بسم اهلل الرحمن الرحيم
KÖKLÜDEĞİŞİM
Şubat Ayı Takdim
Kuruluş: 2004
İslâmî Fikirlere Dayalı Aylık Siyâsî Dergi Safer 1432 Şubat 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Sivren
İdari İşler Müdürü
Hakkı Eren
Yayın Kurulu Başkanı
AbdulHamid Yazıcı
Kapak&Grafik Tasarım
KöklüDeğişim
Yönetim Merkezi G.M.K. Bulvarı No: 31/12 Kızılay/ANKARA İletişim&Abonelik&Reklam Tel: (+90) 0 312 229 77 91 Faks: (+90) 0 312 229 77 92 www.kokludegisim.net bilgi@kokludegisim.net
Temsilcilikler
İstanbul Bülent Kurşun Tel: 0 536 638 67 68
Abonelik ve Hesap Numaları
Yurtiçi
Yurtdışı
6 Aylık
6 Aylık
30 TL
30 EURO
Yıllık (12 Ay) Yıllık (12 Ay) 60 TL
60 EURO
PTT Posta Çeki:
Ziraat Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100 1683474757825001 TCZBTR2A
Ahmet Sivren Adına
1911803
Ziraat Bankası TL Hesabı Başkent Şb.
47475782-5002
Baskı 01.02.2011 Rulo Ofset ve Matbaacılık Adres: K.Karabekir Cd. No: 120/86 İskitler-Ankara 0 312 312 50 75
Yerel-Süreli ISSN: 1304 - 8274
Gün geçmiyor ki, bir İslam beldesi karışmasın, Müslümanlara bir haksızlık yapılmasın. Sömürgeci güçler tarafından Ümmetin zenginlikleri, servetleri ve de izzeti gasp edilmesin. Şanlı İslam ordusunun “Allah Allah” nidalarıyla, daha Hicret’in ilk yıllarında fethettiği ve Dar’ul İslam’a kattığı Sudan toprakları, kara kıtanın tüm karanlıklarına rağmen İslam hadaratının nuru ile aydınlanmış ve bu toprağın insanı uzun yıllar boyunca güven içerisinde yaşamıştır. Ta ki sömürgecilerin bu coğrafyaya musallat olduğu zamana kadar! İşte o günden başlamıştır. Sudan topraklarının Güney ve Kuzey diyerek isimlendirilmesi, ayrılık ve fitne tohumlarının ekilmesi. O zaman ekilen bu tohumlar, verimli arazilere sahip olan Sudan’da hızlıca yeşermese de, işbirlikçi yöneticiler tarafından biçilecek olgunluğa getirilmiştir. 9 Ocak 2011 günü yapılan formaliteden bir referandumla da bu İslam beldesi, kâfirlerin kucağına terk edilmiştir. Biz de bu sayımızda; bölünmenin eşiğinde olan Sudan’ı unutanlara, bu durum karşısında vurdumduymazlığa, umursamazlığa ve nemelazımcılığa düşenlere isyan edercesine, yazarımız Hakkı Eren ile “Sömürgecilerin Son Hamlesi, Sudan” diyerek başladık. Sudan’a sahip çıkmanın dinî bir vecibe ve tüm Müslümanlar için şer’î bir vazife olduğunu, bu yönüyle namaz gibi, hac gibi ilmihalini bilmemiz gereken bir durum olduğunu da, yine yazarımız A. Sadık Altınel ile anlatmaya çalıştık ve “Coğrafya’nın İlmihâli” dedik. Yaşadığı olaylarla gündem olan ve Sudan’ın bölünmesini bile gerisinde bırakarak tüm dikkatleri üzerine çeken Tunus’ta ise, zalim Zeynelabidin bin Ali devrilmiş ve yerine yeni zalimler geçmek için mücadele vermeye başlamıştı. Buna binaen Tunus meselesinin tarihî arka planını ve Tunus’ta değişenin neler olduğunu yine yazarımız Hakkı Eren,“Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur” diyerek sizler için izaha çalıştı. Türkiye’nin iç gündeminde ise epeyce tartışılan, CMK. 102 madde kapsamında gerçekleşen tahliyelerin yargı boyutunu “CMK. 102 Mülkün Temelinin Çöküşüdür” diyen yazarımız İbrahim Er ve Müslümanlara yapılan zulüm boyutunu ise, “Üstünlük Hukukta Mı? Medyada Mı?” diye soran Ahmet Sivren kaleme aldı. Yine yeni yılın ilk günü, Mısır’ın İskenderiye kentinde bir kilisede gerçekleşen patlama ile alakalı olarak AbdulHamid Yazıcı, “İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Saldırısıdır” dedi. Özerklik ve dil tartışmaları konusunda “Tek Dil İslâm’ın Dilidir ve O’da Arapçadır” diyen Salih Çelik’i, yine geçen sayıdan devam eden “Adalet Arayışındaki Kürtler” başlıklı makalesiyle Salih Akkılıç destekledi. “Akıl mı, Vahiy mi?” tartışmalarına cevap verir nitelikte olan ve modernizm kavramını detaylarıyla ela alan Cahit Toprak, “Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir” yazısıyla; gençliğin birilerini ‘rol model’ alarak onlara benzemek istemesinin teferruatını ve konuya nasıl bakmamız gerektiğini Fatma Nur Şahin, “Bana Rol Modelini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim” makalesiyle ve Fuad Hamidoğlu’nun yazı dizisi yaptığımız eseri “Gücünün Sırrını Keşfet” makalesiyle de, yazılarımıza devam ettik. Haber-Veri-Yorum ve Kısa-Yorum bölümümüz ile de 77. sayımıza devam edeceksiniz. İslam ile değişmek ve değiştirmek için KöklüDeğişim başlıyor… Hazır mısınız? Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız. Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.
