömür, kereste vb. yükleri taşıyan atlarla ilgili olarak şu uyarı yapılmaktadır: Hamalların Cuma günleri hayvanları tatil etmeleri [çalıştırmamaları], hayvanlara güzelce bakmaları, yüklerini boşalttıktan sonra dahi hayvanlara binmemelerinin eskiden beri uyulan bir usul olduğu belirtilmekte, ancak son zamanlarda buna uyulmadığı belirtilerek, gerekli tedbirlerin alınması talep edilmektedir. Konuyla ilgili bir diğer belgede ise, İstanbul’daki hamalların ikindiden sonra atları çalıştırdıkları ve dahası yükün üzerine bindikleri belirtilerek bunun önlenmesi istenmektedir. Bunun önlenebilmesi için ilginç bir yöntem de önerilmektedir: Yük beygirlerinin semerlerinin tam ortasına üç adet çivi çakılacak, böylece beygirlere binmek mümkün olmayacaktır. Buna uymayanların ise şiddetle cezalandırılacağı belirtilmektedir.52F 27 Temmuz 1730 tarihli bir belgede ise atlara binen hamalların sokaklardan geçerken kirli suları özellikle yaşlıların, kadınların ve çocukların üzerine sıçratarak onları rahatsız ettiği; atlara yüklenen ekmek sepetlerinin üzerine ayaklarını uzatarak, ekmeğe [nân-ı aziz] hürmetsizlik ettikleri belirtilerek bunun önlenmesi istenmektedir. Mahkeme kararlarında rastladığımız diğer bir konu ise avlanmayla ilgilidir. Bahar mevsiminin hayvanların yavrulama zamanı olmasından dolayı, eskiden beri bu mevsimde avlanmanın yasak olduğu belirtilmekte, ayrıca konuyla ilgili olarak her yıl hem yetkililerin ve hem de avcıların uyarıldığı görülmektedir. Hayvanlarla ilgili en ilginç belgelerden birisi 1919 tarihli olup, sokak köpeklerinin Belediye tarafından itlâf edilmesiyle ilgilidir. Günümüzde de sık sık kamuoyuna yansıyan bu sorunla ilgili olarak alınan karar ilginç olduğu kadar önemlidir de. Zira İslamî bir devletin bir kurumu olan Belediyenin yaptığı bir uygulama, vatandaşın şikâyeti üzerine Şeyhülislam’ın verdiği kararla haksız bulunarak yasaklanmıştır. Konu kısaca şöyle cereyan
etmiştir: Ahmet isimli bir vatandaş, 25 Teşrinisani 335 (1919) tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde “bîçare” sokak hayvanlarının Belediye tarafından itlaf edileceğini öğrenir. Bunun üzerine büyük bir üzüntüye kapıldığı anlaşılan Ahmet Efendi harekete geçerek, Şeyhülislama bir dilekçe yazar. Öncelikle Belediyenin köpekleri itlaf için ileri sürdüğü gerekçeleri gerçekçi bulmadığını ve bu nedenle de katılmadığını belirterek, “Merhamet edenlere Rahman merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet ediniz, semadakiler de size merhamet ederler” hadis-i şerifini hatırlatarak, bu zulmün önü alınmadığı takdirde daha başka felaketlerin meydana geleceğinden endişe ettiğini bu nedenle Şeyhülislamın buna mani olmasını talep eder. Mahkeme kararlarındaki 26 Ağustos 1822 tarihli diğer bir belgeden anlaşıldığı kadarıyla, bazı kişiler kurban kesimi ve bunlardan meydana gelen atıklar konusunda yeterli dikkati göstermemektedir. Bu nedenle adı geçen karar bu konuda ihmali olanların uyarılması, gerektiğinde cezalandırılması konusunda yetkilileri uyarmaktadır.
O
3. Vakıflar ve Çevre
smanlı vakıf sisteminin en önemli fonksiyonlarından birisinin maddeyi ve malı yüceltme yerine, insanî değerler ile hayatın bütünlüğünü yüceltmesi ve bu değerlere saygıya yaptığı vurgu olduğu söylenebilir. Günümüz tüketim toplumunun maddeye ve sınırsız tüketime şartlandırılmış insanı için bu hususu anlamak zor olsa da, Osmanlı bireyine göre dünyanın varlığı emanet olup, dahası kararsız ve değişkendir. Başka bir ifadeyle, “bâki ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan misafir gibidir” Bu anlayışın sonucu olarak, insanların mal ve mülk esaretinden özgürleşmesi, dahası bireyin başta serveti olmak üzere, imkânlarını başta insan olarak, tüm canlıların menfaati için kullanması veya kullanılmasını sağlamasıdır. Vakfiyelerden anlaşıldığı kadarıyla malını vakfedenlere göre, “vakıf, hayır ve sadaka türlerini en mükemmeli ve bâki kalacak iyiliklerin en güzelidir.” Dahası, “dünya hayatının geçici olması insan ömrünün bir gün biteceği ve bu dünyada yapılan tüm iyiliklerin karşılığın ahirette verileceği” gibi dinî bir anlayışın yanı sıra, “topluma yararlı bir fert olma ve ihtiyaç içerisinde kıvranan bir canlının imdadına yetişmenin verdiği psikolojik hazzı” duyma gibi etkenlerin de vakıfların ortaya çımasında etkili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Osmanlı dönemi “vakıf eğitim ve hayır kurumlarından” olan başta camiî, medrese, tekke, sübyan mektebi, hamam, çeşme, kütüphane, kitap, darü’-şifa, darü’z-ziyafe, ribat, köprü, yol ve kervansaray gibi eserlerle bunların kuruluş gayeleri ve hizmet hedefleri incelendiğinde, bunların herhangi bir ayırım yapmaksızın bütün mahlûkata dönük olduğunun görülmesi anlamlıdır. Görüldüğü gibi, başlangıçta ihtiyaçların giderilmesi amacıyla ortaya çıkmalarına rağmen, daha sonraları hayatın her safhasında yerini alan vakıflar, özellikle de Osmanlı’larda hem ferdi hem de devleti ilgilendiren bir yaşam
biçimi haline gelmiştir. Konumuz açısından en dikkate değer olan vakıf türü ise hayvanlarla ilgili kurulan vakıflardır. Hayvanlar için kurulmuş vakıflar ikiye ayrılır. Birincisi, geçici vakıflardır. En yaygın olan hayvan vakıfları bu türden olanlardır. Hayırsever insanlar belirli bir miktar parayı görevlendirdiği bir kimseye vererek et ve ekmek dağıttırırlardı ya da kendileri bunları satın alarak hayvanları doyururdu.
rını giderirlerdi.” Osmanlı Devletinin sosyal yapısına baktığımızda çevreye ve hayvanlara olan duyarlılığın kanunnamelerden kaynaklanan bir zorunluluk olarak yerine getirilmediği adeta insan dışı varlıkların hepsini bir bütünün parçası ve Tanrının bir emaneti olarak görüp yaşamlarının ve ölümlerinin önemli bir unsuru haline getirdikleri görülmektedir.
