KAYIPRUHLARFANZİN#2

Page 1

oysa adem için ne büyük eksikliktir havvanın göbek deliğinin olmayışı!!!


Bu zımbırtının ikinci nüshası... Bir şeye benziyor mu, benzemiyor mu bilmiyorum. İlk sayının ecemiliğini (baskı tekniği olarak) fark etmiş bulunuyoruz, üzerimizden atıp atamayacağımızı ise çıktıları aldığımızda hep beraber göreceğiz. Elbette çekici bir yanımızyok, popüler kültür denen kusmuktan uzak durma geyretimizin neticesi, amacımız zaten sizlerin hoşuna giden bir şey yapıp sizleri mutlu etmek, böylece hem daha çok kişiye ulaşıp daha çok okunmak değil ve kesinlikle olmayacak, böyle bir acınasılığı yanımıza yaklaştırmayız sizlerin de beklentisi olmasın bu yönde (ya da olursa da olsun bize ne?). Elbette fanzin kültürünün bir gereği ve bizlerin sermaye nefreti dolayısıyla KYF kesinlikle ücretsizdir ve ücretsiz kalacaktır (ücretsiz olmasında bizim yaptığımız işe paha biçemememiz de etkili ama siz oraya çok takılmayın) Burada, 5­10 liraya fanzin satan arkadaşları eleştirmeyeceğiz elbette, haddimiz değil gerek de yok... Ama elimizden geldiğince para denen şeyin KYF'i kirletmesine müsade etmeyeceğiz. bu sayımızda:her zamanki gibi Tarık Cemil ve Tarık Nazım'ın yanı sıra aramıza yeni katılan arkadaşımız Araz Endar da dadaist şiirleriyle bizimle birlikte olacak... ayrıca Yakup Aydın da misafirimiz... Son olarak KYF'i lütfen çocukların ulaşamayacağı yerlere koyunuz, aksi taktirde sorumluluk kabul etmiyoruz...


KRALLAR KRALLAR... BIKTIK USANDIK KRALARDAN! YENİ BİR KRALA DAHA NE GEREK VAR?

ATTAR'a selam olsun



IKI KIŞILIK TEKIL INTIHAR Seksenlerden kalma, otuz yıllık bir Mercedes kaldırıma yanaştı ve yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı… Neredeyse önümde durdu. Bense kaldırımda durmuş öylece bekliyordum, neyi beklediğimi bilmiyorum şimdi ama bekliyordum yinede, büyük olasılıkla o anda da bilmiyordum zaten. Nedenini bilmeksizin altında beklediğim göğe baktım, gri bulutlar kıvıl kıvıldı. Doğurganlık yüklü oluşun mutlak yumuşaklığı hakimdi. Birkaç yağmur damlası düştü yüzüme. Hafif bir irkilti yüzümden boynuma doğru akarak kayboldu, muhtemelen daha önce de birkaç damla düşmüştü ama farkındalığın oldukça uzağında olduğumdan hissetmemiştim. Suratımdan saatlerdir akan yağmur suyunu hissetmediğim gibi. Tekrar yere indirdim bakışlarımı, ne de olsa kanatsız bir canlıydım, gökte olmak yorucuydu bu yüzden. Önümde duran arabanın kapısı ağır çekimde açılmadan az önce arabanın ıslak ve pürüzsüz camında kendimi gördüm, yol yol aşağı sızan damlacıkların izin verdiği kadar. Yüzümdeki ifade şaşkınlık­merak karışımı bir ifadeydi. Ve ruhumda tıraşsız, sakalları uzamış suratımın tiksintisi. İlk bakışta fark edilen büyükçe burun ve tembellikten kesilmemiş sakalların gölgelediği, bir zamanlar özenle düzeltilmiş topsakal –kızıl/kara karışık­ saatlerdir altında beklenilen gök tarafından ıslatılmış. Gözler? Gözler yok!!! Onların yerine iki tane karanlık, derin ve ürkütücü çukur da yok. Yok yani, hiçbir şey yok! Fakat neye şaşırıyordum lan? Her zamanki surat, gerçi ne zamandır aynaya bakma gerekliliği duymuyordum, hep aynı şeyi görünce karşındakine bakmaktan usanıyorsun. Mesela bir sabah uyandığımda suratımda derin bir kesik olduğunu göreceğimi bilseydim veya ağzımın yok olacağını… mutlaka her sabah bakardım aynaya o zaman. Ama her sabah aynı yüze, bi değişiklik olmadığını bile bile ısrarla bakmak narsizmin tavan yapmasından başka nedir ki?


