Fanzin, ingilizce FANatic ve magaZINE kelimelerinin kısaltılmasıyla oluşturulan finansal kaynaklardan ve hiyerarşik yapılardan uzak alternatif bir basılı materyaldir. Farklı yöntemlerle çoğaltılan örnekleri olmakla beraber genellikle fotokopi aracılığı ile çoğaltılarak, satış amacı güdülmeden dağıtılan yayınlardır. Dergiden (Süreli yayınlardan) ayrı olarak, süresi belirsiz olarak çıkar ve daha amatörce hazırlanır. Türkçede "Fanzin" olarak kullanılan "fanzine", genelde belirli bir konu üzerine işlenen yapıtlardan (yazı, resim, fotoğraf, karikatür, vb.) oluştuğu gibi, değişik ve çeşitli konuların yapıtlarının da bir araya gelmesiyle oluşabilir. Her türlü materyal kullanılarak oluşturulabilen fanzinler tek sayfalık olabileceği gibi birbirine zımbalanmış, iğnelenmiş çok sayıda sayfadan da oluşabilir. Geleneksel olarak el yazısı, daktilo kolaj, çizim, gibi farklı elementlerden oluşur. * Vikipedi, özgür ansiklopedi
Zaman ilerliyor, biz istesek de istemesek de. Sadece dünya değil, bütün bir evren devinimini sürdürüyor, biz olsak da olmasak da. YOLA ÇIKIŞ... Ve bütün bu betonarme şehirler içerisinde, bütün bu teknolojik çılgınlık içerisinde, bütün bu dinmez kazanma susuzluğu içinde insan dediğimiz Zaman ilerliyor, biz istesek de yeri istemesek Sadece dünya bütün şeyin aslında hiçbir döngüde yoktur.de. Hiçbir şeye dahlideğil, yoktur. Yanibir o evren devinimini sürdürüyor, olsak da olmasak da. olmasa da olur hatta daha iyibiz olur. Ve bütünhükmetme, bu betonarme şehirler içerisinde, bütün bu yönetme… teknolojik çılgınlık Doğaya dünyaya hakim olma, insanları Bunlar içerisinde, bütün bu dinmez kazanma susuzluğu içinde insan dediğimiz insanın tanrıya öykünme girişimleridir, hastalıklı ve sakat zihniyetlerdir, şeyin aslında hiçbir döngüde yeri yoktur. Hiçbirtemel şeye dahli yoktur. Yani o densiz ve ahmakçadır. İnsanın aczini bilmeyişi problemdir. olmasa hatta daha iyielbette olur. bu saydığımız şeylere karşı bir savaş Ve biz da bu olur fanzini çıkararak Doğaya hükmetme, dünyaya hakim insanlarısağaltma yönetme… başlatmış olmuyoruz, insanların buolma, hastalıklarını ve Bunlar onları insanın tanrıya öykünme girişimleridir, hastalıklı ve sakat zihniyetlerdir, acziyle tanıştırma gibi bir amacımız da yok. Zira insanlık denen bu yoz densiz vebiz ahmakçadır. İnsanın aczini bilmeyişişeyleri temel yapmaya problemdir. toplum ne yaparsak yapalım yapageldiği devam Ve biz buSavaşlar fanzini çıkararak elbette bu saydığımız şeylere karşı bir savaş edecek. devam edecek, ölümler, katliamlar devam edecek, doğa başlatmış olmuyoruz, insanların bu hastalıklarını sağaltma ve onları ölecek… acziyle tanıştırma gibi bir amacımız da yok. Zira insanlık denen bu yoz Öyleyse biz bu fanzini neden çıkarıyoruz? toplum ne yaparsak yapageldiği Sadecebiz c anımız istediğiyapalım için tabiî ki de… şeyleri yapmaya devam edecek. Savaşlar edecek, ölümler, katliamlar doğa Bununla