O dönemde sadece beslenmeleri için vakıflar kurmakla kalmamışlar, hastalandıkları zaman, tedavi işleriyle de ilgilenmek üzere özel hastaneler açmışlardır. Ünlü Fransız yazar Montaigne bile bu konudan bahsetmeden geçmemiştir.” Türklerin hayvanlar için bile vakıf ve hastaneleri vardır.”
4. Batılı Seyyahların İzlenimleri
Evliya çelebi XVII. Yüzyılın ortalarında İstanbul’da bülbül satan dükkânlardan başka beş yüzden fazla kafeslik ötücü kuş satan dükkânların var olduğunu söylemektedir. Dr. Brayer bu hususa şöyle işaret eder: ‘Türklerden bazıları çocukları için aldıkları kuşları salıvererek çocuklar bu davranışlarıyla Allah’ı mutlu ettiklerini düşünürler ve çok sevinirler.’ Bilindiği gibi Anadolu’nun hemen her şehrinin bir cami avlusunda toplanan kuşların, güvercinlerin yemlenmelerine dair vakıflar bulunduğu görülmektedir. İstanbul Büyükçekmece Köprüsü’ndeki Yeni Cami, Üsküdar Sultan Selim Camisi ve Ayazma camisi gibi vakıf eserlerinde “serçe saray, kuş köşkü veya kuş evi” denilen minyatür yuvalar, küçük kuşların bu mimari vakıf eserlerinde misafir edilmeleri için düşünülmüş birer tamamlayıcı unsur olarak düşünülebilir. Bir vakfiyede de, camilerin civarındaki leyleklerin bakımlarına harcanmak üzere tahsisatların ayrılmış olması yerleşme yerlerinde tabiat varlıklarının yaşatılması hususunda ilgi çekici bir uygulama olarak görülmektedir. Leylekler için kurulmuş olan vakfiyeleri daha detaylı araştırırsak Osmanlı Devletinin Bursa da kurmuş olduğu ilk hayvan hastanesi olan "Gurabahane-i Laklakan"ı görüyoruz. 19. yüzyılda Osmanlılar tarafından hizmete sokulan Gurabahane-i Laklakan, edebiyatçı Ahmet Haşim'in anılarında şöyle anlatılıyor: "Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı'nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malûl hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar.'' “Türklerin kuş ve hayvan sevgisiyle ilgili olarak eskiden yaptıkları başka bir adet daha vardır: Kuşlar ile diğer böcek ve hayvanların su ihtiyaçlarını gidermek için, mezarların kenarına taş ve mermerden oyulmuş suluklar yerleştirirlerdi. Eğer, mezar mermer kaplıysa bizzat mezarın ayakucuna suluklar oyarlardı. Çeşme kenarlarına da suluklar yaparlardı. Böylece oralarda biriken yağmur sularından veyahut ziyaret zamanlarında hususan getirilip dökülen sulardan kuş ve diğer hayvanlar su ihtiyaçla-
O
smanlı toplumunun çevreyle ilgili dünya görüşünü ve değerler sistemini en iyi gözlemleyenlerin “Osmanlı ülkesine çeşitli sebeplerle gelmiş, ikamet etmiş ve Osmanlının sosyal hayatını yakından gözleme şansı bulmuş olan” Batılı seyyahların olduğu görülmektedir. Bu seyyahlara göre: ‘Osmanlı ülkesinde insan ve hayvan haklarına çok büyük önem verilmektedir. Hayvanlar için çeşitli vakıf ve kuruluşlar mevcuttur.’ Diye beyanda bulunmuşlardır. İngiltere’nin İstanbul sefaretinde kâtiplik görevi yapan Ricaut’un gözlemleri yukarıda zikredilen vakıf medeniyetinin kapsamını da çok güzel göstermektedir. Ricaut, Osmanlı insanının “hayvan haklarına ne kadar saygılı olduğunu, onların beslenme ve korunmalarına ne kadar önem verdiğini” belirterek bunun en iyi delili olarak “hayvanlar için kurulan özel vakıfları” zikrederek: “Fakir insanlar için kurulan aş evlerinde, insanlardan başka kedi ve köpek gibi hayvanlar da doyurulduğu gibi, sırf kedi ve köpek gibi hayvanlar için özel vakıflar da kurmak adetti” der. Dahası “bazı şehirlerde kediler için yapılmış binaların olduğunu, gıdaları için vakıflar kurulduğunu, kedilerin hizmeti için vekil harçlar ve uşaklar tahsis edildiğini” söyler ve bunun Batılılar için gülünç gelebileceğini belirtir. 16. yüzyılda, Doğu ülkelerinin kültürlerini, işe yarar maddelerini, eski eserlerini tanımak, kaydetmek, bunlardan örnekler toplayıp kendi ülkesine götürmek için seyahat eden Avrupalı gezginlerden biri Pierre Belon’dur (1517-1564). Belon, Doğu gezisi sırasında İstanbul’a da gelmiştir. Seyahatnamesinde İstanbul’daki hayvan sergilerinden bahsetmiştir.“…Halkın Konstantin Sarayı dediği eski bir sarayın harabelerinde, Sultan, fillerini ve diğer bazı munis hayvanları beslemektedir. İstanbul’da, Sultan’ın yabani hayvanlarının bulunduğu bir yer var. Burası Hipodrom’un yakınında bulunan eski bir kilisedir. Kilisenin her sütununa bir aslan bağlıdır ki biz bunu kolayca görebildik. Bunları istedikleri zaman çözmekte, çekip çevirmekte ve tekrar bağlamaktadırlar ve hatta bazen şehre bile götürmektedirler. Sultanlar ne kadar barbar olmuş olsalar da, benzeri olmayan ve nadir hayvanları görmekten zevk alırlar. Öyle ki, Sultan’ın hâkim olduğu her ülkede yabani bir hayvan tutulduğunda İstanbul’a yollanır ve Sultan ona iyi baktırır ve besler.
