بسم اهلل الرحمن الرحيم
KÖKLÜDEĞİŞİM Kuruluş: 2004
İslâmi Fikirlere Dayalı Aylık Siyâsi Dergi Rebî’ul Evvel 1431 • Mart 2010 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ahmet Sivren İdari İşler Müdürü Hakkı Eren Yayın Kurulu Başkanı AbdulHamid Yazıcı Haber Dairesi Müdürü Hüseyin Sivren Kapak&Grafik Tasarım KöklüDeğişim Yönetim Merkezi G.M.K. Bulvarı No: 31/12 Kızılay/ANKARA İletişim&Abonelik&Reklam Tel: (+90) 0 312 229 77 91 Faks: (+90) 0 312 229 77 92 www.kokludegisim.net bilgi@kokludegisim.net
Temsilcilikler
İstanbul Bülent Kurşun Tel: 0 536 638 67 68 Bursa Mesut Şahin 0 532 627 35 89 kdbursa@hotmail.com
Abonelik ve Hesap Numaları
Yurtiçi
Yurtdışı
6 Aylık
6 Aylık
24 TL
24 TL
Yıllık (12 Ay) Yıllık (12 Ay) 48 TL
48 EUO
PTT Posta Çeki Hesabı 1911803
Ziraat Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100 1683474757825001 TCZBTR2A
Ziraat Bankası TL Hesabı Başkent Şb. 4745782-5002
Baskı 01.03.2010 Yaprak Ofset ve Matbaacılık Adres: K.Karabekir Cd. No: 7/5 İskitler-Ankara Yerel-Süreli ISSN: 1304 - 8274
MART AYI TAKDİM Sırat-ı müstakim üzere yürüyen ve bu doğru çizgisinden asla dönmeyecek olan muttakileri hiç kimse sindiremez! Hiçbir kimse, inanmış olan temiz beyinleri hak yoldan caydıramaz! Hiçbir güç, Allah azze ve celle’nin rızasını kazanmak noktasında bizleri durduramaz! Hiçbir korku, kalplerimizdeki Allah korkusu ile kıyaslanamaz! Hiçbir beşer, mümin olan bir ferdi asla ve kata korkutamaz! İslam’a emin bir bekçi olmamızı hiçbir kuvvet engelleyemez! İşte bu hakikatleri, sağlam ve doğru olan hak yolun yolcularının bilmesi gerektiği gibi, çürük ve bozuk olan batılın yolunu takip edenlerinde bilmesi gerekir. Zira ilk insandan beri hak üzere sebat eden hiçbir mümin kendisine gösterilmeye çalışılan tehditlere, zulümlere, ambargolara, işkencelere aldırış etmemiş ve tüm bunlar imanları artırmaktan, azimleri bilemekten ve müminlere ecir kazandırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Bu faydasız amelleri işleyen zalim ve onun yardakçıları da beyhude çalışmalar ile oyalanmışlardır. Bu oyalanma onlara zaman kaybı ve şiddetli bir azap olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu minvalde yedi ay önce dergimize yapılan baskın ve personelimize yapılan haksız tutuklamalara karşın mahkeme sürecinde verilen tahliye kararları bizleri bir nebzede olsa sevindirmişti. Fakat bu tahliye kararlarından rahatsız zevat tekrar iş başına geçmiş ve kendilerince bir takım çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Mesela; Ekim ayında Bursa 5. Sulh Ceza Mahkemesi bir karar almış ve dergimizin 59. ve 60. sayılarına yasak getirmiş. Ama bu karar bize bu tahliyelerden sonra tebliğ edildi. Yine bu karardan sonra bu sefer Bodrum Cumhuriyet Savcılığından olduğu söylenen fakat hiçbir resmi statüye haiz olmayan bir tebligat aldık. Bu tebligata göre dergimize 20.000 TL’lik bir para cezası kesilmiş görünüyor. Yine bizlere cezaevi süreciden sonra geçmiş olsun deme nezaketinde ve hayrında bulunan dostlarımız ziyaret edilerek “bunlarla görüşmeyin” telkinlerinde bulunuluyor. Yine Allah’a hamdolsun ki bu hayırlı dostlarımız bu ziyaretlerin kendilerini korkutmadığını ve bu ziyaretlerden sonra bizlere olan güven ve sevgilerinin daha da arttığını belirtiyorlar. Böylesi bir süreçte yine dolu dolu olduğuna inandığımız ve elimizden geleninin en iyisini yapmaya çalıştığımız bir sayı ile yanınızdayız. Ve siz değerli okuyucularımızın yanında olmaktan dolayı büyük bir güven ve yenilmez bir güç hissediyoruz. Tarihlerin yeniden 3 Mart’ı gösterdiği bu ayda size Hilafet’in hangi hileler ile kaldırıldığını aktarmaya çalışacak, Afganistan da sömürgeci kâfirlerin yaptığı zulümlere NATO kıskacında değinecek, tüm Türkiye de gerçekten balyoz etkisi bırakan darbe planlarının son gelişmelerini aktaracak, meclis tarafından açıklanacak olan 12 milyon belgenin karanlık tarihin aydınlanması için yeterli olmayacağını gösterecek, çocuklarımızın bile güvenliğini sağlayamayan demokratik nizamın hangi ihtiyacımızı karşıladığına bakacak, anayasa değişikliğinin kimlerin planı olduğu ve Müslüman halka ne yarar sağlayacağını analiz edeceğiz. Ayrıca önceki sayılardan devam eden ve herkesin büyük ilgisini toplayan ve iktibas etmek için bizlere başvurularda bulunulan İslami Hareket ve Batı yazı dizisi ile Türkiye de Neler Oluyor yazısını devam ettiriyoruz. KöklüDeğişim olarak “Kısa-Yorum” diye yeni bir bölümle ve diğer rutin bölümlerimiz ile gündemden sonra devam edeceğiz. Umarız keyifli ve akıcı bir okuma süreci yaşar ve öğrendiklerinizi amele dökme ve insanlara anlatma sorumluluğunuzu ifa edersiniz. Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız. Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.
1
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
KöklüDeğişim’de Mart 2010 GÜNDEM Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler...............Editörden......03 Türk’ün Elinden Amerikan Zehri...............Asım Cingitaş......11 Anayasa Değişikliği Kimin Yararına?...........İbrahim Er......14 İslami Hareketler ve Batı................Ahmet Sadık Altınel......20 TESEV’in “Ortadoğu’daki Türkiye...............Hakkı Eren......24 Türkiye Nereye Gidiyor?.................AbdulHamid Yazıcı......30 NATO Toplantısı............................................Mesut Şahin......35 Yargıda Derin Çatlak................................Hüseyin Sivren......38 Cumhuriyet’in Karanlık Dönemi............Murat Albasan......42 Türkiye-NATO İlişkileri..........................Cuma Canpolat......45 Askeri Vesayetin Kırılan Kolu....................Nurol Karaca......48 Nereye Bu Gidiş?.........................................Halime Aydın......53 İki Tarih Arasında Kudüs..............F. Muhammed Selim......57
HABER MERKEZİ Dünyadan Haberler....................................KöklüDeğişim......62
OKUYUCUDAN GELEN Geçmişten Günümüze Kadın..................Rabia Gökeren......65
KISA YORUM Arktik Bölgede Savaş Hazırlıkları..............Mesut Şahin......68 Robert Gates’in Türkiye Ziyareti................Mesut Şahin......69 Gazze İçin Toplanan Yardımlar.............İsmail Gültutan......70
AİLE KALEDİR Çocuk Terbiyesinin Esasları................Necahu’s Sabatin......71
TEFSİR Bakara Suresi 249-252. Ayetler.....................Esad Mansur......74
KİTAP KRİTİK Bilal-i Habeşi ve Ahad......................AbdulKerim Demir......77 Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
2
EDİTÖRDEN
T
ranışların, en dahi fikirlerin bir şahsa hasredildiği bu tarih zamanında iş yapmış olmasına rağmen bu gün düşünebilen insanlar için komedi halini almıştır.
arih öylesine gerçeklerle doludur ki bu gerçekleri gizlemek zaman içinde imkânsızlaşır. O günler yaşanırken sis perdesiyle kapatılan gerçekler zamanın rüzgarı sayesinde aralanır. Ve bütün çıplaklığıyla bize şahitlik eder. Objektif bir gözle tarihe bakan herkes bunu rahatlıkla görebilir. Bununla birlikte kuşkusuz tarih çarpıtmalara açık bir vaziyettedir. Nitekim yaşadığımız coğrafyada buna daha da muhtaçtır. Çünkü bu topraklar yalan üzerine kurulmuştur. Girift ilişkiler yumağında İngilizlerin açmış olduğu kucağa sarılarak bekâsını garanti altına almak isteyenler, ister istemez tarihi değiştirmek, çarpıtmak zorunda kalmışlardır.
Geçen zaman zarfında resmi ideolojinin tarihine muhalif bir çok eser yayınlanmıştır. “Koruma Kanunları” çerçevesinde gerçeklerin söylenmesine müsaade edilmemesine rağmen yinede bazı çarpıcı gerçekler bizlere ulaşmıştır. Tabi ki tarihin değerlendirilmesinde de bazı kriterler olması kaçınılmazdır. Şöyle ki; Eğer yaptığımız araştırma İslam tarihi ile alakalı ise bu araştırmadaki kaynaklarımız İslam düşmanlarının ortaya koyduğu kaynaklar olmamalıdır. İnce ve hassas bir araştırma için bu bilgileri Müslümanlardan almamız gerekmektedir. Ayrıca bir takım fertlerin ya da toplumun marjinal bir kesimini ele alarak bunların durumunu bütün topluma yansıtmak da doğru değildir.
Özellikle bugün hangi tarihe inanılması ve itibar edilmesi gerektiği dahi bilinmemektedir. Bu nedenle tarihten alınması gereken ve alınmaması gereklerin açıklık kazanması kaçınılmazdır. Bir çok Müslüman kızgınlıklarını gidermek ve kabaran duygularını bastırmak için tarihte bazı şeyleri fazlaca abartmışlardır. Bununla birlikte Kemalist kesim Kemalizm’e uygunlaştırılan yeni bir tarih yazmıştır. En güzel sözlerin, en erdemli dav-
Tarihi kaynaklar hakkında yaptığımız bu kısa açıklamadan sonra aktarmak istediğimiz asıl meseleye gelelim:
3
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler İslam Ümmeti’nin var olduğu günden itiHilafet’e karşı kışkırttı. Bu şekilde Osmanbaren başından bir çok büyük bela, musibet lı Hilafet Devleti’ni bir değil birkaç yönden ve sıkıntı geçmiştir. Öyle ki Haçlı Seferleri, kuşatma altına almış oldu. Hem askeri işgal, Moğol istilası ümmetin büyük kan kaybethem içeride karışıklık, hem de vilayetlerde istiği dönemlerdir. Ancak bütün bunlar bile yanlar. Hilafet’in kaldırılması kadar önemli bir yer Hilafet’in kaldırılmasında en önemli etken tutmamaktadır. Nitekim Haçlılarla yapılan kuşkusuz Lozan Antlaşmasıdır. Bu nedenle savaşlarda kimi zaman galip gelinmiş kimi yazımızı Lozan’dan önce ve Lozan’dan sonra zaman mağlup olunmuştur. Moğollar da öydiye iki bölüme ayırmak faydalı olacaktır. ledir. Onlar acımasız bir kavimdi, geldiler, Lozan’dan Önce: yaktılar, yıktılar, kan döktüler ancak İslam Ümmeti’ni perişan ve çaresiz bırakacak güce Sömürgeciler tarafından işgal edilmiş tophiçbir zaman sahip olamadılar. Hilafet’in yıraklar üzerinde yaşanan bir varoluş mücadekılması ise ümmeti diz üstü çöktüren ellerini lesinin sahneye konulduğu Anadolu toprakhavaya kaldırarak teslim bayrağını çekmesiları, sadece bu sınırlarda yaşayan Müslümanni sağlayan yegane olayların değil tüm dünya dır. Hilafet’ten sonraki Müslümanlarının gözleİslam Ümmeti’nin var olduğu dönem ise ortadadır. Ve rini diktiği, kulaklarını günden itibaren başından bir çok ümmet böylesi bir sarkabarttığı bir mücadelesıntıyı o güne değin yaye sahne olmaktaydı. büyük bela, musibet ve sıkıntı şamamıştır. geçmiştir. Öyle ki Haçlı Seferleri, İttihat ve Terakkiciler Şimdi resmi ideolojinin inkılap tarihi kitaplarından sıyrılarak yakın tarihimizde Hilafet’in kaldırılmasına ve sonraki yaşananlara bir bakalım;
Moğol istilası ümmetin büyük kan kaybettiği dönemlerdir. Ancak bütün bunlar bile Hilafet’in kaldırılması kadar önemli bir yer tutmamaktadır.
Bu mücadelede ve daha sonraki aşamaların en önemli şahsı kuşkusuz Mustafa Kemal’di. Geniş yetkilerle donatılarak “Fahrî Yaver” unvanıyla Anadolu’ya gönderilen M. Kemal elindeki yetkiler sayesinde Müslüman halkı direniş için örgütlüyordu. Samsundan başlayan bu çalışma Erzurum Kongresi’ne uzandı.
Bu yazının tarih kitabına dönüşmemesi için bazı ayrıntılara değinilmemiş ya da bazı tarihi olaylar konunun dağılmaması için buraya aktarılmamıştır: İngiltere, coğrafi özellikleri bakımından verimli topraklara sahip olmayan bir ada devletidir. Ancak sömürgecilik ve kibir ruhuna işlemiştir. Bu nedenle dünya hakimiyetini elde etmek için çalışmalara başladı. Nitekim fazla beklemeden “hasta adam”(!)’ın topraklarına saldırıya geçti. Bu arada da dünya dengelerini düzenlemeyi ihmal etmedi. Nihayetinde bir çok İslam beldesini askeri işgallerle zapt ettiği gibi, hile ve desiselerle de kendisine bir çok ajan devşirdi. Uluslararası dünya siyasetinde itibar edilmeyen bir çok kabile reisini kendisine muhatap alarak onları
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
tarafından Almanya’nın yanında savaşa sokulan Osmanlı, Almanya’nın yenilmesiyle yenik sayılmış ve ülke toprakları işgal altına alınmıştır.
Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasını yapan M. Kemal sözlerini şu şekilde noktaladı. “En son olarak niyazım şudur ki, Cenabı-ı Vacibü’l Âmal Hazretleri, Habib-i Ekrem hürmetine, bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Amnediye’nin ilayevmil kıyame haris-i estakı olan millet-i necibimizi ve Makam-ı Saltanat ve Hilafet-i Kübrayı masun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi
4
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler muvafık buyursun.”
dişah bunu yapabilir. Artık krallık ve imparatorluk modası geçmiştir. Millet kendi işini kendi gören Cumhuriyet’e taraftardır. Bizim de padişahı, hükümet ve siyasete karıştırmayıp Halife olarak istediği yerde oturmasına taraftarız.”
Daha sonraki durak Sivas Kongresi’ydi ve kongre açılışında şu yemin edildi. Makam-ı celil-i Hilafet ve Saltanat’a, İslamiyet’e, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek her türlü ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azm-ü iman ile çalışacağıma …”
3) “İstanbul Türk şehri olarak kabul edilmiştir. Ama Anadolu’nun idaresi ve terakkiye sevki İstanbul’dan gayri mümkündür. Mesela Bursa’da olan bir hükümet serbesttir.” (Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası)
Gerek Erzurum gerekse Sivas Kongrelerinin kuruluş amacını açıklayan beyanname şu şekildedir.
Bu görüşlerin yayılmasına binaen Heyet-i Temsiliye namına M. Kemal bir tamim yayınlar ve şöyle der:
“Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü ve milli bağımsızlığın sağlanması, Saltanat ve Hilafet makamlarının korunması için kuvayi milliyeyi amil ve milli iradeyi hakim kılma temel ilkemizdir.”
“İngiltere Hükümeti Başvekili Lloyd George’un İstanbul ve Boğazların beynelminel bir hale ifrağına ve İstanbul’un yalnız makamı Hilafet olarak bir payihat-ı dini kalacağına dair sulh konferansına teklifatta bulunacağı gazetelerde görüldü. Ananat-ı milliye ve ninimize aykırı olan böyle bir kararın milletimizce asla geçerli olamayacağı tabiidir…”
Bu arada Osmanlı’ya yapılan baskılar arttırılmış, tıpkı bugün Amerikan’ın “Türkiye’deki Amerikan düşmanlığını bitirin” sözlerine benzer yaklaşımlarla Anadolu’daki direniş hareketlerinin bitirilmesi istenmiştir. Bu baskılar sonucu M. Kemal askerlikten istifa etmiş ancak “Fahrî Yaver” unvanı devam etmiştir. Nitekim Halife Vahidetdin’e çektiği “kulları Mustafa Kemal” imzalı telgrafta Halife’ye bağlılığının sürdüğünü ancak askerlikten istifa ettiğini açıklayarak telgrafını şöyle bitiriyordu: “Yüksek Saltanat ve Hilafet makamıyle, soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, bu hususta teminat veririm.”
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yürütülen çalışmalar neticesinde I. Meclis açılmıştır. Birinci Meclis’in açılışını duyuran mesajda M. Kemal şunları söylemektedir: “Biemnihilkerim Nisan’ın 23. günü Cuma namazını müteakip Ankara’da Büyük Millet Meclisi küşad edilecektir. Vatanın istikleli, Makam-ı Hilafet ve Saltanat’ın istihlası gibi en mühim ve hayati vezaifi ifa edecek olan Büyük Millet Meclisi’nin…”, ”…Cuma günü ezandan evvel minarelerde salavat-ı şerife okunacak ve esna-yı hutbede Hilafetmeabımız, padişahımız, efendimiz hazretlerinin bir an evvel nail-i halas ve saadet olmaları duası ilaveten tekrar okunacak ve Cuma namazından sonrada…”, “… Halife ve padişahımızın, din ve devletimizin halâsı, selameti ve saadeti için dua edilecektir.”
Erzurum’da Kazım Karabekir ile görüşen İngiliz temsilcisi Yarbay Rawlinson Karabekir’e “Cumhuriyet idaresine geçin, İstanbul’u başkent olmaktan çıkarın, İngiltere size yardım edecetir.” demiştir. Rawlinson şöyle devam etmiştir:
23 Nisan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Bu meclisin isminden de anlaşılacağı üzere ümmeti temsil etmektedir. Sonradan başına “Türkiye” eki getirilerek Ulus Devlet modeline uydurulmuştur.
1) “Şimdiye kadar barış yapılmamasının sebebi, Türkiye’de kuvvetli bir hükümet bulunmaması. Hakiki İngiliz dostu olacak simalarla anlaşmak istiyoruz.”
Meclis dualarla açılmış ve hemen ertesi gün şu kanunları kabul etmiştir:
2) “Endişemiz, Türkiye’nin yine bir gün İngiltere’nin düşmanları tarafına geçmesidir. Pa-
5
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler “Madde 1.
lerinin sömürgeci kafirlerden temizlenmesidir. Bu amaç için oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı gelmek vatan hainliği addedildi. Öyleyse sadece meclisin şahsına değil, Meclis’in kuruluş amacına muhalefet edenlerde aynı hükümde olması gerekir. Tıpkı bugünkü anayasada olduğu gibi. Ancak bu böyle olmamış, Hilafet’i korumak için kurulan Meclis dağıtılmış ve yerine gelen mebusların eliyle “Hıyaneti Vataniye” kanununa şu cümle eklenmiştir. “Saltanatın kaldırılmasını değiştirmek istemenin ya da bunu eleştirme vatana ihanettir.” (Tarih: 15 Nisan 1923). Kuruluşundan sadece üç yıl geçmesine rağmen bu derece çelişkili kararlar çıkartılan bir meclisin varlığı gerçekten düşündürücüdür. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra aldığı karar çok daha düşündürücüdür. Meclis, 23 Şubat 1925’te “Dini duygularını ve dince kutsal kavramları siyasal amaçla kullanmak için örgüt kuranların cezası ölümdür.” şeklinde bir kanun çıkarır ve sıkıyönetim ilan eder. İşte hedef sapmasının kronolojik özeti bu şekildedir. Konumuza dönecek olursak:
Makamı Muallayı Hilafet ve Saltanatı ve Memaliki Mahruseyi Şahaneyi yedi ecanipten tahlis ve taarruzatı defi maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammım kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet ve ifsadatta bulunan, haini vatan addolunur.” (Yüce Hilafet makamı ve Saltanatı ve ülkeyi yedi yabancı devlet güçlerinden kurtarmak ve saldırıları önlemek amacına yönelik olarak kurulan Büyük Millet Meclisi’ne karşı düşünce veya uygulamalarıyla veya yazdıkları yazılarla muhalefet ve bozgunculuk edenler vatan haini olarak addedilir.) “Madde 2. Bilfiil hıyaneti vataniyede bulunanlar selben idam olunur. Ferden zimethal olanlar ile müteşebbisleri kanunu cezanın kırk beşinci ve kırk altıncı maddesi mucibince tecziye edilirler.” (Bilfiil vatan hainliği yapanlar asılarak idam edilir. Şahsen olaylara karışanlar ve teşebbüs edenler ceza kanununun kırk beşinci ve kırk altıncı maddesine göre cezalandırılırlar.)
Birinci Meclis’in göstermiş olduğu hedef doğrultusunda ve cihad ruhuyla tüm Anadolu’da top yekun bir savaş başlatılmıştır. Denizli müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’nin İzmir’in işgalinden sonra söylediği şu sözler ümmetin hassasiyetini yansıtmaktadır. “Cihad herkese farzdır. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz.”
“Madde 3. Vaiz ve hitabet suretiyle alenen ve ezminei muhtelifede eşhası muhtelifeyi sirren ve kavlen hıyaneti vataniye cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki suver ve vesaiti muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikap eyleyenler muvakkat küreğe konulurlar.Tahrikat ve teşvikat sebebile maddei fesat meydana çıkarsa muharrik ve müşevvikler idam olunurlar.”
Meclisin açılması, ümmetti harekete geçirmiştir. Öyle ki sadece Anadolu topraklarında değil tüm Müslüman coğrafyasından dualar ve maddi yardımlar Anadolu’ya akmaktadır. Nihayet İzmir’de kazanılan zafer İslam coğrafyasını derinden etkilemiş Filistin’den Endonezya’ya, oradan, Hindistan ve Afganistan’a kadar halk sokaklara dökülerek kutlamalar düzenlemiştir.
(Konuşmalarıyla halkı alenen vatan hainliği suçunu işlemeye tahrik ve teşvik edenler veya bu teşvik ve tahriki yazılarıyla ve çok değişik araçlarla yayanlar geçici kürek cezasına çarptırılırlar. Yapılan bu tahrik ve teşvik sonucunda bozgunculuk olayları çıkarsa teşvik ve tahrik edenler idam olunurlar.)
Yunan kuvvetlerine karşı kazanılan bu savaştan sonra doğal olarak sıra Çanakkale ve İstanbul’u işgal altında tutan İngilizlere gel-
Görüldüğü üzere bu meclisin kuruluş amacı Hilafet’in ve ondan ayrılmaz bir parça olan Saltanatın korunması, İslam beldeMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
6
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler “İtilaf Devletleri’ne; ‘memleket içinde emniyet ve asayişin sağlanması vesilesiyle’ lüzumlu gördükleri yerleri işgale hak ve yetki bahşeden mütarekenin o özel maddesidir ki; Adana’yı, Musul’u, Antalya’yı, İstanbul ve İzmir’i işgale etken oldu. Bu mütarekenin imzası, sonradan ortaya çıkan bütün facialar ve ızdırabın yegâne kaynağı ve bu da mağlubiyetimizin zaruri neticesidir. İzmir’in Tam bu zamanda Her ne olduysa Lozan görüşmelerinin işgalinden dolayı bazı Mustafa Kemal halk başlamasıyla oldu. Söylemlerde ve uygu- cüretkârların bana yöarasında geziyor, onlamalarda yüz seksen derece değişiklik nelttikleri töhmet ve solara düşüncelerini ve meydana geldi. O güne kadar methiyeler rumluluk, bizzat Monhedeflerini açıklamadüzülen Halife Vahidetdin, çok ağır bir doros Mütarekesi’nin ya devam ediyordu. akdine ve imzasına iştiitham ile vatana ihanetle suçlandı. Bursa: “Hilafet yalrak edenlere, yani Rauf nız Türkiye halkına deve Fethi Bey gibilere ve ğil, bütün İslam alemine şumulü olması hasebiyle askeri mevkiinin tesiri dolayısıyla, devletin şu acıbu makam hakkında bir karar vermek Türk millelı zaruri duruma düşmesinde büyük alâkası olan tinin selahiyeti haricindedir.” Mustafa Kemal’e yöneliktir. Çünkü bu mütarekenin akdinde ve gerek diğer hadiselerde olsun, İzmir: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir Kanun-i Esasi gereğince sorumlu hükümet taradindir ve ancak bundan dolayı ki son din olmuşfından arz olunan hususları tasdik eden makam-ı tur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve saltanat mes’ul değildir. Bizzat müzakere ve imza mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz ettiği mütarekenin uygulama hükümlerine sonrabunlara tamamen mutabıktır.” dan engel olmak isteyen Rauf Bey’in ve o günün Mustafa Kemal bunun gibi konuşmaları kumandası altında bulunan ve devletin en kuvher gittiği yerde halka hitap ederken kullanvetli ordusunu teşkil eyleyen orduyu esarete sevk mıştır. Hatta yanında bulunan Kazım Karaederek Toros dağlarına zelilâne sığınan ve mütabekir onun bu tarz konuşmalar yaptığını görekenin akdini tehiri mümkün olmayan bir emrirerek Mustafa Kemal’in Halife olmak istediği vaki haline getiren Mustafa Kemal Paşa ne gibi zannına kapılmıştır. (Kazım Karabekir, Paşaların Kavbir mazeret öne sürebilir.” gası Kitabı Syf. 120) mesi gerekmektedir. Hissiyatların ve ümitlerin yükseldiği Cihad ruhunun her tarafı kapladığı bir atmosferde mutlaka İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar da def edilecekti. Ancak ne hikmetse böyle olmadı. İngilizlerin o şeytani siyasi dehası sahneye girdi ve savaş yapmaksızın istediklerini elde ederek ülkeyi terk ettiler.
Vahidetdin, Sevr Muahedesi’ni tasdik etmediğini belirttikten sonra, “İstisnai bir nazarla baktığım Mondros Mütarekesiyle İzmir’in işgalinden ve Sevr Muahedesi’nden sonra diğer meselelerde Kanun-ı Esasi ile meşruti yönetim esaslarına uydum ve hükümetlerin icraatına müdahale etmedim. Kabinelere karşı müsamahalı tutumumdan dolayıdır ki, biri Mustafa Kemal’i memuren Anadolu’ya gönderdi; diğeri tabi olduğu hükümet aleyhine ayaklanması dolayısıyla üzerine kuvvet sevkini zaruri gördü.”
Her ne olduysa Lozan görüşmelerinin başlamasıyla oldu. Söylemlerde ve uygulamalarda yüz seksen derece değişiklik meydana geldi. O güne kadar methiyeler düzülen Halife Vahidetdin, çok ağır bir itham ile vatana ihanetle suçlandı. Bunun karşısında Vahidetdin, “İslam Alemine Beyanname” hazırladı. Bu beyannamenin özeti şu şekildedir: “Bütün halk hatırlar ki, Mondros Mütarekesi’ni akde giden heyetin reisi, bugün Ankara’da Heyet-i Vekile Reisi (Başbakan) olan Rauf Bey olduğu gibi, o gün memleketin en mühim kuvve-i askeriyesi de bugün Ankara Millet Meclisi’nin Reisi Mustafa Kemal’in kumandası altında idi.”
Halife, Ankara ve İstanbul arasındaki ihtilafın giderilmesi için fedakarlık göstermede kusur etmediğini fakat Hilafet’in hüküm
7
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler şaviri konumunda bulunan Hahambaşı Hayim Naum’u çağırarak daha önceki taahhütlere uygun olarak, Hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşmeyeceğini söylemiştir. Hayim Naum İsmet Paşa’ya mesajı iletmiş, ancak İsmet Paşa bu konuda kesin bir karara varamamıştır. Çünkü Türkiye’den ayrılırken mevcut havaya göre Hilafet’ten vazgeçmek mümkün görünmemektedir. Bu gizli pazarlığı İsmet Paşa ile bitiremeyen Hayim Naum, İnönü’den önce Türkiye’ye gelir ve İzmir’de M. Kemal ile görüşür. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, Hilafet konusundaki tavrını tamamen tersine çevirir.
ve nüfuzundan soyutlanması ile başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilmesine karşı çıktığını belirttikten sonra “Onlar ve bütün aklı selim sahipleri bilmelidir ki, dünyada en büyük makam ve en büyük mansıp olan Hilafet ve Saltanat’a irsi olarak hak sahibi olan bir şahıs için vatan ihaneti gibi bir adi suç işlemeye hangi etken, emel ve göz dikilecek şey olabilir.? ...Ceddim Gazi Osman devrinden I.Selim’e kadar Devlet-i Osmaniye olarak adlandırılan bir Türk saltanatı mevcut idi. Buna I.Selim’den sonra Hilafet eklenerek bir ‘Saltanat-ı Muhammediye’ vücuda geldi. Şimdi bana haksızca vatan ihaneti isnad edenler, Hilafet’i gücünden ve etkisinden soyutlayarak ve hukukunu ortadan kaldırarak Saltanat-ı Muhammediye’yi yıktılar ve bununla yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine hıyanet ettiler.” demektedir. (Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Aynı teze göre Hilafet’in ilgası başta olmak üzere devrimleri kapsayan konularda gizli bir anlaşmaya varılmış, bunun üzerine konferansın ikinci aşaması başlamış ve kısa sürede antlaşma imzalanmıştır. Mısıroğlu bu gizli anlaşmanın, “Londra’da “Beaverbrook Faundation” vakfının Lord Curzon’la ilgili evrakı arasında bulunduğunu, ancak İngiliz menfaatleri söz konusu olduğu için faydalanmaya açılmadığını” öne sürmektedir. Ayrıca Rauf Orbay’ın hatıralarında da yürütülen bu “gizli pazarlık” konusu ele alınmaktadır.
A. Osman Eğilmez)
Lozan mütarekelerini şiddetli bir şekilde eleştiren meclisin yenilenmesine karar verildi. Hilafet’in olmazsa olmazı olan otorite yetkisi yani saltanat Hilafet’ten ayrıldı. Saltanatın ilgası ile Osmanlı Devleti’nin mirasının davacısı olunmayacağı zımnen ilan edilmiştir. E. Zürcher’e göre, ”İtilaf Devletleri Lozan Konferansı’na Ankara’dan ve İstanbul’dan delegeler çağırarak Saltanat’ın kaldırılmasını zorunlu hale getirmişlerdir.” (A.g.e.)
Bu gizli pazarlığın varlığı başka karinelerle de desteklenmektedir. Vahidetdin’e karşı alınan tavır ve söylemler bu yöndedir.
Lozan Konferansı normal tarihinde yani 13 Kasım 1922 de başlaması gerekirken itilaf Devletlerinin temsilcilerinin gelmemesi üzerine toplanamamış Osmanlı Sultanı İngilizler tarafından 17 Kasımda İstanbul’dan uzaklaştırıldıktan sonra 20 Kasım 1922’de toplanabilmiştir.
Lozan’dan Sonra: İsmet Paşa, Lozan’dan o kadar etkilenmiş ki, döner dönmez Kazım Karabekir’e, “Macarlarla, Bulgarların aynı saflarda İtilaf Devletleri’ne karşı harp ettiklerini ve mağlup oldukları halde istiklallerini muhafaza etmiş olmalarının Hıristiyan olmalarından, bize istiklal verilmemesinin de İslam olmamızdan ileri geldiğini, İslam kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bilhassa İngiltere’nin daima aleyhimizde olacağını” söylemiştir. (Paşa-
Lozan Konferansı’nın görünür sebepler dışında, Hilafet meselesi ve Osmanlı Devleti’nin manevi mirası konusu dolayısıyla kesintiye uğradığı tezi de savunulmuştur. Bu tez şöyle özetlenebilir: “İngiltere Hilafet’in ilgası konusunda Türk tarafının gerekli adımlar atmasını beklemektedir.” Bu tezi, üç ciltlik bir kitapta “Lozan Zafer mi? Hezimet mi?” savunan Kadir Mısıroğlu’na göre:
ların Kavgası)
Nitekim Hilafet hakkında şu ağır sözleri de sarf etmekten geri kalmamıştır: “Tarihin herhangi bir devrinde, bir Halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse o kafayı behemehal koparacağız.”
Lord Curzon, Lozan’da İsmet Paşa’nın müMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
8
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler Bu arada bir oldu bittiyle Cumhuriyet ilan edilmiştir.
dan söz ederek, görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi ve özür diledi.
Mustafa Kemal’de 22.01.1924 tarihinde İsmet Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle demektedir:
Ben, karşımdakilere kısaca şu cevabı verdim: “Üzerinde durduğunuz konu bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının telaş ve heyecana kapılmalarına da gerek yoktur. Rauf Bey, bu cevabımdan memnun göründü...”
“…Halife ve bütün cihan kati olarak bilmelidir ki, mevcut ve mahfuz olan Halife makamının, hakikatte de dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmeti mevcuduyeti yoktur. Türkiye Cumhuriyet’i safsatalarla mevcudiyetini, istiklalini tehlikeye maruz bırakamaz. Hilafet makamı bizce en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan fazla bir ehemiyeti haiz olamaz.”
Nihayet 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet’in kaldırılmasıyla alakalı kanun teklifi Meclis’e iletilmiş, üç buçuk saat süren görüşmelerin ardından Hilafet’in kaldırılmasına karar verilmiştir. Muhaliflerin kellesinin koparılacağı alenen açıklanarak yapılan bu oylama neticesinde Hilafet’in kaldırılmasına karar verilmiş ve Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kabul Tarihi: 03.03.1924
Resmi ideolojinin tarih kaynağı olan Nutuk’ta anlatıldığı üzere M. Kemal dönemin etkili kişileriyle Hilafet hakkında görüşmeler yapmaktadır:
“Madde 1 - Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
“Rauf Bey’den Saltanat ve Hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: “Ben” dedi, “Saltanat ve Hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişah’ın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah’a bağlılık borcumdur. Halife’ye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da Saltanat ve Hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.”
Osmanlı Halifesi’nin ülke dışına sürgününde 36 erkek, 48 kadın ve çoğu beşikte olmak üzere 64 çocuk vardı. (Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, Türkiye Cildi, sh: 414) Bu kimselere yolluk masrafı olmak üzere, söz konusu kanunun altıncı maddesi gereği sadece bin dolar (yetişkinlere) ödenmiştir. Ancak üstlerindeki tüm ziynetlere ve değerli eşyalara el konulmuştur. Kendilerine pasaport dahi verilmemiştir ve alelacele sınır dışı edilmişlerdir. Neden?! Geri dönüş hakkı dahi verilmeyerek “vatan” gibi bir mefhumdan dahi mücerret kılınmışlar ve o hanedanın mağrur mensupları, asırlardır kendilerine diş bileyen Avrupalıların kucağına atılmışlardır. Aynen “aç bir aslanın kafesine atılan bir kurban” gibi.
Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’nın görüşünü sordum. Refet Paşa’dan aldığım cevap şuydu: “Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde, Padişahlıktan ve Halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz.”
Dikkat edilirse, Hilafet’in kaldırıldığı ve bir daha geri getirilmeyeceği alenen söylenmemiş “Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan” denilerek halkın tepkileri aza indirilmeye çalışılmıştır.
Ondan sonra, Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa Moskova’dan yeni döndüğünden, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini daha yeterince incelemeye vakit bulamadığın-
Böylece Rasulullah’ın temellerini attığı, Raşid Halifeleri’nin yükselttiği 1400 yıllık
9
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hilafet’in İlgâsındaki Bilinmeyenler İslam Devleti yok olup gitti. Ondan geriye kalan kan, gözyaşı, işgal ve nafile tartışmalardır.
çalışanlar bu nezih ümmet içerisinde ortaya çıkmışlardır. Sömürgecinin ve işbirlikçilerinin gösterdiği gayretten daha fazlasını göstererek bu elzem yolda inadına yürümüşler ve yürümeye devam etmişlerdir. Artık bu kutlu yürüyüş dünya coğrafyasına ulaşmış, tüm engelleri aşmış, her türlü bedeli ödeme azmini göstermiş, korkuyu yalnızca Alemlerin Rabbine mahsus kılmış ve zafere doğru yaklaşmıştır. Artık yeryüzünde onu engelleyecek bir güç, yolundan caydıracak bir kuvvet bulunmamaktadır. Hamd olsun Allah Azze ve Celle’ye… Hamd olsun bize zaferi hissettiren Rahman ve Rahim’e…
Hilafet’in kaldırılması ümmette şok etkisi yaptı. Ve geniş yankı buldu. Hilafet’in kaldırılmasına yönelik bazı eleştiriler şu şekildedir; “Büyük Müslüman Osmanlı Devleti küçük bir gayri Müslim Türk devleti yapmak için İslam’a karşı manevralar çevrilmektedir.”( Mustafa Sabri Efendi)
“Müslümanlar kuvvetsiz, merkezsiz, ümitsiz, garip bırakıldı. Ancak Nasreddin Hocadır ki, bastığı dalı keser. Elindeki maddi ve manevi bir kuvveti ancak deli atabilir.” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım)
Hilafet; aradan 86 yıl geçmesine, hakkında her türlü karşı propaganda yapılmasına ve körpecik beyinlere onu kötü gösterme çabasına rağmen hâlâ ümmetin kalbinde saklı bir şekilde durmaktadır. Bu dahi sömürgecileri korkutmakta ve şerir planlarını bozmaktadır. Onlar Hilafet’in öneminin ve gerçeğinin farkındadırlar ki onun geri gelmemesi için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmazlar. Ancak bu çabaları boşunadır. Çünkü:
“Bir gün minberlere kadar çıkıp Hilafet makamının kudsiyetinden ve Halife’nin lüzumundan bahset, herkes boyun eğsin, dinlesin; bir gün de ani bir karar ver, ‘Hilafet kaldırılmıştır, Halife hudut dışı edilecektir’ de; yine herkes boyun eğsin dinlesin’ Bunun gibi, bir gün İslam dinin ve Kur’an’ı göklere çıkar; bir günde onları kaldırmaya yürü!” (Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası)
“İslam Devleti; hayalden rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü O, on üç asır boyuca tarihin her tarafını tamamen kuşatmıştır. Bu bir hakikattir. İslam Devleti geçmişte böyle idi, yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü O’nun varoluş faktörleri, kötürüm bir kimsenin O’nu inkâr etmesinden ya da O’nu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha kuvvetlidir. Zira artık günümüzde aydın akıllar O’nunla dolmaktadır. Çünkü O, İslam’ın izzetine susamış İslam Ümmeti’nin arzusu ve ideali durumundadır…”
İşte bu hakikatler ışığında sinsice kafirlerle işbirliği yapılarak kaldırılmıştır, Hilafet… O hayati makamı canı ve malı pahasına korumaya çalışan Müslümanların yüzüne bakarak, onları aldatarak ilga edilmiştir, Hilafet… Tek bir vücut olan İslam ümmetini parçalamak için yok edilmeye çalışılmıştır, Hilafet… Sömürgeci kafirlerin rahat bir şekilde uyumalarını sağlamak için kaldırılmıştır, Hilafet… Ve onu kaldıranların izinden giden, halen halkını düşman gören, İslam’dan nefret eden, Müslümanların camilerini bombalama planları yapan, Allah’ın bir emri olan başörtüsüne tahammül edemeyen ve Hilafet’in ayak seslerini duyduğunda çıldırırcasına köpüren zevatlar yüzünden ayağa kalkamamıştır, Hilafet… ! Fakat istenilen olmamış tüm bu çabalara ve gayretlere rağmen onun önemini anlayan, onu yeniden ayağa kaldırmak isteyen, onu yeniden Müslümanlar için baş tacı yapmaya Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
10
Asım CİNGİTAŞ
A
fganistan, 19. yüzyılda İngiliz’in, 20. yüzyılda Sosyalist Rusya’nın, 21. yüzyılda ise Amerika’nın göz diktiği bir İslam diyarı, küfür postalını kendisine zûl kabul eden mağrur ve mazlum Müslümanların beldesi. Özellikle son otuz yıldır ümmetin kanayan yarası…
Bunun sebeplerinden biri herhalde Türkiye gibi halkı Müslüman olan ülkelerin Amerika’nın yanında saf tutmasıdır. Ümmetin Amerika’ya öfkesi önündeki dalga kıranlar bu ümmetin yöneticileridir. AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar, Amerika zulmüne karşı tepkisini ortaya koyabilen Müslümanlar, bu tarihten sonra ses-seda çıkarmamaktadır. Çünkü en başta kendinden gördüğü, oy vererek iktidara taşıdığı insanlar zalimle işbirliği içindedir. Zalime karşı çıkmak, öncelikle yerli işbirlikçisine karşı çıkmayı gerektirir. “Amerika’nın kahraman genç kadın ve erkek askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyorum” diyen siyasi liderlerin ve Irak ve Afganistan’daki direnişçileri “terörist” olarak yaftalayan “ruhani” liderlerin takipçileri Amerika’ya ne kadar düşman olabilirler?
