بسم اهلل الرحمن الرحيم
KÖKLÜDEĞİŞİM Kuruluş: 2004
İslâmî Fikirlere Dayalı Aylık Siyâsî Dergi Rabiu’l-Evvel 1432 Mart 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Sivren
İdari İşler Müdürü
Hakkı Eren
Yayın Kurulu Başkanı
AbdulHamid Yazıcı
Kapak&Grafik Tasarım
KöklüDeğişim
Yönetim Merkezi G.M.K. Bulvarı No: 31/12 Kızılay/ANKARA İletişim&Abonelik&Reklam Tel: (+90) 0 312 229 77 91 Faks: (+90) 0 312 229 77 92 www.kokludegisim.net bilgi@kokludegisim.net
Temsilcilikler
İstanbul Bülent Kurşun Tel: 0 536 638 67 68
Abonelik ve Hesap Numaları
Yurtiçi
Yurtdışı
6 Aylık
6 Aylık
30 TL
30 EURO
Yıllık (12 Ay) Yıllık (12 Ay) 60 TL
60 EURO
PTT Posta Çeki:
Ziraat Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100 1683474757825001 TCZBTR2A
Ahmet Sivren Adına
1911803
Ziraat Bankası TL Hesabı Başkent Şb.
47475782-5002
Baskı 01.03.2011 Rulo Ofset ve Matbaacılık Adres: K.Karabekir Cd. No: 120/86 İskitler-Ankara 0 312 312 50 75
Yerel-Süreli ISSN: 1304 - 8274
Mart Ayı Takdim Tunus’tan başlayarak etrafına kasıtlı bir şekilde yayılan, “devrim” ve “inkılâp” olarak addedilen ve binlerce Müslüman kanının akmasına vesile olan olaylar, sadece ülke gündemimizi değil, neredeyse bütün dünya gündemlerini meşgul eder bir pozisyona gelmiştir. Ancak yaşananların olması gerektiği gibi bir İslâm inkılâbı olmadığına şahit olmaktayız. Şahit olduğumuz bir diğer hakikat ise, yangından kaçarcasına ve kurtuluşa koşarcasına hareket eden Arap halklarının tüm çaba ve gayretlerinin, dikta yöneticilerin hükümranlığı arasında yeşerttikleri ümitlerinin, sömürgecilerin yeni geliştirdiği ılımlı(!) İslâm ve demokrasi tuzağına düşmeleridir. Zeynel Ali’den kaçanların Muhammed el-Gannuşi’nin, Mübarek’ten kaçanların Ömer Süleyman’ın ve Kaddafi’den kaçanların ise acaba hangi zalim işbirlikçinin eline düşeceği gibi… Ancak tüm bu hengâme arasında unutulan, ama bizim unutturmamak için çalıştığımız gerçek bir devrim vardır ki; o da maalesef İslam dünyasının bu halde olmasını sağlayan ve ümmetin vahdetini parçalayan Cumhuriyet devrimidir. Cumhuriyet devrimi, Batı ve demokrasi sevdalılarının çabalarıyla, Hilafet’in ilga edilmesi ile taçlandırılmıştır. Bugün her bir toprağından acı bir çığlık yükselen feryatların asıl sebebi Hilafet’in kaldırılması değil midir? 3 Mart 1924 Ümmet’in kara günü olarak tarihe geçmiş ve unutulmaması gereken hüzün günü değil midir? Bize göre bu günlerin en önemli iki konusu olan bu meseleleri kapağımıza taşıyarak bir kompozisyonla anlatmak istedik. Ancak üzerinden 87 yıl geçmesine rağmen halen Hilafet’in ilgasının nasıl gerçekleştirildiği vuzuha kavuşturulmamış ve hakikatler gün yüzüne çıkarılmamıştır. Bu sır perdesini izah etmek için Gündem bölümü; Ahmet Sivren tarafından kaleme alınan “Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar” adlı makalesi ile başlamış ve onu Hayreddin Duman’ın yazdığı “Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur” başlıklı yazı takip etmiştir. Cevher Kara ise, yaşanan olayları doğru yorumlamayan ve yönetici değişikliğini devrim olarak algılayan zihniyete karşı çıkarak “Devrime Şerh Düşmek” adlı makalesiyle şerhini koymuştur. Koyulan bu şerhin gerekçeli kararını da, “Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı” adlı makalesinde İbrahim Er, “Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor” başlıklı yazısında A. Sadık Altınel tamamen ve “Zengin Müslümanların Devrimi” başlıklı yazısında Mahmut Kar ise kısmen yazmıştır. Yazarımız Talha Yaşar, 3 Mart 1924’ün önemine binaen, konunun altını çizmek istercesine “Ümmet’in Hüznü; 3 Mart 1924!” tespitini yapmıştır. Bu ay yine gündem olan bir başka konuyu ise yazarımız Hakkı Eren, “Kıbrıs’a Ne Ekildiyse O Biçiliyor” diyerek sayfalarımıza taşıdı. Seçimlere yaklaşırken tartışılan Başkanlık sistemi ile alakalı makaleleri AbdulHamid Yazıcı ve Erkan Kardelen’den okuyabilirsiniz. Herkese tanınan ama nedense Müslümanlara gelince unutulan “İfade Özgürlüğü” meselesine ise Esma Sıddık dikkat çekiyor. Tefekkür, Haber-Veri-Yorum, Okuyucudan Gelen, İktibas ve Tefsir bölümleri de bu ay Derginizde sizinle buluşacak bölümler… Her şeye rağmen, Müslümanların mevcut küfür sistemlerini devirebilme potansiyellerinin olduğunu göstermesi açısından bu hareketlenmeler, bizlere, Hilâfet’e giden yolun her zaman açık olduğunu gösteriyor. Zira artık KöklüDeğişim çok yakın… Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız. Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.
1
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
İçindekiler
Mart 2011 Rabiu’l-Evvel 1432
GÜNDEM İlgası Lozan’dan Başlar 3 Hilâfet’in Ahmet SİVREN Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur 8 Ortadoğu’da Hayreddin DUMAN Şerh Düşmek 13 Devrime Cevher KARA 8 Ne Ekildiyse, O Biçiliyor 18 Kıbrıs’a Hakkı EREN Doğru Başkanlık Sistemi 23 Seçime AbdulHamid YAZICI İsyanları ve Sonun Başlangıcı 31 Halk İbrahim ER 35 Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı: 35 3 Mart 1924 Talha YAŞAR
38 41 45 50 54 60
Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor! Ahmet Sadık ALTINEL
18
Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir Erkan KARDELEN İfade Özgürlüğü Esma SIDDIK Zengin Müslümanların Devrimi! Mahmut KAR HABER-VERİ-YORUM KöklüDeğişim
38
TEFEKKÜR
İKTİBAS
Gücünün Sırrını Keşfet (3) Fuad HAMİDOĞLU
70
OKUYUCUDAN GELEN
65
Yeni Dünya Düzeninde İslâmî Beldelerin Rolü Âdem BUDAK Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı Tüm Mazlum Halkların Yanındayız Mehmet PAMAK
TEFSİR
75 2
Âl-i İmrân Sûresi 7-13. Ayetler Esad MANSUR
Ahmet SİVREN
3 Mart 1924… Bu tarih,
bırakılan özellikle yakın tarih, bizlerin bilhassa yakinen bilmemiz gereken bir süreçtir. Zira bugün yaşananları anlayabilmemiz için lazım olanlar, o günlerde yaşananlardır. Rabbimiz, hakikatin ay’ın on dördü gibi gözler önüne serileceği günleri bizlere nasip etsin. Tarihte Müslümanlar üzerine kurulan şerir planları ihata ederek bugünkü benzer planlardan basiret ve furkan ile kurtulabilmenin yollarını bizlere açsın, inşallah.
yeryüzünde müthiş bir değişimin başlangıç noktasıdır. İnsanlığın hayır namına mühim kaybının başlangıcıdır, bu tarih… Bu tarih, Müslümanların karanlık dehlizlere gark oldukları şerir bir tarihtir. Evet, bu tarih, İslâmî Devlet’in hayattan kesin bir koparışla koparıldığı karanlık bir tarihtir; Hilâfet’in ilgasının tarihidir… Hilâfet’i ilga edenler, onu kaldırırken çok cüretkâr davrandılar. Cesurdular; çünkü cahil cesaretiyle doluydu nefisleri… Nasıl bir felakete sebep olduklarının fevkine ise çok sonra varacaklardı. Ama iş işten geçmiş olacaktı, o zaman da…
Hilâfet’in ilgasına giden süreci Lozan Antlaşması ile başlatmak mümkündür. Zira bu Antlaşmada Ankara Hükümeti’ne dayatılan şartların en önemlisi, Hilâfet’in ilgası meselesidir. Lozan’ın “gizli maddeleri” olarak bilinen ve açıklanan resmî maddelerde yer almayan bu maddeler üzerindeki sır perdesi hâlâ kalkmamıştır. Ancak o dönem sürece şahitlik eden bazı şahısların ifadelerinden ve gelişen hadiselerden anlaşılan, böylesi bir takım gizli maddelerin Lozan’da dayatıldığıdır. Hilâfet’in ilgasının Lozan’ın bir şartı olarak dayatılması hakkındaki belir-
Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerinden biri olan Hilâfet’in ilgası, TBMM’nin o dönemki vekilleri tarafından zorla da olsa başarıldı(!). Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Müslüman halktan gizlenen Lozan’ın bu gizli maddelerinin yansımalarını, 1920’li yılların Meclis tutanaklarında görmek mümkün. Müslümanlar için karanlık
3
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir nev’i gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul’un Hahambaşısı Hayim Naum Efendi’nin telkinleriyle, Hilâfet’in artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu. Peki, ya dörtbeş ay evvelki Hilâfet’e bağlılık hatta Hilâfet’in kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler ve İslâm âlemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu?” (Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, Feridun Kandemir, syf. 96-97) Evet, ne olmuştu? Haklı bir muhasebe Rauf Bey’in yaptığı…
sizlik(!) de ancak Lozan görüşmeleri öncesi ve sonrasındaki gizli belgelerin ve yine bazı şahısların saklanan hatıratlarının açıklanması suretiyle giderilecektir. Bu minvalde, Hilâfet konusunda mutabık olan-olamayan birçok yazar, siyasetçi, düşünür bile aynı noktada buluşmaktadır; gizli belge ve hatıratların açıklanması noktasında…
Hilâfet’in ilgasının Lozan Antlaşmasının gizli maddelerinden biri oluşunun tarihsel süreçteki delili ise İngiliz Parlamentosu’nun bu Antlaşmayı (Lozan) onaylamak için 7.5 ay beklemeleridir. İlginçtir, bu tarih 6 Mart 1924 gününe yani “Hilâfet’in İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Maddesi”nin Resmî Gazete’de yayınlandığı güne dek gelmektedir. “Lozan Antlaşması, Lozan’da 24 Temmuz 1923’te imzalandı. M. Kemal Paşa, mevcut Meclis yapısının bu anlaşmayı imzalamayacağını tesbit ettiği için Meclis’i dağıttı. İkinci Meclis’e verilen ilk görev ilk günkü toplantıda (11 Ağustos 1923) alelacele Lozan’ı onaylamaktı, öyle de oldu. Fakat bu anlaşmanın resmen yürürlüğe girmesi için İngiliz Parlamentosu tarafından da onaylanması gerekiyordu. İngilizler masada imzaladıkları bu anlaşmayı onaylamak için tam 7.5 ay beklediler.
Özellikle Lozan mevzubahis olunca tarihî hakikatlerin açığa çıkarılması noktasında mühim isimlerden biri de Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’dır. Zira kendisi, Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı sırada Lozan’dan dönen İsmet Paşa ile İzmir’den dönen M. Kemal’in Eskişehir’de, Ankara trenindeki buluşmalarının tek şahididir. “1975’te vefat eden Latife Hanım’ın, “Hatıra notlarım, ölümümden 25 sene sonra açıklansın” vasiyetine rağmen, Türk Tarih Kurumu’na teslim edilen bu özel notlarıyla hatıra defterleri, en yetkili kişinin dahi gidip yerini bulamayacağı çok anahtarlı ve dolambaçlı bir arşivleme sistemiyle saklanır bir haldedir.” (Latife Hanım ve Gizli
Neyi mi beklediler? Bu sorunun cevabı, İngiliz parlamentosunun Lozan’ı onayladığı tarihte gizli: 6 Mart 1924. Yani? Yanisi, Hilâfetin Millet Meclisi’nce “ilga”(?) edildiği 3 Mart tarihinin hemen ardından.” (Rüya mı dediniz, bayım?,
Lozan Görüşmesi, M. Latif Salihoğlu, Yeni Asya, 29.01.2009)
Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile anlaşamamış ve Başbakanlık’tan çekilmiş olan Rauf Orbay’ın Lozan görüşmeleri Baş-Murahhas’ı İsmet Paşa’nın niyeti hakkındaki düşünceleri ise şöyledir: Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Mustafa İslâmoğlu, Yeni Şafak, 03.09.2005)
İlgasının resmen kanunlaşmasına kadar Lozan Antlaşması’nı onaylamayan İngiliz-
4
Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar ler, Hilâfet kurumunun İslâm Ümmeti nezdindeki tesirini çok iyi biliyorlardı. Otoritesi elinden alınmış (Ruhanî) bir Hilâfet’in teşkil edilmeye çalışıldığı izlenimi veren çeşitli girişimler de zaman zaman vücut bulmuştur. Bizzat Mustafa Kemal tarafından, AbdulMecit Efendi’nin yerine Libyalı Şeyh Ahmet es-Senusî’ye Halifelik teklif edilmiş, Osmanlı’ya, Hilâfet’e ve Ümmet’in vahdetine gönülden ve fikirden bağlı olan Şeyh Senusî’nin bu teklifi reddetmesi üzerine bu girişim de boşa çıkmıştır. Bu arada Şeyh’i, işgalci İtalyanlara karşı söylediği şu sözleriyle hayırla anmadan geçmeyelim:
...Biz siz gelinceye kadar, memleketimiz içinde küfretmeyi, adam öldürmeyi, vahşete başvurmayı ve işkencelere girişmeyi bilmezdik. Bunları sizlerden ve medeniyetinizden öğrendik. Bilmeniz icab edecektir; Bizler çocuklarımıza sizlerle mücadele etmeyi miras olarak bırakacağız.” vücud ve tek fikir olmalarını arzu ettik. Biz siz gelinceye kadar, memleketimiz içinde küfretmeyi, adam öldürmeyi, vahşete başvurmayı ve işkencelere girişmeyi bilmezdik. Bunları sizlerden ve medeniyetinizden öğrendik. Bilmeniz icab edecektir; Bizler çocuklarımıza sizlerle mücadele etmeyi miras olarak bırakacağız.”
“Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun savaşmak istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Ruhum tenimde kaldıkça etrafımda “La ilahe illallah MuhammedurRasulullah” hükmünü kabul eden bulundukça belki de Trablus’un öte taraflarına da geçmek kabil olur. Şimdiki gibi binler, milyonlarla sadık mücahit Müslümanlar bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem. İtalyanların bize teklif ettiği barış meşru bir yönde değildir; o halde nasıl olurda ona yönelinir. İtalyanların arzu ettiği şu barış Şer’an aykırı, bütün eimme yanında yasaktır; çünkü eimme-i Kiram (yüce İmamlar) düşman, İslâm beldelerinde barış için Müslümanlara istekte bulunur, İslâm memleketinde bulundukları halde barış yapmak isterlerse, hiç bir şekilde barışın caiz olmayacağına dair ittifak etmişlerdir; şu halde İtalyanların istedikleri gayrimeşru olan barışa nasıl razı oluruz. İtalyanların İslâm beldelerine tecavüz ve taarruzları ne kadar lanete ve sövgüye layık ise, İslâm Ümmeti’nin onlara karşı din ve namusunu savunmaları o mertebe hamd ve şükrana layıktır. Biz de nüfuz alanımızda bulunan bütün Müslüman kardeşleri cihada katılmaya davet ettik ve onları “ilahi Kelimetullahı” bütün tebaayla tek
Yine ilk olarak 1925’te yapılması planlanan ve 1926 senesine ertelenen Kahire’deki “Hilâfet Kongresi” de bir başka Ruhanî Hilâfet ikamesi girişimidir. Tabii bütün bunlar, Müslümanlar nezdinde çok mühim bir mevkie sahip Hilâfet Devleti’nin yıkıldığı hakikatini, zihinlerden uzaklaştırmak maksatlı hareketlerdir. İslâm Ümmeti’nde, bu tip -ruhanî bile olsa- göstermelik Hilâfet’in ikamesi için birtakım çalışmaların olduğu algısı oluşturularak, Türkiye Cumhuriyeti kurucularının eliyle, bazı Arap Reislerinin ihanetiyle ve sair Müslümanların sükûtiyle ilga edilen İslâm Devleti’nin taze acısı unutturulmaya çalışılmış, vakıası ise zihinlerden uzaklaştırılmak istenmiştir. Yapılan fikrî ve kültürel saldırıların neticesinde arız olan siyasî ve fikrî basiretsizlik, basiretle düşünebilenlerin de imkânsızlıklar içinde olması, Müslümanları hata üstüne hata yapmaya sevk etti. Netice itibariyle 1924 Mart’ında Hilâfet ilga edilmiş,
5
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar ların imamlığını ve din koruyuculuğunu yapmakla görevli kimse. 2. Hükümdar. 3. Osmanlı padişahlarının kullandıkları unvanlardan biri.” TDK/Kişi Adları Sözlüğü’nde ise; “2. Hz. Muhammed’in vekili ve dünyadaki Müslümanların başı olan kimse.”
Hilâfet’in sahih vakıasıyla yeniden ikame edilmesi gayretleri de cebir ve şiddetle bastırılmış, bu harekete kalkışanlar en ağır cezalandırmayla karşılık görmüşlerdir. Bir fitne olarak ortaya atılan ve bugün de yeniden canlandırılmak istenen Ruhanî Hilâfet, Yeni Osmanlıcılık, Pan-Osmanlı tezleriyle Müslümanlar, sahih/Raşidî Hilâfet vakıasından uzak, başsız bedenleri ve her türlü saldırıya açık can, namus ve servetleriyle bir o yana bir bu yana çarpıp durur bir vaziyette bugünlere gelmiştir.
Cumhuriyet ise; “1. Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi.” TDK/Kişi Adları Sözlüğü’nde ise; “Halkın egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet biçimi.” (www.tdkterim.gov.tr/bts/Güncel Türk-
Yeniden 1924’lere dönecek olursak; Hilâfet’in ilgasının ilginç bir gerekçe ile BMM (Büyük Millet Meclisi) vekillerine kabul ettirildiğini görürüz. Bu ilginç gerekçe ilga kanununda da aynen yerini almıştır. “Madde 1: Halife halledilmiştir. Hilâfet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.” (Hilâfetin İlgasına ve Hanedanı Osmanî’nin Tür-
çe Sözlük, Kişi Adları Sözlüğü)
Bu detaylara Hilâfet ve Cumhuriyet nizamlarının birbirine taban tabana zıt olduğunu göstermek için girdim. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal bile bu aykırılığı ortaya koymak için şu cüretkâr cümleleri, Müslüman Türkiye halkının gözlerinin içine baka baka söylemiştir: “Bizim Devlet İdaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
kiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Maddesi, Kanun Numarası: 431, Kabul Tarihi: 3 Mart 1924, Yayımladığı Resmî Gazete Tarih: 6 Mart 1924, Yayımladığı Resmî Gazete Sayısı: 63)
Evet, “mündemiç olduğundan”… Ne anlamak lazım bu cümleden? TDK sözlüğünde bu “mündemiç” kelimesi için şu izahat var: “mündemiç: 1. Bir şeyin içinde var olan, bulunan, saklı olan. 2. İçkin.” (www.tdksozluk.com/s/
M. Kemal’in son Meclis konuşmasındaki bu pasaj da, yukardaki tanımlar da gösteriyor ki, Cumhuriyet (ile birlikte diğer beşerî tüm nizamlar) ve Hilâfet birbirlerine taban tabana zıttırlar. Hilâfet’te şer’î hükümler, esas ve Şeriat (Allah) hâkimiyet sahibi iken, Cumhuriyet’te ise hükümlerin kaynağı, halk veya temsilcileridir. Bu vesileyle bu iki kurumdan biri diğerine mündemiç yani içkin olamaz. Hele Hilâfet, Cumhuriyet’e mündemiç hiç olamaz.
mundemic)
Yani bu cümleden şu ortaya çıkıyor ki, Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet’in mana ve mefhumunda zaten mevcutmuş. Peki, esasları itibariyle birbirine zıt olan iki şey, nasıl olur da biri birinin içinde -“zaten”- var olabilir. Hilâfet nizamı, Şer’î esaslarla ortaya konulan, Allah’ın kullarından tatbikini farz kıldığı, İslâm’ın hükmetme nizamıdır. Yine TDK sözlüğünde Hilâfet/Halifelik için, “Halife olma durumu” yazıyor. Halife ise “a. 1. din b. Hz. Muhammed’in vekili olarak MüslümanMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Hükümlerin çıkarılmasında tek esasın Kur’an ve Sünnet, tek sulta (otorite) sahibinin Halife, Halife’yi muhasebe etme
6
Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar kisi vardır. İç ve dış işlerde Şeriat’ın hükümlerine binaen yaptırım ve cihad için elinde bir gücün bulunması gereken Halife, şer’î nassların tarif ettiği Halife’dir. “Ruhanî” ve benzeri tanımlamalarla dün ve belki de bugün tartışma konusu olan Papavarî Hilâfet, nassların tarif ettiği Hilâfet’ten çok uzaktır. ez-Cümle, Hilâfet aynı zamanda gücü ifade eder. İkamesi de yine Şeriat’ın vazettiği şekilde olmak zorundadır. Halife nasbının metodu ise bey’attır (biattir). Bey’at edilmeden bir kişi Halife olamaz. (Geniş bilgi
sorumlusunun halk olduğu bir nizam olarak Hilâfet’te, hüküm ile sultanın (otorite/ güç) birbirinden ayrılması düşünülemez. M. Kemal’in, “Efendiler! Osmanlı Sultanı, hâkimiyetini milletten kuvvetle almıştır. Millet de onu ondan kuvvetle geri almaya azmetmiştir. Saltanatın mutlaka Hilâfet’ten ayrılıp kaldırılması lazımdır. Siz kabul etseniz de, etmeseniz de bu olacaktır. Çaresiz bazılarının başları da bu arada kesilecek!” tehditvarî Meclis konuşmalarının ardından “oldu-bitti”ye getirilerek alınan karara kadar da bu hep böyle olmuştur; Sulta ile Hilâfet hep birlikte olmuştur. İlginçtir, BMM’de alınan sultanın Hilâfet’ten ayrılması kararı, Ankara Hükümet’in Lozan görüşmelerine davet edilişinden 14 gün sonra olmuştur. (Hilâfet Nasıl Yıkıldı, AbdulKadim Zellum,
için bkz: Sorularla Hilâfet ve Halife, Ercan Tekinbaş, KöklüDeğişim Yay.)
Müslümanların liderliği ve arkasına sığındıkları kalkanları olmasından dolayı Hilâfet tüm insanlık nezdinde düşmanların korktuğu dostların güven duyduğu mühim bir güçtür. Bu güç 3 Mart 1924 yılında TBMM tarafından ilga edilmeden önce kâfirlerde ve zalimlerde yine aynı korkuya, mazlumlarda ve dostlarda ise aynı güven duygusuna kaynaklık ediyordu. Fakat ne zaman ki, o menfur karar alındı ve Halife hal, Hilâfet ilga edildi, işte o günden sonra kâfirler ve zalimler gemi azıya aldılar, azdıkça azdılar. Zira meydanı boş buldular, karşısına çıkıp “höt” diyecek bir güç kalmamıştı. Fakat İslâm Ümmeti’nin bünyesinde taşıdığı potansiyel, kâfirleri hâlâ aynı endişeye, Hilâfet’in yeniden ikame edilebileceği endişesine gark ediyor. Biliyorlar ki, bu yeni kurulacak Hilâfet, ilga edildiği dönemden daha güçlü olacak ve İslâm Ümmeti’ne ve mazlum halklara yaptıkları tüm zulümlerin hesabını onlara soracak…
http://www.islamdevleti.org/kitaplar/hny/in-
dex.htm)
Zira Müslümanlar ellerinde bulunan Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde tatbiki mesuliyetini biat yoluyla Halife’ye verirler. Halife’ye Allah’ın Kitabı’na ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’ne göre Devleti yöneteceğine dair yapılan biatin ardından, Şeriat’ın dışına çıkmadığı (küfür hükümleri ile yönetmediği müddetçe) Halife’ye itaat etmeye mecburdurlar. İtaatten el çekmeleri halinde Allah katında günahkâr ve devlete karşı da asi olurlar. Bu asilere karşı da Halife’nin güç kullanma yet-
Hilâfet, bundan yaklaşık 90 yıl önce tarihin sisli ve puslu ortamında hainlerin eliyle ilga edildi; bugünün karışık ve canlı ortamında salihlerin eliyle de ikame edilmesi yakındır, inşallah… O halde şimdi nusret zamanı…
7
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Hayreddin DUMAN
T
unus’ta meydana gelen olaylar kısa sürede Arap ülkelerini etkilemiş ve çevre ülkelere doğru yayılma göstermiştir. Yılların getirdiği tepkiyi dile getirmek isteyen halk, sokağa dökülmüş ve mevcut yönetimler olayları kontrol etme konusunda sıkıntı yaşamışlardır. Tunus olayları daha tazeyken tehlikeyi hisseden bazı Arap yöneticiler gerekli önlemler alırken, yakın komşusundaki gelişmeleri okumaktan aciz olan Mısır yöneticileri en ağır faturayı ödemiştir. Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebu’lGeyt, Tunus’ta yaşanan olayların diğer bölgelere yayılması yönündeki endişelerin yersiz olduğunu söyleyerek şöyle demişti:
Hillary Clinton’ın “Arap dünyasının reforma ihtiyacı olduğuna” ilişkin sözlerine yönelik yaptığı açıklamada ise Şarmu’ş-Şeyh’te yapılacak Arap Ekonomik Zirvesi’nden sonra “Bazı Batılı ülkelerin -İngilizleri ve Fransızları ima ediyor olsa gerek- Mısırlılar ve Arapların işlerine karışma girişimleri hakkında bir deklarasyon yayınlama” çağrısında bulunuyor ve “Bu zirvede Mısır’ın pozisyonunun benimsenmesini umuyoruz” diyordu. Bin Ali’nin gidişini alkışlayan Amerika, söz konusu Mübarek olunca gerçek yüzünü açığa vuruyor ve Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden, kendisine Mübarek’i bir diktatör olarak tanımlayıp tanımlamadığı sorulunca şöyle diyordu:
“Tunus halkı bu yönde bir karar aldıysa bu onların işi. En önemlisi Tunus halkının istekleri. Buna kimsenin itirazı yok. Bir tırmanış hayali kuran ya da bunun peşinde koşanlar hedeflerine ulaşamayacak.” Fakat çok geçmeden kıvılcımlar, Mısır dâhil pek çok ülkeye hızla yayıldı. Ebu’l-Geyt, ABD Dışişleri Bakanı Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
“Mübarek, pek çok meselede başlıca müttefiklerimizden biri olmuştur. Bölgedeki jeopolitik çıkarlar konusunda, Ortadoğu’da barış çabaları konusunda, Mısır’ın “İsrail” ile ilişkilerin normalleştirilmesine ilişkin aldığı tavırlar konusunda hep sorumlu davranmıştır… Onu bir diktatör
8
Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur bunlardan olacaktır. Mısır meselesi başlı başına özel incelemeye değer ana konulardan biridir.
olarak tanımlayamayacağım.” Açıktır ki Batılı çıkarlara hizmet ettikleri sürece Batı’nın diktatörler ve vahşi politikalarıyla hiçbir sorunu olmaz. Amerikan eski Başkanlarından Franklin D. Roosevelt’in 1939’da Nikaragua diktatörü Somoza hakkındaki sözleri siyasî çevrelerde pek meşhurdur: “Somoza bir p-ç olabilir, ama o bizim p-çimiz.”
3. Göstermelikler: Bunları üç gruba ayırmak mümkündür: a. Asıl yönetici kalırken hükümetlerin değiştiği yerler: Kralın kaldığı, ama hükümetin değiştiği Ürdün böyledir.
Amerika’nın Bin Ali’nin gidişini, “demokratik değişim fırsatı”ndan ziyade “Birleşik Devletler’in çıkarlarına tehdit” olarak görmesinin sebebi, Tunus’ta çıkarılan kargaşanın hedefinin esasında Amerika’nın Ortadoğu’daki en yakın müttefiklerinden Mısır’ı karıştırmak olmasıdır. Yani bazı güç odakları tarafından Tunus’taki olaylarda, hem diktatör Tunus rejiminin kontrollü bir şekilde “ılımlılaştırılması” projesi devreye sokuldu, hem de Mısır’da kontrolsüz bir değişim hareketinin fitili yakıldı.
b. Asıl yöneticilerin ve hükümetlerin değişmediği, ama yeni bir dönemin başlayacağı yerler: Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın reform sözü verdiği Suriye böyledir. Cezayir ve Libya, bir ihtimal Fas da böyle sayılabilir. c. Hiçbir etkisi olmayan yerler: Moritanya, Sudan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Kuveyt, Filistin Otoritesi ve Cibuti böyledir. Belirtmiş olduğumuz bu kategoriler ışığında Arap dünyasındaki ülkeleri teker teker incelediğimizde kısaca şunları söyleyebiliriz:
Kuzey Afrika’dan Batı Asya’ya dek yayılan gösteriler, Arap Devrimi gibi abartılı bir tabirle tanımlanmaya başladı. “Devrim” (İnkılâp) kavramının böylece sulandırıldığını, halkların köklü değişim arzusunun böylece deşarj edildiğini ve gerçek köklü değişimin geciktirilmek istendiğini görmekteyiz. Tunus olayları diye başlayıp, Batı medyasınca “Yasemin Devrimi” diye adlandırılan protesto gösterilerinin diğer ülkelerdeki mahiyetine bakıldığında değişik kategorilere ayrılması gerektiği görülür. Bu kategoriler üç başlıkta toplanabilir:
Tunus’ta Devlet Başkanı gitmiş, yeni bir hükümet gelmiş, yeni bir dönem başlamıştır. Cezayir’de 8 kişinin “Bu Azizi” tarzı intihar etmesi, onlarca kişinin yaralandığı, yüzlerce kişinin tutuklandığı gösteriler üzerine Devlet Başkanı, 3 Şubat günü 19 yıldır süren olağanüstü hâl döneminin sona erdiğini ilan etmiştir. Libya’da Hükümet 24 milyar dolarlık bir projeyle halka ev verilmesi ve kalkınma adımları atılması sözü vererek gösterileri yatıştırmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. Daha sonra çıkan olaylarda en az 300 kişi öldürülmüştür. Kaddafi bizzat kendi sokağa inerek göstericilere meydan okumuştur.
1. Yönetim Değişimi Hedeflenenler: Tunus’taki olaylar böyledir. Sadece Bin Ali’nin gitmesiyle değil, diktatörlük döneminin bitmesiyle, Batı’nın tabiriyle demokratikleşme sürecinin başlamasıyla sonuçlanacaktır.
Ürdün’de sendikacıların, sol grupların örgütlediği gösteriler ve Cuma namazı sonrasındaki gösteriler sonuç vermiş ve 1 Şubat’ta hükümet değişimi ile sınırlı kalan bir etki görülmüştür.
2. Yönetici Değişimi Hedeflenenler: Mevcut rejim yapısı değişmeden yöneticilerin değişmesiyle sonuçlanacak olanlar ki Mısır
Moritanya’da ufak çaplı gösteriler ile bir ki-
9
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur şinin Başkanlık Sarayı önünde “Bu Azizi” gibi intihar etmesi etkisiz kalmıştır.
Fas’ta 4 kişinin “Bu Azizi” gibi intihar etmesi etkisiz kalmıştır.
Sudan’da Tunus bağlamında Hartum ve elUbeyyid’de düzenlenen ve 100’den fazla kişinin tutuklandığı gösteriler etkisiz kalmıştır.
Cibuti’de olaysız geçen küçük çaplı gösteriler etkisiz kalmıştır. Filistin’de ise Haaretz Gazetesi’nin haberine göre, Filistin Otoritesi, Mısır olaylarından duyduğu endişe sonucu 1 Haziran’da yerel seçimlerin yapılmasına karar vermiştir.
Umman’da 200 kişinin düzenlediği gösteri etkisiz kalmıştır. Fakat Umman gibi son derece sessiz, istikrarlı ve uyku modunda görülen bir ülkede böyle bir gösterinin bile düzenlenebilmiş olması yeni bir çığır açmış sayılır.
Kuveyt’te de devletin kuruluşunun 50. Yılı ve Irak işgalinden kurtuluşunun 20. Yılı anısı adı altında, tüm vatandaşlara (nüfusu 1,12 milyondur) bedava yiyecek karneleri ve kişi başı 1,000 dinar (~4,000$) verileceğini açıklaması, ülkedeki gerginliği yumuşatmıştır.
Yemen’deki gösteriler inatla sürmektedir, fakat o, ağırlıklı olarak şehirliler ve öğrenciler eksenindedir. Oysa Yemen, aşiretlerin egemenliğindeki bir ülkedir ve bu tür gösteriler aşiret liderlerinden destek görmedikçe etkisiz kalacaktır. GösteTunus’ta ve Mısır’da rilerin tek kazanımı şimdilik meydana gelen gelişmeler, Ali Abdullah Salih’in tekrar aday olmayacağını açıklamaköklü bir değişimin habercisi sından ibarettir. 3 Şubat’ta değildir. Aksine küresel 1 milyon kişinin katılacağı konjonktüre adaptasyon söylenen protestoya 20,000 sürecinin parçasıdır. kişi katılmıştır.