Türkiye ve Depr
1. 1509 Büyük İstanbul Depremi, Marmara Denizi'nde Adalar yakınlarında 10 Eylül 1509'da olmuş bir depremdir. Depremin büyüklüğü ve yarattığı ağır hasar sebebiyle halk arasında Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) olarak adlandırılmıştır. Depremin büyüklüğü tam bilinmemekte 7’den büyük olduğu tahmin edilmektedir. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan bütün şehir harap oldu. 1509 İstanbul Depremi, “1000 yılından sonraki dönemde Doğu Akdeniz'de meydana gelen en büyük deprem” olarak nitelendirildi. Depremde 160.000 nüfusa ve 35.000 yerleşim birimine sahip olan İstanbul'da, aralarında Osmanlı hanedanından bazı kişilerin de bulunduğu 13.000 kişi ölmüş, 1070 ev tamamen yıkılmıştır. Depremde en büyük hasarı camiler görmüştür. 109 cami tamamen yıkılırken, ayakta kalanların tümünün de minaresi tahrip oldu. 1070 ev yıkıldı, surlar zarar gördü, burçlardan 49'u yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Ayasofya Camisi'nin ise fetihten sonra yapılan minaresi yıkıldı. 2. Bayazıd'ın Topkapı Sarayı'ndaki yatak odası da depremden çöktü, ancak padişah bir kaç saat önce odadan ayrıldığı için zarar görmedi. Depremden sonra toplanan Divan-ı Hümayun, depremin izlerini silebilmek için her evden 22 akçe ek vergi toplanmasına karar verdi. Şehrin yeniden imar edilmesi için imparatorluk çapında harekete geçildi. Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den 29 bin işçi ve usta İstanbul'a getirildi. Şehrin imarı için işçi ve malzeme temini zaman aldığından, İstanbullular 1509 kışını derme çatma yapılarda, büyük zorluklar içinde geçirdi. İstanbul'daki imar faaliyetlerine 29 Mart 1510'da başlandı ve çok kısa bir sürede 1 Haziran 1510'da bitirildi.
1766 İstanbul Depremi
4. Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul'da 1509'dan sonra büyük deprem, 22 Mayıs 1766'da yaşandı. Kurban Bayram üçüncü gününe denk gelen deprem, bir perşembe günü, g doğduktan yarım saat sonra meydana geldi. Deprem sıras korkunç gürültüler işitildi ve bu gürültüleri yaklaşık 2 da ren bir sarsıntı takip etti. Bundan sonra ise 4 dakika kada düşük şiddetli bir deprem daha oldu. Bu depremin artçısı sarsıntılar 8 ay devam etti. Depremde yaklaşık 4 bin kişi ö çok sayıda kişi de yaralandı.
Depremde Fatih Camisi tamamen harap oldu, 100'den fa renci medresenin yıkıntıları altında kaldı. Sultanahmet, Ç Ali Paşa, İbrahim Paşa, Davud Paşa, Firuzağa, Hafız Ahm camileri de hasar gördü. Topkapı Sarayı, Eski Saray ve sur etkilendi. Devrin padişahı 3. Mustafa bir kaç gün boyunc da kaldıktan sonra İstanbul'u terk ederek Edirne'ye gitti. Vezirhan, Hırkacılar, Şekerciler, Baltacılar, Çuhacılar ve K çılar hanlarının bazı bölümleri yıkıldı. Kapalıçarşı, Esir P Örücüler Çarşısı da hasar gördü. Yerebatan Sarnıcı'nın de rinden biri çöktü ve şehir sular altında kaldı. Yollar ve kö hasar gördü, bazı yollar kapandı. Halk uzun süre çadırlarda kaldı. Artçı depremlerin 8 ay s ve 5 Ağustos’ta da şiddetli bir depremin daha yaşanması i rın evlerine uzun süre girmesini engelledi. Şehirdeki gıda depolarının ve hanların yıkılması veya har olması sonucu yiyecek sıkıntısı doğdu, içme suyu şebekes zarar görmesi halkın temiz su bulmasını zorlaştırdı.
5. 1859 Erzurum Depremi 2. 1603 Doğu İzmir Depremi 2 Haziran'da, saat 10:30 'da meydana gelen deprem 6.1 şi 23 Şubat’ta meydana gelen deprem 7.5 şiddetinde olmuştur. İz- dedir. 15.000 kayba neden olmuştur. mir ve Aydın civarı etkilenmiştir. 2500 kişi hayatını kaybetmiştir. 6. 1903 Malazgirt Depremi Ne yazık ki şehir merkezi olmadığı için fazla bilgi bulamadım. 28 Nisan 1903’te, 7.0 şiddetinde gerçekleşen depremde 3. 3. 1688 İzmir Depremi öldü, 20.000 hayvan telef oldu, 12.000 ev yıkıldı. Malazgir İzmir’deki hasarın çoğu, şehrin aşağı kısmında (deniz kıyısı) remi dünyada 7.0 üzerinde gerçekleşen 100 depremden b oluşmuştur. Deprem saat 11.45’te meydana gelmiş ve 20-30 7. 1930 Hakkâri Depremi saniye kadar sürmüştür. Birçok kilise tamamen yıkılmış ve 17 7 Mayıs 1930, saat 00.34’te Türkiye-İran sınırında meydan camiden sadece 3’ü ayakta kalmıştır. İzmir’de, 35’i Fransız, 3’ü İngiliz, bir tanesi de Hollanda’lı olmak üzere 5000’den fazla insan gelen depremdir. Sınırın Türkiye tarafı bu depremden etk ölmüştür. Çok sayıda insan yangında telef olmuştur. Başka kişiler Büyüklüğü 7,2 olan bu depremde 2514 kişi öldü, yaklaşık ise o tarihte farklı bir deprem daha olduğunu belirtmiştir. Dep- bina hasar gördü. remin merkezinin İzmir Koyu girişinde bulunan Sancak Kalesi 8. 1939 Erzincan Depremi civarında olduğu saptanmıştır. İzmir’de ticari hayat tamamen 26-27 Aralık 1939 tarihinde Erzincan’da oluşan çok şidde durdu. İki veya üç han yıkıldı ve 600-700 tüccar hayvanları ile sarsıntısıdır. Richter ölçeğine göre büyüklüğü 7,2 olan de beraber yıkılan bu hanların içinde hayatlarını kaybettiler. Deprem sonucunda toplam 32.962 kişi hayatını kaybetmiş, ya remin hissedildiği Turgutlu, Alaşehir ve Manisa da ise hafif şık 100.000 kişi de yaralanmıştır. Oluşan deprem neticesi hasarlar oluştu. Bu depremle ilgili olarak hazırlanmış bir Fransız 116.720 bina yıkılmıştır. Dünyanın büyük depremleri ara raporunda şehirde 15000-16000 kişinin bu depremde telef oldu- sayılan bu deprem Türkiye’nin en ciddi deprem felaketler ğu, çok sayıda kişinin ise deprem sonrası çıkan yangında perişan birisi olarak tarihe geçmiştir. olduklarını bildirilmektedir. Bir kısım halk İzmir’i terk ederek civar köylere yerleşmiştir.
remler
a ikinci mı'nın güneş sında akika süar süren ı olan öldü,
azla öğÇorlulu med rlar da ca çadır-
KalpakPazarı ve estekleöprüler
sürmesi insanla-
rap sinin
iddetin-
.500 kişi rt depbiridir.
