Kayıp ruhlar #5

Page 1


Kayıp Ruhlar’ın beşinci nüshası Emeği geçenler; ­Tarık Cemil ­Tarık Nazım ­Devrim Kahraman’ın kedisi Sakız

BU NÜSHA ZAFER EKIN KARABAY’A ITHAF EDILMIŞTIR



YANKI 1. ADAM Parmaklarının arasından salınan tütün dumanının odağında geçen şunca saati düşündü. Zaman kayması mı, eğilip bükülen, salınımlı, mekânda, bu dört duvarın arasında sıkışıp kalmış iki ruhun ansızın boşalıvermesi mi? Beyninde, uzayda ya da yerin altında olmasının bir fark yaratmadığı, dahası mekânsal değişkenlerin sonucu değiştirmediği, seçeneklerin sıfıra indirgendiği bir konum arzuladı. Böylece sol yanında, kanepesiz odadaki yer minderinde oturan kadına doğru seyridi vücudu. Kadının soltarafta oturuyor oluşu ideolojik bir zorlama değil tam olarak biyolojik bir acziyetin doğurduğu istence dayanıyordu. Sol kolunun kırık kemiklerinden sızan zayıflığın sonucuydu bu. Gündelik eylemlerin yavanlığı! Omuzlarının üzerinde daha fazla taşıyamadığı başını kadının dizlerine bıraktı. Bu o an için hem bir zorunluluk hem de bir kaçıştı. Ama bunun önemi yok, çünkü bir kadının dizine başınızı bırakmışsanız, artık bütün acziyetinizi kabullenmişsiniz demektir. O da öyle yaptı. Dış dünyaya dönük savaşında son kozunu oynadı böylece. Bir kadının dizi en mahrem ve en yıkılmaz savunmadır. Ama kadına karşı bütün duvarların yıkılıp bütün silahların bırakıldığı anlamına da gelir bu. Öyledir çünkü bir yaradan içeri girmek bunu gerektirir, yaradan içeri almak da öyle. Başını koyduğu yerin olanca sıcaklığı ve derin yumuşaklığı… Çünkü bu derin yumuşaklık dışa dönük en sert duvardır aynı zamanda. Kıvrıldı ve ana rahmindeki bir cenin gibi ne kadının dışında ne dünyanın içinde kaldı. Kalmadı böylece acziyetin izi.


Aczini kabullenen sığındı, bu doğru ama sığınılan kapılarını birer birer kapattı. Soğuk, metalik bir tat bıraktı bu hâl adamda. Yüzüne kapanan bin yıllık, paslı, demir kapının tedirginliğiyle doğruldu sokulduğu kuytudan. Doğruldu ama artık çıplak olduğunu, gardının çoktan düşürüldüğünü, on adımlık düelloda sekizinci adımda kurşun tadının ağzında gezindiğini biliyordu. Kalktı, kitaplığa doğru uzandı, nereye veya neye uzandığına dikkat etmeksizin raftan eline ilk gelen kitabı çekti. Olduğu yere, halının üzerine kıvrılıp yattı. Elindeki kitabı başının altına koydu elbette. Sonradan reddedildiği yerle seçilen kitap arasında bir bağ olup olmadığını, elin mi kitaba gittiğini yoksa kitabın mı eline geldiğini sorgulamadı. Herkes bilir ki gelinen yer varılan yerin geçmişidir. Geçilen yol durulan yere gebedir. Herkes ne kadar geldiği yere aitse o kadar da gittiği yerin sakini sayılır. Adam işte böylece kustu içerisindeki suskuyu. Bu bulantıyı yaşarken gözlerinin önünden halı desenleri ve tanıdık adımlar, tütün dumanı ve gözyaşları… Gözlerinin önünden askeri darbeler ve sivil itaatsizlikler geçti. Çoğuna dikkat etmedi ve çok azına anlam verebildi. Adamın başı kitaba yaslı, adamın başı söyleyemediği kelimelere yaslı, gidilen yol kat edilen mesafeye, akan zaman yutkunulan heveslere yaslı… Kadın usulca ama umursamazca kalktı oturduğu yerden. Durduğu mekândan sıyrılırcasına kalktı. Ardında kapanan kapının metalik sesi, ama bu defa gerçekten kapanan kapı kime kapandı, hangi yüze açıldı?