Evet, neye şaşırıyorum hakkaten? Onca zaman kaldırımın kenarında bekle, ­ne için beklediğini bile bilmeden bekle­ sonra saatlerdir seni sırılsıklam eden yağmurun farkına var. Arabanın teki gelip önünde dursun ve ıslak camda kendini fark et, usulca açılan arabanın kapısı, ıslak asfalta doğru hamle eden cilalı ayakkabılar… Tuhaf gerçekten, ama şaşacak ne var ki bunda? Ansızın anımsayışlar, istemsizce otobüs camına, dışarıya çevrilen bakışlar, görülen dışarısı veya kat edilen yol değil (ki yol yalnızca hızın zamanla çarpışmasından ibarettir, böyle öğrendik biz güzelyazıderslerinde… böyle şeyler öğretilirdi bizlere o zamanlar, yazım hiç güzel olmadı, babamı hep endişelendirmiştir bu, ama ne fark eder ki? Her “ne fark eder” deyişimde hayatım ölümden farkı, sevginin nefretten farkı, zamanın mekandan farkı yakama yapıştı. Bunlar hep sorunlu elemanlar zaten) benim bakışlarımdı. Anlamsız, yorgun, altı torbalı, içi kanlı bakışlar. Yorgun bi halde izledim kendimi, üstelik tiksinemeyecek kadar yorgun… yorgun değildim oysa! Yorgun muydum? Değimliydim? Ben miydim? Hatırlayamıyorum şimdi, sorsan o gün de hatırlayamazdım zaten. Nihayet arabanın kapısı açıldı, ben yana kaydım camdan ve benim yerime, yüzünde şaşkınlık­merak karışımı bir ifade taşıyan ve ruhunda tıraşsız, sakalları uzamış suratının tiksintisi, ilk bakışta fark edilen büyükçe burun ve tembellikten kesilmemiş sakalların gölgelediği, bir zamanlar özenle düzeltilmiş topsakal ­kızıl/kara karışık­ saatlerdir altında beklenilen gök tarafından az sonra ıslatılacak olan bir adam geçti. Ve ansızın, adeta saatlerdir kaldırımın kenarında, aralıksız yağan yağmurun altında beklemiş gibi ıslak ve yorgun oluverdi. Belindeki tabancaya elini götürdüğünü fark ettim, belindeki tabancayı eline getirdiğini fark edememiş de olabilirim ya da zaten öyle bir şey yapmadığı için bunu fark etmem imkansız da olabilir.


Yorgun olmadığını düşündüğüm gözlerle, yorgunluğu kesin, kadim bi savaşçıyı andıran gözlerime bakarken, yan tarafa yanaşıp bizimle birlikte kırmızı ışığı beklemeye koyulan otobüsü fark etmedim bile, hatta o otobüste, istemsiz bakışlarımın hizasında duran eski sevgilimin yani sevgilisine, toplu taşıma sisteminin kendileri ve bilhassa ilişkilerinin devamı için kesinlikle zararlı olduğunu, çözümü için de bir şeyler söylediğini, bunları söylerken bir elinin az gerisindeki taytlı ve türbanlı kızın kalçasında, kendi kalçalarının da yanındaki adamın ellerinde olduğunu ve tabi ki yeni çocuğun da bütün bu aşışverişten habersiz olduğunu fark etmedim, daha doğrusu etmemek isterdim. Tanrım! Neden bu kadar yorgun bakıyorum? Arabadan indiği anda selam verircesine belindeki silahı alnıma doğrultmuştu. “artık yapacak bir şeyin veya kaçacak bir yerin yok” dedi bana acıyarak. “olsaydı bile kaçmayacağımı en iyi bilen sensin” dedim, acımasından tiksinerek. “ama yanıldığın taraf şu, yapacak bir şeyim var; uyanmak… sana atacağım en büyük kazık” Yüz ifadesinde hiç değişiklik olmadı, benim de… “uyanmayacaksın?” “uyanmayacağım ve sana daha büyük bir kazık atmış olacağım böylece” Bir anlık kulak çınlaması ve alnımın ortasına çöken ağırlık, kafamın arkasında hafifleme, sonrasında his yok, artık yağmur damlaları ne kadar vurursa vursun yüzüme, gerçeğe uyudum. Kaldırımın kenarında yatan iki ölü adam, tek ceset,yiten iki gölge… bir ruha sahip olmak daha fazla neyi gerektirir ki ya da nasıl bir pratik fayda sağlayabilir? Hepsi bu işte.