Bu ülkelerden kısa vadede başı belada olanlar ise, kısa bir süre sonra resmen ikiye bölünecek olan Sudan, el-Cezire Transparency Unit’in ifşa ettiği resmî belgelerden dolayı sıkıntılı günler geçiren Filistin yönetimi, Kral Bununla birlikte dikkate Suudi Arabistan’da ilk alınması gereken son derece Abdullah’ın Amerika’da kez “Bu Azizi” tarzı görülen değerli dersler içermektedir. öldüğü, ancak ölümünün intihar eylemi ve Cidde’de gizlendiği spekülasyonu düzenlenen sokak gösterileri ile sarsılan ve kraliyet içi etkisiz kalmıştır. Sadece 15 dakika süren gösteriçekişmelere sahne olması muhtemel olan de 30’dan fazla kişi tutuklanmıştır. Suudî Arabistan ve kısa bir süre sonra Hariri suikastı hakkında Avrupa mahkemesiSuriye’de bir kişinin üzerine benzin dökenin açıklayacağı kararla bağlantılı olarak rek intiharından ziyade Mısır’daki olaylardan hükümet krizi ve sokak gösterileri yaşayan endişe eden Beşşar Esad reform sözü vermiştir. Lübnan ve dolayısıyla orayla sıkı bağlantısı El-Arabiyye’nin haberine göre internet bağlanbulunan Suriye’dir. tısı hızla kesilmiştir. 28 Ocak’taki gösteride iki Kürt kökenli asker hayatını kaybetmiştir. 31 Tunus’ta ve Mısır’da meydana gelen geOcak’ta Wall Street Journal’a röportaj veren lişmeler, köklü bir değişimin habercisi deEsad, Ortadoğu’da “yeni bir dönem” başladığığildir. Aksine küresel konjonktüre adaptasnı, Arap yöneticilerin artık halkların yükselen yon sürecinin parçasıdır. Bununla birlikte siyasî ve ekonomik taleplerini daha fazla karşıladikkate alınması gereken son derece değerli ması gerektiğini söylemiştir. dersler içermektedir. Bu dersler şunlardır:
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
10
Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur 1- Tunus örneği, rejim ne kadar güçlü olursa olsun, başımızdaki yöneticilerin oldukça hızlı bir şekilde devrilebileceğini göstermiştir. Bilindiği gibi Müslümanların başındaki yöneticilerin tamamına yakını, halkın sevgisine ve desteğine dayandıkları için değil, ordunun ve güvenlik güçlerinin desteğiyle, kaba kuvvetle iktidardadır. Yine de o kudretli ordu birlikleri, her yere saçılmış güçlü istihbarat ağları ve acımasız güvenlik güçleri, değişim isteyen halk yığınları karşısında duramamıştır. Oysa yakalarını açlıktan, aşağılanmışlıktan ve hayal kırıklıklarından bir türlü kurtaramamış olan Müslümanların zihinlerinde, vakıaya ve statükoya teslimiyetten başka çare olmadığı, değişimin imkânsız olduğu, halkın zayıf olduğu şeklinde bir vehim oluşturulmuştur. Bu vehim sonucu, birliktelik parçalanmışlığa, kuvvetlilik zafiyete, yeterlilik mahrumiyete, köklü değişim utanç verici teslimiyete, haykırış suskunluğa dönüşmüştür. Diktatör ve baskıcı rejimleri üreten Batılı devletler, bu durumun içten içe kaynamaya başladığını fark ettiğinden, bu rejimlerde demokrasi ve reform çağrılarını yoğunlaştırmaya başlamışlardır. Çünkü mevcut statükoyu korumanın başka yolu yoktur.
ardında köklü değişim düşüncesinden uzak statükocu gruplar etkin rol oynadı. Bunların başında Tunus Genel İşçiler Sendikası ve sol-liberal gruplar ile en-Nahda adıyla simgelenen ılımlı İslâmî gruplar yer alıyordu. Üstelik bunlar değişimin, köklü değişim olmayacağı, yani rejimin kökünden yıkılmasıyla sonuçlanmayacağı garantisi veriyorlardı. Nitekim Batı kamuoyunda Tunus’taki değişimin radikal İslâmî bir devrime dönüşme endişesine karşılık bu garantinin verilmesine ihtiyaç duyuluyordu. En-Nahda Hareketi’nin Londra’da sürgünde yaşayan lideri Raşid el-Ğannuşi, el-Cezire TV’ye verdiği röportajda ilginç ve çirkin bir şekilde “Hizb-ut Tahrir’e ve İslâmî Hilâfet’e karşı olduğunu, aksine demokrasi yanlısı olduğunu” söylüyordu. Yabancı devletlerin desteğini alarak değişim çağrısı yapan onlarca grup var olmuştur ki, bunlar sayesinde mevcut rejimlerin devrilmesi, yabancı müdahale sonucu ve onların lehine olmuş, akıbet hep akim kalmış, hüsrana yol açmıştır. Bu da köklü değişimden iyice uzaklaşmasına neden olmuştur. Adeta mukadder bir depremin önüne geçmek için fay hatlarındaki enerjinin boşaltılması gibi Ümmet’teki değişim dinamiği ve enerjisi, böyle böyle heder edilmiş, gazı sıvılaştıran piston yukarı çekilerek ılımlı-olumlu bir hava estirilmiştir. Meselâ; Avrasya’da meydana gelen renkli devrimler bu noktada ibretliktir. Bir kısmını Batılı devletlerin, bir kısmını Rusya’nın organize ettiği bu sözde devrimler, hiçbir şeyi kökünden değiştirmemiş, hatta bazılarında devrilen yöneticiler yeniden iktidara gelebilmiştir. Tunus ve Mısır da böyledir, böyle olacaktır. Bin Ali ve Mübarek vitrinden indirildi diye dükkân kapatılmış olmamaktadır. Oysa köklü değişimin temelinde İslâm olmalıdır. “İşin özü şu ki İslâm’ın dînî ve ideolojik bileşenleri, Kuzey Afrika’daki tüm halkların
2- Sömürgeci devletler, öyle ya da böyle değişimin kaçınılmaz olmasından dolayı, doğal yoldan ve mevcut statükoyu yıkacak yönden köklü bir değişim gerçekleşmeden evvel, sunî ve prematüre bir değişim sağlamak zorunda kalmışlar ve Tunus’taki değişim böyle gerçekleşmiştir. Çünkü Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Tunus rejiminin Amerikan şirketlerini bile haraca bağlama eğilimi karşısında onu devirmek için hazırlıklara başlamıştı. Yani Amerika’nın Tunus üzerindeki baskıları, Tunus’un asıl sahiplerini endişelendirmiş ve Bin Ali rejiminin sonunu yaklaştırmıştı. Ayrıca bu değişimin
11
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur ve Müslümanların beldelerindeki tüm halkların en derin ve en hakiki duygusu haline gelmiştir... Bugün Tunus’ta yaşananlarla bundan 32-33 sene evvel İran’da yaşananlar arasında [İslâmî hassasiyet açısından] pek çok paralellikler var.”
luk asırlar boyunca Hristiyan Avrupa’yı fethetmeye uğraşmıştı. Bu yüzden, hezimete uğramış bu insanların kaderine karar veren siyasî güç odakları, doğal olarak bu ülkelerin Batılı menfaatlere karşı organize olmaya ve onu tehdit etmeye asla muktedir olamamalarına karar verdiler. Asırlık merkantilist deneyim sayesinde İngiltere ve Fransa, yöneticileri iktidarda kalabilmek için kendilerine muhtaç, küçük ve istikrarsız devletler kurdular. Bu devletlerin kalkınması ve ticareti kontrol altındadır ve Batı’ya karşı asla bir tehdit teşkil edemez haldedir. Bu dış güçler, insanlarının çoğu fakirlikten kırılırken, o feodal elitleri aşırı derecede zenginleştirerek Arap kaynaklarını ucuza satın almak için sonraları bu kuklalarıyla birtakım anlaşmalar/sözleşmeler yapmışlardır.”
(Muhammed el-Asi, Press TV’ye verdiği röportajda)
3- Peki, köklü değişimden neyi anlamalıyız? Bir diktatörün devrilmesini mi? Hükümetin ve bakanların değişmesini mi? Yeni ve ılımlı yüzlerin iktidar paylaşımına girişmesini mi? Mesele, şahıslar meselesi olsaydı, bunlara değişim denirdi. Fakat yolsuzluk, arsızlık, zulüm, fesat, kargaşa, ıstırap, isyan ve katliam üreten, Batı’dan ithal edilmiş rejimin kendisidir. Adı demokrasi, diktatörlük yahut başka her ne olursa olsun, rejim/ sistem ayakta kaldığı sürece hiçbir köklü değişimden söz edilemez. Ne meşhur örnek olan İran Devrimi’nde, ne Pakistan ve Bangladeş tecrübelerinde, ne popüler renkli devrimlerde, ne Tunus örneğinde, ne de Mısır’da köklü bir değişim söz konusu değildir. Seçimler, bu tür halk ayaklanmaları, uluslararası kuruluşlara üyelik, sivil toplum kuruluşları ve medya kampanyaları yoluyla yapılan sunî değişimlerle, rejimlerin değişmesi bir yana ömürleri uzatılmakta, köhneleşmiş, yaşlanmış sömürgelere gençlik aşıları vurulmaktadır. Daha da ötesi değişim arzusu ve dinamiği deşarj edilmekte, böylelikle köklü değişim geciktirilmek istenmektedir.
İşte Müslümanları paramparça bölünmüş duruma sokan ve başlarındaki rejimleri, Batılı menfaatlerin bekçisi haline getiren sistemin temelinde bu gerçek vardır. İslâm Âlemi’ni saran istihbarat teşkilatlarının, açlığın, milliyetçiliğin, yolsuzluğun, fesâdın ve küfrün varlığı, bütünüyle Müslümanların köklü değişim arzusunu kırmak içindir. Öyle ki köklü değişim yönünde Müslümanlardaki en ufak bir kıpırdanma her defasında demir yumrukla, hapsederek, işkence ederek, baskı yaparak, hatta katlederek bastırılmaya çalışılmıştır. Fakat günümüzde gelişen çağın koşulları, uydu televizyonları, internet olanakları ve mobil iletişim, insanlar arasındaki irtibatı ve haberleşme hızını artırmış, sahih fikirlerin giderek yayılmasını sağlamış, önemli bir bilinçlenme süreci başlamıştır. Her ne kadar köklü bir değişim örneği olmasa da, Tunus, Mısır ve şimdilerde kaynamaya başlayan Yemen, Ürdün, Cezayir örnekleri, Müslümanların başlarındaki yöneticilerin sonunun yaklaştığını, İslâm Ümmeti’nin küresel çapta artık değişim arzuladığını haber vermektedir.
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üzerine I. Dünya Savaşı sonrası dönemde kurulan devletler, Batı’ya bağımlı kalmaları ve asla bağımsız olmamaları esâsı üzerine şekillendirilmişlerdir. Chicago Üniversitesi’nde Ekonomi Tarihi uzmanı Prof. David Fromkin bu hususu şöyle açıklamaktadır: “Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun muazzam miktardaki serveti, şimdilerde galiplerce yağmalanıyor. Ama hatırlanmalı ki, İslâmî İmparatorMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
12
Cevher KARA
E
şyada ve insanda yapacağınız alelade bir gözlem bile ilk olarak şunu dikkatlerinize sunar: Değişim. Toprak değişiyordur, hava değişiyordur, evler, iklimler, zaman, yeryüzü ve gökyüzü… Var edilen her şey ama her şey bir değişim üzeredir. İnsan da değişmektedir. Giyim kuşam alışkanlıkları, ulaşımda edindiği teknikler, savaşma şekilleri, sevgi ve nefretini ifade etme araçları, fikirleri, ölçü ve kanaatleri, vesaire… İnsan, bütün bu değişimleri ve daha birçok değişimi yaşamakla beraber, onun değiştirmek istediği bir şey var ki, tarihin bütün çağlarında en göze çarpan değişim nesnesi o olmuştur: Toplum. Hatta “insanlık tarihi, bir toplumsal değişimler tablosudur” dersek, edebiyat yapmış olmayız.
miş bulunan ve aynı zamanda küfür hükümleriyle hükmeden diktatörlere, zalim ve fasıklara karşı bir kalkışma… Patlayan, yılların biriktirdiği tepkidir. Zindanların, sehpaların, yoksullaştırmaların, köleleştirmelerin, İslâmsızlaştırmaların beslediği bir tepki. Ortadoğu denen coğrafya, uzun yıllardır geniş bir işkencehane gibi idare ediliyor. Dolayısıyla böyle bir karşılık bulması beklenen, hatta belki geciken bir şeydi. Hama’da tankların namlularına hedef olan, paletlerin altında ezilen Müminler; Mısır zindanlarında iç organları çürütülerek işkenceli ölümlere yollanan, sehpalara yollanan mustaz’aflar; Libya’da İslâmî yönetim taleplerini zalim Kaddafi’ye ilettikleri için idam edilen; benzer bir akıbeti Saddam zalimi eliyle de yaşayan âlimler; Tunus’ta camilerde dahi namazlarını gönül rahatlığıyla kılamayan Müslümanlar, Halepçe ve daha niceleri bize haber veriyordu bir kıyamın zorunluluğunu…
Son günlerde bizim coğrafyamız da bir değişim hamlesine tanık olmaktadır. Bugünler, devrim ve ihtilal haberlerinin haber merkezlerine hücum ettiği günler. Meydanlar, meydanlarda toplanan, haykıran, öldürülen, kendini yakan insanlar… Ümmet’in hakkı olan sultayı, uzun yıllardır gasp et-
Fakat yönetimleri deviren bu devrimler, başıyla-sonuyla Müslümanlara yakışan, İslâmî
13
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Devrime Şerh Düşmek devrimler midir? Bugün bu soruyu sormamız İslâmî anlamda hayatî bir önem taşımaktadır. Göründüğü kadarıyla herkes sadece Bin Ali’nin ve Mübarek’in gidişiyle ilgililer. Onların ve yönetimlerinin yerine neyin tesis edileceği Müslümanlarca tartışılmamaktadır. Buna gerek görülmemektedir. Onlar gidecek ve yerine demokratik yönetimler gelecektir! Korkulması gereken İslâm’ın hâkim olamaması değil demokrasiyi koruyamamak, demokratik devrime sahip çıkamamaktır! Batılılar korkmasınlar, İslâm Devleti’nin gelmesi gibi bir tehlikeye mahal yoktur. Yemen, Cezayir ve Libya için de aynı ‘hayırlı(!) temennilerde’ bulunulmaktadır. Bunun böyle olması gerektiği delaleti kat’i bir meseledir.
İslâm Ümmeti, Ümmet olarak Batı karşısında yenilgi hissini tattığından, bilhassa -maalesef- yıldönümünü yaşadığımız 3 Mart 1924’ten bu yana bir kalkınma, bir kıyam yolu aramaktadır. Ümmet’in hemen her beldesinde onlarca hareket bu arayış içerisinde oldu. Yıldırmak adına ölümler, işkenceler, iftiralar, sürgünler, hapisler ve daha birçok zalimane yöntem uygulamaya kondu. Bunlar kuşkusuz çok acı çekmemize sebep oldu. Lakin öyle bir durdurma üslubu ortaya kondu ki, bu üslup İslâm’ın hâkim olmasını önleme açısından önceki üslublardan daha vahim sonuçlar doğurdu. Bu taktik Müslümanlara, zorba yönetimleri ve ideolojilerini alt etmek istiyorlarsa kaleyi içeriden fethetmeleri gerektiğini, demokratik kanalları kullanarak, yasallık ve legallik zırhına bürünebileceklerini öğütlüyordu. Baksınlardı, Batı demokrasilerinde bu denli baskı ve zorbalık var mıydı? Hem insan hakları, demokrasi, özgürlükler İslâm’la çelişmiyordu. Tam tersine Kur’an ve Sünnet -özellikle Veda Hutbesi- bu fikirleri on dört asır öncesinden söylemişti. İşte bu hamleden sonradır ki, İslâmî hareketler Batılı fikirlerle olan savaşlarının çok da anlamlı olmadığına kanaat getirdiler. En azından ‘kökten’ bir reddedişte bulunmak ‘aşırı’ bir tavırdı. Daha iyi niyetli olanlar ise ‘Ümmet’in maslahatı bugün demokratik bir yöntemi gerektiriyor’ yollu savunularla gelen eleştirilere duygusal bir boyut kazandırıyorlardı. İslâmî bir yönetime geçişte en ideal sistem demokrasiydi! Hem İslâm ‘tarihsel’, hayata geçişi ‘tedricen’ idi!
Batı uşağı, ajan yönetici, zalim, fasık gibi daha birçok aşağılayıcı sıfatı hak etmiş bulunan firavunların devrilmesine sevinmemek onların zulmünün devam etmesini istemek gibi bir şeydir. Fakat akidemiz bizi her daim ‘parçacı’ yaklaşım alışkanlığından uzak durmaya çağırmaktadır. Bir işin hem evvelinde hem de ahirinde Allah yoksa o işte bize bir hayr da yoktur. Bugün, ‘olsun da nasıl olursa olsun, sonu ne olursa olsun’ zihniyeti Müslümanları bir kelepçeden kurtarırken başka -belki öbürüne nazaran daha görünmez- bir kelepçeye bağlamaktadır. Neden böyle oldu? İslâm Ümmeti, Ümmet olarak Batı karşısında yenilgi hissini tattığından, bilhassa -maalesef- yıldönümünü yaşadığımız 3 Mart 1924’ten bu yana bir kalkınma, bir kıyam yolu aramaktadır. Ümmet’in hemen her beldesinde onlarca hareket bu arayış içerisinde oldu. Tabii necis sıfatlarını yukarıda zikrettiğimiz yöneticiler ve selefleri ve efendileri de bu arayışın önünü tıkamak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
14
Devrime Şerh Düşmek Hatta zayıf bırakılmışların (mustaz’afların) dahi zulmedebileceğinden’ bahsetmektedir. (enNisa 97) Kişi, toplum ve toplulukların Allah tarafından ‘zalim’ sıfatına hak kazanabilmeleri için esasta iki sapmada bulunmaları söz konusudur: (i) fikrî (akidevî) sapmalar, (ii) amelî (davranışsal) sapmalar.
Şuan Gannuşi’nin, İhvan’ın ve birçok İslâmcı entelektüelin gerçekleşen devrimleri olumlama ve yüceltme tavırlarını besleyen tarihî süreç işte budur. Peki, biz de bu durumu olduğu gibi kabullenip yeni ‘halk yönetimlerini’ coşkuyla karşılayan, kutlayan koroya mı katılacağız? On yıllardır süregelen edilgenliğimize yine mi ses çıkarmayacağız? İslâm’ın bizden istediği tavır bu mudur?
52)
(i): ‘Allah’tan başkasını ilah edinmek, ilahlık iddiasında bulunmak’. (el-Bakara 51, 54, el-Enbiya 29, Yunus 106) ‘Allah’a karşı iftirada ve yalanda bulunup, Allah’ın vahyinden yüz çevirmek, inkâr etmek, inkârda ayak diretmek’. (el-Bakara 145, Âl-i
Zulm nedir, Zalim Kimdir?
Bir problem de, şu son dönem devrim haİmran 94, el-En’am 21, 93, 144, 157, el-A’raf 37, 177, Yunus reketleri değerlendirilirken kullanılan kav17, Hud 18, el-Kehf 15, el-Ankebut 49, 68, es-Secde 22, ezramların, içerik olarak İslâmîlikten uzaklığı Zumer 32) ‘Nifakta, münafıklıkta ve noksanlığıdır. Bilhassa bulunmak’. (el-İsra 99, et-Tevbe 47) ‘zulm’ ve ‘zalim’ kavramları Peki, biz de bu sadece bir boyutuyla kulla(ii): ‘Allah’ın mescitleridurumu olduğu gibi nılıyor, günlük hayattaki anni yıkmak istemek ve onlarda kabullenip yeni ‘halk lamının dışında bir anlamı Allah’ın isminin anılmasını enyönetimlerini’ coşkuyla yokmuş gibi davranılıyor. gellemek’. (el-Bakara 114) ‘Allah’ın karşılayan, kutlayan Aslında bu tarz kavramsal açıklanmasını istediği şeyi gizkoroya mı katılacağız? sapmalar yeni bir şey değil. lemek’. (el-Bakara 140) ‘Allah’ın On yıllardır süregelen Uzun süredir bir mefhum ve sınırlarına tecavüz etmek’. edilgenliğimize yine anlam ithalatında bulunuyor (el-Bakara 229) ‘Allah’ın indirdimi ses çıkarmayacağız? Müslümanlar. Ya da kendi ğiyle hükmetmemek’. (el-Maide İslâm’ın bizden istediği akidelerine ait mefhumları, 45) ‘Küfre dalan yakınları veli daraltma ve azaltma gibi iştavır bu mudur? edinmek’. (el-Tevbe 23) ‘Davet valemelere tâbi tutuyorlar. zifesini terk etmek’. (el-Enbiya 87) ‘Adaletten ayrılmak’. (el-Hac 25) ‘Despot, haksızlık eden, işkenceci, kıyıcı, acımasız, eziyet ve cefa verici olmak’ (en-Nisa 75)
Hâlihazırda ‘zalim’ kavramı; despot, haksızlık eden, işkenceci, kıyıcı, acımasız, eziyet ve cefa verici gibi anlamlarda kullanılıyor. Ki bu anlamlar en yaygın ve aklımıza gelmeye en müsait anlamlardır. Ama konuyu İslâmî açıdan değerlendiriyorsak, İslâm’ın bu kavrama nasıl baktığı ve nasıl doldurduğunu merkeze alıp öyle bir anlamlandırmada bulunmalıyız.
Kur’an’ın zulme ve zalime bakış açısının genel hatları işte bu şekildedir. Bunu neden izah etmek zorunda kaldık? Çünkü bugün Mübarek’lerin, Bin Ali’lerin gidişine sevinirken, diğer türdeşlerinin de aynı akıbete uğramalarını temenni ederken, vurguladığımız ‘zulm’ ve ‘zalimlik’ sıfatları, yerlerine ikame ettiğimiz demokratik ve liberal yönetimler için de söz konusu olmalıdır. İslâm’ın bize bildirdiği ve düşmanı olmamızı emret-
Öncelikle Kur’an sadece kişilerin değil toplumların, ‘kavimlerin de zalim olabileceklerini’ söylemektedir. (el-Ahkaf 10, el-Saff 7, Âl-i İmran 86, el-Mü’minun 94, eş-Şuara 10, el-Kasas 50, en-Necm
15
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Devrime Şerh Düşmek tiği ‘zulm’ budur. Öyleyse anlayamamış, İbni TeymiyAçık, net, sübut ve delalet biz hangi kaynaktan refeyeci, Vehhabi ilan edilir ve rans alıp Mısır’da ordu koaçısından kesin nasslar Kur’an gibi insanın da ‘kemutanlarını sözde ‘liberal’ rim’ olduğu ve hüküm verehüküm verme yetkisinin diye başımıza geçmeye dabileceği, zaten İslâm’ın bir Allah’a ait olduğunu beyan vet ediyoruz. Nasıl oluyor devlet talebinin olmadığı, etmektedir. Rabbimiz da Tunus’ta DemokrasiHilâfet’in bir gelenek olduğu bu konuda herhangi bir ye biat tazeliyoruz. Bunu söylenir, mevzu bir başka tolerans göstermemektedir. hangi akıl bize meşru göstartışmaya kadar rafa kaltermektedir? Bu kesinlikle dırılır. Oysa durum hiç de ‘selîm akıl’ değildir. Zira o, vahyin dışına, öyle değildir! Açık, net, sübut ve delalet açışer’î hükümlerin ötesine kesinlikle çıkmaz. sından kesin nasslar hüküm verme yetkisinin Allah’a ait olduğunu beyan etmektedir. Vahim olan bir başka husus ise yanlış Rabbimiz bu konuda herhangi bir tolerans içinde yanlışa düşülmesidir. Gerek Mısır’dan göstermemektedir. Tersi bir davranışta ve İhvan, gerekse de Tunus’tan Gannuşi, Batı inanışta olanların ise zalim, fasık, kâfir gibi nitipi bir demokrasiyi değil de ‘Türkiye Modetelemeleri edinme tehlikesiyle karşı karşıya li’ bir demokrasiyi istediklerini, örnek aldıkolduklarını buyurmaktadır. Vahyin dışınlarını söylüyorlar. Neymiş efendim, Türkiye daki emir ve nehiy bildiren tüm kaynaklara demokrasisi İslâmî bir demokrasiymiş! Hani deise ‘heva-u heves’ demektedir. mokrasinin batıllığı bir tarafa, Türkiye’nin َّ ِإِ ِن الْحكْم إ ِ ْح َّق َوُه َو َخ ْي ُر ا ْل َف ِين ُّ ال لِلّ ِه َيق َ اصل demokraside Batıdan ileri olduğu fikrini, َ ُص ال ُ ُ buradaki demokrasinin İslâmî bir demok“Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı berasi olduğunu hangi uygulamadan, hangi yan eder (anlatır) ve O, hüküm verenlerin beyanattan edinmişler anlamak çok zor. en hayırlısıdır.” (el-En’am 57) Bahsettiklerinin bir vakıası olmadığını bilنزَل اللّ ُه إِل َْي َك َفإِن َت َولَّ ْوْا ِ وك َعن َب ْع َ َُرُه ْم أَن َي ْف ِتن َ َض َما أ ْ احذ ْ َو memeleri imkânsız! İşin altında yatan kendi ِ ُاعل َْم أََّن َما يُرِي ُد اللّ ُه أَن ي ِّن ِ ص َيب ُهم ب َِب ْع َ ِم َ ِإو� َّن َكثِي اًر م ْ َف ْ ض ُذنُوِبه kamuoylarını aldatmak, Türkiye’ye biçilen َّ ِ اس لَ َف ُون ِ الن َ اسق ‘ağabey’ rolünü kuvvetlendirmek, bundan “Allah’ın sana indirdiği hükümlerin sonra da ‘devrim’ yapacak ülkeler için model bir kısmından seni saptırmamalarına dikolarak AKP’yi ve dolayısıyla da Türkiye’yi kat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse adres göstermek yatıyor. bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarıHüküm Verme Yetkisi Kimindir? nın bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan Hükmün kime ait olduğu sorusu Müslüçıkmışlardır.” (el-Maide 49) manların zihnini ne yazık ki, halen meşgul َ َر َمن فِي ا ِ ُض ي ِ وك َعن َسب ِيل اللّ ِه إِن ِ أل ْر َ ُّضل etmektedir. Zira yazının başında da bahَ َ ِإو�ن تُ ِط ْع أَ ْكث َّ َّ َّ ون settiğimiz gibi çağdaş Müslüman yazar ve َ ص َ ِع ُ َيتَّب ُ ون إِال الظ َّن َ ِإو� ْن ُه ْم إِال َي ْخ ُر âlimler, bu konuda kafa karışıklığı içerisin“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyadedir. Bu konu gerek Türkiye gerekse de cak olursan, seni Allah’ın yolundan saptıdiğer İslâm memleketlerinde ara ara günrırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi oldeme alınır, tartışılır, hüküm verme yetkisini maz, yalandan başka söz de söylemezler.” Allah’tan başkasına vermeyenler, radikal, çağı (el-En’am 116) Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
16
Devrime Şerh Düşmek duru, herhangi beşerî bir düşünceyle kirletilmemiş İslâm... Yapılan kötülük sadece Müslümanlara yapılmış bir kötülük, Allah’a karşı işlenmiş bir cürüm değil, tüm insanlığa karşı işlenmiş bir zulümdür.
َّ َّ َّ إِ ِن الْحك َّ ِّم َولَك ِّ ِك ِن َ َّاه َذل ُ الد ُ ْم إِال لِلّ ِه أَ َم َر أَال َت ْعبُ ُدوْا إِال إِي ُ ين ا ْلقَي ُ ُ ون َم ل ع ي ال ِ ََّر الن َ َ ُ ْ َ اس َ أَ ْكث “Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk (ibadet) etmemenizi emretmiştir. İşte sapasağlam din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40)
Bu kadar şeyden sonra ne ‘tedricilik’, ne ‘tarihselcilik’, ne ‘Ümmet maslahatçılığı’ savunular, ne de başka bir şeyin Müslümanları ve insanları İslâm’dan bir an bile mahrum bırakmasına cevaz vermemelidir, müsaade etmemelidir. Yetinmeci ve en azındancı mantığı terk etmenin zamanıdır. Arzulanan, zalimler için ‘sadece deviren’ bir ‘devrim’ değil İslâm’ın hâkim olacağı bir ‘inkılap’ olmalıdır. Rabbim nusretini bize, bizi de nusretine yaklaştırsın; o günleri görmeyi tez elden nasip etsin. (Âmin)
Ve daha birçok tevili imkânsız nass bunun böyle olduğunu; hayat ile ilgili değer ölçülerini, yasak ve serbestileri Allah’ın belirlediğini beyan etmektedir. Bunca nassı görmeyenler, şunu da mı görmüyor? Şu beş yüz yıllık ‘heva-u heves’ iktidarı, insanlığı nereye getirmiştir, görmüyorlar mı Allah aşkına? Demokrasi, liberalizm, sosyalizm ve bunların türevleri insanlığı bir ateş çukurunun kenarına getirip bırakmıştır. İnsanlık mahvolmaktadır, buhranlardadır, yok oluştadır ve bu kötü gidişi bir tek İslâm tersine çevirebilme güç ve yeteneğine sahiptir. Arı,
ِ لِ ِمث ُون َ ْل َهذَا َفل َْي ْع َم ْل ال َْعا ِمل “Çalışanlar, böylesi (bir kurtuluş) için çalışsınlar.” (es-Saffat 61)
17
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Hakkı EREN
S
ömürgeci kâfirler tarafından İslâm coğrafyasının her köşesinde öyle sorunlar oluşturulmuştur ki, yıllar yılı bu sorunları ne çözmek ne de çözüme yönelik bir karış yol alabilmek mümkün olmuştur. Çünkü çözümler, ya sömürgecilerin arabuluculuğunda, ya da onların planları doğrultusunda aranmaktadır. Kasıtlı olarak sorun oluşturanların çözümden yana tavır almayacağı da, elbette aşikârdır. Pakistan ile Hindistan arasında Keşmir, Yahudi varlığı ile Filistin arasında Kudüs, Ermenistan ile Azerbaycan arasında Karabağ ve Türkiye ile Yunanistan arasında da Kıbrıs, bu türden oluşturulmuş sorunlardandır. Oluşturulmuş olan bu sorunların çözümüne yönelik yıllardır atılan adımlar, kâfirlerin emellerini gerçekleştirme noktasındaki sinsi planları ve bu planlarını uygulamak için süsledikleri zehirli üsluplardır. Ayrıca tüm bu adımlar, hedefinde daima Müslümanların olduğu ve uygulandığı zaman da, adeta Müslümanların kalbine saplanacak olan zehirli oklar gibidir. Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Bu tür sorunların köklü çözümü; meselenin tarihî geçmişinin irdelenmesi, tarafların arka planında bulunan sömürgecilerin deşifre edilmesi, ancak İslâm ahkâmının belirlediği hususlara göre davranılmasıyla mümkün olur. İşte Kıbrıs meselesi de, Ada’nın tarihî sürecinin irdelenmesiyle, asıl tarafların Türkiye ve Yunanistan değil de, Amerika ve İngiltere olduğunun anlaşılması ve nihaî çözüm olarak da Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhak edilmesiyle çözülür. Dünyada gerçekleşen birçok siyasî olayı gözlemleyen salt akıl, şunu göstermektedir ki; bugün yeryüzünde sömürgeci Batılı ülkelerin herhangi bir sorunu çözmeye yönelik hamlelerinin ardında mutlaka o bölgedeki ciddi maslahatlarının olduğudur. Bu bağlamda Kıbrıs da, sahip olduğu jeostratejik konumu gereği hiçbir sömürgeci devletin görmezden gelemeyeceği hayatî bir öneme sahiptir. Zira Kıbrıs’a sahip olmak, Akdeniz’i kontrol etmek ve Ortadoğu’yu gözetlemek, dünyanın kalbi olarak adlandırılan bu coğrafyanın merkezine hâkim olmak demektir.
18
Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor “Erdoğan Kıbrıslı Türklere çok ağır eleştirilerde bulundu” (Kıbrıs Gazetesi), “Erdoğan zaten sömürgeci gibi konuşmaya başladı. Kukla hükümete, Cumhurbaşkanına ihtiyacımız yok. KKTC denen devlet Türkiye’ye lav edilsin. Kıbrıs’a vali atansın, burası modern sömürge olsun” (Kıbrıslı Gazetesi, Başyazar Doğan Harman), “Erdoğan, “sen kimsin be adam” diye soruyor, biz de ona soruyoruz” (Afrika Gazetesi) , “Yetti artık, haçana bir/daha ne kadar laf edeceksiniz” (Yenidüzen Gazetesi), “Erdoğan, Kıbrıs Türkünden özür dilemelidir” (Havadis Gazetesi, Başyazar Hasan Hastürer) Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları Rum basınında da şu başlıklarla yer almış ve Ada’nın her iki tarafı da bu açıklamadan memnun olmadığını göstermiştir:
Bu yazımızda Kıbrıs meselesinin tarihi, mevcut sorunların ne olduğu ve köklü çözümün ne olması gerektiğinden daha ziyade, son günlerde Kıbrıs’ta düzenlenen mitingler ve bu mitinglerde açılan pankartlar ışığında Türkiye’nin nerede yanlış yaptığını göstermeye çalışacağız. Bilindiği üzere, AKP Hükümeti’nin Kıbrıs ile alakalı olarak ele aldığı ekonomik önlem paketine tepki olarak, 28 Ocak’ta Kıbrıslılar harekete geçmiş ve “Toplumsal Varoluş Mitingi” adı altında 50 bin kişi sokağa dökülmüştür. Sendikal Platform’un organize ettiği mitingde açılan pankartlar ise, Türkiye’ye duyulan öfkeyi göstermeye kâfi gelmiştir. Mitingi tertipleyen Sendika Platformu’nun hükümete önerdiği 13 maddelik ilkeler, sözcüler tarafından kamuoyuna deklare edilirken, Türkiye’nin Ada üzerinde hâkimiyet kurma çabaları, siyasî gasp olarak nitelendirilmiş ve direniş çağrısı yapılmıştır. Mitingde açılan pankartlardan bazıları şunlardır:
“Yeni Mübarek” (Rum Politis) ve “İşgal Altındaki Bölgelerde Çatışmalara Ramak Kala” (Fileleftheros Gazetesi)
Hatırlanacağı üzere, M. Ali Talat’ın seçimleri kaybetmesinden sonra Ada ile ilişkileri bozulan AKP’ye yönelik ilk protestolar bunlar değildi. Daha önce 15 Kasım 2010’da KKTC’ye giden Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek, Ercan Havaalanı’nda sendikalar tarafından protesto edilmiş ve bu protestolar sırasında, “Cemil Çiçek senin maaşın ne kadar”, “Bu memleket bizim”, “Ülkemiz satılık değil” pankartları açılmıştı. Bunun üzerine Cemil Çiçek de, “Güney’dekilere benziyorlar” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
“Göç yasasını getireni de, geçireni de götüreceğiz”, “Kurtarıldık mı? HAS…TİR”, “Çiçekçiğim şimdi kime benzerik”, “Kral çıplak”, “Ankara ne paranı, ne paketini, ne de memurunu istiyoruz” vb. Bu pankartlara sinirlenen Başbakan Erdoğan ise gazetecilere yaptığı açıklamada, ““Türkiye buradan çek git” diyor. Sen kimsin be adam... Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa, Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik olarak o işi var. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi mânidardır. Destekliyoruz, karşılığının olması gerekmiyor mu?” demiştir.