Afganistan 80’li yıllarda Sovyetlere karşı verdiği mücadele ile “İslam Ümmeti” bilincinin ilham kaynaklarından biri olmuştu. Yaşımızın küçük olmasına rağmen, babamızın Afgan Cihadı hakkında aldığı dergileri inceler, onların zaferleri ile mutlu olurduk. Tüm İslamî camiada Afganistan’ın özel bir önemi vardı. Aynı Afganistan, bu seferde 2001 yılından beri Amerika liderliğindeki NATO’nun işgaline karşı mücadelesine devam etmektedir. Babalarının 80’lerde Sovyetlere karşı verdiği mücadeleyi, artık çocukları Amerika’ya karşı vermektedirler. Fakat bizim babalarımızın Afganistan’a gösterdiği hassasiyeti, sevgiyi biz gösteremiyoruz. Sovyetlere karşı gösterilen öfke, neden Amerika’dan esirgenmektedir?
Yiğit Afgan halkı, I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki çalkantılı dönemde, Osmanlı’nın yanında saf tutmuş, kendi evlatlarını, moda tabirle “Yedi Düvel”e karşı, Çanakkale’deki, Filistin’deki cephelere göndermiştir. Peki, Türkiye Hükümeti ne yapmaktadır Afganistan’da? Afgan halkının yüz sene önce verdi-
11
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Türk’ün Elinden Amerikan Zehri Afganistan’da daha fazla yeni okul, daha fazla yeni hastane, daha fazla yeni yol da inşa edebilirler. Böylece, sadece Afgan halkının güvenliğiTürkiye Afganistan’a destek veriyor; ni sağlamakla yetinmeyerek, her bir Afgan kardeAmerika’nın lojistiğinin %70’ini temin edeşimizin zihnini ve kalbini de kazanabiliriz. Hem rek, gönderdiği 1700 askeri ile Amerika’nın de teröristlerle halk arasına güçlü bir set çekmiş Kabil’deki güvenliğini sağlayarak ve Afgan oluruz. Türkiye olarak, Afganistan’a destek verhalkı üzerindeki geçmişten gelen nüfuzunu meye devam edeceğiz. Dost ve kardeş Afgan halkıAmerika lehine kullanarak!.. Amerikan Genel nı kaderine terk etmeyeceğiz.” (Yenişafak 05.02.2010) Kurmay Başkanı Mike Mullen, Türkiye’nin Türkiye’nin Afganistan’daki okul, hastane (NATO/ABD işgaline) katkısının kendileri ve yol yapımı gibi faaliyetlerinin amacına açısından “fazlasıyla tatmin edici” olduğunu Gül’ün sözlerini irdeleyerek bakalım. “Afifade ediyor. gan kardeşlerimizin zihTürkiye’nin işgalcinini ve kalbini kazanmak” Türkiye Afganistan’a ye verdiği siyasi destek, gibi süslü sözlerle ifade destek veriyor; Amerika’nın maddi desteğinden çok edilen şey aslında Afgan lojistiğinin %70’ini temin daha büyük, benzersiz bir kardeşlerimizin küfür ederek, gönderdiği 1700 askeri destektir. Abdullah Gül işgaline karşı gösterdiile Amerika’nın Kabil’deki şöyle demektedir “Savaği nefreti bitirmek, neregüvenliğini sağlayarak ve Afgan şan bir durumda olmak isdeyse on senedir yapılan halkı üzerindeki geçmişten temiyoruz. O zaman herketüm zulümleri, katliamlagelen nüfuzunu Amerika lehine sin saygı duyduğu bir güç rı unutturmak, Amerikan kullanarak!.. devre dışı kalır. Türkiye’nin sevgisini aşılamaktır. AfABD, Türkiye’yi Afganistan’da çatışma ortamına girmegan halkına Türk lokumu her kilidi açan maymuncuk si imkânların kaybedilmeiçinde Amerikan uyuştuolarak görmektedir. si anlamına gelir.” (Zaman rucusu sunmaktır. “Terö04.12.2009) ristlerle halk arasına güçlü bir set çekmek” diyor sayın Gül, kimin ülkeABD Türkiye’yi Afganistan’da her kilisinde kimi terörist ilan ediyorsunuz?! Sizin di açan maymuncuk olarak görmektedir. karakterinizde birileri de zamanında CezaABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temyir direnişi için “terörist” damgası vurmuşsilcisi Richard Holbrooke “Afganistan içintu fakat yıllar sonra yapılan bu rezillik için deki operasyonlar açısından, ISAF bünyesinde Türkiye resmen özür dilemek zorunda kaldı. Türkiye’nin rolünden daha önemli bir role sahip Acaba sizin yaptıklarınız için kim özür dilebaşka ülke düşünemiyorum” (Zaman 05.02.2010) diyecek? 2001 yılında Amerika’nın kuyruğunyor. İngiliz Times gazetesi, Türkiye’yi “büda, haçlı sürüsüne dâhil olup bir ülkeyi tahyüklüğü, tarihi ve Müslüman geçmişi sayesinde rip ettiniz. Şimdi bu ülke halkı ile size karşı sınırındaki tüm çatışmalarda anahtar bir oyuncu” direniş hareketi yürüten evlatlarının arasını (Dünya Bülteni 13.01.2010) olarak tanımlıyor. Türkimı açmak istiyorsunuz? Efendiniz size ne alye İslamî bölgelerde, İslamî geçmişinden kaçaltıcı bir görev vermiş. Afgan halkını kadelan mirası ile önemli bir nüfuza sahiptir. Bu rine terk etmeyeceklermiş (!), Afgan halkını nüfuz o kadar güçlüdür ki, Afganistan’daki mı yoksa Amerikan askerini mi kaderine terk diğer işgalciler, mücahitlerin saldırısından etmiyorsunuz? emin olmak için araçlarına Türk bayrağı asği desteğin karşılığını mı ödemektedir? İşgale karşı ne yapmaktadır?
maktadırlar.
İşgalciler, on senedir bitiremedikleri Afgan direnişine karşı yeni stratejiler ve taktikler geliştirme eğilimindeler. Afganistan’daki
Abdullah Gül şöyle diyor “40’tan fazla ülke Afganistan’a asker gönderebiliyorsa, Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
12
Türk’ün Elinden Amerikan Zehri na da, “Bu, (Taliban ile temas) bizimle Türk hükümeti arasında büyük bir konu olmadı. Dolayısıyla bu soruyu Ankara’ya sormanızı öneriyorum.” karşılığını veriyor. (Zaman 05.02.2010) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu İngiltere ziyaretinde, “Taliban’ın siyasi sürece katılmasında Ankara’nın “anahtar bir rol” oynayabileceğini” söylüyor. (Zaman 14.05.2010) Davutoğlu’nun ziyareti üzerine Times gazetesinin yaptığı değerlendirme şöyle; “2004’te Irak’ta Sünnileri seçim boykotundan vazgeçerek Şiilerin ağırlıkta olduğu parlamentoya katılması gerektiğine ikna eden Türkiye, şimdi bu başarısını Afganistan’da tekrarlamak istiyor”.
NATO kuvvetlerinin komutanı General Stanley McChrystal İngiliz Financial Times gazetesi ile yaptığı mülakatta, “Asker olarak, yeterince savaştığımızı düşünüyorum. Bütün savaşlarda olduğu burada da siyasi çözümün kaçınılmaz olduğuna inanıyorum” diyor ve Taliban’ın iktidara gelme ihtimaline ilişkin soruya, “Geçmişe değil de geleceğe odaklanan her Afganlının oynayacağı rol vardır” cevabını veriyor. (Cnntürk 25.01.2010)
Diğer taraftan Birleşmiş Milletler, Taliban yönetiminin eski Dışişleri Bakanı Abdülvekil Mütevekkil, eski Ticaret Bakan yardımcısı Fazıl Muhammed, eski Sınır İşleri Bakan Yardımcısı AbdülHakim, eski Planlama Bakan Yardımcısı Muhammed Musa ve Dışişleri Bakanlığı’nın eski Basın Servisi yetkililerinden Şemsi Sefa’yı “kara liste”den çıkardı. Bu kişilere mal varlıklarının dondurulması ve seyahat yasağı gibi yaptırımların uygulanmaması kararlaştırıldı. (Radikal 27.01.2010)
Amerika ve onun haçlı güruhundan gelen haberler böyle. Taliban’ın BM ile silah bırakma hakkında gizli bir görüşme yaptığı hakkında Batı kaynaklarında çıkan haberlere ise, Taliban sözcüsü Zabihullah Mujahid şöyle cevap veriyor; “Afganistan İslam Emirliği meclisinin hiç bir üyesi silah bırakma olasılığıyla ilgili görüşmelerde bulunmak için BM temsilcisiyle toplantı yapmadı. Afganistan İslam Emirliği’nin hiç kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur, bilakis Afganistan İslam Emirliği Afganistan’ın yüzde seksenini kontrol ettiği bilinen bir gerçektir. Eğer bu tür bir korumaya ihtiyacı olan birileri varsa onlar da işgalciler ve yardakçılarıdır. İşgalciler topraklarımızdan çıkana kadar konuşacak hiç bir şey yoktur.” (Theunjustmedia.com) Allah onları bu basiret üzere sabit kılsın ve Türk Hükümeti eliyle ikram edilen zehirli Amerikan balını tattırmasın.
Londra ve İstanbul’da yapılan toplantılarda, Taliban ile anlaşma yapılması yönünde kararlar alındı. Türkiye, Pakistan, Britanya, Rusya, Çin, İran, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Birleşik Arap Emirlikleri bu kararlara destek verdiklerini açıkladılar. Beyaz Saray sözcüsü Robert Gibbs “Irak’taki milli uzlaşma sürecinin benzerini Afganistan için istediklerini, Afgan anayasasını kabul eden, şiddeti bırakan herkese açık olduklarını…” (Radikal 27.01.2010) ifade ediyor. “Yok etmeye çalış, başaramıyorsan kendi siyasi sistemin içerisine dâhil et.” Bu yöntem, rejimlerin klasik yöntemidir. Hangi muhalif hareket, siyasi alanda kendisine teklif edilen paya razı olup elini uzatırsa kaybetmeye mahkûmdur. Görülen o ki, bundan sonra Taliban, siyasi sisteme entegre edilerek pasifize edilmeye çalışılacak. Bu çalışmada en büyük görev tabi ki bizim kahramanlara (!) düşüyor. ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke “Taliban ile bir şekilde dolaylı temas kurmada Türk tarafından herhangi bir yardım alıyor musunuz?” sorusu-
Türk Hükümeti, birçok meselede olduğu gibi Afganistan meselesinde de, “Amerika’nın Sesi Radyosu” görevini ifa etmeye devam ediyor. İslam Ümmeti’nin Türklere karşı teveccühünü Amerikan hesabına kullanmaya gayret ediyor. Bu hizmetlerinin (!) karşılığını bakalım Amerika nasıl ödeyecek, İslam Ümmeti onları nasıl yâd edecek ve Rabbimizden ne karşılık görecekler? İzan, izan, izan...
13
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
İbrahim ER
S
on 49 yılını, 1961 ve 1982 Anayasaları olmak üzere iki “Darbe Anayasasıyla” geçiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, girmiş olduğu yeni süreçte artık “sivil-demokratik” bir anayasa ihtiyacını dillendirmeye ve bununla ilgili atılacak adımlar için zemin oluşturmaya başlamıştır. Ancak, Türkiye’de gündeme gelen ve bir gereklilik olarak ortaya konulan diğer bütün siyasi meselelerde olduğu gibi bu meselede de, taraflar arasında derin uçurumlar ve büyük çekişmeler meydana gelmiştir. Mevcut anayasayı darbe anayasası olarak nitelendirip, çağa ve demokrasiye uygun olmadığı ve devletin işleyişinin önünde engel teşkil ettiği iddialarına karşılık; mevcut anayasanın çağdaş olup değiştirilmesine gerek olmadığı, değiştirilmesi gerekse bile şu anki hükümetin anayasa ve maddeleri üzerinde değişiklik yapmaya hakkı olmadığı iddiaları ortaya atılmıştır. Değişiklik hususunda hemfikir gözüken bazı kesimlerin ise, bunun seçimlerden sonra oluşan yeni meclis tarafından yapılmasının gerekli olduğunu belirtmeleri, anayasa değişikliği konusunun kamuoyunda oluşturduğu Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
çekişmeyi ve çatışmayı gözler önüne sermesi açısından önemlidir Anayasanın neden değiştirilmesi gerektiği, bu değişikliği kimlerin isteyip, kimlerin neden şiddetle karşı çıktığı, bu değişiklikten kimlerin faydalanacağı, oluşturulan anayasalar ve onlara bağlı olarak ortaya çıkan kanunların bir Müslüman açısından ne anlam ifade etmesi gerektiği gibi hususlara değinmeden önce, anayasa ve kanun kelimelerinin tanımlarına dikkatlice bakmamız gerekiyor: Anayasa: “Devletin şeklini veya içerisindeki yönetim nizamını tahdit eden/sınırlandıran ve içerisindeki her bir gücün hududunu ve işlevlerini beyan eden kanun” ya da “Genel sultayı yani hükümeti tanzim eden, fertler ile olan alakasını tahdit eden ve hem devletin fertler karşısındaki haklarını ve görevlerini, hem de fertlerin devlet karşısındaki haklarını ve görevlerini beyan eden kanun” şeklinde tanımlanır. Kanun kelimesi de: “Otoritenin insanları alakalarında tabi olmaya mecbur kıldığı kaidelerin toplamıdır” diye tanımlanır.
14
Anayasa Değişikliği Kimin Yararına Olacak? Tanımlardan da anlaşılacağı üzere anayasalar; devletlerin yapısını belirleyen, içerisinde tatbik edilecek nizamı ortaya koyan, bünyesindeki kurumların yapısını ve işleyiş biçimini beyan eden ve karşılıklı olarak devlet ile tebaanın birbirine karşı görev ve yetkilerini ana hatlarıyla ifade eden kanunlardır. Kanunlar ya da yasalar ise; anayasa da ana hatlarıyla ifade edilen hususlara ve öngörülen usullere göre, bu hususların detaylarını ifade eden, uygulanması ve kaçınılması gereken hususları beyan edip, aksi davranışlardaki ceza-i müeyyideleri belirleyen kaidelerdir. Kanunlar gibi tüzükler ve yönetmelikler de birer hukuk kuralı olup, bunların hepsine birden mevzuat adı verilir.
olmuştur. Bu anayasa aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek sivil ve demokratik anayasası olarak zikredilmektedir. İşte bu anayasa ile birlikte, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de kurmuş olduğu İslam Devleti’nden bu yana, ilk kez Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya ait olan egemenlik resmen O’ndan alınarak bir başkasına yani millete verilmiştir. Şüphesiz ki bu durum ümmetin maruz kaldığı yıkımlardan yalnızca biridir. Allahu Teâlâ hüküm konusunda ortak kabul etmediğini, hükmün yalnızca kendisine ait olduğunu Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulamıştır.
َّ َّإِ ِن الْحك ا َّا َّا ِّ ِك ِّم َ َّاه َٰذل ُ الد ُ ْم إِل لِل ِه أَ َم َر أَل َت ْعبُ ُدوا إِل إِي ُ ين ا ْل َقي ُ ُ َّ َوٰلَك ون ِ ََّر الن َ َم َ ِن أَ ْكث ُ اس اَل َي ْعل
Bu tanımlardan sonra konuyu değerlendirecek olursak, bir devletin anayasasının işlerliğini yitirmesi ya da ihtiyaçlara cevap verememesi, o anayasayı tatbik eden devletin ihtiyaçlara cevap verememesi veya işlevini yerine getirememesi anlamına gelmektedir. Nitekim bugün Türkiye’de, anayasanın değiştirilmesinin gerekliliğini savunanların en önemli iddialarından biri de, mevcut anayasanın devletin işlevini yerine getirmesine ve devletin ilerlemesine engel teşkil ettiği iddiasıdır. Anayasanın değiştirilmesi ile değiştirilmemesi konusu hakkında kamuoyunda iddialar sürüp giderken, bir taraftan da tuhaf bir şekilde Müslümanların bir kısmı bu anayasa ve kanun değişikliklerini hasretle beklemekte ve bu değişikliklerden kendileri için hayır ummaktadırlar. Oysa zavallıca düşünen bu Müslümanlar, geriye dönüp 86 yıllık tarihi ve bu süreçte yapılan dört anayasayı aklıselim ile değerlendirebilselerdi, bu anayasa değişikliklerinde oluşan beklentilerinin ne kadar boş ve içine düştükleri durumun ne kadar trajik bir durum olduğunu çok daha iyi anlayabileceklerdi.
“Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40)
1924 Anayasası yapıldığında ise artık Cumhuriyet kurulmuştur. Bu anayasa ile birlikte devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak belirlenmiş, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hususuna vurgu yapılmış, TBMM’de bu egemenliğin tek temsilcisi olarak tescillenmiştir. Önceki anayasada var olan hükümet sistemi yerine kabine sistemi getirilmiştir. Ayrıca bu anayasada yapılan değişikliklerle; 1928 yılında “Devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarılmış ve 1937 yılında da “Laiklik” ilkesi anayasaya girmiştir. 1961 Anayasası ise Türkiye’nin ilk darbe anayasasıdır. 1960 darbesinin ardından kurucu meclis tarafından yapılmış ve halkoylamasıyla kabul edilip yürürlüğe girmiştir. Türkiye’de dönemin iktidar partisi olan Demokrat Parti eliyle zemin bulmaya çalışan Amerikan nüfuzunun, bu devletin kurucusu olan ve kendilerini bu toprakların gerçek sahipleri olarak gören İngiliz destekli Ulusalcıların eliyle kırılmasının ardından yapılan bu anayasa; Ulusalcı kesimin elini güçlendirecek, bir daha böyle nüfuz elde etme girişimlerine
1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye) ile başlayan bu süreçte yapılan ilk iş, Allah’a ait olan egemenliği millete vermek ve yasama hususunda da millet iradesinin temsilcisi diye adlandırılan TBMM’yi tek yetkili merci kılmak
15
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Anayasa Değişikliği Kimin Yararına Olacak? fırsat vermeyecek ve onların önüne set çekemış ve meclis tek çatı altında birleştirilmiştir. bilecek yeni anlayışların ve yeni kurumların Bu son anayasanın göze en fazla çarpan oluşumuyla sonuçlandı. Bu anayasa ile ilk özellikleri bunlardır. Darbeciler tarafından defa “Kuvvetler Ayrılığı Prensibi” getirildi ve yapılan bu anayasa, bugün Ulusalcı kesim uygulamaya konuldu. Yasamadan çıkan katarafından savunulan ve muhafaza edilmeye rarların anayasaya uygunluğunu denetlemeçalışılan bir anayasadır. Kurumların yapıları si amacıyla “Anayasa Mahkemesi” kuruldu, ve işleyişi ile özellikle yargının ve ondan bir yürütmenin tüm eylem parça olan “Anayasa ve kararlarının denetBir devlet için çok kısa bir Mahkemesi”nin şu anki lenmesi işi “Danıştay”a zaman dilimi olan ve bir asrı bile mevcut hali, onlar açıverildi ve Danıştay’ın bulmayan şu kısacık süreçte; ikisi sından bu anayasanın görev alanını daraltan önemini daha da arttıranayasa değişikliği ile sonuçlanan “Askeri Yüksek İdare maktadır. ve biri de post modern olmak Mahkemesi” kuruldu. İşte bu dört anayasa“Sosyal Devlet” anlaüzere dört askeri darbenin vuku ya ana hatlarıyla yapyışı ilk kez bu anayasa bulması, halkın güvenliğinden ile hayata geçirilmeye çok devletin güvenliğinin ön plana mış olduğumuz bu baçalışıldı. İşçilere “grev” çıkması, artık her biri birer klasik kıştan sonra, birtakım Müslümanların yapılahakkı, işçi ve memurhaline gelmiş tehdit söylemleri cak anayasa değişikliklara “sendika kurma” gibi unsurlar, bu süreci ifade lerinden medet ummave “toplu sözleşme” eden hususların sadece birkaç ları ve yeni anayasanın hakkı verilmiştir. “Hutanesidir. Müslümanların hayrıkuk devleti” anlayışı na olacağını düşünmeve “yargı bağımsızlığı” leri anlaşılabilir bir şey değildir. Sistem zaten da ilk kez 1961 Anayasası ile hayat sahasına ilk anayasadan itibaren İslam’ın ve İslam’dan indirilmeye çalışılmıştır ve yine “Kişi Temel olan her şeyin önüne set çekmemiş midir? Hak ve Hürriyetleri” ilk kez bu anayasa ile Bu süreç de, egemenliğin millete verilmesiyanayasal güvence altına alınmıştır! Kısacale başlamamış mıdır? Değiştirilemeyen ve sı Ulusalcı kesim 1960 Darbesinin ardından değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen madikinci büyük zaferini 1961 Anayasası ile elde delerin varlığı doğrudan sistemin kendisini etmiştir. korumaya yönelik değil midir? Öyleyse nasıl 1982 Anayasasına baktığımızda da, Türkiolurda yeni anayasanın Müslümanların hayye Cumhuriyeti Devleti’nin hali hazırda uyrına olabileceğini düşünebilirsiniz? gulanan ve değiştirilmesi düşünülen II. DarBir devlet için çok kısa bir zaman dilimi be Anayasasını görmekteyiz. Bu anayasa da olan ve bir asrı bile bulmayan şu kısacık süyine darbe sonrası kurucu meclis tarafından reçte; ikisi anayasa değişikliği ile sonuçlanan yapılmış ve halkoylamasıyla kabul edilmişve biri de post modern olmak üzere dört astir. Bu anayasada devlet, “demokratik, laik keri darbenin vuku bulması, halkın güvenve sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanliğinden çok devletin güvenliğinin ön plana mıştır. Devletin şeklini, dilini, başkentini ve çıkması, artık her biri birer klasik haline gelrejiminin temel özelliklerini belirleyen ilk üç miş tehdit söylemleri gibi unsurlar, bu süreci madde, 4. Maddede belirtildiği üzere değiştiifade eden hususların sadece birkaç tanesidir. rilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez Yukarıdaki anayasalardan hangisini incelerhale getirilmiştir. 1961 Anayasasının getirdiği sek inceleyelim, ne maksatla yapıldığına bak”Cumhuriyet Senatosu” ve “Millet Meclisi” tığımızda, devletin idaresini eline alan gücün olmak üzere çift kanatlı meclis yapısı kaldırılMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
16
Anayasa Değişikliği Kimin Yararına Olacak? kendi bekasının idamesi için yapıldığını görürüz. Her ne kadar 1961 Anayasası ile sözde kişinin temel hak ve hürriyetleri anayasa ile güvence altına alınmış olsa da, bunlar hiçbir zaman kâğıt üzerinde olan ifadelerden öteye geçmemişlerdir. Baskı ve sindirmeler neticesinde; devlet dairelerine gitmeye korkan, düşündüklerini söylemek şöyle dursun, hakkını aramaktan bile imtina eden, kendi adına resmi bir evrak geldiğinde içi titreyen ve sırf korkularından dolayı devlete itaat edip boyun büken sindirilmiş bir toplumun varlığından bahsedersek sanırım abartmış olmayız. Bu konuda tek parti dönemi ve 1960 öncesindeki sancılı dönemden bahsetmeye gerek bile yoktur. Burada bahsetmeye çalıştığımız dönem, 1961 Anayasasıyla kişi temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alındığının iddia edildiği dönem ve sonrasıdır.
o sistemin en doğru ve adil sistem olduğunu iddia etmiştir. Anayasa ve kanunların çağın gereklerine uygun hale getirilmesi yani çağdaşlaştırılması meselesine gelince; bu mesele aynı zamanda, laik anlayışın İslami hükümlere ve bu hükümlerden kaynaklanan hayat tarzına karşı kullanmış olduğu en büyük kozdur. Bu nedenle de İslami hayat tarzını ve Müslümanları kastederek, “irtica, gerici, yobaz, karanlık fikirler, örümcek kafalılar” gibi kavramları dillerinden düşürmemektedirler. Bu hususta gerici veya ilerici kavramlarını açıklayabilmek için, öncelikle anayasanın ve kanunların muhatabı olan insanın vakıasını ele almamız ve bu vakıayı çok iyi anlamamız gerekir. İnsan, yaradılışı gereği sürekli ve düzenli olarak doyurulması gereken içgüdü ve uzvi ihtiyaçlardan meydana gelmiştir. İnsanın kendisinde var olan bu içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının doyumuna yönelik eğilimleri, insanın davranışlarını meydana getirir. İşte bu davranışlar, ister insanın kendisiyle ilgili hususlarda olsun, ister yaratıcısı ve O’na kulluk etmeyle ilgili hususlarda olsun, isterse diğer insanlarla olan alakaları hususunda olsun, mutlaka tanzim edilmek ve bir düzen doğrultusunda yönlendirilmek zorundadırlar. İşte insanların davranışlarını bir düzen altına alma işlemi; kanun, nizam veya hüküm diye ifade edilen ve yazımızın başında tanımını yapmış olduğumuz hususu meydana getirir. Kanunların tatbiki için bir güce yani otoriteye ihtiyaç vardır ki, o da devlettir. İşte o devletin yapısını, işleyişini ve tebaasıyla olan karşılıklı görev ve yetkilerini ifade eden kanunlar bütünü de anayasadır. Sonuçta anayasa ve kanunlar, insanların davranışları ile bu davranışların tanzimi ve bu tanzimi gerçekleştiren otoriteyle ilgilidir. Dolayısıyla ve en kısa ifadesiyle, bu hususların merkezinde “insan” vardır.
Daha düne kadar kolluk kuvvetlerinin işkenceleriyle alınan ifadeler ve işkence ifadelerine göre işleyen yargı süreçleri, bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerine rağmen toplumun büyük bir kesiminin yoksulluk sınırının altında yaşaması, sağlık, güvenlik ve eğitim gibi temel ihtiyaçların birçok insan tarafından ya hiç karşılanamaması ya da çok büyük sıkıntılarla bu ihtiyaçların giderilmesi, çoğu bir hiç uğruna işlenen cinayetler, cinnet faciaları, kaybolan çocuklar, töre ve namus cinayetleri, yitik bir gençlik ve kısacası mutsuz insanların diyarı Türkiye… Ancak bütün bunlara rağmen hala cumhuriyetin ve demokrasinin kazanımlarına dem vurulmakta, sürekli olarak sistemin güzellikleri anlatılıp, sisteme övgüler yağdırılmaktadır. Bir sistemin güzelliği ona güzel demekle ve övgüler yağdırmakla değil; toplumu getirdiği nokta, oluşturduğu toplumsal huzur ve insanların hem dünya ve hem de ahiret mutluluğunu sağlayabilme kabiliyetiyle ölçülür. Şurası unutulmamalıdır ki; tarih boyunca herhangi bir sistemin hükümdarı ve nizam koyucusu olan hiçbir düzen sahibi (İslam’la hidayet bulanlar dışında), kendi sahip olduğu sistemi kötülememiştir ve her zaman sahibi olduğu
Bu noktaya da değindikten sonra çağdaş kanun ya da çağın ihtiyaçlarına uygun hale getirilmiş kanun ifadesinden nasıl bir anlam
17
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Anayasa Değişikliği Kimin Yararına Olacak? çıkarmamız gerekiyor? na kulluk etme ihtiyacı Kanunlar doğrudan induyan, mülk edinme Bugün olduğu gibi, sırf teknoloji sanın yapısı/fıtratı ve ihtiyacı hisseden, bir gelişti ve kullanılan medeni şekiller bu yapıdan kaynaklaaile kurup çocuk sahideğişti diye kanunlar değiştirilemez. nan davranışlarıyla alabi olmak isteyen, karşı Çünkü kanunun muhatabı teknoloji kalı olduğuna göre, böycinse karşı ilgi duyan ve medeni şekiller değil, insanın le bir düzenlemeye ihtiinsanın, bu gibi özellikkendisidir. yaç duyulabilmesi için; lerinden en az birisinin ya daha önce yapılan kanunların sınırlı olan bu yüzyılda kaybolmuş olması gerekir. Çüninsan aklından çıkmış olması ve bu yüzden kü insanın davranışlarının kaynağında, bu de insanın vakıasını tamamen kuşatamayıp, ve benzeri ihtiyaçlarının tatmin edilme düproblemleri karşısında yetersiz kalması, ya şüncesi/eğilimi vardır. İnsan bu ihtiyaçlarını da bu nizamların insanın yaratıcısından geltatmin ederken; haksız yere adam öldürme, miş olması fakat insanın yapısında çok önemgasp, hırsızlık, zina, faiz gibi kötü yollara li değişikliklerin meydana gelmesiyle geçersapabildiği gibi, evlenme-boşanma, nafakaliliğini yitirmesi gerekir. Bunlardan birincisi; sının temini için çalışma, ticaret yapma, yokbugün insanoğlunun içerisine düşmüş oldusula el uzatma ve yetimi koruma gibi meşru ğu zulmün ve çıkmazın tek sebebidir. İkincisi yollara da yönelebilir. Dolayısıyla İslam’ın ise; vuku bulması imkânsız olan bir durumçağdışı kalması ve yeni hükümlerin yapıladur. Çünkü Allah Subhanehu ve Teâlâ insanı bilmesi için, insanın yapısıyla birlikte bu tip en mükemmel bir şekilde ve değişmeyen bir davranışlarının da ortadan kalkması gerekir fıtrat üzere yaratandır. Dolayısıyla yarattığını ki, artık İslami hükümlere ihtiyaç kalmasın. tamamen kuşatması kaçınılmazdır. YarattığıAncak insanın yapısı kıyamete kadar asla denı tamamen kuşatması ise, kıyamete kadar ğişmeyecektir. ortaya çıkabilecek bütün ihtiyaç ve problemBugün olduğu gibi, sırf teknoloji gelişti ve lerini kuşatması demektir. İşte bu yüzden, ne kullanılan medeni şekiller değişti diye kanuninsanın yapısının zamanla değişmesi ve buna lar değiştirilemez. Çünkü kanunun muhatabı bağlı olarak da hükümlerin zamanla geçerliteknoloji ve medeni şekiller değil, insanın liğini yitirmesi, ne de Allahu Teâlâ’nın hükkendisidir. Gelişen teknoloji ve buna bağlı münde gafil olması asla söz konusu olamaz. olarak da hayatımızın her yanını kuşatan ve ِّ َّ َّ َْأ ِ او ِير ِ ات َوال ْر ُ َولِل ِه ُمل kullanımımıza sunulan eşyalar sebebiyle ne َّ ْك ٰ ض َوالل ُه َعل ٌ َى كُل َش ْي ٍء َقد َ الس َم kanunların, ne de anayasaların değiştirilme“Göklerin ve yerin hükümranlığı sinin hiçbir anlamı yoktur ve böyle bir şeye Allah’ındır. Allah her şeye Kadir’dir.” (Alî ihtiyaçta yoktur. Mesele yalnızca bu eşyaların İmran 189) icadının, üretilmesinin ve insanlar tarafından Meseleyi akli olarak değerlendirdiğimizde kullanılmasının caiz olup olmamasıyla alaise şu hususlar dikkatimizi çekiyor: Yukarıda kalıdır. Dolayısıyla insanların hayatlarında da belirttiğimiz gibi kanunların varlık sebebi, yer eden ve her geçen gün de gelişen eşyanın insanın yapısından kaynaklanan davranışlar hakkında asıl olan husus onun mubah oluşuve bu davranışların bir düzene sokulma ihtidur. Yani hakkında haram oluşuyla ilgili bir yacıdır. Öyleyse bu gün çok ağır hakaretlere delil bulunmadığı sürece onu kullanmak heve aşağılamalara hedef olan İslami hükümleri laldir. İşte mesele bu kadar basittir ve ne çağçağdışı kılan nedir? Bu hükümlerin gerçekten daşlıkla, ne de çağ dışılıkla hiçbir alakası yokçağdışı kalması için, insanın yapısında çok tur. Zira bilgisayar icat edildi diye hırsızlığın, önemli değişikliklerin olması gerekir. Yani televizyon icat edildi diye ticari ilişkilerin, geçen yüzyılda; acıkan, susayan, yaratıcısıuzaya çıkıldı diye haksız yere adam öldürMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
18
Anayasa Değişikliği Kimin Yararına Olacak? menin, zinanın veya evlenme-boşanmanın hükümleri değişmez. Cep telefonu icat edildi diye faiz helal olmaz, içki içmek günah olmaktan çıkmaz, kadının başörtüsü açılmaz vs. İşte çağdaşlık iddiasında bulunanların ve bunu da kanunlara ve hayat tarzına bağlayanların ortaya koydukları fikirler bu kadar basit, mesnetsiz ve tutarsızdır.
sinin altında yatan hususa gelince; bu durum, AKP hükümetinin eliyle Türkiye’de dengelerin değişerek Amerika’nın nüfuzunu ciddi bir şekilde yerleştirme hamlelerinden bir hamledir. 1982 Anayasasıyla elde ettiği gücü yavaş yavaş kaybeden ancak, yargı ve onun kurumlarıyla ayakta kalmaya çalışan Ulusalcı kanada darbe vurabilmek ve yargı kanalından kendisine gelebilecek tehditlere engel olabilmek için bu anayasa veya anayasa maddeleri üzerindeki değişiklik planları AKP hükümeti tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden AKP, öncelikli olarak “parti kapatmalarının fiili eyleme dayanması” ve “Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve işleyişi” gibi kendisi için tehdit ve engel olan iki meseleyi ele almaktadır. Böylece kapatılma tehdidi bitecek ve Anayasa Mahkemesi’nin “yasa iptallerinden” kurtulacaktır. İleriki dönem için çok daha rahat hareket etme imkânı bulacak ve hatta anayasayı topyekûn değiştirebilecektir. İşte çağdaş (!) bir anayasaya duyulan ihtiyaç bu nedenlerdendir. Müslümanların hayrına ise kesinlikle hiçbir şey olmayacaktır. Yazımızın başlığındaki soruya dönecek olursak; anayasa değişikliği yalnızca Amerika ve onun Türkiye’deki nüfuzunun yararına olacaktır.
Ayrıca İslam’a karşı irtica/gericilik yakıştırmaları yapılarak, onun karşısında oluşturulan hayat nizamının içerisinde içki içmek, zina etmek, faiz yemek, eşcinsellik, anababaya isyan, kadının başörtüsünü açmak hatta onu mümkün olduğu kadar teşhir etmek veya kendisini teşhir eder hale getirmek gibi hususlar bulunmakta ve bunlar çağdaşlık veya özgürlük olarak zikredilmektedirler. Dikkat edilecek olursa bu hususlar, İslam’dan önceki cahiliye toplumlarının hepsinde vardı ve İslam gelip onları insanların hayatından uzaklaştırdı ve insanları bu pisliklerden kurtardı. Eğer mesele irtica ve muhatabı da İslam ise, çağdaş diye insanların hayatına sokulan bu olgular İslam’dan daha da eskidir. Dolayısıyla asıl bu durum irticanın ta kendisidir. Bugün, çağın gereklerine uygun çağdaş bir anayasaya olan ihtiyacın dillendirilme-
19
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Ahmet Sadık ALTINEL
İ
slami Hareketler ve Batı” başlıklı yazı dizimizin ilk bölümünde; sömürgeciliğin kısa da olsa tarihine değindik. Sömürgeciliğin durumu gereği sık sık biçim değiştirdiğini ve hatta başlangıcı yetmişli yılların sonlarına tekabül eden Batının, İslami hareketler ve Müslüman kimliği ile temayüz etmiş şahsiyetlerle olan flörtünü, bizatihi batılı yetkili ağızlardan, düşünce kuruluşlarının raporlarından aktardık. İkinci bölümde ise; başta Amerika olmak üzere Batının, İslami hareketleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme ve siyasetine angaje etme konusunda başarılı olup olmadığını değerlendirmeye çalıştık. Elinizdeki bu üçüncü bölümünde ise; İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanca tutumlarından hiç vazgeçmeyen ve son yıllarda kimi İslami hareketlere sızarak onları gerçek amaçları ve kuruluş gayelerinden saptırmaya yönelik batının son kirli oyunu karşısında İslami hareketlerin nasıl bir tavır takınması gerektiği, Müslümanların ve İslami hareketlerin batılı sömürgeci kâfir devletlerin oyunları için kullandıkları bir piyon durumuna düşmemeleri için neler yap-
maları gerektiği konularını bu yazımızda ele alacağız inşAllah.
“
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Müslümanların ve İslami hareketlerin karşı karşıya oldukları bu son salvo karşısında yıkılmamaları için yapılması gerekenleri iki ana başlıkta sunmaya çalışacağız. Bunlardan; birincisi Düşünce, ikincisi ise Siyasi içerikli çözümlemeleri ve tedbirleri içermektedir. a) İslami hareketlerin ve Müslümanların, düşünce ve siyasi bilinç anlamında tam bir açıklığa, zihinsel aydınlanmaya gereksinimleri vardır: 1. İslam’ın gerek teorik gerekse pratik anlamda diğer din veya düşünce sistemlerinden, ideolojilerden farklı, kendine özgü bir din ve dünya görüşü olduğu, dolayısıyla ne düşünsel ne de siyasal anlamda hiçbir ideolojiye eklemlenemeyeceği, hiçbir siyasete angaje olamayacağı, hiçbir konjonktüre kurban edilemeyeceği kesinlikle bilinmelidir. Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktaِّ “ إِ َّنŞüphesiz Allah katındır: َم ِ ين ِعن َد اللّ ِه ا َ الد ُ إل ْسال da din yalnız İslam’dır.” (Ali İmran 19)
20
İslami Hareketler ve Batı de; İman ile küfrün asla yolları kesişmeyecek olan farklı, bir birine zıt dünyalara ait kimlikler olduğu gerçeğidir. Rabbimiz, iman ile küfür arasında kırmızı çizgileri vahyin ilk yıllarında indirdiği Kafirun sûresi ile kalın kalın çizmektedir.
ال ِم دِي ًنا َفلَن يُ ْق َب َل ِم ْن ُه َوُه َو فِي َ إل ْس ِ َو َمن َي ْب َت ِغ َغ ْي َر ا ِ ْخ ِ اسرِين َ ِن ال َ اآلخ َرِة م
“Kim İslam’dan başka din seçerse bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o (kişi) ahirette hüsrana uğrayacaktır.” (Ali İmran 85) 2. İslami hareketler; İslam ümmeti nasıl tek bir ümmet ise küfrün de tek bir millet olduğunu çok iyi kavramaları gerekmektedir. Yüce Rabbimiz bu birlikteliği Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan ediyor:
ون َ َي ْأ ُم ُر ون َ َُويُ ْؤت إِ َّن اللّ َه
ون ْق َ َواَل أَ ْنتُ ْم َعا ِب ُد،ون َ اَل أَ ْعبُ ُد َما َت ْعبُ ُد،ون َ ِر ُ ُّها ا ْلكَاف َ ُل َياأَي َ َ ،ون َما أَ ْعبُ ُد د ب ِ ا ع م ت ن أ ل و ، م ت د ب ع ا م د ب ِ ا ع ا ن أ ل و ، د َا َا َ ُ َ ْ ُ ْ َ ْ ُ ْ َ َ َ ٌ َ َ َ ُ َُما أَ ْعب ِين ِ ِي د ْ ُم دِينُك ْ لَك َ ُم َول
“De ki: “Ey Kâfirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kafirun Sûresi)
ض ٍ ض ُه ْم أَ ْول َِياء َب ْع ُ ون َوال ُْم ْؤ ِم َن ُ ات َب ْع َ َُوال ُْم ْؤ ِمن ِ بِال َْم ْع ُر ال َة ِيم ق ي و َر ك ن ْم ل ا ن ِ ع ن و ه ن ي و َ الص ِ َّ ون َ ُ َُ َ َ ْ َ ْ َ َ وف ُ َّ ُ ِك َس َي ْرَح ُم ُه ُم اللّ ُه َ ون اللّ َه َو َرُسولَ ُه أ ْولَئ َ يع ُ الزكَا َة َويُ ِط ِيم ٌ َعز ٌ ِيز َحك
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 71)
İslam, küfür ile kıyamete kadar devam edecek olan bir savaşın, mücadelenin adıdır. Bir diğer değişle hak ile batıl arasında devam edecek olan bu savaş, İslam’ın lehine sonuçlanıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya, bütün gezegende Allah’ın hükümleri geçerli oluncaya kadar sürecektir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
َّ ٍ ضهم أَولِياء بع ُوه َتكُن ِف ْت َن ٌة َ ََّوال ُ ض إِال َت ْف َعل ْ َ َ ْ ْ ُ ُ ذين َك َف ُروْا َب ْع َ فِي ا ض َوَف َسا ٌد َكبِير ِ أل ْر
“İnkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunların gereğini yapmazsanız yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur.” (Enfal 73)
ِم َم ْن َخ ْل َف ُه ْم ل ََعلَّ ُه ْم َ َفإِمَّا َت ْث َق َفنَّ ُه ْم فِي ال ْ ْح ْر ِب َف َش ِّرْد ِبه ون َ َي َّذ َّك ُر
“Eğer siz onları savaşta yakalarsan, bunlar(a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri de dağıt ki ibret alsınlar.” (Enfal 57)
3. Müslümanların; Küfrün, İslam’ın üzerini örtmek için var olduğunu, onun için İslam’dan yüz çeviren ve ilahi hakikatlere kulaklarını ve gözlerini kapayana kişiye “örten” anlamında kâfir dendiğini bilmeleri gerekmektedir.