En son Van’da gerçekleşen 7.2 şiddetindeki depremden sonra, önce İstanbul sonra ülkemiz depreme hazır mı diye soruldu. Biz aslında Türkler olarak bu topraklarda 2. Bayezid devrinden beri depremleri görüyoruz. Fakat bunların en şiddetlileri hangileri? Bunu araştırmak zor olsa da elde bir takım veriler var. Şimdi tarihte en ağır yaşadığımız depremlere bakalım.
9. 1944 Gerede Depremi 1 Şubat 1944’te, Bolu ve çevresinde oluşan çok şiddetli yer sarsıntısı. Richter ölçeğine göre 7.4 şiddetinde olan deprem sonucunda toplam 3.959 kişi ölmüş, 1.182 kişi yaralanmış ve 9.422 bina yıkılmıştır. 10. 1966 Varto Depremi 19 Ağustos 1966 tarihinde Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Muş ilinin Varto kazasında meydana geldi. Büyüklüğü 6,9 olan deprem sonucunda 2.394 kişi öldü, 1.489 yaralandı.
kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir. Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterilmektedir. Depremden sonra tüm Türkiye'de geçerli olmak üzere deprem yönetmeliği çıkarılmış, zorunlu 11. Gediz Depremi deprem sigortası gibi birtakım düzenlemeler Gediz Depremi, 28 Mart 1970 tarihinde, mahallî saatle 23’ten az getirilmiş olsa da, inşa edilen yeni binaların sonra, Kütahya'nın batısındaki Gediz yöresinde meydana gelen depreme karşı dayanıklı olarak inşa edildikdeprem. lerini söylemek zordur. Bu konuda vatandaşı Depremde Batı Anadolu sarsılmıştır. bilinçlendirmek, denetimleri sıkılaştırmak ve Sarsıntının büyüklüğü Richter ölçüsüne göre 7,6 idi. Yaklaşık yaptırımları uygulamak için devlete büyük olarak 3000 km2 genişliğindeki sarsıntı alanında takriben 3500 ev bir görev düşmektedir. tamamen yıkılmış, 7000 ev ağır surette ve 10.600’den fazla bina da fazla ölçüde hasara uğramıştır. 33.000 aile, yaklaşık olarak 80.000 1999 Düzce Depremi kişi barınaksız kalmış, 6 saniye süren depremde 800 kişi(yabancı 15. 12 Kasım 1999 Cuma günü, saat 18.57'de kaynaklarda 1086) ölmüş ve 520 (yabancı kaynaklarda 1260) kişi aletsel büyüklüğü 7.2 şiddetinde merkez yaralanmıştır. üssü Düzce olan deprem. 30 saniye sürey12. 1975 Lice Depremi le etkili olan deprem, pek çok ilin yanı sıra 6 Eylül 1975 tarihinde, yerel saatle 12.20’de, Diyarbakır'ın Lice il- Ukrayna'dan da hissedildi. çesi ve köylerinde oluşan 23 saniye süren şiddetli yer sarsıntısıdır. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi'nin Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü depremin açıklamasına göre, ölü sayısı 845, yaralı sayısı büyüklüğünü 6,6 olarak açıkladı. 2385 kişi öldü, 8149 bina hasar 4948. Depremde hasar gören ve derhal yıgördü veya yıkıldı. Bazıları maddi hasarlara sebep olan 3-4 ay kılması gereken bina sayısı 3395, yıkık ya da süresince artçı sarsıntılar devam etti. ağır hasarlı ev sayısı 12939, iş yeri sayısı ise 2450’dir. 13. 1976 Çaldıran Depremi 24 Kasım 1976 tarihinde merkez üssü Van'ın Muradiye ilçesi Çaldıran bucağı olan 7,5 Ms büyüklüğündeki depremde 3840 kişi öldü, 9232 bina hasar gördü. Depremin yanı sıra bölgede gece hava sıcaklığının -17 dereceye kadar düşmesi sonucu donma nedeniyle de ölümler oldu. Yağmur ve kar yağışları nedeniyle kurtarma ve yardım çalışmaları gecikti.
ana 1999 Gölcük Depremi kilendi. 14. k 3000 17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03.02’de gerçekleşen, Kocaeli/ Gölcük merkezli deprem. Mw ölçeğine göre 7,5 büyüklüğünde gerçekleşen deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştur. etli yer 17 Ağustos depremi, tüm Marmara Bölgesi'nde, Ankara'dan epİzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. Resmi raporlara göre, akla17.480 ölüm, 23.781 yaralı oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 koinde nut, 42.902 işyeri hasar gördü. Resmi olmayan bilgilere göre ise asında yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. rinden Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye'nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddi
Arda Balta
Türkiye’de Kadın H
Merhabalar. Bugünlerde hatta son 2 aydır aşırı artan kadın cinay çıkarılan Belediye Yasası ile siyasete atılan bayanlarımız son 80 y rımızın siyaset ve sosyal hayattaki mac
1843 Tıbbiye mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başladı. 1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı. 1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı. 1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı. 1858 Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869 Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen (haftalık) Terakk-i Muhadderat dergisi yayımlandı. 1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı. 1870 Kız öğretmen okulu Dar-ül Muallimat açıldı. 1871 Mecelle’nin (Osmanlı Medeni Kanunu) uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi. 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi. 1897 Kadınlar ücretli işçi olarak çalışmaya başladı. 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı. 1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başladı. 1914 İnas Darülfünunu adı altında kızlar için bir yüksek öğretim kurumu açıldı. 1921 Darülfünunda karma öğretime geçildi. 1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine kayıt yaptırarak eğitime başladı. Haziran 1923 Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi. 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı. 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu’nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. 1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1930 Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı. 1930 Doğum izni düzenlendi. 10 Haziran 1933 Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu. 26 Ekim 1933 Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.