Biz ise bu meseleyle alakalı olarak şunları söyleyebiliriz: Elbette Kıbrıs’ta açılan pankartlar haddini aşmış ve yıllardır süren, ama kimsenin görmek istemediği, görmezden gelerek ötelediği esasî bir sorunu gün yüzüne çıkarmıştır. Bu sorun da, Kıbrıs’ın yaşadığı kimlik sorunudur. Şer’î hükümlere göre, Kıbrıs’ın tamamı İslâmî bir beldedir. Ancak 1923 yılında yapılan Lozan Anlaşma-
Ancak Başbakan Erdoğan’ın “besleme” kelimesinin ön plana çıkarıldığı bu sert açıklamaları, aynı sertlikte Kıbrıs medyası tarafından cevaplandırılmış ve gazeteler şunları yazmıştır:
19
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor sı gereği, İngiltere Kıbrıs’ı ilhak etmiş, Türlunmuşlar, adayı Türkiye’ye ilhâk etme cekiye de bunu kabul etmiştir. Ayrıca yapılan saretini gösterememişler ve devletlerarası bu ihanet dolu anlaşmanın 21. maddesi gekonjonktüre göre hareket etmeye çalışmışreği, burada yaşayan Türkler, İngiliz vatanlardır. Son dönemde AKP Hükümetiyle daşı olabilecek, İngiliz vatandaşlığını kabul birlikte birçok konuda olduğu gibi Kıbrıs edenler Ada’da kalacak, kabul etmeyenler konusunda da elini kuvvetlendiren Ameise Ada’dan 12 ay içerisinde ayrılacaktır. rika, Kıbrıs konusunda kendi maslahatları İnsanların yaşadığı yeri terk etmeleri tabiî paralelinde ortaya koyduğu çözüme Annan ki kolay değildir. O yüzden Ada’da kalan Planı demiş ve kendini çözüme hiç bu kaTürk’ler, hem İngiliz siyasî ve kültürel nüdar yakın hissetmemiştir. Kamuoyunu güçfuzunu yaşamış, hem de İslâmî kimliklerini lü bir şekilde kullanan AKP Hükümeti de, korumaya çalışmışlardır. Ancak o yıllarda Kıbrıs meselesini Türkiye’nin menfaatleri İslâm’a ve İslâmî hükümlere bağlı kalanlara doğrultusunda çözeceğinin imajını oluşturyönelik cadı avına çıkarak Laik ve Kemamuş ve 2004 yılında BM Genel Sekreteri’nin list bir politika benimseyen sunduğu Annan Planı’nı Türkiye, zaten iki denkkabul etmiştir. Kıbrıs için Türkiye Cumhuriyeti’nin lem arasında kalan Kıbrıslı en ideal çözümün bu oldumevcut bütün hükümetleri, Türkler için güzel bir örnek ğu yönünde, hem Türkiye Kıbrıs’a Lozan ekseninden oluşturmamıştır. Sinsilik, kamuoyunu, hem de Kıbbaktıkları için, sadece cüzi hainlik, sömürü, halkları rıs kamuoyunu ellerindeki ve kültürlerini asimilasmedya gücü ile ikna etmişgirişimlerde bulunmuşlar, yona uğratma konusunadayı Türkiye’ye ilhâk etme lerdir. Dünya kamuoyuda uzman olan İngiltere, na çözüm isteyen ve barış cesaretini gösterememişler bu noktada sahipsiz kalan yanlısı olan tarafın Türkive devletlerarası Kıbrıs’ta da bunu yapmakye, anlaşmaya yanaşmakonjonktüre göre hareket ta zorlanmamıştır. Çok bayan tarafın ise Rum tarafı etmeye çalışmışlardır. sit ama yalın bir hakikattir olduğu izlenimi verilmişki, yeryüzünde trafiğin tir. Rum kesimine büyük soldan aktığı ülkeler İngiliz hâkimiyetinin tazminatlar ödemeyi bile kabul eden Türolduğu ülkelerdir. Aynen Kıbrıs’ta olduğu kiye, yapılan referandum sonucunda Türk gibi… Ayrıca İngilizlerin Türkiye’deki derin tarafı “Evet” demiş, Rum tarafı ise “Hayır” yapılanması olan Ergenekon, Kıbrıs’ı kendidiyerek Annan Planı’nın aleyhte sonuçlanne bir üs haline getirmiştir. Kıbrıs’taki, “tek masına vesile olmuştur. Bu da şunu bir kez İslâmî cemaat lideri olan” Şeyh Nazım Kıbrisî daha göstermiştir ki, Kıbrıs’ta İngiltere’nin de, İngiliz Prensi Charles’ın Müslüman olduonaylamadığı bir çözüm hâlihazırda mümğunu iddia ederek bundan duyduğu memnunikün değildir. yeti ilan etmiş ve böylelikle Ada’daki İngiliz Ancak önümüzdeki Mayıs ayında Rum hayranlığının hangi boyutlarda olduğunu kesiminde, Türkiye’de Haziran ayında yabir başka açıdan göstermiştir. pılacak olan seçimler ve 2012’de AB Dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut bütün Başkanlığı’nın Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne hükümetleri, Kıbrıs’a Lozan ekseninden geçecek olması, ABD açısından Kıbrıs mebaktıkları için, sadece cüzi girişimlerde buselesinde yeni gelişmelerin doğmasına ve Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
20
Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor sürenin daha da daralinsanlar kendilerini TürKıbrıs, Osmanlı Hilâfet masına sebep olacakkiyeli gibi hissetmiyorlarDevleti’ne bağlı olan diğer tır. AB’nin, Türkiye’nin sa ve AB’ye girmelerinin bölgeler ve tebâalar gibi, AB’ye üyeliğinin ön şartı önünde tek engel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin olarak Kıbrıs meselesiTürkiye’yi görüyorlarsa, kurulması için, unutulmuş ni öne sürmesi, Kıbrıs’ı burada başka bir “sosyal” ve bu uğurda sahip olunan kendi inisiyatifleri doğsorun var demektir. İnbirçok haktan vazgeçildiği gibi rultusunda çözmek istesanlara sadece malî desKıbrıs’tan da vazgeçilmiştir. diklerini ortaya koymaktek sağlayarak onları kentadır. Rum Yönetimi’nin dinizden yapamazsınız. 2012’de AB Dönem Başkanlığı’nı yapacak Bu insanların yaşam tarzlarından, düşünolması, Türkiye’nin hem AB’ye girme yöcelerinden, amaç ve gayelerinden anlıyoruz nündeki çalışmalarını zora sokacak, hem de ki, onlar bizlerin sahip olduğu değerlere Kıbrıs meselesinde Rum Yönetimi’nin elini sahip değiller ve bizler gibi düşünmüyordaha da güçlendirmiş olacaktır. lar. Bu da, bu anlattıklarımıza göre normal değil midir? Kıbrıs, Osmanlı Hilâfet Devleti’ne bağlı olan diğer bölgeler ve tebâalar gibi, Türkiye Kıbrıs İslâmî bir belde olmasına rağmen Cumhuriyeti’nin kurulması için, unutulmuş buranın halkı İslâmî kültürden sanki kasıtlı ve bu uğurda sahip olunan birçok haktan bir şekilde uzak tutulmuş, Türkiye Cumhuvazgeçildiği gibi Kıbrıs’tan da vazgeçilmişriyeti ise bu halka maddî yardımların yetir. Türkiye’yi Kıbrıs ile alakalı kılan faktörterli olacağını düşünerek hareket etmiş ve ler; aynı etnik yapı, coğrafî yakınlık ve söİslâmî kültürün neşet etmesine destek vermürgecilerin Kıbrıs üzerinden sürdürdüğü memiştir. Zira kendi bünyesinde bile bazı Türkiye’deki hegemonya mücadelesidir. kesimler tarafından İslâm hâlâ bir öcü olaBu mesele de aynen Kürt sorunu ve Ermerak gösterilmek istenmektedir. Kıbrıs’taki ni soykırım meselesi gibi Türkiye’yi kontrol İslâmî gelişim ve halkın din ile münasebeti etmek isteyen sömürgecilerin kullandığı bir hakkında KKTC Din İşleri Başkanı Dr. Yumesele olmuştur. Tabiî ki Kıbrıs’ın önemi suf Suiçmez’in verdiği bir röportajdaki şu de, buna ayrı bir ehemmiyet katmaktadır. ifadeleri, durumun vahametini ortaya koyYoksa Türkiye Irak’taki ve Karabağ’daki ması açısından önemlidir: Türklerin sorunlarıyla bu kadar ilgili değil“Hakikaten Yavru Vatan’da din eğitimi dir. konusunda ciddi sorunlar var ve bunları çöz“Türkiye’nin Kıbrıs’ı nasıl gördüğü” ile mek için çalışıyoruz. Aslında Yavru Vatan’da alakalı soruya verilecek en güzel cevap ise, İslâm’a ilgi var ancak İslâm kültürünün bilimsel Türkiye’deki insanların “Kıbrıs” denince akve çağdaş bir düzeyde aktarımında sorunlar yalına gelen ilk kelimelerden anlaşılabilir. Maşıyoruz.”… “1878’de başlayan ve 1974’te Kıbalesef bugün, “Kıbrıs” denilince Türkiye’de rıs Barış harekâtı ile sona eren İngiliz ve Rum akla kumar, tatil, eğlence ve kaçamak(!) yapmak hegemonyasının Kıbrıs’ta İslâmî hayat üzerinde gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti hüküolumsuz etkileri oldu. İslâmiyet’in yerini bazı metleri bugüne kadar Kıbrıs’a malî anlamgelenekler doldurdu. Maalesef İslâm dini enda destek olmaktan, askerî güçleri ile onları telektüel düzeyde sunulmadığı için şimdi topkorumaktan başka ne yapmıştır?! Ada’daki lumun bir kesimi tarafından İslâmiyet çağdışı
21
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor olarak görülüyor.”… “Maalesef çocukların ve gençlerin dinî eğitiminde karşılaştığımız birçok sorun nedeniyle toplumun ihtiyaçların giderecek çağdaş düzeyde bir din hizmeti veremiyoruz. Ayrıca din eğitimi verecek kadrolar da yeterli değil. Çok sayıda üniversite bulunmasına rağmen, bunların hiçbirinin bünyesinde ilahiyat fakültesi yer almıyor. Kısaca din eğitimi 1974’ten bu yana ciddiye alınmadı. Din eğitimi planlaması da yapılmadı. Eğitim düzeyi çok yüksek olan Kıbrıs Türk halkına, duygu ve düşünce dünyalarını tatmin edecek olan din eğitiminin standartlarının çok daha yüksek olması zorunludur.” (www.
önümüzdeki süreçte Kıbrıs üzerinden yapılacak olan pazarlıkların ve ABD planlarının onaylanabilmesi amacıyla -Annan Planı örneğinde olduğu gibi- süreci tıkayan Rum tarafına istediği tavizlerin verilmesi suretiyle, Kıbrıs’ın gözden çıkarılmasının alt zeminini oluşturmaya yönelik kasıtlı hareketler olabilir. Zira Kıbrıs, Doğu Akdeniz’den başlayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısı için önemli bir yer olması ve askerî üsler kurarak bölgeye en kısa sürede müdahale şansını taşıması açısından, ABD için vazgeçilmez bir yerdir. İslâmî bir belde olan Kıbrıs, ne Türkiye’nin ne de başka bir devletin, müzakere masasında pazarlık edemeyeceği hayatî bir meseledir. AB’nin ve ABD’nin taşeronluğunda, Kıbrıs sorununu çözmeye çalışmak Ümmet’e yapılmış büyük bir ihanet olacaktır. Kıbrıs için tek çözüm vardır, o da, oranın tekrar Ümmet’e iadesidir ve bunun için çalışmanın gerekliliğidir. Umarız ki İslâm Ümmeti; Filistin ve Sudan’ın bölünmelerinden ders alarak Kıbrıs’ın da elinden çıkmasına fırsat vermez. Dün İslâm Ümmeti’nin liderliğini yapan devlet adamları, Filistin’in, Sudan’ın ve Kıbrıs’ın İslâmî ve stratejik önemini bilip Ümmet’e emanet etmişken, bugün Ümmet’in düşmanları, bu yerlerin kıymetini yeni anlayıp ellerinden almak için her türlü çirkefliği sergilemelerine rağmen Müslümanların bu duruma seyirci kalmasını anlamak zordur. Rabbim tez zamanda mukaddesatımızı, değerlerimizi anlayıp onları koruyacak, sahiplenecek otoriteyi getirmeyi bizlere nasip etsin.
beyazhaberler.com/?p=953)
Diyanet İşleri perspektifinden bile olsa Sayın Suiçmez’in bu tespitleri hayli üzücü ve dehşet vericidir. Müslüman Kıbrıslıların içine düşürüldükleri bu vaziyet, tamamıyla Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ihmalinin bir tezahürüdür. Kendi sınırları içinde İslâmî eğitim veren kişi ve kurumlara kan kusturan Türkiye’den de Kıbrıslı Müslümanlar “din” eğitimi vermesini istemek abesle iştigal olabilir ama biz burada vakıanın altını çizmek açısından olması gerekeni belirtiyoruz. Biliyoruz ki Laik bir zihniyet üzerine inşa edilmiş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin böyle bir endişesi yoktur. O bir takım çıkarlar için -kaldı ki, bu çıkarlar, kendi Müslüman halkının çıkarları bile değil; genellikle sömürgeci devletlerin çıkarıdır- ekonomik yardımlarda bulunmayı “anavatan”lık olarak görmektedir. Her ne kadar Türkiye üzerine düşen görevleri yeterince yapmasa bile Kıbrıs için nihaî çözüm tek cümleyle, Türkiye’ye ilhak edilmesidir. Kıbrıs meselesi, ne Türkiye’nin AB’ye girmesine feda edilecek bir mesele, ne de ABD’nin isteklerini doğrultusunda truva atı olacak kadar basit bir meseledir. Kıbrıs’tan ve Türkiye’den gelen bu sert açıklamalar,
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
22
AbdulHamid YAZICI
E
ski Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından gündeme getirilen Başkanlık sistemi, AKP ile birlikte özellikle 12 Eylül Referandumunun ardından yeniden gündeme geldi. Türkiye Başkanlık sistemine geçecek mi? Bunun için muhtemel beklentiler nelerdir?
vaplandırmaya geçmeden önce referandum sonrası Türkiye’sinin iç siyasî durumunu özetlemek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile şu anda meclis içerisinde ve meclis dışında bulunan siyasî partilerin durumlarını tahlil etmekte fayda vardır. A- 2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur?
Elbette ki bu sorunun cevaplandırılması beraberinde daha başka konulardaki gelişmelere ve bunlara verilecek cevaplara bağlıdır. Cevaplandırılması gereken bu hususlardan en önemlileri şunlardır:
Recep Erdoğan liderliğindeki AKP halen daha birinci parti olma özelliğini korumaktadır. 2011 Haziran ayında yapılması planlanan seçimlerden de birinci parti olarak çıkması beklenmektedir. Ancak bu oranın ne olacağı hususunda kesin bir rakam vermek mümkün olmamakla birlikte, CHP’nin nasıl bir gelişme göstereceği, MHP’nin seçim barajını aşıp aşmaması, Kürt meselesi adını verdikleri hususlardaki gelişmelere bağlı olacaktır. Ancak bu husustaki gelişmeler de dikkate alınarak AKP oylarının %40 civarında olması beklenmektedir.
1- 2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur? 2- Cumhurbaşkanlığı seçimindeki muhtemel gelişmeler nasıl olacak? 3- Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın ABD nezdindeki konumu nedir? Amerika’nın bunlara bakışları nasıldır? Bunlar hakkında bir tercihi var mıdır? Başkanlık sistemi hakkında bir görüş ortaya koyabilmek için bu soruların cevaplandırılması gerekmektedir. Bu soruları ce-
Ana muhalefet partisi CHP’nin oylarının bir bölümü kemikleşmiş, Türkiye’nin
23
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak hiçkenara bırakarak, CHP çatısı altında bir bir surette değişmeyen oylardır. Bunların araya gelme kararı almışlardır. Çünkü şu oranı ise %18’ler civarındadır. Geride kalan anda içerisinde bulunduğu haliyle Türkiye oylar ise değişik sebeplerden dolayı diğer İngilizleri ve buradaki işbirlikçileri açısınsiyasî partilere tepki gösterenlere ait oylardan Cumhuriyet tarihinin en zor, sıkıntılı dır. Ancak geçtiğimiz aylarda CHP içerisinve kan kaybının şiddetli olduğu bir dönemi de yaşanan çekişmeler sonucunda Önder yaşamaktadırlar. Bu güne kadar ellerinde Sav’ın CHP genel sekreterliğinden alınması tuttukları otorite gücünü, bunun dinamikleve yönetim kadrosunda birtakım değişiklikrini sürekli olarak kaybetmekte, ellerinden lerin yapılmasının üzerinden kısa bir süre kaçırmaktadırlar. Bu kan kaybına dur desonra CHP parti meclisini belirlemek için mek, en azından güçlerini koruyabilmek yeniden kongreye gitti. Bu kongre ile ilgili için her türlü üslubu kullanmakta kararolarak partiye yakın olup partiyi desteklelıdırlar. Bu amaçla CHP alışkanlıklarını ve yenlerle karşı görüşte olanlar birbirinden kurallarını bir kenara iterek yeni üsluplar farklı değerlendirmelerde bulundular. Gebenimsemiştir ve benimsemek zorundadır rek Önder Sav ve ekibinin da... CHP’de yapılan değitasfiye edildiği genel kurul şikliklerle farklı bir üslup ...Bütün solcular yani olsun, gerekse Aralık ayıntakip etmeyi amaçlamışlarözellikle ulusalcı kesim da yapılan genel kurulda dır. Bu nedenledir ki CHP AKP karşısında güçlü bir yaşanan gelişmeler olsun seçim süreci boyunca daha her iki genel kurula bakıldıcephe oluşturmak için farklı konular üzerinde proğında CHP’de suların dupaganda yapacaktır. Zira aralarındaki ayrılıkları rulmadığı görülmektedir. kuruluşundan bu güne kageçici bir süre için bir Şu andaki yapısıyla seçime dar CHP laiklik esaslı olakenara bırakarak, CHP kadar geçen süre içerisinde rak bu toplumu kendisine çatısı altında bir araya CHP bütün gücüyle AKP düşman olarak gören, halgelme kararı almışlardır. oylarını aşağıya çekmek kı her zaman hiçe sayan, için çalışacaktır. Dolayıönemsemeyen bir zihniyesıyla seçime kadar CHP’de kaynamakta te sahipti. Özellikle Erdoğan liderliğindeki olan sular geçici bir süre için durgun bir AKP’nin topluma yakın olması nedeniyle görüntü arz edecek ve seçimden elde edisürekli olarak oylarını artırdığını ve halk lecek sonuçlara göre yeniden harekete getarafından sevildiğini gören CHP’liler, göçecektir. Seçim sonuçlarına bağlı olarak da rünürde de olsa bir üslup değişikliğine gitmuhtemelen CHP’nin ikiye ayrılması söz meyi planladılar. Bu nedenledir ki seçim konusu olabilir. Seçimlerden sonra yapılsüreci boyunca CHP’liler miting meydanlaması muhtemel olağanüstü parti kongresinrında ve propagandalarında halkın hoşuna de ise Gürsel Tekin partinin genel başkanı gidecek ifadeleri kullanacaklardır. Bu planolabilir. larıyla bir taraftan meclisteki sandalye sayılarını artırmak diğer taraftan da AKP’nin Ancak ileriye yönelik tahminler doğru meclisteki sandalye sayısını azaltmak sureveya yanlış ne olursa olsun bütün solcular tiyle AKP’yi koalisyon hükümeti kurmaya yani özellikle ulusalcı kesim AKP karşımecbur hale getirmek istemektedirler. CHP sında güçlü bir cephe oluşturmak için araüzerinden İngilizlerin ortaya koydukları larındaki ayrılıkları geçici bir süre için bir Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
24
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi planın özeti işte budur. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için CHP’lilerin her türlü yola başvurmayı deneyecekleri beklenmektedir. Nitekim geçtiğimiz aylarda BDP ile seçim ittifakı yapacakları yönündeki sorulara CHP’nin son kurultay öncesi genel sekreteri Süheyl Batum şöyle cevap veriyordu: “CHP, Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa hepsini çözmeye talip ve hepsini çözmeye kararlı bir parti olmak zorundadır. Bunun için toplumun tüm meşru kurum, kuruluş ve kişileriyle görüşmeler yaptık, yapıyoruz, yapacağız. BDP de elbette bunlardan biridir. Biz 5 yılın ardından bayramlaştık ve bu bayramlaşma sırasında önemli mesajlar verdik. Ben o bayramlaşmada seçim ittifakı demedim. Sanırım yanlış anlaşıldı. Yüzde 10 seçim barajı, faili meçhullerin çözümü, Doğu ve Güneydoğu’nun sosyoekonomik sorunlarının giderilmesi ve Kürt sorununun çözümü için üzerimize düşen ne varsa bunu yapmaya hazır olduğumuzu söyledim. Bunun için de elbette BDP ile işbirliği yaparız. TBMM’de temsil edilen meşru bir partiyle bu konularda işbirliği yapmak neden bu kadar tartışılıyor, tepki alıyor anlayabilmiş de değilim. Bugün AKP, Öcalan’la masaya oturup konuşuyor ama bizim BDP ile görüşmemiz kadar sorun yaratmıyor”
...CHP, yeni dönem Türkiye’sinin nereye doğru gittiğini, Amerika’nın Erdoğan liderliğindeki AKP yönetimi ile neleri gerçekleştirmek istediğini ve Amerikan planları karşısında eski üsluplarda direnmelerinin mümkün olmadığını anlamış görünüyor. rektiğinde işbirliği yapmaktan çekinmeyen bir parti görünümü sergileyecektir. Yine önümüzdeki yılların Türkiye’sinin Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi güçlü iki parti yapısının gerçekleşeceği beklentisine göre kendilerini şekillendirmek istemektedirler. Çünkü günümüz Türkiye’sinde her ne kadar altmış kadar siyasî parti bulunuyorsa da bunların çok büyük bir kısmı tabela partisi olmaktan öteye geçmemektedirler. Saadet Partisi ve MHP gibi partiler ise kendilerine düşen görevi yerine getirdiklerinden şu anda onlara herhangi bir ihtiyaç yoktur. Bu nedenle de zaman içerisinde tarih olmaları kaçınılmazdır. Özetle 2011 Haziran seçimleri için bugünden kesin bir tahmin yürütmek mümkün olmamakla beraber CHP’nin %25’ler civarında oy alması muhtemeldir. BDP ile seçim ittifakına girmesinin CHP açısından olumlu tarafları olduğu kadar olumsuz tarafları da vardır. Bu iş adeta iki tarafı keskin bıçak gibidir.
2011 seçimlerinin önemli partilerinden birisi olan CHP, yeni dönem Türkiye’sinin nereye doğru gittiğini, Amerika’nın Erdoğan liderliğindeki AKP yönetimi ile neleri gerçekleştirmek istediğini ve Amerikan planları karşısında eski üsluplarda direnmelerinin mümkün olmadığını anlamış görünüyor. Bu nedenle de bundan böyle CHP’lilerin ağızlarından çıkan sözlerde, münafıklık alâmeti farklılıklar görülecektir. Gerçekte ise kalpleri ağızlarından çıkan sözlerden tamamen farklıdır. Tıpkı Irak politikasında olduğu gibi İngiliz yanlılarının bir kısmı Türk iç siyasetinde de problem çıkartmayan, ılımlı bir tavır sergileyen, ge-
Şu andaki meclisin üçüncü büyük partisi olan MHP’ye gelince: MHP özel görevler ifâ etmek üzere kurulmuş partilerden birisidir. MHP’nin varlığı milliyetçilik düşünceleri yönüyle karşı çıkacağı tarafların bulunmasına bağlıdır. Ancak günümüz Türkiye’sindeki gelişmeler dikkate alındı-
25
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi ğında MHP açısından yüklenilebilecek misyon Türkiye’nin şu anda içerisinde bulunduğu şartlar bakımından son derece zayıflamıştır. Bu nedenle de Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin önümüzdeki milletvekili seçimlerinde baraj altında kalma ihtimali de vardır. Ancak durum ne olursa olsun MHP gelecekte ihtiyaç duyulduğunda vizyona konmak için varlığını stepne olarak mutlaka sürdürecektir. Çünkü kâfirlerin İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları kıyamete kadar devam edecektir. Zira İslâm düşüncesi açısından tümüyle yanlış olan kavmiyetçilik ve bunun bayraktarlığını yapan MHP, taşıdığı bu düşünceleri ile toplum içerisinde ayrımcılığı, ırkçılığı tetiklemeye her zaman için elverişlidir.
BDP’nin önümüzdeki seçimlerde de meclise girme ihtimali vardır. Fakat bu ihtimal Erdoğan ve partisinin ortaya koyacağı çalışmalara göre tersine de dönebilir. Erbakan liderliğindeki Saadet Partisine gelince: Saadet partisinin seçimlerde ciddi bir varlık göstermesi tümüyle imkânsızdır. Erbakan siyasete atıldığı ilk günlerden beri hangi amaçla çalışıyor idiyse, şu anda da aynı amacı gerçekleştirmek için son bir çaba ile ihtiyarlamış, çökmüş hali ile partinin başına geçmiştir. Fakat onun bu çabası hiçbir surette fayda vermeyecektir. Zira sandık başına giden Saadet Parti seçmeni oylarının boşa gitmesinden, CHP ve diğer partilerin işine yaramasından ise Erdoğan’ı desteklemeyi tercih edeceklerdir.
Netice olarak MHP’nin önümüzdeki seçimlerde oy oranını artırması beklenemez. Tam tersine oy kaybına uğraması daha kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenledir ki Başbakan Erdoğan seçim mitinglerini yaptığı meydanlarda ve konuşmalarında sürekli olarak MHP tabanına seslenecek ve onların oylarını almaya çalışacaktır. 2011 Haziran seçimleri itibariyle MHP seçmeni, Erdoğan için tabiri caizse adeta avlanmaya hazır av gibi gözükmektedir. PKK’nin temsilcisi konumundaki BDP’ye gelince: Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan olaylar ve bölge halkı, seçim süreci boyunca üç partinin (AKP, CHP ve BDP) cirit attığı ve olanca gücüyle oy kapma yarışına girdikleri en hassas bölge olacaktır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları ve PKK etkisinin ağır bastığı yerlerde önceki seçimlerde olduğu gibi BDP’nin yüksek miktarlarda oy alması beklenmektedir. Ancak bunların tümü özellikle AKP’nin bu bölge ile ilgili olarak izleyeceği politikalarla ve bölge halkının sıkıntılarına ne ölçüde çare olduğuyla yakından ilgilidir. Kısacası Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Numan Kurtulmuş tarafından kurulan HAS partiye gelince: Numan Kurtulmuş tarafından kurulan bu partinin iktidar olmak gibi bir hedefi olmadığı gibi şu an için bu mümkün de değildir. Numan Kurtulmuş Saadet Partisinin başında bulunarak AKP’nin oylarını bölmek istemediğinden Erbakan’ın düşünceleri aleyhine bir tavır sergilemiş ve bu nedenle de parti içerisinde bir çatlağa neden olmuştur. Bu yapısıyla da siyasi yelpazede AKP karşısında yer aldığını söylemek mümkün değildir. Zira Numan Kurtulmuş liderliğindeki Saadet Partisinin
26
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi seçimlerde daha fazla oy alma ihtimali vardı. Dolayısıyla Saadet Partisinden bağlarını koparan Numan Kurtulmuş ve onunla birlikte hareket eden seçmenin oylarının çok büyük bir kısmı Erdoğan’a gidecektir.
şiklik yapılmıştır: Madde 4- Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir. Madde 5- Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Anayasada yapılan bu değişikliklere göre Cumhurbaşkanı hem halk tarafından seçilmeli hem de ilk oylamada oyların %50’den fazlasını almalıdır. Recep Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmayı düşündüğünde hemen hemen herkes hemfikirdir. Ve adımlarını da önümüzdeki yıllarda Cumhurbaşkanı olacak şekilde atmaktadır. Bu nedenledir ki 31 Mayıs 2007 tarihli anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıl olarak belirtilen maddenin Abdullah Gül için ne şekilde uygulanması gerektiğini netleştirmemiş bunu gelişmelere göre şekillendirmek istemiştir. Buna göre Recep Erdoğan’ın planı; 2011 Haziran ayında yapılacak seçimlerde yüksek oy oranı ve büyük bir çoğunlukla meclise girmek, hatta anayasayı tek başına rahatlıkla değiştirebilecek bir çoğunluğu elde etmektir.
Numan Kurtulmuş’un asıl hedefi ise seçim sonrası Türkiye’sine ait gelişmelerdir. O, kendisini seçim öncesi için değil seçim sonrası gelişmeler için hazırlamaktadır. Her ne kadar konuşmalarında Recep T. Erdoğan ve partisini eleştiriyor olsa da hedefinde Erdoğan sonrası AKP liderliği yer almaktadır. Zira Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasî yapıyı ve gelişmeleri dakik ve akıllıca inceleyen bir kimsenin Erdoğan liderliğindeki AKP’yi hedefine alarak bir siyasi parti kurması düşünülemez. Bu ancak ve ancak ya düşüncesizliğin bir göstergesidir ya da daha farklı plan ve hedeflerin bir sonucudur. Bu nedenledir ki Numan Kurtulmuş’un konuşmalarını ve davranışlarını seçim sonrasında daha iyi değerlendirmekte ve takip etmekte fayda vardır.
Şu anda Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmekte olan Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 yılında bu göreve resmen başladı. Görev süresi beş yıl ile sınırlandırıldığı takdirde 28 Ağustos 2012’de görevi sona erecek. 7 yıl olarak belirlendiği takdirde ise 28 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanlığı sona erecektir. Recep T. Erdoğan açısından ise durum şudur: AKP tüzüğünün 132. Maddesi şöyledir: “Ak Parti listelerinden aday gösterilip seçilmiş olan belediye başkanları ve milletvekilleri, en fazla üç dönem aday gösterilebilir.” Bu maddeye göre Tayyip Erdoğan son olarak 2011 seçimlerinde de milletvekili adayı olabilecek ve 4 yıl parlamentoda kalabilecektir. Yani 2015 yılında yapılacak olan
B- Cumhurbaşkanlığı seçimindeki muhtemel gelişmeler nasıl olacak? Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili olarak seçim değerlendirmelerini yapmamızın nedeni şudur: 31 Mayıs 2007 tarihinde Anayasanın 101. Maddesinde şu şekilde deği-
27
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi milletvekili seçimlerinde aday olamayacaktır. Milletvekili olamadığı zaman Başbakan da olamayacaktır. Çünkü anayasanın 109. Maddesinin ikinci fıkrasında “Başbakan Cumhurbaşkanınca Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır” denilmektedir. Anayasanın bu maddesine göre milletvekili olamadığı sürece Erdoğan’ın başbakan olması da mümkün değildir. Buna göre cumhurbaşkanı olamadığı takdirde Recep Erdoğan ancak 4 yıl daha başbakanlık koltuğunda oturabilecektir. Bunun için Recep Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak için bütün gücü ile çalışacaktır. İstanbul Büyükşehir belediye başkanı olmadan önceki
bir anayasa hazırlanması konusundaki hazırlıkların zamanına ve içeriğine karar verecektir. Muhtemel sonuçlara göre Başbakan Recep Erdoğan’ın tavrı şu şekilde olacaktır: a- Şu andaki gelişmelere ve Recep Erdoğan’ın tavırlarına bakıldığı zaman, onun 2011 seçimlerinden başarı ile çıkacağı kuvvetle muhtemel gözükmektedir. 2011 seçimlerinde Erdoğan liderliğindeki Ak Parti %50’ler civarında oy alabildiği takdirde süratle anayasa değişikliği çalışmalarını başlatacak ve Anayasa oylaması ile birlikte tam veya yarı Başkanlık sistemi çerçevesinde Abdullah Gül’ün beş yıllık görev süresinin dolmasının ardından Erdoğan’da Başkanlık koltuğuna oturacaktır. b- Seçimlerden elde edeceği oy oranının %40 veya bunun altında gerçekleşecek olursa –ki buna bağlı olarak milletvekili sayısı da değişecektir- anayasa değişikliği çalışmalarında tam veya yarı Başkanlık sistemi konusunda bir değişiklik yapılmayacak, bunun yerine Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri bağlamında yeni düzenlemelere gidilecektir. Buna bağlı olarak da Abdullah Gül’ün görev süresini beş yıl ile sınırlandırmaya karar verecek ve 2012 Eylül ayından itibaren de Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacaktır.
dönemde yapılan milletvekili seçimlerinde Refah Partisi başkanı Erbakan tarafından aday gösterilmediğinde hüngür hüngür ağlayan Recep Erdoğan’da aşırı bir hırs bulunmaktadır. Bu hırsını Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konusunda da sonuna kadar göstereceği şüphesizdir.
Cumhurbaşkanlığı mı Yoksa Başkanlık Sistemi mi? Türkiye’nin Başkanlık sistemine geçip geçmemesi meselesinde de Recep Erdoğan’ın belirleyici olacağı görülmektedir. Amerika’nın Türkiye’ye bakışına ve Başkanlık sistemini kendi çıkarları için uygun bulup bulmamasına göre anayasa değişikliği ile birlikte Başkanlık sistemi benzeri bir sisteme geçilecektir. Şu anda meclis anayasa komisyonu başkanı Burhan Kuzu’nun Başkanlık sistemi hakkındaki düşünceleri şu
Bu nedenledir ki Recep Erdoğan 2011 seçimlerine daha büyük bir hırs ve çaba ile çalışacaktır. Çünkü seçimlerden elde edeceği sonuçlara göre Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili süre hakkında karar verecektir. Seçimlerden elde edeceği sonuca, meclisteki milletvekili sayısına göre; yeni Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
28
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi şekildedir: “Benim yıllardır üzerinde çalıştığım model, ABD’deki sistemden farklı. Ben Fransa’da uygulanan yarı Başkanlık sistemiyle ABD’de uygulanan tam Başkanlık sisteminin karması bir modelden yanayım. Bilindiği gibi Fransa’da eyalet sistemi yok. Ancak Fransa’daki Başkanlık sisteminde, başkanın yetkileri ABD’deki kadar geniş değil. Orada başkanın yanı sıra başbakan da var ve üniter yapı korunuyor. ABD’de ise eyalet yapısı üzerine kurulu tam Başkanlık sistemi uygulanıyor… Bu modeli AK Parti milletvekili olarak değil, bir bilim adamı olarak dile getirdim. Bu yönde bir çalışma yapmam konusunda partimden herhangi bir görev verilmedi. Ancak Sayın Başbakan’ın benim adımı vererek yaptığı açıklamalar, kendisinin de bu modele sıcak baktığına işaret ediyor.”
C- Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın ABD nezdindeki konumu nedir? Amerika’nın bunlara bakışı nasıldır? Bunlar hakkında bir tercihi var mıdır? Amerika açısından Recep Erdoğan ve Abdullah Gül arasında bir değerlendirmeyi kendi içerisindeki birtakım unsurlar belirleyici olmaktadır. Bu unsurların bir kısmı her ikisinin kişisel özellikleri ile alakalıdır. Recep Erdoğan sert duruşu, dik kafalılığı, sözünü açıktan söyleyen bir yapıda olması nedeniyle Amerika açısından olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Amerika açısından olumlu yönü şudur: Amerikan çıkarları için elverişli olan bir husus ne kadar riskli olursa olsun, ne kadar tehlikeleri barındırıyor olursa olsun aklına uygun olduğu zaman Recep Erdoğan onu uygulamaktan hiçbir zaman çekinmez. Olumsuz yönü ise aklına koyduğunu yapma hususunda dik kafalı bir yapıya sahip olmasıdır. Yani bazı tavırlarıyla Erdoğan zaman zaman kontrol edilemez, davranışları tahmin edilemez bir hal ortaya koymaktadır. “İsrail”e karşı tavırlarında olduğu gibi Amerika’nın vur dediğini daha da ileri götürmekte, öldürmektedir. Bu yönüyle Amerika’nın istediği bazı hususları, istemediği için uygulamayabilir.
Netice olarak 2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerden sonra hızlı bir şekilde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına başlanacak ve tahminen bir yıl içerisinde de bu çalışma tamamlanacaktır. Yeni anayasa hazırlıklarının tamamlanması, Abdullah Gül’ün görev süresinin beş yıl sonra dolması ile aynı tarihlere yani 28 Ağustos 2012 tarihlerine denk getirilecektir. Yeni anayasa çalışmaları öngörülen süre içerisinde tamamlanabildiği takdirde Abdullah Gül’ün görev süresi 2012 Ağustos ayında sona erecektir. Bu tarihe yetiştirilemediği takdirde ise Abdullah Gül’ün görev süresinin 2014 yılı Ağustos ayına kadar uzatılabilecek yani yedi yıl olacaktır. Ancak büyük bir ihtimalle Recep Erdoğan bunu 2012 Ağustos ayına kadar tamamlamaya çalışacaktır. Bu durumda da Recep Erdoğan parti tüzüğü gereğince üç dönem milletvekili buna bağlı olarak da başbakan olma süresini neredeyse tamamlamış olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda Türkiye büyük bir ihtimalle Başkanlık sistemine veya Burhan Kuzu’nun kafasında var olan bir sisteme geçecektir.
Abdullah Gül ise Recep Erdoğan’a göre daha fazla pragmatist bir düşünceye sahip olduğundan riskli ve sıkıntılı konularda Amerikan planlarının infazında beklenen performansı gösteremez. Bu yönüyle de tercih edilmeyebilir. Ancak Erdoğan kadar sert ve açık sözlü olmadığı, pragmatist düşündüğü için kendine özgü kesin ve net çizgileri olmaması nedeniyle Amerika açısından tercih edilebilir. Abdullah Gül, Recep Erdoğan’ın tersine duygu ve düşüncelerine hâkim olabilmekte, bunları her zaman ifşa etmemektedir.
29
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Seçime Doğru Başkanlık Sistemi Toplum nezdinde büyük bir popülariteyi yakalamış olması nedeniyle bir anlamda Amerika Erdoğan’a mecburdur. Yani Başkanlık sistemi diyebileceğimiz bir sisteme geçilmesi halinde Recep Erdoğan’ın tüm adaylar içerisinde en fazla oyu alabileceği kuvvetle muhtemeldir. Bu açıdan Amerika Erdoğan’a bir anlamda mecburdur. Fakat Amerika onu etrafında var olan akıl hocaları ve başka unsurlar aracılığıyla kendi isteklerine göre şekillendirmektedir. Bunların bir kısmında başarılı olabileceği gibi bir kısmında da başarılı olamayacaktır. Abdullah Gül’ün toplum içerisindeki popülaritesi, beğenilirliği Erdoğan’la aynı olması halinde ise Amerika’nın tercihi Abdullah Gül’den yana olur.
gibi gözükmektedir. Ancak şu aşamada çok kesin bir şey söylemek mümkün olmamakla birlikte, bu tercihin kesinleşmesi şu anda devam etmekte olan Ergenekon davaları ve buna bağlı olarak yürütülen operasyonların gelişimine bağlıdır. Bunun anlamı şudur: Ergenekon adı verilen bu operasyonlar ve bununla bağlantılı hususlar Amerika’nın beklediği ve elde etmek istediği bir şekilde gelişirse, yani Amerika özellikle ordu içerisinde beklediği başarıyı sağlar ve gücü elde ederse, bu durumda Recep Erdoğan’a ihtiyacı kalmayacağı için Abdullah Gül’den yana tercihini koyabilir. Aksi halde ise ibre Erdoğan’dan yana gözükmektedir. Şu andaki gelişmelere bakıldığında ise Ergenekon operasyonları ve buna bağlı gelişmelerin Amerika’yı mutmain kılacak bir noktaya gelmesinin birkaç yıllık bir süreyi alabileceği görülmektedir. Bu yönüyle ise Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğunda yaklaşık dört yıl daha oturması, buna bağlı olarak da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin de yedi yıla çıkarılması gerekecektir. Başkanlık sistemi ile ilgili gelişmeler de buna bağlı olarak şekillenecektir.
Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konusunda Ocak ayının son ve Şubat ayının ilk günlerinde her iki tarafın açıklamalarında da görüldüğü gibi Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasında artık yavaş yavaş su yüzüne vuran bir yarış ve bakış açılarındaki farklılıklar dikkati çekmektedir. Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına ikinci bir defa daha seçilebilmek için gerek yurt içi gerekse yurt dışı seyahatlerini sıklaştırmakta, bu güne kadar görülen Cumhurbaşkanları portresinden daha başka bir görünüm ortaya koymaktadır. Abdullah Gül’ün bu hareketliliğinin, ikinci defa cumhurbaşkanı seçilme hedefli olduğunu düşünüyoruz. Zira anayasaya göre Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerekmektedir. Bunun için ise Cumhurbaşkanı adayının halk nezdinde belli bir beğenilirliği elde etmesi kaçınılmazdır.
Ancak Amerika’nın bakışı nasıl olursa olsun günümüz Türkiye’sinin içerisinde bulunduğu şartlar dikkate alındığında, ister Cumhurbaşkanı olarak olsun isterse Başkanlık sistemi gibi bir sistem olsun bu koltuklara Erdoğan’ın oturması daha kuvvetli görülmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önemli bir nokta da Amerika ve Pensilvanya’nın tavrının nasıl olacağı, kimi tercih edip destekleyeceğidir. Şu ana kadarki gelişmelere bakıldığında tercih Abdullah Gül’den yana Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
30
İbrahim ER
A
frika’nın kuzeyinden Arap Yarımadası’na ve oradan da Ortadoğu’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyada, yönetimleri derinden sarsan çok ciddi boyutlarda halk hareketleri meydana gelmektedir. Yaklaşık bir ay önce patlak veren bu hareketler, şu anda İslam coğrafyasının büyük bir bölümünü etkisi altına almıştır. Tunus diktatörü Zeynel Abidin bin Ali’nin yıkılmasıyla sonuçlanan halk isyanı bu hareketlerin başlangıcını oluşturmaktadır. Ardından bu olaylar Mısır’a sıçramış ve orada da Hüsnü Mübarek otuz yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Bu iki ülkedeki ayaklanmalarının oluşturduğu domino etkisi kısa süre içerisinde bu kıvılcımı Libya, Cezayir, Yemen ve Bahreyn gibi ülkelere de sıçratmıştır. Daha sonra da şu an itibariyle diğerlerine nazaran daha ufak çaplı olan Fas, İran, Ürdün, Kuveyt, Umman, Irak ve Cibuti’deki ayaklanmalar birbirini takip etmiştir.
finde, İslam coğrafyasının hain ve işbirlikçi yöneticileri ile onların zalim yönetimleri vardır. Yıllardan bu yana kendi otoritelerini muhafaza edip ajanlığını yaptıkları efendilerinin hizmetlerini kusursuz bir şekilde yerine getirmeye programlanmış bu asalaklar, kendilerine yönelik yapılan bu isyanlar karşısında da ne denli acımasız ve seviyesiz varlıklar olduklarını bir kez daha tüm dünya göstermişlerdir. Onlar, güçlü oldukları bütün dönemlerde; tehdit, baskı ve yıldırma gibi yöntemleri yönetim üslubu olarak rutin işlerden kabul edip, kendi otoritesi için tehdit olarak gördüğü her ferdi ve her oluşumu kolayca ortadan kaldırma yoluna gitmişlerdir. Ancak onlar bu hareketler karşısında zayıflıklarını hissettikleri anda da, toplulukların hızını kesebilmek ve bu işten en az zararla kurtulabilmek için bütün seviyesizliklerini kullanarak sonuna kadar alçalmaktan da geri durmamaktadırlar. Onlar için bütün hedef, sıkı sıkıya yapışmış oldukları koltuklarını ve sahip oldukları kıymetlerini sonuna kadar muhafaza edebilmektir. Eğer
On binlerce insanın meydanlara dökülmesine neden olan bu ayaklanmaların hede-
31
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı kendileri için gerçekleşmesi muhtemel acı son kaçınılmaz olmaya başlamışsa; koltuklarını bırakmak zorunda kalsalar bile, çoğu bu ümmete ait olan ancak kendileri için servet olarak biriktirdiklerini çalıp götürmekten de asla sıkıntı duymamaktadırlar. Zaten onların bu yaptıkları, sömürgeci kâfirlerin maşalığını yaparak kendi ümmetine yıllarca zulüm, baskı ve katliamlarla ihanet edebilecek kadar alçalmanın ötesinde şeyler değildirler.
langıcından bu yana toplulukların üzerine otomatik silahlarla açılan yaylım ateşleri sonucunda bazı kaynaklara göre ölenlerin sayısı bine yaklaşmıştır. Aynı sahneler her ne kadar bu boyutlarda olmasa da Bahreyn’de de yaşanmıştır. Diğer beldelerde de durum çok farklı değildir. Oralarda şu ana kadar henüz katliamlar yaşanmasa da hükümet güçlerinin isyancılara müdahalesi çok sert olmaktadır. Sonuçta otoritelerini korumak için mücadele veren bu işbirlikçi yöneticiler kendi bekâlarını korumak adına oluk-oluk Müslüman kanı akıtmakta ve ümmete yönelik baskı ve zulümlerini arttırmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.
İslam coğrafyasındaki bu hareketlerin meydana gelmesi neticesinde her ne kadar diktatör diye tabir edilen işbirlikçi yöneticiler koltuklarından ediliyorsa da, bu ayaklanma süreci sonunda Bu süreçte ne kardeşin halklar üzerinde oluşturukardeşe kırdırılması, ne de ...Otoritelerini korumak lan tahribatlar kabul ediyönetimlerin zebanilerinin için mücadele veren lebilir türden değildir. Bu oluşturduğu baskı ve zubu işbirlikçi yöneticiler tahribatların oluşmasına lümler ile gerçekleştirdiklekendi bekâlarını neden olan hususlardan biri katliamlar asıl yıkıcı etkikorumak adına oluk-oluk rincisi isyancı toplulukların yi oluşturan unsurlar değilMüslüman kanı akıtmakta karşısına çıkarılan hüküdirler. Asıl yıkıcı etki halkve ümmete yönelik met yanlısı guruplardır ki, ların beklentilerinde ve elde baskı ve zulümlerini bunlarla ilk etapta birbirine etmek istediklerinde gizliarttırmakta hiçbir sakınca zıt iki kutup karşı karşıya dir. Sonuçta bu hareketler görmemektedirler. getirilerek isyanın etkisi Tunus ve Mısır’da halkın azaltılmaya ve gücü kırılbeklentilerine cevap vermiş maya çalışılmaktadır. Kısacası bu yöntem, ve bu topraklara kök saldıklarını zanneden sömürgecilerin İslam Beldelerinde yaklaşık iki lider yönetimden indirilmiştir. İlerleyen bir asırdır uygulaya geldikleri klasik kardegünlerde kaynamakta olan diğer beldelerde şi kardeşe kırdırma yöntemidir ve ümmet de muhtemelen aynı görüntüler oluşacak ve açısından yıkıcı, onlar açısından da çoğu zayeni devrik liderler ortaya çıkacaktır. Ancak man beklentilerine cevap verebilen nitelikte bu değişimden ya da liderin devrilmesinden bir uygulamadır. Nitekim bu karşı karşıya sonra nelerin olacağı hususu önemlidir. gelmeler ve yaşanan diğer olaylar karşısınTopluluklar vakıaları gereği eşya ve da onlarca Müslüman hayatını kaybetmiştir. olayları değerlendirmede ancak yüzeysel Uygulanan bu yöntemle birlikte zaten her bir bakış açısına sahip olabilirler. Çünkü zaman devrede olan mevcut yönetimin zetopluluklar çok sayıda fertlerden meydana banilerinin halklara vermiş oldukları tahrigeldiklerinden dolayı onlardaki hissetme ve batlar vardır. Mesela kırk üç yıldır iktidarda bağ kurma yetenekleri de doğal olarak zayıf olan Kaddafi’nin zebanileri şu anda Libya’yı olmaktadır. Bu yüzden de yüzeysel bakış kan gölüne çevirmişlerdir. Olayların başMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
32
Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı açısının üzerine çıkmaları mümkün değildir. Aynı durum bu ayaklanmalar ve ayaklanmalar neticesinde oluşan yeni durumdan beklentiler hususu için de söz konusudur. Sonuçta şu anda İslam Beldelerinde topluluklar diktatör yöneticilerden kurtulmak ve daha fazla özgürlük için meydanlara çıkmaktadırlar. Onlarda yıllardan beri baskı ortamı altında dayatılan ve oluşturulmaya çalışılan anlayış, özgürlükler ve dolayısı ile de demokrasidir. Baskılarla patlama noktasına getirilmiş bir toplumun böyle bir tepkiyle ortaya çıkması ve bu isteklerle meydanlara dökülmesi o topluluğun bu konuda bilinçli olduğu anlamını doğurmaz. Bu yüzden de bu olaylar ve ortaya çıkan bu mesele; başta demokratik batı ülkelerinin yöneticilerinin ve tüm İslam coğrafyasına model ülke olarak dayatılmaya çalışılan Türkiye’nin yöneticilerinin üstüne basarak belirttikleri gibi halkın kendi geleceğini belirleme meselesi değildir. Yöneticiler açısından halkın sesine kulak verme meselesi de değildir. Mesele toplulukların demokrasi istemiyle meydanları doldurmasından ziyade, üzerlerindeki baskıdan ve zorba yönetimlerden kurtulma meselesidir. Çünkü yüzeysel düşünme özelliğine sahip olan toplulukların hareketleri genel olarak tepkisel hareketlerdir ve toplulukla birlikte hareket eden birçok insan orada ne için bulunduğunun farkında değildir ve ne istediğini dahi bilmemektedir. Topluluk yalnızca bir şahsa ve onun yönetimine karşı kilitlenmiş durumdadır. İşte ümmet üzerinde asıl tahribatı oluşturan durum da budur.
ajanları vasıtasıyla toplumları yıllarca baskı altında tutmuş, ya da İngiliz sömürgesi konumundaki beldelerde var olan katı diktatör oluşumların halklara yönelik baskılarını kullanma yoluna gitmiştir. Bugün bu değişim rüzgârlarının estiği bölgelerin genelde derin İngiliz yapılanmalarının bulunduğu bölgeler olması bir tesadüf değildir. Bunlar, ABD’nin “21. Yüzyıl Projesi” kapsamında dünyayı yeniden şekillendirme projesinin cüzlerinden birisidir. Bu proje kapsamında Türkiye ve Irak hamleleri, eski Sovyetler Birliği topraklarında gerçekleşen renkli devrimler, daha dün Sudan’da yapılan referandum ve şimdi de Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve Ortadoğu üzerindeki şekillendirme çalışmaları… İşte toplulukların sahip oldukları yüzeysel bakış açıları, onların bu sömürgeci tehlikeyi görebilmelerinin önündeki en büyük engeldir. Bu engel, onları özgürlükler ve demokrasi gibi gayri insani ve İslam’la taban tabana zıt fikir ve söylemlerin peşinden gitmelerine sebep olmaktadır.
Halklar üzerinde oluşmuş mevcut haller, sömürgecilerin başı konumunda olan ABD’nin oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzenine ve gerçekleştirmeye çalıştığı değiştirme girişimlerine uygun hallerdir. O bu halleri meydana getirmek için ya kendi
Toplulukların bu vakıasından yola çıkarak, toplumları değiştirmeyi hedefleyen ve bu hususu bir ölüm kalım meselesi haline getirenler için öncelikli iş, topluluklarda var olan yüzeysel düşünme seviyesini yükseltmektir. Bunu gerçekleştirmenin yolu da;
Halklar üzerinde oluşmuş mevcut haller, sömürgecilerin başı konumunda olan ABD’nin oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzenine ve gerçekleştirmeye çalıştığı değiştirme girişimlerine uygun hallerdir.
33
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı vakıalara yönelik algılarını/hislerini sürekli takviye etmek, gerçekleşen siyasi gelişmeler, sömürgecilerin tuzakları ve hayatla ilgili problemlerin çözümleri hususunda da kendi akidelerinden kaynaklanan yüksek fikirler ve bol bilgilerle donatmak suretiyle olur. Böylece topluluklar yüksek bir fikir etrafında toplanmış ve bu yüksek fikirden kaynaklanan hayat nizamını ister hale getirilmiş olurlar. Bu da toplulukların harekete geçmesini ve toplumsal bir değişimin gerçekleşmesini sağlar. Yaşanan bu olaylar, toplulukların harekete geçmesiyle oluşan gücün ve bu gücün yönetimler üzerindeki etkisinin boyutlarını net şekilde ortaya koymuştur. Yönetimler açısından kendilerine karşı harekete geçmiş topluklar ne kadar tehlikeli ise, değişimi hedefleyenler için de toplulukları bir yüksek fikir etrafında örgütlemek ve o yüksek fikirle harekete geçirmek o derece önemlidir. Kısacası değişimin temelinde toplulukların değiştirilmek istenen fikir üzerinde örgütlenebilmesi yatar.
nı tatmin etmeyen akidesi ile hiçbir zaman Müslüman halkların gönüllerinde yer bulamamış ve sürekli olarak İslam’la ilişkilendirilmek suretiyle bu bölgelere nüfuz etmeye ve nüfuz edebildiği bölgelerdeki varlığı da korunmaya çalışılmıştır. Ancak durum bu sefer farklıdır. İslam coğrafyasında bulunan diktatör yöneticilerden bunalan ve sonunda sömürgecilerin etkisiyle de olsa patlayan Müslüman halklar bunu bir kurtuluş reçetesi olarak istemektedirler. Sonuçta Kapitalist yönetimler altında bulunan bütün toplumlar gibi onlar da umduklarını bulamayacaklar ve kısa sürede kendilerine hayat verenin bu olmadığını anlayacaklardır. Bunun için oradaki ve tüm dünyadaki Müslüman halklara kendilerine hayat veren şeyin ne olduğunu yoğun şekilde hatırlatmak ve ona davet etmek yeterli olacaktır. ِ َّس ول إِذَا َد َعاكُم ل َِما َ ُّها الَّذ َ َيا أَي َ ِين ُاس َت ِجيبُوْا لِلّ ِه َولِلر ْ آمنُوْا يُ ْحيِيكُم “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icabet edin.” (el-Enfal 24)
İslam Beldeleri’ndeki yönetimlere yönelik bu halk ayaklanmaları ise Kapitalizm açısından ‘sonun başlangıcı’nı oluşturması ise kaçınılmazdır. Çünkü bu durum, bu beldelerde Kapitalizme ait olan demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi yüksek değerler olarak kabul edilen fikirlerin hayat sahasına geçirilmesi anlamına gelmektedir. Bu değerler ise Kapitalist ideolojinin zirvesidir ve daha ötesi de yoktur. Kısacası kapitalizmin bu çökmüş değerlerden başka insanlık için ortaya koyabileceği yeni hiçbir şey yoktur. Bu değerler aynı zamanda Kapitalist ideolojinin kokuşmuşluğunu örtmek için kullanılan değerlerdir. Ayrıca bu ideolojinin hayat problemlerinin çözümüne yönelik olarak ortaya koydukları, toplumda oluşturamadığı kıymetler ve insan aklı-
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
34
Talha YAŞAR
İ
nsanoğlu, günümüzde o kadar yoğun bir hayat hengâmesi içinde yaşıyor ki, bu hengâmede, ya yaşadığı birçok şeyin farkına dahi varamıyor, ya da farkında olduğu birçok şeyi kısa bir süre sonra unutup gidiyor. İnsanın günlük hayatta karşılaştığı sıkıntılarını, çıkmazlarını kısa bir sürede unutması normal karşılanabilir. Fakat bazen öyle şeyler vardır ki, bırakın unutulmasını, bunlar, bir an dahi akıldan çıkarılsa kapanmayacak yaralara, hayal dahi edilemeyecek sıkıntılara sebep olabilecek yani hayatı tersyüz edecek problemlerin kaynağını oluşturacak meseleler olabilir. İşte bu meyandaki meselelerden bir tanesi -hatta en önemlisi- 3 Mart 1924’te Hilafet’in kaldırılması meselesidir.
hayatlarından bir parça etme zaruretini ortaya koyar ve onu hayatı pahasına müdafaa etmeyi gerektirir. Bazı değerler kaybolduktan sonra o nimetin kıymeti, yokluğunun sıkıntısı ile hatırlanmaya başlar. Belki de şu günlerde yokluğunun sıkıntısını her zamankinden daha fazla hissettiğimiz ve daha çok hatırlamamız gereken Hilâfet’tir. Yeryüzüne 1300 seneden fazla hâkim olan, dünyanın dört bir tarafına hayrı yayan, kötülükleri ortadan kaldıran, hayrın önünü açıp, şerrin kapılarını kapatan Hilâfet Devleti bin bir hile ve entrikayla hain ve zalimlerin kirli elleriyle ortadan kaldırılıp hayrın kapıları kapatılmış, zulmün, çirkefliğin önü ve kapanan şer kapıları sonuna kadar açılmıştır.
Her insanın hayata tutunma noktasında vazgeçemeyeceği değerleri vardır, bu değerler insanların inançlarına, yaşantılarına, kısacası hayata bakış açılarına göre şekillenen değerlerdir. Bu konuda İslâm’a iman etmiş insanların, telakki ettikleri değerlerinin, çok yüksek seviyede olması, bu değerleri
Hilâfet’in nasıl kaldırıldığını kısa bir şekilde de olsa hatırlamamız açısından Lozan ihanet anlaşmasına bakmamız gerekmektedir: 24 Temmuz 1923’de imzalanan anlaşmanın öncesinde birçok entrika sahnelenmiş,
35
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı: 3 Mart 1924 Anadolu’da Din-i İslâm’ın hâkim kalması için mücadele ettiğini belirten ve bu doğrultuda halkı örgütleyip savaştıran M. Kemal, Lozan’dan sonra söylemlerini değiştirerek, bu anlaşmanın -gizli maddelerinden biri olarak bilinen “Hilâfet’i ilga” şartı da dâhilmaddeleri yerine getirilmediği sürece sulhun olmayacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur.
lis üyelerinin Hilâfet’in kaldırılmasına onay vermeleri için ne gerekiyorsa yapmıştır. Bu ihanet, sulh anlaşmasının bu maddesi, kabule yanaşmayan Meclis üyelerinin üstü kapalı/açık bir şekilde tehdit edilerek de olsa kabul ettirilmesiyle, Meclis onayından geçirildi. Meclis’in bu maddeyi de onayladığı telgrafla bildirilerek Lozan anlaşması bu şekilde sonuca bağlanmıştır.
Lozan Antlaşması görüşmeleri tam bir garabet ve ihanettir. Zira dışişlerinden anlamayan, o güne kadar sadece kara çizmeyi tanıyan, kulakları duymayan, Fransızca bilmeyen (konferansın dili Fransızca) bu sebeple de tercüman olarak Yahudi Hahambaşı Hayim Naum’u beraberinde götüren İsmet İnönü, Baş-Murahhas olarak görevlendirilmiştir. Görüşmeler süresince çok cömert bir tavır sergilenmiştir; Kıbrıs’tan tutunda Adalar’a, Musul’undan, Batum’una Ümmet’in toprakları hiç düşünülmeden kâfirlere verilmiş, alacakları milyonlarca altın değerindeki tazminatlar Yunanlılara hibe edilmiş, verilecek tazminatlar için ise son kuruşuna kadar ödeme yapmak taahhüt edilmiştir. Kendi vatandaşlarını kendi topraklarından çıkarmayı vazife belleyip, kâfirleri Ümmet’in topraklarına yerleştirmeyi borç bilmiştir: Çanakkale’ye işgal için tecavüz için gelip de öldürülen kâfirlerin mezarları topraklarıyla birlikte kâfirlere hibe edilirken düşmanın buralara girmemesi için canını veren şehitlere en büyük hakareti yapmaktan utanılmamıştır.
Anlaşmaların geçerlilik kazanabilmesi için, anlaşmaya katılan delegelerin imzaları, ülkelerin meclislerinin ve devlet başkanının onayı gerekmektedir. İşte bu sebeple Lozan Antlaşması’nın kabulü de ancak bu üçlü onayın ardından geçerli olmuştur. Hilâfet’in ilgasının sömürgeci kâfir devletlerce talep edilmesi, aslında herkesçe malumdur. Zira özellikle Hilâfet kurumunun tesirini birebir hisseden hem Müslümanlar hem de kâfirler, bu tesirin hakkını teslim ve itiraf etmişlerdir. Bunu bir örnekle somutlaştıralım: İngiliz temsilcilerinden biri şunları söyler: “Biz Hindistan’da asayişi sağlamak için yılda binlerce insanı asmak zorunda kalırdık fakat Halife İstanbul’dan bir mektup gönderir, tüm halk sükûn bulurdu.” 3 Mart 1924’te Ümmet’in dayanağı olan asası kırılmış, koruması olan kalkanı yere düşmüş o tarihten bu yana da bahsini ettiğimiz bazı kıymetler kaybolunca sonuçları yakîn bir şekilde mülahaza edilmiş, belalar, sıkıntılar, Müslümanların peşini bırakmamıştır. Bu tarih İslâmî Ümmet’in kara günü, hüzün günü olarak tarihe geçerken, kâfirlerin bayramı olarak tarihteki yerini almıştır.
Bu bahsini ettiğimiz meselelerin tamamı, Lozan Antlaşmasının maddelerinden alınmadır. Bunca tavize rağmen sulh, kesintiye uğramıştır. Zira İngiltere’nin istediği Hilafet’in ilgası meselesi halledilmemiştir. Mesajı alan Hayim Naum Anadolu’ya gelerek M. Kemal’e mesajı iletmiş, O da bu yönde teminat verip işe koyulmuş ve MecMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Asanın kırılıp, kalkanın düşmesinden sonra saldırıların açık hedefi haline gelen Müslümanların alfabesi değiştirilerek Ümmet, İslâm’ın cahili yapılmış, eğitim sis-
36
Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı: 3 Mart 1924 temi değiştirilerek körpe beyinler İslâm’a düşman fikirlerle yoğurulmuş, orduları değiştirilerek, sadece kendi sınırlarına hapsedilmiş, ekonomisi değiştirilerek faiz, borsa gibi her türlü pisliğe entegre edilmiş, hukuku değiştirilerek mahremiyet, adâlet, hak, hukuk, beşerî nizamlara tâbi kılınarak facialara yol açılmıştır. Yine o tarihten sonra Müslümanların toprakları, ırzı, değerleri, kaynakları kâfirlerin ayakları altına alınmış ve Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi tahakkuk etmiştir:
re film izler gibi seyirci mi kalacağız? Tabii ki, hayır! Unuttuğumuz gerçeği hatırlayıp/ hatırlatıp bu plan ve projeleri tersine çevirecek olan yitirdiğimiz Hilâfet değerini tesis etmekle kâfirlerin bayramını hüzne çevirip, Ümmet’in hüznünü de bayrama çevrilmesi için çalışacağız, inşaAllah. Çünkü Hilâfet Kurumu, yeniden Ümmet’in namusuna sahip çıkan ve bir Mümine’nin iffetinin korunması için ordular seferber eden Halife Mutasımların günümüz yansımalarını ortaya çıkartacak, Irak’ta ve daha nice beldelerde ırzları kirletilen bacılarımızın intikamını necis kafirlerden alacaktır.
ِ ُي ِها َ َما َت َد َ وش ُك الأُْ َم ُم أَ ْن َت َد َ َص َعت َ ُم ك ْ اعى الأَْ َكلَ ُة إِلَى ق ْ اعى َعل َْيك َّ َِّير َولَكِن َ ٌ ٍ ٍ ٍ ِ ِ ُم ك ث ك ذ ئ م و ي م ت ن أ ل ب َال ق ذ ئ م و ي ن ح ن ة ِل ق ِن م و ِل ئ ْ َ َ َفق ْ َ َال قَا ٌ َ َ ْ َ ْ ُْ َ ََْ ُ ْ َ ْ َّ ُم ِ ص ُد َّ َاء َك ُغثَا ِء ْ الس ْي ِل َول ََي ْن َزَع َّن الل ُه م ٌ ُغث ُ ِن ْ ُم ال َْم َه َاب َة ِم ْنك ْ ور َع ُد ِّوك َّ َّ ٌ َال قَائ ْوْه ُن َ ِل َيا َرُس َ ْوْه َن َفق َ ول الل ِه َو َما ال َ ُم ال ْ َول ََي ْق ِذ َف َّن الل ُه فِي ُقلُوِبك ُّ َال ُح ُّب ِ َر اه َي ُة ال َْم ْو ِت َق َ الد ْن َيا َوك
Çünkü Halife, Ömer b. el-Hattab ve Ömer b. AbdülAziz RadiyAllahu Anhum’un adaletinin bugünkü temsilcileri olacak ve tüm dünyaya İslâm’ın adaletinin takdimini yapacaktır.
“Yemek yiyen obur kimselerin yemek sofrasına üşüştükleri gibi çeşitli din mensuplarının (kâfirlerin) size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır.” Birisi sordu: “Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız?” Hayır, bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin sürüklediği çer çöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden korkunuzu çıkaracaktır. Sizin kalbinize de vehen atacaktır.” buyurdu. “Vehen nedir ey Allah’ın Rasulü?” diye sorduklarında şöyle buyurdu: “Dünya sevgisi ve ölümü kerih görmektir.” (Ebu Davud 3745)
Çünkü Müslümanlar, böylesi bir yönetime layıktırlar. Zira onlar şuan yeryüzünde yürüyen en şerefli varlıktırlar. Tevhid akidesiyle İslâm’ı kabul edenler onlardır, zira... Tüm bunlardan mahrumiyetimiz; unuttuğumuz ve bugünkü halimizin yaşanmasına sebep olan dayanağımızın kırılması, kalkanımızın düşmesinin sonucudur. 87 yıldır kâfirler Müslümanların beldelerinde bayram ediyor. Müslümanlar ise alınlarında kara bir lekenin iziyle yaşıyor.
Makalemin başında unutmak-hatırlamak üzerine söylediklerimi burada hatırlamakta fayda var. Zira ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve diğer sömürgeci kâfir devletler, gece gündüz İslâm beldelerini nasıl işgal edeceklerinin, kaynaklarını nasıl yağmalayacaklarının, değerlerini nasıl ayaklar altına alacaklarının planlarını, projelerini hazırlarlarken ve bu plan ve projelerin uygulanmasının habis üsluplarını ortaya koymak için çalışırlarken… Bizler tüm bu olup bitenle-
Artık bu leke kalkmalı ve Müslümanlar, kalkanlarına yeniden kavuşmalılar. İşte o kalkan, Hilâfet’tir... Hilâfet; izzetin devletidir… َّ َولِلَّ ِه ا ْلع ِين َ ِرُسولِ ِه َولِل ُْم ْؤ ِمن َ ِزُة َول “İzzet Allah’a, Rasulü’ne ve Müminlere aittir.” (el-Münafikûn 8)
37
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Ahmet Sadık ALTINEL
R
asulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Bedir savaşı öncesi ellerini, omuzlarındaki ridası düşecek şekilde, iki gözünden sicim gibi yaşlar boşanırken, ellerini semaya kaldırarak Rabbine şöyle yakardı:
fından işgal edildiği bir anda, Çanakkale’de savaşanları tıpkı İslam’ın zor zamanlarında Bedir’de siperlerde duran Sahabelere benzetmiştir. Akif’in bu mısralarının bu şekilde anlaşılması gerekir diye düşüyoruz, yoksa Sahabeyle Çanakkale’de savaşanlar fazilet açısından asla eş tutulamaz. Zira bu hususu M. Akif’in de bilebileceği kanaatindeyim. Akif’in burada yaptığı sadece bir teşbihtir. Çünkü Akif, son elde kalan Anadolu topraklarının cephelerinde savunma hattında “aman İslam’ın sancağı burada da düşmesin” diyerek düşmana karşı bedenleri ile etten duvar örerek cansiperane savaşanların tam da bir Ümmet’in tarihî kırılma noktasında üstlendikleri rol açısından, Sahabe’nin üstlendiği rolden farksız olduğunu düşünüyordu. Çanakkale cephesinde kanları ile Tevhid’i kurtaran mücahitleri yere göğe sığdıramayan büyük Şair, ilgili mısralarda şöyle diyor:
“Bu, İslam’ın ilk ya da son ordusudur, ya Rabbi! Şayet bugün bu orduyu yenilgiye uğratırsan artık yeryüzünde sana kulluk yapacak kimse kalmayacak.” Evet, o gün Bedir Meydanı’na gelenlerin sayısı topu topu 300 kişiydi. Bir avuç insan, ama İslam’ın ilk toplumu… Şayet onlar o gün yenilseydi, bu dini asırlar boyunca nesilden nesle, Yarımada’dan yer küreye kim, nasıl taşırdı?! Sahabe’nin dinin korunmasında verdiği mücadeleyi anlatmak için benzer bir ifadeyi de İslam şairi Mehmet Akif Ersoy Çanakkale şehitleri için söyler: Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın. Herc-ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
Akif, Osmanlı mirasının, bütün İslam beldelerinin bir bir sömürgeci devletler taraMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
38
Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor! “Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına; Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribî akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Artık akılları ve vicdanları Batılı kültürle formatlanmış aydın ve entelektüellerin Ümmet’in kulağına yıllarca fısıldadığı kokuşmuş Batılı kültür ve üfürdükleri korkular, onları büyük idealler peşinde koşmaktan alıkoymuyor. kahredici sömürü kültürünün bütün karartma çabalarına rağmen karanlığı aydınlatan bir mum yaktın, Akidesinden kaynaklanan projelerin yaşamını düzenleyecek en doğru çözümler olduğu noktasında Ümmetine öz güven aşıladın, onu yeniden izzetli ve şerefli tarihine, Allah’ın dinine döndürdün…
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsrân, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.
Ömer RadiyAllahu Anh ve daha niceleri, tanıştıkları bu dinin adlarını tarihe altın harflerle yazdıracağını ve onları Kıyamet’e kadar hayırla yâd edilecek şahsiyetler haline getireceğini biliyorlar mıydı? Daha dün kızlarını kendi elleri ile toprağa gömmüş iken ve putlara tapacak kadar aklı ve düşüncesi yerlerde sürünüyorken bir gün gelecek ve dünyanın geri kalanının belki adını bilmediği bu Yarımada’nın son derece iptidaî hayat yaşayan insanlarını insanlığın örnek, abide şahsiyetleri haline getirecek… Bu insan aklının öngörebileceği bir şey miydi?
Artık savaşlar cephede olmuyor. Savaşlar büyük ölçüde ideolojik ve kültürel planda ve zihin meydanlarında yaşanmaktadır. İstemez misin, son yüzyıldır tarihin görmediği trajedileri yaşamış bu mazlum ve mustaz’af Ümmet’in evlatları senin için de tıpkı Akif’in Çanakkale şehitleri için yazdığına benzer bir şiir yazsın ve şöyle desin: “Ne büyüksün ki, aklın/düşüncen/İslamî projelerin kurtarıyor Ümmeti.”
Evet, kıymetli okurlar! İşte Allah onları, insanlığın içinden seçerek seçkin bir ümmet haline getirdi.
Kapitalist sömürgeci devletlerin yaşanmaz hale getirdiği coğrafyamızı yerli ve yabancı, fiilî ve ideolojik işgallerden kurtardın, Ümmet’i öz yurdunda garip ve parya olmaktan, servetlerinin talan edilmesinden, aşağılanmasından, hor ve hakir görülmesinden, canlarının, namuslarının heder edilmesinden kurtardın, Batılı ideolojinin ve
Ümmet ses veriyor! Batı S.O.S verirken doğu ses veriyor! Artık akılları ve vicdanları Batılı kültürle formatlanmış aydın ve entelektüellerin Ümmet’in kulağına yıllarca fısıldadığı kokuşmuş Batılı kültür ve üfürdükleri kor-
39
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor! kular, onları büyük idealler peşinde koşmaktan alıkoymuyor. Koskoca Ezher Şeyhi “Tahrir meydanına gitmek, Mısır yönetimine başkaldırmak haramdır” dedi de ne oldu? Diktatörlerin iktidarlarını meşrulaştıran fetvalar veren Ezher Şeyhi ve onun gibileri bile artık Ümmet’i dizginleyemiyor.
bu ganimetler içinde de İran Kisrası’nın tahtının aksesuarı olan altın bileziğin ganimet olarak alınacağını müjdelemektedir. Bu nasıl bir tevekkül ve kendinden emin bir zafer anlayışıdır, ya Rabbi! Benzer şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hendek Savaşı’nda on bin kişilik müşrik ordusunun saldırısı karşısında Medine’yi korumak için hendek kazarken karşılaştıkları bir kayayı parçalamak üzere kayaya vurduğu her darbe ile birlikte çıkan kıvılcımları dönemin, en büyük imparatorlukların fethedileceği şeklinde yorumlayarak müjde vermiştir. Bu müjdeleri verdiği sırada Rasulullah açlığını bastırmak için karnına taş bağlamıştı. Açlıktan karnına taş bağlamış bir insanın, dönemin büyük imparatorluklarının fethine ilişkin müjdeler vermesi, ona iman etmiş olanlar için tereddütsüz gerçekleşeceğine inanılan bir durumdu. Bundan dolayı Sahabeler gerçekleşeceğinden asla şüphe duymadıkları için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e sadece hangisinin, Kostantin’in mi yoksa Roma’nın mı önce fethedileceğini sordular.
Bizim Allah’ın vaadinden şüphemiz yoktur. Şu çarpıcı olaya bakalım: Medine’ye hicret yolculuğunda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izini bir tek kişi, Sürâka bulabilmişti. Sürâka Rasulullah’ı yakalamak üzere iken atının ayakları kuma batıyor atından iniyor, çöl kumlarından atını çıkarıyor, tekrar biniyor, tekrar hamle yapıyor ancak tekrar atı karnına kadar çöl kumlarına batıyordu. Süraka, “Ey Muhammed! Biliyorum ki bu, senden gelmiştir. Allah’a yalvar da beni bu felaketten kurtarsın. Allah’a and içerim, arkamdan gelenlerin hepsini şaşırtır, onları geri döndürürüm. İşte okdanlığım! Oradan bir ok al. Sonra develerimin ve koyunlarımın falan yerde olduklarını göreceksin ki ne kadar ihtiyacın varsa onlardan al!” dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir rivayete göre Sürâka’ya İran Kısrası’nın altın bileziğini vaat ediyordu.
Aynı şekilde bizlerin de Rabbimizin vaadine, onun er ya da geç muhakkak gerçekleşeceğine inancımız sonsuzdur.
Bu tam da Allah’a inanmış, ona tevekkül etmiş bir lidere yakışan bir davranıştır. O, geleceğe vahyin perspektifinden bakar. Allah’ın vaadinden kuşku duymaz. Doğup büyüdüğü topraklarda dinini yaşama imkânı bulamamış, ölüsüne ya da dirisine yüz deve ödül konduğu için herkesin enselemek amacıyla çöllere, vadilere yayıldığı kutlu Nebi, dinini egemen kılmak için sığınabileceği yeni bir coğrafyaya, Medine’ye doğru yol alırken yani böylesine zor koşullarda bile dönemin büyük imparatorluğunun, fethedileceği, İslam ordularının İran saraylarına gireceği ve ganimetler elde edecekleri,
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
َّ ِب َعلَى أَ ْم ِرِه َولَك ون ِ ََّر الن َ اس َ َم ٌ َواللّ ُه َغال َ ِن أَ ْكث ُ ال َي ْعل “Allah işinin üstesinden gelmeye muktedirdir. Lâkin insanların çoğu bunu anlamazlar.” (Yusuf 21)
40
Erkan KARDELEN
T
ürkiye’de son günlerde sistem değişikliğinden bahsedilmektedir ki adı Başkanlık sistemidir. İnsanlar bu sistemi tartışırlarken de bu sistemi kurtuluş olarak görmektedirler. Fakat dünyada başkanlık sistemi ile yönetilen birçok ülke vardır ki bu sistem onlara refah getirmemiştir. Başkanlık sisteminin mevcut sistemden hiçbir farkı yoktur. Ancak insanlar Başkanlık sistemine dair ne bir bilgiye, ne de bunun hakkında hüküm vermeleri için gerekli olan diğer malumatlara sahiptirler.