birliktedevam bu fanzin şu içeriğe sahiptir, şöyle devam hareketedecek, edilir, böyle ölecek… düşünürüz, biz buyuz gibi söylemlerden de kesinlikle uzağız. Aksine bir Öyleyse biz bu fanzini neden çıkarıyoruz? şey olmamaya çabalayan, hangi türden olursa olsun bir oluşumun içine Sadece c anımız istediği için tabiî girmekten kaçınan insanlarız. ki de… Bununla birliktegerek bu fanzin şu içeriğe sahiptir, şöyle hareket edilir, böyle Lafı uzatmaya yok. Bunlar bilindik şeyler zaten, biz bu fanzini düşünürüz, biz buyuzüzerine gibi söylemlerden de kesinlikle Aksine bir“bu şey hazırlayıp masanın bıraktık, dileyen şöyle biruzağız. gözgezdirebilir, olmamaya çabalayan, hangi türden olursa olsun bir oluşumun içine neymiş” diye bi bakabilir, nimetlerinden faydalanabilir… girmekten kaçınan insanlarız. Bizler ruhlarını kaybetmiş insanlarız dolayısıyla kolay inciniriz. Bu Lafı uzatmaya yok. Bunlar bu fanzini yüzden lütfen gerek bir sevgiliniz varsabilindik onu bu şeyler fanzinzaten, elinizebiz geçtiği gün öpücüğe hazırlayıp masanın üzerine bıraktık, dileyen şöyle bir gözgezdirebilir, “bu boğun. Tanrı sizleri birbirinizi sevesiniz diye yarattı bunu bilin… neymiş” diye bi bakabilir, nimetlerinden faydalanabilir… Kayıp ruhların paralel evrenine hoş geldiniz. Bizler ruhlarını kaybetmiş insanlarız dolayısıyla kolay inciniriz. Bu yüzden lütfen sevgiliniz varsa onu bu fanzin elinize geçtiği gün öpücüğe boğun. Tarıkbir Cemil Tanrı sizleri birbirinizi sevesiniz diye yarattı bunu bilin… Kayıp Harunruhların Altunöz paralel evrenine hoş geldiniz.
Kayıp bir ruh yola nasıl çıkar? veya bir ruh nasıl kaybolur? 1. uzun yola çıkmaya hüküm giyilir 2. mataradaki suya tuz eklenir 3. azık olarak dünya üzerinde bir acı kök tadı seçilir 4. yaşanılan ısmarlama hayat terk edilir 5. gerisi zaten kendiliğinden gelecektir
nihayetinde yine ve yeniden başlıyordu her şey. durağan bir zaman gibi veya yıkılmış bir duvarın altında kalan kaplumbağa... sahi!... yıkık bi duvarın altında kalan kaplumbağayı kabuğu ne kadar koruyabilir? bizleri ne kadar koruyabilir giyindiğimiz zırhlar, kendimize karşı... bir kadının kıvrımlarından yol bularak en sonunda nereye gidilebilir? en kuytu en mahrem yerlere hangi patikalardan çıkılır? gözleri bir kadının, gözleri başka bir dünyanın kapısını aralar derdi annem. doğduğumda anneme aşık olmuşum ben. sonra ilk annem terk etmiş beni, sonra hangi kadına aşık olsam bir bir terk edilmişim. gözleri bir kadının, gözleri seni yakabilir derdi annem. bunları geçelim, önemsiz şeyler bunlar, ardına kadar açık bi kapı ne kadar kapalıysa ben de seni o kadar düşünmüyorum demiştim bir zamanlar, kapıyı yüzüme çarpmış, koridorun soğuğunda yankılanan ses tükürmüştü yüzüme. nihayetinde neyin ne zaman başladığının çok da bir önemi olmasa gerek. insan kendisini kaplumbağa gibi hissetmeye başladığında, üzerine çöken duvarın ağırlığı daha da artsın istiyor ölebilmek için.