TARIK CEMIL



korkuya geçiş Anayasa'ya aykırı eve mi döneceğiz? bomba korkusu ev neresi?peki uyanıyor ya bu koku? renklen­ dirilmiş iflas hali olarak dönüyor yaşadığımız öyle bir olağanüstü hal ki insanda artık eve dönmek hissi faili meçhul devletin kopmuş tarihi

ARAZ ENDAR





gitti... camlar kırılsın! dedi elvan ölmüş ölümsüzdür 20 yıl düzeninin kısa anatomisi ama dikkat! sağ kurtulmuş kanlı bir mahşer yerinden yüzleşmeye başlamasıyla cilanlanmış dehşet ilacı yoktuer içinde, işte cehennemden dün gibi izliyoruz olanbiteni ölümünün ardından gelen tavuk değil sonra da polis kurşunuyla ölen tedavisi belki bir kabus yaşadıklarımız narsistik canlı gibi aklan gel git son...

ARAZ ENDAR


Erkektir karakteri hava ve ateşin, Tezat olarak toprak ve su dişi. Ateş bütün ihtişamını kaybeder Suyun sadeliği karşısında. Bu, ateşin acizliği mi Yoksa suyun cazibesi mi? ­Bilmiyorum, sen karar ver. Bir film karesindeki Terkedilmiş, virane bir yer Gibi olmak zorunda mı Ateşle suyun bir araya geldiği her yürek? Cılız bir duman yükselmeli mi Ateşin en kor olduğu noktadan? Tüm yaşam belirtileri silinip Göç edilmiş bir yerde Yalnızlığı kıskandıracak bir sessizlik olur. En küçük hava akışı fırtınaya dönüşür. En küçük fısıltı kulakları sağır eder. Ama su gelsin diye Tekrar yanmak ister mi o kasabanın ateşi? ­Bilmiyorum, genelde ister. Kuraklık olur terkedilmiş yerlerde. Susuz kalmıştır çünkü. Ya bir daha hiç yeşermez oralar Ya da seni de gömer kızgın kumlarına. Senin olmadığın yerde Neyin olması beklenir ki? Hastalık olur terkedilmiş yerlerde, Yıkıcı ama bulaşmayan, sende kalan. Tüm ayrılıklar bir hastalığa tutulsa... Astım mesela... Biraz da ayrılıklar acı çekse... 'İlaçsız kalsın astımlılar!' der miyim? ­Bilmiyorum, senin de astımın var...


Ama gökyüzü parlar. Olan biten tüm bu aksaklıklar Yeryüzünün yaşanmışlığıdır. Kapanan bulutların da Bir gün burayı terkedeceğini düşünmek 'Umut' denilen şey midir? Umut... Tek hece gibi sanki. Türkçeye inat bölünmeyen bir yapıda. Sevgiyle bir bütün. Nefretle bir bütün. Yitirmişlikle, savruluşla, En tanımsız hislerle bir bütün. Ve özlemle bir bütün. Ben, manzarasını özleyen bir yıldız gibi Kayıp düştüm gözlerinden. Kendimi yıldıza benzetmek değil amacım, Gözlerini başka nasıl anlatabilirdim ki? ­Bilmiyorum.

Yakup AYDIN


Mavi bir gecenin şafağına doğru yiten hayaller, yiten umutlar, gülümseyişler, iç çekişler… Oysa şarap kızıldır, ağaracak yeni günün ufku kızıl Kıpkızıl dudaklardan dökülen kelimeler kana bulanmış bir bıçak gibi kızıl Kayıp bir zamanın peşinde yiten insanlar, nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz, belgesiz ilişkiler ve resmi mühür ve damga ve borç senetleri tenimizi süslemeye başladığında kim sırtında bir kambur gibi taşımak ister kırılganlığını? Oysa ben mavi göğün bana bir lutfu sayardım nicedir, insan olmanın, yadsınamaz sanrısallığı gibi… Kim, boşa çıkan umutlarını sermaye yapıp sokak sokak dolaşan bi işportacı gibi acınası Ve gömleğinin içindeki sağlam koluyla dilenen tek kollu dilenci kadar çaresiz… Ya bi şair? Kelimeler anlamını yitirdiğinde nereye sığınır? Çıkıldığında geri dönülemeyecek olan bütün kapıları dışarıdan kapattığında, alevlerin ortasında çırılçıplak kaldığını anlayacak. Bütün sahip olduğunun aslında hiç sahip olamadığı olduğunu… Geçsin artık, yoruldum dediğinde bir diğeri çıkageliyor ve anlıyorum ki üzerimdeki bu lanetin peşimi bırakası yok. Oysa ben ölüyordum usul usul ve annem bana hiç kızmıyordu. Annem bana neden kızmıyordu? Elbette masa altına saklanmak artık faydasız, Sonra nefes nefese kalışlar, birden uyanışlar Yeniden ve yeniden ve yeniden, ıslak yalnızlıklar, iki kişilik tekil intiharlar… ne kadar kolay birinin ruhunu parçalamak, ne kadar zor birinin ruhunu anlamak… bir kadının göğsünde dinlenmeyi hak edecek kadar yorgun bir adam ve göğsünde bir adamı dinlendirebilecek kadar kadın olan bir kadın. Bir çocuğun göğüne yaşamın sırrını gizlemiş tanrı…