Kapanan kapı soğuk bir battaniye gibi örtüldü adamın üzerine ve büzüldü, küçülebildiği kadar kıvrıldı odanın orta yerinde. Sürülen toprağın gittiğini, dölleyen havanın da yitirilmek üzre olduğunu biliyordu adam. Herkes bir tarafa doğru ıslanıyordu bu doğru. Ama kimin kime doğru ıslandığıydı önemli olan… Belki böylece Önemli'nin önemini kavrayınca yeni bir kapı açmak gerekmezdi diye geçirdi içinden. Bu yetmedi elbette, yutkunmaların çağına uygundu yalnızca bunu bildi, bunu genzi yakan acı bir su gibi bildi.

2. KADIN Zehirli bir diken gibi batıyor tenine, bakışı, dokunuşu ve nicedir susuşu bile… Kadın yüksünmüyor taşımaktan ama taşınan kıpırdadıkça her adım daha da zorlaşıyor. Kapattığı kapıları bir bir mühürlüyor. Her defasında ve daha keskin… Kendine izahı kesin ama bunu kime anlatabilir ki? Çıkmaz sokaktaki lamba oluşunu kime, kimseye, neye yandığını. Yandığını kime anlatacak? Oturduğu yerden karşısındaki kitaplığı izliyor şimdi. Ama mutfağa gidip çayın altını yakan kimdi? İki bardak çay doldurup –ikisi de demli­ içeri getiren, bu dört duvarın arasında gezinen kim? Peki, yanında oturan adam, o kim? Ve işte başını dizine yaslıyor, şu an bunun kaçınılmaz olduğunu biliyor ama nasıl tepki verecek? Kımıldamadan mı durmalı, yoksa ellerini sakallarında mı gezdirmeli?


Daha rahat olması için oturuşunu mu değiştirmeli, yoksa ani bir kasılmayla hoşnutsuzluğunu mu hissettirmeli? Hepsi mi, hiç biri mi? Kadın bunları düşünmekten hiçbirini yapacak fırsatı bulamıyor –ki öyledir, hayatı düşünmekten onu yaşamaya fırsatımız olmaz­ öyle eylemsiz ama soğukluğu buzdan bir diken gibi saplanıyor adamın yüzüne. Bu kadını belirli bir açıdan kurtarıyor ama kazanılan zafer öbür uçta karşı konulmaz bir yenilginin çağırıcısı olmaktan öteye gidemiyor. Kadın kendi yumuşaklığından kovduğu adamın ötede kitaplıktan özellikle seçtiğine emin olduğu ‘O’ kitabı başının altına koyup halının üzerine uzanışını izliyor. Adamın dudaklarındaki o emin ifade, zamanı yavaşlatıyor. Bir saat öncesinde önce dudaklarına değen ardından daha aşağılara inerek kasıklarını yoklayan o dudakların ince bir çizgi halinde yavaşlattığı zamanı fırsat bilip artık burada yer tutmaması gerektiğini, gidişinin tamda bu karşılıklı yenilgi anına denk gelmesi gerektiğini biliyor. Kadın böylece adama verdiği ne varsa orada bırakıp usulca çıkıyor odadan. Evin çelik kapısına bakıyor, bir ev için emniyetli ama bu ayrılış için fazlaca soğuk oluşu içini üşütüyor, mutfağa yöneliyor ocakta halen dumanı tüten çaydanlığın sıcaklığı az da olsa içine değiyor. İşte balkonun kapısı ve yukarda başının üzerinde aysız gece göğü, kadifemsi yumuşaklığı ve ılık sessizliğiyle orada duruyor, kadim bir çağrı gibi. Kadın yükseliyor, bu yükseliş hiç üşütmüyor, artık ne tenine batan dikenler ne soğuk sözler var, çıktığı yerde kadın olmanın ılıklığıyla baş başa. Yalnızca soğuk bir yankı duyuyor, bir anlığına, bir kapının ya da etin soğuk bir zemine çarpması gibi, aldırmıyor, gece göğünün çağrısına kulak veriyor.