1
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
İçindekiler
3
Şubat 2011 Safer 1432
GÜNDEM Son Hamlesi “Sudan” 3 Sömürgecilerin Hakkı EREN İlmihâli 17 Coğrafyanın Ahmet Sadık ALTINEL Değişen, Sadece Üsluptur 24 Tunus’ta Hakkı EREN Hukukta Mı, Medyada Mı? 28 Üstünlük Ahmet SİVREN 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür 31 CMK İbrahim ER Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır! 37 Tek Salih ÇELİK Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik 41 İskenderiye Saldırılarındandır
17
AbdulHamid YAZICI
44 49 55
Adalet Arayışındaki Kürtler (2) Salih AKKILIÇ
59 63
Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor) Erkan KARDELEN
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir Cahit TOPRAK Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim Fatma Nur ŞAHİN
HABER-VERİ-YORUM KöklüDeğişim
31
TEFEKKÜR
69
Gücünün Sırrını Keşfet (2) Fuad HAMİDOĞLU
KISA-YORUM
74
“Mümtaz Şahsiyet” Erdoğan? Cuma CANPOLAT Bebeğini Çöpe Atan Liseli Ahmet SİVREN Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
24
İKTİBAS
76
Orta Asya’da Radikal İslâm Atağı Aleksandr SHUSTOV
TEFSİR
78 2
Âl-i İmrân Sûresi 1-6. Ayetler Esad MANSUR
Hakkı EREN
G
eçtiğimiz Ocak ayının dokuzunda başlayan ve bir hafta sürerek 15 Ocak 2011 tarihinde tamamlanan referandum sonucunda, İslamî bir belde olan Sudan, maalesef parçalanmış ve ülkenin güneyi kuzeyinden ayrılmıştır. Böylece yıllardır süren hain plan nihaî hedefine ulaşmış, sömürgeciler Sudan’ı parçalama yolunda ilk adımı atmışlardır. Son iki asırdır “Beyaz adam” kara kıtanın tüm zenginliklerini elde etmenin peşini bırakmamış ve bırakacak gibi de gözükmemektedir.
konunun gündem yapılması için bizleri harekete sevk etmiştir. Bu hareket neticesinde KöklüDeğişim Dergisi olarak kapsamlı bir “Sudan Dosyası” hazırladık ve farklı medya mensuplarıyla irtibatlar kurmaya çalıştık. Çünkü bu konunun önemini kamuoyuna duyurmamız gerektiğine inanmıştık. Bu gayretlerimize Ülke TV’den Ersoy Dede cevap vermiş ve 5-6 dakika da olsa ekranlarında bize yer açmıştır. Kendisine bir kez daha buradan teşekkür ederek tekrar meselenin esasına dönüyoruz.
İslamî bir belde olan Sudan’ın bölünmesinin yanı sıra, bu meselenin Türkiye’de ciddi bir şekilde gündem teşkil etmemesi de, üzüntü duyduğumuz bir başka konudur. Zira çok basit kişilerin sıradan davranışları, futbolcu, oyuncu ve şarkıcıların yaşamlarına ait detaylar TV ekranlarında çokça yer bulurken, Müslüman bir ülkenin bölünmesi sıradan bir olay gibi bile görülmemiştir. İşte anlaşılması kolay ama kabullenmesi oldukça zor olan bu durum bize sorumluluklarımızı hatırlatmış ve bu sorumluluk bilinci de
Siz değerli okuyucularımıza hazırladığımız Sudan dosyasının kısa bir özetini sunuyor ve Müslümanların vahdete ihtiyaçlarının had safhaya ulaştığı bu günlerde, artık başka bölünmeleri bize göstermemesi için Rabbimize niyaz da bulunuyoruz. A- SUDAN’I TANIYALIM: Sudan, çok eski bir İslâmî beldedir. Osman RadiyAllahu Anh’ın Mısır Âmili Abdullah İbn-u Ebî Serah eliyle Hicrî 31. yılda çok erken denilebilecek bir dönemde İslam ile
3
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” tanışmıştır. Müslüman Araplar Afrika’ya girdikten sonra zencilerin yaşadığı ve Kızıldeniz kıyılarından başlayarak Batı Afrika’ya kadar uzanan geniş bir alana “Biladu’s-Sudan” (Siyahlar Ülkesi) adını vermişlerdir. Daha sonra “Bilad” kelimesi atılarak bu bölgeye sadece “Sudan” denmiştir. Yaklaşık 2,506 milyon km2’lik yüzölçümü ile Sudan, Afrika’nın en büyük dünyanın ise onuncu büyük ülkesidir.