Tarık Nazım



Sonbahar değildi onu çok iyi hatırlıyorum Hava soğuk da değildi onu da çok iyi hatırlıyorum Her zaman yaptığım gibi geriye ne kaldıysa pencereyi açarak dışarı çıkmasına izin verdim Bütün yangınların ortasında, bütün yılgınlıkların, bütün şairlerin, bütün… Ne kalır geriye Kelimelerini alırsan bi şairin elinden… Bi şairin elinden çıkmış bi şiir gibi kanayan ne varsa kanamasına izin verdim Bırak kanasın dedim Odanın köşesinde karanlığın içinde görünmeden dururken Bırak kanasın Nasıl olsa durmayacak Nasıl olsa kalkmayacak bu lanet üzerimden Kâhinin kehaneti damarlarımda dolaşıyor kan yerine Yaşlı şaman arındıramayacak ruhumu ama bırak tamamlasın ayinini Hoşuma gidiyor Sabahları uykulu gözlerle güneşe bakmak gibi değil Her şey çok net Her acı kesin Sonbahar değildi onu çok iyi hatırlıyorum Hava soğuk da değildi onu da çok iyi hatırlıyorum Her zaman yaptığım gibi pencereyi kapadım uzun kelimeler kurup göğün sonsuzluğuna öykünmemek için

Tarık Nazım


sonra her kıvrımında yeniden hayat bulur ütopyalar. yukardan kayıp bel çukurunda sızan elim şiirsel anlamına kavuşur. kavrayışlar silinir elbet tensel sarhoşluklarla. bütün algılar ve bütün yargılar ve bütün kanıksanmışlıklar ve bütün... bi intiharın sarsıntısıyla yıkıldığında, anlarım, devlet denen şirk, boynuna asılmış bi baltanın korkusunda. oysa adem için ne büyük eksikliktir havvanın göbek deliğinin olmayışı. peki bütün bunlar bi şiir eder mi?


karanlığın ucu nereye çıkar, mavini gölgesinde uçucu bir sevinç gibi dudaklarında hüzün sana evrilmenin bi yordamını bulduğumda boşa çıkacak sermayenin kof dikdatöryası ama alevler içinde kalışımın yıldönümünde elbette buz tutmuş nehirde yıkanacağız hep birlikte yağmur sonrası ıslanmış taşlık avluda yağmur öncesi balgıyan gri ufukta yağmur vakti şşşşşşşşşşşş layan damlalar balkonunda senfonisi dinmeyecek bu umutsuz devrimin dinle dinle bak ne çok şey söylüyor göğün mavisi betondan tanrıların boynuna baltanı astığında yargılanmak için bir adım bir hayat öne çıkacak ki zor bütün bu ne de olsa çağıldayan bi ırmağın ruhsuz cesetler ırmağının dalgaları vuracak kayalara ne varsa aleyhime delil olarak kullanılacak yüksekçe bir yerden halka ilan edilmeli talan edilen ruhlarımızın ziyanını izlemeye meyilliyizdir her nasılsa kendi kurduğumuz camekandan bi sevi güncesi veya kendi olma uğraşından mağlup ayrılmış bi narsist küskünlüğü ve ben devlet denen şirkin karşısına çırılçıplak dikildiğimde kalmadığında tek bir perde bile alevden çemberle aramda politikanın ve bürokrasinin ve hukukun ve siyasetin ve iktidarın kırılan bi cam olduğunu göreceğiz bi çocuğun sapanından fırlayan çakıltaşıyla Tarık Nazım