Hayal Kırıklığının Ütopyası Başkalarının gökyüzünde kaybolduğumuzda dairesel yalnızlıklar çizen bulutlar sana mı aitti, ıslak çatlaklığıyla nefesime vuran bulutlar, hüzünlerimizin buhar hali. Yağdığında şehrin ızdırabını artıran, penceresiz evlerin duvarlarındaki yara izleri ve tekrar tekrar dinlenen şarkıların ağırlaşan melodisi gibi. Kalıplarımızın huzura ermesinin ardındaki pişmanlık gibi, ruhsuz, gölgesiz bir et yığını, bir kederle göz göze gelme hali. Boynundaki karamsarlığın tadı gibiydi şehrin zamanı. Yitirilmişliğin yıpratıcı tadı gibi… Kendimize döndüğümüzde içimizdeki kelimelerin izdüşümü ve hayal kırıklığı haritalarımızın bir iç bile çekmeden milyon kere çoğaltılmış hali gibi. Yani sona tükenen mürekkeplerin kuruma eğilimi gibi ıslak şehrin zamanı. Çatlak bir gün daha bitiyor sırtımızdaki hançerin ışıltısında tükenen ikindi burukluğu ve kabuğumuza çekilme senfonisi eşliğinde. Bu anlarda geçmişinden kurtulmaya çalışan bir geleceği oynuyorum. Sus pus olup derinlerinden çıkardığı dilinden kaçan cümlelerin sancıyan hafifliği karşısında ağır ağır dirilen bedeninin katmer yükünü taşımayı bilmeden. Harun Altunöz
SESSİZ ŞEHİR Evden kendimi sokağa attığımda halen yaşıyor olduğuma şaşıyordum. O kalabalık, gürültü, çok sesli kahkahalar, çok yüzlü insanlar… Ölüme bir adım daha yaklaşmam bahane edilerek düzenlenen eğlence… Belki de yaptığım şey yanlıştı. Orada kalıp, üstelik kalacağım yer kendi doğum günü partimdi ve herkesten çok benim hakkım vardı buna biraz sarhoş olmalıydım, canım sıkılınca da hatunlardan birini alıp kadınlığında geceyi dinlemeliydim. Belki biraz da şiir yazardım, bi ihtimal hoşuna gider daha iyi sevişirdi. Bunlar olurdu ama her zamanki gibi kaçmayı seçtim ben. Denk gelen ilk otobüse bindim, suç ortaklarım, belediye otobüsleri. Kentsel yalnızlıkların büyük direnişçileri… Yarım kalmış bir şarkı gibi ne tam var olabiliyor ne de yok sayabiliyor kendini. Eksiltili yaşamların yolda duruşu gibi sadece. Sefil hayatlarımızın ontolojik bir açıklama kazanma çabası, ama usul usul giyindiği yabancı deriden habersiz, kendi olmaya çalışırken, farkında olamadan hiç tanımadığı bir teni üzerine giyivermiş. Bir başkasının yolculuğuna paslı bir bıçak gibi saplanan yabancı, bir kadının, saçlarını geriye doğru atması… Oysa yalnızca mavi göğün kızıl bir ufka evrilmesi. Sessiz, usulca ve yoğun bir sıvının damarlarına girişi gibi, fark ettirmeden, onulmaz yaralar açarak, ya da yeşil bir orman nasıl sahiplenirse, bir kadının kızıl saçlarını, dönüşmesi yalnızca gün batımı kadar varsayımsal ama olağan yinede her şeye rağmen.
Yanıma gelip duran kadının sıcak ve iç gıcıklayıcı kokusu otobüsün dışına atıyor ansızın. Kadının umurunda değil orda olmak, otobüsün sarsıntılarına bile aldırmıyor, beni ve diğer herkesi yok saydığı gibi. Kimi insanlar varsayımlarla sanrısal çölün sunacağı serapları beklerken kimisi de yoksaymanın sakin, belki zamanın bile dışına iten berduşluğu içinde. Ellerine bakıyorum ve o kadar küçük ki elleri, yok sayılabilecek bir ayrıntı gibi. Sonra aklıma geliyor, küçük bir el, daha başka bir küçüklüğün büyük gibi görünmesini sağlayabilir. Gülüp geçiyor ön koltukta oturan yaşlı teyze benim bu düşünceme, ben de gülüp geçiyorum, kadının saçlarıysa iç içe geçiyor ansızın, mideye biran saplanıp sonra geçen sancının yüzde bıraktığı kalıcı buruşma, alabildiğince mavi göğün sadece bir karga tarafından katli gibi. İndiğim durakta beni içine alıyor kalabalık, bir dalga nasıl süpürüverirse önüne gelen zayıf dal parçalarını öyle sürüklenmeye başlıyorum. Kentin orta yerinde, akıp giden trafiğin, kalabalığın, gürültünün tam ortasında öylece unutulmuş, varlığı hiçe indirgenmiş kadim bir kümbet gibi. Zamana meydan okumuş fakat, yok sayılmanın, sessiz ve kaçınılmaz darbesine yenik düşmüş. O gürültülü kalabalığın, sessiz, soğuk ve zehirli, çepeçevre sarmalayan darbesine yenik düşmüş bir kümbet gibi kalakalıyorum. Kurtulmaya çalışmak neye yarar, asla canlı çıkılamayacak bu savaştan. Ama yine de çabalıyor insanoğlu, sanki eline ölümden fazlası geçecekmiş gibi. Hüzünlü