iken, batıda da Çad ve Libya’ya komşudur. Tek başına bu coğrafî konum bile Sudan’a stratejik bir önem kazandırmaktadır. Sudan bu büyük coğrafyanın yanı sıra, geniş ve muazzam kaynaklara, imkânlara ve elverişli iklime sahip bir ülkedir. Bu özellikleri onu, tarım ve hayvancılık alanında dünyanın en büyük ülkelerinden birisi haline getirmiştir. Bilhassa birçok kolları bulunan Nîl Nehri, Sudan topraklarına müthiş bir verimlilik kazandırmaktadır. Öyle ki, tüm İslâmî beldelerin temel gıda maddelerini sağlayabilecek bir bolluğa sahiptir. Bu haliyle Sudan, Müslümanlar için günümüz dünyasında askerî veya siyasî güvenlik kadar önemli olan gıda güvenliğini sağlamaya da fazlasıyla ehildir. Ayrıca bu konuyla alakalı olarak Dünya Bankası’nın yaptığı bir araştırmada şöyle geçmektedir:
Resmî ve eğitim dili Arapçadır. Nüfus bakımından ise yaklaşık 39,4 milyon kişilik nüfusu ile dünyanın en büyük 32. nüfusuna sahiptir. Halkın %70’i Müslüman, %25’i yerel dinlerin (animizm) mensubu, %5’i ise Hıristiyan’dır. Müslümanların çoğunluğunu Sünnî’ler oluşturmaktadır. B- SUDAN’IN ÖNEMİ:
“Eğer bütün dünya kaynakları kurusa Sudan tek başına bir milyar insanı bir yıl boyunca doyurabilir.” Sudan’ın servetleri sadece tarımsal alan ile sınırlı değildir. Bilakis gövdesi, bilhassa sanayi çarkının döndürülebilmesi için kaçınılmaz olan petrol, doğalgaz, altın, gümüş, nikel, magnezyum, demir, kurşun, uranyum, çinko, bakır, granit, mermer, kalay, vb. pek çok maden yatakları ile doludur. 1999 yılında altın çıkarma
Sudan, Afrika’da önemli bir stratejik mevkide konumlanır. Aynı zamanda doğusunda önemli bir devlet olan Mısır’ın doğal bir uzantısıdır. Yine Kongo, Uganda, Kenya ve Orta Afrika ile birleşerek Afrika’nın derinliklerine kadar iner. Keza Kızıldeniz üzerinden Arap Yarımadası’nda Hicâz’a ve Tihâme’ye bakar. 853 km uzunluğunda olan Kızıldeniz kıyısı onu daha da önemli kılar. Doğusunda Etiyopya/Habeşistan ve Eritre ile komşu Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
4
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” ile ilgili alt yapısını tamamlamış, OPEC’e üye olduğunda ise, şu ana kadar tespit edilen petrol rezervini üç milyar varil olarak açıklamıştır. Tahmin edilen petrol rezervinin daha da fazla olduğu aşikardır.
tarihe bakmak faydalı olacaktır. Kimilerine göre tesadüf, bizlere göre ise tasarlanmış hareketler olarak gerçekleşen bu siyasî vakıalar, esas itibariyle büyük benzerlik göstermektedir. Ne ilginçtir ki, bugün güneyi kendisinden bölünen Sudan da, bir zamanlar Mısır’ın güneyinin bölünmesi sonucu kurulmuş bir ülkedir. 1882 yılında İngiltere, Mısır’ı işgal etti ve maslahatları doğrultusunda sömürmek için yeni bir plan hazırladı. Hazırladığı bu planı zamanla dünyaya ilan etti ve kısa bir süre içerisinde de uygulamaya koydu. Bu plan; siyasî açıdan bölgeye daha çok egemen olmasını, iktisadî açıdan ise servetleri daha kolay sömürmesini sağlayacaktı ve bunun için de Mısır’ın bölünmesi gerekiyordu. Bu siyaseti çerçevesinde 1899 yılında İngiltere Mısır’ı iki bölgeye ayırdı. 22. enlemin güney kısmını birinci bölge addedip ona “Sudan” adı verildi. Şüphesiz bu sinsi ve şeytanî icraat, kendi sömürgeci varlığını dikkatlerden uzaklaştırmak içindi. Müslümanların Mısır’ın bölünmesine şiddetle karşı çıkmasına rağmen, o zaman dünyanın birinci devleti konumunda olan İngiltere, bu sinsi hilesini silah zoruyla uygulamaya koydu. Böylece yeni sınırlarıyla Mısır ve Sudan İngiltere’nin yönetimine teslim oldular.
Tüm bunlara ilave olarak Sudan; nehir, göl ve yağmur suları bakımından da oldukça zengindir. Bu denli zengin ve güçlü olan ülke, sömürgeci kâfir Batılılar tarafından kasıtlı olarak yardım fonlarına muhtaç gösterilmiştir. Çünkü fitne ateşini körükleyen ve savaşı destekleyen oyuncuları yönlendiren sömürgeci Batılı devletler, bu yardım kampanyaları ile ayrılıkçı milisleri desteklemişlerdir. Böylece gıda yardımı adı altında askerî malzemeler bu kuvvetlere ikmal edilmiştir. Aynen bir zamanlar Türkiye’de “çekiç güç” adı altında faaliyet gösteren Amerikalıların, K. Irak’taki mültecilere insanî yardım yaptıklarını söylerken, PKK’lılara erzak ve askerî mühimmat sağlaması gibi… Kısaca Sudan; Allah’ın bu topraklara verdiği bütün servetler bakımından oldukça önemli ve zengin olmasına karşın, basiretli ve ihlaslı yöneticiler açısından ise oldukça fakirdir. C- GÜNEY SUDAN’I AYRILMAYA GÖTÜREN AŞAMALAR:
Bölünme 1899 yılında yapılan bir antlaşmayla yazıya dökülmüştü ve bu antlaşma Ocak
Günümüzde gerçekleşen olayları daha iyi analiz edebilmek için,
5