büyük bir yangının orta yerindeki bir bardak suyun kime faydası var? büyük bir yangının orta yerinde susuzluğun ne anlamı var? sahibinden kamçı yiyen bir ata sarılıp annesinden af dileyen nietzsche gibi, ummadığın bir anda umarsızca edilmiş bir yeminin boğaza takılmasıyla irkileceksin. uğruna en olmadık yerlerini yırttığın değerler bir bir yitip gittiğinde, paran yitip gittiğinde, mesleğin yitip gittiğinde, uğruna kanını akıttığın ırk soysuz bir yığına döndüğünde... ve en sonunda kendinle baş başa kaldığında, yalnızca boşluğa bakacaksın. gece vakti annesinden ürkünç hikayeler dinleyen bir çocuk gibi şaşkın ve sinmiş... ne yaptığını bilen bir nehir gibi teninin altına sokulan sıcaklığı zehrin. en iç savaştan kalma, içindeki savaştan kalma paslı bir revolver yalnızca yürüyüşün... çoktandır menzilindesin kendinin, namlunun soğuğu şakağını uyuşturmuş. ve artık içindeki canavarın ulumalarını duymuyorsun bile. artık uluyan sensin. tetiği çekmene bir tek ayna yetecek...



belki de Yaratıcı asıl olarak karanlığı ­geceyi­ istedi, ışık tanrısallıktan uzak ve yapay belki de... Bilge Karasu, hayatı boyunca "ve" bağlacını kullanmamış, pek çok büyük yazar gibi hak ettiği ilgiden yoksun. Gece romanı yazarın diğer "anlamak için emek gerektiren" kitaplarından bir kademe daha yukarıda. Evet kitap kendisini hemen ele vermiyor, bu yazarın isteği ama yazar aynı zamanda okura yol göstermeye çalışırcasına dipnot bölümleri koyuyor romana (belki de anlaşılamamaktan korktuğu için). Gece'de parçalanmışlık hakim, örgüye sadık bütün bir olay yerine soyut ve parçalara ayrılmış, belki tamamlanmamış olay sarmalı mevcut. bu biraz da başkaldırı aslında yaşamın düzçizgisel kabulüne. gecede geçen soyut olaylar dikkatle yerlerine oturduğunda günlük hayatın, tarihin ve gelecek varsayımının izlerini görebiliriz. lafı çok da uzatmanın anlamı yok şöyle diyor mesela rasgele açtığım bir sayfada:"Ama buna şaşırmayanlar da var. Bunlar da korkuya yenilmenin yanlışlığını söylüyor; bunlar da olan bitenin kötülüğünü belirtirken, yazgıya boyun eğer gibi bir davranış benimsemenin aykırılığını dile getirmiş oluyorlar..."


2003 yapımı film Achero Manas imzası taşıyor. Filmde bir grup gencin bağımsız şekilde sokak tiyatrosu yapması, bu sırada polisle ­sıklıkla­ başlarının belaya girişi anlatılıyor. Beni başlarda can evimden vuran, filmin baş karakterlerinden olan Alfredonun şu repliği; ''Parayı kabul etmek, sanatı satmak demektir.'' (belki de bütün fanzincileri vurmalı) Film daha sonra gelen profesyonel sahne teklifine (para karşılığı sahne) vermeleri gereken cevabı ve sonucunda yaşanılanları anlatıyor. filmin konusu kadar tekniği de ilginç, bir yandan gençlerin olayı akarken diğer yandan, belki 2030 yılındaki halleri, yaşananları kendi pencerelerinden aktarıyorlar anlatıcı olarak. Kısacası dünyayı değiştirme azmıyle yola çıkan bir grup gencin daha sonra nasıl dünyanın onları değiştirmemesi için çabalamaya başlamasına evrilen bir film...


lars von trier'in üçlemesinin son filmi. ülkemizde elbette ki yasaklandı (ki yasakçı zihniyetin kaçırdığı nokta şu, sırf yasaklandığı için daha fazla kişi izledi bu filmi) bir kadının doğumundan ölümüne kadar seks hayatını anlatıyor film, ama bu yüzden filmi erotik film kategorisine sokmak yanlış olur (porno bile diyenler var) film tam bir psikanaliz örneği, psikolojik tahlillerle dolu, atıflar, replikler ve göndermeler de cabası, cinsel rahatsızlıklar (pedofili, şiddet fetişizmi, tecavüzler...) muhteşem işlenmiş. kısacası düşündürücü bir film, anlamamız gereken, oturup kendimizi bile sorgulamamız gereken noktalar mevcut. filmden erotizm bekleyenler başka kapıya, film oldukça rahatsız edici çünkü. ama triere göre ve filmin son sahnesine göre aslında anladığını düşünenler bile anlamayacak ya da anlayamayacak. "iddia ettiğin empati yalandan ibaret çünkü hepiniz toplumun ahlak polislerisiniz." diyor son olarel joe