َّ َاف ًة كَما ي َقا ِتلُوَنكُم ك َّ ِين ك َاف ًة َ َوقَا ِتلُوا ال ُْم ْش ِرك ُ َ ْ
“Allah’a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın.” (Tevbe 36)
ِ ص ُّدوْا َعن َسب ِيل اللّ ِه َ ِين َك َف ُروْا يُن ِف ُق َ إِ َّن الَّذ ُ ون أَ ْم َوال ُ َه ْم ل َِي
Bu ve benzeri mefhumların her Müslüman’ın, özellikle İslam davasına hizmet ettiğini düşünen İslami hareketlerin ve mensuplarının zihninde netlik kazanması gerekir.
“Şüphe yok ki inkâr edenler (insanları) Allah’ın yolundan alıkoymak için servetlerini infak ederler.” (Enfal 36)
ِع مِلََّت ُه ْم َ َن َت ْر ْ َول َ ارى َحتَّى َتتَّب َص َ َّضى َع ْن َك ال َْي ُهوُد َواَل الن
b) Müslümanlar olarak bilincinde olmamız gereken bir diğer gerçeklik; İslam dininin salt bireysel ibadetlerden, kişi ile Allah arasında sınırlı olduğu vehmedilen özel bir ilişkiden ibaret olmadığı meselesidir:
“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, onların dinlerine tabi olmadığın sürece senden asla memnun olmazlar” (Bakara 120) d) Müslümanlar olarak zihinlerimizde netlik kazanması gereken bir diğer mesele
21
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
İslami Hareketler ve Batı Dinin itikat, ibadet, muamelat, ukubat vb. şeklinde tasnif edilmesi insanların inceleme ve anlamalarını kolaylaştırmak içindir. İster ibadet ister itikad ile ilgili olsun hepsi Allah’ın insan için gönderdiği dindir. Bu dinin içinde insanın Allah ile arasındaki ilişkiyi düzenleyen ibadete dair hükümler olduğu gibi, kişinin anne babası, akrabaları, komşuları, eş ve çocukları ile ilişkilerini (sosyal hayatını) düzenleyen içtimai hükümler de mevcuttur. Yönetici ile yönetilenlerin ilişkisini (siyasi hayatını) düzenleyen yönetime dair hükümler ve alış veriş, ticaret ve bilcümle ekonomik hayatını düzenleyen iktisadi hükümler de mevcuttur. Bu hükümler bir yönü ile kişinin çevresindeki insanlar veya eşyaya karşı nasıl tasarrufta bulunacağına dair beyanatı içerirken diğer bir yönü ile Allah’ın hükümleri olmaları hasebi ile kişinin Allah’la arasındaki ilişkiyi oluşturmaktadır.
Z’ye kuşatmakta, kendine özgü normlarla biçimlendirmektedir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
َّ اء ُهم ْ ِما أَ ْن َزَل الل ُه َواَل َتتَّب ْ َوأَ ِن َ ُم َب ْي َن ُه ْم ب َ ِع أَ ْه َو ْ احك
”Ve sen, onların arasında Allah’ın indirdikleri ile hükmet. Ve onların isteklerine uyma.” (Maide 49)
ُم َ ون َحتَّى يُ َح ِّك ُم َ فَلاَ َو َرب َّ ِيما َش َج َر َب ْي َن ُه ْم ث َ ُِّك اَل يُ ْؤ ِمن َ وك ف ِّ َ ِ ِيما ل س ت ا و م ل س ي و ت ي َض ق َّا ِم م ا ج ر ح ِم ه س ف ن أ ً َ َ ْ ُ ْ اَل َي ِج ُدوا فِي ً ْ َ ُ َ َُ َ ْ َ
“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
َ ارَق ُة َفاق ْط ُعوا أَ ْيد َِي ُه َما ِ الس َّ ِق َو َّ َو ُ السار
“Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin” (Maide 38) Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de ikame ettiği ilk İslam Devleti’nde uygulanan bu Kur’an ayetleri, ilahi yasalar, yüzyıllarca Müslüman Halifeler tarafından uygulanmış, şimdi de kendisini tatbik edecek İkinci Raşid-i Hilafet Devleti’nin kurulmasını beklemektedir.
َّ ياأَيُّها النَّاس اعبدوا ربَّك ُم ْ ِين م َ ُم َوالَّذ َ َ ْ ِن ق َْبلِك ْ ُم الذِي َخلَ َقك ُ َ ُُ ْ ُ
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz” (Bakara 21)
ُم َ ون َحتَّى يُ َح ِّك ُم َ فَلاَ َو َرب َّ ِيما َش َج َر َب ْي َن ُه ْم ث َ ُِّك اَل يُ ْؤ ِمن َ وك ف ِّ َ ِيما َ ِم َح َرًجا مِمَّا ق ً َض ْي َت َويُ َسل ُموا َت ْسل ْ اَل َي ِج ُدوا فِي أ ْن ُف ِسه
“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
c) İslami hareketlerin İslam ümmetinin temel meselesinin, esaslı sorununun ne olduğunu doğru ve net bir şekilde tespit etmeleri gerekir: Ümmetimizin İslam’ı yaşayabilmesi ve dini yaşamlarına yeniden egemen kılması için olmazsa olmaz/ölüm kalım meselesi; İslam Devleti’nin ikame edilmesi meselesidir. Nitekim İslam’ın hayata egemen kılınmasının bir tek yolu devletinin yani İslam şeriatını tatbik edecek siyasi bir otoritenin var olmasıdır. Hatta bu otorite olmadığı zamanlarda kişisel ibadetlerimizin bazılarını yerine getirmemiz dâhi mümkün olmamaktadır.
يعوا اللَّ َه َو َرُسولَ ُه َواَل َت َولَّ ْوا َع ْن ُه َ ُّها الَّذ َ َياأَي ُ امنُوا أَ ِط َ ِين َء ون َ َوأَ ْنتُ ْم َت ْس َم ُع
“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin ve (Rasulü’nden) işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.” (Enfal 20) Dinin hayattan ayrılması anlamına gelen laiklik düşüncesinin İslam’la herhangi bir şekilde ilişkilendirilmesi bir yana, bu son ilahi dinle taban tabana zıt olduğunu, bu iki kavramın batı ve doğu kadar bir birinden uzak kavramlar olduğunu, Müslümanların anlaması gerekmektedir. Din, devlet işlerini de içine alan, hayatın bütün alanlarını A’dan Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
َّ الصلاَ َة َوَءا َت ُوا َْاه ْم فِي أ الزكَا َة ِ ال ْر َّ َاموا َ الَّذ ُ َِّين إِ ْن َم َّكن ُ ض أَق َُْر َولِلَّ ِه َعاق َِب ُة أ ِ َوأَ َم ُروا بِال َْم ْع ُر ور ِ ال ُم ِ وف َوَن َه ْوا َع ِن ال ُْم ْنك
“Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği
22
İslami Hareketler ve Batı emreder ve kötülüğü yasaklarlar.” (Hac 41)
ال يصلح أحدهما،اإلسالم والسلطان أخوان توأمان فما ال أس له، فاإلسالم أس والسلطان حارس،بدون اآلخر ينهدم وما ال حارس له يضيع
Ayetten de anlaşıldığı üzere namaz ve zekât gibi ibadetleri hakkı ile eda etmek, iyiliği emredip, geçerli kılıp kötülüğü ortadan kaldırmak tam manasıyla yeryüzünde iktidar sahibi olmakla mümkündür.
“İslam ile sultan birinin ötekisi olmadan yapamayacağı ikiz kardeşler gibidir. İslam esas, sultan bekçidir. Esası/temeli olmayan yıkılır. Bekçisi olmayan ise zayi olur/yok olur gider.” (Ebu Davud) Yukarıda yer verdiğimiz hadisi şeriflerden anlaşılacağı üzere İslam Ümmeti’nin bugünkü can alıcı sorunu “Sultan”ının olmayışıdır. İslam Ümmeti bugün, dinini ikame edecek, mukaddesatını koruyacak, zenginliklerini kendi tebaasının refahı için değerlendirecek, İslam ümmetine onur ve şerefini kazandıracak, itibarını iade edecek bir İslam Devleti’ne, ekmek ve suya ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
Müslümanlar olarak bizler, başımıza gelen bütün olumsuzlukların; coğrafyalarımızın işgali, parçalanması, kutsallarımızın ayaklar altına alınması, onur ve saygınlığımızı kaybetmemiz vb. en acı trajedileri yaşamamız hep İslami devletimizi kaybetmemizden sonra başımıza gelmiştir. Geçmişte Müslümanların devletleri varken izzet ve şerefleri de vardı. Müslümanlar devletlerini kaybedinceye kadar yeryüzünde başları dik, onurlu bir hayat yaşıyorlardı. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadisi şeriflerinde bu konunun hayatiyetini bakınız nasıl dile getirmektedir:
İslam Ümmeti bir aktör olarak kendisini dünya sahnesine çıkaracak güçlü bir devletin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir devlet ancak, ait olduğu akide ve inanç sisteminin dokusuna uygun bir değişim metodu, modeli takip edilerek kurulabilir. Bu devleti kurma noktasında; batılı paradigmanın ürettiği demokratik parlamenter sistemler veya askeri, tepeden inmeci yöntemler değil, bizzat bu dinin mübelliği olan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in takip ettiği metodu takip etmek hem dini bir zorunluluk hem de stratejik olarak en tutarlı ve başarıya götüren yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Rabbimizin şu çağrısına kulak verelim:
ِن َو َارِئ ِه َويُتَّ َقى ِب ِه َفإِ ْن أَ َم َر ِ إِنَّ َما ا ْ جنَّ ٌة يُ َقا َت ُل م ُ ام ُ إل َم َّ َّ ْ َ ِك أ ْج ٌر َ ِإو� ْن َيأ ُم ْر َ َان لَ ُه ِب َذل َ ِب َت ْق َوى اللَّ ِه َعز َو َجل َو َع َد َل ك َان َعل َْي ِه ِم ْن ُه َ ِب َغ ْي ِرِه ك
“İmam ancak kalkandır. Onunla korunulabilir (güvende hissedilebilir) ve ancak onunla savaşılabilir. Allah Azze ve Celle’ye karşı takva ile (iyiliği) emreder ve adaletle hükmederse bundan dolayı ona sevap vardır. Aksini yaparsa bundan dolayı hesap verecektir.” (Müslim)
السلطان ظل اهلل في أرضه إليه يأوي كل ضعيف ومظلوم
“Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Her zayıf ve mazlum ona (gölgesine) sığınır.”
اء َِعوا َما أُ ْنز ْ ِعوا م ْ ُم م ُ ُم َواَل َتتَّب ُ اتَّب َ ِن ُدوِن ِه أَ ْول َِي ْ ِن َربِّك ْ ِل إِل َْيك َّ ون َ َقلِيلاً َما َتذَك ُر
(Taberani)
İmam Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir rivayette Ebu Bekir RadiyAllahu Anh şöyle söylemektedir: Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i şöyle söylerken işittim:
“Rabbinizden size indirilene uyun. Onu bırakıp başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz” (Araf 3)
ِ ص َر ِ َوأَ َّن َهذَا السبُ َل ُّ ِعوا ُ ِع ُ وه َواَل َتتَّب ُ ِيما َفاتَّب ً اطي ُم ْس َتق َّ َّ ِ ِ ِ ِ ون َّ ُم َو َ َف َت َفر َ ُم َتت ُق ْ ُم ِبه ل ََعلك ْ صاك ْ ُم َع ْن َسبِيله َذلك ْ َّق ِبك
َّ ُّ ان اللَّ ِه فِي َ ْرَم ُسل ،ِامة َ ْط َ الد ْن َيا أَك َ َم ْن أَك َ ْرَم ُه الل ُه َي ْوَم ا ْلق َِي َّ َّ ُّ ان الل ِه فِي َ ان ُسل امة َ ْط َ َو َم ْن أَ َه َ الد ْن َيا أَ َها َن ُه الل ُه َي ْوَم ا ْلق َِي
“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o (yollar) sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” (En’am 153) Devam Edecek...
“Kim dünyada Allah’ın sultanına ikram ederse, kıyamet gününde Allah da ona ikram eder. Kim de Allah’ın dünyadaki sultanını küçük düşürürse Allah da kıyamet günü onu rezil eder.”
23
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hakkı EREN
K
amuoyunun öyle sihirli bir etkisi vardır ki; insanlar onu hissederler, düşünürler ve onu kavrarlar. Yönetim makamında oturan siyasetçiler, ondan etkilenirler ve korkarlar. Yönetime ulaşmak için çalışan siyasi kitleler, partiler ve siyâsî kimseler bunu kullanırlar. Çünkü kamuoyunun etkisi gerçekten çok büyüktür. İnsanların işlerini güden ve yürüten siyasetçiler ile bu makama ulaşmak için fırsat kollayan siyasi kimseler arasında, kamuoyunu oluşturmaya veya değiştirmeye veyahut onu yönlendirmeye yönelik zoraki bir yarış vardır. Bunlardan herkes kamuoyunu kendi lehine kazanmak üzere gayret sarf ederler.
sunmaya çalışarak bu fikir için nasıl kamuoyu oluşturacaklarını düşünürler, pratik şekilde uygular ve toplumda onu yürürlüğe koymak için mücadele ederler. İnsanların geneli ise, kamuoyunu hisseder ve ona göre yürürler. Onlar kamuoyuyla kaynaşır ve ondan etkilenirler. Oysa kamuoyunda hedef edinilen kimseler asıl kendileridir. Aynı anda onun tesiri ve egemenliği altına girende yine kendileridir. Kamuoyu hakkında değişik tespit ve tanımlamalar vardır. Bunlardan bazıları şunlardır; “Kamuoyu; yağmurlu, rüzgârlı havanın bir benzeridir. Aynı anda bir baskıya sahiptir, fakat onu göremezsin, büyük ağırlığa sahiptir, öyle ki; onu elle tutamazsın. Ancak ona itaat ederek boyun eğersin!”
Düşünürler ise, kamuoyunun değişim ve yönelişleriyle beraber, içinde egemen olan fikirleri ve bunu oluşturan güçleri araştırırlar. Bununla ilgili eleştiri ve yorum yaparlar. Zira onlar ezici akımla beraber yürürler! Ancak, bunlar siyasi düşünür kimseler olurlarsa faaliyet gösteren siyasi kimseler arasına girerler, teorik düşünürlerden sayılmazlar. Yeni fikir Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
“Kamuoyu birbirini tamamlayan bir sistemdir. Bilgilerden başlıyor davranışlarda sona eriyor. Böylece bilgi, görüş, yöneliş, değer, akide ve davranışlardan oluşmaktadır.”
24
Tesev’in “Ortadoğudaki Türkiye Algılaması” Amerikalı entelektüel olan Lev Kump, “psikoloji” adlı kitabında kamuoyuna toplulukların yönelişleri olarak bir anlam vererek yönelişi şöyle tarif ediyor: “Belli bir durum daha belirlenmemiş olduğu halde buna karşı muayyen bir icabet göstermek için yapılan bir psikolojik hazırlıktır. Böylece; bu yöneliş kamuoyunun bir şartı sayılınca potansiyel bir güce sahip olur.”
nan, Suudi Arabistan ve Suriye’de telefon ile fakat Irak’ta yüz yüze mülakat teknikleri kullanılarak gerçekleştirilmiş. Saha çalışması ve anket analizleri bölgenin ve alanın en yetkin araştırma şirketlerinden biri olan KA Araştırma Şirketi tarafından yapılmış. Ankette TESEV’in araştırmasına göre bölge insanları, Türkiye’nin dış politikada attığı adımları ve AB sürecini dikkatle izliyor. Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesi ise bölgede pozitif olarak algılanıyor. Bu araştırma aynı zamanda, Türkiye’de ve dünyada süren “Türkiye bölge ülkelerine ve Müslüman ülkelere yakınlaşarak eksen kayması mı yaşıyor?” sorularını, belli kesimler tarafından oluşturulmaya çalışılan kuşkuları ve negatif eleştirileri de yanıtlıyor. Ve bu anket, sonuçlarıyla kendileri gibi kamuoyunun da böyle düşünmesini istiyor ve yönlendirmeye çalışıyorlar.
Burada kamuoyu ile ilgili olarak bazı hususları, özellikle toplumu değiştirme konusunda kamuoyunun etkisini ve kamuoyunun değişmesini ele almayacağım. Sadece yazımızın daha iyi anlaşılması için kamuoyu anketlerinin önemini vurgulamak üzere, kamuoyu hakkında kısada olsa bilgi vermek istedim. Kamuoyunu değiştirme konusunda enformasyon ve yayın araçlarının rolü oldukça yüksektir. Bu yüzden kendi kamuoyunu oluşturmak isteyen kesimlerin son zamanlarda yaptırdığı “kamuoyu araştırma anketleri” bu açıdan ele alınmalıdır. Çünkü bu anketler ile kendi kamuoylarını oluşturmak istemektedirler.
“Neden böyle bir zamanda böylesine zor ve pahalı bir anket yapıldı?” sorusunun cevabı gerçekten yukarıda kamuoyunun tanımı ve önemiyle alakalı izahatını yaptığım hususlarla ilgilidir. Bu anket, öteden beri Arap dünyasını düşman ve kötü olarak görmüş bir zihniyeti değiştirmeye çalışan ve komşularıyla sıfır problem dâhilinde tarihi ve kültürel bağlarını kuvvetleştirmek isteyen, AKP hükümetinin yaptığı hamlelerin karşılıksız olmadığını göstermek için yapılmıştır. “Eksen Kayması” düşüncelerinin oluştuğu bir dönemde, bu türden kaygıların yersiz olduğunu belirtmek için yapılmıştır. Özellikle son yıllarda dış politika geleneğinin ötesine geçerek, Orta Doğu’da siyasi, kültürel ve ekonomik varlığını arttıran, diplomasi, arabuluculuk ve bölgedeki ihtilafların çözümünde alışılmışın çok ötesinde bir performans sergileyen, Türkiye’nin attığı adımların karşılık bulduğunu kanıtlamak için yapılmıştır. Ayrıca demokratikleşme bünyesinde atılan adımların, sözde İslami kökenden gelen bir partinin, demokratik yollardan iktidara gelmesi ve demokrasiyi kökleştirmek için çalışmasının neticesini göstermek için yapılmıştır.
İşte Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) de bu minvalde anketler yapmaktadır. Daha önce yargı konusunda yaptığı anket ile yargı sistemi ve yargı mensupları hakkında belki de bugünlerde cereyan eden olayların zemini hazırlamak istemişti. Daha sonra AKP iktidarına ilişkin “Mahalle Baskısı” oluşturuyor iddialarına karşın yaptığı anketle bu tür baskıların olmadığını bilimsel verilerle izaha kalkmıştı. Türkiye de İslamcı bir toplumun oluşmadığını, aksine şeriat isteyenlerin ve başörtüsü takanların sayısının daha da azaldığını göstermeye çalışmıştı. Son olarak ise “Ortadoğu’da Türkiye Algısı” başlıklı bir araştırma yayınladı. TESEV, 24-29 Temmuz 2009 tarihleri arasında 7 Ortadoğu ülkesinde -Mısır, Suriye, Filistin, Ürdün, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan -2006 kişi ile yapılan görüşmelerin sonuçlarını geçen Ocak ayında yayınladı ve yine AKP iktidarının elinin kuvvetlenmesini sağlayacak sonuçlar ortaya koydu. Bu anket eş zamanlı olarak Mısır, Ürdün, Filistin, Lüb-
25
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Tesev’in “Ortadoğudaki Türkiye Algılaması” Yani, Müslüman Arap dünyasına yıllardan beri benimsettirilemeyen bazı batılı fikirlerin, Türkiye üzerinden taşındığı zaman planın tutacağı umudunun göstergesidir.
problemler takip ediyor. Arap dünyasının en önemli sorunu sorulduğunda da yine ekonomik problemlerin % 26 ile ilk sırada olduğu görülüyor. İstisnasız 7 ülkede de ekonomik problemler bölge için en önemli sorun olarak görülüyor. Bölgenin ikinci en önemli sorunu olarak %18 ile “İsrail”-Filistin çatışması olarak ön plana çıkıyor.
Şimdi bu anketin önemli gördüğümüz bölümlerini ve bu sonuçlarının değerlendirmesini tablolar aracılığı ile yapmaya çalışalım. Soru 1: Sizce günümüzde ülkenizin karşı karşıya olduğu en önemli sorun nedir?
Soru 2: Aşağıdaki ülkeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Göz ardı edilmeAraştırmanın germesi gereken nokta, çekleştirildiği 7 ülanket yapılan 7 ülke kede toplam 2006 Soru 1 halklarının ekonomik sorunları, diğer tüm kişiye Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Filistin, sorunların ötesinde tuttuğudur. Öncelikli olaSuudi Arabistan, Suriye ve Türkiye hakkınrak ekonomik sorunların görülmesi ise bölge da ne düşündükleri sorulmuş ve “çok olumlu halkının içerisinde yaşadığı fakirliği gösterdüşünüyorum”, “oldukça olumlu düşünüyomektedir. Oysaki tüm dünya zenginliklerinin rum”, “oldukça olumsuz düşünüyorum” ve büyük bölümü bu topraklarda bulunmakta“çok olumsuz düşünüyorum” şıklarından bidır. Fakat halkın siyasi sorunlarla uğraşmarini seçmeleri istenmiştir. Verilen cevaplarmasını ve kendilerini sorgulamamalarını dan “çok olumlu düşünüyorum” ve “oldukisteyen mevcut yöneticiler, bu konuda iyileşça olumlu düşünüyorum” cevaplarının yüztirmeler yapmayarak sanki öncelikli sorunun de olarak değerleri birleştirilerek yukarıdaki ekonomi olması kotabloya yansıtılmışnusunda ısrarcı davtır. Verilen cevapranmaktadırlar. Şahlar incelendiğinde, sımca burada sinsice Orta Doğu halkıbir plan yatmaktanın Türkiye hakkındır. Çünkü insanlar da olumlu düşünceekonomik sorunları lere sahip olmadıolmadığı zaman siğı önyargısının akyasi meselelerle ilgisine araştırmanın lenecek ve o zaman yapıldığı 7 ülkede sömürgeci kâfirlerle de Türkiye’nin iyi Soru 2 mevcut yöneticilerin bir imajının olduğu nasıl kirli bir ilişki içerisinde bulunduğu angörülüyor. Türkiye %75 ile bölge genelinde laşılacaktır. Ülkenizin en önemli sorunu nehakkında en olumlu düşünülen ülkeler sıradir sorusuna verilen cevaplara bakıldığında, lamasında Suudi Arabistan’ın ardından ikinFilistin dışında diğer 6 ülkede ekonomik soci olarak yer alıyor. Türkiye’nin sahip oldurunların başı çektiğini görüyoruz. Filistin’de ğu % 87’lik yüksek oranla Filistin’de en çok bile % 38 ile en önemli sorun olarak görülen desteklenen ülke olduğunu görüyoruz. Sa“İsrail” -Filistin sorununu % 32 ile ekonomik nırım “one minute” çıkışı bu oranın yüksek Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
26
Tesev’in “Ortadoğudaki Türkiye Algılaması” çıkmasında oldukça etkili olmuştur. Ayrımen, bölge halkı tarafından büyük bir tehdit ca Suriye’nin, Türkiye hakkında en olumlu olarak görülmüyor. Ama yinede sıralama da düşünülen ülke olduğu söylenebilir. Dikkat üçüncü tehdit olarak algılanıyor. Amerika edilmesi gereken bir diğer hususta Mısır’ın izlediği bu siyaset ile bölgede bir İran korhalen 6 ülkenin tamamında da olumlu bir kusu oluşturmakta ve bölge ülkelerini İran imaja sahip olmasıtehdidine karşı yadır. Fakat Mısır’ın nında olmaya zoryerini yavaş yavaş lamaktadır. Bunun Türkiye almaya başyanı sıra ise Türkiye lamıştır. Özellikyeni izlenen aktif le de Arap dünyasıdiplomasi ile güna siyasi açıdan önvenilir bir imaj çizderlik ettiğine inanımektedir. Buda bize lan Mısır’a karşı % Amerika’nın bölge72 oranında sempadeki sopa siyasetiti beslenirken, Türnin İran tarafından, kiye’ye duyulan yahavuç siyasetinin de Soru 3 kınlığın % 75 olması Türkiye tarafından gerçekten dikkate alınması gereken bir fakgüdüldüğünü göstermektedir. tördür. Buda bize B.O.P.’un eş başkanlığını Soru 4: Türkiye Arap Dünyası İçin bir yapan hükümetin Amerikan projeleri doğmodel olabilir mi? rultusunda aldığı mesafeyi ve yeni Türkiye Türkiye’nin Arap dünyası için bir model imajının Arap dünyasında ilgi uyandırdığını olabileceği yargısına 7 ülke toplamında % gösteriyor. 61’lik bir destek verildiği görülüyor. Suriye Soru 3: Sizce Arap Dünyasına en büyük ve Filistin sırasıyla % 72 ve % 73’luk oranlartehdit hangi ülkela Türkiye’nin bölden geliyor? ge için bir model Verilen cevaplar olabileceğini düşüdeğerlendirildiğinnen iki ülke olarak de, istisnasız 7 ülkeöne çıkıyor. Oldukde de ankete katılança muhafazakâr bir lar bölge için “İsrail” yapıya sahip olan ve Amerika Birleşik Suudi Arabistan’da Devletleri en büyük bile halkın yarıtehdit olarak görüsından fazlasının yor. “İsrail” ilk sıra(%55) Türkiye’nin da yer alırken ABD bir model olabiikinci sırada geliyor. leceğini yargısına Soru 4 Anket yapılan ülkekatıldıklarını görüler arasında Irak’ta ABD’nin ilk sırada yer yoruz. Bu sonuç Türkiye’nin laik yapısına alması beklenebilirken, burada bile “İsrail” rağmen Başbakan Erdoğan’ın son ABD gezibüyük bir farkla ABD’nin önünde ilk sırada sinde Obama’nın dile getirdiği “model ortakyer alıyor. Nükleer tesis inşası ve uzun menlık” düşüncesinin uygulamaya konulduğunu zilli füze denemeleriyle gündemde olan İran, gösteriyor. Ama dikkat edilmesi gereken hudışarıdan bakanlar ve uzmanlar tarafından sus bu “model” kavramının hangi alanlarda büyük bir tehdit olarak algılanmasına rağolacağı ile alakalıdır.
27
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Tesev’in “Ortadoğudaki Türkiye Algılaması” olduğunu söyleyebiliriz. En az desteğin Suudi Arabistan’dan geldiği görülüyor, fakat burada bile halkın yarısı Müslüman bir ülkenin AB üyeliğine olumlu yaklaşıyor.
Soru 5: Türkiye İslam ve Demokrasinin başarılı bir birleşimi midir?
Araştırma yapılan 7 ülkede de Türkiye’nin demokrasi deneyiminin başarılı bulunduğu, din ve demokrasiyi Soru 7: Türkiiyi sentezlemiş bir ye “İsrail”-Filistin ülke olarak görülsorununun çözüdüğünü söyleyebimünde arabuluculiriz. Yedi ülke topluk rolünü üstlenlamında aldığı %63 meli midir? destek de bunu desYine bu soruya tekler niteliktedir. verilen cevaplar deYine özellikle Suriğerlendirildiğinde, ye (% 72) ve Filistin “İsrail”-Filistin so(% 74) Türkiye’yi rununda Türkiye, en çok destekleyen 7 ülke toplamında iki ülke olarak öne %79 destek alarak Soru 5 çıkıyor, bu iki ülarabuluculuk rolükeyi Lübnan (% 68) takip ediyor. Irak daha ne uygun görülüyor. Filistin’de bu oranın önceki sorularda olduğu gibi bu soruda da %89 olduğunu, yani Filistin’de neredeyse her 7 ülke arasında Türkiye’ye en uzak duran 10 kişiden 9’unun Türkiye’nin arabuluculuk ülke. Buna rağmen Irak halkının bile yarısı rolünü üstlenmesi gerektiğini düşündüğüTürkiye’nin İslam ve demokrasinin iyi bir nü anlıyoruz. Ülkelere ayrı ayrı bakıldığınbirleşimi olduğunu düşünüyor. Türkiye, hem da da Türkiye’nin arabuluculuk yapmasını iyi bir model hem de İslam ve demokrasinin en az destekleyen ülkelerde bile bu oranın başarılı bir birleşimi % 76 olduğu görüolarak gösteriliyor. lüyor. Bu da bize,
Türkiye’nin bu konuda araştırmanın gerçekleştirildiği 7 ülkede her 4 kişiden en az 3’ü tarafından desteklendiğini Verilen cevaplagösteriyor. Bu verira göre, Müslüman lerden Türkiye’nin bir ülkenin AB üye“İsrail”-Filistin sosi olması araştırma rununun çözümünyapılan 7 ülke genede etkin rol alabilelinde % 57 oranında Soru 6 cek ve bölge halkı destek görmekte. tarafından bu gayetleri için yüksek kabul göYedi ülke arasında Lübnan % 72 ile Müslüren bir aktör olduğu sonucuna varmak mümman bir ülkenin AB üyeliğini en çok destekkün gözüküyor. Çünkü anketteki ilk soruda leyen ülke olarak gözüküyor. Lübnan’daki da görüldüğü üzere ekonomik sorunlardan AB desteğinin 3. soruya referansla çok da sonra gelen ikinci ana sorun “İsrail” sorunu sürpriz olmadığını, bu desteğin Müslüman olarak belirlenmişti. O yüzden halkın bu hasbir ülkenin AB üyeliğine verilen destekten sasiyetlerini bilen ve Başbakan Erdoğan’a bu çok AB’nin bu ülkedeki olumlu imajına bağlı Soru 6: Müslüman bir ülkenin Avrupa Birliği’ne girmesini destekliyor musunuz?
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
28
Tesev’in “Ortadoğudaki Türkiye Algılaması” minvalde görüş beyan ettirenler bu sorunun Kurulduğu günden beri sorun olan ve Alcevabında oranın yüksek çıkmasında etken lah Azze ve Celle’ye hamdolsun halen de birinolmuşlardır. cil siyasi sorun olarak duran “İsrail” sorunu TESEV tarafından yapılan anketin sonuç ümmetin halen hissiyatının güçlü olduğubölümünde ise şu ibareler yer alıyor. “Ancak nun göstergesidir. Kim bu sorunu çözmeyine anket yapılan halkların Türkiye ve AB’yi ye ve Müslümanların derdini kendine dert yakından izledikleedinmeye çalışırsa, ri göz önüne alındıo zaman ümmetin ğında, Müslüman desteğini arkasında bir ülkeyi reddethissedecektir. Bu miş AB’nin bölgeyüzden İslami müde kabul görürlücadelenin sömürğünün azalacağı geci kâfirlere ve söylenebilir. Anket gasıp yahudi varsonuçlarından yola lığına hasredilmesi çıkarak bakıldığıngerekir. Karşısına da Türkiye AB için herkesin düşman d e ğerlendirmesi gördüğünü hasım Soru 7 gereken bir fırsat olarak alanlar yanolarak gözüküyor. Diğer taraftan AB üyeliği larında dost bulmakta zorlanmayacaklardır. yolunda ilerlemek Türkiye’nin de izlemekBu anket ile hem Türkiye iç siyasetine gönten vazgeçmemesi gereken bir yol olarak ön derme yapılmış hem de dış siyasetteki başaplana çıkıyor. Türkiye’nin AB yolunda ilerlerısı güya gösterilmek istenmiştir. Kâfirlerin mesinin bölgede ki rolünü olumlu etkilediği Osmanlı Hilafet Devletini ilga ettiğinden beri araştırmadan çıkan sonuçlar arasında. Bubölge üzerindeki endişeleri hiç gitmemiştir. radan çıkarılacak en net sonuç, Türkiye’nin Kendi zehirli kültürünü ve bozuk tağuti sisOrta Doğu politikası ve AB üyelik sürecinin temlerini işbirlikçi yöneticiler ile dayatmabirbirini besler nitelikte olduğu. Rasyonel bir cı bir üslupla uygulamaya çalışmış, ama bu çıkarsamayla Türkiye Orta Doğu’da etkili olplanları istedikleri gibi verimli olmamıştır. duğu sürece AB’ye üyelik şansı daha da fazla Halen demokrasiyi İslam ile karıştırmaya çaolacaktır diyebiliriz.” lışmaları bunun açık bir göstergesidir. KenAma bu anketten bizim çıkardığımız sodi elleriyle başaramadıkları bu planlarını ise nuç ise aynı paralelde durmuyor. Çünkü tüm şimdi “İslamcı bir parti tabirini kendilerine bu sonuçları incelediğimizde şunları görmekyapılan en büyük hakaret” olarak gördüğünü teyiz. açıkça beyan eden, “gerekirse papaz elbisesi Müslüman Ortadoğu halkları kendilerini bile giyerim” demekten hayâ etmeyen AKP fakirlikten, ezilmişlikten ve kâfirlerin saldıiktidarı ile yapmaya çalışmaktadırlar. Ama rısına karşı koruyacak olan lider bir ülkeyi yalancının mumunun kısa yanacağı ve hakarzulamaktadır. Kâfirlerin desiseleri, medyakın batıla karıştırılamayacağı için bu planları nın yönlendirmesi ve dumura uğratılmış düda tutmayacaktır. Ümmet gerçeği görmekle şünceleri ile yine haklarını en çok savunuyor beraber sadece alternatifsizlikten dolayı bungibi gözüken ülkelere meyletmişlerdir. Onlaları destekler gibi gözükmektedir. İnşAllah rın bu arzuları sanal beyanatlar ve aldatmaya Ümmet, en yakın zamanda karşısına çıkacak yönelik siyasi manevralar ile tatmin edilmeye olan bir alternatif gördüğünde tarafını doğçalışılmaktadır. O yüzden İslam Ümmeti’nin ru şekilde belirleyecektir. O günlerin ve o bu konuda uyanık olması ve bu şerir planları alternatifin yakında oluşması için mücadele ifşa etmeye çaba göstermesi gerekir. etmek duâsı ile...
29
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
AbdulHamid YAZICI
C
umhuriyet tarihi boyunca İngiliz politikasına ait bazı noktaların yanında özellikle AK Parti iktidarı ile belirginleşen Amerikan politikaları ile ilgili olarak da şunları söylemek mümkündür.