bir gün batımını seyrederken yaşlı bir Kızılderili dostum, bazı insanlar ölmek için doğarlar ve bunu bilirler. Vakti geldiğinde, yalnızca kapıldıkları şey yorgunluk hissidir ve buldukları ilk ağacın gölgesine uzanıverirler usulca. Bazı insanlar ölmek için doğar ve ölüm yalnızca yerine oturan kilit taşı gibidir, doğal, olması gereken, demişti bana. Bir şehrin ortasındaki ikinci şehir, yaşayan bir şehrin ortasında, ölü, sessiz, zamanın önemsiz kılındığı bir şehir… O telaşlı kalabalık beni işte buraya atıyor, iç içe geçmiş ama aslında tamamen ayrıksı duran bu yerde karaya çıkıyorum. Sessiz şehir, şehri hamuşan, silent city… Adımlarım yavaşladı, burada hızlı yürümenin bir anlamı yok zaten. Ulaşılması gereken yere ulaştığında acele etmek yersizdir. Bu gün benim doğum günüm ve ben ölümün koynunda geziniyorum. Soğuk ama yalandan arınmış, içsel. Dışarıdaki şehrin uğultusu kayalıklara çarpan dalgalar gibi eriyor. Sessiz kente girmesi yasak… Taşların soğukluğunun üzerinde kadim bir bekçi gibi duran gri gök… Sarsılmaz tahtında oturan yaşlı bir bilge gibi, mezarlıklar göğe kurulacak merdiven.
Kırılmış lahitler, dimdik, göğe uzanan sütunların sadeliği, eriyip kayboluyor süslü yaşantılar. Adımlarım yavaş, çok yavaş… Sadece adımlarım değil, nefes alıp verişler, damarda dolaşan o kırmızı sıvı bile yavaş… Acele etmek yersiz. Bu ölüm değil, hayır, yalnızca uyum sağlamak. Misafirini bekleyen bir ev gibi bana bakıyor taş lahitler. Birinin içine girip uyumak, ait olmadığım bu zamandan sıyrılıp nereye gideceksem gitmek, ne hoş… Belki bir zaman makinesi, ilkel ama gerçek, kadim, zamanın iç içe geçtiği bir gergef gibi. İşlemelerin kıvrımlarına gizlenen zaman sahibini bekliyor sanki. Bu gün benim doğum günüm. Anneme yirmi küsur yıl önce bu gün çektirdiğim acı parmak uçlarımdan giriyor bedenime. Doğurmam gereken ne? Benden çıkacak olan nedir? Acı, iniltiler, hiçlik… bir kadının doğurganlığı bende de bulunur mu? İçine girip, ana rahminin içinde kıvrılıp bekleyen bir cenin gibi, büzüşüp bekliyorum olacakları, içine girdiğim bu rahim benden ne çıkaracak, bu rahimden ne çıkacak? Gök üzerime yağmurunu serpiyor, soğuk taşa çarpan damlacıklar şekilsiz ve karamsar. Daha fazla büzüşüyorum artık doğmak istiyorum, ama beklemem gerektiği söyleniyor derinlerden. Orada sızıp kalsam ve bin yıl uyusam o doğurgan zeminde. Kararan dünya, beni içine çeken yer, yutmaya hazırlanan gök, daha da yavaşlayan kalbim, dışarının gitgide sessizleşmesi ve dahası ne varsa önemini yitirmesi beni çepeçevre saran. Benliğimin önemsiz bir paçavra gibi fırlatılıp atılması, ruhumu şekillendiren sis bulutu gibi uzanıp geri çekilen eller… Önemsiz, ne varsa önemsiz… çırılçıplak, karanlığın ve aydınlığın bitip başladığı yerde yatan bir cenin. Bütün vücudumu saran ve sancıtan o tuhaf his bile önemsiz. Bu gün benim doğum günüm, ruhum bir kadının göğüslerine yaslı, ölü bir kadının diri göğüslerine, diri bir adamın ölü ruhu…
Tarık Cemil
KATİLİMİ ARIYORUM Çaresiz bir ıslığa bürünen yaşam, zaman çürüdükçe zindanın en kuytusuna çeker kendini. Bir damla sessizlik dalgası içinde sızar çatlaklardan ve doldurur yarattığın boşlukları. Senden sonra öğrendim boşluk doldurmayı. Senden sonra öğrendim, Bakire yalanlarla çıkılan yolculukların hep aynı kente yapıldığını ve saçlarını devirdiğin yöndeki kapatmaya çalıştığın ürkek suretlerin ne denli çirkin olduklarını. Yine senden sonra öğrendim, Otoriter mutsuzlukları, umut taciri gece seferlerini, kimsesizliğin kimlik sorgusunu, enstrümantal acıların boynumda o acınası izi ve teninden soyutladığın somutluğumu. Küfrettikçe daha sağlam öğrendim, Gülüşleri çok güzel olan birinin aslında hiçbir zaman gülmediği fikrine alışır gibi, boş bir bakışın ardına sığınır gibi, gelip omzuma konan fahişelerin terk eden bakışlarını arar gibi. Şimdi O fahişeler nerdeler? Suratsızın biriydi diyeceklerdi ardımdan. Küfürleriyle saçlarımı öreceklerdi. Katilim kimdi acaba proleteryanın düşmanımı ya da aynaların bana bakışları mı? Ne olursa olsun, Ardımdan çürüdü gitti diyemeyecekler Etimin yanışını seyredenler.