Kızılderili bakire Eva’ya… Yakıcı bir soğuğun ortasında çırılçıplak kaldığında anladın, karanlık ve derin sessizlik değildi korkutan seni, anladın geldiğin yer çok uzaktı ve oranın da yabancısıydın. Bozkırın yılgın grisinden geçip geldin ve her adımda dağıldın, bu sen değildin anladın, gece yağan yağmurdan artakalan saydam ve berrak su birikintisinde kirli yüzünün aksine bakarken bunları düşündün. Bu yabancı ve kim olduğunu bilmediğin, kim olduğunu kendisinin de bilmediği, bu kirli yüz… Anladın, artık çok geç. Çünkü bozkırda yapılan her yolculuk dönüştürür yolcusunu, bunu sen de biliyordun ve bile bile attın o ilk adımı ki zaten dönüşü olmayan bu yitik yolculuğun yolcusu bunları bilirdi. Ve şimdi hangi alevin içine girsen donacaksın. Ve şimdi çocukluğun yalınayaklığına sığınmak için çok geç. Çünkü hangi yola düşsen paralanacak ayağında kederin, yerine yenisinin gelebilmesi için. Gece yağan yağmurdan artakalan saydam ve berrak su birikintisinden bir avuç alıp yüzüne çarpıyorsun, sanki hiç ıslanmamış gibi yutuyor yüzünün çatlakları suyu. Anladın artık, seni yağmurlar da sulayamaz, bozkırın susuzluktan çatlamış toprağını nasıl sulayamazsa, öyle işte… Usul usul yitiyorsun Eva, halkını terk edişinin laneti tüketiyor ikimizi de. Zamanın koridorlarında dolanıp durdum uzun yıllar boyunca ama gelip çattığın bu makine ve çarklarla doldurulmuş insan zihni, boşaltılmış kalıplar bahçesi büsbütün köşeye sıkıştırıyor seni. O ince, düz, beyaz çizgide yürüyorsun. İki yanında uçsuz bi çöl gibi yalnızlığın uzanıyor, hiç durmadan yürüyorsun o ince, düz, beyaz çizgiden çıkmamaya çalışarak, çünkü çıkarsan biliyorsun kendi yarattığın o yatay çölün mekânsızlığında yiteceksin ve yürüyüp yürümediğinin ayrımına varamayacaksın. Korkuyorsun bu yüzden, boşuna da olsa yürüdüğünü bilmek içini rahatlatıyor... Şimdilik!


Geçmişin izdüşümü şimdinin maskeli suratına ters açıyla çarpan bi ay ışığı gibi yayılıyor ve saydamlaşan maskesinin altından şimdinin yüzünü görüyorsun belki de bu yüzden geçmişini unutma gayretindesin belki bu yüzden incedüzbeyazçizgiler çekiyorsun yoluna, belki bu yüzden karanlıkta tuttuğun el fenerini önüne değil de kendi suratına tutuyorsun, geleceğini yok sayışın bu yüzden belki... Ama Eva sen de çok iyi biliyorsun, her çizgi bi yerden gelir ve başka bi yere gider, korkunun krallığında, çizgiler seni hep ele verir, geçmişinden haber verir, geleceğinden küçük kelimeler fısıldar... Sen ne kadar gözlerini yumsan da, an, bütün çıplaklığıyla alay ediyor maskesinin ardından... Anı yaşama Eva onu yok et. Geçmişi yok et, geleceği yok et tüm incedüzbeyazçizgileri yok et. An, yaşamsal bi uyuşturucudur, yaşanılarak alınır, diğer bütün zaman mefhumları gibi... Ve mırıldanıyorsun kendi köşenden bana onulmaz yaralar almış bi halde; daha ne olabilir ki karanlığın kendisinden korkan bir ruh hastası düşün ve onun kör olduğunu... Karanlığın içindekilerden değil. Bizzat karanlığın kendinden... Daha ne olabilir ki? Oysa ben bir bahar akşamı yaşamaktan vazgeçmiştim. Gitmiş olan gittiğinde, bir daha gelmemek nasıl mümkünse tam da öyle gittiğinde, bilek damarlarını kesip beni kanında boğduğunda, yaşamaktan vazgeçmiştim. Bir şeylerin iyiye gitmesi, bir şeyleri düzeltmek, ilerlemek, azmetmek... Ölü bir kadınım ve etrafıma piskokular yaydığımı düşünüyorsanız kireçleyip yakın beni. Emin olun gocunmam, bu hormonlu kış gününde, mutasyona uğramış bu kış gününde, daha fazla yer işgal etmişim veya etmemişim ne fark eder ki. Mevsimler bile olması gerektiği gibi değilken benim uzayda yer kaplamam oldukça anlamsız değil mi? Kavrulmuş bi toprağın üzerindeki tek su damlasıyım, az sonra kaybolacak, önemsiz, faydasız... Arkası yok bi fısıltı sadece.