"nil, gözlerimden geçsin diye güne kirpiklerim kırılırdı. oysa saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm..."

ZAFER EKIN KARABAY


seni tanıdım tanıyalı her şubat ayında saklambaç oynayasım gelir içimde büyümeye direnen bir çocuk gizlidir

(zafer ekin karabay'a ithafen)


KARANLIKMAVI Eski bir bando çınlıyor kulaklarımda Kesik Kesilmiş sesiyle paslı trompetler çınlıyor Duldasında en mavi yerinin Yaklaşan karanlık kendine bir ülke beğeniyor Hepimiz toplaşıp oraya sığınıyoruz Sana gizil bir ad beğeniyorum Henüz kendimin bile ırağında olan Tutup kalbimi adına sürgün ediyorum Büsbütün yabancı bir yerde Benim olmayan bir isimle kader ortaklığı ediyorum Sesinin kulağımı terk edişini Adımın dilinden, adının belleğimden silinişini Tenimden bakışlarının el çekişini izliyorum Boğazıma oturan bir lokmayı yutmaya çabalar gibi Ağzımın kenarında bir ülke beliriyor Ağzımın kenarında Sarma sigara Ağzımın kenarında ucuz şarabın burukluğu Ağzımın kenarında ağzının orta yeri Kimse kimsenin yarasını umursamıyor biliyorsun Bu yüzden bağlamanın bam telini söküp Güzelce boğazıma doluyorum Ki zaman yavaşlasın Ay ondördüne dolansın Dilim adını az daha fazla sayıklasın…


Akıp giden zamanın sürgitleri Dilinin ucundaki bu biteviye kahır İşte diyorum göğsümü orta yerinden yaracak olan Göğsümdeki zindanları Kapanan kapıları Açılan oyukları Bir öpüşle tersyüz edecek olan Beni çırılçıplak soyup Yağmurun ortasına bırakıyor Seni bu yağmur giydirecek diyor İnanıp iman ediyorum Tenime değen her yağmur damlasının Beni giydirmeden önce yakıp eriteceğini bilerek Karanlık mavi diyorum Bu çıkmaz sokağın başka tanımı olmasa gerek Oysa diyedir bütün yaşamak Çıkmaz sokakların dibine Çaresiz ve üşümüş bir köpek gibi Sinelim diye Zihnini yageye bulamış bir Kızılderili şaman Tutup iki yakamdan silkeliyor beni Tutup iki yakamı Gözlerimin içine bakıyor Sen oluyor içime akıyor en keskin sızısıyla bir bıçağın Kaçacak yer yok Bunu biliyorum Kaçmaya yeltenmem Sen de bunu biliyorsun İnandım ve iman ettim İçimdeki sızı da bunu biliyor Bileklerimdeki tereddüt kesilerine


Şimdi o eski bandonun Paslı trompetlerin Karanlığın içinden geçip Kendimi bu yağmura sunuyorum İşte çırılçıplak sunuyorum Ki beni Kara bir balçık gibi eritip Yeniden giydirsin Kendi olmanın tedirginliğiyle Ki bulayım hangi çıkmaz sokağında Yaşamaya ayak direyen sesin