Harun Altunöz
Çölün ortasında yapayalnız ve ne bir damla su, ne de bir dilim ekmek… üstelik yapayalnız, öldürüp kanını içebileceğin ve etinden yiyip o çıldırtan açlığını bastırabileceğin birisi de yok. Yalnızca gökyüzünde dolanıp duran güneş ve sana sonsuzmuş gibi görünen (muş gibi! Evet, çünkü sonsuz, kişinin hesaplayamadığı şeye, acziyetini saklamak için verdiği isimdir) sarı (yeşilbirkaktüsbileyok) çöl kumu… dermanın yettiğince yürüyorsun, gündüz sıcak vücudunu kavuruyor ve beynin sanki burun deliklerinden akacakmış gibi kafatasının içinde “cılk”, “cılk” sesler çıkartıyor. O cehennemden kurtulmak için yürüyorsun, susuzluktan dilin ağzının içinde bir kösele gibi kuru ve sert, miden açlıktan sancıyor. Gece soğuk, ama bu seni serinletmiyor, yine kavuruyor ayaz, bu kez başka türlü. Ve sen kurtulmak için, birazcık olsun su bulabilmek için yürüyorsun. Arada bir seraplar sana yılgı vermek üzre faaliyet gösteriyor ama sen pes edip bu sonsuz kum denizinde ölmek istemiyorsun, yürüyorsun, yürüyorsun, yürüyorsun… sonunda ufukta bir mavilik bakışlarını okşuyor, serap mı? Hayır değil, çünkü biliyorsun seraplar hep sen yaklaştıkça uzaklaştılar, bu kez her adımda yalnızca bir adım yaklaşıyor sana… dirimle atılıyorsun ileri, bir yudum su, hayat, yeniden doğuş, çölün mağlubiyeti… ama suyun yanına vardığında onun aslında başka bir sonsuzluk olduğunu görüyorsun… deniz! Tuzlu su! Bu kez sarı değil ama mavi bir sonsuzluk ve ucu görünmeyen sahil, ne bir insan ne de bir hayvan var… çölün alevinden sağ kurtuldun ama ne için, bir yudumunu bile içemeyeceğin sonsuz mavilik! Tebrikler… Hayatta kaldın! Ödülün, Sana hayat vereceğini düşündüğün suda boğmak kendini… Artık çıldırabilirsin.
nereye gitsen yüzünde derin bir iz gibi taşıyacaksın mutsuzluğu nereye kaçsan saklandığın kuytularda farkına varacaksın acı bir kök tadını duyumsar gibi aslında senin kuytularında saklananı karanlığına devşirdiğin ne varsa azar azar saracak seni içine girdikçe habersizce bezeyecek renkli zehriyle ruhunun duvarlarını bunu belki sen de isteyeceksin belki de istemeyeceksin asla bilemeyeceksin sen sadece her defasında biraz daha eksileceksi...