de düşünülmesi, değerlendirilmesi gerekir. Zira Amerika özellikle Adnan Menderes iktidarından itibaren Türkiye’yi İngiltere’den koparmak için çalışmalara başladı. Ancak İngilizlerin Türkiye’deki kökleri kolay kolay sökülüp atılmayacak kadar sağlamdı. Bu nedenle Amerika İngilizleri Türkiye’den söküp atmak için Türkiye üzerinde her yönden incelemeler yaptı. Yaptığı incelemelerini adeta İngiliz siyasetinin aksi yönünde hareket etme esası üzerine kurdu. Bu çerçevede planını şu şekilde oluşturdu:
Ortadoğu petrolleri ile tanışmasının ardından sömürgeciliğin tadını alan Amerika özellikle ikinci dünya savaşından sonra kabuğundan çıkıp Amerika kıtası dışında dolaşmaya başladığında zengin servetleri ve stratejik konumu bakımından özellikle Ortadoğu bölgesinin önemini hızlı bir şekilde kavradı. Bu amaçla İngiltere’nin nüfuzu altındaki ülkeleri öncelikli olarak da Osmanlı Hilafet Devleti’nin enkazı üzerine kurulu devletleri İngilizlerden koparıp almak için yoğun çaba içerisine girdi. Elbette ki bu İslam coğrafyası üzerindeki ülkelerin her birinin ayrı bir önemi vardır. Ancak bunlar içerisinde Türkiye’nin tek başına ayrı bir kefeye konulup, üzerin-
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
1- İngilizlerin Türkiye’deki en büyük dayanakları Sabetayistlerdi. Cumhuriyet tarihi boyunca tüm siyasetlerini her yönüyle ve her türü ile bunlar aracılığıyla uyguluyorlardı. Müslüman ismini ve kimliğini taşıyan gerçekte ise Müslüman olmayan bu Yahudi taife, hain planları için gerçek kimliklerini rahatlıkla gizleyebiliyorlardı. İkiyüzlü bir karakteri
30
Türkiye Nereye Gidiyor? hiç belli etmeden taşımakta son derece başarılı bir oyuncudan da ilerideydiler. Bu halleri ile değişik isim ve kisveler altında Müslüman halka çözümler önermekte, gerektiğinde liderlik yapmakta, onlardan birisi gibi görünmek suretiyle onları sahih İslam’dan uzaklaştırmakta başarılı bir tablo sergilemekteydiler. Devlet yönetiminde ise hükümetten, adalet sistemine, eğitimden dış politikaya, orduya, bürokrasiye ve ticarete varıncaya kadar her alanda tam bir güç sahibi içerisinde idiler. Örneğin bunların önde gelen isimlerinden olan ve 2009 yılı Mayıs ayında kanserden ölen, 1971’de İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere’de ileri eğitim gören; “çocuklarımız namaz kılma yerine bale yapsın” sözünün sahibi Türkan Saylan, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığının gündeme geldiği günlerde şöyle diyordu: “Biz asılız, bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şey olmaz.” İşte Amerika İngilizlere Türkiye’de farklı bir güç kazandıran, her kalıba girmelerine imkân tanıyan sabetayistliği açık etmek istedi. Bu amaçla çalışmalara başladı ve bu işi ağırlıklı olarak Müslüman camiaya verdi. Müslüman kesim tarafından çıkartılan gazetelerde, dergilerde ve değişik platformlarda bu konular değişik üsluplarla işlenmeye başlandı. Örneğin Zaman gazetesi 1995 yılı 16-24 Nisan tarihleri arasında üstü kapalı bir şekilde Suriye’deki Nusayriler-Aleviler başlıklı bir yazı serisi yayınladı. Doksanlı yıllar boyunca gerçekte sabetayist olup da ismini kimliğini gizleyen önemli şahısların isimleri yazılmaya konuşulmaya başlandı. Ordu içerisindeki aleviler adı altında sabetayist olanların isimleri değişik vesilelerle kamuoyunun bilgisine sunuldu. Özellikle askerler üzerindeki çalışmaları yoğunlaştırdılar. Bununla ordu içerisinde alevi nitelemesiyle sabetayistlere karşı bir cephe oluşturmak istediler. Şu anda içerisinde bulunduğumuz 2009 yılına geldiğimizde ise sabetayistler meselesi hemen herkesin konuştuğu, televizyon programlarında açıkça konuşulan bir konu oldu. Böylelikle Amerika bu konudaki amacına ulaştı. Zira bu konu artık kamuoyuna mal olmuş bir mesele
haline gelmişti. Toplumun birçoğu askerlerden, siyasilerden, bürokratlardan, bahsederken bu sabetayisttir, ifadesini kullanmaya başladılar. Ancak bu esnada İngilizler de boş durmadılar. Amerika’nın sabetayistler meselesiyle kendi adamlarını açığa çıkartmak istediğini gördüklerinde bu defa aynı konuyu kendi adamlarıyla kendileri ele aldılar. Öyle ki bu konuda Amerikan yanlılarının çok çok önüne geçtiler. Onlar gibi konuyu örtülü ifadelerle değil açık ve net ifadelerle konuştular, yazdılar. Ergenekon kapsamında gözaltına alınıp sorgulanan Yalçın Küçük’e ve Soner Yalçın’a yani iki Yalçın’a (!) kitap yazdırdılar, televizyon programları yaptırdılar. Bununla sabetayistlerin hepsinin İngilizlerle birlikte olmadığını aynı zamanda Amerika ile çalışan sabetayistlerin de var olduğunu göstermek istediler. Konunun ciddiyetini kaybettirmek istediler. Amerika ile birlikte çalışan sabetayistleri deşifre ettiler. Ancak durum ne olursa olsun İngilizler açısından önemli bir dayanak etkisini kaybetmişti. 2- İngiltere’nin tersine Amerika Ak parti iktidarıyla birlikte Türkiye ve yakın çevre ülkeleri için “komşularımızla sıfır sorun politikasının” uygulanmasını planlamış ve uygulamaya koymuştur. Bunun ilk adımı olarak Kıbrıs meselesi ele alınmış ve öncelikle burada sürekli olarak sorunun kaynağında bulunan Rauf Denktaş’ın tasfiyesiyle işe başlanmıştır. Buna bağlı olarak Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan-Türkiye ilişkilerinde sorun oluşturan tüm meseleler adeta buharlaşmış gibi bir anda ortadan kalkmıştır. Suriye başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasındaki halkı Müslüman olan ülkelerle olan sorunlar ortadan kaldırılmış ve ikili ilişkiler geliştirilmiştir. 20 Ekim 1998’de Adana Protokolü’nün imzalanmasından sonra Türkiye-Suriye ilişkileri karşılıklı saygı ve iyi komşuluk ilkeleri temelinde hızlı bir gelişme sürecine girmiştir. Yıllardan bu yana bir taraftan Ermenilerin “Ermeni soykırımı” adını verdikleri ve uluslararası sahnede sürekli olarak temcit
31
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Türkiye Nereye Gidiyor? pilavı gibi ısıtılıp ısıtıyıkılmasının ardından lıp gündeme getirilen devletlerarası konumu Osmanlı Hilafet Devleti’nin Türkiye-Ermenistan işgal eden ve dünyayıkılmasının ardından devletlerarası sorunu geçtiğimiz aynın her tarafında kakonumu işgal eden ve dünyanın lar içerisinde yapılan namaya hazır yaralar her tarafında kanamaya hazır görüşmelerle çözülaçan İngiltere’nin bu yaralar açan İngiltere’nin bu müştür. İran’la ikili iyi politikasına karşı, yalpolitikasına karşı, yalnızca Ortadoğu ilişkilerin kurulması nızca Ortadoğu coğcoğrafyası için Amerika yeni bir noktasında gerekli her rafyası için Amerika politika belirlemiştir. Bu politikanın türlü adımlar atılmışyeni bir politika beliruygulanması işini ise ağırlıklı olarak tır. Ortadoğu bölgesi lemiştir. Bu politikaTürkiye’ye yüklemiştir. ile olan ilişkiler haknın uygulanması işikında Türk Dışişleni ise ağırlıklı olarak ri Bakanlığı İnternet sayfasında şu ifadelere Türkiye’ye yüklemiştir. Nitekim bu politiyer verilmektedir: “Türkiye, bölgedeki ihtikanın işaretlerinden olmak üzere Türk Dışişlaflara taraf olmama ilkesini benimsemiştir. leri Bakanlığı İnternet sayfasında şu ifadeleÖte yandan, bölgede barış ve istikrarın tesisi re yer verilmektedir: “Türkiye, 11 Eylül sonamacıyla mevcut imkânlar çerçevesinde her rası dönemde bölgesel güvenlik durumunun türlü katkıyı yapmaktadır.” büyük ölçüde bozulduğu ortamda bölgenin kaderinin bölge ülkeleri tarafından sahipAncak bölgenin istikrarını ilgilendiren kolenilmesini teşvik etmekte, bölgesel sorunnuların yalnızca İngiltere tarafından istismar ları birbirleriyle ilişkileri içinde kavrayan, edilmediği yeri geldiğinde Amerika tarafınhiçbir ülkeyi dışlamayan, kapsamlı ve uzun dan da istismar edildiği doğrudur. Örneğin soluklu bir barış dinamiği oluşturulması geErmeni soykırımı meselesi her yıl Amerikan rektiğine inanmaktadır. Medeniyetin beşiği temsilciler meclisinde ele alınır ve bu kart Ortadoğu’daki barış ve istikrarın stratejik kullanılarak Türkiye üzerinde baskılar kuönemi gelecekte daha da artacaktır. rulmak istenirdi. “Ermeni soykırımı” meselesi Fransa tarafından ise sürekli olarak kul3- Bu güne kadar İngilizler iktidar koltulanılmış ve kullanılmaya da devam etmekğuna oturttukları kişileri halktan birisi gibi tedir. Yine Amerika, 1998 yılında Abdullah görünen gerçekte ise kendilerinden olan aynı Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının ardınzamanda halkın duygu ve düşüncelerinden dan Kenya’da Türkiye’ye teslim edilmesine uzak ve kendi halkına düşman olan kişilerkadar geçen süre içerisinde PKK’yı sürekden seçmişlerdir. Amerika ise buna karşılık li olarak kullanmıştır. 1991 yılının temmuz bu halkın içerisinden, halkın duygu ve düayında kurulan ve Birinci Körfez Savaşı sıraşüncelerini taşıyan, halk ile devlet arasına sında Kuzey Irak’tan Türkiye’ye iltica etmek yüksek duvarlar örmeyen, halkın içerisinde isteyen Kürt mültecilere karşı koruma kalkanı gezip dolaşabilen, onların evlerine gidip sofoluşturmayı amaçlayan; Amerika, İngiliz ve ralarına oturan kimseleri liderlik koltuğuna Fransız birliklerinden oluşan Çekiç Güç diye oturtmayı tercih etti. Cumhuriyet tarihi bobilinen yapı PKK’ya her türlü lojistik desteyunca devleti halka, halkı da devlete düşği sağlamıştır. Ancak bütün bu gelişmelerin man gören bir anlayış yerine halk ile devletemelinde önemli olan husus şudur. Sürekli ti barıştıran, halkını düşman görmeyen ve olarak sorun oluşturan, her an için kanatılmahalkın da devletini düşman görmediği bir ya hazır bir yara gibi canlı tutulan bu ve benanlayışı yerleştirmeye çalıştı. Yani devletle zeri hususların alt yapısının kim tarafından ve sistemle halkı barıştırma planını benimsehazırlandığıdır. Osmanlı Hilafet Devleti’nin di. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
32
Türkiye Nereye Gidiyor? Bunu sağlamak için bu güne kadar ötekileştirilmiş olan bu toplumun ağırlıklı kesimi, yüksek öğretim görmüş kültürlü insan yetiştirme programları çerçevesinde günümüze gelindiğinde Türkiye, dünün ötekileri olarak kabul edilen, İslam kimliği ile demokratik kimliği içselleştirmiş bir kadro tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Şu anda gelinen noktada bürokrasinin hemen hemen her kademesinde İslami kesim içerisinde yetişen kişiler yer almaktadırlar. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül örneğinde olduğu gibi daha düne kadar demokrasiyi küfür sistemi olarak kabul eden, laikliğe karşı çıkan kişiler artık bugün demokrasiye inandıklarını açıkça ve defalarca söylemektedirler. Sistemin gerçek sahipleri olduklarını söyleyerek Allah ve Rasûlu nezdinde en büyük günahlardan birisini tüm insanların gözünün içine baka baka büyük bir gururla söylemektedirler! Yani Mustafa Kemal’in dediği “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, bu satıh bütün vatandır” sözünün uygulanmasına gerek kalmayan bir yapı, hızlı bir şekilde oluşturulmaya başlanmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca yalnızca kendi ajanlarına güvenen ve bu nedenle de halkı dışlayan İngiliz siyasetinin yerini, halka güvenen ancak bunun öncesinde ise halkın ve içerisinde bürokratların da yer aldığı tüm yönetici tabakanın zihnindeki mefhumları değiştirerek onlarda demokratik düşünceleri mefhum haline getirmeyi başaran Amerikancı anlayış yer almıştır. Yani sömürgeci devlet, sömürmek istediği ülkelerin başında yer alan İslam coğrafyasındaki halkı Müslüman olan ülkelerde kendi düşüncelerini yaymayı, bu düşünceleri halka kabul ettirmeyi, fâsit sistemini bu topraklarda yaşayan ve Müslüman olduklarını söyleyen insanlar aracılığıyla uygulatmayı ve korumayı hedeflemektedir.
lisyon hükümetlerine sıcak bakmamaktadır. Bu nedenledir ki Cumhuriyet tarihi boyunca Amerika’nın Türkiye’de en güçlü olduğu dönem Özal ve şu anda devam etmekte olan Erdoğan iktidarı dönemidir. İngilizler istemediği politikaların uygulanmasını engellemek için sürekli olarak koalisyon sonucunu doğuracak politikaları uygulamışlardır. İç ve dış siyasi yapı kendi arzu etmediği bir noktaya geldiğinde ise; gensoru, istifa, erken seçim ya da askeri darbeler gibi yollarla hükümeti işlevsiz hale getirip yeni bir hükümetin kurulması kararını almışlardır. Bu nedenledir ki 30 Ekim 1923 tarihindeki ilk Cumhuriyet hükümeti ile 5 Eylül 2007 tarihinde kurulan son Cumhuriyet hükümeti dâhil olmak üzere 84 yıllık süre içerisinde toplam 60 hükümet kurulmuştur. Bu hükümetlerin ortalama görev süresi 16 aydır. Bu hükümetler arasında 21 Haziran 1977-21 Temmuz 1977 tarihleri arasında ancak bir ay süreyle görevde kalan 2. Ecevit hükümeti gibi hükümetler de vardır. Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli hükümeti 14 Mart 2003 - 5 Eylül 2007 tarihleri arasında görev yapan birinci Erdoğan hükümeti olmuştur. Hiçbir zaman hükümetlerin görev süreleri anayasada belirtilen süre kadar olmamıştır. Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli ve en güçlü hükümeti sayılan Erdoğan hükümetinin dahi görev süresi anayasada belirtilen beş yıllık süreyi dolduramamıştır. Çünkü içeriden Erdoğan hükümetine sürekli olarak baskı yapan İngiliz taraftarları Cumhurbaşkanlığı seçiminin de etkisiyle hükümeti erken seçim kararı almaya mecbur hale getirmişlerdir. Nitekim Ekim 2009 ayı içerisinde mecliste yapılan yeni bir düzenlemeyle de Milletvekili seçimleri beş yıldan dört yıla indirilmiştir. AKP sonrası Türkiye-Amerika ilişkileri ve Amerika’nın Ortadoğu politikası dikkatlice incelendiğinde ise şunlar dikkati çekmektedir: a- Amerika hazırlamış olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanmasının alt yapısını oluşturmak için bu coğrafyayı belli bir
4- Cumhuriyet tarihi boyunca Demokrat Parti iktidarı hariç tutulduğunda özellikle 1960-2002 yılları arasında tıpkı “İsrail”de olduğu gibi koalisyon hükümetleri var olmuştur. Amerika ise Türkiye yönetiminde koa-
33
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Türkiye Nereye Gidiyor? zaman dilimi halinde tümüyle kendi kabzası altına almayı ardından da bu coğrafyada istikrarlı bir yapı kurmayı hedeflemektedir.
d- Bölgedeki istikrarın sağlanmasında öncülüğü Türkiye’ye vermiş ve şu andaki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle “Komşularla sıfır sorun politikası” uygulamaya konulmuştur. Bu politika çerçevesinde Irak ve Suriye başta olmak üzere Türk yetkililer Ortadoğu ülkeleriyle hızlı bir görüşme süreci başlatmışlardır.
b- Türkiye üzerinden İslam coğrafyasında yer alan tüm ülkelerdeki planlarının uygulanmasına katkı sağlamak amacıyla bölge halkları arasında kardeşlik düşüncesinin, dostluğun yerleştirilmesine çalışmaktadır. Çünkü İngilizler bunun tam tersini yapmışlardı.
e- İngilizlerin Yahudilere verdiği fırsatı Amerika şu andaki AK parti iktidarı çerçevesinde ülke halkına da tanımış, hatta ve hatta Türkiye’yi İslam coğrafyasının ekonomik açıdan da lideri olması konumuna getirmek istemiştir. Bu yapısıyla Türkiye “Tabi Ülke” konumundan çıkarak “Yörüngedeki Ülke” konumuna yükselmiştir.
c- Özellikle bölge üzerinde hazırlamış olduğu plan ve projelerinin uygulanabilmesinin önünde sürekli olarak ayak bağı olan “İsrail” ve Filistin meselesinin çözümüne hız kazandırmış ve Amerikan planı doğrultusunda çözülmesi için de bütün gücüyle konunun üzerine gidecektir. Çünkü bu mesele halledilmeden Amerika normlarına göre bölge istikrarının sağlanması kesinlikle mümkün değildir.
Devam Edecek…
ÇIKMAZ YOL
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
34
Mesut ŞAHİN
0
4.02.2010 tarihinde Kuzey Atlantik İttifakı’na bağlı 28 ülkenin savunma bakanları İstanbul’da gayri resmi olarak bir araya geldiler. Yapılan toplantıların ana gündem maddesini Afganistan ve NATO’nun yeni stratejik plan’ı oluşturdu. Afganistan bağlamında 2010 yılı için “sivil koordinasyon” ve “yetki devri” konularının önem kazanacağı ifade edilmektedir. NATO, “son Taliban militanı ölene kadar savaşmak yerine, Taliban’ı bölmek ya da izole etmek” üzerine politikalar yürütecek. NATO’nun uluslararası alandaki misyonlarının sayısı artıkça, misyon ve operasyonların finansmanı konusu da gündemdeki konular arasında. Yürütülen operasyonların İttifakın mali kaynaklarının büyük bölümünü aldığına işaret eden kaynaklar, bakanların “NATO’nun temel görevleri, operasyonları ve kaynakları arasında bir denge kurmaya çalıştıklarını, ekonomik krize rağmen bütçenin artırılması konusunun da gündeme geldiğini belirttiler.
verebilecek şekilde yeniden yapılandırılması anlamında kullanılan “karargâh reformu” da mali konularla bağlantılı şekilde görüşüldü. Kaynakların etkin kullanımı açısından bazı silahların ortak tedarik edilmesi, aynı başlık altında gündeme geldi. Farklı coğrafyalarda operasyonlar yürüten NATO’nun, bu operasyonların başarısı için üye olmayan ülkelerle ve çeşitli örgütlerle işbirliği içine girmesi gerektiğini belirten kaynaklara göre, örgütün başta Rusya olmak üzere birçok ülkeyle ilişkileri de bakanlar tarafından değerlendirildi. NATO’nun en son 1999 yılında kaleme alınan ve artık günümüz ihtiyaçlarına karşılık veremediği belirtilen Stratejik Planı’nın yeniden yazılması çalışmaları da savunma bakanlarınca ele alınan konular arasında. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Maddeline Albright’ın başkanlığında, emekli Büyükelçi Ümit Pamir’in de yer aldığı 12 kişilik “Akil Adamlar Grubu”nun yeni Planın yazımı için bugüne kadar yürüttükleri çalışmalar hak-
Kaynakların etkin kullanımı ihtiyacına ek olarak, NATO’nun yeni tehditlere de yanıt
35
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
NATO Toplantıları kında bilgi alan bakanlar, kendi ülkelerinin planda yer almasını istedikleri konuları da muhataplarıyla paylaştılar.
Bu ülkeler; ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda ve İtalya’dan müteşekkildi. Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılımına ilişkin Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü, 22 Ekim 1951’de Londra’da imzalandı. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nı 18 Şubat 1952’de onaylayarak NATO’ya üye oldu. NATO, İngilizLord Ismay’ın deyişi ile “Rusları dışarıda, ABD’yi içeride ve Almanya’yı alaşağı edilmiş halde” tutmak için kurulmuştur. 01-22 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO’nun Prag Zirvesinde, Soğuk Savaş sonrası ikinci genişleme kararı alındı ve Bulgaristan, Estonya, Letonya, Lituanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya İttifak ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edildi. Bu ülkelerle katılım müzakereleri sonucunda hazırlanan Katılım Protokolleri 26 Mart 2003’de Brüksel’de imzalandı. 2009’da Hırvatistan ve Arnavutluk’un katılımıyla ittifak bugün 28 ülkeden müteşekkildir.
Askeri ve politik bir örgüt olması nedeniyle NATO’nun uzun yıllar “kapalı kutu” olarak algılandığına işaret eden kaynaklar, üye ülkelerin vatandaşlarına NATO’nun vizyonunu ve amaçlarının daha iyi anlatılması ihtiyacının artığını, bu nedenle “kamu diplomasisi” çalışmalarına hız verilmesi gerekliliğinin İstanbul’da da teyit edildiğini belirttiler. (Ajanslar) Gayrı resmi NATO toplantısının hemen ardından Almanya’da Münih Güvenlik Konferansı icra edildi. NATO’nun geleceği, 1962 yılından bu yana güvenlik konferansının ana gündem maddeleri arasında yer alıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kesin görevi kalmayan Kuzey Atlantik İttifakı’nın kriz müdahalesi ve insani yardımlar gibi çeşitli alanlara yönelmesi ve ittifakın geleceği bir kez daha Münih Güvenlik Konferansı’nda masaya yatırıldı.
NATO’nun genişleme stratejilerine mutabık olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, hem Doğu Avrupa ülkeleri, hem de Sovyet coğrafyasında yeni ortaya çıkan ülkeler arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye yardımcı olmak üzere, bu eski Varşova Paktı üyesi devletlerle Batı ittifakı arasındaki buzların kırılmasına yardımcı olmak, aynı zamanda bölgesel istikrarın idamesine yardımcı olmak maksadıyla Barış İçin Ortaklık (BİO) çalışmaları başlatıldı.
Konferansta NATO’nun gelecekte Rusya, Çin ve Hindistan’la daha sıkı bir işbirliği içine girmesi üzerinde duruldu. NATO’nun küresel olarak yayılmış bir güvenlik organizasyonuna dönüşmesi gerektiğini belirten Genel Sekreter Anders Fogh Rasmussen, yeni stratejik planlarını açıkladı. Rasmussen, “NATO’nun küresel güvenlik ajansı haline getirilmesi, bir tercih değil, mecburiyettir. Küreselleşme hayatımızın değişmez bir parçası oldu. Büyük örgütlenmeler de bu değişikliğe ayak uydurmak zorunda. NATO’nun bu sınavı vermek zorunda olduğundan ve başaracağından hiç kuşkum yok” dedi. (Deutsche Welle 07.02.2010)
BİO’ya 1994’te Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan, İsveç ve Finlandiya üye oldu. 1995’te bu ülkelere Belârus (Beyaz Rusya), Makedonya, Avusturya, Malta (1996’da çıktı) katıldı. İsviçre 1996’da, İrlanda 1999’da, Tacikistan 2002’de, Bosna-Hersek, Karadağ ve Sırbistan 2006’da, Malta yeniden 2008’de BİO üyesi oldular. Zaman içerisinde bazı BİO ülkelerinin NATO üyeliği sonucu BİO üyelikleri düştü.
İslam Hilafet Devleti’nin tarih sahnesinden çekilişi ve Kapitalizm ideolojisi ile Komünizm ideolojisinin savaşı sebebiyle iki büyük kutba ayrılan dünyada, birinin diğerinden parça koparma mücadelesinden kaynaklanan güvenlik endişelerine dayalı olarak kurulan iki askeri ittifaktan biri olan NATO, diğer adıyla Washington Antlaşması 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalandı. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
NATO’nun savunma kimliği 1991 tarihinde Roma’da yapılan toplantılarda değişim gösterdi. Buna göre ileri savunma ve esnek
36
NATO Toplantıları karşılık stratejilerinin yeÖzbekistan kastediliyor. rini “kapsamlı güvenlik Askeri doktrinde bu ülRusya’nın NATO’ya karşı bu kavramı stratejileri” aldı. kelerden birine yapılan hamleleri, bununla beraber Bu stratejiye göre; NATO saldırının diğer üyeleİran’dan gelen haberler ve dahi güçlerinde kapsamlı inre de yapılmış sayılacaKuzey Kore’nin çıkışları, Avrupa’nın dirim, hareket yeteneği ğı ve karşılık verileceği daha hala kendi güvenliğini daha fazla, acil müdabelirtildi. Doktrin Devsağlayabilme dinamizminden hale gücüne sahip çok let Başkanı Medvedev’e yoksun oluşu, misyon duygusunu uluslu çevik tepki gücü Rusya’nın ve vatandaşkaybetmek üzere olan NATO için oluşumu ve nükleer silarının çıkarlarını koruhala umut vaat etmektedir. lahlarda indirim karamak amacıyla ülke dışıra bağlandı. NATO’nun na asker göndermesine yeni stratejisi, krizlerin çözümünde önce dipde olanak sağlıyor. (Milliyet 07.02.2009) lomatik yolların kullanılmasını, çözüm buluNATO’nun genişleme stratejileri çerçenamaması halinde askeri müdahaleyi ve son vesinde yürütülen faaliyetlere karşılık olaseçenek olarak da nükleer silahların kullanırak Rusya’nın yeni askeri Doktrini’ni açıklabilmesini öngörüyordu. Kapsamlı Güvenlaması, Rusya cenahından Amerika’ya göslik Kavramı’nın bir diğer stratejisi ise herhanterilen direncin kırılmayacağına yönelik net gi bir kriz’in çıkmadan önlenmesini amaçlabir izahat niteliğini taşıyor. Amerika NATO yan “Kriz Yönetimi” olarak saptandı. NATO için yeni misyonlar icat ederek özelde Avrubu tarihten sonra Sovyet sonrası döneme bir pa ve başarabilirse genelde de bütün dünya hazırlık olarak siyasi ve askeri bir karaktere için bir güvenlik şemsiyesi rolünü sürdürdönüşmüş oldu. mek istiyor. Fakat gerek ittifak içerisindeİstanbul’daki NATO zirvesi ve Almanki ülkelerden ve gerekse de ittifak dışı ülya’daki Münih Güvenlik Konferansı’nın yakelerden, Amerika’nın bu hedefine karşılık pıldığı sırada Rusya’dan gelen açıklamaçekinceler gelmektedir. Örneğin Almanya, lar ittifak üyelerini şoka soktu. Zira Rusya NATO’nun küreselleşme stratejilerine ihtiNATO’nun yayılmasını en büyük tehdit olayatla yaklaşmaktadır. Almanya’nın bu yaklarak değerlendiren ve Moskova’ya, saldırıya şımı; NATO’nun küreselleşmesiyle, Avrupa uğramasa bile nükleer silah kullanma izni üzerindeki dinamizmini kaybedeceği endiveren yeni askeri doktrinini onayladı. şesinden ileri geliyor olabilir. Hakeza Fransa 2020 yılına kadar geçerli olacak doktrinve Rusya NATO’nun küreselleşme stratejilede Rusya’nın karşı karşıya bulunduğu en bürine karşıdır. Hatta Rusya bu durumu ulusal yük tehlikenin NATO’nun yeni üyeler alagüvenliği açısından birinci dereceden tehdit rak askeri altyapısıyla Rus sınırlarına yakolarak algılamaktadır. laşması olduğu, ayrıca ABD’nin Avrupa ülRusya’nın NATO’ya karşı bu hamleleri, kelerine “füze kalkanı” kurma planlarının da bununla beraber İran’dan gelen haberler ve Moskova’nın ulusal çıkarlarına ters düştüğü dahi Kuzey Kore’nin çıkışları, Avrupa’nın belirtildi. Belgeyi hazırlayan stratejistler, Avdaha hala kendi güvenliğini sağlayabilme dirupa kıtasına Amerikan “füze kalkanı” kunamizminden yoksun oluşu, misyon duygurulmasının küresel istikrarı tehdit ettiği görüşüne yer verdi. Doktrinde Moskova’nın ya da sunu kaybetmek üzere olan NATO için hala müttefiklerinin saldırıya hedef olması ya da umut vaat etmektedir. Fakat NATO’nun geRus devletinin varlığının tehdit altında kalmaniş ve kapsamlı bir ittifak olarak devam edip sı durumunda nükleer silahların kullanabileetmeyeceği, halihazırda sürdürdüğü askeri ceğini karara bağlandı. “Müttefikler” ifadeoperasyonların ittifak üyeleri nezdindeki basiyle Ortak Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün şarısına bağlanmıştır. Rusya dışındaki üyeleri olan Belarus, Kazakistan, Ermenistan, Tacikistan, Kırgızistan ve
37
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Hüseyin SİVREN
T
ürkiye’de gündem öyle hızlı değişiyor ki, takip etmek hüner haline geldi. Toplumsal birçok sıkıntı varken, ekonomik, kültürel, ahlaki vs. yozlaşma hızla yayılırken siyasi gelişmeler bu vakaları gözlerden uzaklaştırmaktadır. Artık Türkiye, sabah bir konuyu, öğlen bir başka konuyu, akşam ise farklı bir konuyu tartışır, konuşur hale geldi. Ertesi sabah tekrar uyandığımızda ise dünkü konular unutulmuş, yeni bambaşka bir konu gündemde baş sıraya oturmuş olarak karşımızda durmaktadır. İşte bu hengâmenin içerisinde siyaset ile yargı arasındaki çetin bir çatışmanın ilk habercisi mesabesindeki Erzincan Başsavcısı’nın tutuklanması ve akabinde gelişen olaylara ışık tutmaya gayret edeceğiz.
Cumhuriyet savcıları Osman Şanal, Rasim Karakullukçu, Mehmet Yazıcı’nın yetkilerini kaldırmış ve bu 4 savcı, Erzurum Cumhuriyet Başsavcısı Sinan Kuş ile diğer ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Ayrıca, HSYK kararına göre, Erzurum savcılarından Taner Aksakal özel yetkili Erzurum Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine getirilirken, aynı ilde görevli savcılar Mehmet Ali Kurt ile Ender Karadeniz ise özel yetkili özel savcı oldular. Başsavcının tutuklanmasının akabinde HSYK’nın tüm tepkileri üzerine çekeceğini bilmesine rağmen süratle böyle bir karar alması, olayın ne derece önemli olduğunu göstermektedir. İşte bu gelişmelerle birlikte başta siyasiler, yargı mensupları, kanaat önderleri ve birçok kurumdan sesler yükselmeye başladı. Bu şekilde bu vakaya müdahil oldular. Karşılıklı suçlamalar ve restleşmeler dozunu artırarak şiddetlendi ve tüm toplumun dikkatleri bir anda gelişen bu olaylara yöneldi. Bu olaya farklı birçok kurum ve kuruluşun müdahil olması, herkesin meseleyi farklı mecralara çekme gayretleri olayın vahametinin anla-
Olayın vahametini şöyle özetleyebiliriz: 16 Şubatta Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in gözaltına alınması, ertesi gün tutuklanması, ardından Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) aynı gün olağanüstü toplanarak, Başsavcı hakkında soruşturma açıp tutuklanmasını sağlayan Erzurum özel yetkili Başsavcıvekili Tarık Gür, Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
38
Yargıda Derin Çatlak şılması açısından dikkate şayandır. Buradan saldırıyı PKK’nın düzenlediğini belirterek, anlaşılmaktadır ki, bu olayın başlaması, geiddiaları kabul etmedi ve Savcı Osman Şanal lişmesi ve çok ses getirmesi sadece hukuki ile tartıştı. Kıdemli Albay Recep Gençoğlu’na bir sürecin işlemesi olarak algılanmamalı. Bu yöneltilen diğer suçlama ise, Erzincan Gönye olay her defasında çok defa dile getirilen, fagölünde ortaya çıkan 14 el bombası ve mükat Başbakan, Cumhurbaşkanı ve bazı siyahimmatın buraya atılması emrini verdiğine siler tarafından sürekli yalanlanan kurumlar yönelik iddialarla ilgili oldu. Gençoğlu’na arası çatışmanın bir göstergesidir. Her ne kaDursun Çiçek’in hazırlandığı öne sürülen, ‘İrdar kurumlar arası çatışma yoktur söylemleri tica ile Mücadele Eylem Planı’nı Erzincan’da ısrarla vurgulansa da, bu gelişen olaylar kuuygulamaya koyduğu ve Ergenekon örgürumlar arası çatışmanın ne tü üyesi olduğuna yökadar şiddetli olduğunun nelik iddialarla ilgili de İlhan Cihaner, Erzincan’da net bir göstergesidir. soru yöneltildi. Albay Reİsmailağa cemaatiyle ilgili cep Gençoğlu’nun avukaErzincan Cumhuriyet soruşturmanın nasıl başlatı Erol Halka, “Soruşturma Başsavcısı’nın tutuklanmadığını HSYK’ya verdiği sagizli olduğu için böyle bir idsından sonra ortaya çıkan vunmada şu sözlerle anlattı: dianın olup olmadığını bilbilgileri incelediğimizde, miyorum. Böyle bir iddia var “Erzincan’da göreve başlamam“İrtica ile Mücadele ve Eyise bu iddiaları ispata davet la birlikte her ay valilikte düzenlem Planı”nın Erzincan’da ediyoruz. İddiada bulunanuygulamaya konulduğulenen emniyet toplantılarına kalar bunun ispatını yapmak nu, fakat bu girişimin tıldım. Bu toplantılarda güvendurumundalar. Böyle bir bu tutuklamalar yoluyla lik birimleri Erzincan’da bazı şey vicdana sığar mı?” diye engellendiğini anlıyoruz. dini grupların taban genişletme açıklamada bulundu. Tutuklanan Başsavcı ile faaliyetinde bulunduklarını tesİlhan Cihaner, 2007 yıEskişehir Alay Komutapit ettiklerini söylediler.” lının Temmuz ayından nı Kıdemli Albay Recep beri Erzincan Cumhuriyet Gençoğlu’nun “İrtica ile Başsavcısı olarak görev Mücadele ve Eylem Planı”nın uygulanmayapıyor. İlhan Cihaner göreve başladığı yıl sında birlikte hareket ettikleri de yine basına İsmailağa cemaati ile Fethullah Gülen haksızdırılan haberler arasında. Bu sayede hem kında soruşturma başlattı. TSK, hem de Yargı irtica ile mücadelede toplumun karşısına suçlular sandalyesinde…
Tutuklanmadan 3 ay önce Başsavcı Cihaner’in HSYK’ya gönderdiği savunma metninde şu ifadeler konunun aydınlanması açısından dikkat çekicidir. İlhan Cihaner, Erzincan’da İsmailağa cemaatiyle ilgili soruşturmanın nasıl başladığını HSYK’ya verdiği savunmada şu sözlerle anlattı: “Erzincan’da göreve başlamamla birlikte her ay valilikte düzenlenen emniyet toplantılarına katıldım. Bu toplantılarda güvenlik birimleri Erzincan’da bazı dini grupların taban genişletme faaliyetinde bulunduklarını tespit ettiklerini söylediler. Söz konusu gruplardan İsmailağa cemaati mensuplarının il genelinde faaliyetlerini arttırdığı tespit edildi. Ben de kolluk güçlerine bu grubun faaliyetleri
Albay Recep Gençoğlu’nun Erzincan’da görev yaptığı dönemde, Başsavcı’nın İsmailağa Cemaati’ne karşı yürüttüğü davayı yöneten komutan olduğu iddia edildi. Cihaner’in avukatı Hamit Sekman, müvekkilinin ‘’Ergenekon terör örgütü üyesi olmak’’, ‘’görevi kötüye kullanmak’’, ‘’tehdit ve iftira’’ suçlamalarıyla gözaltına alındığını açıkladı. Savcılık makamı, Albay Gençoğlu’na yöneltilen suçlamayı, saldırıyla Ergenekon örgütünün hedefleri doğrultusunda ülkede kaos yaratmanın amaçlandığı iddiasına dayandırdı. Kıdemli Albay Recep Gençoğlu,
39
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Yargıda Derin Çatlak konusunda ayrıntılı bir inceleme yapılması talimatını verdim. Başsavcı Cihaner, iletişim tespit tutanakları çerçevesinde Fethullah Gülen, Süleymancılar ve Nenzil grubunun da soruşturmaya dahil edildiğini, aramaların yapılacağı sırada Erzurum yetkili savcılığının dosyayı kendisinden istediğini, bazı Adalet Bakanlığı müfettişlerinin de dosyayı Erzurum’a göndermesi yönünde telkinde bulunduklarını söyledi. Soruşturmanın benden alınmasına anlam veremediğim için Erzurum Başsavcı’sını aradım. Bana “Böyle bir soruşturma yapılıyor, benim niye haberim yok diye çıkıştı. Ben de böyle bir yükümlülüğüm olmadığını belirttim. Soruşturmayı sürdürmem halinde gizliliğin ortadan kalkacağı, bu tartışmanın duyulmasıyla yargının yıpranacağı ve en önemlisi de delilerin karartılacağı endişesiyle dosyayı göndermeye karar verdim. Cihaner, Erzincan jandarmasının kendisini cemaat soruşturması nedeniyle iftira ve komplo ile karşı karşıya kalabileceği konusunda uyardığını da anlattı. Cihaner, dosya Erzurum’a gittikten sonra cemaat üyelerinin deliller toplanmadan salıverildiğini öne sürdü. İsmailağa cemaati soruşturmasında tutuklanan kişiler haklarında anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendiği halde birkaç ay sonra salıverildiler deliller toplanmadı, soruşturma çok sınırlı tutuldu. ”
zışmaları 24 Ocakta yayınladı. Tarafını belli edenler, bu bilgileri kamuoyuna açıklarken, diğer tarafın açıklamaları hatta tehditleri bu iddialar karşısında sönük kaldı, toplumu ikna edemedi. Bu bilgilerden sonra Balyoz Darbe Planı’nın TSK tarafından kesin bir dille yalanlanmaması, yalanlanması durumunda ise Kozmik odadan elde edilen belgelerin kamuoyu ile paylaşılacağı anlaşılmaktadır. Balyoz Darbe planı 2010 yılında deşifre edilmiş olmasına rağmen, planının uygulamaya 2007 yılında Erzincan’da uygulamaya konulduğu, yine uygulamanın önüne geçmek için bir takım hamlelerin yine aynı süreçte icra edildiğini görüyoruz. Balyoz Darbe Planı’nın hazırlandığı dönemde müsteşar, şuan ise Çalışma Bakanı olan Ömer Dinçer, TSK’ya karşı planlı bir icraatın takip edildiğini darbe planı açıklandıktan sonra “darbe hazırlıklarının tamamından zamanında haberdar oldukları” sözleri ile teyit etmiş oldu. Karşılıklı bir mücadelenin söz konusu olduğu fazla izahat gerektirmeyen bir husustur. Kısaca şöyle özetleye biliriz. Amerikan-İngiliz çatışması her yönü ile ayyuka çıkmıştır. Önemli olan bu gelişmelerin doğru bir şekilde analiz edilebilmesidir. Yoksa bu vahim olaylarının sadece Türkiye içerisinde iktidar mücadelesi olduğunu söylemek, bu fikri savunmak çok yavan kalır, içeriği doldurulamaz.
Başsavcının tutuklanmasından önce gelişen tek önemli olay bu değil. Zikredeceğimiz şu olaylarda bu tutuklamanın nedenlerinin izahı için önemlidir. Şöyle ki; Kozmik odadaki aramalar 25 Aralıkta başlamış ve neticeleri ile alakalı bir bilgi kamuoyu ile paylaşılmadan konu gündemden düşmüştü. Daha sonra Taraf Gazetesinin 20 Ocak’ta manşetten verdiği Balyoz Darbe Planı bir kez daha TSK aleyhine gündemi allak bullak etti. Balyoz Darbe Planının kimler tarafından sızdırıldığı ve Kozmik odalardaki aramaların neticeleri ile alakalı soru işaretleri cevaplanmayı beklerken, Taraf Gazetesi yeni bir bomba daha patlattı. TSK tarafından hazırlanan Balyoz Darbe Planı’na ilişkin seminerler ile ilgili yazılı ve sesli kayıtlarının Kozmik Oda’da saklanmasına ilişkin TSK içerisindeki yaMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
İşte AKP eli ile Erzincan’daki Başsavcının, Eskişehir Alay komutanın ve diğer zanlıların tutuklanmaları bu planlı icraatın adımlarından bir tanesidir. 2007 yılında uygulamaya konulan eylem planının bu günlerde önüne set çekilmesi ise sadece karşılıklı taşların oynandığı oyunda hamle sırasının AKP’de olmasından öte bir şey değildir. AKP artık piyonların yerine vezire, şaha oynamaya başlamıştır. AKP askere karşı askerle, yargı mensuplarına karşı kendi yargı mensupları ile STK’lara karşı yine kendisine intisaplı STK’lar ile yine muhalif medyaya karşı kendi medyası ile mücadele etmektedir. Daha önceki birçok olayda olduğu gibi bu olayda da yargı, med-
40
Yargıda Derin Çatlak ya, STK’lar, siyasiler ikiye bölündü. Burada vurgulamak istediğimiz mesele, toplumdaki atmosferin değiştirilmesinde ve toplumun belli bir yöne kanalize edilmesinde söz sahibi olan bu unsurlarda AKP büyük oranda yapılanmasını tamamlamış görünmektedir. İlk iktidar olduğu günden bugüne kadar attığı adımları analiz ettiğimizde, bu son adımlarının daha cesurca olduğu anlıyoruz. Bunun nedeni de değindiğimiz üzere gerekli yapılanmasını büyük ölçüde başarmış olmasındandır. Eski Ulusalcı, Kemalist yapılanmanın yerini Amerikan menşeli liberal laiklik yapılanması almaktadır. Fakat istediği düzeyde yapılanmayı tamamlayamamıştır ki, çatışmaların nedeni de budur. AKP’nin AB uyum yasaları kılıfı altında TSK, Yargı ve Anayasa’da yapmaya çalıştığı değişiklik ve düzenlemelerin tamamı kendi sistemini oluşturmak adına bir siyaset izlediğinin kanıtlarıdır.
rinin Afganistan’da mücadele ettiği “İslami terör” meselesi kalacaktır. Hâl böyle olunca İslam Hilafet Devleti için çalışanların konumunda, yeni oluşturulmaya çalışılan liberal laik devlet nazarında bir değişim olmayacaktır. Kemalist ulusalcıların “irtica” adı altında İslam’la mücadelesini AKP terör adı altında devam ettirecektir ki, bunun habercisi mesabesindeki Temmuz ayında hem dergi mensuplarımıza hem de diğer Müslümanlara yapılan muameleden anlayabiliyoruz. AKP’nin İrtica ile Mücadele ve Eylem planını ulusalcılardan alıp, kendi bir takım yeni düzenlemeler yaptıktan sonra samimi Müslümanlar üzerinde uygulamaya koyduğunu daha önceki sayılarımızda dile getirmiştik. Oysa aynı planı ulusalcıların kendilerine intisaplı gruplara uyguladığında kopardıkları yaygara ile ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur. Şöyle desek daha doğru olur! AKP Müslümanlara yönelik hain bir planı kendi uygulamaya koyduğunda adına terörle mücadele, kendilerine uygulandığında ise İrtica ile mücadele demekle ikiyüzlülüğünü göstermiş oluyor. Sonuçta sindirilmeye çalışılan, baskılara maruz bırakılan, zulmedilen Müslümanlardır. Bunun AKP eli ile veya ulusalcılar ile yapılıyor olması neyi değiştirir?
AKP’nin son icraatlarından bir tanesi de Milli Güvenlik Siyaset Belgesinden “irtica”nın çıkartılması, terör kavramının ise kalmasını öngören bir çalışmanın yapılmasıdır. Demokratik açılım süreci ile birlikte PKK terörünün silah bıraktırılması kuvvetle muhtemeldir. PKK terörü bittiğinde ise geriye sadece Amerika’dan ithal ve Türk aske-
41
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Murat ALBASAN
S
on zamanlarda dur durak bilmeyen açılımlardan bir tanesi de TBMM’nin 12 milyon adet tarihi belgeyi kamuoyunun kullanımına açmış olmasıdır. TBMM Başkanlığı, Osmanlı döneminde 1876 yılında kurulan Meclis-i Ayan ve 1877 yılında kurulan Meclis-i Mebusan kararları ile Milli Birlik Komitesi, Cumhuriyet Senatosu, Temsilciler Meclisi, Milli Güvenlik Konseyi ve TBMM’nin kurulduğu tarihte verilen kritik kararların da aralarında yer aldığı, orijinal 12 milyon resmi belgeyi kamuoyu ile paylaşma kararı verdi.
rakları ile üyelerin özlük dosyaları, evrak kayıtları gibi belgeler de yer alıyor. Bunca belgenin açıklanmasına rağmen ifşa edilecek belgeler arasında İstiklal Mahkemeleri’ne ait 962 dosyanın olup olmayacağı konusunda son sözü Meclis Başkanı Şahin söyledi ve bu belgelerin şimdilik açıklanmasını onaylamadı. Meclis Başkanı Şahin, Cumhuriyet’in ilanından önce 29 Nisan 1920 tarihinde kurulan ve 1927 yılına kadar görev yapan İstiklal Mahkemeleri’ne ait 962 dosyadaki belgelerin açıklanmasına şimdilik vize vermedi. Meclis Yönetmeliği’ne göre, İstiklal Mahkemeleri’ne ait dosyalarda her türlü inceleme Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın oluru ile yapılabilir.’ Bu konuda son kararı verme yetkisine sahip olan ve şimdilik ‘hayır’ diyen Meclis Başkanı Şahin, ilerleyen zamanlarda ‘olur’ verirse, İstiklal Mahkemeleri’nin çok tartışmalı kararlarına dayanak teşkil eden 962 dosya kamuoyunun bilgisine sunulacak.