GECE BİRİNCİ KISIM Yaralarını kimseye göstermeden saran bir şehir gibiydin Ey ağlamakla bulamadığım Ayaklarımı bastığım asfaltı yadsıdım Sırtımı yasladığım duvarı… Kimseye göstermeden dallarını Kesen bir ağaçtım Ey kalbimden zoru olan Ruhuma kendi ellerinle Onulmaz yaralar açtım Böyle yazdı Nazım saman kağıdı defterine, saat gecenin üçüydü. Boşalan şarap şişesini yokladı. “Hala boş mu?” “Hala boş!” Kendine güzel bir çarmıh beğendi kelimelerin içinden. “Korkak!” En paslı hecelerle çiviledi kendisini o çarmıha. Arkasına yaslandı, gözlerini kapamak istedi ama kapayamadı. Her şey ama her şey o kadar gerçekti ki… gözlerini karanlığa fal taşı gibi açtı böylece. Çarmıhın kollarının üzerinden tıslayıp sürünerek gelen gölge, Nazımın ellerinde eskidiği aşikar bir gölge, karanlığın ortasında bilinci yırtan, kelimelerden ve çarmıhtan daha gerçekçi ve daha gözle görülür. “Nne acı, yenilginin, yılgının meyvessi, çürümüş dişşlerimin arassınndann ssana gülümsüyorlar.” Silkinip doğrulmak istedi ama artık çok geç. Çarmıha çivilenen elleri kaybolmuş, kendisi büsbütün bir çarmıha evrilmiş ya da çarmıh bütünüyle bir Nazıma dönüşmüş. Öylece duruyor, kendi içine doğru kanayan bir İsa olarak, odasındaki karanlığın içine nasıl aktığını duyumsadı. Usul usul akan bir peygamber kanı gibi ılık ve helak edici. Gecenin müziği başladı.


“gir hadi” Olanca çıplaklığıyla karşısında Nazımın, karşı konulmaz beden, kıvrılıp bükülerek en yakınından en uzağına. Aksayan raksıyla nefesinin çarpışı bacak arasına, oradan göbek deliğine, göğüs uçlarına… ya nasıl kaçacak bir cüzam yığını gibi erimiş suratından. Öğürmek boşa, o taze pembe göğüs uçları, o taze kasıklar bu yüzün. Müzik artıyor ve raks devam ediyor, gölge kadına sahip oluyor Nazımın dizleri üzerinde. “şarap şişesi?” Hiçbir işe yaramayacaksa bile kırıklarıyla gırtlağını kesmeli. Kesti! Ama ne kadar keserse kessin her defasında iki büyük karadeliğin çarpışması gibi önce zaman büküldü sonra yavaşlayıp hızlanan anlık dalgalanmalar karanlığa yayıldı, kanayamadı ama geceyi de kanatamadı. “ııhhhh…” “hala boş!” Gözlerini yadsıyan ve uzaktan anlık bir hayret üzre çıkagelen kadına dikkat kesildi. Bu gün beraber oturdular, birbirlerine dokunup konuştular, ama kadının sulu, kırmızı bir meyveyi andıran dudakları neden gerçek gelmiyor? İlerde gölgeyle oynaşan kadının seğirdikçe damlayan irinleri daha gerçek! Neden? “ahmak olma!” Şimdi gün ışığının kendine sunduğu kadına bakıyor, diğerlerinin yerine geçiyor. Kadının davetkar ve hayran bakan yanı diğer yanına, isteyen ve çağıran yanına yansıyor. Kadının elleri sakallarında geziniyor ama bu kabulleniş mi yoksa büyük yıkıma hazırlık mı? Boşalan şarap şişesi kadının bedeninde geziniyor. Sakınımlı ama doğurgan…


“yeteri kadar büyüyebilirsek uzayzamanda çarpışarak olanı değiştirebiliriz.” Anlık bir seyrime ve gözleri kapanıyor Nazımın. Samankağıdıdeftere eğiliyor, ne varsa yırtıyor. İçinde ve dışında. Masanın üzerinde geçmişten gelen bir hediye gibi duran boş şişeyi ağzına götürüyor. Ağır ağır keder yudumluyor. “şişe tekrar doldu, her zaman olduğu gibi. Saat gecenin üçüydü.”