5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlar 8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara se 26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol) a 24 Ocak 1989 İçişleri Bakanlığı kaymakamlık ğını açıkladı. 29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın 159. maddesi Anayasa Mahkemesi’nce iptal e tarih ve 21272 sayılı Resmi Gazete’de yayımla 1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını olm öngören Türk Ceza Kanunu’nun 438. maddes tarafından yürürlükten kaldırıldı. 1990 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Ku sinde, şiddete uğrayan kadınlara ve çocuklara kadın konukevleri açılmaya başlandı. Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın konusund ra yönelik hizmet vermeye başladı. Türkiye’de Belediyesi tarafından açıldı. 6 Temmuz 1991 48. Hükümet döneminde ilk iline atandı. 1993 Kadın Dayanışma Vakfı, Altındağ Beled merkezi ve kadın sığınma evini açtı. 25.06.1993 Türkiye’nin ilk kadın başbakanı (T 1995 Şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık Sığınağı Vakfı, kadın sığınağını açtı. 29 Haziran 1996 Anayasa Mahkemesi Türk C nı suç olarak düzenleyen 441. maddesini ana gerekçesiyle iptal etti. 27.12.1996 tarih ve 228 lanan kararda verilen bir yıllık süre içinde ya niyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden iti 19.11.1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Gen İçişleri Bakanlığı’nca nüfus cüzdanlarında m dul/ boşanmış” gibi ifadelerin yerine sadece “ lanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı. Artık bayanlarımız kanun olarak hiçbir sıkın yarısını oluşturan kadınların Meclis'teki tems seviyede bulunuyor. Kadın milletvekili sayısı yüzde 4.2'sinde kalıyor. Türk kadını seçme seçilme hakkına 74 yıl ön kadar Meclis'e 8 bin 794 erkek vekile karşılık Peki Türkiye’de kadınların “ilk”leri ne zaman 1892: İlk Türk kadın romancı Fatma Aliye Ha kendi adıyla yayımladı. 1909: İlk Türk kadın siyasetçi Emine Semiye yönetim kuruluna seçildi. 1913: İlk kadın devlet memuru Bedriye Osm ve başladı. 1913: Belkıs Şevket Hanım uçağa binen ilk Tü 1920: İlk Türk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu
Haklarının Tarihçesi
yetleri üzerine güzel ülkemizdeki kadınlarımızın 1930 yılında yılda haklarını ne kadar korudu,nasıl kullandı şimdi kadınlacerasını incelemeye hazır mısınız?
ra seçme ve seçilme hakkı tanındı. . Dönem seçimleri sonucunda 17 eçimlerde bu sayı 18’e ulaştı. atandı. k sınavlarına kadınların da alınaca-
iznine bağlayan Medeni Kanun’un edildi. İptal kararı 2 Temmuz 1992 andı. ması halinde cezanın indirilmesini si Türkiye Büyük Millet Meclisi
Kurumu Genel Müdürlüğü bünyea destek hizmeti vermek üzere ilk
da özellikle şiddete uğrayan kadınlaeki ilk kadın sığınma evi Bakırköy
k kadın vali (Lale Aytaman) Muğla
diyesinin desteğiyle kadın danışma
Tansu Çiller) hükümeti kurdu. k hizmeti veren Mor Çatı Kadın
Ceza Kanunu’nun erkeğin zinasıayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı 8600 sayılı Resmi Gazetede yayımasal düzenleme yapılmaması nedeibaren suç olmaktan çıktı. nel Müdürlüğü’nün önerisi üzerine medeni hal kısmında “evli/ bekar/ “evli” veya “bekar” ifadelerinin kul-
ntı yaşamamasına rağmen Nüfusun sil oranı ise yok denecek kadar az ı erkek milletvekillerinin sadece
nce kavuştu. Ancak 1935'ten 2009'a k sadece 236 kadın girebildi. n gerçekleşti ? anım "Muhadarat" adlı ilk romanını Hanım Osmanlı Demokrat Fırkası
man Hanım Telefon İdaresinde göre-
Türk kadın unvanını aldı. u (Ahmet Ağaoğlu'nun kızı)) İstan-
Arda Balta
bul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. 1920: İlk Türk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale İstanbul'da sahneye çıktı. 1921: Dr. Safiye Ali Almanya’da tıp eğitimini tamamlayarak ilk Türk kadın hekim olarak tarihimizdeki yerini aldı. 1922: Yedi kız öğrenci Tıbbiye'ye kayıt yaptırarak eğitime başladı. Haziran 1923: Nezihe Muhittin'in başkanlığında Kadınlar Halk Fırkası'nın kurulması girişiminde bulunuldu. Kadınlara oy hakkı tanımayan Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi. 1924: İlk kadın diş hekimi (Ferdane Bozdoğan Erberk) diplomasını aldı. 1925: Suat Hilmi Berk ilk kadın sulh hukuk hâkimi oldu. 1930: İlk kadın yargıçlar atandı. 1933: Aydın (il)'inin bugün ilçe statüsü taşıyan Karpuzlu köyünde ilk kadın muhtar Gül Esin yaklaşık 500 oy alarak seçildi. 1933: Sabiha Güreyman Türkiye'nin ilk kadın inşaat mühendisi olarak Yüksek Mühendis Mektebi'nden mezun oldu. Güreyman ayrıca Fenerbahçe Spor Kulübü'nün ilk kadın voleybolcusudur. 8 Şubat 1935: Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda başta Hatı Çırpan olmak üzere 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı. 1935: İlk kadın doğum uzmanı Dr. Pakize İzzet Tarzi kadın hastalıkları ve doğum alanında uzmanlık eğitimini tamamladı. Tarzi, İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçen ilk kadın unvanını da taşıyor. 1936: Eskişehir Askeri Hava Okulu'ndan mezun olan Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotu oldu. Gökçen ertesi yıl Dersim Harekâtı'na da katıldı.[12] 1947: Türk basınının ilk kadın foto muhabiri Eleni Küreman, Associated Press Ajansı'nda gazeteciliğe başladı. 1950: İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin'den seçildi. 1954: Prof. Dr. Nüzhet Toydemir Gökdoğan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi dekanlığına seçilerek ilk kadın dekan oldu. Gökdoğan Fen Fakültesi'nin Astronomi Enstitüsü'ne tayin edilen ilk Türk doçenti olmuştu. 1957: Türk ordusunun ilk kadın doktor subayı Dr. Sema Aran teğmen rütbesiyle göreve başladı. 1971: İlk kadın bakan Dr. Türkan Akyol atandı. Akyol aynı zamanda ilk kadın rektördü. 1981: Türkiye' nin ilk kadın eksperi Diler Cesur. 1991: Başbakan Mesut Yılmaz'ın girişimleriyle ilk kadın vali Lale Aytaman Muğla (il)ine atandı. 1993: Alev Kılıçkeser Hottin, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksek Okulu Pilotaj Bölümü’nden mezun olarak ticari havayollarındaki ilk Türk kadın pilot oldu. 25 Haziran 1993: Türkiye'nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller hükümeti kurdu. 1996: İlk kadın deniz subayları Deniz Harp Okulu'ndan mezun oldu. 2001: Denizli Belediye Başkanı Ali Aygören tarafından işe alınan Fatma Kasapoğlu Türkiye'nin ilk kadın belediye otobüsü şoförü oldu. 2002: İlk kadın Adalet Bakanı Prof. Aysel Çelikel göreve atandı. 2003: Nükhet Hotar Merkez Yürütme Kurulu'na getirilen ilk kadın üye oldu. 30 Ağustos 2004: Kıdemli üsteğmen Songül Yakut Türkiye'nin ilk kadın ilçe jandarma komutanı olarak görevine başladı.