TBMM arşivlerinde saklanan ve iki yıl önce kurum içi incelemeye açılan 12 milyon orijinal belge, Meclis tarafından yürütülen ‘Otomasyon Projesi’ çerçevesinde açıklanacak. Yine TBMM’nin kurulduğu 23 Nisan 1920 tarihinden bugüne kadar geçen süreçte verilen kritik kararlara ilişkin orjinal belgeler ile komisyon raporları, görüşme tutanakları da incelemeye açılacak. Kamuoyu ile paylaşılacak dosyalar arasında, Meclis Başkanlık Divanı karar ve tutanakları gibi yasama evMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Bu girişimlerin şeffaflık adına yapıldığı-
42
Cumhuriyet’in Karanlık Dönemi 12 Milyon Belge... nı var sayarsak hükümeti ve yahut Türkiye Cumhuriyetini ne kadar şeffaflandıra bilirsiniz sizce? Öyle bir aydınlığı kapatıp böyle bir karanlığa, karanlık bir çağa girdik ki değil 12 milyon belge bir o kadar belge daha açıklansa dahi hiçbir şey şeffaflık kazanmaz. Bunca belgenin açıklanması neyi değiştirebilir? Belgelerin hepsine kolaylıkla ulaştık diyelim. Bunların tarihi açlığımızı gidermek için okunmaması gerektiği kanaatindeyim. Mevcut AK parti hükümeti askeriyenin yıpratılması ve en nihayetinde yargıya da el attığı bir dönemde açılımlarına bu belgelerle bir yenisini eklemesi sizce de manidar değil mi? Geçtiğimiz aylarda askeriyenin kozmik odasına girilmesi vakıası hepimizin de zihninde hala canlılığını koruyordur. Hükümetin yıllar sonra tüm tabuları aşıp askeriyenin mahremine girmesi özellikle belli başlı medya grupları tarafından nasıl kutlandığını hatırlıyoruzdur. Oraya girmenin ne kadar zor olduğunu ve ne tür belgelerin içinde bulunduğunu... Yani askerin kozmik odasına girmek bu kadar zor olurken hükümet burada adeta bakın biz kendi kozmik odamızı kendimiz açıklıyoruz dercesine İstiklal mahkemelerine ait belgeler hariç tüm belgeleri açıklıyor. Eminim milyonlarca belge açıklanırken, açıklanabiliyorken neden bir çanta dolusu belge açıklanamıyor diye sizde merak etmişsinizdir.
olunca ister istemez İslami hassasiyetleri olan belli başlı mevzular hedefte çözülmeye hazır bekletilecektir. Nüfuz edilecek kurum ve kuruluşlar cumhuriyetçi laik Kemalist hegemonyanın elinden alınıp yerine cumhuriyetçi liberalist hegemonyanın eline bırakılmak istenmektedir. Bu da son dönemlerde 2002 den bu yana asker-sivil çatışmasını, yargıda reform, anayasa değişikliği gibi hususlarda daha net bir hal almıştır. Açıklanacak belgelere ve özellikle açıklanmayacak olan belgelere dikkatlice baktığınızda cumhuriyetin kuruluşunun da ki karanlık, zorba, acımasızca, gayri insani ve hukuk dışı uygulamalarının olduğu delillendirecek belgelerin açıklanmaması dikkat çekicidir. Zira İslami hareketlerinin başladığı ve bunların en zorba ve hunharca bastırıldığı döneme ilişkin belgeler bu alana denk gelmektedir. İster laik Kemalistler, ister sekülarist liberalistler olsun, hepside bir şey hakkında hem fikirler. Bunlar Cumhuriyetin bekası ve İslam’ın eskide olduğu gibi hiç bir zaman bir daha hayata hâkim olmamasıdır. Şayet bunu bir gerçek olarak kabul edersek o vakit neden milyonlarca belgenin içinde bir kaç yüz tane istiklal mahkemesine ait belgelerin bulunmadığını anlamak daha da kolaylaşır. AKP’nin meselesi asla cumhuriyeti yıkmak değildir. Onlar şu an itibariyle TSK’yı ve yargıyı kontrolleri altına almak istiyorlar. Yani gemi aynı gemi olacak ve aynı rotada seyredecek fakat sadece kaptan değişecek. Bu yüzden de direnen kurumları yıpratmak, halk nezdinde bunlara karşı kamuoyu oluşturmak ve Amerikan’ın istihbarı, iktisadi ve siyasi desteği ile nihai olarak bu değişiklikleri yapmak istiyorlar.
Şu an AK parti hükümetiyle girilen yeni asır Türkiye’sin de şeffaflık, özgürlük, hukuk, kanun, muasır medeniyetler seviyesi, insan hakları adına yapılan tüm çalışmaların iyi değerlendirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Hükümetin adı geçen girişimleri ve açılımları neden yaptığının bilinmesi lazımdır. Geriye sadece her basiret sahibi Müslüman’ın görebileceği gibi mezkûr açılımların Amerikan’ın Türkiye’ye nüfuz edebilmesi için yapıldığıdır. Evet, mutlaka her halükarda Müslümanlar başörtüsü, imam hatip liseleri gibi belli başlı meselelerde tatmin edilecektir. Zira kemikleşmiş laik Kemalist zihniyetin karşısında taban olabilecek yegâne yardımcı kitle hiç şüphesiz Müslümanlardır. Söz konusu Müslümanlar
Mesele, Ümmetin nasıl oyuna getirildiğini, kandırıldığını, cumhuriyetin kuruluşunun arka planlarını ifşa etmek ve Müslümanların buna karşı kıyamda bulunmaları nasıl kanlı bir şekilde bastırıldığını ortaya koymak olmadığı için bu olaylara ışık tutacak bilgilerin, belgelerin açıklanmaması da gayet doğal. Zira mesele halkı bilgilendirmek değil mesele halkı belirli düşüncelerle manipüle etmektir.
43
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Cumhuriyet’in Karanlık Dönemi 12 Milyon Belge... İşte içinde yaşadığımız bu dezenformasyon çağında bu belgelerin açıklanmasını da bu şekilde okuyabiliriz. Birileri belki de “açıklansın, açıklansın da görsün millet bunların yıllardır yaptığını...” diyecektir. Pekâlâ, bizler bilmiyor muyuz? bu gerçekleri, takriben 90 yıldır kimlerin ne yaptığını ve kimlerin ne yapmadığını! Şeyh Said’leri, İskilipli Atıf Hocaları ve Saidi Nursi’leri… Belki de ismini bilmediğimiz ama nihai olarak aslında hangi şartlar altında bu cumhuriyetin kurulduğunu... Üç Ali’leri... Ve onları işbaşına getirenleri... Nihai olarak şu bir gerçektir ki cumhuriyet tarihinde şeffaflık gibi bir şey hiç bir zaman olmamıştır ve mümkünde olmayacaktır. Böylesine koyu, zifiri karanlığa ışık değil güneş tutsanız yine de fayda etmez. Konunun başlığında da okuduğunuz gibi bu memlekette hala bu zihniyet devam etmektedir ve gidişat değişmediği müddetçe de devam edecektir. İster laik Kemalist olsun isterse Amerikancı liberalistler olsun her tayfa kendi doğrularını yerleştirmek ve korumak uğrunda her zaman karanlığının devamını sürdüreceklerdir. İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanmasında “sanığın idamına, şahitlerin bilahere dinlenmesine” şekliyle geçen cümle/zihniyet bugünde hala mevcuttur fakat sadece ifade ediliş şekli değişmiştir. Bu yüzden bu karanlık çağın aydınlanmasını ne Amerikancı AK parti ne de İttihat ve Terakki kökenli laik Kemalistler istememektedirler. Böyle bir şeyi istemiş olmaları iki taraf içinde oturdukları dalı kesmek anlamına gelir ki bu intihardır. Mevcut AK parti hükümetin böyle bir girişimle yapmak istemiş olduğu sadece kendi Amerikancı hegemonyalarını Türkiye de tesis etmek için karşı güçleri yıpratmak olduğunu söyleyebiliriz. Hele bir de “Yargıda Reform” adı altında nidaların yükseltildiğini de hesaba katarsak o zaman resim daha da bir netlik kazanmış olacaktır.
durup zalimce uyguladıkları yargının gündem edilmesi, belli başlı uygulamalarının ifşa edilmesi onların zaten fazla kalmayan itibarlarını zedelemek içindir. Yani bir yerde Anayasa değişikliği noktasında sadece düğmeye değil kırmızı düğmeye basıldığını da söyleyebiliriz. AK parti son bir kaç ayda kozlarını çok dakik ve yerinde kullanıyor. Amerika’nın da arkasında durmasıyla AK partinin karşısındaki diğer derin laik Kemalist gücün ciddi güç kaybına uğradığı gözlerden kaçmamaktadır. Amerikan’ın bu topraklara yarım asırdan fazladır girmeye ve nüfuz etmeye çalıştığı ve kemikleşmiş laik zihniyet tarafından sürekli püskürtüldüğü artık gizlenmeyen bir gerçektir. Amerikan’ın bu husustaki deyim yerindeyse kuyruk acısı yıllar sonra istihbari, siyasi ve iktisadi çalışmaları sonucunda AK Parti hükümetiyle semerelerini vermiştir. Bunca yıldır acı çeken Amerikan’ın intikamı bu son şekliyle neredeyse alınmış gibi görünüyor. Tabi henüz tatmin olmadı. Mesele üçüncü ve son raunda kaldı. Amerika’nın AK parti üzerinden elde etmiş olduğu kazanımları Müslümanlar olarak kendimize mal etmemiz fahiş bir hata olur. Burada Müslümanlar kendi stratejilerini belirlemeli ama örnek Allah’ın Rasulü Aleyhis’Selam olmalıdır. Bizlerde son 90 senenin hesabını sormak gibi bir ihtiyaç hissetmemiz lazım. Eğer bunu AK partinin yaptığını düşünüyorsak büyük bir yanılgının içinde olduğumuzu da bilelim. Cumhuriyetin, Laikliğin, Demokrasinin vakıası anlaşıldığında ve İskilipli Atıf Hoca’lar, Şeyh Said’ler gibi bizlerde hayatı sevdiğimiz kadar ölümü sevmeye başladığımız an ve üzerine çıkılacak olan sehpaların cennet basamakları olduğunu kavradığımızda işte o zaman gerçek ve köklü değişimler başlar. Açılımlarla yama yapmak, ıslah-reform gibi kısır işlerin hedef olmaması lazım. Müslümanlar yamalı düzenlerden ve düzeltmelerden vazgeçmeli. Her zaman esaslıca düşünüp esaslı ve köklü bir değişim istenmelidir. Karanlıklardan aydınlığa kavuşmak temennisiyle...
Daha önce de söylemiş olduğum gibi ordunun yıpratılmasından sonra sıranın şimdi de yargıda olduğunu görebiliyoruz. Bu noktada laik Kemalistlerin yıllardır ellerinde bulunMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
44
Cuma CANPOLAT
İ
“Yıllardır Türkiye ve Amerikan askerleri müttefik olarak yan yana çarpışmıştır ve birlikte çalışmışlardır. Bu seferde Afganistan’ da aynı durum söz konusu…” diyerek, Türkiye’den kendilerine daha fazla destek olunmasını istedi.
stabul NATO toplantısı, NATO Genel Sekreteri Aanderes Fogh Rasmussen Başkanlığında ve Türkiye Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün ev sahipliğin de yapıldı. Ve bu toplantının en önemli konusu, “Afganistan’daki işgalci Amerikan kuvvetlerine karşı direnen Afgan Mücahitlerinin meşru direnişlerini nasıl bertaraf edilebiliriz?” oldu. Toplantının açılış konuşmasını yapan NATO Genel Sekreteri Anderes Fogh Rasmussan “NATO askerlerinin faaliyet gösterdikleri alanlarda ihtiyaç duydukları desteği almalarını sağlayacak olan önlem paketi üzerinde anlaşıldığını” söyleyerek gereken lojistiğin tedarik edilmesi istedi. Toplantının açılışına katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise yaptığı konuşmada “Afganistan’ın meselelerini sadece askeri yollarla çözemeyiz… Görevimiz Afgan askerlerinin eğitim ve donanımlarının mümkün olan en üst seviyeye ulaşmasını temin etmek olmalıdır” diyerek Türkiye’nin Amerika için Afganistan’da askeri eğitime devam edeceğini açıkladı. Sömürgeci kâfir Amerika’nın katil savunma Bakanı Robert Gates’te İstanbul‘dan Ankara’ya gelerek yaptığı basın toplantısında
Biz ise; bu şer olan toplantının mahiyetinin anlaşılması, Afganistan da ki mücahitlere karşı katledici olarak hazırlanan planların deşifre edilmesi ve kâfir NATO devletlerinin bu toplantıdan beklentilerinin ne olduğunun ifşa edilmesini sağlamak için, aşağıdaki hususlara değineceğiz. Afganistan, siyasi tarihi boyunca İslam Ümmeti’nin önemli bir beldesi olmuştur. H. 32 yani M. 654 yılında İslam Ordusu tarafından fetih edilmiştir. Bu İslam beldesinde yıllarca İslam’ın hükümleri tatbik edilmiş ve İslam bayrağı dalgalanmıştır. Bundan dolayı Afganistan, Müslümanlar tarafından dünyanın sonuna kadar himaye edilmelidir ve kâfir devletlerin Afganistan’a saldırıları devamlı püskürtülmelidir. Kâfirlerin Afganistan’ı işgal etmeye kalkışmalarına asla müsaade edilmemelidir.
45
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Türkiye - Nato İlişkileri Hep Kâfir Devletlerin Çıkarınadır Daha önce birçok kez kâfirlerin saldırılarına maruz kalan Afganistan’a en son Amerika 2001 yılında saldırıda bulunmuş ve Afganistan’ın Başkenti Kabil’i işgal ederek mevcut Taliban hükümetini devirmiştir. Bu cürümde NATO’ya bağlı olan kâfir devletler ve onları destekleyen diğer kâfir devletler, kendi çıkarları için sömürgeci kâfir Amerika’ya destek olmuşlardır. Fakat kâfirlerin birbirine destek olduğu bu saldırıda, mazlum olan Afgan halkına ne İran, ne Pakistan ve nede Türkiye maalesef destek olmamıştır. Bilakis özellikle Türkiye ve Pakistan, Afganistan’a karşı Amerika ve kâfir olan NATO devletleri ile iş birliği içinde hareket etmektedir. Yahudi’ye karşı “one minute” diyen AKP hükümeti aynı tepkiyi neden kâfir Amerika’ya vermemektedir. Gazze’de ölenler Müslüman da, Afganistan da ölenler kimlerdir? Afganistan sokaklarında ve topraklarında nezih Müslüman kanı akıtılmamakta mıdır? Sivil Müslüman halka yapılan katliamlar neden görünmek istenmemektedir? Çeçenistan da zalim Ruslara karşı destansı bir direniş gösteren Müslümanları terörist olarak görenler, Doğu Türkistan’da komünist Çin’in yaptığı katliamları ticari ilişkilerini gözeterek görmezden gelenler ne kadar samimidirler! Kâfirlerin saldırılarına engel olmaları gerekirken, onlarla işbirliği içerisine girenler Allah Azze ve Celle’ye nasıl hesap vermeyi düşünüyorlar! Yoksa Amerika’nın korkusu ve tehdidinin cehennem azabından daha mı kolay olacağını düşünüyorlar!
adı altında sevk edilmiştir. İşte Afganistan’a karşı sevk edilen bu şer kuvvetler içinde maalesef NATO’ya katılan ve üye edilen Türkiye’de vardır. İşte bütün bu şer kuvvetlerin Afganistan da ki hedefi, Amerikan işgalinin devamı için Müslüman Afgan halkını katlederek, Amerika’nın çıkarı için güvenliği sağlamaktır. NATO’ya gelince, diğer bütün devletlerarası teşkilat ve kuruluşları kendi çıkarları için kullanan Amerika bu teşkilatı da kendi sömürü planları dâhilinde kullanmış ve Afganistan cephesini NATO teşkilatı ile desteklemiştir. Ve böylece NATO da kendisinin kuruluş hedeflerinden sapmış olmuştur. Çünkü NATO, 4 Nisan 1949’da Sovyetler Birliğinin Varşova Paktına karşı kurulmuştu. Eğer NATO’nun kurucu devletlerinden (Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika, Kanada, Danimarka, İzlanda, Lüksemburg, Norveç, Hollanda ve Portekiz) her hangi birisine karşı Varşova Paktı tarafından bir saldırı düzenlenirse, o saldırı bütün NATO devletlerine karşı düzenlenmiş bir saldırı sayılacaktı ve bu saldırı, diğer NATO kurucu kuvvetleri tarafından püskürtülecekti. Ancak sıcak bir saldırı olmadan, Sovyetler Birliği 1991 yılında dağılınca Varşova Paktı kendisini fesh etmiştir. Dolayısıyla siyasi teamüller gereği NATO’nun da vaktinde kendisini fesh etmesi gerekirdi. Ancak NATO kendisini fesih etmedi ve dünya da tek kutup kalarak stratejik konuma sahip olan bazı devletleri de kendisine ilhak ettirdi. Böylece sayısını 28’e kadar çoğalttı ve sonra kendisine yeni düşman aramaya başladı. Ve nihayet 2000 yılında 11 Eylül hadisesi vaki olunca Amerika Birleşik Devletleri, meydana gelen bu hadiseyi bahane ederek İslam’a ve İslam Ümmeti’ne karşı Haçlı savaşlarını başlattığını ilan etti. Afganistan ve Irak’a karşı 2001 yılında Haçlı savaşlarını başlatmış oldu. Sonra Amerika, BM ve NATO’yu kullanarak diğer üye devletlerin askeri kuvvetlerini kendisine iştirak ettirdi. Bugün sadece Afganistan da 113 bin askeri kuvvet şu anda Amerika için savaşmaktadır.
Kâfir NATO devletlerinin sömürgeci kâfir Amerika’ya, Afganistan da destek olmaları ise şöyle izah edilebilir: Afganistan’ın başkenti Kabil 2001 yılında Amerika tarafından işgal edilince Amerika, Mücahit Afgan direnişi ile baş edemedi ve içine düşmüş olduğu bu bataklıktan nasıl kurtulabileceğini kara kara düşünmeye başladı. Sonuçta Birleşmiş Milletlere (Devletlere) başvurdu ve 28 NATO devletleri ile diğer kâfir devletlerden kendisine destek olunmasını istedi. Böylece 44 devlete ait olan askeri kuvvetler Afganistan’a ISAF Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
46
Türkiye - Nato İlişkileri Hep Kâfir Devletlerin Çıkarınadır Keza burada kâfir Amerika’nın planlarını bozan ve bu işgale karşı meşru müdafaa haklarını kullanan Müslüman mücahitlerdir. Zaten İslam’da samimi olan Müslümanlar, kâfirlerin zihniyetlerini veya onların sultasını veyahut onların işgallerini asla kabul etmezler.
man olduğunu artık keşif etmelidir. Ve kendi yönetim düzeninde, iktisadi ve içtimai nizamında, öğretim, eğitim, dâhili ve harici siyasetlerinde İslam’ın öngördüğü şekilde köklü değişiklik yapmalıdır ki, Hilâfet döneminde ki makamının zirvesine tekrar ulaşabilsin ve devletlerarasındaki heybetini tekrar elde edebilsin. Yani yeniden dünyada bir numaralı devlet haline gelebilsin.
ِين َسبِيال َ ِين َعلَى ال ُْم ْؤ ِمن َ َولَن َي ْج َع َل اللّ ُه لِْلكَافِر
“Allah kâfirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” (Nisa 141)
Velhasıl İslam Ümmeti, kendisine düşman olan devletlerden ancak Hilâfet nizamı ile korunabilir. Ve ancak İslam fikri ile doğru bir şekilde kalkınabilir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, sahih Müslim kitabının rivayetine göre diyor ki:
Türkiye’nin NATO toplantıları için ev sahipliği yapması ise, Allah katında büyük bir cürüm ve Müslümanlar tarafından sarsıcı bir ihanet olarak karşılanmasına karşın, Türk devletini yönetenler için normal hatta kıvanç duyulacak bir organizasyon olarak algılanmıştır. Zaten Türkiye bilindiği gibi 18 Şubat 1952’de Adnan Menderes hükümeti dönemin de Sovyetler Birliğinin muhtemel saldırısından korkutularak, Yunanistan’la birlikte NATO’ya katılmayı kabul etmiştir. İşte o günden bu güne kadar Türkiye Cumhuriyeti hep kâfir Batı devletlerinin yanında hareket etmektedir. Türkiye, Kore savaşına Amerika ve NATO’nu kurucu devletleri için katılmıştır. Ve yüzlerce askerini o savaşta kâfir Amerika için kayıp vermiştir. Türkiye kendi sınırları içinde Amerika ve NATO devletleri için çeşitli askeri üslerin yerleştirilmesine soğuk savaş döneminde müsaade etmiştir. Orduları NATO’ya bağlı ordular olarak gösterilmiştir. Türkiye, sömürgeci kâfir devletlerinin güvenliği için Afganistan’a 1750 asker göndermiştir. Türkiye, Sovyetler Birliği dağılmadan önce yıllarca devam eden soğuk savaş dönemlerinde de hep NATO devletlerinin yanında özellikle Amerikan’ın yanında yer almıştır. Eğer o dönemde Sovyetler Birliği Türkiye ye karşı bir saldırı düzenlemiş olsaydı, ne Amerika ve nede diğer NOTA devletlerinin hiç biriside Türkiye’ye destek olmazdı! Böylece Türkiye’nin kendi düşmanları ile işbirliği içinde hareket etmesi şimdiye kadar kendisine bir çıkar sağlamış değildir. Bilakis kendi aleyhine olmuştur. Dolaysıyla, Türkiye’deki devlet kimlerin kendisine düş-
إنما اإلمام جنّة يقاتل من ورائه ويتقى به “İmam (Halife) ancak kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” (Müslim)
Ayrıca Raşid-i Hilafet Devleti döneminde, İslam’a iman etmiş olanların misali, sahih Müslim kitabının rivayetine göre Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu dedi gibi olacaktır. O diyordu ki:
مثل،مثل المؤمنين في توادهم وتراحمهم وتعاطفهم تداعى له سائر الجسد بالسهر، إذا اشتكى منه عضو.الجسد والحمى “Birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte, birbirlerine şefkât göstermekte mü’minlerin misâli, bir bedenin misâli gibidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirâk ederler.” (Muttefekun Aleyh)
47
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Nurol KARACA
T
ürkiye’de yavaş yavaş değişen askeri vesayetin kırılan son halkalarından biride EMASYA diye bilinen “Emniyet Asayiş Yardımlaşma” protokolüdür. EMASYA’nın gündeme gelmesi bilindiği üzere en son olarak ortaya çıkan Balyoz Darbe Planı çerçevesinde olmuştur. Zira öteden beri bunu kaldırmayı düşünen AKP iktidarı bunun için uygun bir zemin oluşması gerektiğine inanıyor ve böyle bir zemin oluşturulması için çaba harcıyordu. Ortaya çıkarılan Balyoz Darbe Planı ise bu protokolün iptali için gerekli zemini oluşturmak için yapılan bir hamle idi ve hükümet bu konuda başarılı oldu.
leri veya uygulayamadıkları takdirde, diğer illerin kolluk kuvvetleriyle ve bu iş için tahsis edilen kuvvetlerden yararlanmak amacıyla, İçişleri Bakanlığı’ndan ve gerekirse Jandarma Genel Komutanlığı’nın veya Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sınır birlikleri de dâhil olmak üzere en yakın kara, deniz ve hava birlik komutanlığından mümkün olan en hızlı vasıtalar ile müracaat ederek yardım isterler. Bu durumlarda ihtiyaç duyulan kuvvetlerin İçişleri Bakanlığı’ndan veya askeri birliklerden veya her iki makamdan talep edilmesi hususu, yardım talebinde bulunan vali tarafından takdir edilir.” denmiştir. Ve askerin toplumsal olaylara müdahale etmesine yeşil ışık yakılmıştır. İlginçtir ki bu protokolde imzası bulunan general, Balyoz darbe planında da adını sık sık ismini duymaya başladığımız zamanın 1. Ordu komutanı Org. Çetin Doğan’dır. Yine aynı komutanı, 28 Şubat sonrası oluşturulan “Batı Çalışma Gurubu”nun başında da görüyoruz. Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nın ortaya çıkmasından sonra Org. Çetin Doğan, bu planların EMASYA Protokolüne uygun
EMASYA, 7 Temmuz 1997’de İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan ve İl İdaresi Kanununun 11/D maddesine dayanan protokoldür. Bu protokole göre; “Valiler, çıkan veya çıkması muhtemel olan olayların, emrindeki kuvvetlerle önlenmesini mümkün görmedikleri, önleyemedikleri veya aldıkları tedbirlerin bu kuvvetlerle uygulanmasını mümkün görmedikMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
48
Askeri Vesayetin Kırılan Kolu; EMASYA olduğu görülecektir. Şöyle ki; 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına kadar olan süreç içerisinde NATO’ya bağlı ülkeler için birinci tehdit komünizm ve onun ülkeler içerisindeki örgütlenmeleriydi. Ama Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bu tehdit başta ABD olmak üzere özellikle İslami coğrafyada bulunan devletler için “terörizm” adı altında İslami tehdit olarak değişti. Bu konu, daha öncede gündeme getirdiğimiz ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin sömürgelerinde gücü eline geçirme ve BOP çerçevesinde yer almaktadır. Bu minvalde ABD, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri hâkimiyetini sürdüren İngiltere güdümlü siyaset ekolünün artık yavaş yavaş etkisini ortadan kaldırıp T.C.’nin kurum ve kuruluşlarında söz sahibi olma yolunda ilerlemeye başlamıştır. Bunda da kendisine fazlaca yardımda bulunan AKP hükümetinin etkisi yadsınamaz. Fakat ne hikmetse bir türlü ordu içerisindeki direnişi aşamamış, sürekli olarak darbeler ve darbe planlarıyla karşı karşıya gelmiştir. İşte tam da bu sıralarda ortaya çıkarılan darbe planları, fişlemeler ve mevcut siyasal iktidara yönelik girişimler bir bir dökülmeye başlayınca, ABD’nin eline kozlar geçmeye başlamıştır. Zaten Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’den sonra ordu içerisinde bir kırılma dönemi başlamış gibi görünmekte ve ondan sonra göreve gelen komutanların bir şekilde seslerinin kısıldığına hatta bazılarının “kepenkleri bile kapattığına” hep beraber şahit olduk. Görüldüğü üzere ABD kendi çizdiği plan çerçevesinde ilerlemeye devam etmekte ve bu yol üzerinde önüne çıkabilecek tüm engelleri de birer birer kaldırmaya çalışmaktadır. Son günlerde gündeme gelen Balyoz Harekât Planı çerçevesinde ortaya çıkan EMASYA protokolü, mevcut siyasi iktidarı bir hayli endişelendirmiş ve bu konunun acilen halledilmesi yönünde adımlar atmaya yönlendirmiştir. 22 Şubat günü yapılan ve 49 emekli ve muvazzaf subayın gözaltına alındığı büyük operasyon da bu endişeleri gidermek içindir.
olduğunu söylerken; 5-7 Mart 2003’de Selimiye Kışlası’nda yapılan toplantı için, “Yapacağımız güvenlik harekâtının klasik bir EMASYA harekâtı olmayacağını bütün arkadaşlarım burada yaptıkları takdimlerle ortaya koydular” dediği ortaya çıktı. Türkiye, bu protokol konusunda pek fazla detay bilgilere sahip değildir. Bunda protokolün gizliliğinin yanı sıra, güvenlik meselesinin sivil denetimden uzak olmasının rolü de unutulmamalıdır. İçişleri Bakanlığı mülkiye müfettişlerinin 2005 yılında hazırladığı bir raporda “İç güvenlikten birinci derecede sorumlu olan İçişleri Bakanlığı bir tarafa bırakılarak, hükümeti bilgilendirmek görevini bile üstlenen Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde İç Güvenlik Harekât Merkezi kurulmuş olmasının İçişleri Bakanlığı’nın tamamen dışlanmasından başka bir şey olmadığı” ifade edilmiştir. EMASYA Protokolü’nün kanuna aykırı olması nedeniyle İçişleri Bakanlığının “Birden fazla ili içine alan olaylarda valilerin askeri birliklerden yardım istemesine ilişkin esasları” düzenleyen taslak bir metin hazırladığı ve bu metni 4 Mart 2005’te Genelkurmay’a gönderildiği de bilinmektedir. Genelkurmay ise bu teklife verdiği cevabında, terör olaylarındaki yükseliş öne sürülerek yürürlükteki protokolün değiştirilmesinin istenmediği ve güncellenmeye ihtiyaç duyulması halinde Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığınca oluşturulacak bir çalışma grubu tarafından yapılabileceğini belirtmiştir. Bu raporlardan da anlaşılacağı üzere Genelkurmay Başkanlığı’nın protokolü kendi istediği şekilde kullanmayı arzuladığını ortaya koyuyor. Balyoz Harekât Planında da görüldüğü gibi ordu içerisindeki bir takım cunta heveslileri, EMASYA protokolünü gerekçe göstererek toplum içerisinde bazı kesimleri fişleyerek, ileride yapmayı planladıkları darbelerde kullanılmak üzere insanları; faydalanılacaklar ve tutuklanacaklar diye sınıflara ayırıyor. Türkiye’de güvenlik meselesi irdelendiğinde bu konunun da bir ayağının dışarıda
49
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Askeri Vesayetin Kırılan Kolu; EMASYA Daha öncede AKP Bursa Milletvekili Mehprojemiz deseler de artık sağır sultan bile met Ocaktan, “Demokratik açılımla ilgili çalışduydu ki Kürt Açılımı, Demokratik Açılım, maların sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için Milli Birlik ve Beraberlik Projesi gibi isimler1997’de imzalanan gizli Emasya Protokolü’nün le ortaya atılan bu projeler ABD’nin Büyük hemen kaldırılması lazım” beyanatı ile bu niyeOrtadoğu Projesi dâhilinde yürütülmektedir. ti dillendirmiştir. AKP’nin Kızılcahamam’da İşte bu minvalde AKP hükümeti yurtiçindeki yapılan toplantısında 28 bir takım operasyonlarŞubat sürecinde Genella bazı örgütleri tasfiye Öteden beri bu millet; dini, ederken bir yandan da kurmay ile İçişleri Baduyguları, gelenek ve adetleriyle PKK’nın dağdan indikanlığı arasında imzalapek de dikkate alınmamış ve halka rilmesiyle nan Emniyet Asayiş bölgesinde rağmen sözde halk için politikalarla Yardımlaşma Protokolü güven ve istikrarı sağlaidare edilmeye çalışılmış hatta son yan bir ülke konumuna tartışmaya açılmıştı. 7 Temmuz 1997’de imdarbe planlarında da görüldüğü gelmeyi hedeflemiştir. zalanan bu protokolü üzere potansiyel düşman olarak Bütün bunları yaparken gündeme getiren Mehaddedilmiş bir millettir. Devletin göz ardı etmemesi gemet Ocaktan, protokolü, en üst kademelerinde (MGK) görü- reken bir unsur vardır “Güneydoğu’da olağanüstü şülen konular arasında ilk sırayı ki; o da içinde yaşamış hal görüntüsünü ortadan alan “irtica” tehdidi, belki de %98’i olduğu bu millettir. Ötekaldırıp bölgeyi normalleşMüslüman olan bir ülkede şaşırtıcı den beri bu millet; dini, tirmeyi hedefleyen açılım duyguları, gelenek ve gelebilir. süreci ile uyumsuz bir uyadetleriyle pek de dikgulama” olarak niteledi. kate alınmamış ve halka Ocaktan, “İçişleri Bakanımız, açılım sürecine rağmen sözde halk için politikalarla idare ilişkin açıklamalarında, bölgedeki yayla yasaklarıedilmeye çalışılmış hatta son darbe planlanın, yollardaki barikatların kaldırılacağını söyledi. rında da görüldüğü üzere potansiyel düşman Ancak bu protokol, jandarmaya gerektiğinde Vali olarak addedilmiş bir millettir. Devletin en ya da kaymakamdan izin bile almaksızın güvenlik üst kademelerinde (MGK) görüşülen konular uygulamaları yapabilme olanağı veriyor. Bu proarasında ilk sırayı alan “irtica” tehdidi, belki tokolün geniş yorumu, sadece kırsal alanda değil de %98’i Müslüman olan bir ülkede şaşırtıcı şehirlerde de operasyon yapılmasına olanak sağlıgelebilir. Ama şunu da belirtmekte fayda yor. Jandarmanın bu yetkisinin kaldırılması lazım” var; 5 yılda bir yenilenen Milli Güvenlik Sidedi. Ocaktan’ın AB’nin ilerleme raporlarında yaset Belgesi diye bir belgeden bu milletin da dikkat çekilen bu protokolün kaldırılması nasıl haberi olsun! Cumhuriyet gazetesi bu önerisine, AB’den sorumlu Devlet Bakanı ve konuda detaylı olmasa da belli başlıklara Baş Müzakerecisi Egemen Bağış, “Evet, bunu yer vermişti. Buradan anlaşıldığı üzere kayapmalıyız” diye destek verdi. İçişleri Bakanı muoyuna çok az bir bölümü yansıyan Milli Beşir Atalay da, “Hallederiz bunları” dedi. GöGüvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB), 3 temel rüldüğü üzere AKP hükümeti, demokratik bölümden oluştuğu, Türkiye’nin bir bölge açılım süreci önündeki bütün engelleri birer ülkesi olarak etrafında bir güvenlik çemberi birer kaldırmaya devam ediyor. Bu meyanoluşturması gerektiği ve iç tehdit unsurları da 4 Şubat 2010 tarihi itibariyle EMASYA olarak “irtica” ve “bölücülüğün” aynı önemprotokolü de kaldırılmış bulunmaktadır. de sorun olduğuna dikkat çekildi. Kıbrıs’tan Bu protokolün kaldırılmasından anlaşılacaasker çekilemeyeceği, Yunanistan’ın Ege’de ğı üzere böylelikle meşru yollardan darbe karasularını 6 milin üstüne çıkarmasının sayapma gerekçeleri askerin elinden alınmış vaş nedeni olacağı, ABD ile ilişkilerin AB’nin olmaktadır. Bunlar ne kadar da açılım bizim seçeneği olmayacağı ilkeleri ayrıntılarıyla Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
50
Askeri Vesayetin Kırılan Kolu; EMASYA işlendi. Belgede, Türkiye’nin yapısı, ‘’tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil’’ biçiminde yer alıyor. MGSB’nin birinci bölümü ‘’genel esasları’’ içeriyor. Burada, belgenin temel hedefinin Türkiye’nin güvenlik siyasetini belirlemek olduğu vurgulanıyor. Belgenin kapsamının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milli güvenliğini sağlamak, bu yolda atılması gereken adımları öngörmek, iç ve dış güvenlik siyasetinin esaslarını saptamak olduğu belirtiliyor. MGSB’nin hukuksal dayanağı olarak da anayasanın 118. maddesi ve 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yasası gösterildi. MGSB’nin birinci bölümünde, önümüzdeki dönemde Türkiye’ye yönelik güvenlik konuları aktarıldıktan sonra, AB sürecinin Türkiye’nin temel iç-dış güvenlik sorunlarını arttırabileceği ve azaltabileceği de belirtiliyor.
ilişkiler önem taşımaktadır. · Türkiye’nin bütünlüğünü etkileyecek temel tehdit oluşturan örgütlerin ve ideolojilerin toplum içinde taban kazanmalarını önleyecek bir sosyal çalışma yapmak gereklidir. Bu alanda istismarcı misyonerlik faaliyetlerine izin verilmemelidir. · Türkiye’de Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim-öğretim kurumlarında okutulamaz. Bu temel bir ilkedir. Basında ve medya da “Kırmızı Kitap” olarak geçen yukarıda bir kısmını alıntıladığımız Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Milli Güvenlik Kurulunda görüşüldükten sonra kurul üyelerinin onayıyla uygulamaya konulmaktadır. Türkiye’nin gizli anayasası olduğu söylenen, kırmızı ciltli olduğu için de Kırmızı Kitap denilen bu kitabın içinde ne yazdığını pek az kimse biliyor. Ama bilmediğimiz bu kitap, bizi yönetiyor. Bu kitaptan ilk önce Alparslan Türkeş söz etmişti; ”Devletin kırmızı bir kitabı var” demişti. O gün bugündür “Kırmızı Kitap” merak konusu olageldi. Türkeş, 10-15 sayfalık bu kitabı 1961 yılında görmüştü. O zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları” idi. İçinde Türkiye’nin güvenlik alanındaki temel siyasi yörüngesi yazılıydı. Yıllar içinde o kitap kalınlaşıp, derinleştiyse de özünden bir şey kaybetmedi. Ve zamanla anlaşıldı ki, orada yazılı kararlar “hükümetler üstüdür”. Bu kitabın tarihçesine bakacak olursak; 1949′da “savunma stratejisini hazırlamak” amacıyla Ankara’da bir Milli Savunma Yüksek Kurulu kuruldu. Kurul, 17 sivil Bakan ve Genelkurmay Başkanı’ndan oluşuyordu.
MGSB’nin iç-dış güvenlikle ilgili bölümünde Türkiye’nin temel siyasetinin Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesine oturtulduğu belirtiliyor. Bunun yanında temel hedefin, Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği şekilde çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması olduğu vurgulanıyor. Yine MGSB belgesinde, iç güvenlikle ilgili şu noktaların altı çiziliyor: · Türkiye’nin üniter yapısını, demokratik, laik, hukuk devleti ilkelerini korumak ve geliştirmek gereklidir. Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. · Türkiye’nin güçlü bir ülke olmasının yolu yukarıdaki ilkelerin yanı sıra aynı zamanda, refahı arttırmak, bunu dengeli biçimde toplumun her kesimine yaymaktan geçmektedir. · Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlardır. Türkiye bunlarla mücadele ederken temel evrensel değerlerden de vazgeçmemelidir.
1961′de Menderes’i deviren askerlerin sivillere güvensizliği bu kurula da yansıdı. Savunma konularında “tavsiye”lerde bulunmak üzere Milli Güvenlik Kurulu teşkil edildi. Daha önce tek oyu olan Genelkurmay Başkanı, yanına 3 kuvvet komutanını da aldı. Durum; 4 asker, 8 sivil oldu.
· Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşlarıyla
1982 Anayasası ile MGK güvenlik kararlarını hükümete “önerme”ye değil “bildir-
51
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Askeri Vesayetin Kırılan Kolu; EMASYA meye” başladı. 10 kişilik kuruldaki denge de siviller aleyhine değişti: 5 asker, 4 sivil ve 1 cumhurbaşkanı… Ama uygulamalar hiç değişmedi. Yine ülkeyi yöneten MGK ve otorite hep askerde oldu. Herhalde “derin devlet” diye söz edilen yer, kurulduğu günden bugüne kadar ülke yönetiminde son söz sahibi olan bu kurumdur. Yani kısacası bu ülkede demokratik seçimlerle iktidara gelen bir hükümet kendini zorlasa da bu Kırmızı Kitabın dışına çıkamaz, öyle seçim meydanlarında vaat ettiği gibi istediği kanunları çıkaramaz. Hatırlarsanız, Başbakan Erdoğan bunu dile getirmişti bunu “iktidar olduk ama muktedir olamadık’’ diye. İşte tam da bu sıralarda yani iktidarın muktedir olma yolunda ilerlemeye çalıştığı ve önüne çıkan engelleri bir bir Ergenekon çuvalına attığı şu günlerde kendisine ayak bağı olan bu Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de bir değişiklik yapmasının zamanı gelmişti. MGSB’nin içeriğinde bulunan iç tehdit unsuru değiştirilmek istenmekte ve buna bağlı olarak da ordunun yapılanmasındaki ciddi değişikliklerin alt yapısı hazırlanmaktadır. İç tehdit tehlikesinin kaldırılması ile ordunun yapısı iç tehdide göre değil dış tehdide göre şekillendirilecektir. Halkını tehdit olarak gören bir ordu yapılanmasından, dışarıyı tehdit gören bir ordu yapısı şekillendirilmek istenmektedir. Böylelikle de iç tehdit tanımı değiştirilmek suretiyle ordunun elinden “Cumhuriyeti” ve “Laikliği” koruma
Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
ve kollama bahaneleri ve buna bağlı olarak darbe gerekçelerinin ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Daha farklı bir ifade ile Cumhuriyetin kuruluşundan bu zamana kadar egemenlik unsurlarını ellerinde bulunduran laik Kemalistlerin en önemli kalelerine yönelik çok kuvvetli bir darbe vurulması amaçlanmaktadır. Bununla birlikte bu sinsi plan ile tüm zamanların bir numarası olan “irtica ile mücadele” konusu artık gündemden düşürülmeli, Ordusuyla, Milletiyle ve Devletiyle Türkiye bütün İslam coğrafyasına örnek (model) olabilecek ve ABD’nin de razı olduğu ılımlı İslam’ı (laik, demokratik ve Müslüman) gönül rahatlığı içinde diğer Müslüman ülkelere de pazarlayabilecektir. Fakat bunu halen İslam’ı kendisi için iç tehdit olarak gördüğü, tehlike olarak algıladığı ve mevcut güvenlik siyaset belgelerinde bununla mücadele edilmesi gerektiği düşüncelerinin yer aldığı bir durumda yapamazdı. Ve bu şekli ile model olması zordur. O yüzden görülmektedir ki AKP, bu planın gerçeklemesi uğrunda tüm varını yoğunu sarf edecektir… Emekli kuvvet komutanlarının gözaltına alınması bu konuda karalılıklarını ortaya koymaktadır. Kâfirlerin projelerinin boşa çıkması, onlarla işbirliği yapan yöneticilerin gayretlerinin beyhude olması ve İslam’ı tehlike olarak gören zihniyetin bu korkuları ile en kısa zamanda yüzleşmesi temennisi ve çabasıyla…
52
Halime AYDIN
T
ürkiye’nin batılılaşma adına verdiği çabaların, olumlu sonuçlarını göremedik yıllardır. Bilakis bu serüvende, Müslümanların İslami değerlerinden bir bir uzaklaştıklarına şahit olmuşuzdur. Özellikle son kuşak nesilde batılılaşma macerasının olumsuz yansımalarını daha somut görebiliyoruz. Atalarına yabancılaşmış, değerlerinden soyutlanmış, kendi vatanındaki insanlara yabancılaşmış, bilmem hangi üniversitede okumakla adam olduğunu zanneden bir nesli gözlemliyoruz. Batının sunduğu değerlerin, batıl değerler olduğunu idrak edemeyen bir nesil… Bu değerlerin, kanunların İslam topraklarında hüküm sürmesi ile Müslümanların ne denli İslam’dan uzaklaştıklarını, bunun boyutlarını ve sonuçlarını gözlemleyebiliyoruz. Özellikle son zamanlarda ardı ardına ortaya çıkan, kanımızı donduran, inanılmaz vakıalar, bu uzaklaşmanın boyutlarını göstermektedir. Yaşanılan insanlık dışı olaylar, Kuran’ın deyimi ile “nereye gidiyor sunuz?” sorusunu gündeme getirmiştir. Kuran’da ki bu ifadeleri bir kez daha hatırlayalım;
ُّ ُس ِّج َر ْت َ ِإو�ذَا ٍ َت ِبأَ ِّي ذ َنب ْ وس ُز ِّو َج ْت َ ِإو�ذَا ال َْم ْو ُؤوَد ُة ُس ِئل ُ الن ُف ِ الس َماء ك يم ُّ َت َ ِإو�ذَا َّ ف نُ ِش َر ْت َ ِإو�ذَا ُ الص ُح ْ ُق ِتل َ ُش َط ْت َ ِإو�ذَا ال ُ ْج ِح َّ َ ُ ض َرت َ س مَّا أ ْح ٌ ْجن ُة أ ْزلِ َف ْت َعل َِم ْت َن ْف َ ُسع َ ِّر ْت َ ِإو�ذَا ال
“Güneş, köreltildiği zaman, yıldızlar bulanıklaşıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, gebe develer kendi başına terk edildiği zaman, vahşi hayvanlar toplandığı zaman, denizler tutuşturulduğu zaman, nefisler birleştiği zaman ve ‘diri diri toprağa gömülen kızcağıza’ sorulduğu zaman: “hangi suçtan dolayı öldürüldü?” sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman, gök sıyrılıp yüzüldüğü zaman, cehennem ateşi çılgınca kızıştırıldığı zaman, cennet de yakınlaştırıldığı zaman, (artık her) nefis neyi hazırladığını bilip öğrenmiştir.” (Tekvir 1-14)
ْهبُون َ “ َفأَ ْي َن َتذO halde, siz nereye gidiyors -
nuz?” (Tekvir 26)
Kuran, geçmiş kavimlerin Allah’ın hudutlarını aşmalarına karşılık onları böyle uyarmıştır. “Böyle dehşet verici bir günle karşılaşacağınız halde, neler yapıyor sunuz, nasıl davranışlar sergiliyor sunuz” şeklinde. Aynı zaman da bu gidişatın sonuçlarını da açıklamıştır Kur’an.