KAYIP MEKTUPLAR ­ 2 Devrim, Her yer ceset kokuyor, alıyor musun kokuyu? Clementine çok ağladı mektubunu alınca. Cevap yazar diye bekledim sana. Ama yazmayacakmış. Neden bu kadar acıttın canını? Neden böyle kırdın? Sehpanın üzerinde buldum mektubu, okudum, kokladım. Çok özledim seni. Seni ve mavi duvarlı bahçemizi. Oraya gelmeyi her şeyden çok istedim. Ama O’nu yalnız bırakamazdım. Beni anlıyorsun değil mi? Artık saçları siyah değil mi yani Devrim’in? Devrim, her gece ağlama sesine uyanıyorum onun. Hangi sabah bir balkondan düşecek diye beklemekten yoruldum. Sen neredesin? Neden gelip götürmüyorsun bizi evimize? Herkes ölüyor görmüyor musun? Biz bu şehre geldiğimizden beri herkes ölüyor. En yakın arkadaşlarını ekimde kaybetti. Şimdi tutmuş ölmekten bahsediyorsun. O seni çoktan affetti. Yollar açıldı, şehir yeniden kuruldu, gel. Seni sevmediği için değil kırıldığı için gitti. Hani biliyorsun işte çok kaybetti. Küçük bakkalın önünde araba hızla geldiğinde ödün patlamıştı ona bir şey olacak diye. Ondan haber almadan bu kadar zaman nasıl yaşadın, söyler misin Devrim? O olmadan ölme! Senden nefret ediyorum onu üzüp durma. Seni de anlıyorum bekleyip duruyorsun sinek boku gibi. Bekleyip durma. Ölme. Bileği kırıldığında seni arayıp ağlamadı mı? Ve sen gelmedin mi? Gelmedin Devrim. Sen yokken yaşamak istemiyor, özlüyor, boyundan büyük işlere kalkışıyor her gün. Olmuyor, mezar taşına senin adını mı yazsalar? Kalbinden başka yerde arayıp durma onu, ayrıntıları bırak Allah kahretsin!


Ne yani şimdi sebep, şımarıklık mı yapıyor? Seni seviyor ve senin kararların… Kahretsin o kadar boktandı ki. Yargılarım evet ve hakkım var buna. Saygısızım ve buna da hakkım var. Burası dünya işte, acıların geçmeyecek. O bebek dünyaya gelmeliydi, buna engel olmamalıydın. Clementine ölümü ve dahası senin ölümünü bu kadar erken tanımak zorunda değildi ama sen bunu ona yaşattın. Benim tezgâha çıkmam önemli değil, sana yemin ederim bir daha yemeklerinize de sulanmayacağım. Benimle oyna diye sabahın köründe komodinin tepesinden karnına da atlamam. Ama özledim anlasana. Uyuyamıyorum diyorsun, kalkıp sigara içiyorsun. Yaşayamıyorum diyorsun, kalkıp… Sen doğduğunda ben yoktum, dağıtma konuyu bak şimdi varım. Biz aileyiz yaralayıp durma. Bizi al buradan Devrim sen olmayınca yaşayamayız. Günlerce evde oturup yaptıklarınızı izledim. Senin ona tokat attığın sahne ve figüran ben, senin ona bağırdığın sahne ve arka odaya kaçan ben. Gözyaşları içinde, sarhoşum diye onu dövdüğün sahne ve sesinize uyanan ben. Kurtuldun işte neden ölmek istiyorsun? Biz seni yeniden severiz, yeniden başlayıp yeniden sevinebiliriz. Belki de öylece geçip gitmeliydi o gün yanında beyaz bisikletiyle. Hiç görmemeliydi seni, sen hiç bulmamalıydın o ağacın üzerinde beni. Ve ben hiç görmemeliydim sevişirken ikinizi. Bana keşfedilmemiş bir elzem bıraktım Devrim. Bana ve bize. İçin yanmıyor mu? Birsen Tezer yine söylüyor, çalsan kapımı… Küçük Kediniz Sakız (kediler imza atamaz ki)



karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık! zafer ekin karabay


PERSONA Persona, Bergman’ın hastanedeyken hasta yatağında yazdığı bir senaryodur. Tiyatro sahnesinde (elektra rolünde!) oyunun ortasında, aktrisin ansızın susmaya karar vermesiyle filme başlarız. Fakat bu susku çok daha içkin ve girintilidir ki iki kadının birbirleriyle kendi yöntemleriyle susmaları ve konuşmaları bu geçişkenliği sunar bize. Bu geçişi yüzlerin birbirine girdiği sekanslar zirveye çıkarır. Burada bütün bir varoluş, bütün bir yalnızlık ve bütün bir birlik mevcuttur. Yüzlerin birbirine girmesi farklı yerlerde farklı açılardan sunulmuştur. Bu da var oluşa bakışı yansıtıyor. Filmin başında ve sonlara doğru tekrar görülen fotoğraf kareleri… Tamamen Bergman'ın "hey bu bir film, yalnızca bir film izliyorsunuz" diyerek bizi uyarması, uyandırmak istemesi. Devamında yani filmin film olmaya başlama aşamasında çocuk ve ölüler… Cesetler, çocuk, soğuk ve ölüm iç içe. Belki çocuk da ölü ama biz bunun ayrımına varamıyoruz –belki varmak istemiyoruz­ ki birden hareketlenip –canlanıp­ üzerini örtmeye başlamasını yadırgamıyoruz. Peki, bunun alt metnini ne şekilde yorumlamalıyız? İki olasılık mevcut; ilki, doğumdan ölüme doğru uzanan sancı. Bu daha ontolojik bir kaygıdır, yeryüzünde bulunuşumuzun absürtlüğüne kadar uzanır. İkincisi de, karakterlerin çocuklarla ve bebeklerle olan sıkıntısı. Elizabeth ileriki sahnelerde çocuğunun fotoğrafını yırtar, Alma ise kürtaj yaptırmıştır. Sonlara doğru Alma’nın bileğini kanattığı sahne! Orda Alma ellerini yüzüne kapar, ama eller kendisine mi aittir?


Ve gerçeklik algısı, baştan sona... Filmin başında çocuğun ekranda dokunduğu yüz, aktrisin ve Alma'nın iç içe geçmiş yüzü, bu geçişme zaten sürgit devam ediyor ki almanın istediği bu, Elizabeth olmak. Gerçek olan hangisi, hangisi aslında hasta, hangisi sağlıklı? Konuşma ve susma eylemlerini biraz daha irdeleyelim. Alma’nın içkin olarak olmak istediği bir persona vardır. Bu karşısında susar, ama onun susması kendisinin konuşmasına bağlıdır. Bu sebeple sürekli konuşur. Karakterin bu konuşması diğer yönüyle tedavi süreciyle ilintisinden çok yaratı ve yıkımla ilgili… Alma konuşarak personasını yaratır ama aynı yaratı beraberinde yıkımı da getirir zira bu karşılığını ayrı bir kişilikte susku olarak görür. Daha derinde ise tek ve büyük bir personanın içindeki diğer iki küçük personadır Alma ve Elizabeth. Her iki karakter de aslında tek bir kişiliğin içsel olarak, kendi içinde parçalanıp, ontolojik mücadele vermesine dayanır.