Bir zararı yok öfkemin ancak hep kusurlu bulunmuştur kavgalarım Beynimde hep korkunç hayat teorileri Ağzımda donmuş kelimeler Kendi yokuşuma çıkıyorum :kahpe acılar yokuşu Vesselam ne eksik yalnızlığımda Gözlerim dur gitme benden önce bu drama Ve Ben bir sözcüğüm Uzun bir cümle olmaktan cayıyorum hayatlarınızda.
M. TOPÇU
BAŞLAMAK…
Yağmur bulutlarıyla gelen sen misin buğulu camlarıma? En güzel hayalin olsam durup bakmazsın. Ansızın durup ağlarsın karanlık sokaklarda Artık ne hayal kurmak ne de gerçekleri yaşamak mümkündür Ne de durulabilir bu kokmuş hayatlarda. Bana gerek sadece bir otobüs bileti Peki neredesin? Hangi sokakta? Kimin hayatında?
M. TOPÇU
Bir yerden başlamak lazım Zor da olsa çıkışı bulmak Havasız kalmak yerine Aydınlık bularak çıkmak lazım Kırmak lazım kabukları Kendi dünyamızda yeni yepyeni Topraklar keşfetmek lazım... Dünya içinde Soyutlanmış bağımsız bir dünya kurmak lazım... Hiçbir şey bu kadar zor değilken Kaybetmek lazım narin kalpleri Çıkışı bulup noktalamak için Bir yerden başlamak lazım Sadece bir yerden başlamak..!
Elif Alkan
Kalem
Yaşanan her şeyin bir nedeni ve bir de sorumluları olmalı, olmalı ki hatırlandıkça nefes alabilsin yaşanan her geçmiş dakika... Belki de hiçbir şeye sessiz kalmamalı, sonu olmayan çıkmaza girip sükûnete gömülmemeli. Aşk mesela… Yaşanmaz ki tek başına… Haykırmak lazım! Gizlemek, gölgelemek cahillik! Sorumlusu olmalı aşkın, olmalı ki adımlarını emin atsın aşk, adım attıkça büyüsün tohum versin toprağa, hayata, evrene... O iki kelimeyi cesur yüreklilikle söyleyebilsin seven, söylesin ki harcanmasın eşsiz sevgi. Senin gibi susmasın aşk... Görmezden gelmesin o iki kelimeyi. İki faniyi diri diri gömmesin... İşte, geç gelen itirafımsın sen benim! Sen… Sen en çok kendini sevdin. Bu yüzden yıllardır birleşemedi o iki kelime. Bu yüzden hep küs, dargın kaldılar birbirlerine. Sen… Sen hep en çok kendini sevdin. Ben bu yüzden hiç seni… Hiç seni seviyorum diyemedim, diyemedim... Yaşadığımız her şeyin belki anlamlı açıklamaları yoktu ama evet, bir sorumlusu vardı. Kim? Bilemiyorum… Şimdi o sonsuz sükûnetinle uyuyorsun. Ben hep geleceğim yanına, en sevdiğin çiçekleri de getireceğim sana. Merak etme toprağın kuru kalmaz. Korkma hayat boyunca süren bu sessizliği bir avuç toprak bozamaz! Biliyorum, biliyorum evet geç kaldık! Birleşemedik! Ama bak anca cesaret buldum ben… Ben 'Seni Seviyorum...' Huzurla uyu..!
Elif Alkan
msiz’ler RETROGRADE
Ellerim kan içinde, Saçlarım ter. Bu öyle boş bir sayfa ki, Her harfe yeter. - Ben bir insan müsveddesi, İnsanlık defter. Tütün içerken gelmiş Mühendisin aklına: Bir mavi gezegen Dört bir yani makina. İzleyin başladı Yeni Dünya raksı. Bir kızılca kıyamet, Yuvarlandı saksı. - Ben güvercini kullandım İnsanlık faksı. “Uçaklarla yolculuk, Aman aman ne iyi” İlkini ben mi çıkardım da İsteyeyim ikiyi. “Görevimiz Üçüncü Dünya,” Şöyle dursun Troya. Ayağında konservesi: “Lanet olsun retroya!” - Ben atlara binerdim İnsanlıksa metroya. Ellerim, parmaklarım, Piyanonun tuşları. Hep aynı avcı avlamış Bildiğim tüm kuşları. Güneş aydınlatmıyor, “Bir yalandı Ra!” Çoban çeşmesi Lethe olmuş, Kalmadı tek hatıra. - Ben bir yetersiz şef İnsanlık orkestra. Yiğit Ata Ekim 2011
SADECE KÜFRETTİM Asiyim. Sivri konuşuyormuşum, Okuldan atarlarmış, Ve saire… Siyasiyim. Hitler modelinde kestiğim kolum Yumruk olur, masaya iner, sürahi devrilir, sular dökülür, annem koşar, dava çıkar, dava düşer, Hep beraber eve döneriz. “Fen asiyim.” Dedim. “Küfür ağzın küf tutmasıdır kanayan yerlerinden. Ve bir yaranın kanaması, Toprağa edilmiş bir küfürdür.” Dedim. Dinlemediler, Dinlemediler Kerim… Yiğit Ata Kasım 2011
Muhafazakârlıkla aile arasındaki sıkı fıkı bağ yeni bir şey değil. Aile, muhafazakâr ideolojinin temellerinin atıldığı ve kuşaklar boyu yeniden üretildiği en temel kurum. “Aile değerleri”, “ailenin kutsallığı”, bu ülkenin “muhafazakâr demokrat” iktidar partisinin ileri gelenlerinin dilinden hiç düşmeyen kavramlar. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’nın Türk ailesini her türlü “kötülük”ten korumak için mücadele ettiği, hukuki ya da bilimsel hiçbir dayanağı olmadığını bile bile akıllara ziyan açıklamalarla eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak gösterdiği; başbakanın her fırsatta ailenin kutsallığından dem vurduğu, “aile yıkıldığında millet yıkılır” benzeri ifadeler kullandığı, kadınlara kaç çocuk yapmaları gerektiğini söylediği, tutucu mu tutucu bir ülkede yaşıyoruz. Siyasetin, medyanın, kültür-sanat hayatının her köşesinden ahlakçılığın, cinsiyetçi söylemlerin fışkırdığı, gittikçe artan bir muhafazakârlığın hüküm sürdüğü, öte yanda bu kutsal kurum adına işlenen suçların, kadına karşı şiddetin, kadın cinayetlerinin katlanarak arttığı tuhaf bir ülke... Gündelik yaşamda devletin