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” 1956’ya kadar sürdü. Bu diledikleri kimsenin bu bölgeleİngiltere’nin tarihî planı; tarih Sudan’ın güya bağımre girip kalmalarını men etme sızlığını kazandığı ve “Suhakkına sahiptir”… “Arap Mısır’ı, biri Mısır diğeri dan Cumhuriyeti” diye isim dilinin Güney’de devamlıSudan olmak üzere ikiye aldığı tarihtir. Ardından lığını kabul etmek, İslâm’ın bölmekle kalmıyordu. Biri ise Mısır ve İngiltere yöneyayılmasına yol açacak, bu da Güney diğeri Kuzey olmak timleri, Sudan’ı birlikte söbölgede fanatik Kuzey’e katılüzere Sudan’ı da ikiye mürme kararına vardılar. madık hiçbir alan bırakmayaayırmayı öngörüyordu. Bugün Sudan’ın Güney ve caktır.” (İngiliz İdarî Sekreteri Mr. MacMichael’ın yazıları) Kuzey diye ikiye ayrılmasına dayanak olan self-determinasyon hakkı, o Bu arada İngiliz sömürgeciler, Kuzey’deki zaman da Sudan’ın Mısır’dan koparılmasıMüslümanların Güney’e İslâmî heyetna dayanak haline getirilmişti. ler göndermelerini de yasakladılar. Nitekim Mezunlar Konferansı Heyeti, 1938’de İngiltere’nin tarihî planı; Mısır’ı, biri MıHartum’dan Güney’e İslam’ı yaymak için sır diğeri Sudan olmak üzere ikiye bölmekle İslâmî bir heyet gönderme girişiminde bukalmıyordu. Biri Güney diğeri Kuzey olmak lunduğunda böyle oldu. Güneylilerin Kuüzere Sudan’ı da ikiye ayırmayı öngörüyorzeylilere şüphe ile bakmasını sağladı. Sonra du. Birinci Dünya Savaşı akabinde Sudan, İngiliz subayların komutasında Güney halİngiliz sömürge otoritesi altındayken, İnkından yerel bir ordu oluşturdu ki, henüz giliz yönetimi 1922 yılında, Güney Sudan’ı erken dönemde Kuzey ile Güney arasında kapalı ve izole bir bölge haline getiren bir bir ayrılık oluşturulabilsin. Güney Sudan’a kanun çıkardı. Kuzeylilerin Güneylilerle ilişkin olarak sömürgeci ve işbirlikçileri tabirlikte birer esas vatandaş gibi ilişki kurup rafından uygulanan siyaset şu iki hususa Güney bölgesine ait idarî mekanizmalarda odaklandı: yer almalarını engelleyerek “Kapalı Kapı Politikası’nı” uyguladı. Çölü ve Nil’in üst bölgesini vb. yerleri kuzeylilere yasakladı. Onların bu alana girip çalışmalarına ve ticaret yapmalarına engel oldu. İslam’ın yayılmasına engel olduğu gibi kuzeye ait örf ve adetlerin bile taklit şeklinde de olsa, Güneye sirayet etmesine mani olmak için sert sınırlandırmalar getirdi. Güney’in kapalılığı, halkına yönelik geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma operasyonu için misyonerlik faaliyetlerine her tür özgürlük tanınmasına da katkıda bulundu. Bu söylediklerimizi teyit eder mahiyette olan şu satırlar oldukça önemlidir:
1. Kuzey’in Güney’deki Varlığını Zayıflatmak 2. Arap (İslam) Kültürünü Zayıflatmak Yine bu söylemlerimizi kanıtlayacak şekilde dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Mr. Henderson’ın şu sözleri de günümüze ışık tutacaktır: “Hıristiyan misyonerleri halen günümüze kadar dahi Güney’deki yegâne eğitim kurumu niteliği taşıyorlar… Mevcut koşullar altında, Sudan’daki Hıristiyanlaştırma çalışması, herhangi bir sınırlandırmayla karşılaşmaksızın bağımsızca sürmektedir. Hıristiyan misyonerleri, sağlık hizmetleri sunarak halkın güvenini kazanabilirler, Hıristiyanlık değerlerini basitleştirilmiş bir halde yayabilirler ve onları inançlarına musallat olmuş ilkel hurafelerden (İslam) kurtarabilirler.”
“Sudan halkı dışında hiç kimse buralara, ilgili izin belgesini almadıkça girip kalamaz, İngiliz idarî sekreteri ve bölge valileri Sudan halkından Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
6
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” O günlerden bugünlere değin bütün misyoner teşkilatları, kontrolsüz ve gayet rahat bir şekilde Sudan’da, bilhassa Güney’de serbest olarak faaliyet göstermektedirler. Bu merkezler aynı zamanda hastane, enstitü, fakülte, hastalıklarla mücadele merkezleri vb. kurumlar inşa edip yardım işleriyle de ilgilenmektedirler. Gösterdikleri bu faaliyetler bünyesinde aynı zamanda asilere gıda ve mühimmat sağlamaktadırlar. İlaç sandıklarına silah koyabilmektedirler. Örneğin; Kasım 1999’da Norveç Televizyonu yaptığı bir programda yalnız “Norveç Beybolz İdinyi İh” örgütünün 80 ila 100 ton silahı asilere ulaştırdığını belirtmiştir. Gerçek şu ki; bu güdümlü misyoner örgütler, asileri desteklemek, bilgi toplamak, casusluk yapmak, adi düşünceler yayıp isyan ruhunu yaygınlaştırıp fitne uyandırmak için Sudan’a girmişlerdir.
Sudan’ın en bariz siyasîlerinden birisi olan Sâdık el-Mehdî, tâ o erken dönemlerde Kurucu Meclis önünde bu sorunu tanıdı. Sudan’ın birleşik bir cumhuriyetten federal bir cumhuriyete dönüştürülmesini ve özel bir konumu olduğu gerekçesiyle Güney Sudan’a özerklik verilmesini talep etti. 1965 yılı Aralık ayında şöyle dedi: “Şu anda Kuzey ve Güney partileri, özel durumundan dolayı Güney’e bölgesel bir statü ve adem-i merkeziyetçi (merkezî olmayan) bir yönetim veren bir anlaşma taslağına ulaşmış bulunmaktadırlar.” Bununla beraber Sudan’daki politikacılar, Sudan’ın bu özel statüsünün nasıl olacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. 1967 yılında Başbakan İsmâ’il el-Ezherî, el-Mehdî’nin çağrıda bulunduğu bölgesel yönetim düşüncesine karşı çok sert bir saldırıya geçti ve sadece Güney’e özerklik vermekle yetinilmesine çağırdı.