UĞULTU Tutmak istedim bir ucundan hayatı Kumsala balıklar çizdim Gizlediğim ne varsa bir bir Ve önünü sonunu düşünmeden önüne dizdim Hayatı tutamadım elbet ve Sencilleşen ruhumun parçalarını döktüğümle kaldım Kumsala çizdiğim ne varsa denize ağdı Yalnızca bir sanrıydı yaşadığım Öylece yanıldığımla kaldım Sefil bir ruhun sızısıydı Yağmur oldu üstüme yağdı Ben saçlarında geceye durmuş bir ormanın düşüne daldım Bir ayyaşın gırtlağındaki anlık hırıltıydı Serçe sürüsüne sığınmanın nefes nefese telaşı Sana baktım yoksun Sola baktım yıkık dökük bir şehir Soyundum girdim sokaklarına Ayaklarımı ıslak kaldırımların sesine saldım Yürüdüm bir zaman Aklımda uzaklardan saçlarına dökülen usul bir nehir Sızan suda sızımı buldum İhanet etmedim suya tenimi sundum yıkandım Karayı renk belledim yoluma Başımı koyduğum dizinden Gözlerime uyku çaldım


Genişçe bir kavşağa gelip durdum Zulamdaki tütünü sarıp yaktım Acaba dedim tanrı Burada benimle kime küfretmiş olabilir Ağza alınmaz bu laneti üstüme Ben helak edilen nice kavimden boyandım Sırtım bütün asfaltlarına dayalı bak Talan bu kentin yıkık molozlarına Yankı, gırtlağımda durur Çağıldayan bu sağanağında Her adımda bu senden boşalan kentin Çıkmaz sokaklarına daldım Sen yağdın ben ıslandım rüzgar oldum kalbin makamında estim uğuldadım




NEREYE EĞİLDİYSEM YÜZÜM ORAYA SIĞINDI...


Ceplerinde bakışsız gözler taşıdın nicedir Talan edilmiş bir hayat hikâyesi Kekeme dudaklarında döküldü Sokak çocuklarının İlk hece ve sonra aksayarak ikincisi… Çöle hapsettin ruhunu Ki herkes bilir çölden çıkış olmadığını Ama en çok da İçinde kendi çölünü taşıyanlar Ağızdaki kum tadını Her nefeste ciğerleri yakan kuru sıcağı… Ve uzaktan bir gölge Öylece çıkageliyor Çıkıp gidiyorum bu mağribi şehrin sokaklarından Kelimeler; Ağzımda büyüyen bir lokma gibi Çiğnemeden tükürüyorum Mürekkep dağılıyor Beyaz sayfa üzerine yayılan acı Toprak kanı nasıl emerse öyle Emiyor dokusuna değen anıları Kusuyorum sıcağının ortasına Ceplerimde ne varsa Ellerimde ne varsa Ne varsa sancıtan Adını adımla susuyorum Başımı yaslıyorum bir fahişenin dizlerine Kadınlığını kokluyorum ama çoktan silinmiş Soğuk bir mermer tadı var o yumuşaklıkta Sonunda doğruluyorum göğsüme yığılan acıyı miras alarak


Nereye yürümeli şimdi yola çıksam da Yol açık diyor kimileri Yaşamaya devam ediyorum böylece Ömrümün kapalı sokaklarında Uzayan bir sevişmenin artakalan sızısı Ağzında uzayan bir yaşamın yavanlığı Ağzımda adının tuz yangını Eyvah diyorum! Eyvah ki sesin Sesimin sıcağına çarpan bir serçe oluyor O sonradan gelen pişmanlık Kokunu sarıp tütün kâğıdına Gırtlağımdan parmak uçlarıma kadar His ediniyorum onu, karanlık alnacıma Ceplerinde bir avuç göz hiç bakmamış Dudaklarında söylenmemiş binlerce söz Nereye dönsem dönüşü olmayan bir yol Gün ağar, gölge uzar Ölümün anlamı fark edilir bir anlığına Nereye baksam karanlığın ürküntüsü Bakışsız bir kedi kadar Yol artık beni yürüyor



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.