Afganistan Amerika (ABD) Arjantin Belarus Bolivya Brezilya Dominik Cum. Endonezya Ermenistan Ekvator El Salvador Filipinler Guatemala Güney Kore Haiti Honduras İran
Başkanlık sistemi; bir yürütme erkinin yasama organlarından bağımsız bir şekilde yönetimde bulunduğu hükümet sistemidir. Başkanlık sisteminde yasamanın yürütmeyi fesh etme yetkisi yoktur. Bu sistemde güç tek kişide toplanır, başkan aynı zamanda; devlet başkanı, hükümet başkanı, baş diplomat, başkomutan ve baş yasamacıdır. Bu hali ile başkanlık sistemi kendisini tatbik eden devletlere huzur getirmemiştir. İşte başkanlık sistemi ile yönetilen devletlerin listesi;
Kazakistan Kenya Kıbrıs Kolombiya Kosta Rika Liberya Meksika Nikaragua Nijerya Panama Paraguay Peru Seyşeller Sierra Leone Sri Lanka Sudan
Peki, bu devletlerin hangisinde huzur var? Bu sistemi en iyi uygulayan devletin ABD olduğu söyleniyor. ABD’de ise hırsızlık, cinayet, tecavüz, intihar oranları hat safhadadır. Milyonlarca insan açlığa mahkûm edilmiştir.
41
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir olduğu gibi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem örnek alınarak, Rasul’ün Mekke’de izlediği hareket tarzından yani şer’î hükümlerden yola çıkarak ve şer’î hükmün gereğine uyarak oluşturulabilecek bir İslâm nizamıdır. Bu bağlamda Sa’d bin Muaz olmak, Türkiye’deki yöneticilerin harcı değildir.
Ancak, bu sistem değişikliğinde halkın huzuru, güvenliği ya da refahı gözetilmemektedir. Maksat başkadır. Evet, T.C.’nin bir sistem değişikliğine gitmesi zorunludur. Çünkü bu mevcut sistemin ne yargısına, ne yönetim sistemine halkın bir güveni kalmamıştır ve halk artık kaynamaya başlamış, homurdanmalar artmıştır. Ve bu değişiklikle, kaynamaya başlayan halkın altındaki ateşin kısılması hedeflenmektedir. Ancak şunu unutuyorlar, bu insanların içindeki ateşi hiç sönmeyecek ve o muhakkak sistemi değiştirecektir. Ancak o sistem Başkanlık Sistemi değil, tekrar halkın özüne dönmesiyle gerçekleşecek mütekâmil bir sistem yani 2. Raşidî Hilâfet Sistemi olacaktır.
Ayrıca Müslümanlara duyurulur ki, Hilâfet farziyeti, diğer farzların kendi varlığına bağlı olduğu, en büyük farzdır. َّ ون َ نزَل اللّ ُه َفأُ ْولَئ َ َِما أ َ ِر ُ ِك ُه ُم ا ْلكَاف َ َو َمن ل ْم َي ْحكُم ب “Her kim Allah’ın inzal ettikleri ile hüküm etmezse, işte onlar kâfirdirler.” (elMaide 44)
ِن َ اءه ْم َعمَّا َج َ نزَل اللّ ُه َو َ َِما أ َ اءك م ُ ِع أَ ْه َو ْ ال َتتَّب ْ َف َ احكُم َب ْي َن ُهم ب ْح ِّق َ ال
Bu Başkanlık sistemi ile ilgili yapılan tartışmalardan birisinde ortaya atılan, Erdoğan’ın Başkanlık sisteminin sonunda Hilâfet’i getireceği iddiasına gelince; bunun, kurulan tuzaklara karşı Ümmet’in yeniden uyandığı ve kurtuluşun ancak Hilâfetle geleceğine inanmaya başladığı bir dönemde ortaya atılması ilginçtir. Çünkü bu tarz iddialar Hilâfet sistemini sulandırmaktan, Müslüman halkın kafasını karıştırmayı amaçlayan bir tuzaktan başka bir şey değildir.
“Ve onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana Hak’tan gelenden ayrılıp da onların hevâlarına uyma.” (elMaide 48)
َرُه ْم أَن َ نزَل اللّ ُه َو َ َِمآ أ ُ ِع أَ ْه َو ْ ال َت َّتب ْ احذ ْ اءه ْم َو ْ َوأَ ِن َ احكُم َب ْي َن ُهم ب َّ اعل َْم أَنَّ َما يُرِي ُد اللّ ُه ِ وك َعن َب ْع َ َُي ْف ِتن َ َض َما أ ْ نزَل اللّ ُه إِل َْي َك َفإِن َت َول ْوْا َف َّ َّ ِ اس لَ َف ِ ُأَن ي ُون ِ ِّن الن ِم َ ِإو�ن َكث ًا ِ ص َيب ُهم ب َِب ْع َ اسق َ ِير م ْ ض ُذنُوِبه “Ve onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiği şeylerin bir kısmından seni fitneye düşürmelerinden sakın. Bundan sonra eğer (Hakk’tan) yüz çevirirlerse, o takdirde bil ki artık Allah, bazı günahları sebebiyle, onları bir musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu gerçekten fâsıklardır.” (el-Maide 49)
Hilâfet’e gelince; o Türkiye’de vitrine çıkarılan, vizyona sunulan, hâlihazırdaki taklitçi yöneticilerin, bırakın Hilâfet’in azametine sahip olup o azametle yönetmesini, onun azametini hayal bile edemeyecekleri ve bu hal üzere (Batı’yı taklit ettikleri yoldan) gittikleri sürece ona asla sahip olamayacakları bir vahdet nizamıdır. Çünkü Hilâfet nizamı, bir küfür sistemi olan Cumhuriyet ya da Başkanlık sisteminin sonunda ortaya çıkacak bir sistem değildir. Ya da Hilâfet sistemi, vakıadan etkilenerek, vakıadan yola çıkılarak ve yine mevcut vakıanın gerektirdiği şartlarla hareket ederek ortaya çıkacak bir sistem de değildir. O da her meselede Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den deliller: ومن.من خلع يدا من طاعة لقي اهلل يوم القيامة ال حجة له مات وليس في عنقه بيعة مات ميتة جاهلية “Her kim (Halife’ye) itaatten elini çekerse Kıyamet Günü’nde lehinde hiçbir delil olmaksızın Allah ile karşılaştırılacaktır. Her
42
Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir kim boynunda bey’at olmaksızın ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur.” (Muslim)
Başbakan da dâhil bazıları uygulanan sistemin çöktüğünü Başkanlık sisteminin gerekliliğini söylüyor ve bunu istiyorlar. Onlar için bu istekleri meşru görülürken, Cumhuriyet Sistemi yerine Hilâfet Sistemi isteyenlerin tek tek ya da çoğul olarak evlerine baskınlar yapılmakta, davalar açılmakta ve içi boş iddialarla mahkemeye sevk edilip ceza evlerine atılmaktadırlar.
ِ ات مِي َت ًة َج اهلِيَّ ًة َ س فِي ُعنُ ِق ِه َب ْي َع ٌة َم َ َو َم ْن َم َ ات َول َْي “Her kim de boynunda bey’at olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.” ُّ ُ َتك اء َّ ُون ث َ اء اللَّ ُه أَ ْن َتك َ ُم َي ْرَف ُع َها إِذَا َش َ ُم َما َش ْ ُون النبُ َّوُة فِيك ُّ اج اء اللَّ ُه َّ أَ ْن َي ْرَف َع َها ث ِ ُون ِخ اَل َف ٌة َعلَى ِم ْن َه ُ النبُ َّوِة َف َتك ُ ُم َتك َ ُون َما َش ًّ ُون ُم ْلكًا َع اضا َّ اء اللَّ ُه أَ ْن َي ْرَف َع َها ث َّ ُون ث ُ ُم َتك َ أَ ْن َتك َ ُم َي ْرَف ُع َها إِذَا َش َّ ُون َّ اء أَ ْن َي ْرَف َع َها ث َّ ُون ث ُ ُم َتك َ اء الل ُه أَ ْن َيك ُ َف َيك َ ُم َي ْرَف ُع َها إِذَا َش َ ُون َما َش َّ اء أَ ْن َّ ُون ث َ اء الل ُه أَ ْن َتك ُ ُم ْلكًا َج ْبرِيَّ ًة َف َتك َ ُم َي ْرَف ُع َها إِذَا َش َ ُون َما َش ُّ َت َّ اج النبُ َّوِة ث َّ َي ْرَف َع َها ث َ ُم َسك ِ ُون ِخ اَل َف ًة َعلَى ِم ْن َه ُ ُم َتك “Aranızda Allah’ın olmasını dilediği kadar Nübüvvet olacak. Sonra Allah onu kaldırmayı dilediğinde onu kaldıracak. Sonra Nübüvvet minhacı üzere (Raşidî) Hilâfet olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı meliklik olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar kalacak, sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba diktatörlük olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhacı üzere (Raşidî) Hilâfet olacaktır. (Ahmed ibn Hanbel)
Din Müessesesi yoktur. Bu görüş el Fadl ibn İyad, Ahmed bin Hanbel ve diğerleri gibi selefin görüşüdür.” (İmam ibn Teymiyye) “İmâmet (Hilâfet) akdini yapmak, bütün Ümmet üzerine icmaen vaciptir.” (İmam Ebu’l Hasen el-Maverdî)
“İmamlar (dört mezhep imamları), İmâmetin (Hilâfetin) bir farz olduğu ve Müslümanların, dinin hükümlerini tatbik eden ve zalimlere karşı haklarını veren bir imam tayin etmelerinin, vacip olduğu konusunda ittifak ettiler.” (İmam el-Cuzeyri)
Ve bakın Ulema Hilâfet hakkında ne diyor:
Dikkat ederseniz bu ülkede, Başbakan ve Cumhurbaşkanı da dâhil üst düzey bütün siyasetçi ve gazeteciler, aydın kesim, mevcut sistem haricinde başka bir sistemden bahseder olmuşlardır. Hatta Başbakan da dâhil bazıları uygulanan sistemin çöktüğünü Başkanlık sisteminin gerekliliğini söylüyor ve bunu istiyorlar. Onlar için bu istekleri meşru görülürken, Cumhuriyet Sistemi yerine Hilâfet Sistemi isteyenlerin tek tek ya da çoğul olarak evlerine baskınlar yapılmakta, davalar açılmakta ve içi boş iddialarla mahkemeye sevk edilip ceza evlerine atılmaktadırlar. Evlerinin önünde nöbetler
“İnsanlar ister iyi, ister kötü olsun bir İmam (Halife) olmadan, doğrulmazlar (düzelmezler).” (Ali RadiyAllahu Anh)
“Hilâfet, diğer sütunların kendisine dayandığı asıl sütundur.” (İmam el-Kurtubi) “Halife seçmenin tüm Müslümanlar üzerine bir farziyet olduğu konusunda icma (âlimlerin ittifakı) vardır.” (İmam Nevevî) “İnsanlar üzerinde hükmeden makamın (Hilâfet makamı) dinin en büyük farzlarından biri olduğunu bilmek vaciptir. Aslında onsuz
43
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir tutulmakta, insanların arasına girmeleri engellenmektedir. Hatta bu ülkede; Edirne’de diri diri gömülen çocuğun cenaze törenindeki konuşmasında İslâmî hükümlerin gerekliliğinden bahseden cami imamına bile tahammül edemeyen devlet organları soruşturma açtılar. Bu bir çelişkidir. Peki, bu çelişki niçindir? Bu çelişkinin tek bir sebebi varır ki o da, Hilâfet Sistemi’nde hüküm koyucu merciin sadece ve sadece Allah Azze ve Celle olmasıdır. Bu ülkenin siyaseti de cahiliye sistemlerini tatbik eden bütün devletler gibi hüküm koyanın Allah olması gerektiğini reddeder. Bunu isteyenlere ise Sistem koruyucuları nefretle ve öfkeyle bakar ve onlara zulüm eder.
her ikisi de İslâm Akidesi ile taban tabana zıttır ve Müslümanların bunu kabul etmesi caiz değildir. Başkanlık sistemi bu bağlamda zilletin, hor görülmenin, aşağılanmanın, sömürülmenin, tağut batağına biraz daha batmanın bir devamı niteliğindedir. Bu sistemi arzulayanların da ABD’ye göbekten bağlı oldukları ortadadır ve bu sistem bizi ABD’ye daha fazla bağımlı hale getirecektir. Başkanlık sistemi ile yeni bir başlangıç olmayacağı aşikârdır. Aksine o, 3 Mart 1924’de başlayan ihanet zincirinin yeni bir halkasıdır. Bu ülkede Başkanlık sisteminin taşeronluğunu yapanlar, Allah’ın hükümlerine alternatif hükümler çıkartmaya çalışıyorlar demektir. Onun asla alternatifi yoktur. َّك ا َّ ص ُعوًدا إِنَّ ُه َف َّك َر َوق َد َر َ َل إِنَّ ُه ك َ َان آِل َيا ِت َنا َعنِي ًدا َسأُ ْرِه ُق ُه َّ ف ق َّ ف ق ُم َ ُم ُقت َ َف ُقت َّ س َوَب َس َر ث َّ ُم َن َظ َر ث َّ َد َر ث َّ َد َر ث َ َي َ َي ْ ِل ك ْ ِل ك َ ُم َع َب َّلا َّلا َو ُل ال َْب َش ِر َ ْب َر َفق َ اس َتك ُ َال إِ ْن َهذَا إِ ِس ْح ٌر يُ ْؤث ْ أَ ْد َب َر َو ْ َر إِ ْن َهذَا إِ ق َر َ صلِي ِه َسق ْ َُسأ
Hâlbuki onlar da biliyorlar ki, kendileri eksik, aciz ve sınırlı olan birer yaratılmışlardır. Ve yine biliyorlar ki, kendileri büyüyünceye kadar Allah’ın, fıtratlarına merhamet yüklediği annelerine muhtaçtırlar. Ve anneleri bu merhamet duygusu ile onlara bakmasa ve onları temizlemese kendi hallerine bıraksa, kendi pisliklerinde boğulup giderdiler. Ama ne hikmetse bu aciz çocuklar büyüdükten sonra eski durumlarını unutup Allah’a kafa tutarcasına Allah’ı hayatlarından çıkartmışladır. Dolayısıyla bu cahiliye sistemlerinin koruyucuları “Allah’ın hükmü” sözünü duyunca bile çıldırır olmuşlar ve bu hükümleri isteyenleri cezalandırmışlar, onlara zulüm etmişlerdir. İşte bu yüzden Cumhuriyet yerine Hilâfet Sistemini dile getirenler, mevcut yönetimin ve mevcut cahiliye yönetimi koruyucularının zulmüne maruz kalırken, Başkanlık sistemi isteyenlere övgüler yağdırılıyor.
“Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Şüphesiz o, düşündü ve bir ölçü tespit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür. Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi. Onu Ben, sekar’a (cehenneme) sürükleyip-atacağım.“ (el-Muddessir 16-26)
Başkanlık sistemi ile mevcut sistem arasında nitelik olarak bazı farklar olsa da, esasen her ikisi de insan aklından çıkan hükümleri tatbik eden, işlerine Allah’ı karıştırmayan gayri İslâmî sistemdirler. Bu açıdan
“İzzet Allah’ın ve O’nun Rasulü’nün ve Mü’minlerindir. Ve lâkin münafıklar bilmiyorlar.” (el-Munafikun 8)
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Dünyada önder bir ümmet olmak isteniyorsa o başkanlık sistemi ile gerçekleşmez. O İslâmî Hilâfet ile gerçekleşir. Başkanlık zillet, Hilâfet izzettir. َّ َولِلَّ ِه ا ْلع َّ ِين َولَك ون َ َم َ ِن ال ُْم َنا ِفق َ ِرُسولِ ِه َولِل ُْم ْؤ ِمن َ ِزُة َول ُ ِين لاَ َي ْعل
44
Esma SIDDIK
B
mellendirmekle, ifade özgürlüğünü garanti/koruma altına almaya çalışmışlardır.
ir şeyi özgürce ifade etmek; düşünülen, hissedilen, bilinen, öğrenilen bir şeyin, özgürce dışa vurulması, belirtilmesidir.
Fransa’da, 26 Ağustos 1789’da çıkan; İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nin 11’inci maddesi, “Düşüncelerin ve fikirlerin özgürce paylaşılması; insanın en mühim haklarından biridir. Her vatandaş özgürce konuşmalı, yazmalı ve yayımlamalı; muhafaza etmeli (gerekliyse) kanunların sunduğu olanaklarda özgürlüğünün çiğnenmesine cevap vermelidir.” şeklindedir.
Orta çağlarda, günümüz Avrupa ülkelerine hükmeden krallar, kiliseyle birlikte halka, eğitimcilere, bilim adamlarına, düşünürlere baskı uygulamaktaydılar. Bilimsel meseleler dâhil birçok hususta, yönetimin ve kilisenin görüşüne aykırı, yazılı veya sözlü fikir beyan edenlerin kitapları yakılmakta, hatta sırf bu yüzden hapsedilmekteydiler. Mesela, Galileo 1633 yılında, sırf, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia ettiği için ev hapsine çarptırılmış ve hayatının geriye kalanını bu şekilde geçirmiştir.
Daha sonra dünyanın dört bir yanında, buna benzer kanunlarla ifade özgürlüğü kabul görmüştür. Avrupa Birliği’nin 2000 yılında yayımlanan temel kanunlarının 11’inci maddesi şöyledir:
Batı Avrupa halkları bu baskılar ve zulümlere daha fazla katlanamayarak, kralı devirmişler, laik ve demokratik sistemi benimseyerek kiliseyi dünya işlerinden uzaklaştırmışlardır. Asırlardır fikirlerini açıkca ifade edememekten muzdarip halk, yeni kurulan devletleri “özgürlükler” üzerine te-
“1. Herkesin ifade özgürlüğü vardır. Bu, insanların fikirlere sahip olma ve bilgiyi halk otoritesi olmadan, sınırsızca alma ve verme hakkını tanır. 2. Özgürlük ve basın kuruluşlarının çoğulculuğuna saygı duyulmalıdır.”
45
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
İfade Özgürlüğü (!) sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” şeklindedir.
Kanunların çelişkili olmasının yanı sıra, ifade özgürlüğü belli kesimlere mahsus olarak uygulanmaktadır. Özellikle Müslümanların yaptıkları gösteriler, kurdukları siyasî İslâmî partiler, kullandıkları İslâmî literatür, Batı’nın hayata bakışına zıt İslâmî fikirler beyan ettikleri takdirde ateş hattına alınmaktadırlar.
Ne var ki, bu kadar kutsal görülen ifade özgürlüğü, her toplumda sınırlandırılmakta, zıt görüşlerin, aykırı fikirlerin ifadesi yasaklanmaktadır. Hatta bu hususta kanunlar bile birbirleriyle çelişmektedir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nde Anayasa’nın yukarıda belirtilen kanunu, halka ifade özgürlüğü sunarken, başka bir bendi veya Ceza Kanunu’nun başka bir kanunu da, buna izin vermez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26. Maddesi, “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.”
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı Kararıyla ilan edilmiş İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, madde 19’da, “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.” yazar.
Kanunların çelişkili olmasının yanı sıra, ifade özgürlüğü belli kesimlere mahsus olarak uygulanmaktadır. Özellikle Müslümanların yaptıkları gösteriler, kurdukları siyasî İslâmî partiler, kullandıkları İslâmî literatür, Batı’nın hayata bakışına zıt İslâmî fikirler beyan ettikleri takdirde ateş hattına alınmaktadırlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i aşağılayan karikatür, “Fitne” filmi gibi İslâm’ın mukaddesatına yapılan doğrudan saldırılara Ümmet’in verdiği tepkiler dahi Batı’nın gözünde cahillik, geri kafalılık, çağdışılıktır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 15 Aralık 1791’de çıkan, Anayasasının bir numaralı kanunu, “Kongre, din kurumuna saygı göstermeyen, dinin serbestçe uygulanmasını engelleyen ya da ifade ve basın hürriyetini ortadan kaldıran veya barışçı bir şekilde toplantı yapma hakkını ve şikayetlerinin düzeltilmesi için hükümete dilekçe verme hakkını engelleyen hiçbir kanunu çıkaramaz.”dır.
İfade özgürlüğünün bir ütopya oluşu, kanunların çelişkilerinden ve bu çifte standarttan anlaşılmaktadır aslında... Bu tek yönlü ifade özgürlüğü anlayışının, hakikatte gizli bir arka planı vardır. İfade özgürlüğü, İslâm topraklarında Kapitalizmi yayma araçlarındandır. Batı, -mesela medyayı kullanarak- İslâm topraklarında kendi hayata bakış açısını yayabilmek, ideolojisini yerleştirebilmek, İslâm ideolojisini aslından uzak-
1982 yılının Çin Anayasası’nın 35’inci maddesi de şöyledir: “Halkın Çin Cumhuriyeti, vatandaşların ifâde, basın, birleşme, ortaklaşma, ilerleme ve gösterme özgürlüğünden zevk alır.” 7 Kasım 1982’de kabul gören Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 25’inci maddesi ise, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
46
İfade Özgürlüğü (!) laştırabilmek, İslâm’ın terörizm ve şiddetle eşdeğer olduğu yalanının propagandasını yapabilmek için ifade özgürlüğünün arkasına saklanmaktadır.
kabiliyetini kullanma hususuna getirdiği ölçü ve sınır budur. Allah Celle Celaluhu, Müslümanın diline ideolojik ve siyasî açıdan görev yüklemiş ve bazı haklar tanımıştır. Müslümanların, bazı durumlarda zulüm ve münkere karşı seslerini yükseltmelerini farz kılmıştır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
İfade özgürlüğü, Batılı ve İslâmî değerlerin birbiriyle çatıştığı birçok arenadan sadece birisidir. Kapitalizmin vardığı ifade özgürlüğü, dinin devletten ayrılmasının/ laikliğin bir meyvesidir. Şöyle ki; laikliğin esası, insanın Yaratıcısının rehberliğini redِسا ِن ِه َفإِ ْن ُم ُم ْنك ًا ْ َر َفلْيُ َغي َ ِّرُه ب َِي ِد ِه َفإِ ْن ل َْم َي ْس َت ِط ْع َف ِبل ْ من َأَرى ِم ْنك dedip bizzat kendisinin doğruları ve yanاإليمان َ ل َْم َي ْس َت ِط ْع َف ِب َق ْل ِب ِه َوَذل ُ ض َع ْ َِك أ َ ف lışları belirleme cüretini göstermesidir. Bu “Sizden kim bir münker görürse onu eliyesastan yola çıkarak, Kapitalist sistemde le değiştirsin, gücü yetmezse diliyle değişbizzat insan, kendi kendine ifade hakkını tirsin, ona da gücü yetmeztanır ve sınırlarını belirler. se kalbiyle değiştirsin (buğz Bu durum ise baştan sona Allah Celle Celaluhu, etsin). Bu ise imanın en zaİslam’a aykırıdır. Zira Allah Müslümanın diline yıfıdır.” (Müslim, İman, 70) Celle Celaluhu’nun gönderideolojik ve siyasî açıdan diği Nur (vahiy) olmadan, Bu hadis-i şerifle Müslügörev yüklemiş ve insanoğlu kör olur ve yomanlara, Allah Celle Celalulunu mutlaka sapıtır. Dolabazı haklar tanımıştır. hu tarafından zulme karşı yısıyla insan hiçbir fiilinde Müslümanların, bazı seslerini yükseltme hakkı özgür olmadığı gibi ifadeverilmiştir. Aynı şekilde durumlarda zulüm ve sinde de özgür değildir. Bu bu hadisle Müslümanlara, münkere karşı seslerini hakkın sınırlarını ancak, münkere, münker ideolojiyükseltmelerini farz insana kendini ifade etme lere, bunları uygulayanlara kılmıştır. kabiliyetini veren Allah karşı seslerini yükseltme Celle Celaluhu belirler. Rave bunları değiştirme göresulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Buharî vi yüklenmiştir. Mükellef kılındığımız bu ve Müslim’in rivayet ettiği bir sahih hadisi farziyeti yerine getirenler hakkında Rasul şerifte şöyle buyuruyor: SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
ِ ِن بِاللَّ ِه َوال َْي ْوِم ص ُم ْت ْ األخ ِر َفل َْيق ُ َان يُ ْؤم َ َم ْن ك ْ ُل َخ ْي ًار أَ ْو ل َِي
ورجل قام إلى إمام،سيد الشهداء حمزة بن عبد المطلب جائر فأمره ونهاه فقتله
“Her kim Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsa (inanıyorsa) hayır söylesin yahut sussun.” (Buharî, Müslim K. İman, 67)
“Şehitlerin efendisi; Hamza ibni AbdulMuttalib ve zalim bir imam karşısında Allah’ın hükümlerine bağlanmayı emrettiği için öldürülen kişidir.” (Hakim, Hasen hadis)
Hadiste geçen “hayır” kavramı, İslâm veya İslâm’ın onayladığı/tasvip ettiği sözlere işaret etmektedir. Yani kulun, dilini istediği gibi kullanma özgürlüğü olmadığı gibi sadece hayır konuşmasına cevaz verilmiştir. Şeriatın, kulun kendisini ifade etme
Müslümanlar, kendilerine verilen hakkı kullanmak ve görevlerini yerine getirmek isteyince, zalim liderleri ve özgürlüklerin(!)
47
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
İfade Özgürlüğü (!)
bekçisi Batı tarafından susturulmaya çalışılmaktadır. Direnenler anti-terör yasası çerçevesinde tutuklanmakta, işkence görmekte ve hatta şehit edilmektedirler. Fakat unutulmamalıdır ki bu, Yaratılmışların Sahibi Celle Celaluhu’nun verdiği bir haktır. Müslümanlar, zulme karşı seslerini yükseltme görevini, demokratik sistemin ifade özgürlüğü ilkesinden hareketle değil de, kendilerini ölüme götürse dahi, Allah Celle Celaluhu’nun bir emri olduğu için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bu hakkı Müslümanların ellerinden, İslâm veya Batı alemindeki hiçbir yönetim alamayacaktır.
Bugün, Orta Doğu’da zalim yöneticiler bir bir devrilmekte, bu iradenin karşısında duramamakta, zalim yöneticilerin koltukları sallanmakta ve saltanatları yerle bir olmaktadır. Müslümanlar zalim idarecilere karşı ayaklanmışlar ve yönetimleri sorgular hale gelmişlerdir. Ümmet Meclisi:
Bugün, Orta Doğu’da zalim yöneticiler bir bir devrilmekte, bu iradenin karşısında duramamakta, zalim yöneticilerin koltukları sallanmakta ve saltanatları yerle bir olmaktadır. Müslümanlar zalim idarecilere karşı ayaklanmışlar ve yönetimleri sorgular hale gelmişlerdir. Fakat şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir ki, idareciyi zalim yapan, -yukarıda geçen hadiste de belirtildiği gibi-, münkerle/batılla yönetmesidir. Dolayısıyla meydanlara dökülen ve hükümetleri deviren Müslüman halkların, zülme karşı seslerini yükseltme haklarına sahip çıkmakta gösterdikleri güçlü iradeyi, münkeri yani bozuk Kapitalist rejimleri değiştirip, yerine marufu getirmekte de göstermeleri gerekmektedir. Zira zalim idarecilerin koltuklarını terk etmeleri, münkerin yeryüzünden yok olduğu anlamına gelmez. Münkeri yok edecek olan, marufun siyasî arenada uygulanmasıdır ki bunun adı, Hilâfet’tir.
Seçim vasıtasıyla, İslâm Devleti’nin tebaasını temsil eden şahısların (kadın, erkek, Müslüman, gayri Müslim) oluşturduğu bir meclistir. Bu Meclis, şûra (Halife’nin, Ümmet Meclisi’ne, kendilerine istişâre gerektiren işlerde başvurması) hakkına sahiptir. Allah Celle Celaluhu’nun Müslümanlara yöneticileri muhasebeyi farz kılmasından dolayı, yöneticileri muhasebe etmesi (yöneticilerin ve devlet görevlilerinin, politikalar ve kanunları uygulamalarında Şeriat’a uygun davranıp davranmadıklarının kontrolü), Ümmet Meclisi’nin üzerine vaciptir. Medya: Bağımsız bir organ olarak doğrudan Halife’ye bağlıdır. Mesela, gizlenmesi gereken askerî meseleleri Halife belirler. İslâm Devleti tabiiyetini taşıyan herkes görsel, işitsel veya yazılı medya aracı kurma hakkına sahiptir. Devletle alakalı, gizli tutulması gereken haberlerin dışındaki haberleri, televizyon, radyo ve gazete gibi medya araçları sunmakta herhangi bir izine tabii değillerdir. Medyayla alakalı şer’i kanunlar ihlal edildiği takdirde, medya aracının sahibi bundan sorumlu tutulur.
Hilâfet Nizamı’nda tebaanın haklarını, tutuklama, işkence veya hapis korkusu olmadan, talep etme ve savunma sistemi mevcuttur. Bunlar ana hatlarıyla şu üç noktada hayata geçirilir: Ümmet Meclisi, medya araçları ve siyasî partiler.
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
48
İfade Özgürlüğü (!)
Siyasî Partiler:
َِّظ مِن ق لا ُ َما َي ْلف ِيب َعتِي ٌد ٌ َو ٍل إِ لَ َد ْي ِه َرق ْ
İslâm Devleti vatandaşlarının, fikirlerini ifade edebilecekleri siyasî parti kurma hakları, Kur’an-ı Kerim’den gelmektedir. Şöyle ki; Allah Celle Celaluhu, en az bir tane siyasî partinin olması gerektiğini Müslümanların üzerine farzı kifaye kılmıştır. ِ ون بِال َْم ْع ُر وف َ إِلَى ال َ ْخ ْي ِر َوَي ْأ ُم ُر ون َ ِح ُ ال ُْم ْفل
“O (insan) hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 18) Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Kişi, Allah’ın rızasına uygun bir söz söyler ve buna kalbinde bir önem vermez. Ancak Allah Teâlâ bu sözden dolayı onu pek çok derece yükseltir. Yine kişi, Allah Teâlâ’yı öfkelendiren bir söz söyler ve bunu önemsemez. Fakat bu söz sebebiyle Cehenneme yuvarlanır.” (Buhârî) Bu yüzden Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, dili kontrol etmenin öneminin altını ısrarla çizmektedir.
ون َ ُم أُ َّم ٌة َي ْد ُع ْ َوْل َتكُن مِّنك ِك ُه ُم َ َر َوأُ ْولَئ ِ َوَي ْن َه ْو َن َع ِن ال ُْمنك
“Sizden; hayra (İslâm’a) çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.” (Âl-i İmran 104)
Muaz b. Cebel Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, “Ey Allah’ın Rasulü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?” diye sordu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle cevap verdi:
Ayet-i kerimede, bu grubun görevinin, iyiliği emretmek ve münkerden nehyetmek olduğu belirlenmiştir. Bu genel bir hükümdür. Dolayısıyla bu hüküm, yöneticileri muhasebe etmeyi de kapsar. Bu ise siyasî partilerin yapacağı en önemli siyasî iştir.
“Ey Cebel’in oğlu! Annen matemini tutsun! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?” (İbn Mâce, Hâkim)
Evet, seslerini duyurabilmek için Müslümanların, asıllarına yabancı sistemlere ihtiyacları yoktur. Kalkınma önünde engelin ve geriliğin İslâm’da, kurtuluşun demokraside olduğunu iddia eden Batı, bilmelidir ki esasında kurtuluş Müslümanların ellerindedir. Zira ifadenin sınırlarını Allah Celle Celaluhu belirlemiş ve bunu gönderdiği İslâm Şeriatı ile koruma altına almıştır.
Allah Celle Celaluhu, dudaklarımızı ve dillerimizi hayırlara oynatmayı, konuşunca hayır konuşmayı, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi ve tüm bunları bariz karakterimiz haline getirmeyi bizlere nasip etsin, inşallah… (Âmin…)
Velhasıl, Batı’nın pazarlamaya çalıştığı ifade özgürlüğü şişirilen bir balondur, ütopyadır. İnsanın, dilini pervasızca istediği yöne eğip döndürebileceğini düşünmesi ise büyük bir cahilliktir. Zira insanoğlunun söylediği her söz melekler tarafından kayıt altına alınmaktadır. İnsan söylediği her sözden sorumludur ve mutlaka bundan hesaba çekilecektir.
49
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Mahmut KAR
D
30 yıldır yabancı olduğu halkına yakın durmaya, onlara özgürlük vaadinde bulunmaya çalıştı ise de rüzgâr güçlü esiyordu. 80’lik Mübarek(!) çınar dahi dayanamadı, bu gücün karşısında. Yine Cezayir’de yükselen yiyecek fiyatlarına, yolsuzluğa ve devlet baskısına karşı öfkeli protestolar haftalarca devam etti. Ürdün’de protestolar Kral’ı tanklarla şehirleri kuşatmak ve kontrol noktaları kurmak için orduyu çağırmaya zorladı. Yemen’in başkentinde binlerce eylemci, muhalefet liderleri, öğrenciler, 1978’den beri süren Başkan Salih’in yozlaşmış diktatörlüğüne karşı yürüyüş yaptılar. Halkına yıllarca zulümden başka hiçbir şey yedirip içirmeyen Libya diktatörü Kaddafi bir anda iktisadî reformlara başvurarak halkına para dağıtmaya başladı. Velâkin Libyalı Ömer Muhtar’ın torunları Kaddafi’nin bu teklifine “hayır” diyorlardı. Meydanlarda, ihanetine son vermesini ve topraklarını terk etmesini istiyorlardı, canları pahasına. Tıpkı Ömer Muhtar’ın İtalyan komutana “hayır”
ünya 2011 yılına; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslâm beldelerinde diktatör liderlere ve onların rejimlerine isyan eden, öfkeleri ile meydanları dolduran halk topluluklarının devrim talepleri ile girdi. Önce Tunus’da, bir gencin rejimin zabıta bekçileri tarafından ekmek teknesinin elinden alınması sonucu kendini yakması ile başlayan ve kısa bir süre içinde zalim diktatör Bin Ali’nin “çok sevdiği ülkesini” terk etmesi ile sonuçlanan bir rüzgâr esti. Sanki bu rüzgâr öyle iklimselliğin gereği bölgesel geçici bir rüzgâr değildi. 50-60 yıllık dikta rejimlerin halk üzerinde uyguladığı sıkıyönetim, baskı, zulüm ve şiddet artık bölge halkının boyun eğeceği, teslim olacağı yaptırımlar olarak kabul görünmüyordu. Sonra Bölgenin en eski ülkesi olan Mısır’a sıçradı rüzgâr. 30 Yıllık diktatörün ülkeyi terk etmesini istiyordu, Tahrir meydanını dolduran bir milyonu aşkın Müslüman. Hüsnü Mübarek bazı üsluplar kullanarak Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
50
Zengin Müslümanların Devrimi! dediği gibi. Suriye’de ise Hafız Esad’ın mirasını devam ettiren oğlu Beşşar Esad, dünya kamuoyuna halkı ile iç içe olduğunun, halkının içinde rahatça dolaşabildiğinin görüntülerini adeta gövde gösterisi yapar gibi ama korku ile sunuyordu. Çünkü kavurucu sıcak rüzgârın, Suriye topraklarında da bir kıvılcımı ateşleyeceğinden korkuyordu.
Biz ise “Zengin Müslümanların Devrimi!” konu başlığını, ne Tunus’daki, ne de Mısır’daki devrimi kastederek koymadık. Başka bir devrimi, Türkiye’deki “Zengin Müslümanların Devrimi”ni konu edineceğiz.