Gittikçe daha iyi olmayacak dostlarım, bütün bu çırpınışlardan vazgeçsem de vaz geçmesem de... Dediğim gibi Bir bahar akşamı yaşamaktan vazgeçmiştim ben. Dahası yok. Acını kollarımdan ve parmak uçlarımdan çekiyorum içime Eva. Sanki diyorsun bi serçenin göğe öykünmesi gibi akıyor her saniye zamanın içerisinden bilinmeyen bi boşluğa doğru. Elini kaldırıyorsun elimi kaldırıyorum ellerimiz tel örgülerden çıkıp dikenli ruhlara takılıyor insanın aşamayacağı tek engel kendisidir diyorsun, sözcüklerin boşlukta yitiyor, ardından kelimelerimi boşaltıyorum yüzüne, yüzüme, yüzlerimize ayışığı değiyor hangi rüyadaysak uyanmamız isteniyor, huzursuzluğun dipsiz uyanıklığını yaşamak için... Gözlerimin içine bakıp gerçekten bakıp bir şeyler arar gibi karanlık ve dipsiz bi kuyuya bakar gibi bakıp peki sen kimsin diye soruyorsun ben bir şeyler geveleyip bir şeyler mırıldanıyorum biraz yalan biraz kendimi kandırmaca biraz sağdan soldan özenti yüklü ezber... Ama daha derine bakıp daha derinden sokuluyorsun peki ama sen kimsin diye soruyorsun ben biraz bıkkın tekrar geçiştirmeye çalışıyorum sen boğazıma yapışıyorsun dilinle ağzımdan soruyorsun sırtımdan ve göğüs uçlarımdan ve kasıklarımdan soruyorsun sorunun cevabı nerede ben de bilmiyorum inan ki bilmiyorum yalvarırım bırak diyorum ama sen büyük bi kurbağaya evrilip çarmıha gerili bedenimde geziniyorsun ıslak ve yapışkan soruların geziniyor ense kökümde ve parmak aralarımda ben bir karasinek değilim diyorum gayretle dilinin beni karanlık ağzına çekmesini önlemek için belki bi karasinek olmadığımı nasıl kanıtlarım oysa bi kurbağaya sonra kızıl bi yılan olup sarmalıyorsun vücudumu soğuk ve kaygan ben diyorum ben bi tarla faresi değilim sivri dişlerinden ve yutmaya hazır çenenden korkup altıma işerken sen daha pek çok şey oluyorsun ve ben yalvarıyorum başka başka şeyler olmadığıma inandırmak için seni


sense inandığından değil ama inanmaya inancını yitireli nice bir zaman oluyordu çünkü bi çocuğun oyuncağıyla oynaması gibi türlü yakarışlara sokuyorsun beni kim olduğumu ne olduğumu kimsesizliğimi sessizliğimi sisli bi gecede görülen bazen gri bazen mavi bi halüsinasyon gibi göğüs kafesimden ve ense kökümden söküp çıkarmaya gayretle ama biravuçtopraktanbaşkahangitanımagireceğinibilemeyen ben her defasında en tanrısal devletin bile ona karşı olduğunu sezerek aslında sürekli köşelere çarparak bi kenara savrulan ama herhangibir deliğe girse herikitarafiçinde keyifli bi skor elde edilecek sonuçtan kaçmaya başlıyorum çalışıyorum kenetlenen dişlerimin arasından olmadığım ne varsa tükürüyorum sorularına ama en baştan beri bi karasinek olmadığımı bile şerhedemezken kimliğimin altına kim olduğumu nereden bileceğim diyorum. Sen diyorum peki ne kadar irokuasın ve ya sen ne kadar varsın ama bunların bana zaman kazandıramayacağını bildiğimden ontolojik bi varsayımla yetiniyorum Kalkıp giyiniyorum sardığım tütünden yakıyorum dumanı genzimi yakıyor her zamanki gibi tanrıyı sevmek diyorum bana pek çok pratik fayda sağlıyor seni varsayıyorum hiç değilse diyorum dahası kendimi varsınıyorum Sisli bi gecede görülen halüsinasyondan sıyrılır gibi hafif bi irkiltiyle göğe bakıyorum yıllardır aradığım aradığın aradığımız yıldızı gene göremiyoru­m­z... Bir süre sonra ağır bi tütün kokusu kaplıyor ve sen utançtan kıpkırmızı bi halde büründüğün şalı da bi kenara atarak filmi başa alıyorsun benim kederle bezediğim ne varsa buna senin bedenin de dahil atalarından kalan kadim ritüellerle boyuyorsun kızıl boyalarla içine girmem gereken küçük ve karanlık bi mağaradan bahseden sonu gelmeyen bi öykü anlatıyorsun sen ve nihayetinde bedenlerimizi değiştirmemiz gerektiğini söylüyorsun bana bakmadan bunu biraz sonra öldüreceğin bi kurbanın gözlerine bakmazkenki tavrınla yapıyorsun