َّ ُّ ِ وم ان َك َد َرت َ ِإو�ذَا ال ال ُ ْج َب ِّ س ك ُ إِذَا الش ْم ُ ُو َر ِّت َ ِإو�ذَا الن ُج ار ُ ْو ُح َ ِّر ْت َ ِإو�ذَا ا ْلع ُ ِح ُ ِش َ ُسي َ وش ُح ِش َر ْت َ ِإو�ذَا ا ْلب ُ ار ُعطلَت َ ِإو�ذَا ال
53
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Nereye Bu Gidiş? وها َ َو ِس َ يق الَّذ َ ِين َك َف ُروا إِلَى َج َهنَّ َم ُزَم ًار َحتَّى إِذَا َجا ُؤ ْ َ َ ٌ ِ ُون ل ت ي ُم ك ِّن م ل س ر ُم ك ت أ ي َم ل أ ا ه ت ن ز خ م َه ل َال ق و ا ه اب و ب أ ت َ َ َْ ْ َ ُفت ُ ُ ْ َ ْ َ ُ ََ َ ْ ُ َ َ ُ َ ْ ْ ِح ِ ُم َآي ِن ْ ُم َهذَا قَالُوا َبلَى َولَك ُ ُم َويُنذ ْ ُم لِ َقاء َي ْو ِمك ْ ِروَنك ْ ات َربِّك ْ َعل َْيك َّ َ اب َج َهنَّ َم و ب أ ا و ل خ د ا ِيل ق ِين ِر ف َا ك ل ا َى ل ع َاب ِ ذ ْع ل ا ة ِم ل ك ُ َ ْ ُ َ ُْ َ َ َ َْ َ َ َحق ْت ْوى ال ُْم َتكَبِّرِين َ َخالِد َ ِين ف َ ِيها َف ِب ْئ َ س َمث
Bu vakıalara başka örnekler vermek çokta zor değildir ne yazık ki. Saydığımız vakıaların üstüne yenileri eklenmiştir ve hala eklenmektedir. Her geçen gün masum çocuklar, ya organ mafyası tarafından ya da başka suç örgütleri tarafından kaçırılmaktadır. Çocukların organize suç örgütlerince kaçırılarak, çocuk fuhşu, çocuk istismarı alanında faaliyet gösteren suç örgütlerine satıldığı; bazı çocukların da organ mafyalarınca kaçırıldığı İnterpol (uluslararası polis teşkilatı) tarafından da ortaya konmuştur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu da (UNICEF) , tüm dünyada çocukların kaçırılması vakalarının artmasından endişe duyduklarını açıklamıştır. 20 Kasımda bir takım uluslararası kuruluşlarca hazırlanmış “Risk Altında ki Dünya Çocukları” isimli bir rapor hazırlanmış ve raporda şu ifadelere yer verilmiştir;
“İnkâr edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: ‘Yoksa size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?’ Onlar: ‘Evet.’ dediler. Ancak azap kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: ‘İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür.” (Zümer 71-72)
Toplumların, Allahu Teâlâ’nın bu azabına maruz kalmamaları için de belli sınırlar tayin etmiştir. Türkiye’de de Allahu Teâlâ’nın çizdiği sınırlar cumhuriyetin kurulması ile birlikte aşıldığı için, Allahu Teâlâ’nın bu ikazıyla muhatap olacak bir toplum meydana gelmiştir ne yazık ki. Bugün geldiğimiz noktada, hangi haber kanalını izleyip, hangi gazeteyi okursak okuyalım, bir vahşet haberine, cinnet geçirmiş birisine, bir cinayet haberine rastlıyoruz her gün. Son günlerde gündeme gelen ve artış gösteren olaylardan biri de çocukların bir takım çeteler, örgütler tarafından kaçırılmalarıdır. Bu olaylara birkaç örnek verelim dilerseniz;
“Kesin rakamlar bilinememekle birlikte yılda 2,5 milyona yakın insan kaçırılıyor. Kaçırılanların yarıya yakını kız çocukları. Erkek çocukları da kaçırılıyor. Geçen yıllar kaçırılan çocukların sayısını azaltmadığı gibi artmasına da engel olamıyor. Çocuklar ticarî bir mal gibi görülerek alınıp satılıyor. Sağladığı kazanç açısından silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ile yarıştığı söyleniyor. Çocukları kaçıranlar büyük ve organize gruplar. Pek çok çocuk durumunu bildirmek üzere polise gitmeye korkuyor. Bazıları içlerinde polislerin de bulunduğu gruplar tarafından kaçırılmış.” Geçtiğimiz aylarda depremle sarsılan Haiti’de de, çocuk tacirlerinin lüks araçlarla havaalanına getirdikleri öksüz çocukları uçaklara bindirerek, köle, hayat kadını ya da dilenci yapmak amacıyla kaçırdıkları iddia edilmişti. Yani sorun tüm dünya da yaşanan ortak bir sorun. İşte Türkiye’de de bu olayların hız kesmeden arttığı bir dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü, kaçırılan çocuklar hakkında tüylerimizi ürperten bazı verileri açıkladı. CHP’nin, çocuk kaçırma, kaybolma olaylarının nedenlerinin belirlenmesi ve bu olayların önlenmesi için Meclis Araştırması açılmasını istemesinin ardından Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkan Yar-
-Bingöl’de 22 Ocakta kitap almak için evlerinden ayrılan ve bir daha haber alınamayan iki çocuktan birinin cesedi Çapakçur Deresi’nde bulundu. -Aydın’da da bir ay önce kaybolan iki kardeşten hala haber alınamadı. Kardeşler, 25 Aralık 2009’da işe gitmek için erken saatlerde evlerinden ayrıldıktan sonra ortadan kayboldular. -Kayseri’de ramazan bayramında kaybolan 3 çocukla ilgili çalışmalar da halen bir sonuca ulaşılamadı. -Son bir ayda Diyarbakır’da 99, Batman’da 36 çocuğun kayıp olduğu açıklandı. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
54
Nereye Bu Gidiş? dımcısı Özer Zeyrek; “Türkiye genelindeki kayıp çocuk sayısı 1657’dir. 13-18 arası 1462, 0-12 arası 195 çocuğumuz var. Erkek sayısı 562, bayan sayısı bin 95” demiş ve bu konuda hazırlanan raporu kamuoyuna sunmuştu.
duk. Bu kabul edilemez bir durumdur. Yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, göç, ailenin giderek güçsüzleştirilmesi gibi olgular, çocukların kaybolması, kaçma ve kaçırılma olaylarının artmasına neden olmaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çocukların organ ticaİnsanların cinnet gereti, insan ticareti, cinsel çirdiği, annelerin evİnsanların cinnet geçirdiği, annesömürü ve fuhuş sektölatlarını, evlatların ebelerin evlatlarını, evlatların ebeveynründe, dilencilik ve hırveynlerini katlettiği, her lerini katlettiği, her geçen gün sızlık gibi amaçlar doğgeçen gün kaçırılan çokaçırılan çocuk sayısının arttığı bir rultusunda kullanılması cuk sayısının arttığı bir toplum biçimi, beşeri nizamların çocuk kaçırma olaylarını toplum biçimi, beşeri değil de neyin ürünüdür?! İslam’ın artırmaktadır.” Sayılan nizamların değil de nesebepler, bu olayların yin ürünüdür?! İslam’ın tatbik edildiği hangi bir dönemde bu atmasına vesile olan setatbik edildiği hangi bir vahim vakıalar yaşanmıştır?! bepler olabilirler. Andönemde bu vahim vacak bu sebepler, kenkıalar yaşanmıştır?! diliğinden ortaya çıkmış şeyler değildirler. Peki, hükümet bu sorunun çözümüne yöİnsanları yoksullaştıran, aç bırakan, belli bir nelik ne yapmıştır? kesimi zengin ederken, geriye kalan koca bir Her konuda kendini övmeyi, icraatlarını halkı aç bırakan, halkın sırtından geçinen sersıralamayı ihmal etmeyen hükümet, bu memayedarları var eden kapitalist nizam, bu sele karşısında aciz kalmıştır. Bu konu ile müsebbipleri ortaya çıkarmıştır. doğrudan muhatap olan içişleri bakanı Beşir Bu tür sorunlar yaşandıkça, buna benzer Atalay, CHP’nin verdiği soru önergesine karolaylar gündeme geldikçe, köşe yazarlarının, şılık yazılı bir açıklama yapmış ve açıklama aydınların(!), sosyologların ortaya attığı seda; “Kayıp çocuklar için ulusal bilgi sisteminin bepler, eğitimsizlik konusunda düğümlenoluşturulması, bu konuda ilgili kurum ve kurumektedir genellikle. Yukarıda alıntı yaptığıluşlar arası iş birliği ve koordinasyon sağlanması, mız önerge de; “Kayıp çocukların bulunabilmesi sivil toplum kuruluşlarının desteğinin alınması için emniyet güçlerimizde özel ihtisas birimlerinin amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü, Başbakanoluşturulması gereklidir. Hem ailelerin hem de lık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü çocukların kaçırılma olaylarına karşı eğitilmeleri (ASAGEM) ve ilgili kurumların iş birliğinde prode önemli bir husustur. Çocuk kaçırılması ve kayje çalışmaları sürüyor.” denilmiştir. bolması olgularının önlenmesi bir devlet politikası olmalıdır. Çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği Açıklamada olduğu gibi, kurumların işiçin bu önemli konuda daha fazla geç kalmak gibi birliği içinde çalışmamaları, bu olayların bir lüksümüz olamaz.” denilmiştir. Doğrudur, artmasına sebep olabilir. Ancak asıl müsebeğitimsizlik önemli bir sebeptir. Eğitim şartbip bu değildir. Hükümet yine sorunun kaytır ancak, nasıl bir eğitim şarttır? Gerçek şu nağını ele almaktansa, sorunu çözmeyecek ki, İslam’dan kopuk, laik temelli eğitim siscüzlerle ilgilenme yolunu seçmiştir. Sorunun temi, yürürlüğe girdiği günden bu güne kakaynağını görmemektedir yahut görmek isdar, kalplerinde Allah korkusunun köreldiği tememektedir. Hâlbuki sorun, insanları Alfertler yetiştirmiştir. Oysaki, insan denilen, lah korkusundan, İslami şahsiyetten uzaklaşarzulara, isteklere sahip, kolayca nankörlük tıran laik nizamdır. CHP’nin verdiği önerge edebilecek bir yapıda olan, dünya hayatının de konu ile ilgili olarak şu sözler ifade edilsüsüne aldanabilen, isyan edebilen bu varlığı miştir; “Çocuklarını koruyamayan bir toplum ol-
55
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Nereye Bu Gidiş? yalnızca Allah korkusu suç işlemekten alıkoyacaktır. Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanamama, O’nun ahiretteki nimetlerinden mahrum kalma endişesi, insan ile bu olayların arasında bir set olabilir. Allahu Teâlâ’nın azabından korkan bir kul, menfaatçi bir zihniyete sahip olamayacaktır. Şu ikaza kulak veren bir insan, değil çocuk kaçırmak gibi insanlık dışı bir eylemi, mekruhları işlemekten bile hâyâ edecektir;
İslam’ın tatbik edildiği dönemlerde fertler, İslami şahsiyeti oluşturmayı hedefleyen bir eğitim müfredatı ile eğitilmişlerdir. Menfaatçi düşüncenin, İslami şahsiyet ile çeliştiği öğretilmiştir. İnsanları suç işlemeye yöneltecek unsurlar oluşturulmamıştır. Cumhuriyetin kurulması, beşeri kanunların tatbik edilmesiyle birlikte insanlar, nefislerinin, hırslarının esiri olmaya başlamışlardır. Bugün geldiğimiz noktada şahit olduklarımız, insanın nefsine esir olma konusunda ne kadar aşama kaydettiğini göstermektedir. Daha da kötüsü, toplum bu tür haberleri duydukça alışmış ve alıştığı ölçüde de duyarsızlaşmıştır.
َّ س مَّا ق ُ آمنُوا اتَّ ُقوا اللَّ َه َوْل َت َد َم ْت لِ َغ ٍد َ ُّها الَّذ ٌ نظ ْر َن ْف َ َيا أَي َ ِين َّ َّ ِما َت ْع َملُون ٌ َواتَّ ُقوا الل َه إِ َّن الل َه َخب َ ِير ب
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr 18)
Tüm bu yaşananlar, %99’u Müslüman olan bu toplumda yaşayan bütün insanları, özelde de İslami çalışmalar yapan, duyarlı Müslümanları tefekküre sürüklemelidir. Bu olaylar duyarsız kalabileceğimiz vakıalar değildir. Bu gidişat, Müslümanların sorumlu düşünmelerini gerektirmektedir. Bir takım insanların yaşadığı bu acıları, aynı toplumda yaşayan başka insanlarda hissetmelidirler. Bu ve bunun gibi vahim olayların, tüyler ürperten vakıaların sona ermesi için yapılması gereken şey, bu toplumla arasının açıldığı İslam ile bu toplumu tekrar birbirine kavuşturmaktır. Cüzlerle uğraşmak hiçbir sorunu çözemediği gibi, bu sorunu da çözmeyecektir. İslam adına yapılan çalışmaların, bu sorunların kaynağı olan kapitalist sistemlerden kurtulma üzerinde yoğunlaşması elzemdir. Bu vakıalara gösterilen tepkilerin, öfkelerin, kapitalist nizamlara yönlendirilmesi gerekmektedir. Cüzi faydalar getirecek çözümler için çalışmak yerine, ümmeti bütün problemlerini çözebilecek bir çözüm üzerinde çalışılmalıdır. Toplum böylesi bir gidişata maruz kalırken, çalışmaların hızlandırılması gerekmektedir. Şüphe yok ki, ancak kapitalist nizamların ortadan kaldırılması için yapılacak çalışmalar, başarıya ulaşacak ve bu sorunları çözecektir.
َموْا أَ َّن اللّ َه َشدِي ُد ا ْل ِع َقاب ْ َواتَّ ُقوْا اللّ َه َو ُ اعل
“Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.” (Bakara 196) İnsanları İslam’dan, dolayısı ile Allah korkusundan uzaklaştıran, pragmatist düşünen fertler haline getiren bu sistemler var oldukça, bu vahim olaylar bitecek değildir. Bilakis üzerlerine yenilerinin eklenmesi muhtemeldir. Bu tezimizi, ciğeri yanan bir annenin cümleleri ile doğrulayalım; “Kayseri’de Ramazan Bayramı’ndan bu yana bulunamayan Ahmet Tuna ve Dilruba Tekin’in annesi Leyla Tekin, Mardin’deki çocuk kaçırma girişimi ile ilgili olarak, “O yakalananlar serbest kalınca aynı işi yapıyorlar. Onları önce halkın eline versinler, halk hıncını alsın. Yakalanıyorlar yakalanıyorlar, yeniden dışarı bırakılıyorlar. Sonra da olan bizim çocuklarımıza oluyor. Bizim ciğerimiz yanıyor dedi.” (İHA) İnsanın bu kadar vahşi, doyumsuz, acımasız bir hale gelmesinde, kendisinin suçu olduğu kadar, insanları bu hale getiren sistemlerinde suçu vardır. Vakıası aynı olduğu halde, yaratılışı, tabiatı aynı olduğu halde, neden İslam’ın tatbik edildiği dönemlerde, insan bu denli sınırı aşmamıştır! Çünkü Allah’ın kanunlarında caydırıcılık özelliği vardır. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
ِ لِ ِمث ُون َ ْل َهذَا َفل َْي ْع َم ْل ال َْعا ِمل
“Çalışanlar böylesi (bir kurtuluş) için çalışsınlar.” (Saffat 61)
56
Fethi Muhammed SELİM Çeviren: Ahmed Sadık ALTINEL Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
M.Ö. 1550 yılında Yebusi krallığı I. Firavun Thutmose’den yardım ister. Böylece Firavunlar ilk defa Kudüs’e girerler.
Günümüz yazarlarının, düşünür ve tarihçilerinin birçoğu Kudüs’e gerçek değerini ve kutsallığını veren ruhi yönünü göz ardı ederek bakmaktadırlar. Kudüs hakkında değerlendirmelerini yaparken daha çok maddi açıdan bakan yazarlar, aydın ve siyasetçiler bu özellikleri ile batılı düşünürlerin profan (dinden bağımsız) bakış tarzını ve modelini benimsemiş, dini hayattan ayırma inancına dayalı batılı paradigmanın tarih algısı üzerinden hareket etmiş oluyorlar.
M.Ö. 1350 yılında II. Ramses ve oğlu Merenptah zamanında Yahudiler Filistin’e Güney cephesinden girer. Musa Aleyhi’s Selam’ın öncülüğünde yol alırlarken ansızın önlerine çıkan kızıl deniz bilindiği gibi ikiye ayrılmıştı. Sonra Yahudiler kendilerine emredilmesine rağmen zalim bir kavim olduğu gerekçesiyle o bölgeye girmediler. Sina çölünde yollarını kaybederek tam kırk yıl orada kaldılar. Kırk yıl devam eden bu sürenin/sürgünün ardından Yahudiler Ürdün’ün doğusunda yer alan Mea’b ve Adum dağlarına yerleştiler. Sonra Eriha’ya ardından Gilgal, Şeyluh ve Şukeym bölgelerini işgal ettiler. Bütün bunlar tarihçilerin Tevrat sayfaları ve birtakım taş yazıtlara dayanarak aktardıkları rivayetlerdir.
Bu konuda yazanlar genellikle; Milattan tam 3000 yıl öncesine dayanan uzun tarihi serüveni içinde Kudüs’ü bir şehir olarak ilk inşa eden Yebusilerden başlayarak, bir şekilde Kudüs’te yaşamış ve iz bırakmış olan hadaratlar, kavimler ve toplumların serüvenlerini, kısaca Kudüs’ü klasik tarihi bir perspektifle ele almaktadırlar.
Daha sonra Asurlular “İsrail’in” yurdu olarak adlandırılan bölgeye geldiler ve Asur kralı Scharib zamanında Yahudileri egemenlikleri altına aldılar.
Yaptığımız çalışma bu konuda oluşmuş olan karışıklığı gidermek ve bazı gerçekleri açığa çıkarmak için Kudüs tarihine kısa bir gezinti yapmamızı zorunlu kılıyor.
Zamanla Asurlular arasında bir takım za-
57
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
İki Tarih Arasında Kudüs fiyetlerin ortaya çıkmasıyla birlikte Babil’liler bölgeye gelerek Filistin’i işgal ettiler. Kudüs’ü ele geçirdiler. Babil Kralı Nebuchadnezzar Yahudileri Kudüs’ten sürdü. Böylece Yahuda Krallığı M.Ö. 586 yılında sona ermiş oldu.
Kudüs tarihi ile ilgili anlatılanlara bakıldığında İslam’ın gelişine kadar geçen dönemin kaynaklarının kesinlikle güvenilir kaynaklar olmadığını görebiliriz. İslam öncesi dönemde tarihçiler çoğunlukla referans olarak Tevrat nüshalarına, mitolojik efsanelere ve bir takım yazıtlara dayanıyorlardı. Bizler hattı zatında Tevrat nüshalarının güvenilir olmadığını unutmamamız gerekiyor. Zira Rabbimiz Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettikleri, ilaveler ve eksiltmeler yaptıklarını bildirmektedir. Bu durumda Tevrat özgün bir ilahi metin olma özelliğini kaybettiği için güvenilir kaynak olma özelliğini de yitirmiştir.
Bir sonraki yüzyılda Pers Kralı Cyrus M.Ö. 538 yılında Babil’lileri büyük bir bozguna uğratarak o güne kadar ki en büyük Babil İmparatorluğunu kurdu. Babil’liler Perslere vergi ödemeye başladılar. Ondan sonra Makedonyalı Büyük İskender M.Ö. 332 senesinde Kudüs’ü Perslerden aldı. Romalılar Dönemi Kudüs, M.Ö. 603 yılında Romalı komutan Bombe’nin Kudüs’e saldırması ve Kudüs’ü işgal etmesi ile Romalıların hâkimiyetine girmiştir. İsa Aleyhi’s Selam’ın doğumu Roma Kralı Hirodes zamanına rastlar. Hirodes’den sonra Pilatus devri başlamıştır. Pilatus Romalılar döneminde Kudüs valisiydi. İsa Aleyhi’s Selam’ın sözde çarmıha gerilme meselesi onun döneminde gerçekleşir. Kur’an-ı Kerim bilindiği gibi bu iddiayı yalanlamakta ve Allahu Teâlâ’nın İsa Aleyhi’s Selam’ın katına yükselterek onların çirkin komplolarından koruduğunu anlatmaktadır.
Tarihçilerin bu bölgenin geçirdiği tarihi süreci uzun uzadıya anlatma çabalarının arkasında, Kudüs’e ilk yerleşen ve Filistin’de uzun bir zaman diliminde yaşayanların Araplar olduğunu belgeleme düşünceleri yatmaktadır. Çünkü Yebusiler Kenanilerdi. Kenaniler ise Sami kökenlidirler. Araplar İslam’a girmiş, İslam akidesi potasında erimiş ve Müslüman olmayan diğer toplumlardan farklı olarak İslam ümmetinin bir parçası olmuş olan halklardan sadece bir halktır. Yani İslam ümmetinin bir parçasıdır. Ümmet kavramının tanımı ise şöyledir: Kendisinden hayatın tüm problemlerine ilişkin gerekli çözümlerin ve sistemlerin çıktığı/türediği tek bir akideye inanan insan topluluğu. Bu tanım Arap toplumu kavramına uymuyor. Çünkü Araplar sadece kendilerine özgü olan bir akideye/dine inanmıyorlar. Araplar bir kavimdir. Kavmiyet ise belli bir inanç ya da düşünceyi ifade etmez. Kavmiyet düşüncesinin sadece insanda belli duygu ve hisleri harekete geçirdiği söylenebilir. Her ne olursa olsun milliyetçilik düşüncesinden ne yaşam ile ilgili bir düşünce nede insan davranışlarını veya ilişkilerini düzenleyen bir sistem çıkmaz.
Bizanslılar Dönemi M. 610-640 yıllarında imparator Herakleios krallığa geçince batıdan Suriye’yi istila ederek Pers krallığı üzerine yürüdü. M. 614 yılında Filistin üzerine ilerleyerek Kudüs’ü işgal etti. Bu işgal sırasında yaklaşık 90 bin Hıristiyan katledilmiştir. Fakat Herakleios yeni bir ordu hazırlayarak Kudüs’e tekrar döndü. Perslerle M. 627 yılında giriştiği ikinci savaşta Persleri mağlup etti. Böylece Bizanslılar tam olarak M. 629 yılında Kudüs’e hâkim olabildiler. Tamda bu dönemde yani Bizans’ın Kudüs’e hâkim olduğu dönemde İslamiyet zuhur etmiş hatta ilerleyen yıllarda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Herakleios’a İslam dinine davet eden bir mektup göndermişti. O sırada Herakleios Humus şehrindeydi.
Hangi tarihi kaydın, belgenin güvenilir olduğu, hangi tarihi bilgiye kıymet verip hangisine vermeyeceğimiz meselesine gelince; bu tamamen tarihi dayandırdığımız kaynaklarımızın, tarihi refere ettiğimiz dayanakların ne olduğu ile ilişkili bir mevzudur.
Buraya kadar bir tarih sona ererken yeni bir tarih başlıyor… Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
58
İki Tarih Arasında Kudüs Tarihin üç temel kaynağı vardır: Arkeolojik bulgular, hatıratlar ve tarih eserleri, rivayetler.
etkisinde kalıp hadiseyi süsleme ya da çirkin gösterme noktasında aşırılığa kaçabilmektedir. Hikâyesini anlattığı şahısları destekleyici ya da onlara muhalefet olsun diye kişisel, indi yorumlar işin içine girebilmektedir. Osmanlı Devletinden, Türklerin yönetiminden (Osmanlı Hilafet Devleti’nden) bahseden yapıtlarda bu karşımıza çıkmaktadır. Bazı yazarlar Osmanlı dönemini zulmün, karışıklığın, geri kalmışlığın vb. bütün olumsuzlukların baş gösterdiği çok çirkin bir dönem olarak yansıtmaktadır.
Arkeolojik Bulgular Günümüzde İslam öncesi çağlara ilişkin yazılan bütün eserler bu tür tarihi bulgulara dayanmaktadır. Ancak bu kalıntılar çok kısıtlı bir dönem hakkında bölük pörçük, birbirinden kopuk, bütünlüğü olmayan bilgiler sunmaktadır. Birde bu döneme ilişkin en çok putperestlik ya da muharref inanışların yaygın olduğu şeklinde bir yaklaşımın öne çıkartıldığını görebiliyoruz. Bu ön yargılı, objektifliği olmayan tarih algısı, aktardığı bilgiler açısından güvenilir olamaz. Bu şekliyle tarih, tarihçinin kişisel tercihlerine göre şekillenecek objektifliği olmayan bilgiler olacaktır.
Örneğin Cemal Paşa ile ilgili yazılanlara baktığımızda onun kan döken bir cani olduğu şeklinde bir karalama vardır. Niçin? Çünkü Cemal Paşa onlara göre masum insanları idam etmiştir. Diğer taraftan Cemal Paşa’yı bazı insanları idam etmeye iten saikleri görmezden gelmektedirler. Bu tip yazarlar yapıtlarında söz konusu kişilerin Hilafet Devleti’ne karşı ayaklandıkları, âdemi merkeziyetçiliği savundukları yani bağımsızlık talebinde bulundukları ve Osmanlı Devletini parçalamak için çabaladıklarından dolayı idam edilen bu insanları günahsız, masum insanlar olarak sunmaktadırlar. Çünkü failler Türk, öldürülenler ise Arap’tı. Yani bu tarihi bakış açısı Arap milliyetçiliği ekseninde oluşmuş bir bakıştı. Hâlbuki İslam milliyetçiliği haram kılmaktadır. Bundan dolayı milliyetçi perspektifle tarih yazanlar birçok İslam ahkâmına aykırı davranış içine girmişlerdir. Ayrıca örneğini verdiğimiz konuda birçok tarihçi Cemal Paşa’nın o insanları idam etmesindeki gerçek nedenleri hasıraltı edip gizlemektedirler. Gerçekte idamların sebebi Osmanlı Hilafeti’ne karşı ayaklanan kişilerin, sözüm ona Türklerin zulmünden kurtarması için dönemin sömürgeci devletleri Fransa ve İngiltere ile işbirliği içinde olmaları idi. Yani bu işbirlikçiler yeni bir haçlı seferberliğine kucak açıyorlardı. Bu kişilerin kimlikleri Beyrut’taki Fransız başkonsolosluğunda ortaya çıkmış, İngiliz ve Fransızların topraklarını işgal etmelerini talep eden imzalı dilekçeleri ele geçirilmiştir. Bu konuda belgeler tartışma götürmeyecek kadar açık ve güvenilirdir.
Bugün Ürdün, Suriye, Irak, Mısır, Yemen ya da her hangi bir İslam beldesinde yürütülen arkeolojik çalışmalar ve bu çalışmalarla elde edilen verileri yorumlama konusunda bir gayretkeşlik görüyoruz. Bir yerde bir kilise ya da bir çeşit tapınağın izlerine rastlanırken bir başka yerde bazı resimlere, ilkel yaşam alanlarında kimi yazılara yahut Firavunlar gibi tarihi kalıntılarından başka hiçbir varlıkları kalmamış olan muharref inançlara sahip eski kavimlere ait olduğu iddia edilen kazıların ve işlemelerin izlerine rastlanmaktadır. Her ne kadar bu araştırma ve incelemelerin bilimsel bir amaç güttüğü iddia edilse de gerçek bu değildir. Söz konusu arkeolojik çalışmalardan amaçlanan şey, insanlık tarihinde ağırlıkla putperestlik özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlıkla geçen bir tarihi sürecin işlediğini ısrarla vurgulamaktır. Bütün bunlar bilimsellikten öte burada ele almayı yersiz bulduğumuz araştırmacıların bilinçaltında başkaca fikri ve siyasi mülahazaların olduğunu göstermektedir. Hatıratlar ve Tarih Eserleri Hatıratlar ve Tarih Eserleri ekseriya övgü veya yerme karakteristiği baskın olan yapıtlardır. Yazar bu yapıtlarda ya bir kişiyi övmekte ya da yermektedir. Bu, olayın sadece bir yönüdür. Diğer bir yönü ise: Yazar bazı siyasi olayları veya savaşları yorumlarken duygularının
Şu halde tarihin kaynağı açısından tıpkı ar-
59
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
İki Tarih Arasında Kudüs keolojik bulgularda olduğu gibi şahısların tarihi eserlerinde de kişisel duygu, düşünce ve hayata dair yazarın sahip olduğu paradigma baskın bir unsurdur. Dolayısıyla yazarlar hayat hakkında sahip oldukları paradigma ile olayları kurgulamakta ve gerçeğin tam aksi sonuçlanacak şekilde hadiseleri formüle edebilmektedirler.
luğu o düşünce, kanun veya yasanın kaynağının doğru ve sağlam olması ile doğrudan ilgilidir. Yasaların hayatla ilgili tüm düzenlemelerin sağlam ve tutarlı bir esasa dayanıyor olması ne kadar gerekli ise, kendisi için yasaların ve düzenlemelerin yapılacağı gerçek kişi, olgu ya da olayların olması gerekir. Böylece Şari’in/yasa koyucunun kanun ve nizamlarını gönderirken gözettiği hikmet ve gaye ile düzenlemelerin kendisi için konulduğu insanoğlunun fıtratı arasında bir uyum bir bütünlük oluşsun.
Bu bağlamda ben tarih yazarlarına ilginç gelebilecek bir öneride bulunmak istiyorum. İslam ümmeti her zamankinden daha çok içinde bulunduğumuz şu günlerde kalkınmaya ve kendisini kalkındıracak köklü bir değişime şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Kalkınma ise, ancak İslam ümmetinin içinde bulunduğu vakıayı/ durumu doğru algılayan, yorumlayan ciddi ve fikir eksenli bir çalışma ile olabilir. Esefle şahit olmaktayız ki, İslam ümmeti bugün birey ve toplum olarak esaretin ve bağımlılığın pençesinde tutsak bir hayat yaşamaktadır. Bu bağımlılık, ellinin üzerinde devletçiklere bölünmüş olan coğrafyasında siyasi, ekonomik, kültürel, bireysel ve toplumsal, kısaca hayatın her alanında kendini göstermektedir.
Hayata bakış açısı, ondan türemiş olan hüküm ve kavramlar buna ilaveten bu temelde inşa olunmuş düşünceler topluma sahip olduğu rengi verir. İnsana mutluluğu, mutmain bir yaşamı ancak hayata belli bir zaviyeden bakış verebilir. Ve bir fikri kaideden hareketle dünya hayatı hakkında bir tasavvur oluşturmak işte bütün bunların hepsi hadaratı oluşturur. Öncelikle üzerimizdeki batıyı taklit etme komplekslerinden sıyrılmamız, bize aldatıcı bir keyif veren esaretin, bağımlılığın boyunduruğundan kurtulmamız ve batılı bakış açısına ait, onunla genetik bağı olan bütün tortuları –ki bunların başında dini hayattan ayıran laiklik düşüncesi gelir- zihinlerimizden söküp atmamız, sonra da kendisinden hayata dair tek doğru bakış açısının türediği saf/berrak membaa yani İslam akidesine yeniden dönmemiz gerekmektedir.
İslam ümmeti maalesef şimdiye kadar çöküşüne son verecek, kararlarını kendisinin alabildiği, siyasi bir irade ortaya koyarak kendisini bağımsız devletler sınıfına taşıyacak kalkınmaya dair fikirleri bir önceki kuşaktan devralamadı. Siyasi kararlarını özgürce uygulayabildiği lider bir devlete sahip olamadı. Aynı şekilde bugün de İslam ümmeti kendisini kalkındıracak ve dünyanın efendisi yapacak fikirler ve projeleri üretemedi. Üretemediği gibi birey ve toplum olarak batıyı model alan, gerek kültürel hayatında gerekse ekonomik, sosyal, siyasi, eğitim alanlarında, hayatta karşılaştığı bütün problemlere ilişkin çözümleri ve projeleri ya doğrudan batıdan almakta yahut projelerini batılı dünya görüşü ekseninde üretmektedir. Kısaca İslam ümmeti kalkınma yolunda kendisine kılavuz ve yol haritası olacak özgün fikir ve projeleri üretebileceği düşünme metodundan ve ürettiği projeleri hayata geçirebileceği tatbik ve yürütme metodundan yoksundur.
İşte günümüz yazarlarına ve düşünürlerine önermek istediğim şey budur. Bu, gerçekten son derece önemli bir noktadır. Her bir Müslüman’ın İslam ümmetinin içinde bulunduğu bu durumu düşünmesi, ümmetin kalkınması için doğru fikir ve projeler üretmesi ve bizatihi bu projeleri hayata geçirmek için fiili bir çalışma içinde olması Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın zorunlu kıldığı bir eylem(farz)dir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
س ِم ْن ُهم َ َم ْن ل َْم َي ْه َت ْم ِبأَ ْم ِر ال ُْم ْسلِم َ ِين َفلَ َْي
“Müslümanların sultası (işleri) ile ilgilenmeyen (kayıtsız kalan) onlardan değildir.”
Bir düşüncenin, kanun veya yasanın doğruMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
60
İki Tarih Arasında Kudüs Bu ayet üçüncü mescid yani Medine’de Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hicretinin ardından inşa edilmiş olan Mescidi Nebevi henüz inşa edilmemiş iken inmişti. Rabbimiz Mescidi Aksa’nın etrafını da mübarek kıldığını söyleyerek onun kutsiyetine daha bir ayrıcalık katmıştır. Ayette anlatıldığı gibi Mescidi Aksa miraç hadisesinin üssü, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in göğe yükselişi gerçekleştirdiği kalkış noktasıydı.
Tarihin üçüncü kaynağı olarak Rivayetler İslam Ümmeti’nin tarihi neredeyse tamamen rivayetler üzerine oluşmuştur. Rivayet edilen nassın son derece dikkat gerektiren bir titizlikle dil kurallarına uyup uymadığı açısından kritiği yapılıyordu ki, biz buna metin kritiği/tenkidi diyoruz. Birde nasslar rivayet eden ravileri açısından; onların hayatlarının incelendiği, güvenilir kimseler olup olmadıklarının kritiğinin yapıldığı bir incelemeye tabi tutuluyordu ki bu “cerh ve ta’dil” ilmi diye başlı başına bir ilim olarak ortaya çıkmıştır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sünneti ve sünnetin tedvini noktasında bu hassasiyetin tam manasıyla nasıl işletildiğini ilgili olanlar bilmektedir. Benzeri bir yöntem İslam tarihçileri tarafından titizlikle uygulanmıştır. Bu isimlerden ilk akla gelenler; Taberi, İbni Kesir, İbni Esir, Zehebi, Bağdadi ve İbni Asakir gibi isimlerdir.
Ve işler tarihin doğal akışı içinde gelişti. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem Arap yarımadasına bütünüyle hâkim oldu. O’nun ardından da İslam fütuhatı tabii seyrinde ilerledi. Hicri 15 Miladi 636 yılında Ebu Ubeyde RadiyAllahu Anh komutasındaki İslam orduları Kudüs’ü kuşattılar. Dönemin Halifesi Ömer RadiyAllahu Anh Patrik Sophronius’dan Kudüs’ün anahtarlarını bizzat kendi elleriyle teslim aldı. Ayrıca kutsallığından ötürü Kudüs, kıble Kâbe olarak değiştirilinceye kadar yaklaşık bir sene on ay Müslümanların kıblesi olmuştur.
Ayrıca bir Müslüman’ın tarihe bakış açısını şekillendiren önemli ilkelerden birisi şudur: İslam kendinden önce gelmiş olan bütün fikir, inanç ve sistemleri geçersiz kılmak üzere Allah’u Teâlâ tarafından gelmiş evrensel bir mesajdır.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Kudüs İslam gelmeden asırlar öncede mi kutsal olarak kabul ediliyordu? Kuran’ı Kerim’in şu ayeti de bunu ifade etmektedir.
َّ َ َوِم ا ْد ُخلُوا ا ال َ ُم َو َ أل ْر ُ ض ْ َيا ق ْ الم َق َّد َس َة التِي َك َت َب اللّ ُه لَك َ ِ ُم َف َتن َقلِبُوا َخ اسرِين ك ار ب د أ َى ِ ْ َ ْ َت ْرَت ُّدوا َعل
Kudüs tarihi ile ilgili birinci mesele: Kudüs’ün tarihi dediğimizde Müslümanlar açısından ilk akla gelen onun kutsal bir mekân olduğu meselesidir. Nitekim Kuran’ı Kerim İsra suresinin ilk ayetinin inişiyle birlikte bu meseleyi İslam akidesi ile ilişkilendirmiş yani Kudüs’ün kutsallığı konusunda hükmünü ortaya koymuştur.
إِلَى ُه َو
“Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz.” (Maide 21)
Bu noktada şöyle söyleyebiliriz: Yüce Rabbimiz Allahu Teâlâ daha önceki şeriatlarda birçok hüküm beyan etmiş ve İslam dini ile birlikte bu hükümleri nesh etmiş yani hükmünü (yani o şeye ya da davranışa verdiği değeri) ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla bugün yaşayan Hıristiyan ve Yahudiler İslam’a Allah’ın en son gönderdiği dinin hükümlerine tabi olmakla mükelleftirler.
َّ َ سبح ْح َار ِم ً ِع ْب ِد ِه ل َْي َ ال م َ ِّن ال َْم ْس ِج ِد ال َُْ َ ان الذِي أَ ْس َرى ب َّألقْصى ال َ ِن َآيا ِت َنا إِنَّ ُه ب ِي ذ ا ال َْم ْس ِج ِد ْ ارْك َنا َح ْولَ ُه لِنُرَِي ُه م ََ َ ِ ير ص الب َّ ُ السم ُ َ ِيع
“Kendi Kulunu (Muhammed’i) bir gecede Mescidi Haram’dan (Kâbe’den) yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescidi Aksa’ya (Kudüs’e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” (İsra 1)
Devam Edecek…
61
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Özbekistan’da, “Çocuklarına Kasten HIV Bulaştırıldığını” İddia Ediyorlar
tarafından takip altına alınınca hapse atılacağını anlayarak kaçtı” dedi.
www.uznews.net haber sitesinin verdiği habere göre, birçok üyesi Hizb-ut Tahrir’e üye olmaktan dolayı tutuklanan bir aile, 27 Ocak’ta hayatını kaybeden 4 yaşındaki Mahmut Abdukarimov’a HIV virüsün bulaştırıldığını öne sürüyor.