İngiliz Sömürgeciliği 1956 yılında Sudan’ı terk etmeden önce, 1955 yılında Güney Sudan’da bir ayaklanma ateşi tutuşturdu ve o zamandan beri Sudan’da kurulan tüm hükümetler, günümüze kadar bu isyan ile meşgul oldu. “Bağımsızlık” sonrasında İngiltere, Güney Sudan’ı özel çözüm gerektiren kalıtsal bir sorun olarak kabul eden ve kendi güdümünde hareket eden kukla yöneticileri de tayin ederek çekildi. 1965 yılında Kuzey ve Güney partileri bir yuvarlak-masa toplantısında bir araya geldiler ve İngiltere tarafından belirlenen aynı esâs üzerindeki çözüm arayışına girdiler. Ne var ki bir anlaşmaya varamadılar ve böylece sorun daha da çetrefilli bir hale geldi.
Gelişen tarihi süreçte el-Mehdî Hükümeti, temelde özerk veya bölgesel yönetime dayalı bir diyalog yürüttü. en-Numeyrî Hükümeti de bölgesel yönetimi uyguladı ve Güney’deki yönetimin idâresi için bir Yüksek Konsey atadı. Ömer Hasen Ahmed el-Beşîr liderliğindeki elİnkâz Hükümeti ise federal yönetimi uyguladı ve Güney halkına self-determinasyon hakkı (bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hakkı) tanınması düşüncesini ortaya attı. elBeşîr’in Sudan’da iktidarı teslim almasından itibaren, Güney’deki çatışmaların ve çarpışmaların tırmanışına paralel olarak müzâkerelerin, toplantıların ve girişimlerin dozajı arttı. Tâ ki bu hassas ve tehlikeli soru-
7
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” nun yaşamsal gelişimini tamamlanması için bu müzâkerelere güvenilirlik ve meşruiyet kazandırılabilsin.
Kenya Devlet Başkanı Danyel Erabmoyi liderliğinde ve Uganda, Etiyopya ve Eritre devlet başkanları ile Ömer Hasan el-Beşîr ve İsyancı Hareketin komutanı Fâsılî’nin katılımıyla düzenlenen bir toplantıya kadar devam etti.
1989 yılında eski Amerikan Başkanı Jimmy Carter gözetiminde Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılan toplantılar, daha sonraki toplantıların, müzâkerelerin ve girişimlerin başlangıcı oldu. Carter gözetimindeki bu toplantılar, Albay Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Sudan Hükümet heyeti ile Lam Ekol başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti arasında yapıldı. 1992 yılında Nijerya eski Devlet Başkanı İbrâhim Babangida’nın girişimleriyle, Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Hükümet heyeti, Garang grubunu temsilen William Non başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti ve en-Nâsır grubunu temsilen Lam Kol başkanlığındaki heyet arasında, Nijerya’nın başkenti Abuca’da başka görüşmeler yapıldı. Bu müzâkerelerde servetin paylaşılması ve Sudan’da ırksal, dilsel ve kültürel çoğulculuk esâsına göre çalışacak siyâsî bir kurum oluşturulması yoluyla sorunun çözülmesinin zaruri olduğu sonucuna varıldı. 1993 yılında Uganda Devlet Başkanı Yuri Mosivini’nin nezâretinde, Ali el-Hâcc Muhammed başkanlığındaki Hükümet heyeti ile Garang başkanlığındaki Halk Ordusu (İsyancı Hareket) heyeti arasında da Uganda’nın Antibi kentinde görüşmeler yapıldı. Aynı yıl, bu görüşmelerden bir ay sonra Nairobi’de Ali Osman Muhammed Tâhâ başkanlığındaki Hükümet heyeti ile İsyancı Hareket heyeti arasında bir toplantı daha yapıldı.
- Sözde muhalefet güçlerinin Haziran 1995’teki hayatî meselelere ilişkin Asmara Konferansı’nda Güney Sudan’a yönelik self-determinasyon -ayrılma- hakkını kabul etmesi. - Hükümet ile bazı isyancı guruplar arasında Nisan 1997’de self-determinasyon hakkını öngören Hartum Barış Anlaşması’nın imzalanması. - Hükümetin Güney’in ayrılma hakkını öngören 1997 yılındaki İGAD İlkeleri Bildirgesi’ni imzalaması. - 18.07.1999 tarihinde Kenya’nın başkenti Nairobi’de Sudan Hükümeti ile “Sudan Halk Kurtuluş Hareketi” arasında Güney Sudan sorununu çözüme kavuşturmak için bir anlaşma yapıldı. Bu görüşmeler Kuzey Sudan’da bir varlığın ve Güney Sudan’da ise bir başka varlığın var olduğu ve her ikisi arasında problemlerin bulunduğu dolayısıyla da görüşmelerin yapılması gerektiği ve her iki tarafın da razı olacağı bir çözüme ulaşılması esas alınarak gerçekleştirildi. - Ümmet Partisi lideri Sadık el-Mehdi, Milliyetçi Birlik Partisi lideri Muhammed Osman el-Mirğani ve Güney Sudan isyancılarının lideri John Garang, 24.05.2003’te Mısır’ın başkentinde “Kahire Deklarasyonu” denilen bir anlaşmayı imzaladılar. Anlaşma Sudan’ın siyasî güçlerinin, isyancıların Mişakus Protokolü’ndeki konumunu desteklemelerini ve Sudan’ın laikleştirilmesini içeriyordu. 3. Madde’de şöyle geçiyordu: “Taraflar, tüm dinlerin ve inançların bulunduğu başkentin millileştirilmesi ko-
Daha sonraki süreç ise şu şekilde gerçekleşti: - Kenya ve Nijerya’da süren müzâkereler; 17 Mart 1994’te Nairobi’de IGAD (InterGovernmental Authority on Development: Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi)
komisyonunun girişimiyle, Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
8
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” nusundaki anlaşmanın, zorunlu ve yeni esaslara binaen ülkemizin birliğinin korunması için gerekli olduğunu teyit ederler.” Bu deklarasyon; Güney’de Hıristiyan bir devlet, Kuzey’de Laik bir devlet oluşturularak Sudan’ın parçalanmasına dönük Amerikan planı ile tamamen örtüşüyordu.