Batı, son yüzyıl boyunca Müslümanlara, âlemin gidişatına yetişememelerinin sebebinin dinlerine olan bağlılıkları olduğunu Bütün bu sıcak gelişmeler İslâm coğifade ederek toplumsal (iktisadî, içtimaî, rafyasını âdeta kaynatırken, “bu kaynayan sosyal) hayatta şer’î hükümleri esas almabölgedeki hareketliliğin arkasında neler var?” mamızı telkin etti. Eğer dinimize bağlı kalır“Kimler var?” sorusu dış politika uzmanlasak âlemin hızına yetişemeyeceğimize bizi rının cevabını aradığı önemli bir soru oldu. inandırdı. Dolayısıyla önce, 13 asırlık Hilâfet Bazıları, bu hareketliliğin uluslararası bir geçmişlerine rağmen Müslümanlar, hayatlayönlendirme ile başlayıp rında İslâmî bir yönetimin geliştiğini söylediler. Ve olmamasını kanıksadılar. Müslümanlar, küfür bu değişimin bölge için Sonrasında kendi akideleâleminin bu gidişattaki ABD ve Batı tarafından isrine aykırı siyasî platformşatafatlı zenginliğini görünce tenen bir değişim olduğularda boy göstermenin problemin sermayenin nu dillendirdiler. Bazıları, gerekliliğine inanmaya bu hareketliliğin kendilikendilerinde olmadığı ve eğer buralarda bulunğinden doğal olarak ortaya mazlar ise kendilerini hep yanlış kanaatine vardılar. çıktığını ve bölge halkının İslâm’a ve Müslümanlara Buradan Müslümanların artık özgürlük ve demokdüşman kesilenlerin yönegeri kalmalarının ve rasi istediğini analizlerinteceği vehmine kapıldılar. kalkınamamalarının de dile getirdiler. Bazıları Yine Müslümanlar, küfür zengin olmamalarından ise diktatör liderlerin ve kaynaklandığı sonucu doğdu! âleminin bu gidişattaki şayakın çevrelerinin zengintafatlı zenginliğini görünlik ve lüks içerisinde hayat ce problemin sermayenin sürmelerinin aksine, halkların açlık sınırı alkendilerinde olmadığı yanlış kanaatine vartında yaşamasını bu devrimlere esasî sebep dılar. Buradan Müslümanların geri kalmaolarak gördüler. larının ve kalkınamamalarının zengin olmamalarından kaynaklandığı sonucu doğdu! Haklı olarak diyebilirsiniz ki, “Eğer devrimi gerçekleştiren fakir Müslüman halk topluSon yıllarda Türkiye’de AKP iktidarının lukları ise, “Zengin Müslümanların Devrimi!” varlığı Müslümanlara bu iktisadî kompbaşlığını nereye koyacağız?” Evet, gerçekten lekslerinden birazcık olsun kurtulmalarıhem Tunus’da hem de Mısır’da bu harenın yolunu açtı. Aslında Türkiye’deki ana ketlilik yaşanırken ülkenin sermaye sahibi sermaye sahipleri değişmezken, orta sınıf olan burjuva sınıfı hiç beklemeden jetleri ile sermaye sahipleri el değiştirmeye başladı. ülkelerini terk ettiler. Dolayısıyla devrimi Müslüman işadamlarının sayısı gün geçtikgerçekleştiren zenginler değil, orta ve alt sıçe çoğalmaya başladı. İşte bu değişim bir nıftaki fakir halktı. tartışmayı gündeme getirdi. Bu tartışmada-
51
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Zengin Müslümanların Devrimi! ki taraflar; “Türkiye’de zengin Müslümanların devrim gerçekleştirdiği” kanaatine sahip olan bir taraf, “Hayır, Müslümanlar zenginleşince yeni bir İslâmî burjuva sınıfını oluşturdular” diyen diğer bir taraf...
Müslümanlar bugün hayata ideolojik İslâmî akide esası üzerinden bakmadıkları için, içinde bulundukları düşük halden nasıl kurtulacakları ve nasıl kalkınacakları konusunda rasyonel bir çözüme ulaşamıyorlar.
En nihayetinde her iki taraf da, yıllar önce “biz sermayeye sahip olmalıyız, önce iktisadî gücümüzü kuvvetlendirmeliyiz, sanayide Anadolu aslanlarının önünü açmalıyız” diyorlardı. Bu zengin Müslümanlar, dinlerini yeniden hayatta var edebilmek için doğru örgütleşmeler oluşturmaktan imtina ederken, iktisadî güçlerini artıracak dernekleşmeler için var güçleri ile çalışıyorlardı. Fakat Kapitalizmin temelindeki ilke olan iktisadî özgürlük, sadece yönetime sahip olanlara hasredildiği için devletin iktisadî gücünden ve teşviklerinden yararlanarak zenginliğine zenginlik katanlar, iktidarın istediği sermaye grubu olmuş oldu. İktidara daha yakın duran bu grup, pastadan en büyük payı alırken kendisine pastadan pay verilmeyen kesim sesini yükseltmeye ve bu konuya güya “sosyal adalet çerçevesinden baktığını” söyleyerek rahatsızlığını dile getirmeye başladı.
Batı’daki bu temel düşünce Müslümanlara da sirayet ettiği için onlar da Kapitalist bir düzen içerisinde sermaye artırımına giderek güçlendiler. Ancak bu, Müslümanların sorunlarını çözen bir kalkınma projesi olarak hayatta yerini bulmadı. Çünkü değişen sadece sermayenin sahipleri idi. Daha önce sermayeye İslâm’a düşman olan kesim sahipken, şimdi aynı sermayeye Müslüman kesim de ortak olmuş oldu. Sermayenin tüm halk için ihtiyaçların karşılanması noktasında paylaşımı tamir edilemez derecede kalın çatlaklar ile dolu idi. Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi:
Müslümanlar bugün hayata ideolojik İslâmî akide esası üzerinden bakmadıkları için, içinde bulundukları düşük halden nasıl kurtulacakları ve nasıl kalkınacakları konusunda rasyonel bir çözüme ulaşamıyorlar.
“Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul, / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa,” Yani ortada bir ekmek var, on dilime bölüyorsunuz, bir kişinin önüne dokuz dilim, dokuz kişinin önüne de bir dilim ekmek koyuyorsunuz ve “bir dilimi paylaşın ve bununla yetinin.” diyorsunuz. İşte bu taksim ancak hayata tamamen pragmatist bakan Kapitalist zihniyet yaklaşımıdır. Dolayısıyla sistem değişmediği müddetçe sistemin gücünü elinde bulunduranların değişmesi hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
Kendilerine tur bindirmiş olan Batı’nın bu hızını sanayi devrimine bağladıkları için Müslümanlar, hızlanmanın ve kalkınmanın ancak sermaye gücü ile kazanılacağını düşünüyorlar. Hâlbuki Batı, sanayi devrimini gerçekleştirmeden önce fikrî bir devrim gerçekleştirdi. Reform ve Rönesans hareketleri ile Batı seküler bir hayatı, her alanda kendisi için esas kıldı. Dolayısıyla Batı’nın temel felsefesi, menfaat üzerine dayalı sömürü olmuş oldu.
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
İslâm’ın toplumsal kalkınma için olmazsa olmaz olan fikrî kalkınmaya ve bu fikrî kalkınmanın neticesi olarak gerçekleşecek iktisadî kalkınmaya bakışı farklıdır.
52
Zengin Müslümanların Devrimi! Müslümanların bugün öncelikle gayri İslâmî fikir ve düşüncelerden arınarak arı ve duru olan İdeolojik İslâm akidesi fikrî temelinde kalkınmayı gerçekleştirmeleri gerekir. Bu fikrî kalkınmayı sadece toplumdaki özel bir kesimin gerçekleştirmesi yetmez. Toplumun genel çoğunluğunun bu fikrî değişimi hissetmesi ve yaşaması gerekir ki, dünyaya yaklaşık yüz yıldır kaos ve sefaletten başka bir şey veremeyen Kapitalist nizamdan, İslâmî nizama inkılâbî bir değişim ile geçilmiş olsun.
liğe, İslâmî iktisadî modeli hayatta uygulayarak ulaşmışlardır. Yoksa salt bireylerin zenginleşmesi düşüncesi ile bu zenginliğe ulaşılamamıştır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: ُوه ُ َّس َ َيك ُ ول َف ُخذ ُُم الر ُ ُم َو َما آ َتاك ْ ُون ُدولَ ًة َب ْي َن الأَْ ْغن َِياء مِنك َّ َّ َاب ِ َع ْن ُه َفان َت ُهوا َواتَّ ُقوا الل َه إِ َّن الل َه َشدِي ُد ا ْل ِعق
ََي لا ْك ُم ْ َو َما َن َهاك
“O (servetin), sizin içinizdeki zenginlerin ellerinde devredip duran, bir sermaye olmaması için… Rasul, size ne verirse alın ve neden nehyederse ondan sakının.” (elHaşr 7)
İşte bu inkılâbî değişim ile gerçekleşecek fikrî kalkınma, beraberinde iktisadî, ilmî ve ahlakî kalkınmayı da var edecektir. Dolayısıyla İslâm Akidesi esası üzerine kurulmuş bir İslâm Hilâfet Devleti’nde iktisat nizamı, hayatta uygulanır olacaktır. İktisadî zenginliğe ulaşmış bir Müslüman, kendisine verilmiş bu zenginliğin aslında Rabbine ait olduğunu bilecektir. Ve o servetini Rabbinin yolunda infak etmekle beraber O’nun çizdiği sınırlar çerçevesinde de harcayacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur.
Hülâsa bugün zengin Müslümanların bir devrim gerçekleştirmeleri önce İslâm’ın fikrî zenginliğine geri dönerek O’nu anlamalarını gerektirir. O zaman göreceklerdir ki, İslâm’da tüm insanlık için hem iktisadî refahı, hem de sosyal refahı gerçekleştirecek küllî bir hayat düşüncesi vardır. Bu düşüncenin hayata indirilmesi ise ancak İslâmî bir Devlet ile olabilir. O halde zengin, fakir tüm Müslümanlar olarak bütün cehdimizi bu İslâmî devleti inşâ için harcamalıyız.
ُون َّ ون َ اه ْم يُن ِفق َ ِيم َ ُِين يُ ْؤ ِمن َ الَّذ ُ الصال َة َومِمَّا َر َزْق َن ُ ون بِا ْل َغ ْي ِب َويُق
ِ َوق ون َ ون َو َستُ َرُّد َ ُُم َو َرُسولُ ُه َوال ُْم ْؤ ِمن ْ ُل ْ اع َملُوْا َف َس َي َرى اللّ ُه َع َملَك َّ ِ ِ ِّ ُون ل م ع ت م ت ُن ك ا ِم ب ُم ك ئ ب ن ي ف ة د ا ه الش و ب ِ ي غ ل ا م ْ َ َ ْ َ ْ ُ َ ُ َ ُ َ َ َ َ ْ َ ِ إِلَى َعال
“Ki onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızıklandırdığımızdan infak ederler.” (el-Bakara 3)
De ki: “Çalışın. Çalışmalarınızı Allah da, Rasûlü de, mü’minler de göreceklerdir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (et-Tevbe 105)
Müslümanlar kendilerini İslâm ile yöneten bir yöneticileri olduğu sürece hep zenginlikler içerisinde yaşamışlardır. Onları bu zenginliğe ulaştıran sadece hayata bakış ölçülerindeki İslâmî Akidedir. İşte hayata dair bu düşünce, Müslümanları en zor, en çaresiz durumlarda dahi güçlü kılmıştır. Onlar bağlandıkları fikrin dünyanın tüm zenginliklerini önlerine sereceğine sarsılmaz bir imanla inanmışlardı. Öyle ki İslâmî toplum, Beytu’l-Mal’de toplanan zekâtın verileceği kimsenin bulanamayacağı devasa zenginliğe ulaşmıştır. Müslümanlar işte bu zengin-
53
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
hiplerse, Evet diyenlerde demokratik bir hak yahut siyasi bir simge olsun diye başlarını kapatmıyorlar. Sadece ve sadece Allah’u Teâlâ’nın bir emri olduğu için kapatıyorlar. İnançlarının bir gereği olarak kapatıyorlar… Acaba bu durum, CHP ve Ekşi gibi aynı mantalitede olanlar için meşru bir hak oluşturabilir mi? Tabi onlardan hak talebinde bulunanlar varsa!
CHP’Lİ EKŞİ: GÜZEL KIZ BAŞÖRTÜLÜ GÖRÜNCE ÜZÜLÜYORUM Basın Konseyi’nin eski Başkanı yeni CHP’li Oktay Ekşi, Samanyolu Haber’de açıklamalarda bulundu. Milletvekili olmak istediğini söyleyen Ekşi, Silivri’de görülen Ergenekon davasının siyasi bir dava olduğunu ileri sürdü.
***
Büyük mağduriyetler yaşanan başörtüsü sorununda ise çözüm olmadığını savunan CHP’li Oktay Ekşi, “Türkiye’deki kızlarımız kafasını ister öyle örtmüş ister böyle örtmüş. Kimsenin derdi olacak bir şey değil. Ben bu güzel kız kafasını niye örtmüş diye ben üzülüyorum, gördüğüm zaman onları. Hepsi güzel de, çok güzellerini görünce üzülüyorum itiraf edeyim ki. Bu güzelliği saklamaya yazık değil mi diye, şahsen düşünüyorum. Bu benim kendi bakışım” diye konuştu.
İŞGALE BAHANE OLAN IRAK’LIDAN İTİRAF Kanlı işgal öncesinde, ABD’yi Saddam Hüseyin’in askeri faaliyetleri hakkında bilgilendiren Rafid Ahmet el-Cenabi adlı Iraklı verdiği bilgilerin yalan olduğunu itiraf etti. ABD işgali El-Cenabi’ye dayandırarak meşrulaştırmıştı. ABD’yi eski Irak lideri Saddam Hüseyin’in askeri faaliyetleri hakkında bilgilendiren ve daha sonra Batı’ya kaçan bir Iraklı, Saddam’ın elinde bakteriyolojik silah bulunduğu yönünde yalan bilgi verdiğini açıkladı.
Oktay Ekşi sözlerini şöyle sürdürdü: ”Başın kapalı olmasını türbanlı olsun diğer şekilde olsun kimsenin siyasi bir talebi söz konusu olmadığı sürece engellemeye hakkı olmaz. Zaten hayır diyenler de siyasi boyutu nedeniyle bu olaya hayır diyorlardı.”
El-Cenabi adlı Iraklı, İngiliz “The Guardian” gazetesine yaptığı açıklamada, Saddam Hüseyin’in, bakteriyolojik silah geliştirmeye yönelik gizli bir programı bulunduğu yönünde yalan söylediğini belirtti.
Star Gazetesi - 27.01.2011 KD: “Hayır diyenler siyasi boyutları nedeniyle bu olaya hayır” deme hakkına ne kadar saMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
54
Haber-Veri-Yorum Saddam rejiminin devrilmesini sağlamak için böyle bir yalan uydurduğunu söyleyen el-Cenabi, ‘‘Rejimi yıkmak için bir şeyler uydurma şansını yakalamıştım’’ dedi. ElCenabi, ‘‘Ben ve oğullarım, Irak’a demokrasinin gelmesi için gereken nedeni yaşattığımız için son derece gururluyuz’’ diye konuştu. El-Cenabi son söz olarak da “Belki haklıydım, belki de yanlış yaptım?” dedi. ABD, 2003 yılında Irak işgalini, Rafid Ahmet Elvan el-Cenabi’nin Amerikan istihbaratına ilettiği bilgilere dayandırarak meşrulaştırmıştı.
Kerimov’un Brüksel ziyaretine dikkat çekildi. Ziyaretin ardından Hizb-ut Tahrir ve şebabına karşı baskı ve zulmün artışına vurgu yapılan açıklamada şu hususların altı çizildi:
AB Haber - 17.02.2011
“Tagut Kerimov, Brüksel’e bir ziyarette bulundu. Kendisini onur konuğu yapan, kırmızı halılarla karşılayan ve terörizmle mücadele çabalarını takdir etmek amacıyla yine bir avuç dolar vermeyi taahhüt eden NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Avrupa Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ve Avrupa Birliği Enerji Komiseri Oettinger ile bir araya geldi. Kerimov ve polisleri de masum Müslüman evlatlarına karşı işkence eylemlerini arttırmayı ihmal etmediler.” Bu ziyaretten bir hafta sonra iki üyesinin şehit edilerek cesetlerinin teslim edildiğinin bildirildiği açıklama, Caslık hapishane yönetiminin, “Hizb-ut Tahrir üyelerinden “Şükrüllah”a 16 sene ve “Şevket”e 3 sene daha ekleyerek bitmek üzere olan mahkûmiyet sürelerini uzatarak eski hükümlülerin olduğu hapishaneye naklettiği” haberiyle devam etti.
KD: Amerika’nın Irak işgali hiçbir haklı ve reel gerekçeye dayanmamış, bu haksız ve zalimane olan işgalin tek gerekçesi; bütün sömürgeci kâfir ülkeler için geçerli olan en haklı gerekçe olmuştur: O da emperyalizm ve İslâm ile mücadeledir. *** TAGUT KERİMOV KANA DOYMUYOR! Hizb-ut Tahrir Merkezî Medya Bürosu Müdürü Osman Bahâş tarafından, “Tagut Kerimov’un Brüksel Ziyaretinin Semeresi, Hizb-ut Tahrir’li İki Şebabın Kasap Kerimov ve NATO Tarafından Canlarına Kıyılarak Şehit Edilmesi” başlığıyla yapılan basın açıklamasına göre, Özbekistan hapishanelerinde tutulan iki Hizb-ut Tahrir şebabının cesetleri yakınlarına teslim edildi ve kalp krizi yüzünden öldükleri iddia edildi.
Aynı şekilde “Nevâî ve diğer hapishane yönetimlerinin, hizbin üyelerinden mahkûm olanlara ilaçlar verdiği, bu ilaçların gardiyanların gözü önünde içmeye zorlandıkları, şekli ve rengi ekmek hamuruna benzeyen bu ilaçların üzerinde Amerikan yapımı olduğu yazdığı ve bu ilaçları birkaç kez içenlerde, günden güne güç ve bilinç kaybı meydana geldiği”ni vurgulayan Bahâş,
Açıklamada, “Caslık hapishanesi yönetimi, biri Andican diğeri Fergane şehirlerinden olmak üzere Hizb-ut Tahrir şebabından iki şehit cesedi teslim ettiler ve kalp hastalığı yüzünden öldüklerini iddia ettiler.” denildikten sonra,
55
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Haber-Veri-Yorum açıklamasına şöyle devam etti:
çıkan sömürgeci kâfirleri kahr-u perişan etsin inşallah… Şüphesiz bu Allah’a kolaydır.
“Bu kişilerin arasında hapishanede kaldıkları uzun süre esnasında Kur’an’ı ezberleyen bazı hafızlar da var. Bu kişilerden çoğu sadece güçlerini ve bilinçlerini kaybetmekle kalmıyor akıllarını da kaybederek deliriyorlar. Ardından da hapishane yönetimi, bu kişileri devlet hapishanelerine bağlı hastanelere naklediyorlar.
*** TSK’DAN ATILAN 1800 ASKERE DÖNÜŞ YOLU AÇILIYOR Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararıyla Ordudan atılanlara yargı yolunu açan yasal düzenlemenin TBMM’ye gönderileceğini ve yarın Milli Savunma Komisyonu’nda görüşüleceğini açıkladı.
Bunlar, Batılı yöneticilerin yakinen bildikleri şeylerin sadece bir kısmıdır. Zira onlar, Kerimov rejiminin 2005 yılında Andican’da binlerce mahkûma karşı işlediği katliamı henüz unutmuş değiller. Ancak onlar, Afganistan’daki Müslümanlara yönelik savaşlarında kendileri ile olan müttefikliğini sürdürmesi için makul ve gerekli bir bedel olmasından dolayı Kerimov’un cürümlerini görmezlikten gelmeyi haklı görmekteler. Ancak hadaratını Amerika’daki Kızılderililerin kafatasları üzerine inşa eden, Mısır, Tunus, Pakistan ve diğer İslâm beldelerindeki tagutları destekleyen kimselerin diğer tagutları onaylarlarken Kerimov’a karşı çıkması hiç de kolay değildir. Ancak sabah akşam böğüre böğüre demokratik değerlerin ve insan haklarının savunuculuğunu yapmalarından dolayı en azından utanmaları gerekmez mi?! Yoksa ikiyüzlülük, kirli sömürgecilik fikirlerinin temel doğası mı?!”
YAŞ kararlarıyla atılanların sayısının yaklaşık 1800 olduğunu belirten Gönül, yasanın çıkmasının ardından, YAŞ nedeniyle atılanlara, uygun bulunması halinde yeniden görev verileceğini kaydetti. Gönül, şunları söyledi: “YAŞ nedeniyle ihraç edilenler Bakanlığa başvuracak. Bakanlık ya reddedecek ya kabul edecek. Reddederse yargıya gidebilecekler. Kabul edilirse bulunduğu rütbe itibariyle intibakları yapılacak. Emekliliği hak etmişse emekli olacak. Başka kurumda da görevlendirmeler olacak. Araştırma görevlisi kadroları ihdas edilecek. Sayıları 1800 civarında.” Ntvmsnbc - 16.02.2011 KD: İslâm düşmanı zihniyetin irticaî(!) faaliyetler diyerek meşrulaştırmaya çalıştığı İslâmî hassasiyeti olan askerî personel, yıllardır bir mağduriyetin kurbanıydı. Laik-Kemalist zihniyetiyle Ordu, bünyesini ele geçirmek isteyen bazı Amerikancı odaklara göz açtırmak istemiyordu muhakkak ama bununla birlikte üzerinde yükseldiği anlayış onu İslâmî hassasiyetlere karşı da harekete geçiriyordu. Bu son hamle ile Hükümet, Ordu içerisinde etkin olabilecek bir takım odaklar oluşturma gayretlerine bir yenisini daha eklerken, seçimler öncesinde de bu YAŞ mağdurları ve çevreleri nezdinde puan toplamış olacak… Bakalım bundan sonraki süreçte neler olacak, bekleyip göreceğiz…
KöklüDeğişim - 17.02.2011 KD: Bu zalimler bir gün Müslümanlara ettikleri tüm zulümlerin hesabını verecekler muhakkak. Onları Müslümanlara karşı bu kadar cüretkâr kılan şüphesiz onların sırtlarını sıvazlayan Avrupa’lı, Amerikalı efendileri… Gerçi Hilâfet’in ikamesiyle birlikte bu sömürgeci kâfir devletlere de hadleri bildirilecektir. Bizler KöklüDeğişim ailesi olarak şehit olan Müslüman kardeşlerimize Rabbimizden rahmet, yakınlarına da başsağlığı diliyoruz. Allah Subhanehû ve Teâlâ, bir an önce Müslümanların başına musallat olan bu zalim ve onları pışpışlayan, alkışlayan, onlara arka Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
56
Haber-Veri-Yorum *** “DEKOLTE GİYENE TECAVÜZ EDERLER” AK Partili milletvekilleri tarafından TBMM’ye sunulan ve “hadım yasası” olarak nitelendirilen “cinsel saldırı suçu ile çocuklara ve reşit olmayana tecavüzden yargılananların hadım edilmesini” öngören tasarıya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’den tartışılacak bir yorum geldi. Her ülkede olduğu gibi Türk toplumunda da tacizcilerin olduğunu belirten ve sorunun çözümü için köküne inilmesi gerektiğini söyledi.
saldırıya geçiliyor. Biz KöklüDeğişim Dergisi olarak Prof. Dr. Orhan Çeker’in İslâm’ın hükümlerini açıklamadaki çabasını ve dik duruşunu takdir ediyor ve yayınladığı basın açıklamasını da okurlarımızın bilgisine sunuyoruz:
Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Okudan da YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın talimatıyla Prof. Dr. Çeker hakkında inceleme başlattıklarını bildirmişti.
PROF. DR. ORHAN ÇEKER’İN BASIN AÇIKLAMASIDIR Prof. Dr. Orhan Çeker’in 15.02.2011 tarihinde basın-yayın organlarında yer alan beyanına binaen yapılan olumlu-olumsuz haber ve yorumlar üzerine kamuoyunun doğru bilgi alma hakkını kullanması ve basın-yayın organlarının da doğru haber verme görevini yapabilmesi için doğru bilgilendirilmesi amacıyla basın açıklaması zarureti ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Konya Cumhuriyet Başsavcılığı, Selçuk Üniversitesi (SÜ) İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in açıklamalarıyla ilgili inceleme başlattı. Konya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Prof. Dr. Çeker’in çeşitli basın yayın organlarında yer alan sözleri üzerine inceleme kararı aldı. Haber Türk - 17.02.2011
Müvekkilim Prof. Dr. Orhan Çeker’in beyanı şöyledir:
KD: Sayın Çeker, doğru söylediği bir meselede suçlu bir konuma, hakkında soruşturma yapılacak bir hale düştü. Hâlbuki kendisinin bilim adamı kimliğiyle yapmış olduğu bu mesele hakkında yapılması gereken, ortaya koyduğu tespitler hakkında araştırmalar yapmak ve varsa alınacak önlemler açısından Hoca’nın fikirlerine müracaat etmekti. Rezil ve saçma-sapan konularda bile “prof.”, “dr.” kimliği olan kişilerin rezil fikirlerine değer verilirken, konu İslâm’ın hükümlerinin açıklanması olunca bir kısım medya ve bazı STK’larda kırmızı görmüş boğa gibi
“Hadım etme cezası ne Kur’an’da ne de Efendimizin Sünneti’nde yoktur. Bence toplumu bu noktaya getiren sebepler araştırılmalıdır. Millî politika olarak herkes ahlak eğitiminden geçirilmelidir. Sarkıntılığa davet ve tahrik edici görsel yayınlar yasaklanmalıdır. Kadın vakur davranmış da sarkıntılığa uğramış ise suç yüzde yüz erkeğindir. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Kadın dekolte giyinmiş, tahrik ve davet edici davranmış ise suça ortaktır. Suça ortak olup sonradan şikâyetçi olması makul değildir. Bu
57
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Haber-Veri-Yorum konuda suçu işleyen erkekleri savunduğum anlaşılmasın. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte kıyafetler giyinen, davet ve tahrik edici davranışlar sergileyen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Bu konuda tabii ki erkek suçludur, ama kadının da suçu göz ardı edilirse ülke olarak meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. Bu olayda her iki taraf da suçludur. Bunu yalnız ben söylüyor değilim. Daha birkaç gün önce Rusya’da bir Ortodoks papazı dekolte giyinip sokağa çıkan kadınları uyarmıştır.”
adına konuştu. Fakültesi, Üniversitesi, sivil ya da siyasî herhangi bir kurum adına konuşmadı. Müvekkilim yasal haklarını arayacaktır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur. 18.02.2011 - Konya Prof. Dr. Orhan Çeker Vekili Av. Hüseyin Çelik *** CENAZE TÖRENİNDEKİ KONUŞMASINDA ŞERİATI HATIRLATAN İMAM HAKKINDA SORUŞTURMA BAŞLATILDI
Müvekkilimin Kastı: Bu ifadelerden kastedilen;
Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı Şerbettar Köyü’nde başına aldığı darbe sonucu bayılan ve diri diri toprağa gömüldükten sonra hayatını kaybeden 8 yaşındaki Hasret Karakoç’un cenaze töreninde, kefene sarılı çocuğun yüzünü cep telefonu ile görüntüleyen ve Şeriat’a destek veren konuşması ile dikkat çeken İmam Eşref Sevimli hakkında Edirne Müftülüğü soruşturma başlattı.
“Kadın suça ortaktır” ifadesinden adlî suç kastedilmemiş, ahlakî erdemlere aykırılık ve örfen suç yani “günah” kastedilmiştir. Zaten müvekkilim İlahiyat Fakültesi’nde İslâm Hukuku Öğretim Üyesi olduğu için ifadelerinin de adlî açıdan değil, dinî açıdan yorumlanması bir zorunluluktur. Beyanının başında Kur’an ve Sünnet’e atıfta bulunması da bu sebeptendir.
İmam Eşref Sevimli, cemaate hitaben şunları söyledi: “…Toplumda yaşadığımız müddetçe dinimizden ne kadar uzaklaşıyorsak, yaptığımız hareketlerimiz ve kötülüklerde o kadar aşırılık meydana geliyor. Bu yavruya kıyıp da bu hale sokanların cezası ne olabilir. Her birinize sorsak, her biriniz lime lime ederiz. Ama dinin emirleri ile emredilse, Edirne meydanında öyle bir kişi öldürülse, acaba bu ülkede kaç tane cani meydana çıkar, çıkamaz. Ama kanunlarımız veya insan haklarıdır, bağımsızlıktır, demokrasidir diye herkes canilerin yanında olursa, onlar o hakların arkasında sığınırsa, bizlerde yavrularımız, biz olmasa da ülkemizde birilerine böyle ateş düşer ve ağlar.”
Beyandaki “suç” veya “olumsuz durum”, taciz ve sarkıntılıktır, tecavüz değildir. Taciz ve sarkıntılık da en iğrenç suçlardandır. Hem kadını, hem erkeği bundan korumak gerekir. Kaldı ki tecavüz, affedilemeyecek en büyük suçtur, cezası da en ağır olmalıdır. Kadın suçlanmış değildir. Suçlu erkektir. Erkek, bütün tahrik edici unsurlara rağmen mazur görülemez. Müvekkilimin Söylemediği Halde Kendisine Atfedilenler: Müvekkilim; “Suçun odağında kadın vardır” demedi. - “Dekolte giyinirsen tecavüz edilirsin” veya “tecavüzü hak edersin” demedi. Tecavüz kelimesini hiç kullanmadı. - Kadın ayrımcılığı yapmadı. -Kadını suç unsuru olarak göstermedi. - Kadınları hedef göstermedi. - Kendi Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Televizyonların haber bültenlerinde İmam Sevimli’nin konuşması yer alınca Edirne Müftülüğü harekete geçti. Edirne Müftüsü Ömer Taşçıoğlu, bu konuşma ve ortaya çıkan görüntü nedeniyle Köy İmamı
58
Haber-Veri-Yorum hakkında idari soruşturma başlattı. İnternet Haber - 18.02.2011 KD: Bir üstteki Prof. Orhan Bey’in başına gelenlerin benzer bir şekilde bu haberdeki İmam’ın da başına geldiğini görüyoruz. Dediğimiz gibi, konu İslâm ve İslâm’ın gereklerinden bahsetmek olunca medya linçine uğramamak işten bile değil… *** TACİKİSTAN’DA İBADETE 18 YAŞ SINIRI!
döneminde bile uygulanmadığının altını çizerken, Tacikistan’daki Rus Ortodoks Hıristiyanları da baskılardan nasibini aldı.
Tacik yönetiminin dinî hayata baskısı yeni bir boyut kazandı: 18 yaşından küçüklerin cami ve kiliselere girişi yasaklanıyor! Uygulama SSCB dönemini hatırlattı.
Müslümanlar ve Hristiyanlar, 18 yaşına kadar ibadethanelere giremeyen, dinlerini öğrenmeleri engellenen çocuklar için daha sonra yapılacaklar için çok geç olacağına dikkat çekiyor.
Tacikistan’daki İmamali Rahman yönetimi, camileri kapatma, sakallı insanlara taciz ve başörtüsü yasağının ardından, bu defa ülkedeki Hristiyanların da tepkisine neden olan yeni bir yasak peşinde.
Birçok bölge uzmanı, yeni yasanın aslında toplam sayıları birkaç yüzü geçmeyen Tacikistan’daki Hristiyanları değil, Müslüman aileleri hedef aldığı konusunda hem fikir.
Yeni hazırlanan “ebeveyn sorumluluğu” başlıklı yasa tasarısına göre, 18 yaşından küçüklerin cami ve kiliselere girmesi ve ibadet yapması yasaklanıyor.
Dünya Bülteni - 18.02.2011 KD: İşte bir başka zulüm devleti daha… Özbekistan zaliminin ardından Tacikistan zalimi de elinden geleni yapıyor Müslümanlara hayatı zindan etmek için… Aaa, işe bakın, bizde de Kur’an Kurslarına gitme yaş sınırı mı vardı ne?!...
Uzun bir süredir üzerlerindeki baskılar ve yasaklarla zor zamanlar geçiren Tacik Müslümanlar, bu tür bir yasağın Sovyet
***
59
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Fuad HAMİDOĞLU Geçen Sayıdan Devam... 4- İşlerin Sonucunu/Semeresini Elde Etmedeki İnsan Faktörü
Birincisi: İşlerin Semeresini Elde Etmede Aklın İşlevliği ve Rolü
İşlerin semeresini elde etmedeki insan faktörü sadece iki husustan ibarettir. Birincisi; “akıl gücü”, ikincisi ise; “irade gücü”dür.
Bu hususu dört ana noktada toplamak mümkündür:
Akıl; ‘vakıanın, duyu organları vasıtasıyla hissedilerek, bu hissin beyne nakledilmesi ve öncül bilgilerle yorumlanması’ olduğuna göre aklın buradaki görevi bir takım kurallara bağlı kalarak, yapılacak işler hakkında zihinsel jimnastiğini yapıp işi bir karara bağlamakla tezahür eder.
Hedefi veya ‘ne yapmak istediğimizi’, işe girişmeden önce çok açık ve dakik olarak belirlemek gerekir. Çünkü hedefler, kolay veya zor olmak üzere çeşitlenebilirler. Örneğin; bir ev inşa etmek, sağlıklı bir toplum inşa etmekten çok daha kolaydır. Hedeflerin kolay ya da dev olmasına bakmaksızın işe girişmeden önce onların mutlaka net bir şekilde belirlenmesi hayatî bir durumdur; yapılacak işlerin hayatiyetinin kavranması açısından bu işlerin ölüm-kalım meselesi mesabesindedir. Çünkü yapılacak işlerin hayat bulması, hedefin çok dakik olarak belirlenmesine bağlıdır. Bu yüzden az da olsa hedefin somut olarak belirlenmemesi veya onda bir takım kapalılık meydana gelmesi, hedefi gerçekleştirme sürecinde şaşkınlık, ne yapacağını bilmezlik ve tereddüt getirir.
a) Hedefi belirlemek
İrade ise; yapılacak işlerin mahiyeti ve durumu ne kadar uzun vadeli ve meşakkatli olursa olsun aklın aldığı karar çerçevesinde azimli, kararlı ve sabırlı olmak, sebat ederek mücadeleyi sonuna kadar götürüp hedefe ulaşıncaya kadar devam etmektir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi insan faktörü akıl ve irade ile tezahür eder. Şimdi de bunların her ikisini ayrı ayrı ve bazı detaylarla analiz ederek ele alacağız, inşaAllah… Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
60
Gücünün Sırrını Keşfet (3) Hatta insanı hedefi gerçekleştirmeden vazgeçmeye, ümitsizliğe ve hayal kırıklığına uğratmaya sevk edebilir. Zaten bu olumsuz faktörler, bir işi başarmamaya yeterlidirler. Sonuç da büyük bir başarısızlık ve hedefe ulaşmamaktır. Oysa hedefi billurlaştırarak (yapılacak işin ana hatlarını netleştirerek) onu tam olarak belirlemek insanda azim, sebatlık ve kararlılık getirir. Bunlarla birlikte var olan gayretin ve hırsın artmasına, onları güçlendirmeye, kendine güvenmeye, iyimserliğe ve ümitli olmaya sevk eder ki, bütün bunlar, işi tam başarmaya ve gerçekleştirmeye kesin olarak götürür.
saydı, hayat bulmayacaktı. Yine, inşaatına 13.08.1961’de başlanan ve 09.11.1989’de yıkılan Berlin Duvarı’nın birçoklarına göre yıkılışı imkânsızdı. Oysa bugün artık “Doğu” ve “Batı” diye iki ayrı Almanya bulunmamakta. Bu nedenle de -sağlıklı akıl ve selim mantık sınırları içinde-, “İslâm Ümmeti’ni her yönüyle birleştirecek olan İslâm Devleti, reel ve gerçekleşebilirliği olan bir projedir” dediğimizde, şartları zorlayarak da olsa hayat bulacaktır. Ancak Farabi’nin tasarladığı toplum şekli ve yazdığı “el-Medinetu’l-Fadila” (Fazilet Şehri (Toplumun ilkeleri üstüne kitap)) isimli kitap tamamıyla hayalî ve gerçek dışıdır.
İşte görüldüğü gibi hedefsiz, hedefi belli olmayan veya kapalı bir hedefi olanla belli, açık, net ve somut bir hedefi olan işler arasındaki fark, güneş gibi ortadadır. Zira karanlıkta yürüyenle aydınlıkta yürüyen veya kör ile gören yahut çölde rehbersiz yürüyen ile pusula ile yürüyen hiç bir olur mu?
Birçokları, hedefe ulaşmak için, ilgili şartları beklemeyi tercih ederler. Oysa gerekli ve ilgili şartlar, kendiliklerinden oluşamazlar; aksine dış güç ve faktörler tarafından oluşturulurlar. b) Hedefe ulaşmayı sağlayan sebepleri tespit etmek
ُّ ِ ُل َه ْل َي ْس َتوِي الأَْ ْع َمى َوال َْب ات ْق ُ ُم ُ ص َ ير أَ ْم َه ْل َت ْس َتوِي الظل ُّ َو النور
(er-Ra’d 16)
İşi gerçekleştirmeye götüren ve hedefe ulaştıran maddî ve manevî bütün sebepleri araştırıp bilmek demektir. Zira konunun başında da ifade ettiğimiz gibi “sebep”i şöyle tanımlamıştık:
Ayrıca hedefi net olarak belirleme konusunda işlerin reel ve gerçekçi olmasına veya ütopik/hayalî olmamasına büyük titizlik gösterilmelidir. Çünkü işi başarmak ve hedefe ulaşmak önemli olduğu kadar onu belirlemek ve onun reel olması da bir o kadar önemlidir. Misal olarak; 1787 yılında kurulan ABD yaklaşık olarak 150 yıl sonra dünyanın süper gücü olmuş ve bu somut olarak bugün herkesçe görülmektedir. Bu hedef hayal olsaydı, ABD diye bir şey olmayacaktı. Aynı şekilde 1950’li yıllarda düşünülen AB projesi, bugün hayat bulmuş ve insanlar, ülkeden ülkeye sınır olmadan rahatlıkla dolaşabilmekteler. Bu hedef de reel olma-
“Başkasına veya elde edilmek istenilen bir şeye ulaşmayı sağlayan husustur.” Büyük-küçük, değerli-değersiz, yüksek-alçak gibi hedefler ve işler, birbirlerinden farklı ve zıt olduğu kadar, bu hedeflere götüren sebepler de çok-az, hafif-ağır ve uzun-kısa olmak üzere farklılık ve zıtlık arz etmektedirler. Mesela; gerekli hazırlıklar bakımından iki sayfalık bir makale yazıp hazırlamak, İslâm Devleti’nin Anayasası’nı yazıp hazırlamaktan veya bir hastanın çürük dişini çekmek, kanser hastası olan başka birinin tedavisinden veyahut iki katlı bir evin çatısına çıkmak, aya veya uzaya çıkmaktan, bir çadır dikmek, elli katlı bir gökdelen dikmek-
“De ki: “Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu hiç?”