Evlerinin sık sık polis baskınlarına maruz kaldığını açıklayan Abdukarimova, kayıplara karışan Guzal’in kocasının ayda bir kere sorguya çekildiğini ve polisin kendisini dini aşırıcılıkla suçlamaya çalıştığını vurguladı. Mahmut’a 2 yaşındayken HIV bulaştırılmasının emniyet güçleri tarafından ailelerine yapılan işkencelerden biri olarak olduğunu savunan Mukaddam Abdukarimova, “Emniyet yetkilileri, torunumuza kasıtlı olarak HIV’ın bulaştırıldığını ebeveynleri sorguya çektikleri zaman açıklamışlardı. Sorgu sırasında hepimiz Hizb-ut Tahrir üyesi olduğumuzu itiraf etmememiz halinde tüm aileye bulaştırmakla tehdit etmişlerdi” dedi.
Konuyla ilgili bilgi veren ölen çocuğun büyük annesi Mukaddam Abdukarimova, Mahmut’a 2 yaşındayken 4. Taşkent Şehir Hastanesinde tedavi altında bulunduğu sırada HIV bulaştırıldığını ve hastane yetkililerin bunu kasten yaptıklarını savunuyor. Fertlerinden birinin “dini aşırıcılık ve yasadışı faaliyet yapma” suçundan dolayı tutuklanmasından sonra ailesinin hükümet tarafından baskılara maruz kaldığını açıklayan Mukaddam Abdukarimova, 4 yaşındaki çocuğun naaşını annesi olmadan toprağa vermek zorunda kaldığını bildirdi.
Çocuk’ta HIV teşhisinin yapıldığı bir yıl önce 4. Taşkent Şehir Hastanesinde bir görevlinin Mahmut’a hükümetin emri üzerine HIV’in bulaştırıldığını itiraf ettiğini gözyaşları ile anlatan anneannesi, HIV teşhisine rağmen ölüm belgesinde sebep olarak Sepsis hastalığının belirtildiğini açıkladı.
Hayatını kaybeden Mahmut’un annesi Güzal Abdukarimova’nın, kız kardeşi Dilnoz’un 2009 yılında başörtü kullanmaktan dolayı aşırıcılıkla suçlanarak tutuklanmasının ardından Özbekistan’dan kaçmak zorunda kaldığını öne süren Mukaddam Abdukarimova, “Bir buçuk yıl önce iki akrabası Dilnoza Tuhtahojaeva ve Şahlo Rüstamova’nın 12 yıla hapse çarptırılmalarının ardından, Güzal da emniyet güçleri Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Öte yandan 4. Taşkent Şehir Hastanesinde tıp görevlileri olayları yorumlamaktan kaçındıklarını yazan www.uznews.net’in haberine göre sadece bir doktor ismini gizleyerek, hastanede yaşanan adaletsizliği artık çekemediğini vurguladığını ve birçok çocuğa kasıtlı
62
Dünyadan Haberler olarak HIV’in bulaştırıldığını itiraf etti.
sında kalan uçsuz bucaksız Orta Asya, geçen yıl NATO’nun Taliban’la savaşında yeni bir tedarik rotası olmayı kabul edince kendisini küresel siyasette göz önünde buldu.
İsmini açıklamayan doktor, “Kendiniz düşünün, sağlıklı anne ve babadan doğan iki yaşındaki bir çocuğun (Mahmut’a bulaştırıldığında sadece 2 yaşındaydı) HIV’li olması mümkün mü? Ona burada bulaştırıldı. Hekimler bunu biliyorlar. Böyle tıp görevlileri ile çalışmak zorunda kaldığımdan dolayı çok üzgünüm. Çocuğa çok acıyorum. Böyle çocuk sayısı çok” şeklinde itirafta bulundu.
Ekonomik durgunluğun ve yoksulluğun pençesinde kıvranan bölgenin “laik Müslüman” halkının son dönemde radikal fikirlere yönelik eğiliminde bir artış görüldü. Güvenlik analistleri Taliban’ın yanında savaşmak için bölgeyi uzun süre önce terk eden militanların bölgenin hassas durumundan faydalanmak için geri döndüklerini ifade ediyor.
Özbekistan’ın bazı hükümet dışı teşkilatları çocukların da iktidar hedefine geldiğini itiraf ederken, uluslararası insan hakları örgütleri, Özbekistan’da özellikle dindar insanlar, tarafsız gazeteciler ve iktidara muhalif görüşlülerin düzmece suçlamalarla hapislere atıldıklarına ve cezaevlerinde işkencelere maruz kaldıklarına dair binlerce belge ve kayıt topladıkları biliniyor. (Kırım Haber Ajansı) ***
İSLAMCILIK GÜÇLENİYOR Sovyet hâkimiyetinden bu yana 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hala etkili muhalefet partilerinin ortaya çıkmadığı bölgede, temel özgürlüklerin yokluğuyla artan öfke İslamcılığın yükselişine zemin hazırladı. Bu eğilim özellikle El-Kaide’nin yeni yuvası olarak görülen Yemen’deki istikrarsızlığa benzerlik gösterdiği için endişelere neden oluyor. Söz konusu risklerin farkında olan NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen geçtiğimiz hafta sonu yaptığı açıklamada uluslararası kamuoyunun Orta Asya’ya daha fazla ilgi göstermesini istedi.
Orta Asya Patlamaya Hazır Bir Bomba Gibi
Sonu gelmeyen ekonomik durgunluk ve politik krizler, bölgede İslami radikal grupların tekrar güçlenmesini sağlayan şartların doğmasına neden oluyor. Uzun zaman boyunca yöneticilerin vatandaşları üzerinde kurdukları siyasi baskıyı haklı göstermek için kullandıkları fikriyle göz ardı edilen eski Sovyet bölgelerindeki İslami radikalleşme, Afganistan’da şiddeti giderek artan bir savaş sürdürmekte olan Batı için bir gerçeklik haline geliyor.
Rasmussen, “Afganistan teröristler için güvenli bir sığınak haline gelirse Orta Asya’dan kolaylıkla Rusya’ya yayılabilirler. Çünkü Afganistan bir ada değil ve sadece bu ülkenin sınırları içinde kalmış bir çözüm başarılı olamaz” dedi. Orta Asya’da ilk uyarı sinyalleri, geçen yıl Kuzey Afganistan’daki güvenlik durumunun iyice kötüleştiği dönemde Özbek, Tacik ve Kırgız askerlerinin terörist olarak niteledikleri çetelerle çatışmaya girdikleri zaman alındı.
Analistler, etnik gerilimin yıllar boyunca yoğunlaştığı yoksul bölgede, Özbekistan İslami Hareketi gibi uzun süredir faaliyet göstermeyen grupların tekrar güce kavuştuğunu belirtiyor. Afganistan ve Orta Asya uzmanı Ahmed Raşid, militanların Orta Asya’da düzenlenecek uzun süreli askeri operasyon hazırlığında olduklarını belirtirken, İslami hareketin ekonomik ve politik krizle birleşmesiyle şu an ciddi bir tehdidin oluştuğunu ifade ediyor.
Pekiyi kim bu insanlar ve neden geri döndüler? Raşid, militanların (Afganistan’da) başka insanlar için yeterince savaştıklarını ve şimdi kendi ülkeleri için savaşmak istediklerini söyledi ve ekledi: “Asıl tehlike, militanların Orta Asya’ya silah, mühimmat ve insan gücü sızdırmaları.”
Çin, İran, Afganistan ve Rusya’nın orta-
63
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Dünyadan Haberler YOKSULLUK RADİKALLİĞİ TETİKLİYOR Afganistan İçişleri Bakanlığı sözcüsü ise tamamı sivil, 42 kişinin bulunduğu araçtakiAnalistler, liderlerinin ölümünden, doğal lerden 27’sinin öldüğü yönünde haberler alafetlere kadar sayısız sebebin militanları çadığını belirtmişti. tışmaya sürükleyebileceğini belirtirken, KeriAfgan hükümeti de sivil can kayıplarıyla mov veya Rahman’ın ölmesi halinde çıkacak ilgili soruşturma başlatiç karışıklığın militanlatığını açıklamış, NATO Orta Asya’daki terör faaliyetlerinden rın aradığı fırsat olacağıkomutanı General Stansorumlu tutulan bir diğer örgüt nı ifade etti. ley McChrystal’in ise Hizb-ut Tahrir, bölgede on binlerce Orta Asya’daki terör derin üzüntü duyduğuüyesi olduğunu kabul ediyor ancak faaliyetlerinden sorumlu nu öne sürdüğü saldırı benimsedikleri metotların tamamen tutulan bir diğer örgüt yüzünden şahsen AfgaHizb-ut Tahrir, bölgede barışçıl oldu-ğuna vurgu yapıyor. nistan Devlet Başkanı on binlerce üyesi olduHamid Karzai’den özür Taci Mustafa, “Batı’nın sözde ğunu kabul ediyor ancak dilediği ifade edilmişti. ‘teröre karşı savaşını’ ilan etmesinin NATO, Afganistan’da benimsedikleri metotlaardından, Orta Asya hükümetleri son sekiz ayda iki büyük rın tamamen barışçıl olbunu politik rakiplerini tutuklayıp harekat düzenledi. duğuna vurgu yapıyor. işkence yapmak için bir bahane olarak ISAF bildirisinde, Örgütün Londra tekullandı” dedi. Afganistan’daki işgal msilcisi Taci Mustafa, güçlerinin komutanı “Batı’nın sözde ‘teröre ABD’li General Stanley McChrystal’ın, “Ben karşı savaşını’ ilan etmesinin ardından, Orta bizim askerlere açık bir şekilde anlattım. Asya hükümetleri bunu politik rakiplerini Afganistan’da ülke halkını korumak için bututuklayıp işkence yapmak için bir bahane lunuyoruz. Sivillerin ölmesi veya yaralanmaolarak kullandı” dedi. sı onların bize güveni ve görevimizin doğruluğuna inancını zedeliyor.” sözleri yer aldı. Uzmanlar, Orta Asya ’nın içinde büyümekte olan aşırı tutuculuğun, milyonlarca göçmenin ABD: Sırada Kandahar var işsiz kalmasına neden olan ekonomik krizle Nato’nun Afganistan’daki komutanı Amerikalı General Stanley McChrystal, güberaber artmakta olduğunu belirtti. neydeki Helmand vilayetinde başlatılan geKriz Grubu yayınladığı bir rapor da, bölniş çaplı operasyondan sonra sırada komşu gedeki güvensizliğin çöken altyapı ve zayıflaKandahar’ın olabileceğini söyledi. İngiliz yan ekonomi yüzünden daha da kötüye gittiThe Times gazetesine açıklamalarda buluğini ortaya koydu. (Reuters Haber Ajansı) nan McChrystal, ‘’Halk nerede tehlikedeyse oraya gideceğiz. Kandahar’ın da sadece ülkeAfganistan’da Korkunç Katliam... nin güneyi için değil, bütün ulus için çok çok Afganistan’ın güneyinde, işgalci NATO önemli olduğu açık. Bununla birlikte burası güçlerinin bir araç konvoyuna hava saldırısı uluslararası kuvvetlerin hedefindeki tek böldüzenlediği, saldırıda kadın ve çocuklardan ge değil’’ dedi. oluşan 33 sivilin öldüğü açıklandı. Afgan hüUluslararası kuvvet, 15 bin askerin kakümetinden yapılan açıklamada, 3 aracın vutılımıyla Taliban’ın kalelerinden biri olan rulması sonucu ölenlerin sayısının 33’e yükHelmand vilayetindeki Marcah ve civarında seldiği belirtilirken, bombardımanın ‘’haklı geniş çaplı operasyon başlatmıştı. 121 bin işçıkarılamayacağı’’ yorumu yapıldı. galci askerin bulunduğu Afganistan’da 30 NATO, içinde isyancıların bulunduğunu bin takviye Amerikan askerinin gelişiyle 150 sandıkları bir grup araca ateş açıldığını, anbinden fazla yabancı asker bulunacak. Yılbacak sonra araçlarda sadece kadın ve çocukşından beri 93 yabancı asker hayatını kaybetların olduğunun görüldüğünü doğrularken, miş bulunuyor. can kaybı konusunda açıklama yapmamıştı. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
64
Rabia GÖKEREN
G
Kadınlar hiçe sayıldığından erkekler dilediği kadar kadınla evlenebilirdi. Cahiliye de kadının dişi deveden bir farkı yoktu. Bazıları güzel cariyeleri toplayıp fuhuş yaptırırdı. Cariyeler mal gibi pazarda satılırdı. Esir olan kadından doğan çocukta esir sayılırdı. Cariyeler deve çobanlığından ev bakıcılığına kadar her işi yapmak mecburiyetindeydi. Yiyeceklerin bazısı kadına yasak edilirdi. En’am suresi 139. ayetinde Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurur:
elişen teknolojiyle değişen dünyamızda her şey gibi kadın ve kadının toplumdaki yeri de değişti. Yeni problemler ve bu yeni problemlere insan aklından çıkan yeni çözümler sunuldu. Fakat bütün bu çözümlere, kadın hakkındaki konferanslara ve çıkan kanunlara rağmen kadın konusuna hala köklü bir çözüm bulunamadı. Ve bu çözümsüzlük onu istismar edenlerin dillerinde daha uzun süreler konuşulup tartışılacağa benzer. Bu vahim durum aynen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e risalet gelmeden önceki döneme benzemektedir. Cahiliyle de kadın olmak bir utanç kaynağıydı. Bu yüzden kız çocuğu olan baba ikilemde kalırdı. Acaba bu utanç içinde yaşasın mı yoksa çocuğunu diri diri toprağa gömsün mü diye? Kadının insani haklara sahip olmadığına inanıyorlardı; kadının miras hakkı yoktu. Ebu Sufyan’ın Hanımı Hint misali zengin ve soylu olanların dışında kalan diğer kadınlar erkeğin kölesi durumundaydı. Kadına verilen mihre alım satım anlaşması olarak bakılır ve mihri baba alırdı. Kocası öldüğünde ise kocanın akrabaları toplanır malı paylaşılır ve kadın da tıpkı bu mallardan biriymiş gibi davranılırdı. Kocanın uyanık akrabalarından biri uyanık davranıp elbisesini kadının üzerine atar ve kadın bundan kaçıp kurtulamazsa kadın da bu akrabanın malı olurdu. İsterse mihirsiz olarak evlenir, isterse başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Ya da kadına kalan mirası almak için onu evlenmekten men ederdi.
َ ون َه ِذ ِه ا ُورَنا َو ُم َحرٌَّم َعلَى ِ َوقَالُوْا َما فِي بُ ُط ِ ِص ٌة لِّ ُذك َ أل ْن َعا ِم َخال ِ أَ ْز َو َّي َت ًة َف ُه ْم فِي ِه ُش َركَاء ْ اج َنا َ ِإو�ن َيكُن م
“Onlar bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup kadınlarımıza yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur.” Gerçekten İslam gelmeden önce kadın bir hiçti. Ömer RadiyAllahu Anh şöyle der: “Bizler cahiliye de kadını hiçbir şey saymazdık. Ne zaman ki İslam geldi kadınlarla ilgili hükümler gelmeye başladı ve biz o zaman kadına da değer verilmesi gerektiğini anladık.” Rabbimiz gelen ayetlerde kadın ve erkeği birçok yerde birlikte anmış ve onları kul olmaları bakımından eşit tutmuş ve Ahzap suresi 36. ayette şöyle buyurmuştur:
َضى اللَّ ُه َو َرُسولُ ُه أَ ْم ًار أَن ٍ ِم ْؤم َ ِن َواَل ُم ْؤ ِم َن ٍة إِذَا ق َ َو َما ك ُ َان ل ِ َه ُم ال ض َّل ِ ِن أَ ْمرِِه ْم َو َمن َي ْع َ ص اللَّ َه َو َرُسولَ ُه َف َق ْد ْ ْخ َي َرُة م َ َيك ُ ُون ل ضلاَ اًل ُّمبِي ًنا َ
“Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
65
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Geçmişten Günümüze Kadın zin cinsî isteklerinizi tatmin ediyoruz. Siz erkekler ise Cuma namazı kılmak, camilere ve cemaatlere gitmek, hastalara gidip hatır sormak, cenazelerde bulunmak, defalarca hacca gitmek, bunlardan daha faziletli olarak da Allah yolunda savaşıp cihad etmek gibi üstünlüklerle bizi geçmiş durumdasınız. Şurası da bir gerçektir ki erkekler hac ve umre yapmak, kâfirlerle savaşmak üzere evinden çıktığı zaman mallarınızı biz koruyoruz, iplik eğirip elbiselerinizi dokuyoruz ve çocuklarınızı besliyoruz. O halde biz kadınlar, o hayırlı işlerin ecir ve sevabında sizlere ortak olamaz mıyız?” Esma gerçekten güzel konuşmuştu. Efendimiz onu sonuna kadar dikkatle dinledikten sonra yanında bulunan sahabelere dönerek: “Siz, bir kadının dînî konulardaki sorularını bundan daha güzel ifade ettiğini duydunuz mu?” diye sordu. Sonra da Esmâ’ya şunları söyledi: “Ey hanım! Şunu iyice anla ve seni gönderen hanımlara anlat ki, kadın kısmının kocasıyla iyi geçinip onun hoşnutluğunu kazanması, saydığın o değerli ibadetlerin hepsine denk olur.” Esmâ bu cevabı alınca çok sevindi ve “Lâ ilâhe illallâh” diyerek oradan ayrıldı.
Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ayetler iniyor ve kadınların durumu batıldan hakka doğru değişmeye başlıyordu. Bu konuda en güzel örnek Rasulullah’tı. Risalet geldiği ilk andan itibaren en büyük yardımcısı eşi Hatice validemizdi. Ona destek veren ve ona ilk iman eden varıyla yoğuyla Nebi’ye yardımcı Hatice. Onun vefat ettiği seneye Rasulullah’ın hüzün yılı demesi de bu yüzdendi bekli de. Onun vefatından yıllar sonra bir gün Rasulullah eşi Aişe RadiyAllahu Anhuma ile otururken, Hatice’nin RadiyAllahu Anhuma kız kardeşi Havle’nin sesini duyunca birden irkiliyor ve gelen misafire gereken hürmeti gösteriyordu. Bu durum Aişe’yi kıskandırsa da. İslam’ın ilk şehitlerinden biri de Sümeyye RadiyAllahu Anhuma idi. O kendisi bir köle olmasına karşılık İslam ile tanışıp kula kulluktan kurtulup Allah’a öyle bir köle olmuştu ki, efendisi olan kâfirlerin hiçbir işkencesine aldırmıyor ve sonunda şahadet şerbetini içiyordu. Ve o günden bu güne hala halkı Müslüman olan ülkelerde bu ismi binlerce kız göğsünü gererek kullanmakta ve onu kendine örnek almaktadır.
Allah’ın Rab (terbiye edici) olduğu fikri toplumda yaygınlaşınca Esma validemizin teslimiyeti gibi hareketler çoğalır. Onlar Allah’a kul olma noktasında erkeklere nasıl yetişecebileceğini düşünüp sorgularken günümüz de kadınlar kulluk noktasından uzaklaştıkça nasıl değil nedeni sorgulamaya başladılar ve neden erkeğe itaat? Neden örtü? gibi Allah’ın emirlerini tartışmaya başladılar. Kadınların bu değişimini incelediğimiz zaman önce fikirlerinin değiştiğini görürüz. Asr-ı Saadette kadın için kocaya itaat bir yük değil Allah’a yaklaşmak için bir yol iken, bugün kadının fikirleri belli çevrelerce sulandırılmış ve sorgulamaması gereken şeyleri sorgular hale gelmiştir. Bugün toplum kadın olsun erkek olsun Allah’ın kurallarından uzaklaştıkça ya kendilerini ya toplumu kural koyucu olarak tanımışlar ve buda onlarda birçok problemi beraberinde getirmiştir. Eskiden kadın şu 3 soruyu kendisine sorup cevaplandırdıktan sonra Allah’a kul olmaya çalışıyordu. Nerden geldim? Niçin geldim? Ve nereye gideceğim? Bu soruları cevaplandırdıkça ufku açılıyor dünya ve içindekiler onun gözünde küçülüyordu. Hanım sahabelerden Afra Hatun evlatlarını bu bakış açısıyla yetiştirmiş bir hanımdı. Muaz, Muaviz ve Avf adında üç oğlu vardı. Onları Bedir savaşına yolladı. Afrâ Hatun RadiyAllahu Anhuma iki oğlunun şehid olduğunu haber alınca
Müşrikler Rasulün soyunun kesik olduğu söylentisini yayınca Rabbimiz Allah Azze ve Celle Kevser suresiyle “asıl soyu kesik olan onlardır’’ diyordu. Ve Rasulullah’ın soyu kızı olan Fatıma RadiyAllahu Anhuma annemizin soyundan devam ediyordu. Fatıma annemizin evi Rasulullah’ın sefere giderken en son, dönüşte ise ilk uğradığı yerdi. Fatıma RadiyAllahu Anhuma cahiliye de kız çocuklarına hiç değer verilmezken, Rasulullah ilk çıkan meyvenin kız çocuklarına verilmesini tavsiye ettiğini rivayet ediyordu. Ve Medine’ye ilk vardığında kendisini karşılayan kız çocuklarının seni seviyoruz “Ya Rasulullah” deyişine Allah yemin olsun ki ben de sizleri diye cevap veriyor ve kız çocuklarına verilmesi gereken değeri her fırsatta tekrarlıyordu. Ve yine Asr-ı Saadette Esma binti Yezid gibi hanımlar yetişiyordu. Ashab-ı Kiram’ın hanımlarından olan Esmâ binti Yezîd, sahabe hanımları adına Rasulullah’a geldi ve şunları söyledi: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü!. Ben kadınlar tarafından gönderilen bir elçiyim. Allah’u Teâlâ seni bütün erkeklere ve kadınlara Nebi olarak gönderdi. Biz sana ve senin Rabbine iman ettik. Fakat biz, kadınlar olarak, sizin evlerinizde kapanıp kalıyoruz, siMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
66
Geçmişten Günümüze Kadın 7) Ebeveynle ilişkide uyumsuzluk
Allah’a hamd etti. Diğer oğlu Avf’ın onlarla birlikte şehid olamayışına üzüldü. İstiyordu ki, o da Allah yolunda canını fedâ eylesin. Bu üzüntüsünü Fahr-i Kâinat Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimize gelerek şöyle dile getirdi. “Ya Rasûlallah! İki çocuğum şehid oldu. Keşke Avf da aynı mertebeye ulaşsaydı. Acaba Avf onlardan daha mı geridedir:” dedi. Rasulullah efendimiz iman ve şehidlik özlemiyle dolu bir kalbe sahip bu anneye şu cevâbı verdi: “Hayır! Muaz ve Muavviz hayattan tam lezzet alamadan genç yaşta şehid oldular. Fakat Avf da onlardan geride değildir.” buyurdu.
Eşlerin uyumsuzlukları: 1) Eşine yeterince vakit ayıramama 2) Aile içi sorumluluklar da zayıflama ve ters tepki 3) Eş ve çocuklar ile olan ilişkiler de uyumsuzluk ve yetersizlik 4) Aile bireyleri arasında tahammülsüzlük ve ferdileşme tehlikesi Bu sorunlar karşısında bunalan kadın çözümü yine bu sistemin içinde arayınca sorunlar çözüm yerine daha problemli hale geliyor. Asıl problem bu sistemin kadına bakışında saklıdır. İslam kadına korunması gereken bir ırz olarak bakarken, kapitalist sistemin kadına bakışı tıpkı cahiliyle dönemindeki gibi, kullanılması gereken bir meta halindedir. O dönemle şimdi ki zamanı karşılaştırdığımızda pek çok benzerlikler bulabiliriz. O zaman Rasul’ün risaletiyle nasıl batıldan hakka doğru bir dönüş olduysa, İslam’ın tekrar dünyaya hâkim olmasıyla yine bu dönüş gerçekleşecektir. Tarih boyunca sömürülen kadın ilk defa İslam ile değerini bulmuş, gerçek saadete kavuşmuştur. Şu bir gerçektir ki ne zaman bir yerde sömürü varsa orada o sömürülenleri kullananlar muhakkak olacaktır. Bu bağlamda günümüz kadınlarının durumuna dönersek cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çıkarılan kanunlarla güya kadınlara özgürlükler tanınmış, ona seçme seçilme hakkı (sanki İslam da yokmuş gibi), çalışma hakkı gibi bir takım özgürlükler verilmiş ve kadının hayat anlayışı değişmiştir. O artık sadece bu dünyaya ilişkin sorunlarını çözmeye çalışmış ve nereye gidiyorum sorusundan kaçar hale gelmiştir. Ancak bu dar bakış açısı onun ne bu dünyadaki problemlerini çözmüş ne de onu rahata kavuşturmuştur.
Bugün kadınların istikbal anlayışları değişti, geleceği bu dünyadan ibaret zannedenlerin ufku daraldı, gelecekle ilgili planları sadece bu dünyayla sınırlı kaldı. Dolayısıyla da yetiştirdikleri nesillerde bu fikirler üzere yetişti. Nereye gideceğim fikrinin hayattan çıkmasıyla dengeler değişti. Kadının, erkeğin ve çocuğun nerede durması gerektiği ve görevleri birbirine karıştı. Kadına dışarıda çalışma fikri bir hak gibi verildi ve kadınlar bunu sahiplendi. Tabi ki verilen bu haklar yeni sorunlar ortaya çıkardı. Kadın her şeyden önce anneydi. Kadını çalışmaya itenler onun fıtratının gereği olan annelik duygusunu hiçe saydılar. Çalışmaya özendirilirken ona çalışma ile ilgili imkânlar tanımadılar. Sorunlarını hafifletecek olan kreş, emzirme odaları, yaşlı bakım kurumları ile ilgili olanaklar yıllardır sağlamadılar. Bu da yetmezmiş gibi yeni çıkan kanunlarla doğum izni kısaltıldı ve kadın daha kendini toparlamadan işe dönmeye zorlandı. Günümüzde çalışan kadın iki işverenli bir işçi gibidir. İş yerinde patron evde ise koca. Ev, eş, iş, çocuktan oluşan dört vardiyalı bir işçi gibidir. Kadın Allah’ın kendisine yüklediklerini bırakıp yüklemediklerini yüklendikten sonra bu ağırlığın altında ezildi ve ortaya huzursuz aileler, kadınlar ve çocuklar çıktı.
Allahu Teâlâ bizlere İslam’ı hâkim kılmak için çalışmayı ve kadın Rasulullah zamanında nasıl gerçek kimliğine kavuştuysa bizlere de gerçek kimliğimize uygun bir yaşam sürmeyi nasip etsin.
Çalışan kadınların çocuklarının ve eşlerinin uğradığı olumsuzlukları uzmanlar şöyle sıralamışlardır: 1) Saldırganlık, ölüm korkusu ve suçluluk duygularında artış
ِ َوق ون َ ون َو َستُ َرُّد َ ُُم َو َرُسولُ ُه َوال ُْم ْؤ ِمن ْ ُل ْ اع َملُوْا َف َس َي َرى اللّ ُه َع َملَك َّ ِ ِ ِّ ُون ل م ع ت م ت ُن ك ا ِم ب ُم ك ئ ب ن ي ف ة د ا ه الش و ب ِ ي غ ل ا م ل ا ع َى ل إ ْ َ ِ َ َ ْ َ ْ ُ َ ُ َُ َ َ َ ْ َ ِ َ
2) Ebeveyne yönelik aşırı bağımlılıklar
“Deki; çalışın, amellerinizi Allah’ta Rasulü’de, müminlerde görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe 105)
3) Ebeveynin birlikteliğini kıskanma 4) Kendine güven eksikliği ve içe dönüklük 5) Anti-sosyal davranış geliştirme 6) Bedensel ve ruhsal gerilime
67
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
ARKTİK BÖLGEDE SAVAŞ HAZIRLIKLARI
özel bir anlam taşımaktadır. Arktik Bölgede NATO ve Rusya’nın karşı karşıya olduğu gayet açık ve nettir. Zira bölgede hak iddiasında bulunan beş ülkeden dördü NATO üyesidir. Danimarka ve Norveç’in Rus çekinceleri bu iki ülkenin NATO’nun yeni stratejilerinin oluşturulması konusunda aşırı efor sarf etmelerine neden olmaktadır.
Küresel iklim değişikliğine bağlı olarak erimeye yüz tutan kuzey kutup buzulları ve yine buna bağlı olarak bölgede açılan yeni yollar ve üstüne üstlük bölgede keşfedilen muazzam miktarlardaki petrol ve doğalgaz rezervleri, dikkatlerin bu yenidünya üzerine çekilmesi için yeterli sebepleri oluşturmaktadır. Arktik Bölge’yi oluşturan ülkeler ABD, Rusya, Kanada, Norveç ve Danimarka’ya bağlı Grönland’dır. Amerikalı araştırmacılara göre dünya üzerindeki keşfedilmemiş petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte biri bu bölgede bulunuyor. Yine iddialara göre buradaki doğalgaz rezervi tüm dünyanın ihtiyacını 14 yıl boyunca, petrol rezervleri ise tüm dünyanın ihtiyacını 3 yıl boyunca karşılayacak düzeyde.
Danimarka Savunma Bakanı Soren Gade Rejkavik’te yapılan Kuzey Kutup Bölgesi Konferansında NATO dergisine şu açıklamaları yapmıştır: “Bugün Kuzey Kutup Bölgesi gündemde, ama biliyorsunuz birkaç yıl sonra daha da çok gündemde olacak. Bu semineri Kuzey Kutup Bölgesi konusundaki görüşmeler için bir tür yeni bir başlangıç olarak düşünüyorum. Çok sorunumuz var ve bu sadece bugün için değil, önümüzdeki yıllarda buz dağları küçüldükçe, Kuzey Kutup Bölgesi petrol kuyuları açılabilecek hale gelince bu sorun daha da artacak. Bunun tehlikeli olacağına hiç şüphe yok. Bu bölge kime ait? Örneğin Illusiat var. Biliyorsunuz bu önemli bir belge. Bu konunun uluslararası hukuk çerçevesinde çözümlenmesi gerektiği kanısındayız. Bu iyi bir başlangıç çünkü böylece bölgede bir silahlanma yarışı olmaz
Bu noktada eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olması ve eski Norveç Dışişleri Bakanı Jan Petersen’in NATO Parlamenterler Meclisi Stratejik Kavram Grubu Özel Raportörü olarak görev yapması özel bir anlam taşıyor. Bu zatların NATO konusunda gösterdikleri üstün gayretler de Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
68
Kısa - Yorum veya bölgenin size ait olduğunu kanıtlamak için oraya asker yollamak zorunda kalmazsınız.
kanı İlker BAŞBUĞ’A ziyarette bulundu. Genelkurmay Başkanı Türkiye’deki protokol sıralamasında, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’dan sonra 4’üncü sırada yer alıyor. Savunma Bakanı’nın da aralarında yer aldığı Bakanlar Kurulu üyeleri ise protokol sıralamasında 10’uncu sırada bulunuyor. NATO’nun protokol sıralamasında ise Savunma Bakanları, Genelkurmay Başkanları’nın önünde yer alıyor. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, NATO Savunma Bakanları Toplantısı’na katılsaydı, örgütün protokol sıralamasına göre Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün arkasında oturmak zorunda kalacaktı. Böyle bir durum bir Genelkurmay Başkanı için ne kadarda alçaltıcı bir şey olurdu. Nihayetinde Genelkurmay başkanı, dünya kamuoyu nezdinde savunma Bakanı’nın altında bir pozisyonu kabullenmediğini göstermiş oldu. Bu onlardaki büyüklük ve kibir hastalığının bir tezahürüdür.
Ama bu bölgede çok miktarda petrol olduğu düşünüldüğü için bölge tüm ülkelerin gündeminde önemli bir yer tutuyor. Çok petrol varsa ve bu size aitse, çok zengin olursunuz ve bu petrolü aramak istersiniz. Belki bugün, petrolün varili 40 dolar iken değil ama varil fiyatı 140 dolara çıkınca araştırmak istersiniz. Bu alanda araştırmalara çok para harcıyoruz. Danimarka’da bu böyle, ama bölgedeki tüm ülkeler yani Rusya, ABD, Norveç, Kanada ve diğer ülkelerin hepsi de bu hassas bölge hakkında bilgi sahibi olmak için harcama yapıyor.” NATO ve Rusya konusunda da şu açıklamaları yapmıştır: “Durum Rusya’ya karşı NATO değil. Ama konu zor çünkü orası tamamen buzla kaplı olduğu için buzun hep kalacağını… Önümüzdeki bin yıl boyunca da buzla kaplı olacağını düşünüyorduk. Büyük bir sorun yoktu. Ama bugün sorun var. Ama bu NATO ile dünyanın diğer ülkelerinin karşı karşıya gelmesi demek değil. Ve bunun NATO’nun rolünü yeniden belirlemesi ile de ilgisi yok. Dört NATO ülkesi var, bu bir askeri ittifak, ama biz dört ülkeden bahsediyoruz ve Rusya ile ve bölgede hak iddia eden diğer ülkelerle işbirliğine ihtiyacımız var. İşbirliğini gerektiği gibi yürüttüğümüzden emin olmalıyız. Vergilerini ödeyen halk bunu istiyor, Rusya’da da Danimarka’da da.”
Başbuğ-Gates buluşmasında ele alınan konular Afganistan, PKK ve NATO kapsamında Türkiye’ye yerleştirilecek olan füze savunma sisteminde Türkiye’nin rolü oldu. Fakat toplantıda öne çıkan konu, toplantıdan sonra yapılan açıklamalara göre PKK. Amerikan Savunma Bakanı Gates, Amerika ve Türkiye’nin PKK konusundaki işbirliğini yoğunlaştırdığını ve bu konuda nihai çözümün herkesi öldürmek olmadığını ve PKK’nın şiddete son vermesi için, Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’ye baskı kurulması gerektiği görüşlerini dile getirdi. Bu açıdan PKK’yı tasfiyeye yönelik uzun zamandır devam eden Kürt Açılımı’nın veya Demokratik Açılım’ın başarısızlığa uğradığı ilk ağızlardan itiraf edilmektedir. Bu meyanda, PKK ile mücadelede yeni imkânlar aramaya yönelik olarak Türkiye’ye gelen, Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin komutanı Orgeneral Ray Odierno’nun ziyaretleri dikkat çekicidir.
Soren Gade’e şu hususun hatırlatılması herhalde gereklidir: Rusya’da siyaset, vergilerini ödeyen halkın, sırf vergi veriyorlar diye ne istediklerine pek bakmaz ve Rusya Halkı vergi veriyorum diye, Kremline “NATO ile müzakere et” talebinde bulunmaz. Bu işler böyle olmaz! Mesut Şahin
ROBERT GATES’İN TÜRKİYE ZİYARETİ ABD Savunma Bakanı Robert Gates, İstanbul’da yapılan gayri resmi NATO Toplantısı’na katılmayan Genelkurmay Baş-
Mesut Şahin
69
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Kısa - Yorum GAZZE İÇİN TOPLANAN YARDIMLAR NEREDE?
lardı ve ortam tamda onların işini kolaylaştırıyordu. Çünkü ümmetin bu sorununa karşı et oburlar gibi ağızları sulanıyor ve “biz de Gazze’ye yardıma varız” sloganlarıyla onlarca yıl olduğu gibi yine ortaya çıkıyorlardı. Gazze’ye yardım sloganları da yahudinin fosfor bombaları gibi çevreye yayılıyordu. Acı ve dram içinde olan İslam ümmeti; mermi atamıyorum, yanında olamıyorum bari en azından maddi yardımda bulunayım babından sömürgeci sülüklerin kucağına düşüyordu. Aslında Filistin’in bu dramını onlarca yıl suiistimal eden onlarca kurum, kuruluş var ve buradan besleniyor. Örnek; Büyük şehrin birinde 4.1.2009 bir parti Gazze için miting düzenliyor. En az 50.000 kişi ve insanlar da TV’de bu mitingi izliyor. Mitingdeki şovmen aynen şöyle diyordu: “Gazze için ne yapıyoruz? Cep telefonunu çıkarıyoruz ve işte bilmem kaça mesaj gönderiyoruz.” Bu nasıl bir yardım yöntemi? GSM firmasıyla, o partinin halkı ortakça sömürüsüdür ve bunun başkaca izahı yoktur. Çünkü toplanan paralar nerede? Gazze orada hala aç, açık ve evsiz. Kim bu yardımların hesabını soracak? Diyanet ve birçok kuruluş Gazze için yardım topladı. Ama akıbeti belli değil! Filistin’i ve tüm Müslümanları istismar edenler BM toplantısında aynen şöyle diyordu: “Gazze’ye hala gıda ve ilaç dışında bir şey sokulamıyor.” Peki, insan haklı olarak şunu soruyor: sen bir Başbakan olarak ne yapıyorsun? Milyonlarca para toplandı kim ne kadar topladı ve paralar nerede çünkü halen Gazze’ye ulaşmamış…
2008 başında aşağılık yahudi kâfiri her zaman yaptığı gibi Gazze’ye saldırdı. Bu saldırı acımasız insanlık dışı vahşetlere varan durumlara sahne oldu. Bu durum karşısında İslam Ümmeti’nin elinden gelen tek şey maddi yardım idi. Çünkü İslam Ümmeti’nin orduları kâfirlerin işbirlikçi ajan yöneticileri tarafından kışlalarına hapsedilmiş ve adeta zincirlenmişti. Her zaman olduğu gibi tabi bu işin en dramatik yanı Ümmetin evlatlarını kâfirler tarafından saldırıya, katliama, tecavüze, yağmalanmaya maruz kalınca onları yönetenler ümmetin malını, canını ve ırzını koruyacağına efendisi olan kâfire uşaklık etmeye pek marifetli oluyor. Bu işbirlikçi yöneticilere gelince, onların durumu aldatılmak ama her defasında aynı aldatmaya tekrar tekrar maruz kalmaktır. Bu aldatma, aşağılık yahudilerin Filistin’i işgalinden belli devam etmektedir. El Fetih’in Arafat’ı da onlarca yıl hem Filistin halkını hem de tüm İslam ümmetini aldattı. Nasıl aldattı? yahudi varlığını yok edeceğiz, şöyle yapacağız, böyle yapacağız diyerek. Her eylem pis yahudinin işgalini daha da artırdı, daha da yaygınlaştırdı. Bırak yahudiyi yok etmeyi her defasında İslami direnişi zayıflattı. Müslümanların ellerindeki silahlarını topladı ve yahudiye teslim etti. Ümmeti aldattı. Filistin konusunda ümmet maalesef hep aldatıldı. Buna en son örnek olarak 27 Aralık 2008’de necis yahudilerin Gazze’ye yaptığı saldırı ve 1300 civarında Müslüman’ın şehit edilmesini gösterebiliriz. Bu durum karşısında dünya kâfirleri kılını dahi kıpırdatmadı ve için için sevindi. Dünya Müslümanları tabi ki üzüldü, içi yandı, ciğeri kanadı fakat ne yazık ki ordularını harekete geçiremedi. Kendisi silah alıp Gazze’ye gidemedi, gidemezdi. Çünkü ülkesindeki hain işbirlikçi yönetici onu engelledi. Peki, ne yapabilirdi? Başka seçenek neydi? Bu arada sömürücü olan sözde bazı cemiyetler, gazeteler, TV’ler, dergiler, dernekler, partiler, vakıflar vs. durumdan kendine pay çıkaracakMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Tabiî ki biz Filistin’in probleminin ne olduğunu ve bu problemin yahudi varlığının ortadan kaldırılması ile çözüleceğini biliyoruz. İnşallah bunun yakın olduğunu da biliyoruz. Yani Hilafet’in yakın olduğunu, onun İslam Ümmeti’ni izzete kavuşturacağını ve buna olan inancımızın tam olduğunu da. İsmail GÜLTUTAN
70
Necahu’s SABATİN Geçen Sayıdan Devam;
san çocuğa yaklaş, gözlerine bak ve memnun olmadığını ona hissettir sonra da azarlanmasına neden olan kötü davranışı ona anlat. Burada önemli olan kendine hâkim olmandır. Meseleyi hafife alma ve alaycı bir tezahür sergileme, sakin ol. Çünkü bazı çocuklar babalarıyla uzun konuşmaktan ve onları kızdırmaktan zevk alırlar. Zira böyle yapmakla olumsuz da olsa anne-babanın kendisine daha fazla önem vermelerini sağlamış olurlar.
Birtakım Tembihler, Uyarılar 1. Sözü edilen davranışlar hakkında uzaklaştırmaları kullanmak tesirli bir üsluptur. Bu tür davranışlardan kurtulmaya veya azaltılmasına imkân verir. 2. Değiştirilmesini istediğin kötü davranış ortaya çıktıkça sebatla uzaklaştırma üslubunu kullan. 3. Uzaklaştırma üslubunda iyi bir tecrübe elde edildikten sonra vurmak veya öfke nöbetleri gibi hedeflenen başlıca davranışlara geçiş yapmak mümkündür.