da kökleştirilmiş oluyordu. Hatta isyancıların lideri John Garang er-Ra’y-ul Âmm Gazetesi’nde geçen açıklamasında şöyle diyordu: “Eğer bir bölünme gerçekleşecekse, borçlar Sudan Hükümeti’nin üzerine olacaktır, Güney Hükümeti’nin değil!”
- Hükümetin Güneyin ayrılma hakkını öngören Machakos Protokolü’nü sonra da - Hükümet ile isyancılar arasında imza2005 yılındaki Nifaşa Anlaşması’nı imzalalanan Cidde Anlaşması’na binaen Aralık ması. Nifâşâ Anlaşması olarak da bilinen 2003’te Hartum’a gelen Güney Sudan isve IGAD himayesinde Sudan Hükümeti ile yancıları heyeti, Hilton Otel’de beş gün süGüney Sudan isyancılarının Sudan Ulusal ren görüşmeler yaptılar. Heyet, gazetecilere Kurtuluş Hareketi arasında 9 Ocak 2005’te yaptığı açıklamada son derece açık sözlü ve imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması, İkincüretkardı: “Eski Sudan’ı gömmek ve kalıntıci Sudan İç Savaşı’nın sona ları üzerine Yeni Sudan’ı kurermesi anlamına geliyordu. mak için geldik.” Bu cüretin 9 Ocak 2005’te imzalanan Anlaşmanın en kritik madkaynağını, Er-Ra’y-ul Âmm Kapsamlı Barış Anlaşması, desi, Güney Sudan’ı ayrılıp Gazetesi 05.12.2003 tarihli İkinci Sudan İç Savaşı’nın ayrılmama kararını verenüshasında heyete Amerisona ermesi anlamına ceği referandum için Ocak kalı istihbaratçıların refakat geliyordu. Anlaşmanın 2011 tarihinin belirlenmeettiğini yazarak açıklıyoren kritik maddesi, siydi. Bu anlaşma, protokol du. Söz konusu anlaşma, Güney Sudan’ı ayrılıp olarak da adlandırılan birMişakus Protokolü’nü taayrılmama kararını takım anlaşmaların bileşkemamlayıcı nitelikteydi ve vereceği referandum siydi. Sudan’ın birliğinde muta-
için Ocak 2011 tarihinin - Sudan Halk Kurtubakat, self-determinasyon belirlenmesiydi. luş Hareketi’nin ve muhakkı, din-devlet ilişkileri halefet güçlerinin selfve benzeri konulara ilişkindeterminasyon hakkını güvence altına alan di. Anlaşmanın imzalanmasından sonra elEylül 2009’daki Cuba Bildirgesi’ni imzalaCezire kanalına konuşan muhalif lider Muması. hammed Osman Mirğânî, otoritenin paylaşmasını kabul ettiklerini açıklıyordu. - Güneyin ayrılması için gerekli meşruiyeti sağlamak için 2010 yılı seçimlerinin yapılması ve,
- 07.01.2004 tarihinde Sudan Hükümeti ile İsyancı Hareket arasında Servet Paylaşım Anlaşması da imzalandı. Anlaşmaya göre Güney Sudan’da ve çekişmeye sahne olan diğer üç bölgede, petrol ve diğer gelirler Hükümet ile İsyancılar arasında eşit olarak paylaşılıyor ve biri Hükümet’e diğeri ise İsyancılara ait iki ayrı banka sistemi kuruluyordu. Böylelikle ayrılma, askerî açıdan kökleştirildiği gibi ekonomik açıdan
- 9 Ocak 2011 tarihinde Güney Sudan’ın Kuzey’den ayrılma konusunda referanduma gitmesidir. D- REFERANDUM SÜRECİNDE YAŞANANLAR: 9 Ocak 2011 tarihinde yapılan referandum öncesinde Sudan Devlet Başkanı Ömer
9
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” el-Beşir bölünmenin gerçekleşmesi için bir dizi ziyaretlerde ve demeçlerde bulunmayı da eksik etmedi. Referandum öncesi Güneyi ziyaret eden Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir yaptığı konuşmada, ayrılmanın Güney Sudanlıların hakkı olduğunu belirterek, “Kuzey ve Güney arasındaki bağlar çok güçlü. Güneyli kardeşlerimizle iki ayrı devlet bile olsak bu bağları nasıl koruyabileceğimizi konuştuk” dedi. Ömer el-Beşir, 2005 yılında Sudan Hükümeti ve güneydeki isyancı Sudan Halk Kurtuluş Hareketi arasında imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması’nı “bütün çıkan sorunlara ve anlaşmanın hedeflerini gerçekleştirememesine rağmen bir başarı olarak” nitelendirdi.