61
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Gücünün Sırrını Keşfet (3) ten ve İslâm şahsiyetli bir kişi yetiştirmek İslâm Devleti’ni kurmaktan çok daha farklıdır.
Hedefi netleştirip belirledikten ve bu hedefe ulaştıran sebepleri inceleyip araştırdıktan sonra, hedefe tam ulaşabilmek için sebepleri sonuçlarına uygun ve doğru olarak bağlamak gerekir.
İşte, günlük hayatımızda gerçekleştirmeye çalıştığımız hedefler, eşit olmayıp farklılık arz ettiği gibi onların sebepleri de kendilerine oranla farklılık arz etmektedirler. Bu açıdan her ikisine de baktığımızda, bir kısım hedefler kolay olduklarından onlara ulaşmak büyük bir çaba gerektirmeyip az bir emekle elde edilebilirler. Öyle hedefler vardır ki, zor oldukları için onlara ulaşmak daha ciddi bir çaba sarf etmeyi gerektirmektedir. Fakat bazı yüksek hedefler vardır ki, insan bütün ömrünü harcasa, sahip olduğu bütün imkânları sarf etse, olağanüstü çaba ve yüksek bir gayret gösterse bile onlara ulaşmak oldukça zordur. Hatta belirlediği hedefe ulaşmadan bu dünyadan ayrılabilir. Onlara ulaşmak, daha uzun zaman, daha çok çaba ve daha fazla nesil gerektirebilir. O kadar ki bu yüksek hedeflere ulaşmak bazı insanlara imkânsız olarak görünebilir. Bunun sebebi, tabiat itibariyle bu işlerin farklı olmasından kaynaklanır. İşte bu yüzden, lider ve mütefekkir konumunda, hayatta tarihin çehresini değiştirecek kadar büyük projeler ve yüksek hedef peşinde olan şahsiyetler, öncelikle ne yapmak istediklerini yani hedeflerini dakik ve net bir şekilde belirledikten sonra, bu hedeflere kesin ulaştıracak olan sebepleri araştırıp incelemeye ve bilmeye çalışırlar. Bu kişilerin özelliği, zor ve hassas olmasına rağmen hedefleri çok dakik ve net olarak belirleyip, bu hedeflere ulaştıran sebepleri de tam olarak inceleyip-araştırıp, tespit etmelerinden kaynaklanır. Çünkü bu hassas çalışmada en ufak bir hata veya yanlış tespit büyük bir Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
başarısızlığa mal olabilir veya verilen bütün çabalar boşa gidebilir. Neticede bir hedefin tam olarak tahakkuk etmesi için ona giden sebebin de tam olarak tespit edilmesi gerekir.
c) Sebepleri sonuçlarına doğru bir şekilde bağlamak Hedefi netleştirip belirledikten ve bu hedefe ulaştıran sebepleri inceleyip araştırdıktan sonra, hedefe tam ulaşabilmek için sebepleri sonuçlarına uygun ve doğru olarak bağlamak gerekir. Sıradan, rastgele ya da hatalı bir bağlama yapılırsa; hem hedefe ulaşılmaz, hem de başarı sağlanamaz. Hedefe sağlıklı olarak ulaşmak için ona götüren sebepleri bilmek kâfi değildir. İkisini birbirlerine doğru bir şekilde bağlamak gerekir. Bir başka deyişle; hedefe ulaşmak, sebepleri sonuçlarına doğru şekilde bağlamaktan geçer. Bu, hayatın kesin ve değişmeyen kuralıdır. Bazı örnekler verelim: - Bir okul öğrencisinin sınavı tam olarak geçip, yüksek bir puan alabilmesi için, ilgili derslerin bir kısmını değil tamamını çalışması, konulara çok iyi vakıf olması ve dersleri iyi anlaması gerekir. Bunlar ise sınavı geçmenin sebepleridir. Yani bunlar olmadan sınavı geçmek mümkün değildir. Bu da dünyadaki işlerin tabiatından kaynaklanmaktadır. Bu sebepler ise bütünlük arz eden bir yapıya sahiptirler. Yani bir okul öğrencisi derslerini ezbere okuyarak çalışır da, fakat ne okuduğunu anlamazsa, sınavı başarılı olarak geçmeyi beklemesin. Az önce de ifade ettiğimiz gibi, sebepleri sonuçlarına kısmen, doğru olarak bağlamak, -tam olmasa da- kısmen bir başarı sağlayabilir. Fakat bu kısmî başarı işe yaramaz. Zira İslâm
62
Gücünün Sırrını Keşfet (3) şahsiyetli bir kimse olgun ve işini de -eksik ve yarım değil- tam olarak yapan kişidir. Kişinin olgun ve tam bir başarısının olması, onun olgunluğunun gereğidir.
hedef İslâmî hayatı yeniden başlatmak ise bu hedefe götüren tek sebep budur. Sebepleri sonuçlara doğru ve dikkatli olarak bağlamada büyük bir titizlik gösterilmezse sadece hedefe ulaşılmamakla kalmaz, önüne geçilmeyen büyük bir felaketin meydana gelmesine de yol açılabilir.
- Arsasına bir bina yaptırmak isteyen bir şahsın, bir mühendis, proje ile ilgili harita, yeteri miktarda işçi, finans kaynağı gibi gerekli sebepleri, sonuçlarına doğru bir şekilde bağlaması gerekir. Bu işlemde en ufak bir yanlış bağlama, projenin başarısız veya kısmen başarılı olmasına neden olabilir.
d) Allahu Teâlâ’nın varlık ile ilgili koyduğu kanunları göz ardı etmemek
Hedefine ulaşmak üzere olumlu ve tarihe derin imza atmak isteyen kimsenin, - Bir komutanın zaferin gelmesinin sadesebepleri sonuçlarına bağlama hususunda ce silahları ve askerî mühimmatı depolarda Allahu Teâlâ’nın hayat ve varlık ile alakalı yığmak veya belli bir güç koymuş olduğu kanunlahazırlamak olduğunu bilra, hayatın prensiplerine Hedefine ulaşmak üzere mesi, zaferin sebebi açısınriayet etmesi ve bütün işolumlu ve tarihe derin imza lemlerin bunun dışına çıkdan kâfi değildir. Bununatmak isteyen kimsenin, la birlikte zaferin gelmesi maması gerekir. Diğer bir sebepleri sonuçlarına için gerekli bütün sebepleifadeyle eşyaların özelliği ri araştırıp modern savaş bağlama hususunda olan kadere uygun hareket stratejisi, düşmana saldırı Allahu Teâlâ’nın hayat ve etmek gerekir. Bu husus; işdüzenlemenin veya orlemlere ilk atılan adımdan varlık ile alakalı koymuş duyu savunma teknikleri, ta ki hedefe ulaşıncaya kaolduğu kanunlara, hayatın düşman hakkında bilgi sadar hatırda canlı tutularak, prensiplerine riayet etmesi hibi olmak, onun hassas ve unutulmamalıdır. Çünkü ve bütün işlemlerin bunun zayıf hususlarını tespit etAllahu Teâlâ insan, hayat dışına çıkmaması gerekir. mek, düşmanın girebileceve kâinatı yaratırken varği bütün yolları kapamak, lık hakkında sabit kanunlar orduya sürekli moral vermek için ona Alkoymuştur. Kuşkusuz tam başarı, bu ilahi lah yolunda şehid olmayı hatırlatmak gibi kanunlara uygun olarak hareket edenlere önemli ve ilgili hususları zafere, doğru ve ulaşacaktır. Şayet işlemler bu prensibin dısağlıklı olarak bağlamak gerekir. şına çıkarsa, maddî güç kullanılıp sebepleri sonuçlarına doğru olarak bağlansa da - İslâm Devleti’ni kurmak veya İslâm hedefe ulaşmak yine imkânsızdır. Mesela; Şeriatı’nı iktidara taşımak isteyen bir kitle ölümün sebebi ecelin gelmesidir. Ecelin gelsebep-sonuç ilişkisi açısından ordu, büyük mesi de insan, hayat ve kâinatı yaratan Allabir aşiret, medya, topluma tesir eden ve hahu Teâlâ’dandır. Bu nedenle dünyadan aytırı sayılır şahsiyetler gibi gücün nerede olrılmak üzere sevdiğimiz bir ölüyü diriltmek duğunu ve bu gücün gerçek manada kimin veya diriltmeyi bile düşünmek mantıksız temsil ettiğini araştırıp bilmek zorunda ve ve beyni yorucu bir iştir. Doğrusu böyle bir bu güçlere tesir etmek gerekir. Çünkü eşçaba sarf edilse bile boşunadır. Bu nedenle yaların tabiatı itibariyle belirlenmekte olan insan vakıası olmayan ve hayal olan bütün hedefe ulaştıran sebepler bunlardır. Şayet
63
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Gücünün Sırrını Keşfet (3) düşüncelerden kaçınılmalıdır. Aynı şekilde ülser hastalığından kurtulmak isteyen kimse muayene ve ardından ameliyat olması gerekir. Çünkü şifa bulmanın tek yolu budur. Kâfir düşmanları püskürtmenin yolu da, camilere kapanıp hatim indirmek ve bol bol teheccüd namazını kılmak değil; yeterli bir güç hazırlamak ve düşmanla bizzat sıcak çatışmaya girmektir. Çünkü burada fikrî bir savaş değil, maddî bir savaş söz konusudur. Müslümanlar bu işlemi yapmadıkları için büyük bir dengesizlik meydana gelmiştir. Eski Fransız Komutanı Napoleon Bonaparte, 1798 senesinde Mısır’ı işgal ederken elEzher âlimleri Buharî hadislerini incelemekle meşgul oluyorlardı! Veya Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen İslâm Âlemi’ndeki bütün ülkeleri İslâm Devleti’ne dönüştürmek için, ülkenin dört bir yanında camileri
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
çoğaltmak değil; ülkede yaşayan toplumun fikrî ve zihinsel altyapısını ve yaşayış tarzını yapılandırmak gerekir. Konunun somutlaşması açısından burada örnekler ışığında doğru işlemin yapılmasından ve bu işlemin ilahi kanuna uygun olmasından bahsetmekteyiz. İşte aklın rolünü, -yönlendirici olarak- bu dört önemli faktör belirlemektedir. Bu faktörlerin hepsi bir bütünlük arz ettiğinden, işlerde başarıya ulaşmak için bir arada bulunmaları gerekir. Aklın rolü açısından eğer yapılan bir iş istenilen başarı ile sonuçlanmıyorsa, bu dört faktörden biri ya da bir kaçı bulunmuyor demektir. Bu nedenle bu faktörlerin dördünün bir arada bulunması hususunda azamî titizlik gösterilmelidir. Devam Edecek…
64
Âdem BUDAK
T
eokratik sistemin “Tanrı adına” yönettiği iddiası, kilise ve kralların müşterek yönetimi neticesinde, içerisinde boğulup kayboldukları karanlıklardan kurtulma mantığıyla başlatılan sorgulama ve çatışma alanları, mütefekkirlerin ve Ortaçağ Batılı halklarının zihinlerinde dine karşı tutum almayı gerektirmiştir. Güya Tanrı, krallara yönetme yetkisi vermiştir. Eylemlerine sorgulanamaz bir biçimde kutsallık atfedilmiştir. Bu mevzunun halklar üzerindeki etkinliği, Kilise’nin, “insan, atası Âdem’in günahının varisidir” düşüncesine binâen, insanın yüceler yücesine ulaşması, Cennet ile mükâfatlanması, dünyevî tat ve zevklerden uzaklaşmasıyla mümkündür, fikri ile güncellenmiştir. Halk, dünyevî ve bedenî zevkleri yapmanın Tanrı’nın iradesine karşı gelmek olduğunu düşünerek üzerlerine uygulanan zulme razı edilmiş, ağır vergi yükünü, keyfî zorbalıkları müsamahakâr karşılamıştır. Şu var ki, mütefekkirlerin hak, adalet, eşitlik, hürriyet söylemleri, halk nezdinde
vücut bulmuş, zulmün yegâne kaynağının devlet ile toplum ve hayat üzerindeki dinin etkisinden kaynaklandığı düşüncesine sevk etmiştir. Kilise’nin Kral üzerindeki etkinliği, yönetime iştiraki, bu düşünceyi pekiştirmiş, hürriyetlerin esas olarak alındığı, dinin, devlet, toplum ve hayattan ayrılması, ferdî boyutta hapsedilmesi, kurtuluş reçetesi olarak tasavvur edilmiştir. 1789 Fransız ihtilali ile din hayattan ayrılarak laiklik gün yüzüne çıkmıştır. Ütopik olmakla beraber zulümden başka bir işe yaramayan demokrasi de yönetim modeli olarak benimsenmiştir. İşte Batı, bu dini hayattan ayırma fikri üzere kuruludur. Bu fikir ile dinin insanlar arasındaki etkinliği uzaklaştırılmıştır. Batı’nın hayat hakkındaki mefhumları bu temel fikir üzere bina edilmiş, amellerin ölçüsü olarak menfaat esas alınmıştır. Zira hiçbir kayıt altında olmayan, tasarruflarında mutlak yetkiye sahip olan ferdin amelî ölçüsü, maddî lezzet ve zevklerin ona sağladığı fayda, menfaat dışına
65
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü çıkmaz. Zira onlar nezdinde hayatta mutlu olabilmek için maddî lezzet ve zevklerden olabildiğince faydalanmak gerekir. İşte Batılı halkların dünyaya tapmalarının, ona sahip olma hırslarının altındaki neden budur. Yoksa sömürmenin, mustaz’afların mallarına sahip olabilmek için en modern silahlarla kitleler halinde katletmelerinin izahı olabilir miydi? Kaldı ki hürriyetler düşüncesi, ferdi ön plana çıkarıp onu kutsallaştırdı ve tasarruflarını hiçbir ahlakî, insanî, ruhî kıymete önem vermeden gerçekleştirmesinin yolunu ardına kadar açtı.
leyen sömürü cennetleri ve pazarlar edinme yarışındadırlar. Böyledir… Zira Rusya, Avrupa, Amerika bir yemek tabağına üşüşen vahşi hayvanlar gibi, daha çok talan üzerine birbirleri ile yarışmaktadırlar. Bu da böyledir… Çünkü insanlığa şâhitler olması gerekenler, dünyalıklara sahip olma hevesiyle meşguldürler.
Şu bir hakikat ki; Batı, iman ettiği ideolojisine ve hayat tarzına darbe vuracak hiçbir fikre tahammül etmemektedir. Hele hele Hilâfet’in ikamesi için çalışanlar, onların uykularını kâbuslarla bölmektedir. Batı, İslâm’ın vücut bulacağını gördükleri İslâmî Müşâhede ettiğimiz vakıa şudur ki Batıbeldelerde, geniş bütçe ve kaynaklarla çalı halk ve ümmetler, mutlu olmak isterken lışma alanları oluşturmuşiçinden çıkılmaz bir kuyuya tur. Anbean bu çalışmalarla düşmüştür. Batı, aklı mutŞu bir hakikat ki; Batı, terlemekte olup mağlûp olalak ölçü olarak ele almış, iman ettiği ideolojisine cakları, içlerinde yürek acısı bu sâyede birçok keşif, buve hayat tarzına darbe duyacakları güne kadar da luş, icatlar, yoluyla ileri bir vuracak hiçbir fikre terleri hiç soğumayacaktır. teknolojiye ulaşmıştır. Bu
tahammül etmemektedir.
da Batı’nın zor ve kuvvet َّ يُقَا ِتلُوَنك ُم إِ ِن Hele hele Hilâfet’in ْ ُم َعن دِي ِنك ْ ُم َحت َى َي ُرُّدوك ْ yoluyla, ülkelere hâkimiyet اعوْا ُ اس َت َط ْ ikamesi için çalışanlar, kurma olanağını arttırmıştır. onların uykularını “Eğer güç yetirirlerse sizi Kendilerine, Batı hayat tarkâbuslarla bölmektedir. dininizden çevirinceye kazına hayran liderler yetiştirdar sizinle savaşmayı sürmiş, menfaatlerini gözeten (el-Bakara 217): Vâkıa buna şâhittir. dürürler.” nizamları uygulayan sadık köleler edinmişlerdir. Böyledir… Zira köle efendisine itaat َي ًدا َ “ إِنَّ ُه ْم َيكِي ُدŞüphesiz onlar hep tuzak ْ ون ك etmek zorundadır. Ülkeleri; sanayileşmiş, (hile) kuruyorlar.” (et-Târık 15): Bundan da haüretken, zengin, hâkim, güçlü ve kalkınmış ülberdarız. Ama korkunun ecele faydası yok! keler olarak isimlendirip bölmüş; tüketen, Şüphe yok ki, hayatı ters tasavvur edenler zayıf ve yoksul ülkeleri ise, geri kalmış, 3. ileri gittiklerini zannetseler de sırtları hakidünya ülkeleri olarak etiketlemiştir. Ne gakatlere dönüktür. Zira inandıkları değerler riptir ki söz konusu geri kalmış ülkelere bir onları, eşeğe ters bindirmiştir. Müslümanlar yandan kalkınma programları sunan Batı, olarak Batı’nın tüm fitnelerine tuzaklarına diğer taraftan onların gelişmesine imkân karşı uyanık olmalıyız. Rabbimizin uyarverecek eğitim programı ve teknolojiye malarına kulak verip tuzakların iç yüzlerini ulaşmalarına engel olmaktadır. Zira Batı, Ümmet’in dikkatine sunmalı; Allah Tebarake yeryüzünü varlıklarının bekâsı ve teminatı Teâlâ’nın yüce Kelâmını, Kur’ân’ı anlamaolan sömürü alanı olarak görmektedir. Özel ya, yaşayıp hâkim kılmaya, bir asra yakınolarak İslâmî beldeler de ise, rüyalarını süsdır yatmakta olduğumuz kış uykusundan Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
66
Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü meye, çağın meselelerine çözüm getiremeyecekmiş kanaatini yerleştirmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken insafsızlıkta sınır tanımıyorlar maalesef…
Bizler çok iyi biliyoruz ki kâfirler, tüm Müslümanların ve İslâm’ın düşmanıdırlar. Zira insanlar için gönderilen Risâlet’e karşıdırlar. Bu hayırlı Risâlet’i taşıma görevi bizim omuzlarımızdadır...
Ümmet’in evlatlarından bazıları, şer’î hüküm vakıası ve hakikati noktasında yanılgıya düşmektedirler. Bu durum; İslâm’ı gönüllerine yerleştirmiş, O’nun tatbiki, muhafazası, devamlılığı üzerinde düşünüp hareket edenler nezdinde, diğer insanlara intika noktasında rağbeti artırmak için şer’î hükümlere yönelik teveccüh oluşturmayı zarurî kılmaktadır. Bu böyledir… Aralarında, hükmün üzerine uygulanacağı vakıanın hakikatinin idrak ettirilmesi keyfiyeti, vakıa ile ilgili ve vakıaya uygun şer’î hükmün açıklanması keyfiyeti ve ilgili hükme tâbi olma keyfiyeti, dâvet edilenlere beyan edilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Tâ ki, bu hükümlerin tasavvuru zihinlerde gerçekleşsin.
uyanmaya çağırmalıyız. Belli ki, şu vakıada kâfir Batı’nın çok iyi bildiği fakat Müslümanların genelinin habersiz olduğu bir gerçeği tekrar tekrar vurgulamak gerekmektedir. Şöyle ki: Dünya konjonktürü şuanda hiç olmadığı kadar çalkantılıdır. İslâmî beldeler ve dünya, İslâmî Hilafet Devleti’ne gebedir. Doğum sancılı olacaktır ve kaldı ki, Allah Azze ve Celle’nin, mutlak güç ve kudret sahibi tek İlah’ın Sünneti’ne kürtaj yapabilecek yoktur. Bu nedenle tüm Ümmet’in yiğitlerini, takip edilmesi gereken yola bekliyor, kurtuluşun tek adresi şer’î hükümlere sarılmaya çağırıyoruz. ٍّ اجا ً ُم ِش ْرَع ًة َو ِم ْن َه ْ لِكُل َج َع ْل َنا مِنك
Bizler çok iyi biliyoruz ki kâfirler, tüm Müslümanların ve İslâm’ın düşmanıdırlar. Zira insanlar için gönderilen Risâlet’e karşıdırlar. Bu hayırlı Risâlet’i taşıma görevi bizim omuzlarımızdadır ve çok iyi idrak ediyoruz ki, biz bu Risâlet’i taşımakla onların nasırlarına basarken çok acı çektiklerini, nefes borularının tıkanacağını düşündüklerini de kuşkusuz görüyoruz. Kurdukları tuzakların, yaydıkları fitnelerin derecesi, işte bu korku derecesindedir. Serptikleri siyah tozlar, bu nuru örtmeye yöneliktir; aydınlığını karalamaya, ışığını örtmeye çalışmaktadırlar. Şer’î hükümlere eğilim ise, bu karanlığı yırtıp, tümünün tatbikine götüren esasî faktördür. İşte bu gerçek, onları İslâm’ın hayatı düzenleyen nizâmlarına, hükümlerine çokça saldırmalarına neden olmaktadır. Özelde ukûbât nizamına saldırmayı tercih ediyorlar. Recm, el kesme hadleri daha yoğun saldırılarının gerçekleştiği
“Biz, her Ümmet için bir şeriat bir de minhac (yol) tayin ettik.” (el-Maide 48) İslâm Ümmeti, Allah Tebarake ve Teâlâ’nın Rasulü’ne bildirdiği şeriatı uygulamakla mükelleftir. Şeriat, şer’î hükümler toplamıdır. Şer’î hüküm ise; Şâri’in, kulların fiilleriyle ilgili hitabıdır. Günümüzde Ümmet arasında şer’î hükümlere rağbet edilmemesinin nedenlerinden biri, sorunlarının ancak bu hükümler ile çözülebileceğinden bîhaber olmalarıdır. Batı, İslâm’a saldırırken İslâm hükümlerini siyah bir çerçeve içine koyup onu çirkin göstermeye, rahmeti azap bellet-
67
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü hükümlerdendir. Bunu da bir yangını çıkarabileceğisık aralıklarla İran’ı örnek ni hissetti. İşte bu, Batı’yı, Şüphesiz ki İslâmî Ümmet, göstererek yapmayı pek hasmının gücü karşısında kendilerini dünyanın lideri, çok seviyorlar. Zira İslâm çalışmaya sevk etti. Zira kâinatın efendisi kılan Devleti olmayan İran da, ektiği tohumların yetiştirAkidelerine bağlı kaldıkları Batı’yı incitmemek için bu dikleri, hayırlarda yürüsürece efendi ve lider meselede adeta ip atlayan yenlerin ayakları altında olabilmiş ve bu vasıflarını da cambaz gibi hareket eteziliyor ve oralar, ölü topkoruyabilmişlerdir. mektedir; bu tavırlar da, raklara dönüşüyor ve inBatı ve Batılı gibi düşüşaAllah bir daha ürün vernenlere, uygulanma noktasında bu hükümmemek üzere birer birer yok oluyor. Şüplerin esneyebileceği fikrini vermekte, küfür hesiz ki bu, Ümmet’in kurtuluşunun şer’î ehlinin ekmeğine yağ sürmektedir. hükümlerin tatbikinde olduğundandır. Şu var ki, Ümmet’in yönelişini doğru yöne çekmek elzemdir. Zira İslâmî Ümmet, yaşadığı asrın meseleleriyle ilgili şer’î bakış açısından yoksun olarak, şer’î nasslara muhalif yaklaşımlarla çözüm getirme gayreti içerisinde debelenip durmaktadır. Beşerî sistemlerden tam bağımsız, tek İlah’ın ulûhiyetine sığınan ubûdiyet neticesiyle tam uyumlu bir sisteme; İslâm’ın, devlet şer’î metoduyla uygulandığı Hilâfet müessesesini şevkle isteğe, azim ile mücadeleye, neticeye ulaşana kadar dâhil olmadıkça, katılmadıkça da durumlarının değişmeyeceği aşikârdır. Çünkü;
Dev bir kitle iletişim ağını elinde bulunduran Batı’nın yaygın propagandası, tahrip meyvelerini vermektedir. Üzülerek şahit oluyoruz ki, Azze ve Celle’nin koyduğu sınırları aşmak başarı, Azze ve Celle’ye isyan etmek bir kalkınma addedilir olmuştur. Evvelce hayırlarda yarışan bu Ümmet’in evlatları, fısk ve isyanda yarışmaktadırlar. Öyle ki, daha çok azgınlık eden, en sık İslâm’a çatanlara “aydın” unvanı veriyor, ödül vermekte oradan oraya koşuyorlar. Her devlet gücünü, hasmının gücünü dikkate alarak en ileri dereceye taşıma arzusundadır. Bunu başarsın veyahut başaramasın, bu arzu daimîdir. Bir fırsatını bulduğunda, öldürücü darbeyi vurmaktan yahut emrine köle yapmak üzere felç etmekten geri durmazlar. İslâm Ümmeti’nin tek devletini altmışa yakın devlete bölen Batı, Ümmet bilincini silmeye, ırk ve mezhep ayrımını pekiştirmeye, hatta aşiretler arası husumete dönüştürmeye muvaffak olabilmiştir. Zira İslâm Ümmeti, gücünü aldığı, ancak onunla var olabildiği dayanağını yitirmiş olduğundan önlerine konan yılana suya düşmeden bile sarılabilmektedir.
ِم َ إِ َّن اللّ َه ُ َوٍم َحتَّى يُ َغي ُ ال يُ َغي ْ ِّر َما ِبق ْ ِّروْا َما ِبأَ ْن ُف ِسه “Bir toplum bünyesinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez.” (er-Rad 11) Şüphesiz ki İslâmî Ümmet, kendilerini dünyanın lideri, kâinatın efendisi kılan Akidelerine bağlı kaldıkları sürece efendi ve lider olabilmiş ve bu vasıflarını da koruyabilmişlerdir. O, Yüce Yaratıcı’nın hayatı düzenleyen nizamından berî kalıp meselelerini İslâm dışı kaynaklardan, hüküm ve nizamlardan alıp kıymetlerini, ölçülerini, değerlendirmelerini temel fikir olan İslâm Akidesi’nin dışında aramakla, karanlıklar
Ancak Batı, bu beldelerde bir kıpırdamanın olduğunu gördü, bir kıvılcımın büyük Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
68
Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü ortasında kalan bir âmâ gibi olmaktadır. Bu nedenle kesin olarak şunu söylüyoruz: Gözlerin, senin bakış açına açılıp hayatın gayesine mutabık hükümlere sarılmalarıyla, karanlıklar yerini aydınlığa bırakacak, hayırda çalışacak ellerle sis perdesi aralanıp şerefli, izzetli bir konuma yükselmiş olacaklar. Bu ise; insanlar için çıkarılmış bu en hayırlı ümmetin, en hayırlı evlatlarınca yürütülen marufla emredip münkeri nehyetme ameliyle gerçekleşecektir.
kesecek İslâm, Müslümanları insanlığa şahitler kılmış, hayrı, adaleti onlara götürme mesuliyeti yüklemiştir. Hak ile batılı izale edip hayır eliyle şerri def etmeyi karanlığa nur çekmeyi emretmiştir. Bizi üzen, bu şuuru iliklerine nakşeden bir takım Müslümanların tersine birçok Müslüman’ın, değil insanlığa şahit olmak, bulundukları vakıayı teşhis etmekten uzak olduğunu görmektir. Şunu unutmayalım ki kendisinde, hiç şüphe olmayan Kur’an duvarlarda asılı kalsın, ölünün arkasından ve sadece belirli günlerde okunsun diye değil, şuursuz yönelişi aydın akıbete dönüştürmeye, dünya ve ahiret saadeti için geldi. Duvarlarda değil, hayat sahnesinde tatbike geldi. Eğer dinliyor, kulak veriyorsak her şuurlu Müslümanı, duvarda bile üzerine toz koydurtmadığı temiz tuttuğu Risalet kaynağını duvardan alıp hayat sahnesine taşımaya çağırıyoruz.
Müslüman tek kendisinden sorumlu değildir. Onun görevi insanlığın hayrına olanı düşünmesidir. O, her amelinden hesaba çekileceği gibi insanlara İslâm davetini ve Risâleti’ni taşıma sorumluluğundan da hesaba çekilecektir. Kaldı ki hâlihazırda insanoğlu, üzerinde projelerin denendiği kobay misali denemelere-neticelere tâbi tutulduğu bir dönemdedir. Bu öyle bir dönemdir ki beşeriyet ipini koparmış hürriyetlerle hızla, uçuruma doğru koşmaktadır. Konjonktürün ipi, sömürgeci, kâfir, kan emici, kendi menfaatleri uğruna canlara kıymaktan, malları talan edip, servetleri çalmaktan geri durmayan, insanoğlunun en azgınlarının ve şerlilerinin elindedir. İşte onların can damarını
ِ َّس ول إِذَا َد َعاكُم ل َِما َ ُّها الَّذ َ َيا أَي َ ِين ُاس َت ِجيبُوْا لِلّ ِه َولِلر ْ آمنُوْا ُم ْ يُ ْحيِيك “Ey iman edenler! Allah ve Rasulü sizi size hayat verene çağırınca icabet ediniz.” (el-Enfal 24)
69
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Mehmet PAMAK
B
haklarını, özgürlüklerini yok edip acımasız zulüm politikaları uyguluyorlar. Ancak emperyalist güçler, destek verdikleri bu despot yönetimlerin, haklarını, özgürlüklerini ve kaynaklarını çalarak köleleştirdikleri kitlelere ve Müslümanlara yaptıkları çok boyutlu zulümler sonucunda, bölge halklarının Batı düşmanı ve İslâmî bir eğilim içine girdiklerini gördüler. Yaklaşık yüz yıl önce kurdukları bu sistemler ve despot yönetimleri artık batı çıkarlarına zarar vermeye başlamıştı.
ilindiği üzere, Mısır’da on yıllardır, despotça bir yönetimle halkını ezen, siyasî, ekonomik, hukukî çok boyutlu zulümlerle geniş kitlelere kan kusturan Firavun diktatörlüğü hüküm sürmekte. On milyonlarca masum insana büyük ıstıraplar yaşatan bu kanlı sömürücü diktatörlüğü tarihin çöplüğüne atmak üzere, mazlum Müslüman Mısır halkı, hak ve özgürlük talebine dayalı haklı bir direnişle, meydanları doldurmuş bulunuyor. Zulme karşı bu haklı mücadelesinde mazlum Mısır halkının yanında yer alıp, zalim Firavuna ve halk düşmanı darbeci, derin devletçi çetelerine ve katliamlarına karşı tavır koymak insani ve İslâmî sorumluluğumuzdur. İşte bu büyük sorumluluğumuzu yerine getirmek, mazlum halkın zulme karşı haklı kıyamını desteklemek, Firavunu ve çetelerini protesto etmek üzere burada bulunuyoruz.
İslâmî duyarlılığı hiç olmayan ya da çok az olan eski Demirperde ülkelerinde (Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan vb.) STK’ları kullanarak ve halkı sokağa dökerek, “demokratikleşme” adı altında Amerikancı yönetimleri iş başına getirenler, Ortadoğu ülkelerindeki halkları, önce silahla bastırmaya, sindirmeye kalkıştılar. Çünkü buralarda da aynı yöntemi denerlerse, İslâmî duyarlılığı yüksek olan bu bölge halklarının, İslâmî yönetimler kurarak Amerikan projelerini akamete uğratabileceğinden korktular. Bu sebeple de, buralardaki değişimi farklı yön-
Değerli Kardeşlerim! Bölgede, on yıllardır Batı tarafından desteklenen despot yönetimler, monarşiler, diktatörlükler, Batıcı sert politikalarla halkın Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
70
Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı... temle gerçekleştirmek istediler. Bölge halklarını, önce sopa (işgal ve katliam) ile terbiye edip, ardından da BOP’un havuç politikasını, “demokratikleşme” ve batı yanlısı laik hükümetler oluşturma bölümünü uygulamaya koyacaklardı. Ancak işgalle ele geçirme ve sindirme projesi, direnişle akâmete uğrayıp, üstelik emperyalist ülkeler giderek artan büyük bütçe açıklarıyla tam bir ekonomik yıkıma da dûçar olunca, bölgeyi terk etmek zaruretiyle karşı karşıya kaldılar.
demokrat” bir “model” ortaya çıkarılıyor. Ve bu model, başta Ortadoğu olmak üzere, bütün İslâm coğrafyasında saygı, sempati ve kendi ülkelerinde de gerçekleşmesi özlemiyle karşılanıyor.
Bölgeyi dönüştürerek batı çizgisinde tutmanın, emperyalist Batının bölgedeki temsilcisi Siyonist terör devletini güvenceye ve enerji kaynaklarını kontrol altına almanın yolunu aramaya ve bu amacı temine mâtuf yeni projeler üretmeye yöneldiler. Ancak silahlı müdahalenin başarılı olamaması, direnişin giderek tırmanması gibi sebeplerle, Ortadoğu halklarını da Amerikancı düzenlere ikna etmek, bunun için Müslüman halkları ve İslâm anlayışlarını sekülerleştirmek ve emperyalizmin amaçlarına göre reforme etmek üzere, yeni havuç politikası olan dönüştürme projelerine hız verdiler. Bush, Hantington’un “medeniyetler arası savaş” projesini öne çıkarırken, Obama daha çok, “dinler arası diyalog”, “medeniyetler arası uzlaşma” ve Kisinger’in önerdiği “medeniyet içi çatışma”da “ılımlı-radikal” ayrımında “ılımlı” kanadı destekleyip, “model ortak” statüsü vererek, “dine karşı din” projesini uygulamaya koydu.
1- Akraba ve yandaş kayırmacılığına dayalı büyük yolsuzluklara bulaşmaları,
Batı destekli despot yönetimler on yıllardır devam edegelen uzun süreçte Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkûm ederken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler.
2- Ülkenin kaynaklarını emperyalistler ve kendileri arasında paylaştırıp talan etmeleri, 3- Fakir geniş halk kitlelerinin ise, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizlik cenderesinde kendilerini yakacak kadar bunalmaları, 4- Buna rağmen halkların baskı, yasak, devlet terörü ve çok boyutlu zulümlerle sindirilmesi, 5- Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkına uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi birçok sebep birleşince, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları kaçınılmaz hale geldi. İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik, liberal, demokratik batıcı sistemlere doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik, liberal, demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halk-
Bölge halklarının, Türkiye’nin AKP modeli üzerinden, bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal ve hukukî alanda seküler/laik, muhafazakâr-demokrat, hak ve özgürlükler alanında liberal, ekonomi alanında kapitalist olan “ılımlı İslâm” anlayışına razı edilmesi hedefleniyor. Bu amaçla, bölgedeki Müslümanları kolayca etkileyip dönüştürecek, “liberal, muhafazakâr (Ilımlı Müslüman),
71
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı... süredir kimi bölge Müslümanlarını kendiliğinden etkisi altına almış bulunmaktadır. Bölgenin kimi öncü “Müslüman şahsiyetleri” tevil etmeye bile gerek görmeden, açıkça “Ilımlı İslâm”ı temsil ettiklerini söyleyebilmektedirler. İslâm şeriatına dayalı, Allah’ın hükmüyle hükmeden bir adalet ve hukuk sisteminden yana olduklarını söyleyemiyorlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar zor şartlarda, hak-batıl karışımı “çoğulcu siyasi ortak yönetim” zemininde devlet başBiz Müslümanlar, despotizme karşı kanı olma tekliflerini reddetmesine rağmen, ayaklanan mustaz’af ve mazlumlar MüslüTürkiye’nin “İslâmcıları” man olmasalar da, despove bölgenin kimi öncü tizme karşı onların Allah Sonuçta despotizme karşı Müslümanları, aynı ilkeli tarafından lütfedilen temel mazlumların yanında yer ve ihlaslı duruşu maalesef hak ve özgürlüklerinin saalmak mükellefiyetimiz ortaya koyamıyorlar. Ravunucusu olmak ve onlaolmakla beraber, zulüm ve sulullah SallAllahu Aleyhi rın adalet ve özgürlük arasömürüden sahici anlamda ve Sellem’ın şartlarına nayışlarını görece olumluluk kurtularak, dünyada gerçek zaran görece daha az olan olarak görüp, despotizmin adalete ulaşmanın ve zorlukları bahane ederek, yıkılmasına, İslâmî ölçüler ahirette kurtuluşa ermenin, hep birlikte Türkiye’de içinde katkı sunmakla müancak bütün insanların oluşturulan “laik - liberal kellefiz. Allah’ın sosyal, si- muhafazakâr - demokraRabbi olan Allah’ın yasal dönüşüm yasasının, si” modelini benimseyip, hükümlerinin hâkimiyetiyle baskı ve zorbalıkla engelyücelterek, meşrulaştıramümkün olduğunu, mazlum lenmeden, doğal ortamda, rak yaygınlaştırmaya çalıMüslüman halklara bir daha fıtrî niteliklerin özgürce şıyorlar. kullanılmasıyla işlemesi hatırlatmalıyız. ları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Kemalist İslâm düşmanı radikal laiklikten ılımlı laikliğe, devletçi askeri vesayetten/ bürokratik despotizmden liberal demokrasiye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü ilişkilerine devam ediyor ve ABD ile stratejik ortaklığını sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek Firavunî sistemden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlar.
sonucu, toplumların kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarının ve layık oldukları sisteme ulaşmalarının önünün açık olmasını isteriz.