benden çantanı getirmemi istiyorsun getiriyorum sen içinden bi göbek kordonu çıkarıyorsun yeni ölmüş bi bebeğe ait bunu uygun şekilde kullanarak birbirine bağlıyoruz bedenlerimizi ve hızlı birkaç kalp atışından sonra gelen pişmanlık gibi yüzünde yüzümü görüp yüzümde yüzünü hissediyorum ve öylece yığılıp kalıyoruz bir süre sonra senin hızla zayıfladığını ve bedeninin solduğunu fark ediyorum isteksizce bi tütün sarıyorsun gözlerin ve sesin isteksiz herşeye ve diyorsun ki ben sen olmaya karar verdiğimde aslında yaşamamaya da karar verdim bunu istençsiz bi ölüm gibi veya canlı ama boş bi bedenle sevişmek gibi düşünebilirsin diyorsun ve biraz daha zayıfladığını söylüyor yanakların çöküyor içine çöken gözlerin. Böyle olsun istemezdim diyorum hayır böyle olacağını bilmiyordun yalnızca diyorsun ve anlamadığım başka şeyler de söylüyorsun ve anlıyorum ki bi insan bi başka insanın yerine kendini koyamıyor onu tamamen anlamak için yüzünü yüzüme giymem bir şey ifade etmiyor sen başka şeylerden bahsederken ve anlamadığım şeylerden ben bi şairin dikey ve yatay mutsuzluklarını resmetmeye koyuluyorum ama aslında bi insanlıktarihitrajedisi çizdiğimi bilmiyorum. Sana nasılsın diye soruyorum sen her zamanki gibi nasıl olduğunu bilmediğini söylüyorsun nasıl olduğunubilmeyengillerdeniz biz diyorum anlamıyorsun bikaç şey daha söylüyorum onları da anlamıyorsun birini hissetmek için ona kendin gibi yaklaşmalısın anlamak için de dışardan içeri girmelisin gibişeyler söylüyorsun. sen üzgün boş ve biraz daha zayıflamış halde bakarken ben kafkaist bi tavırla bütün istihbarat teşkilatlarını bütün milli güvenlikler ve bütün devlet sırlarını sokaklara saçıyorum


erimiş beyinleri kafalarının içinde çılk yumurta gibi lıkırdayan mutantları bir süre kullanıp sonra pilini çıkarıveren ve paslı çarklarda geridönüşüme yollayan küçüklü büyüklü ama her biri aslında aynı olan tapınç kavramlarının gecevaktibalkondemirindenaşağıişeyen bi çocuk gibi yoksayıyorum parıltılarını. Ve senin dudaklarında eski bir kızılderili duası... değişiyorum aynıyım değişiyorum aynıyım değişiyorum aynıyım...

sürecek...

Tarık Cemil



atı alan doğmamış çocuklar kan doğradı kah siper kâh mezar gerçek çıkar mı? son umudu sahip olmadıkları kitle saman aşımı nedeniyle takipsiz tehdit ve taciz adalete değil geleceği şekillendiren katliama iki köy bombalandı hürrüyet öldü.

Araz Endar



ELLER El ele tutuşup benÖLÜME DOĞRU YÜRÜDÜK. Eller çok hoş şeylerdir,özellikle de sevişme sonrasında yola çıkmışlarsa.... RİCHARD BRAUTIGAN kapuz şekerinde



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.