Referandum sürecinde Kuzey’de ve Güney’de İslamî partiler de kendi görüşleri ışığında çalışmalar gerçekleştirdiler. Bunlardan bazıları bölünmeyi desteklerken bazıları da buna karşı çıkarak kampanyalar düzenlediler. Sudan ulusal gazetelerine göre bölünmeyi engellemek için en geniş çaplı kampanyalar Sudan’da siyasî bir parti olan Hizb-ut Tahrir tarafından gerçekleştirildi. Sudan al-Akhbar gazetesinin haberine göre; “Hizb-ut Tahrir Sudan Resm’i Sözcüsü İbrahim Osman, bölünmeyi engellemek için 1 milyon kişiden topladıkları imzaları Sudan Hükümeti’ne teslim etti.” Referandum öncesinde birçok STK önderlerini toplayarak bir basın toplantısı yapan Hizb-ut Tahrir Sudan Resmî Sözcüsü İbrahim Osman; “Bu yılı hüzün yılı” olarak gördüklerini bildirdi.
Ayrıca Kuzey Sudan halkını teskin etmek ve Kuzey’de oy kullanacak olan Güneylileri ikna etmek için de; “Eğer bölünme gerçekleşirse Kuzey’de Şeriat ilan edeceğim” diyerek adeta kandırmaya çalıştı. Ülkesini parçalamak için çalışan ve her iki halkı da ikna etmeye uğraşan başka bir devlet başkanı var mıdır bilemiyoruz ama bir devlet başkanının bunları yapmasını da normal karşılamıyor ve haklı olarak arkasında başka şeyler arıyoruz.
E- TÜRKİYE - SUDAN İLİŞKİLERİ VE MUHTEMEL RİSK: Türkiye ile Sudan arasındaki ilişkiler Sudan Devlet Başkanı Ömer el- Beşir’in 18 ila 21 Ağustos 2008 tarihinde İstanbul’da yapılan Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ne katılımı sırasında ortaya atılan iddialar dolayısıyla gündem olmuştu. Devletlerarası Ceza Mahkemesi’nde suçlu bulunan ve tutuklanması gündemde olan el-Beşir’in Türkiye’de nasıl karşılanacağı merak edilmiş ve bazı Avrupa ülkeleri bu karşılamadan ötürü Türkiye’yi kınadıklarını açıklamışlardı. Bu hadisenin dışında ve Başbakan Erdoğan’ın Hartum’da düzenlenen Arap Ligi Zirvesi vesilesiyle 27-29 Mart 2006 tarihlerinde Sudan’a gerçekleştirdiği ziyaret dışında medyaya yansıyan ciddi bir ilişki yumağı söz konusu olmamıştır.
Tüm bu gelişmeler ışığında gerçekleşen referandum sonuçları biz bu yazıyı kaleme alırken resmen açıklanmasa da, yaklaşık olarak dört milyon kişinin katıldığı referandumda yetkililerin açıkladığı ilk sonuçlara göre; Merkez Ekvatorya, Birlik, Göller, Jonglei, Warrap, Batı Bahrül Gazel ve Doğu Ekvatorya eyaletlerinde bağımsızlığa büyük oranda destek verildiği söylendi. Batı Ekvatorya, Yukarı Nil ve Kuzey Bahrül Gazel eyaletlerindeki durumla ilgili herhangi bir bilgi açıklanmadı. Resmî olmamakla birlikte oy kullananların %90’ı ‘Evet’, %10 ise ‘Hayır’ oyu kullandı. Böylece Temmuz 2011’de resmen devlet olacak olan Güney Sudan devletinin ilk adımı atılmış oldu. Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Türkiye ile Sudan arasında karşılıklı olarak gerçekleştirilen ticarî ilişkiler ise genellikle tarım, sağlık, güvenlik ve eğitim alanlarında olmaktadır. Ayrıca Sudan’da
10
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” yaşayan üç binden fazla Türk vatandaşı bulunmaktadır. Son yıllarda gerçekleşen ticarî faaliyetlerde ciddi bir artış gözükmektedir. Aynen aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi:
yen ve halkını kalkındıran bir ülke yoktur. Önemli olan başka bir ülkede yaşamak değil, bağımsız, müreffeh ve kalkınmış bir ülkede yaşamaktır.
Güney Sudan’ın gerçekleştirilen referandum neticesinde Batılı sömürgeci ülkeler tarafından tasarlanan bir senaryo sonucunda bölünmesi, Türkiye gibi birçok ülkeyi de yakından ilgilendirmektedir. Zira farklı etnik yapıların bir arada yaşamaları mümkün gözükmemekte ve sömürgeciler istediklerinde bu farklı etnik ve dinî yapılanmaları kışkırtarak istedikleri yönde hareket ettirebilmektedirler. Bu da farklı halk kökenlerine sahip olan devletler için bir zafiyet oluşturmaktadır.