Sonuçta despotizme karşı mazlumların yanında yer almak mükellefiyetimiz olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak, dünyada gerçek adalete ulaşmanın ve ahirette kurtuluşa ermenin, ancak bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetiyle mümkün olduğunu, mazlum Müslüman halklara bir daha hatırlatmalıyız. Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlikten arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahrette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidi
Ancak, bölgenin bütün halkları bilmeli ki, emperyalizm bölgedeki çıkarlarını sürekli kılmak adına, despot işbirlikçilerini feda edip, yeni projelerle aldatma çabası içine girecekler ve erdemli bir tavırla ayaklanan kitleleri yine kendilerinin razı olacakları sistemlere doğru yönlendirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu tür bir yönlendirmeye açık eğilimler, yanılgıyla da olsa, bir Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
72
Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı... layısıyla da, ilahi vahyi dışlayarak, insan hevâ ve zannının ürettiği anayasa, sistem ve modellerde haksızlık, adaletsizlik ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah’ın hükümlerine dayalı bir anayasayla ve ilahi vahyi esas alan bir sistemle mümkündür.
adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilmelidirler. Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar, karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.
Bölgemizin mazlum Müslüman halklarına sesleniyoruz! Size yıllardır zulmeden despot zalim diktatörlerin, Firavunî yönetimlerin arkasında yer alarak; haklarınızı, onurunuzu çiğneyerek size bunca acıyı, ıstı-
Bütün insanların yaratıcısı, sahibi olan Rabbimiz, kullarının bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirecekleri adalet vasatına kavuşturulmasını, temel haklarının en sağlam biçimde güvence altına alındığı İslâmî adalet sistemini kurmayı ve bu sistemde insanlara adaletle muamele etmeyi emretmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle, bir daha hatırlatmalıyız ki, Müslim, gayrimüslim bütün insanlar, en mütekamil haklara, ancak kendilerini yaratmış ve bu dünyaya imtihan için göndermiş bulunan Allah’ın hükümlerinin hakim olduğu sistemde kavuşabilirler. Müslüman olmayanlar dahi, İslâmî bir sistemde sahip olacakları, insan onurunun güvencesi mahiyetindeki temel hak ve özgürlüklere, kesinlikle laik demokratik sistemlerin en iyi işleyeninde bile sahip olamamışlardır, olamazlar. Tarih buna şahittir.
rabı çektirenler kim ise; kaynaklarınızı çalarak, insanca yaşamak imkânından mahrum bırakarak bunca açlığı, sefaleti yaşatan kim ise; bölgedeki kardeşlerinize yönelik işgal ve katliamları gerçekleştiren, Filistin halkını her türlü zulme, işkenceye, ambargo ve kuşatmalara, en vahşi silahlara dayalı haince saldırılarla, en alçakça suikastlara, katliamlara muhatap kılan kim ise, bugün sizin laik demokratik batı yanlısı modeli kabul etmeniz, İslâmî sistem talebinizden vazgeçmeniz halinde en çok sevinecek ve sizin bu istikamette önünüzü açıp desteklemekten çekinmeyecek olanlar da aynı emperyalist güçlerdir.
O halde bölgenin mazlum halkları, karanlıkların koyusundan kaçarken, gri tonlara yakalanmamalı, laik demokratik liberal modele itibar ederek, yeni bir zulme muhatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan Rabbimiz, “şirk en büyük zulümdür” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zalimlerin ta kendileridir” buyurmaktadır. Hak ile batılın karıştırıldığı, sentezci, uzlaşmacı, “ılımlı” modellerde, şirki ve tağutî nitelik devam etmekte ve do-
73
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı... ki orduların subay kadrosu, bu firavunlarca yetiştirilmiş olup, çoğu da Amerika’da eğitilmişlerdir. Orduların, sizin bundan sonraki hayatınız üzerinde belirleyici olmasına asla müsaade etmemelisiniz. Bilmelisiniz ki, Montesqueu’nün isabetli tespitiyle “az gelişmiş ülkeler, kendi ordularının işgali altındadırlar”. İşte bu bilinçle geleceğinize sahip çıkın. Bütün bölgenin ve dünya insanlığının kurtuluşu için elzem olan vahye dayalı İslâmî adalet sistemi modelini oluşturarak, tüm dünya insanlığı için ışık olun.
Türkiye’deki darbeci, çeteci katillerden, askeri vesayet ve malum tek parti despotizminden kaçarak liberal muhafazakâr demokrat olmak ne ise, Tunus ve Mısır’da Firavunun despotizminden kaçarken, bir başka batıl sistem olan laik demokrasiye, liberalizme sığınmakta aynı şeydir. Hâlbuki sizler bunca bedel ödediniz, milyonlarca kişi meydanları doldurup, zulme itiraz etmenin onurunu kuşandınız, bunca kardeşinizi Firavunlarla mücadelenizde kurban verdiniz. Nasıl olur da buna rağmen, size bu büyük zulümleri yapanların arkasındaki emperyalistlerin sizi tevhidi yolunuzdan saptıracak ılımlı batıl modeline kanabilirsiniz?
Tunus ve Mısır’da başlayıp inşallah bütün bölgeyi izzetli günlere kavuşturacak olan, adalet ve özgürlük arayışını, işte bu dua ve temennilerle destekliyoruz. Mazlum halkların yanında yer alarak, zalim taguti yönetimleri, Firavuni diktatörlükleri lanetliyoruz. Allah, mazlum halkları, Firavunun ve çetelerinin, darbeci subaylarının, katil polislerinin şerrinden korusun. Rabbimiz mazlum Müslüman halkların yardımcısı olsun. Onları, vahyin ışığında, Kur’an’ın rehberliğinde sahici adalet ve özgürlüğe kavuştursun inşallah.
Size ve tüm Müslümanlara yakışan Kur’ân’ın rehberliğinden ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in önderliğindeki ilk Kur’ân neslinin örnekliğinden ayrılmamaktır. Türkiye’nin laik liberal muhafazakâr demokrat modelini örnek alacağınıza, sizi dünya ve ahret saadetine ve sahici, bütüncül adalete kavuşturacak olan İslâmî adalet sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm dünyaya model olun da biz sizi örnek alalım.
Bilinmelidir ki, kurtuluş, laik liberal demokraside değil, temel hakların tek güvencesi olan İslâmî Adalet Sistemi’ndedir. Mazlum halklar, “iman edip, salih amel işleyerek, hayatın bütün alanlarında Allah’ın hükümlerini egemen kılmak anlamında Allah’ı çokça zikrederek ve dayanışmak suretiyle zalimlere karşı mücadele ederek” sorumluluklarını kuşandığında, Allah’ın vadi gerçekleşecek ve “o zalimler nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir”.
Ülkenizdeki katil diktatör firavunu kovmada Allah yardımcınız olsun. Zulüm ilelebet payidar olamaz, eğer bizler Allah’ın vaat ettiği yardımına layık olursak, bütün firavunlar ve Firavunî sistemler ve bölgedeki yandaşları siyonist terör devleti inşallah yıkılacaklardır. Hedefimiz, emperyalistler ve işbirlikçileriyle yeni ilişkiler kurmak yerine, firavunları ve destekçileri olan başta ABD ve İsrail olmak üzere, emperyalist işgalci güçlerin hepsini, tüm projeleriyle birlikte bölgemizden kovmak olmalıdır.
Mehmet PAMAK
Bu sebeple, bölgeye ve size gerçek adaleti ve izzeti getirecek olan İslâmî sistem talebinizden asla vazgeçmemelisiniz. Ülkenizde-
Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı Başkanı
74
Esad MANSUR
َِّح َم ِن الر َّحي ِم ِْس ِم اللّ ِه الر ْب
َّ ات ُه َّن أُ ُّم ٌ َم ٌ اب ِم ْن ُه َآي َ َِي أ َ نزَل َعل َْي َك ا ْل ِك َت َ ُه َو الذ ْ ات م َ ُّحك َّ ون َما ِ ا ْل ِك َت ٌ ِه َ ِع َ ات َفأَمَّا الذ َ اب َوأُ َخ ُر ُم َت َشاب ُ ِم َزْي ٌغ َف َيتَّب ْ ِين في ُقلُوِبه َّ َت َش َاب َه ِم ْن ُه ْاب ِت َغاء ا ْل ِف ْت َن ِة َو ْاب ِت َغاء َت ْأوِيلِ ِه َو َما َي ْعل َُم َت ْأوِيلَ ُه إِال اللّ ُه ٌّ ُون آمنَّا ِب ِه ك ِ الر ِّن ِعن ِد َربِّ َنا َو َما َي َّذ َّك ُر َّ َو ْ ُل م َ اس ُخ َ َ ون فِي ا ْل ِع ْل ِم َيقُول َّ ِإ ُ اب ِ ال أ ْولُوْا األل َْب
َّ اس لِيوٍم ِف َ ال َرْي َب فِي ِه إِ َّن اللّ َه ُ ال يُ ْخل ُ َربَّ َنا إِنَّ َك َجام ْ َ ِ َِّع الن ِيعا َد َ ا ْلم “Rabbimiz! Geleceğinden şüphe olmayan günde bütün insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki sen sözünden dönmezsin.”
“Sana kitabı indiren O’dur. Onda bir kısım ayetler muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısım ayetler ise müteşâbihtir. Kalplerinde sapıklık olanlar fitne çıkarmak ve (keyflerine göre) tevilini yapmak için onun müteşâbih olanlarını izlerler. Oysa onun tevilini ancak Allah ve ilimde yerleşenler bilirler. İlimde yerleşenler şöyle derler; Kitaba inandık, bütün ayetler (muhkem olsun, müteşâbih olsun) hepsi rabbimiz tarafından geldi. Nitekim akıl sahiplerinden başkası düşünmez.”
(Âl-i İmrân 9)
Allahu Teâlâ, Rasulü’ne hitap edip Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdiğini bildirmiştir. Bu kitabın ayetlerinin iki kısım olduğunu göstermiştir. Bir kısım ayetler Muhkem’dir. Bunun mânası; tek anlam veren ayetlerdir, bunların tevil veya tefsire ihtiyacı yoktur. Misal olarak; Allah’ın varlığı, Ahret ve meleklerin varlığıyla ilgili geçen ayetler kesin mânaya sahiptir. Bu tür ayetler kesin mânaya sahiptir. Bu tür ayetler muhkemdir, bu tür ayetler akideyle alakalıdır. Bunlara inanmak kesinlikle farzdır. Fakat Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayetler kesin mânayı taşımamaktadır. Bunlara Müteşâbih denilir. Bu, ayetlerin ikinci kısmıdır. Misal olarak; Allah’ın eli, yüzü ve gözüdür. Bu tür ayetler birkaç mâna taşır, insan hangi mânayı taşıyor diye şüpheye düşer, bu nedenle müteşâbih olarak ad-
(Âl-i İmrân 7)
نك َرْح َم ًة إِنَّ َك َ ُوب َنا َب ْع َد إِ ْذ َه َد ْي َت َنا َوَه ْب لََنا مِن لَّ ُد َ َربَّ َنا َ ال تُزِْغ ُقل اب َ َأ ُ ْوَّه َ نت ال “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve senin tarafından bize rahmet ver. Şüphesiz ki sen bağışlayansın.” (Âl-i İmrân 8)
75
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler landırılır. Allah bu kitabı indirdi O müteşâbihten kastedilen mânayı bilir. Bu kitabı Arapça olarak indirmiştir. Bundan dolayı ancak Arapçayla anlaşılır. İlim sahibi hem de ilimde yerleşen kimseler tam Arapça bildikleri için bu müteşâbih olan ayetlerden ne mâna kastedildiğini bilebilirler. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
Allah’ın eliyle ilgili ayetleri tefsir ederken açıkça mecazı mânayı buluyoruz. Nitekim Allah’ın varlığı sınırsız ve aklın ötesindedir. Bu nedenle insan kendi aklının ötesini düşünemez. Yine insan bir şeyi göremiyorsa ve bir şeye benzetemiyorsa onu düşünemez.
Lânetlenen Yahudiler Allah’ın eli bağlı (sıkıdır) deyince; Allah cimridir mânasını kastettiler. Allahu Teâlâ, onların ellerinin bağlı olduğu yönünde onlara cevap verince elleri bağlı oldu. Bununla onların cimri olduğunu kastetti. Gerçek ise, dünyada en cimri olan insanlar Yahudilerdir. Ve şöyle dedi; bir eli değil iki eli açıktır. Arapçada mecâzi mânada eli bağlı olan cimridir. Eli açık olan cömert demektir. İki eli açıktır ise pek çok cömerttir demektir. Bunun karinesi (açıklayıcı bağlantı) ise; “İstediği şekilde harcar.” (Fetih 10) Biatle ilgili ayette Allah’ın eli de geçti. Orada Allah Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile Müminlerin biatini onayladığını kastetmiştir. Zira biat elle gerçekleşiyor. Allah’ın eli müteşâbih ayettir. Kalplerinde sapıklık olan kimseler, gerçekten Allah’ın eli var mı yok mu tartışmaya başlarlar. Oysa böyle tartışma yapılmaz çünkü Allah hiçbir şeye benzemiyor.
َّ َّ ُون َ َإِنَّا أ َ ُم َت ْع ِقل ْ نزْل َن ُاه ق ْ ُرآ ًنا َع َربِيًّا ل َعلك “Şüphesiz ki O’nu (Kur’an’ı) Arapça olarak indirdik umulur ki düşünürsünüz.” (Yusuf 2)
Bu nedenle Kur’an’da anlaşılmayan bir şey yoktur. İlim sahibi olan, ilimde yerleşen kişiler yani ilim erbabı olmuş, ilmin babası diyebileceğimiz kişiler bu ayetlerin tevilini bilirler. Tevilin mânası tefsirdir. Bir mânadan fazla mânaya sahip olan müteşâbih ayetlerin mânalarını anlıyorlar. Fakat Arapçaya, ayetin münasebetine, siyakına ve sibakına göre bir mâna tercih edilecektir. Bunun yanında ayetlerle ilgili olan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadislerine de bakmak gerekir. Diğer bir misal; َّ ِ َوقَال ِما قَالُوْا َب ْل َ ِم َولُ ِعنُوْا ب ْ َت ال َْي ُهوُد َي ُد اللّ ِه َم ْغلُولَ ٌة ُغل ْت أَ ْيدِيه َ َي َد ُاه َم ْب ُس ِل إِل َْي َك ف َي َشاء َول ََيزِي َد َّن َكث ًا ِ وط َت َِير ِّم ْن ُهم مَّا أُنز ُ ان يُنف َ َي ْ ِق ك َ ضاء إِلَى َي ْوِم َ مِن رَّب َ اوَة َوال َْب ْغ َ ِّك ُط ْغ َيا ًنا َو ُك ْف ًار َوأ ْلق َْي َنا َب ْي َن ُه ُم ال َْع َد ِّ َّ َ َ َ َ ض ِ ْح ْر ِب أ ْط َفأ َها اللّ ُه َوَي ْس َع ْو َن فِي األ ْر ام ِة كُل َما أ ْوَق ُدوْا َن ًا َ ار لل َ ا ْلق َِي ُّ ِ ِ ِين د س ف ْم ل ا ب ح ي ال ه ل ال و ا ّ َ َ ُْ ُ ُ َ َف َسا ًد
س َ …“ َش ْي َك ِم ْثلِ ِه ل َْيAllah hiçbir şeye benz miyor.” (eş-Şura 11) ُن َول َْم ْ …“ أَ َح ٌد ُك ُف ًوا لَ ُه َيكHiçbir şey ona benz mez.” (İhlas 4)
“Yahudiler: Allah’ın eli sıkıdır, dediler. Böyle dedikleri için elleri bağlandı ve lânete uğradılar. Oysa Allah’ın elleri açıktır, nasıl dilerse sarf eder. Elbette Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez.” (el-Maide 64)
Allah’ın eliyle ilgili ayetleri tefsir ederken açıkça mecazı mânayı buluyoruz. Nitekim Allah’ın varlığı sınırsız ve aklın ötesindedir. Bu nedenle insan kendi aklının ötesini düşünemez. Yine insan bir şeyi göremiyorsa
76
Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler ve bir şeye benzetemiyorsa onu düşünemez. Bu nedenle, Allah’ın zatını ve zatı ile ilgili sıfatları düşünemeyiz. Öyleyse Allah’ın eli var mı yok mu diye sorulmaz. Allah’ın yüzü ve gözü ile ilgili ayetler de aynı şekildedir, mecâzi mânaları vardır. Biz Kur’an’ı tefsir ederken bunlara değineceğiz.
yahut fantezi mânayı çıkartmazlar. Bunlar samimi olup Rablerine şöyle dua da bulunurlar: “Ey Rabbimiz, bütün bu ayetler senin tarafından geldi. Hepsine inandık.” Tabii bunlar büyük akıl sahipleridir. Küçük beyinli kimseler Kur’an’ı doğru şekilde anlamaya çalışmayan kalplerinde sapıklık bulunan kimselerdir. Müslümanlar arasında fitne çıkarttıkça sevinirler. Büyük akıl sahipleri, müteşâbih ayetlerin bulunması içtihadın kapısını açar, Müslümanların zihinlerini de açar, yeni çözüm ve fikirler meydana getirir diye anlarlar. Zira Kur’an kıyamet gününe kadar geçerlidir, hayatın sorun ve müşkülleri değişmektedir. Müteşâbih ayetlerden bunlara mâna çıkartılabilip çözüm veya hüküm getirilir.
Akideyle ilgili ayetlerde müteşâbih var olduğu gibi ahkâmla ilgili ayetlerde de müteşâbih vardır. Bir ayet amelle ilgili hükümler içerirse ahkâmla ilgili ayet deriz. Misal olarak: َاء لاَ َم ْستُ ُم ْوأ َ …‘‘ النِّ َسkadınlara dokunursanız veya değinirseniz.’’ (el-Maide 6) Kadınlara dokunmanın mânası elle değmek veya cinsi temas kurmak olabileceği için müteşâbih ayet oldu. Âlimler arasında bu nedenle ihtilaf olmuştur. Buna benzer ayetler çoktur. Bu sebeple içtihat olmuştur ve müçtehitler ortaya çıkmıştır. Bu tür müçtehitler ilimde yerleşen kimselerdir. İlimde yerleşen kimseler bu müteşâbih ayetlerin tefsirlerini ve mânalarını anlarlar. Kalplerinde hastalık olan veya sapık olan kimseler ayetlerinin mânalarını anlamak için değil Müslümanların zihinlerini karıştırmak veya akidelerini bozmak için bu ayetler üzerinde durup fitne çıkartmaya çalışıyorlar. Maksatları Müslümanları saptırmak aralarını bozmak ve dinlerinden uzaklaştırmak için bu ayetlerde yani müteşâbih ayetlerde zemin bulurlar. Şiilik, tasavvuf, Ehli Sünnet, Ehli Selef adıyla Müslümanlar arasına sokulup Arapçaya aykırı mânaları çıkartmaya başlarlar. Böylece Müslümanları birbirlerine düşürüp düşmanlık meydana getirip bölmeye çalışırlar. Oysa samimi Şii âlim, samimi Ehli Sünnet âlimi, zühd ehlinden samimi âlim veyahut ta samimi Ehli Selef âlimleri Kur’an’ı Arapçaya göre anlarlar. Arapçanın kabul etmediği mâna veya batını mâna ve-
Hadis-i Şerif’te aynı konumdadır. Kesin mânalı hadisler var olduğu gibi kesin olmayan ve birkaç mâna taşıyan müteşâbih hadisler de vardır. Bu nedenle Şer’i deliller; Kur’an ve Sünnet ve bunlara bağlı olan İcma-i Sahabe ve şer’i kıyasta kesin mânaya sahip olan deliller var olduğu gibi kesin mânaya sahip olmayan deliller de vardır. Kesin mânaya sahip olan delillerde içtihat yoktur, bütün âlimler ittifaktadırlar. Kesin olmayan mânaya sahip olan delillerde ihtilaf vardır, farklı görüş çıkar. Kur’an’ı Kerim ayetle içtihada cevaz verdi. Çünkü müteşâbih ayetlerin tefsirini bilen Allah ve ilimde yerleşen kimselerdir diyor. İlimde yerleşen kimselerin bir mânadan fazla mâna taşıyan müteşâbih ayetlerin tefsirini bilip bir mânayı tercih edeceklerini içerik olarak bildiriyor. Bu büyük akıl sahipleri dua da şöyle devam ederler: ‘Ey Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi bundan saptırma, kalpleri sapmış olan kimselerin haline düşürme, bizi samimi âlimin halini muhafaza et’ mânasını taşıyan dua da bulunurlar. ‘Ey Rabbimiz, senin tarafından bir rahmet ver çün-
77
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler kü bağışlayıcı yalnız sensin. Ey Rabbimiz, geleceğinden şüphe olmayan günde bütün insanları toplayacaksın. O gün kıyamet günüdür. O gün de insanlar hesap için toplanır ve herkesin nereye gideceğine, cennete mi cehenneme mi?’ diye karar verilir ve akıbetine götürülür. Allah sözünden dönmez, ilimde yerleşen kimseler, bugündeki hesaptan korktukları için fitne aramazlar veya fitne çıkarmaya çalışmazlar. Arapçaya göre müteşâbih ayetleri açıklamaya çalışırlar. Maksatları Müslümanları kalkındırmak ve aydınlatmaktır.
yük gaflete düşüyorlar. Bu nedenle onları Allah’ın dinine çağırırsan senin çağrına hiç aldırış etmezler. Ancak bu çağrının kendi varlıklarını tehdit etmeye başladığını hissederlerse bu davetle savaşmaya başlarlar. Kâfirliklerin zenginlikleri hakkı görmede onları engel teşkil eder. Bu ayette Allahu Teâlâ onlara şöyle hatırlattı: Mallarınız ve çocuklarınız Kıyamet gününde size hiç fayda sağlamayacak ve cehennemin yakıtı olacaksınız. Bu ayetle Allahu Teâlâ onlara hatırlatıyor ki; akıllarına dönüp düşünsünler. Yine de eski zengin ve güçlü kâfirlerin dünyadaki akıbetini onlara hatırlatıyor. Firavun ve sülalesi çok güçlü ve zengin idiler. Ama kâfirliklerinden ve günah işlediklerinden dolayı bu dünyada onlara şiddetli azap verdik. Bu şekilde Allahu Teâlâ kâfirleri ahiret azabıyla korkuttuğu gibi dünya azabıyla da korkutuyor. Bunun mânası; sahip oldukları güç ve mal yok olacaktır. Kendileri de helak olacaklardır. Böylece Allah onlara dünyada azap verdi. Nitekim Allah’ın azabı şiddetlidir.
i
İşte Kur’ân’da anlaşılmayan ayet yoktur, her ayet anlaşılır, çünkü insanların anlayacağı fasih Arapçayla indirildi. Arapça Arapların konuştukları dildir. İlimde yerleşen kimseler bu dili bilirler ve insanlara açıklarlar. Arapça bilmeyen kimse ilimde yerleşen kimse sayılmaz. Kur’ân’ın tevilini (tefsirini) bilmez. Ancak ilimde yerleşen bu âlimler takvalı ve samimi olmalıdır, yoksa amelleri onlardan kabul edilmez ve onlar fitneci sayılırlar. ِّن اللّ ِه َ ال أَ ْو َ ُه ْم َو َ ال ُد ُهم م َ إِ َّن الَّذ ُ ِي َع ْن ُه ْم أَ ْم َوال َ ِين َك َف ُروْا لَن تُ ْغن ِ ار َك َد ْأ ِب ِم َ َش ْي ًئا َوأُولَئ ِ َِّك ُه ْم َوقُوُد الن َ ِرَع ْو َن َوالَّذ ْ آل ف ْ ِين مِن ق َْبلِه َّ َاب ِ ِم َواللّ ُه َشدِي ُد ا ْل ِعق ُ ِآيا ِت َنا َفأَ َخذ َ كَذبُوْا ب ْ َه ُم اللّ ُه ِب ُذنُوِبه
Kâfirler, diğer helak olmuş olan kâfirlerden ibret almak istemiyorlar. Kendilerine gelen ve başlarına vuku bulan musibetlerin sebebi kibirleri ve günahlarıdır. İşte Allah cezalandırıyor dersen kabul etmezler. Hatta bu musibetler Allah’ın cezası dersen kızarlar ve seni cezalandırmaya çalışırlar.
“Şüphesiz ki; kâfirler kendi malları, çocukları Allah’a karşı kendilerine hiçbir şey yaramayacaktır. Kendileri de ateşin yakıtı olacaklardır. Tıpkı Firavun’un sülalesi ve onlardan öncekilerin tavırları gibidir. Onlar ayetlerimizi yalanladılar. Bu nedenle, Allah onları günahları sebebi ile cezalandırdı. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.” (Âl-i
Kâfirlerin durumu böyle ise bizim tutumumuz nasıl olacaktır? Tutumumuzun şöyle olması gerekir: Yine de onlara Allah’ın dinini tebliğ edeceğiz. Kabul etmezlerse onları iktidarlarından uzaklaştırmaya çalışacağız. Onlardan asla korkmayacağız. Çünkü Allah hem dünyada hem de ahrette onları cezalandıracak ve güçlerine son verecektir. Onun için Allahu Teâlâ Firavun’un misalini verdi. Onun devleti en güçlü devlet idi. Fakat Allah onu cezalandırıp müminleri ona
İmrân 10-11)
Kâfir insanlar kendi mallarıyla ve çocuklarıyla mağrur oluyorlar. Kendilerinin güçlü ve hiçbir kimseye ihtiyaçları olmadıklarını hissediyorlar. Ayrıca malları içerisine öyle dalıyorlar ki hiç ölümü veya kendilerinin öleceğini hiç düşünmezler. BüMart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
78
Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler galip getirdi. Bu sebeple gelecek ayeti kerimede Allahu Teâlâ kâfirlere ikazı ve müminlere müjdeyi şöyle pekiştiriyor: ِها ُد َ ون َوتُ ْح َش ُر َ ُِين َك َف ُروْا َستُ ْغلَب َ قُل لِّلَّذ َ س ا ْلم َ ون إِلَى َج َهنَّ َم َوِب ْئ
dünyada cezalandırılıp rezil oldular hem de ahrette büyük azap görecekler ve ebediyen cehennemde kalacaklardır. Allahu Teâlâ kâfirleri yenilgiye uğratıp cezalandıracağını müminlere bununla ilgili şu misali vermeye devam ediyor:
“Deki; Ey kâfirler yenileceksiniz ve cehenneme sürükleneceksiniz, orası ne kötü bir yerleşim yeridir.” (Âl-i İmrân 12)
ِ ِل فِي َسب ِيل اللّ ِه ُ ُم َآي ٌة فِي ِف َئ َت ْي ِن ا ْل َت َق َتا ِف َئ ٌة تُقَات َ َق ْد ك ْ َان لَك ْ ِّ ص ِرِه َمن َي َشاء ن ب ِ د ي ؤ ي ه ل ال و ن ِ ي ْع ل ا ي ر أ ِم ه َي ل ث م م ه ن و ر ي ة ِر ّ ْ ِّ ُ َ ْ َ َ ٌَ َوأُ ْخ َرى كَاف ْ َ ُ َُ ُ َ َْ َ َ ْ ْ َّلأ َ ِب َرًة ُ ْولِي ا ار َ إِ َّن فِي َذل ِص ْ ِك لَع َ أل ْب
Mademki Allahu Teâlâ kâfirleri hem dünyada hem de ahrette cezalandıracağını vaat etti, bu nedenle kâfirler er veya geç yenileceklerdir. Müslümanların elleriyle yenildiklerinde onlar için Allah’ın bir azabı olur. Nitekim Allahu Teâlâ Müslümanlara şöyle seslenip emir verdi: ِّ ِ ِم َوَي ْش ف ُ قَا ِتل ُ ُم َويُ ْخزِِه ْم َوَي ْ ُم َعل َْيه ْ نص ْرك ْ ُوه ْم يُ َعذ ْب ُه ُم اللّ ُه ِبأَ ْيدِيك ِين ْ َوٍم م َ ُّؤ ِمن َ ص ُد ُ ْ ور ق “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, rezil etsin. Ve sizi onlara galip getirsin ve müminlerin kalpleri şifaya kavuşsun.” (et-Tevbe 14)
i
“Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için bir delil vardır. Bunlardan biri Allah uğrunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdir. Bu kâfir gurup Allah uğrunda savaşan mümin gurubu iki kat görürler. İşte Allah kendi yardımıyla istediğini güçlendirir. Şüphesiz ki basiret ve gözlere sahip olanlar için bu misalde ibret vardır.” (Âl-i İmrân 13)
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın bu seslenmesine ve emirlerine binaen kâfir olan Kaynuka Yahudilerine dedi ki: Ey Yahudi toplumu! Kureyş’in başına gelen yenilgi ve zillet cezası sizin başınıza gelmeden önce Müslüman olun. Yahudiler Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e şöyle karşılık verdiler: “Ey Muhammed! Kureyş’in bir grubunu öldürdüğün husus seni kandırmasın, onlar (Kureyşliler) cüce olup savaşı veya nasıl savaşacaklarını bilmezler. Allah’a yemin ederiz ki bizimle savaşırsanız bizim ne tür insan olduklarımızı öğreneceksiniz. Bizim karşılaştığın insanlardan başka olduğumuzu göreceksin.”
Müminler bu kâfirlerden çok eziyet çektikleri ve o kâfirlerin Allah’ın dinine karşı savaştıklarından dolayı onlara karşı çok kızgın olurlar. Böylece Müminler o kâfirleri rezil edip onlara galip gelince müminlerin kalpleri şifaya kavuşmuş olur. İşte Allahu Teâlâ kâfirleri bu dünyada müminlerin elleriyle cezalandırmak istiyor. Bu nedenle Müslümanlar Allah’ın dinine sahip çıkıp yeryüzünde onu hâkim ve egemen kılmak için çalışırlarsa muhakkak Allah onları kâfirlere galip getirecektir. Kâfirlerin gücü ne kadar büyük ve çok olursa olsun Allah onları müminlere karşı mağlup ve zelil kılacaktır. O halde Müslümanlar Allah’a güvensinler, bütün gayretleri ve ciddiyetleri ile Allah’ın dininin hâkimiyetini sağlayacak Hilâfet Devleti’ni kurmak için mücadele etsinler. Ayrıca kâfirlerin son yerleşim yerleri ve karargâhları cehennemdir. O yerleşim yeri ne kadar kötüdür. Böylece kâfirler hem
(İbn-i İshak)
Allahu Teâlâ bu ayetlerde Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e seslenip emrediyor ki; Ey Muhammed! Onlara (o kâfirlere) deki; siz yenileceksiniz ve cehenneme atılacaksınız. Bedir savaşını hatırlayın. Orada iki grup vardı. Allah uğrunda savaşan mümin bir gurup vardı, diğer sizin gibi kâfir bir grup vardı. Bu kâfir grup Allah’ın
79
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011
Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler mucizesi ile müminleri iki kat olarak görüyordu. Bu şekilde kâfirler müminleri küçük görmesinler, onlardan korksunlar. Ey Yahudiler! Müminlerin grubu ne kadar az olsa da Allah onları sizin gözlerinizde çok kalabalık ve güçlü gösterecektir. Gerçekte ileriki tarihte böyle oldu, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ordusu Kaynuka Yahudilerine doğru yürüyünce Yahudilerin kalplerine öyle bir korku girdi ki savaşsız teslim olup Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in emrine şartsız ve kayıtsız boyun eğdiler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları Medine’den çıkartıp Şam’a doğru sürgün etti, mallarına, silahlarına, topraklarına ve evlerine el koyup bunları ganimet aldı.
korkutmakla zafer sahibi oldum.” (Müslim) Nitekim Allahu Teâlâ’nın mucizesi ile Bedir’de kâfirlerin sayısını çok az olarak gösterdi. Hatta rivayetlere göre onları 100 kişi kadar gördüler. Böylece Allah müminlere yardım eder. Basiret ne akıl sahipleri, bu gerçekleri gören kimseler olarak düşünsünler. Bu hitap hem müminlere hem kâfirlere yöneliktir. Çünkü bu genel bir hitaptır. Allahu Teâlâ, kendi uğrunda savaşanları muhakkak herhangi bir şekilde galip getirecek ve kâfirleri yenilgiye uğratacaktır. Bu asırdaki kâfirlerin sayısı ve gücü ne kadar çok olursa olsun müminler Allah’a ve dinine bağlı olurlarsa Allah onlara zafer verir. Zira ayetin sonunda Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki bunda görenler ve basiret sahipleri için ibret vardır.” Bu hitap hem müminlere hem de kâfirlere yöneliktir. Kâfirler bunu pek kabul etmezler fakat müminler kabul ederler. Zira müminler Allah’ın indirdiği Kitab’a inanırlar, bu nedenle Kur’an’ın bu ayetine de inanırlar. Yeter ki müminler Allah’ın kendilerinden istediğini yerine getirsinler. Öyleyse Allah’ın Şeriatını devlette, toplumda, dış siyasette, ferdi ve ailevi hususlarda uygulasınlar. Bunu yapabilmeleri için inandıkları İslam’a dayalı devlet kurmalıdırlar. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslam Devleti’ni kurduktan sonra zafer ve fethi gördü. Müslümanlar, günümüzdeki kâfir sistemlerinin gölgesinde kesinlikle bir fetih gerçekleştiremez, hiçbir memleketi fethedemezler. Kendi memleketlerini savunurken imana dayalı savaşmazlarsa düşmanı da kovamazlar. Öyle ise, müminler Allah’ın dinine sarılarak O’na dayanıp tevekkül ederlerse kesinlikle zafer elde edecek ve fetihler gerçekleştireceklerdir.
Bedir Savaşı’nda Kureyşlilerin sayısı 900 ile 1000 arası asker idi. Ama bu ayete göre Kureyşlilerin sayısı 600 ila 700 arası askerdir. Çünkü Allahu Teâlâ bu ayette kâfirler müminler iki kat gördüler dedi. Müminlerin sayısı 360 ila 600 arasında takdir ediliyordu. Bu rivayetlerde sahihtir. Bu husus şu şekilde açıklanabilir: “Bir insan der ki; bende şu kadar var, bunun daha iki katını istiyorum, bu şekilde üç katı olur.” Ayet böyle de tefsir edilebilir. Böylece kâfirlerin sayısı müminlerin sayısından üç kat fazla olmuş olabilir. Yine de mecâzi mânada ve büyük rakam gösterme mahiyetinde de açıklanabilir. Bazen deriz ki; bu sayı iki kattır veya on kattır. Fakat önemli olan sayının tam rakamını göstermek değildir. Allah müminlerin sayısını kâfirlerin gözlerinde kat kat gösterebilir ki kâfirler korkup müminlere karşı yenilsinler. Çünkü yenilgi genellikle korkudan kaynaklanır. Bir taraf diğer taraftan korkarsa sayısı ve gücü ne kadar çok olursa olsun muhakkak yenilecektir. İşte Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Bir aylık yürüyüş mesafesinden düşman benden korkar. Nitekim ben düşmanı Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
80