ahlak bekçiliği bu kadar baskın bir biçimde kendini hissettirirken, bunun medyadaki ve kültür sanat dünyasındaki yansımalarına da şaşırmamamız gerekiyor belki de; böyle bir ortamda örneğin Özcan Deniz’in Ya Sonra’sı gibi “kadınlar çalışırlarsa kocaları da haklı olarak onların orospu olmasından endişe duyar” düzeyinde bir ilkelliğe sahip filmlerin kimilerince pekâlâ “güzel bir aşk filmi” olarak taltif edilebilmesine alışmamız gerekiyor... Fakat söz konusu Handan İpekçi gibi Büyük Adam Küçük Aşk’la (2001) Kürt meselesini çok da açık konuşulamadığı bir dönemde dile getirmeye çalışan, Saklı Yüzler’de (2007) düşe kalka da olsa feodal yapıya ve namus cinayetlerine değinen bir yönetmen olunca, Çınar Ağacı bizi yine de hazırlıksız yakalıyor. Zira filmin kadın ve aile konusundaki konumu, Ya Sonra’nınkinden pek de uzak değil. “Sımsıcak bir aile filmi” olarak lanse edilen Çınar Ağacı, çeşitli problemlerle mücadele eden, neredeyse dağılmanın eşiğinde bir aile tablosuyla açılıyor. Yaşlanan ve kendine bakamayacak duruma gelen Adviye Hanım (Celile Toyon) dönüşümlü olarak çocuklarının yanında kalırken, biz de dört çocuğunun sorunlarla örülü yaşamlarından kesitler izliyoruz. Büyük kız Feriha (Suzan Aksoy), kocası ve çocuklarıyla, onu tatmin etmeyen bir hayat sürmektedir. Büyük oğul Uğur’un (Hüseyin Avni Danyal) işi batmış, beyaz eşya dükkânına haciz gelmiş, üstelik başka bir kadınla birlikte olduğunun ortaya çıkmasının ardından karısı ondan ayrılmaya karar vermiştir. Diğer oğul Murat (Ragıp Savaş) da ekonomik sıkıntı içindedir; kızlarının eğitim masrafları için kayınpederinin maddi desteğine muhtaç olduğu sık sık dile getirilir. Kendi ayaklarının üzerinde durmaya çabalayan tek çocuk, Adviye Hanım’ın “tekne kazıntım” dediği küçük kızı Sonay’dır (Nurgül Yeşilçay). Ancak o da kocasından ayrılmıştır
BAŞÖĞRETM Çınar Ağacı, cumhuriyet dönem temelden yoksun bir nostaljiyi de söylem
ve oğlu Barış’ı tek başına yetiştirmek konusunda sıkıntılar yaşamaktadır.
ATAERKİL YAPININ RESTORASYONU Çınar Ağacı, bu aile tablosunu detaylarıyla ortaya koyduktan sonra vakit kaybetmeden, adeta bir öğretmen edasıyla kurtuluş yollarını işaret etmeye girişiyor. Çözüm önerisinde bulunurken de, kadim Türk ailesinin bütün baskıcılığını, otoriterliğini meşrulaştıran, son kullanma tarihi çoktan geçmiş muhafazakâr bir söylemi yeniden üretiyor. Bakamadıkları için huzurevine yerleştirmek istedikleri Adviye Hanım, ağdalı vedalaşma sahnesinde, çocuklarına bir bir yapmaları gerekenleri sıralıyor. Adviye Hanım’ın Feriha’ya öğüdü, kocasını seviyorsa affetmesi gerektiği oluyor. Burada aile kurumuna ya da karı-koca ilişkisine dair herhangi bir sorgulamayla karşılaşmıyor, sadece Feriha’nın kocasının evlilik dışı ilişkisini kabullenmek durumunda olduğunu anlıyoruz. Buna karşılık Sonay’ın, kocası Yağız’dan (Nejat İşler) ayrılmış olmasına rağmen başka bir erkekle birlikte olması mümkün olmuyor. Zira Adviye Hanım’ın Yağız’la kurduğu samimi ilişki de, küçük Barış’ın yeni sevgili adayına en baştan ambargo koyması da bunu imkânsız hale getiriyor. Bu kadarına filmin yarattığı dünya dahilinde ikna olabiliriz elbette, fakat yönetmen, Sonay’ın yeni sevgilisinin bertaraf edilmesi işini kahramanlarına bırakmıyor; yeni sevgiliyi her fırsatta ezik, silik bir tip olarak çizip izleyici gözünde küçük düşürmeye gayret ediyor. Üstüne Adviye Hanım’ın her daim mutlak doğru olarak gösterilen kanaati de eklenince, bize de Sonay’ın bir “erkek bozuntusu” olarak resmedilen bir adamla birlikte olmasını tasvip etmeyip, “gerçek bir erkek” olarak sunulan Yağız’la yeniden birleşmesini dilemek düşüyor. Çalışan, ekonomik özgürlüğüne sahip yetişkin bir kadın olan Sonay, sevgilisinden bahsederken ‘sevgilim’ ya da ‘erkek arkadaşım’ gibi bir ifade kullanamıyor bile; ‘arkadaşım’ diyor. Buna engel olan, filmdeki karakterler kadar, yönetmenin tavrı da. Ders 1: Evli bir erkek, başka bir kadınla birlikte olursa, karısına onu affetmek, yuvasını korumak için onu olduğu gibi kabul etmek düşer. Oysa bir kadın, boşanmış olsa dahî başka bir erkekle birlikte olma hakkına sahip değildir. Böyle bir durumda da kendisine şiddet uygulayanı affetmek, yine kadının görevidir. Gelelim Murat’a: Şımarık karısını ve kızlarını el üstünde tutan, onların bir dediğini iki etmeyen Murat, tam bir