Memnuniyetsizliğin çocuğun kendisinden değil davranışlarından kaynaklandığını belirginleştir. Memnuniyetsizliği hissettirmenin en tesirli olduğu vakit kötü davranışın meydana gelmesinden hemen sonraki zamandır.
4. Bir veya iki hafta içerisinde ortaya çıkacak olan davranış oranı %50-90 civarında olacaktır. Uzaklaştırma üslubunun yeterli olmadığını veya çocuğun yanlış yaptığını ve uzunca bir süre geçtikten sonra ancak bunun farkına vardıysan kötü davranışları durdurmak için aşağıdaki üslupları kullanman mümkündür:
Buharî Ebu Zerr RadiyAllahu Anh’den rivayet ediyor: Dedi ki: “Bir adamla atıştım ve onu annesiyle ayıpladım. (Ona dedi ki: Kara kadının oğlu) Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: Ey Eba Zerr. Onu annesiyle mi ayıpladın? Şüphesiz ki sende cahiliye işleri var.”
a) Azarlama ve hoşnut olmama: Kötü bir davranıştan dolayı çocuğu azarlamak istiyor-
Azarlama ve memnun olmadığını göstermek ne zaman fayda vermez?
Diğer Ceza Üslupları
71
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Çocuk Terbiyesinin Esasları - Azarlanması esnasında anne-babasına karşı çok kötü bir şekilde karşılık veriyorsa,
le ilgili hoş olmayan sonuçlar elde edilebilir. Bunun için doğal sonucu beklemeden bir başka ceza ile cezalandır. Örneğin bir hafta süre ile bisiklete binmesini yasakla. Veya arkadaşları arasında gıybeti ve dedikodu yapıyorsa üç gün süre ile arkadaşları ile konuşmasını yasakla. Namaz kılmakta tembellik ediyorsa kararlaştırılan bir geziye gitmesini engelle… vs.
- Onlarla tartışıyorsa, - Onların azarlamalarını görmezlikten gelip gülerek önemsemediğini gösteriyorsa, - Azarlama esnasında asabi tavırlar sergileme nöbeti tutmuşsa, - Olumsuz olmasına rağmen senin ona karşı fazlasıyla önem göstermenden zevk aldığını gösteriyorsa davranışların değiştirilmesi için azarlamanın faydası olmaz.
Çocuk kötü davranışı ile ceza arasında açık, net bir ilişkinin var olduğunu görüyorsa davranışlarını temizlemeye, düzeltmeye meyledecek, cezaya karşı olan direnme eğilimi de azalacaktır.
Bu durumlarda anne-babanın daha hafif ceza üsluplarını kullanması gerekir. b) Kötü Davranışlar İçin Doğal Neticeler: Doğal netice anne-baba engellemedikçe kötü davranışın ardından âdeten meydana gelen olaydır.
Bir taraftan cezanın çocuğun yaşı ile münasip olması gerekirken diğer taraftan da kötü davranışla uyumlu olması gerekir. Baba ceza kararını aldığı zaman bunu tepkisellikten ve şiddetli öfkeden uzak sakinlik içerisinde gerçekleştirmelidir.
Babanın kötü davranışın sonucu oluşan doğal neticenin tecrübe edilmesine izin vermesi gerekir. Ancak çocuğun selameti açısından bir tehlike varsa buna izin verilmez. Kötü davranıştan sonra doğal bir neticenin ortaya çıkması için çocuğu serbest bırak. Örneğin oyuncağını kasıtlı olarak kırmışsa doğal sonuç elinde kırık bir oyuncağın olması ve kesinlikle yeni bir oyuncakla değiştirilmemesidir. Kardeşlerini sıkıntıya soktuğu zaman doğal sonuç onunla oynamamaktır. Sabahleyin okula gitmek için hızlı bir şekilde uyanmıyorsa doğal sonuç okula geç kalması ve okul idaresinin gecikmenin sebebini araştırmasıdır. İhmal nedeniyle içeceği döktüğü zaman doğal sonuç bir başka içeceğe sahip olmamasıdır. Çünkü bu türden cezalar babaların herhangi bir müdahalesi olmadan kendiliğinden gerçekleşir ve çocuklar bu ceza sebebiyle babalarına karşı daha az öfkeli olurlar.
Kötü Davranıştan Kurtulmak İçin Davranış Cezasını Kullanma Metodu Şayet anne-baba sınırlı bir davranış için mantıksal bir sonuç elde edememişse davranışları cezalandırma metodunun kullanılması hakkında düşünmeleri gerekir. Örneğin anne-babaya yalan söylediği zaman çocuğun iki gün süre ile çizgi film seyretmesini yasaklamak. Kardeşine sövdüğü zaman her bir sefer için 50 kuruş para vermesi. Böylece annebaba çocukları için birçok cezalandırma icat edebilirler. Ancak kötü davranış ortaya çıkmazdan önce cezayı ve kullanma metodunu ona hatırlat. Örneğin anne oğluna; kardeşine sövdüğün her bir sefer için 50 kuruş para vereceksin demelidir. Ve davranışa ait cezanın ne olduğunu tekrarlamasını istemelidir ki böylece gelecekte sövmenin cezasının ne olduğunu hatırlasın ve ondan uzak dursun.
c) Kötü Davranışların Mantıki Sonuçları: Bazı zamanlar çocuklar üzerinde tehlikeleri söz konusu olacağı için babalar davranışlar nedeniyle doğal neticelerin ortaya çıkmasına izin veremezler. Çocuk güvenli olmayan bir yolda bisiklete binip sürmeye başlayıp doğal sonucun ortaya çıkması beklendiğinde trafikMart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Ceza verirken çok fazla kızgın olduğunu belli etmekten sakın. Yani çocuk senin ona kızdığın için değil, yaptığı kötü davranıştan dolayı cezalandırıldığını anlasın. Kötü davranışları yapmaya devam ediyorsa bu cezanın yeterli olmadığı anlamına gelir.
72
Çocuk Terbiyesinin Esasları Dolayısıyla cezanın suçla ve çocuğun yaşıyla orantılı olmasına dikkat edilmelidir.
de derslerinde düzenli olmaya, eve dönüş saatlerini belirlemeye yardımcı olur.
d) Çocuk ile babası arasında anlaşma olması: Çocukla babası arasında gerçekleştirilen bir sözleşmenin varlığı, aralarında yazılı bir muvafakatin olduğu anlamına gelir. Bu durumda herkes sorunu tanımaya, tartışmaya sonra da bir çözüme ulaşmaya çalışacaklar demektir. Bundan sonra sorumluluklar sınırlandırılır, bir sözleşme yapılır ve uygulanmasına başlanılır. Çocuklarla sözleşme yapılması işlemine yedi sekiz yaşları arasında başvurulur. Bu dönemdeki bu uygulama tek ailenin çocukları arasında çıkan sorunların çözümünde belirli bir rol oynar. Ailenin karşı karşıya kaldığı problem hakkında düşün. Çocukla çevresi arasında gerçekleştiren anlaşmaya göre bunu çözmeye çalış. Bunun için aşağıdaki adımları takip et.
Ebeveyn ile çocuk arasında gerçekleştirilen bir sözleşme örneği: Bu sözleşme Ahmet ile babası ve annesi arasında yapılan bir sözleşmedir. Ben Ahmet, aşağıdaki şartları kabul ettiğimi bildiririm: 1- Anneme ve babama itaat edip saygı göstereceğime. 2- Küçük kardeşlerime karşı saldırıda bulunmayacağıma. Anne ve baba olarak bizler; Ahmedin anne babaya itaat edip saygı göstereceğine, küçük kardeşlerine saldırmayacağına dair vermiş olduğu söze, bu şartlardan aykırı davrandığı her birisi için her gün bir saat süreyle çizgi film seyretmesinin yasak olduğuna, sözleşmede yer alan şartlardan yerine getirmediği her birisi için de 500 kuruş ödeyeceğine muvafakat ediyoruz.
- Sorunu tarif et: Genellikle ders çalışılmaması, namazın vaktinde kılınmaması veya inatlaşma veya anne-babanın emirlerinin yerine getirilmemesi veya büyüklere saygı gösterilmemesi veya küçük kardeşlere saldırıda bulunulması gibi ailenin yaşadığı tek bir sorun belirlenir.
Sözleşmenin uygulanacağı tarih: 01.01.2009 Sözleşmenin bitiş tarihi: Bu sözleşme altı ay süreyle geçerlidir. Tarih: 01.01.2009 Tarafların tümü sözleşme şartlarını kabul etmektedir: İMZA: BABA ANNE ÇOCUK
- Çözüm için çocukla pazarlığa giriş: Burada her iki tarafın da tek bir çözüm üzerinde muvafık olmaları gerekir. Baba ve anne buna iştirak ederek bunu tayin ederler. Burada herkesin sakin, sabırlı, olumlu ve güzel bir davranış sergileyerek hedeflenen fiili davranış üzerinde odaklaşmaları gerekir.
5. Duyguları İfade Etmek: Çocuklar kızma, korkma, kıskançlık, umutsuzluk, çöküntü, başarısızlık, çocuklarla kavga etme isteği gibi duyguların birçoğunu hissederler. Bu duyguların hepsi doğaldır. Bu nedenledir ki çocuklara duygularını ifade etmeleri, anlatmaları ve üstesinden gelmeleri için mutlaka yardım edilmelidir. Zira yaralanmış duygularıyla çocuk çektiği acının bir kısmın boşaltmış olacağından duygularına ve davranışlarına egemen olma imkânı sağlar. Çocuğun duygularını ifade etmesine katkı sağlamak isteniyorsa aşağıdaki hususlar takip edilmelidir: Devam Edecek…
- Çocuklarla babalar tarafından üzerinde anlaşılan sözleşme şartlarını güzelce belirle: Yani gereğini yerine getirmedikleri zaman çocuklara uygulanacak olan cezaların ne olduğu, sözleşmenin başlangıç ve bitiş tarihi ve sözleşmede yer alan hususları yerine getirdikleri takdirde elde edecekleri mükâfatın ne olacağını belirle, yaz. - Sözleşmeyi imzala ve hemen yükümlülüklerine yerine getir: Sözleşmeler şartların netleştirilmesine ve sorumlulukların sınırlandırılmasına yardımcı olduğu gibi buluğa erenleri
73
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
BAKARA SURESİ 249-252. AYETLER
Esad MANSUR
ayette (Ali İmran 179, Ankebut 2-3) pekiştiriyor. Burada müminleri bir nehrin suyundan içilmesi konusunda deniyor. Yalnız bir avuç içilmesi müstesna kılınıyor. Ancak çoğu sudan fazlaca içtiler, çok az bir grup bir avuç içti. Bir avuçtan fazla içenler hükümdar veya komutan olan Tâlût’a isyan etmiş oldular, onunla savaşa gitmeleri uygun düşmedi. Daha doğrusu tehlikelidir. Çünkü onlar daha ilk adımda komutana isyan ettiler, sözünü dinlemediler. Oysa samimi, güvenilir ve ciddi olan askerler komutanlarına tereddütsüz itaat ederler. Orduda mücadelede ve cemai işlerde temel olan komutana veya başkana veyahut Emire itaat etmektir. Tâlût kendisini dinlemeyenleri beraberinde götürmedi. Sadece imtihanda sebat eden gerçek müminler kendisi ile beraber devam ettiler. Tâlût bu müminlerle nehri geçince karşı tarafta sayıca çok kalabalık olan Câlût komutasındaki düşman ordusuyla karşı karşıya geldiler. Tâlût’un beraberinde olanlardan bazıları düşman gücünün fazlalığı karşısında şaşırarak şöyle dediler: “Bu gün Câlût ve beraberindekilere karşı koyacak güç bizde yoktur.” Fakat aralarında Allah’a kavuşmayı düşünen müminlerse şaşıran müminlere
TÂLÛT ASKERLERİNE TALİMAT VEREREK ONLARI DENİYOR.
َال إِ َّن اللّ َه ُم ْب َتلِيكُم ِب َن َه ٍر َ ْجنُوِد ق ُ ص َل َطال ُ ُوت بِال َ َفلَمَّا َف َّ َِفمن َشرِب ِم ْن ُه َفلَيس مِنِّي ومن لَّم ي ْطعم ُه َفإِنَّ ُه مِنِّي إ ال َم ِن َ َْ ْ َ َ ْ ََ َ َّ ِف ُغرَف ًة بِي ِد ِه َف َشرِبوْا ِم ْن ُه إ او َزُه ج َّا َم ل ف م ه ن م ال ِي ل ق ال ر ت اغ ً ِّ َ َ َ َ ْ ْ ُ َ ُ ْ َ َ َ ْ َّ َ ُوت َو ُجنوِد ِه ل ا ِج ب م و ْي ل ا ا ن ل ة ق ا ط ال ا و ل َا ق ه ع م ا و ن آم ِين ذ ال و و َ ُ َ ْ ْ َ َ َ َ ََْ َ ُ َ َ ُ َ َ َ َ ُه القُو اللّ ِه كَم مِّن ِف َئ ٍة َقلِيلَ ٍة َغل ََب ْت ِف َئ ًة َق َ ون أَنَّ ُهم ُّم َ ِين َي ُظ ُّن َ َال الَّذ ِ ِين ِر ب ا الص ع م ه ل ال و ه ل ال ْن ِ ذ إ ب ِ ة ِير ّ ّ َّ ِ ًَ َكث َ ََ ُ َ
“Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca; Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla (nehirle) imtihan edecektir, kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse şüphesiz o bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince; Bugün bizim Câlût’a ve onun askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar; Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Ve Allah sabredenlerle beraberdir dediler.” (Bakara 249) Allahu Teâlâ müminleri değişik şeylerle dener ki, gerçek mümin ile gerçek olmayanlar ortaya çıkıp belli olsun. Bunu birçok Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
74
Bakara Suresi 249-252. Ayetler şunu hatırlattılar: “Nice sayıca az grup sayıca çok kalabalıkları Allah’ın izni ile yendiler.” Çünkü Allah sabredenler, sebatlık gösterenlerle beraber olur, onlara yardım eder ve nihayet onlara zafer nasip eder.
olacaktır. Günümüzde daveti yüklenenler, mücadelede sebatlık gösterenler azdır. Ama zafer mümin olup sabredenlerindir Allah’ın izniyle. Günümüzde sabreden davetçiler bir müjdedir bu.
Buna benzer bir durum İslam geldikten sonra Müslümanlar arasında vukuu bulmuştu. Müslümanlar Yermük savaşında Halid bin El-Velid’in komutasında Rumlarla karşılaşınca bir Müslüman şöyle demişti: “Rumların sayısı ne kadar çok ve bizim sayımız ne kadar azdır.” Çünkü o savaşta Rumların sayısı 200 bin ila 400 bin kişi arasında idi. Başka müminler bu Müslüman’a şöyle dediler: “Biz ne zaman sayıyla savaştık? Hep imanla savaştık. Onun için bizim sayımız çoktur ve kâfirlerin sayısı azdır.” Zira imansız kalabalıklar boştur. Çünkü sebatlılık göstermezler, canlarını korumak için kaçarlar. Böylece Müslümanlar Yermük’te Rumları Allah’ın izni ile yendiler ve Şam’a kadar onların peşlerine düştüler ve nihayet Şam’ı fethettiler.
SABREDEN MÜMİNLERİN ZAFERİ
ص ْب ًار َ ِجال َ َولَمَّا َب َر ُزوْا ل َ ُوت َو ُجنُوِد ِه قَالُوْا َرَّب َنا أَ ْفرِْغ َعل َْي َنا ْن ِ وهم ِبإِذ ْ َوثَب َ انص ْرَنا َعلَى ا ْل َق ْوِم ا ْلكَافِر ُ ِين َف َه َزُم َ ِّت أَ ْق َد ُ ام َنا َو َّ ِ ْم َة َو َعل َم ُه مِمَّا ك ْح ل ا و ْك ل ْم ل ا ه ل ال اه ت آ و ُوت ل ا ج د و او د ل ت ق و َ ّ َ َ َ َ َ َ ُ ُ ُ َ َ َ ُ ُ َ َ اللّ ِه َ ض ٍ ض ُه ْم ب َِب ْع َ َو ُ ض لََّف َس َد ِت األ ْر َ اس َب ْع َ َّال َد ْف ُع اللّ ِه الن ْ َي َشاء َول َّ َولَك ِ ِ ٍ ُوها َعل َْي َك ل ت ن ه ل ال ات آي ْك ل ت ِين م ل ا ْع ل ا َى ل ع ل ض ف ُو ذ ه ّ َ َ َ ْ ُ َ َ ِّن الل َ َ َ َ َ ْ ِّ َّ ِين َ ِن ال ُْم ْرَسل َ ْحق َ ِإو�ن َك لَم َ بِال
“Onlar (Talut ve beraberindekiler), Câlût ve onun askerleriyle savaşa tutuştuklarında; Ey Rabbimiz! Sen bizim üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı sabitlerştir. Kâfir kavme karşı bize yardım et dediler. Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler. Ve Davud, Câlût’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst (fesat) olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir. İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş Rasullerdensin.” (Bakara 250-251-252)
Tamamen tarih boyunca (Müslümanlar İslam devletinin Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından kurulduğu günden Hilafet yıkılıncaya kadar) imanları nedeniyle dünyanın birçok yerini fethettiler. İmana dayalı devletleri ve komutanları kalmayınca hezimet kapılarından ayrılmadı. Hatta günümüzde kendilerinden günah işleyenler arttı. Bunlara ses çıkartılmazken şeriatçı diye Müslüman olanlar ordulardan atılmaktadır.
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sabitleştirir (kaydırmaz).” (Muhammed 7)
Müminler kâfir ordularına karşı çıkınca Allah’a dua etmeye başladılar. Yalnız dua ile yetinmediler. Düşmana karşı çıkarak dua etmeye başladılar. Bu nedenle bir neticeyi gerçekleştirmek için hem amelde bulunmak hem de dua etmek gerekir. Bundan dolayı imana bağlı kalmak gerekir. Çünkü o kişiler imana dayalı idiler ve imanlarının gereği savaşa çıktılar. O zaman başta iş imana dayalı olmalı, o kişiler gerçek mümin olmalı, gayeleri küfre karşı çıkıp iman için mücadele etmektir. Sebatlık göstermeli ve Allah’a bol bol dua etmelidir.
İşte, düşmanların veya kâfirlerin sayıca çokluğu bizi aldatmasın. Her zaman müminlerin sayısı az kâfirlerin sayısı çok olmuştur. Cennetliklerde az cehennemliklerse fazla
Böylece Tâlût ve Davud döneminde müminler kâfir millete karşı galip geldiler. O zaman Davud, Tâlût ordusunda bir asker idi. Davud kâfirlerin lideri olan Câlût’u öldürdü.
Allahu Teâlâ yalnız mümin olup sabredenlerle beraber olur. Nitekim Muhammed suresinin 7. ayetinde müminlere şöyle seslendi:
َّ امكُم ْ ُم َويُثَب َ ُّها الَّذ َ َيا أَي َ ِّت أَ ْق َد َ ِين ُ نص ُروا الل َه َي ُ آمنُوا إِن َت ْ نص ْرك
75
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Bakara Suresi 249-252. Ayetler Ayrıca Allah Davud’u Nübüvvet için seçip onu hem Rasul hem de yönetici olarak kıldı. Ayette; O’na hikmet verdi ve Allah’ın dilediğinden şeyler öğretti. Başka ayetlerde (İsra 55) Davud’a Nebi’lik verdiği doğrudan anlatılıyor.
yerine getirildiği takdirde, yeryüzü fesat ve zulümden kurtulur. Bu nedenle, dünya Müslümanları bekliyor. Allah onlarla zalimleri defedecek ve mazlumları kurtaracaktır. Allahu Teâlâ İsrailoğullarının kıssaları, Tâlût’un hükümdarlığı ve kâfirlere karşı mücadelesini boşuna anlatmıyor. Bu ayetlerin sonunda şöyle diyor; “İşte bunlar Allah’ın ayetleridir.”
Allah insanları bir takım insanlarla savmasa yeryüzünde bozgunculuk egemen olur. Allah müminleri insanları zalimlerin zulmünden kurtarmak için gönderir. Allahu Teâlâ hep Rasuller gönderdi ve onlara iman eden grupla dünyayı kurtarıyordu. İslam’dan önce bozgunculuk ve fesat yeryüzünde hâkimdi. Kureyş’in zulmü, Pers ve Rum İmparatorluklarının zulmü dünyayı kapsıyordu. Allah, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i gönderince O’nunla beraber iman eden müminlerle dünyayı kurtardı. Raşid-i Hilafet, Emevi, Abbasi ve Osmanlı Hilafet dönemlerinde müminler dünyayı zulüm ve bozgunculuktan kurtarmak için cihad ettiler. Yeryüzünde adaleti, emniyeti, istikrarı ve refahı gerçekleştirdiler. Osmanlıların sonlarına doğru Hilafet zaafa uğrayınca müminler kusur gösterdiler. Bu sefer kâfirler yeryüzünde bozgunculuk ve zulüm yaymaya başladılar. Hilafet tamamen yıkılınca ve o günden ve bu güne kadar kâfir güçler yeryüzüne hâkim olup bozgunculuk ve fesadı yaydılar. Zulüm ve fesadı her yerde yapmaktadırlar. Dünyayı tekrar kurtarmak, fesat ve zulümden temizlemek, adaleti, istikrarı, emniyeti ve refahı gerçekleştirmek için müminler imana dayalı olacaklar, mücadele edecekler ve Allah’a dua edip bağlanacaklar.
Biz ders ve ibret alalım, önceki müminler gibi sebatlık gösterelim. Onlar yeryüzündeki bozgunculuğu, zulmü, küfrün hâkimiyetini ve devletlerini sadece dua ile kaldırmadılar. Sabırla, mücadeleyle, cihatla ve sebatlılıkla kurtardılar. Müslümanların imana dayalı hükümdarlığı olunca bunu tekrar gerçekleştirebilirler. Müslümanlar, Kur’an’ı yalnız hoş bir seda ile keyiflenmek için okumamalılar, daha doğrusu bu ayetleri düşünerek ve hayatlarına uygulamak için okumalılar. Ayrıca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gönderilmiş bir Rasul ve Nebi’dir. O’na iman edin, O’na tabi olun ve mücadelede O’nun getirdikleri ile yola devam edin. O hükümdar oldu, imana dayalı İslam Devletini kurdu, Allah yolunda cihad etti. Kendisi ile birlikte olan müminler aynı yolda yürüdüler. Bunun kıyamete kadar sürdürülmesi Müslümanlardan istendi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
إن اهلل زوى لي األرض فرأيت مشارقها ومغاربها إو�ن زوي لي منها َ أمتي سيبلغ ملكها ما
“Muhakkak ki Allah, dünyayı benim için dürdü ve onun doğusunu ve batısını gördüm. Ve ümmetimin mülkü (sultası) gördüğüm yerlere kadar ulaşacaktır.” (Müslim) Yukarıda geçen ayet Rasule hitap etse de bu hitap Rasulün ümmetine yöneliktir. Zira Şer’i kaide şöyledir: “Rasule hitap ümmetine hitap olur.” Bu nedenle Müslümanlara o ayetlerle yönlendirilir. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem insanlara bir örnek olarak gönderilmiştir. Hem sözle insanlara hidayet gösteriyor, hem fiille ve pratikte onlara uygulamayı gösteriyordu.
O zamanda İsrailoğullarının Nebi’leri döneminde imana dayalı devleti olmasaydı kâfirlere galip gelemeyecek ve yeryüzünü kâfirlerin hükümdarlıklarından kurtaramazdı. Tâlût onların kralı veya hükümdarı idi. Ondan sonra Davud hükümdar oldu. Ondan sonra da onun oğlu Süleyman oldu. Müslümanlar için imana dayalı devlet olmazsa, imana göre hareket etmezse ve Allah’a dua ederek kâfir milletlere karşı ve kâfir güçlere karşı sebatlık gösterilmezse, dünyaya bozgunculuk ve zulüm hâkim olur. Bunlar, Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
76
AbdulKerim DEMİR KİTAP
: BİLAL-İ HABEŞİ VE AHAD
YAZAR
: ALİ HAYDAR ZUHURLU
diyAllahu Anh’da oluşturduğu İslâm akidesi olmasına rağmen yazar, bu temayı işlerken kimi zaman bağlantı kurmaya çalıştığı tarihsel konularla ve kendi yorumlarıyla bazen ana temanın dışına çıkmıştır.
YAYINEVİ : BURUÇ YAYINLARI BASKI
: 1.BASKI EKİM 2009
بسم اهلل الرحمن الرحيم
Genel olarak kitap, anlaşılması okuyucu tarafından sıkılmaya yer vermeyen akıcılığı memnun edici bir çalışma. Okumak için ele alındığında kısa bir zaman sürecinde bitirilebilir. Tabii ki ümmete faydalı olması bakımından biz kitabın edebî, akıcı veya imla kurallarına uygunluğu açısından değerlendirmedik. Âcizane kitabın yazarına ve okuyucularına “…” üç noktaları tamamlayıcı ve anlatılmak istenen veya anlatılamayan, açıklanamayan bazı konulara İslâm’ın bakış açısı ve derin bir düşünceyle yorumlamak istedik.
Es Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuh İslâmî ümmet üzerinde vukuu bulan siyasi, ekonomik, fıhkî hadiseler gibi kültürel konularda da İslâm ümmetine faydası olacağını düşündüğümüz bir çalışmanın kritiğini sizlerle paylaşmak istedik. Kitap, isminden de anlaşılacağı gibi Bilal RadiyAllahu Anh’ın hayatından alıntılar ve Bilal RadiyAllahu Anh ile özdeşleşen “Ahad” kavramı üzere kaleme alınmış. Bilal RadiyAllahu Anh’ın biz Müslümanlar tarafından örnek alınacak hayat hikâyesi, kölelik döneminden başlayarak, İslâm ile tanışması, onunla hayat bulması, hayatına yansıtması ve İslâm’ı davet ve cihad esasları ile hayatının merkezinde yaşamasıyla, ahrete intikal edinceye kadar Rasulullah Aleyhi’s Selam’a olan bağlılığıyla, tarihsel alıntılar ve hadisler eşliğinde anlatılmaya çalışılmış.
Kitap derinliğinde, kitabın “…” üç noktalarla bitirilmesi yazarın mı, yayınevinin mi makbulü ama zaten hayatımızın her alanında bulunan bu üç noktalar, belki de en son bulunması ve kullanılması gereken bir çalışmada karşımıza çıkıyor. Gökteki yıldızlar olan ve bize Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından önerilen Bilal RadiyAllahu Anh ve diğer Sahabe efendilerimizin hayatlarının anlatıldığı ve örnek almamız gereken yerlerde bu tip kısıtlamalarla karşılaşmak bizi bayağı yadırgattı.
Kitabın ana teması Bilal Radiyallahu Anh’ın İslâm’a ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e olan sadakati ve Ahad kelimesinin Bilal Ra-
77
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Kitap Kritik Çünkü Bilal RadiyAllahu Anh ve diğer Sahabe efendilerimizin (Allah hepsinden razı olsun) hayatında hiçbir zaman üç nokta olmadı. Gerek ölüm pahasına, gerekse dünyada bulunan hiçbir korku, zulüm, zalim onları İslâmî hayattan, davetten, kınayıcının kınamasından çekindirmedi, korkutmadı. Aksine hayatları boyunca, İslâm’ın emin bekçileri ve davetçileri oldular.
Nasıl da geçmişin karanlığı günümüze ışık tutuyor. Bugün de halkların sözde efendileri, zalimlikleri hatta toplum düzenini belirleyen anayasaları, kanun kitapları, hatta sırf beşerin aklından, duygusundan çıkan anayasalar ve kanunlar için, bir meclisleri bile yok mu? Peki, geçmişin cahiliye düzeninin kökleri bugün de dünkü gibi mevcut değil mi? Bugün de aşağılanmıyor mu, bu yasalar, düzenlemeler kula kulluk için yapılmıyor mu?
Biz de kitabın içerisinde eksik bırakılan, çekinilen, yazılamayan yerlerde olması gerekenleri, gerçekleri paylaşacağız inşaAllah.
Yazarımızdan yaptığı çalışmasında bunları da beklerdik. Yani dünü anlatırken, özellikle söz konusu İslâm ve Sahabe efendilerimizken, bizim onu almamız, hayatımızla kıyaslamamız ve hayatımıza ona göre sınırlandırmalar getirmemiz gerekirken, nedense geçmiş sadece tarihsel bir bilgi olarak aktarılmış.
Kitapta cahiliye düzeninin köklerinden bahsederken, İslâm öncesi cahiliye dönemi diye adlandırılan dönemde, genelde toplumun, özelde ise Bilal-i Habeşi’nin yaşamış olduğu adaletsizliği, zorba ve kula kulluk sistemine, edebî ve nesir ilmi kullanılarak yazar kendi duyguları ile yorum yapmak istemiş, ama yine üç noktalarla.
Çalışmamızda birçok buna benzer yorum yapacağımız ve ekleyeceğimiz bölümlerle karşı karşıya kaldık. Tabii ki her konuya değinerek veya yorum yaparak kitaba karşı bir reddiye oluşturma çabasında değiliz. Ancak bu eser gibi Müslümanların faydalandıkları birçok eserde bu tip kısıtlamalara veya gerçeğin, anlatılmak istenilenin tam olarak insanlara indirilmemesi, bugün keskin hissiyatla toplumu ortak ihsasta buluşturacak fikrin de önünü kesmektedir. Oysa bugün Müslümanların derin bir tefekkürle aydın düşünmeye ulaşmasının ne kadar önemli olduğunu bilmekteyiz. Kendisini ve bulunduğu toplumu içinde bulunduğu cahiliye dönemine ait yapıdan, Kapitalizmin akla ve fıtrata aykırı yaşam biçiminden kurtarıp İslâm’ın nurunu insanların gönüllerine ve yaşam şekillerini belirleyecek İslâm nizamına ne kadar ihtiyacı olduğunu da bilmekteyiz.
“Gerçeklere karşı çıkan, doğruları alaya alan hakikat karşısında hiddetlenip öfke ve kızgınlık gösteren, kibir ve gururu ile taassup yayan sözde adamlar…” “Gül kokulu insanlara pislik atmaya çalışan ve şehrin yüz karası Ukbe b. Muayt…” “Dost hayatı yaşayan, metres hayatı paylaşan ve kızını, eşini kıskanmayan deyyus adamları…” “Ey gökyüzünün müstakilleri! Bir kanat çırptınız, bir kanat daha çırpın ki, içkiyi içip küheylan kesilen, ne söylediğini bilmeden ve söylediğini de kanun yapıp halkına dayatan sözde efendilerin, liderlerin varlığını…” Evet, cahiliye düzeninin köklerini, onun çirkin yüzünü bu ve bunun gibi birçok örnekte daha görüyoruz. Kokuşmuşluğunu akla ve hakka aykırılığını, evet, bunları görüyoruz ve bunlar geçmişte yaşanan karanlıklardı. İnsan ve toplum üzerinde hüküm süren cahiliye karanlıkları.
Yazarın da anlatmak istediğinin aslında aynı şeyler olduğunu düşünmekteyiz. “Ve bizimle birlikte düzenin zulümane yapısından bıkan, yıllarca sadece karın tokluğuna çalışmaya mecbur bırakılan ve faizle borç batağına batanlar, kurtuluş için O’na (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) koşmalıydı…”
Peki, sizlere de bir yerlerden tanıdık geldi mi bu cahiliye karanlığı? Evet, tabi ya, bugün bizim yaşadıklarımızla nasıl da benzeşiyor. Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
78
Kitap Kritik hu Aleyhi ve Sellem’in metodu takip edilerek İslâmî davetin başlatılması, her alanda Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodu takip edilerek İslâm ahkâmının insanlara, toplumlara götürülmesi gerekmiyor mu? Ve yahut bugün Müslümanlar, sözde ilim adamları, cemaat önderleri, yazarlar, çizerler hepsi aslında işlemiş oldukları konularda buna kısmî olarak değinmiyorlar mı? Ve yahut İslâm nizamından haberdar mı değiller? Kesinlikle böyle olduğu söylenemez. Ancak nedendir bilinmez, İslâm nizamı topluma indirilirken, anlatılırken bazı çekinceler, tereddütler, ortaya çıkmaktadır. Kitabın birçok bölümündeki üç noktalar aslında bu çekinceyi en iyi şekilde özetliyor. Yoksa biz “Haksızlık karşısında sessiz kalan dilsiz şeytandır” hükmünü bilmiyor muyuz?
“Namusu kirletilen kadınlar, biçare kızlar iffetli kalabilmek için O’nu SallAllahu Aleyhi ve Sellem tanımalıydı. Gece gündüz gelecek adına eğitim diyenler O’nu SallAllahu Aleyhi ve Sellem okumalıydı. Mahkeme salonunda adalet arayanlar, O’nun SallAllahu Aleyhi ve Sellem adaletine başvurmalıydı…” “Sonra sözde efendiler, patronlar, amirler, reisler, komutanlar…” Bugünkü halimiz buna ne kadarda benzemektedir. Sadece kendi toplumumuz değil, İslâm ümmetinin hemen hemen her beldesinde Müslümanların değişik üsluplarla hayata bakış açıları değiştirilmiş ve bunun getirisi olarak da hayatlarında ve dünya siyasetinde muhtaç duruma bırakılmış bir haldedir. Bugün ihtiyaç duyulan, her alanda İslâm’ın anlaşılmasını ve toplumun arızalarını düzeltecek, İslâm nizamını insanlar üzerinde tatbik edecek bir otoritenin bulunmayışıdır. İnsanları bulundukları aşağılık seviyeden -ki o kula kulluktur- arındırıp toplumun ve insanların kalkınmasını da sağlayacak olan yine İslâm’dır. Yoksa toplumdaki arızaları, yanlışlıkları düzeltmenin yolu sadece İslâm’ın bazı cüzlerini alıp, ferdî alanda tatbik etme bu arızaların giderilmesinde, dün olduğu bugün de fayda sağlamayacaktır. Yani sadece sorunun insanları eğiterek düzeleceğini savunarak İslâm’ın eğitim müfredatını hayatımıza almamız yahut ekonomiyi düzeltmek adına faizin reddedilmesi, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in iktisat nizamının uygulanmasını düşünmek tek başına yeterli olmayacaktır. Yahut Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem efendimizin hayatının insanlara okutulup öğretilmesi de tek başına yeterli olmayacaktır.
Yoksa çekincemiz az oluşumuzdan mı? Güçsüz durumumuzdan mı? Peki biz, ْن اللّ ِه ِ ِيرًة ِبإِذ َ “ كَم مِّن ِف َئ ٍة َقلِيلَ ٍة َغل ََب ْت ِف َئ ًة َكثNice az topl luklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir” (Bakara 249) ayetini mi anlayamadık? Biz insanlara İslâm’ı anlatırken çekindiğimiz kurumlar mı var? Ölüm korkusu mu var?
ِين َك َف ُروْا َوقَالُوْا َ آمنُوْا َ ال َتكُونُوْا كَالَّذ َ ُّها الَّذ َ َيا أَي َ ِين َّ ًّ َ َ ض أ ْو كَانُوْا ُغزى ل ْو كَانُوْا ِ ض َربُوْا فِي األ ْر ِ َ ِم إِذَا ْ إل ْخ َوا ِنه ِ ِم ه ب ِ ُو ل ق ِي ف ة ر س ح ِك ل ذ ه ل ال ل ع ج ِي ل ا و ل ت ق ا م و ا و ت ا م ا م ا ن د ن ع َ ّ َ ُ ْ ْ َ ُ ُ ًَ ْ َ ُ َ َْ َ َ ُ َ َ ََ ِ ْ ِ ُون َب ير ُ َواللّ ُه يُ ْحيِي َويُم َ ِما َت ْع َمل ٌص َ ِيت َواللّ ُه ب
“Ey iman edenler! Küfredip de yeryüzünde dolaşan veya gazada bulunan kardeşleri hakkında, onlar yanımızda olsalar ölmezler veya öldürülmezlerdi diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu onların kalplerine bir hasret olarak koydu. Oysa dirilten de öldüren de Allah’tır ve Allah yaptıklarınızı görür.” (Ali İmran 156)
Yazarın “İlahi tebliğ gereği; metot aşama aşama ve zamana yayılarak önce gizli davet olarak başladı” diyerek İslâm’ın aslında bir metot yoluyla insanlara götürüldüğü ve yine o metoda uygun olarak İslâmî hayatın Medine’de Allah’ın izniyle topluma İslâm ahkâmı olarak ulaştığını görüyoruz. Bugün de yapılması gereken Rasulullah SallAlla-
Bizim yaptıklarımızı ve korkularımızı bilen, bizi yaratan ve öldürecek olan Allah Celle Celâluhu’nun nizamını insanlardan, insanlara ulaştırmaktan, anlatmaktan bizi alıkoyan nedir acaba? Yoksa biz bize zulmedilmesinden veyahut
79
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2010
Kitap Kritik elimizde bulunan imkânların/nimetlerin yitirilmesinden mi korkup çekiniyoruz?
bir sıkıntı duymaksızın verdiğin hükme tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) hükmü gibi birçok şer’i hükümde aslında Müslümanların hayatlarını, amellerini neye göre yapacakları, hayattaki hüküm vericinin sadece Allah Celle Celâluhu olduğuna dair deliller mevcuttur.
ِ ِح اف ُظل ًْما َّ ِن ُ ِن فَلاَ َي َخ ٌ ات َوُه َو ُم ْؤم َ َو َمن َي ْع َم ْل م َ الصال ض ًما ْ َواَل َه
“Her kim mü’min olarak salih ameller işlerse o (kimse) zulümden ve hakkın yenilmesinden korkmaz.” (Taha 112)
Bilal RadiyAllahu Anh efendimizin hayatını anlatırken bugün de ne olması gerektiği, İslâm’ın nizam ve cihad boyutuyla insanlığa ulaştırılması gerekliliği anlatılabilirdi. Korkular ve endişeler yerine artık zulmü ortadan kaldırarak Bilal RadiyAllahu Anh’ların toplumda bulunması gerektiği de anlatılabilirdi. Ancak bunların arasında bağ kurmama veya yorumsuz bırakma, insanların düşüncelerinin ve beklentilerinin de hep tarihte kalmasına neden oluyor maalesef.
Allah Celle Celâluhu ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem efendimize yöneldiğimizde, gerçekten korkulacak, çekinilecek ve özellikle bu dönemde hakkı gizlemek, insanlara aydınlığı, dünya ve ahret saadetini getirecek İslâm nizamını anlatmaktan bizi neler alıkoyabilir ki? Bilal RadiyAllahu Anh’ın hayatını ve İslâm davetini taşımaktaki kararlılığı ve samimiyeti anlatılırken, bugün bizim buradan çıkaracağımız dersler olması lazım. Üç noktalar, ünlemler, soru işaretleri ve yorumsuz bırakılan cümleler yerine, günümüzde bu sadakate ne kadar ihtiyacımız, yaşanan olayların, Müslümanlar üzerinde tecelli eden bu körelmiş cahiliye sisteminin asıl yüzünü ve nasıl değişeceğini anlatmamız gerekmez mi?
Oysa zamanı gelmedi mi artık İslâm’ı haykırmanın, gür sedaları yükseltmenin, Filistin’deki günahsız çocukların feryatlarına kulak vermenin ve onları koruyacak ve gözetecek İslâmî hayatı yeniden başlatacak olan İslâm devletinin farziyetinden bahsetmemizin.
“Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm, tek yaratıcı, rızık verici… Allah’tır.
“İslâm Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o, 13 asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir hakikattir. İslâm Devleti, geçmişte böyle idi yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü onun var oluş faktörleri, kötürüm kimsenin onu inkâr etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha kuvvetlidir. Zira artık günümüzde aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o, İslâm’ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu, ideali durumundadır...”
Bilal RadiyAllahu Anh bugünün insanı gibi borsadan, faizden, banka kredisinden, taksitlerden anlamaz.” Tüm bunlardan bahsederken yazarın, bugün milyonların hayatlarına nasıl rol vereceği, hayata bakış açılarının nasıl olacağı veya hüküm ve otoritenin nasıl Allah Celle Celâluhu’ya ait olacağından da bahsetmesini, somut örneklerle anlatmasını isterdik.
Yazardan en azından kitabın sonunda konuları birbirine bağlamasını ve bugün Müslümanların artık korkularını yenerek harekete geçirme noktasında teşviklerini beklerdik. Ancak kitap başladığı gibi yine tarihi alıntılarla bitirilmiş. Yine de yazarın çalışmasını genel olarak beğendiğimizi ve okuyucuların da üç noktaları doldurduğu zaman istifade edilmesi gereken bir çalışma olduğunu da belirtmeliyiz.
Sanki bu anlatılan sadece belirli bir dönemle sınırlandırılmış veyahut tarih kitapları içerisinde kalmış gibi anlatılmış.
ُم َ ون َحتَّ َى يُ َح ِّك ُم َ ال َو َرب َ َف َ ِّك َّ ِيما َش َج َر َب ْي َن ُه ْم ث َ ُال يُ ْؤ ِمن َ وك ف ِّ َ ِيما َ َ ِم َح َرًجا مِّمَّا ق ً َض ْي َت َويُ َسل ُموْا َت ْسل ْ ال َي ِج ُدوْا فِي أن ُف ِسه
“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılıp içlerinden Mart 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
80