T. NAZIM
KÖRLEŞME Düş ve gerçek nasıl birbirine geçer? Deliliğin sınırlarında gezmek insanı nereye sürükler? Aç gözlülük, hırs ve kör inanç hangi felaketlere gebedir? İşte Körleşme çağın bu karmaşasına ışık tutar. Elias Canetti’nin bu romanı ihmal edilmiş bir başyapıt, modern çağın toplumdan soyutlanmış aydınına indirilmiş bir yumruk. Romanın kahramanı, kitap fetişisti Kien saplantılı bir sinoloktur. Toplumdan kopuk yaşayan ve sosyalleşmeye direnen Kien, toplumla iletişime geçmeyi ret eder. Kişisel kütüphanesinin içinde mi yaşamaktadır yoksa kişisel kütüphanesini içinde mi yaşatmaktadır? Ve diğer karakterler; yoldan çıkmış hizmetçi, satranç şampiyonu ve emekli polis olan kapıcı… her biri de kendi sanrı denizinde yaşamaktadır. Kien, Therese’in ‘zulmü’ neticesinde körlük kuramını geliştirir, ona göre; “körlük zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır, varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa doğru uzayıp giden bir körlükte bulur, evrende egemen olan kuram körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların birlikte bulunmalarına olanak tanır.” Gözlerini kapatıp bir taş olduğunu düşünerek, gerçekten bir taş olabileceğine inanmıştır. Körleşme’nin arka kapak tanıtımı ise şu cümleyle biter: “Canetti’nin gözler önüne serdiği, gerçekte tüm yanılsamaları, düşünceleri ve egemen değer yargılarıyla, bütün bir kültürün çöküşünden başka bir şey değildir. Kitabın payel yayınevindeki baskısının (başka baskısı de yok zaten) kapağında ise Diego Rivera’nın (Frida Kahlo’nun Diegosu, hani “bir daha dünyaya gelsem yine seni severdim, cayır cayır yanacağımı bilsem bile…” dediği Diego) feria del dia de muertos (ölülerin karnavalı) adlı resmi vardır ki oldukça ilginçtir. Körlerin diyarında bakışlarınıza iyi sahip çıkınız.
SİSLİ GECE HALÜSİNASYONLARI Çıplak ayaklarıyla gecenin içinde gezinen bir kadın gibi sessiz ve yorgun, içime sokulan bu soğuk ve paslı demirin metalik kokusu. Ay yoksunu bir gece göğü kadar anlamsız fakat bir o kadar yıldız yüklü. Yalnızca biraz daha uzağa bakmalı ama neye yarar gelmeyeceğini bile bile beklemek bir yolcuyu. *** Ne yaptığını bilen bir nehir gibi tenimin altına usulca sokulan sıcaklığı zehrinin… içimdeki savaştan kalma paslı bir revolverdir yürüyüşüm, çoktandır menzilimdeyim, bir anlık tereddüt tetiği çekmeme yetecek, şakağıma dayalı namlunun ucu. ***
Endişenin bittiği yerde yolculuk da bitiyor sanırım. Yiten bir anı gibi, solgun ve teklifsizdi kulağımdaki sesin tınısı. Utanç yüklenmeyecek esrimelere gebe bir gecenin kenarından dinledim. Gerçi hiçbir esrimeye utanç yüklemedim ben, nereden geldiğini kestiremediğim bu sayıklamanın sanrısı kimsesizliğimin duvarlarını tırmalıyor. Endişe bitmeyen bir sancı gibi arttıkça piç kelimeler doğuruyor ısrarla. Bir yanımı yaşama bağlayan ip diğer tarafımdan çözdüğüm oluyor genelde ***
yan sayfadaki yazıyı bir hayvan yazmıştır dolayısıyla tarafsız olması beklenemez.