MENDEN AHLAK DERSLERİ mine dair gramofonlu, emekli yargıçlı, fena halde e arkasına alarak "aile yıkıldığında millet yıkılır" mini sinemaya taşıyor. “kılıbık erkek” stereotipi olarak sunuluyor ve filmin en büyük komedi malzemesini oluşturuyor. Tüm ailenin “sümsük” dediği Murat, Adviye Hanım’ın talimatıyla nihayet yumruğunu masaya vurduğunda karısı ve kızları da hemen hizaya geliyor, ânında ondan çekinir hale geliyorlar. Erkeğin karısını nasıl çekip çevirmesi gerektiğinin bir örneğini Murat’ın durumu oluşturuyorsa, bir diğerini de Yağız oluşturuyor. Burada erkeğin temel görevi, ayrılmış olmalarına rağmen zorla eski karısına sahip çıkmak, bu yolda önüne çıkan engelleri gerekirse şiddet kullanarak ortadan kaldırmak olarak sunuluyor. Yağız’ın Sonay’ın sevgilisini bir lokantada sıkıştırıp bir temiz tartaklamasını, tıpkı Av Mevsimi’ndeki İdris’in (Cem Yılmaz) eski karısı Asiye’nin (Melisa Sözen) erkek arkadaşını otoparkta yakalayıp dövmesi gibi, takdirle karşılamamız bekleniyor bizden. Ders 2: Erkek dediğin karısına kızına söz geçirecek, aile içinde ağırlığını koyacak, gerekirse sevgisini şiddet kullanarak gösterecek; yoksa tepesine çıkarlar alimallah. Bir not düşelim: Bir sanat eserini, bir kurmaca anlatıyı alımlarken, en temel prensiplerden biri elbette, kahramanların görüşleriyle yaratıcının görüşlerini, kahramanların tavırlarıyla yaratıcının tavrını birbirinden ayırmak. Bunu hatırlatmak zorunda kalmak bile utanç verici fakat Handan İpekçi, filmde resmettiği ideolojik tabloyu o denli benimseyen bir söylem geliştiriyor ki, böyle bir ayrım yapmamıza olanak bırakmıyor. Şayet Çınar Ağacı’nda resmettiği tabloya dair yönetmenin herhangi bir sorgulayıcı tavrını görebilseydik, olay örgüsünün her ayrıntısından fışkıran ataerkil zihniyetle filmin ideolojik konumunu birbirinden ayırmak gibi bir çabaya girişebilirdik. Ne var ki Handan İpekçi, filmin her ânında bu yapının aksayan yerlerini onarmaya, problemlerinin üzerini örtmeye çalışıyor. Yönetmenin tek derdi, sarsılmış görünen ataerkil yapıyı restore etmekten ibaret. KASKATI BİR ÇINAR AĞACI Söz konusu muhafazakârlığın karakterlerle sınırlı kalmayıp filmin de ideolojik söylemi haline gelmesinde kilit noktada, filmin Adviye Hanım karakterini ele alış biçimi duruyor. Aslında film, “annelerimize” notuyla açılarak, benimseyeceği tavrı hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek biçimde, daha en baştan ortaya koyu-
yor; bu yüzden bu konuda söylenecek her şey beyhude fakat yine de açıklayalım: Çınar Ağacı Adviye Hanım’ın çocuklarına karşı takındığı aksi, inatçı tavrı, yaptığı küçük kötülükleri, tatlı bir ihtiyarın muzırlıkları olarak sunuyor. Yaşlılıkla karışık bu huysuzlukları, inatçılığı ele alırken hiçbir biçimde kahramanına mesafe almıyor, onu her durumda haklı çıkarmakta ısrar ederek izleyiciyi Adviye Hanım’a hak vermeye zorluyor. Bu konuda çocuklarına eşleri ve evlilikleri konusunda verdiği, yukarıda bahsettiğimiz nasihatler yeterince örnek sunuyorsa da, filmin Adivye Hanım’ı her konuda haklı çıkarma gayretinin şahikasını oluşturan bir olayı da eklemekte fayda var: Sonay, annesinin kendini diğer kardeşleri kadar sevmediğinden yakınırken, annesine onu yatılı okula verip küçük yaşta evden uzaklaştırmasını hatırlatıyor. Adviye Hanım ise aslında onu da en az diğerleri kadar sevdiğini ya da yatılı okul kararını onu uzaklaştırmak için almadığını söylemeye bile gerek duymadan, “fena mı oldu, iki dilin var, hem İngilizce hem de Fransızca biliyorsun,” diye yanıt veriyor. Sonay günümüzde Fransızca bilmenin bir önemi kalmadığını, tek başına İngilizcenin artık yeterli olduğunu belirtiyor. Hikâyenin en kritik noktasında birdenbire öğreniyoruz ki, Sonay çalıştığı şirkette “Afrika ve Ortadoğu’dan sorumlu” bir pozisyona terfi ettirilmiş. Müdürü onunla bu konuyu görüşürken, bu görevin ona İngilizcenin yanında Fransızca da bilmesinin etkisiyle verildiğini söylemesin mi? Buyrun bakalım, ders 3: Anneler -büyükler diye de okuyabiliriz- her zaman haklıdır. İşte o noktadan sonra Sonay anne yetkesiyle mücadele etmekten vazgeçip teslim bayrağını çekiyor ve annesinin tembihlediği üzere, kendisine şiddet uygulayan Yağız’la yeniden bir araya gelmeyi de kabulleniyor. Senaryo matematiği açısından son derece sakil bir hamle ancak sarsılan otoriteyi sağlamlaştırmak için biçilmez kaftan. Nihayetinde, otorite boşluğu ve aile bireylerinin üzerlerine düşen görevleri yerine getirememeleri gibi sebeplerle sallantıda olan muhafazakâr yapı gerekli düzeltmelerle onarılıyor, böylece Adviye Hanım da gözü arkada kalmadan, her şeyi çözmenin huzuruyla ölüyor. Yıllar geçiyor, kuşaklar değişiyor ama asırlık çınar ağacı kaskatı yerinde durmaya devam ediyor. Tüm bu restorasyon anlatısını filmin kahramanlarının hikâyeleriyle sınırlı tutmak yerine Türkiye tarihine bağlayarak taçlandıran ise, Adviye Hanım’ın çocuklarının evleri arasında gidip gelirken yanından ayırmadığı Atatürk portresi oluyor. Adviye Hanım’ın tablonun önünden geçerken ona selam verişleri ya da onunla dertleşmeleri, filmin ideolojik konumu ışığında, ölümün eşiğine gelen bir insanın hezeyanları değil, “baba”nın tahakkümünden kurtulamayan, dahası onun sözünden hiçbir zaman çıkmaması salık verilen bir toplumun, pek de örtük olmayan bir yansıması haline geliyor.
Merve Altun