HAYVANATBAHÇELERİNE HAYIR! (HAYVAN HAKLARI VE PORNOGRAFİ) ÇOK ÖNEMLI NOT: bu yazıyı yazan şahıs kesinlikle bir hayvan hakları savunucusu veya bilinen tanımıyla bir “hayvan sever” değildir. Vejetaryen veya vegan hiç değildir, et yemeyi sever, bilhassa balığı ondan iyi yapanın yalnızca birkaç kişi olduğu rivayet edilir. Doğada canlı ve cansız varlıkların tamamı birbirini öldürür, birbirini yer, gücü yettiğince birbiriyle savaş halindedir (tüm bu savaş hali için insan hariç tüm canlıların bir geçerli sebebi vardır. İnsanlık tarihindeki savaşları geçerli bir nedene dayandıramayız (özgürlük için yapılanlar hariç)). Ancak tüm bu canlılar içinde bir tek insan, bir başka canlıyı hapseder. En acımasız canlının bile muamelesi en fazla ölümle noktalanırken sadece insan hem kendi türünü hem de diğer türleri hapsetme gerekliliği duyar. İşte modern anlamda, hayvanat bahçeleri bu fetişizmin kanıtıdır. Hayvanların hayvanat bahçelerinde rahat bir yaşam sürdüğünü, yemeklerinin ayaklarına geldiğini düşünebilirsiniz. Ama onlara sorarsanız, doğada açlıktan ölmeyi senin elinden şişmanlamaya tercih eder. Hayvanat bahçelerini ne ile gerekçelendireceğiz? Çocukların hayvanları tanıması mı, hayvan sevgisi kazanması mı? Hiçbir çocuk kafesin arkasına hapsolmuş bir hayvanı içselleştiremez, çocuklar temiz ruhlara sahiptirler ve hayvanların çektiği acıyı hissedebilirler bu da derin psikolojik yaralanmalara sebep olabilir. Kapital açıdan bakarsak, zaten kar getiren bir hayvanat bahçesi yoktur, sürekli zarar ederler. Peki o zaman neden hayvanat bahçeleri var? İnsanlar pek çok açıdan kendilerini tatmin etme gereksinimi duyarlar. Ruhsal, bedensel, duygusal ve daha pek çok açıdan rahatlama isteği taşırlar. Orgazma ulaşma şekilleri her birinde farklıdır. İnsan bedensel olarak cinsel tatmin yollarından biri pornodur. Görsel olarak seyrettiği olay insanın boşalması için bir araçtır. İnsan egosunun da tatmini için bazı durumlar söz konusudur. Örneğin tanrıya öykünen insanın, hükmetme dürtüleri, hakimiyet kurma arzusu… işte hayvanat bahçeleri insanda bu arzuyu tatmin eder, esaret altındaki hayvanın yaşam şekli, fizyolojik özellikleri değildir ilgilendiği, kendisinin o hayvana hükmettiğini düşünme dürtüsüdür.
Yani hayvanat bahçesini gezerken bir çeşit porno izleriz. Egomuzu tatmin etmek, hükmetme dürtülerimizin orgazma ulaşmasını sağlamak için yaparız bunu. Vahşicedir, hastalıklı bir eylemdir, sırf tanrıyı oynamak için hayvanların hapsedilmesi, eziyet edilmesi hiçbir şekilde meşru kılınamaz. 2014 Şubatında Danimarka’da sırf yer olmadığı gerekçesiyle çocukların gözleri önünde kesilen zürafa keyfiliğin bir başka örneği. Kızılderili şeref yasası şöyle der; “doğa bizim için değildir, o bizim parçamızdır, o senin dünyasal ailenin bir parçasıdır.” Doğaya ve hayvanlara hükmetmeye kalkışmak insanın fıtratına aykırıdır. Bir geyiği avlayıp yemek o geyiği hayvanat bahçesinde tutsak etmekten daha insanidir. İlkinde yaşamak için ihtiyaç duyduğun şeyi yaparsın ikincisinde yaptığın şeyse sadece mastürbasyondur. İnsan, doğaya, hayvana ve bitkiye saygı duymayı öğrendiğinde insan olamaya başlayacaktır. Nihayetinde “sokak köpeklerine selam vermek adam olmaya çeyrek var demektir"
yan sayfadaki hayvanın yazısı sizi havanat bahçeleri konusunda ikna etmemiş olabilir. rahatlayın, bu gayet normal.hiç bir insan kişisek zevklerinden kolayca vazgeçemez.şimdi gidin ve kendinizi bir ağaca zincirleyin
not: kendinizi ağaca zincirlerken zincirin ağacı incitmemesine özen gösterin. onların duyguları oldukça hassastır.
APARTMAN HALÜSİNASYONLARI2 Mavi okyanus Sarı çöl Yeşil orman Gri bozkır Dört duvar Dört kahrolası apartman duvarı Sarıyor çevremi Her kımıldayışta daha dar Daha Daha Daha… İçsel çığlıklar Boğuk haykırışlar…
Mavi okyanus Sarı çöl Yeşil orman Gri bozkır Dört duvar Dört yıkılası apartman duvarı Soğuk, tepkisiz, sessiz… Ben çıldırana kadar Her defasında daha dar Daha Daha Daha…
to be continued
maybe
SON OLARAK