F- GÜNEY’İN AYRILMASININ ARDINDAN SUDAN’I BEKLEYEN TEHLİKELER: Güney Sudan’ın ayrılması, Sudan için yeni tehlikeleri beraberinde getirecek olan vahim bir dönemeçtir. Bu hadiseden sonra Sudan’ı bekleyen tehlikeleri şu beş başlıkta toplayabiliriz. BİRİNCİSİ: Sudan için Güney’in ayrılması emsal teşkil edecek ve bu yolla durmadan ilerleyip duran parçalanma talepleri, O’nu bu girdabın içerisine girmekten alıkoyamayacak gibi görünmektedir. Zira Sudan’da oyunun dizginlerini elinde bulunduran Amerika, Güney’in ayrılmasının ardından marjinalleşme talepleriyle Darfur’u, ardından Kordufan’ı, el-Nil el-Ezrak’ı ve Doğu Sudan’ı koparmaya hazırlanmaktadır. Bunun içindir ki Nifaşa Anlaşması’nın
Son günlerde Türkiye’de dillendirilen özerlik tartışmaları, ilerisi için bu türden vakıaların oluşmasını sağlayacak türdendir. Bu konuda Türkiye’deki mevcut yönetimin uyanık olması gerektiği gibi halkın da uyanık olması gerekir. Yeryüzünde bu şekilde bölünen, kendi ayaklarının üzerinde duran, sömürgeci ülkelerin güdümüne girme-
11
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”
kalıcı barışı getireceğini söylemek büyük bir yanılgı ve yalandır. Bilakis o, Sudan’ın her parçasına kapsamlı savaş tohumlarını ekmeye ve bölmeye dönük bir anlaşmadır.
lardı. Böylece bu kabîleler hızla kuvvetlenen milisler oluşturmaya karar verdiler. Buna ilâveten Dârfur’da komşu ülkelerden gelen silahlar yayılmaya başladı. Bu da durumun ağırlaşmasına, daha da kötüleşmesine ve her geçen gün daha da karmaşıklaşmasına yol açtı. Binlerce cana kıyıldı. Yüzlerce köy yakıldı.
Darfur Bölgesi:
Bu bağlamda Güney’den sonra gözüken ilk tehlike Darfur bölgesidir. Darfur, başkent Hartum’un 1300 km batısında yer alan Dârfur hâdiselerini körükleyen ve krizi bir bölgedir. Bu meselenin ortaya çıkışında icad eden Avrupalılar, bizâtihi Fransa ve ve kötüleşmesinde üç faktör bulunmaktaİngiltere’dir. Bunun delili, Afrikalı el-Fur dır: Araziler ve mer’alar konusundaki yekabîlelerinden kaynaklanan isyana Çad rel çekişme, soruna yapılan dış müdâhale devleti ve yöneticilerinin destek vermiş ve tahrik ile bunun öncesinde ve sonrasınolmasıdır ki bunlar erzak, destek ve barıda Sudan Hükümeti’nin İslam’ın emrettiği nak noktası bakımından adâlet ve ihsan anlamında Fransa’nın güdümündedirvatandaşlarının işlerini göGüney Sudan gibi bu ler. Londra ise, adeta isyan zetmedeki ihmâlkârlığıdır. bölgenin de bölünmesine hareketinin liderleri için bir Dârfur’da; Afrikalı elyol açacak olan destek yine medya kürsüsü olarak işlev Fur kabîleleri ve diğer Arap Yahudi devleti “İsrail”den görmüştür. asıllı kabîleler ikâmet etgelmektedir. Nitekim Güney Sudan gibi bu mektedir. Dârfur’daki anbunun en çarpıcı örneği bölgenin de bölünmesine laşmazlık, hayvanların ve eski Yahudi Başbakanı yol açacak olan destek yine işlenmiş arazilerin geniş katil Şaron’un 2003 Yahudi devleti “İsrail”den bolluğuna rağmen doğal yılında -kötü hatıratlıgelmektedir. Nitekim bukaynakların azalmasıyla hükümetinin toplantısında nun en çarpıcı örneği eski birlikte baş gösterdi. Devesarf ettiği sözleridir. Yahudi Başbakanı katil lerini otlatmak isteyen bazı Şaron’un 2003 yılında -kötü Arap kabîlelerinin arzusu hatıratlı- hükümetinin toplantısında sarf etkendi otlak arazilerine sahip olmak iken, tiği şu sözleridir: “Sudan’ın batısına müdahadedelerinden kalan bir mîras olarak kendile etmenin zamanı gelmiştir. Sudan’ın ‘İsrail’e lerinin sahip olduğu düşüncesiyle, Afrikadüşman olan Arap devletlerini destekleyen böllı el-Fur kabîleleri ise arazileri ve mer’aları gesel bir devlete dönüşmemesi için aynı araçlar Araplar ile paylaşmayı reddediyorlardı. vesileler ve aynı hedeflerle Sudan’ın güneyine İsyan ise ez-Zeğave kabîlesine bağlı olarak müdahale edeceğiz.” Yahudi devletinin o zabaş gösterdi. Onlar diğer kabîlelerin kendimanki İç güvenlik Bakanı Avi Dichter ise bir lerine katılmalarını istediler. Bunun için hütoplantısında şöyle demiştir: “Güney Sudan cumlarla ve tekliflerle bunu terörize etmeye gibi Darfur da ayrılma hakkına sahip olmalıbaşladılar. O kadar ki kabîleler kendilerini dır.” iki alternatif ile baş başa buldular: Ya isyana katılacaklar ya da hücumlardan kendilerini Ayrıca Sudan’ı parçalama konusunda en muhafaza etmek için milisler oluşturacakaktif rol alan Amerika’nın Sudan’dan so-
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
12
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” rumlu eski Temsilcisi ve Nifaşa’nın mimarlarından bir olan Andrew Natsios, 2009 Nisan ayında, Washington’daki Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında bu hususa ilişkin şöyle demiştir: “Birleşik Devletler ile uluslararası toplumun amacı, aşamalı olarak self-determinasyon hakkı üzerinde referandumun yapılacağı 2011 yılında Güney’i ayırmaktır. Bundan sonra da Darfur sorununun çözümüne, (yani ayrılmasına) girişmektir.”
İKİNCİSİ: Güneyin ayrılması yeni bir komplo kurma, savaşları ve çatışmaları tahrik etme yuvası olması için Güney Sudan’da sözde yeni bir Yahudi varlığının kurulması demektir. Zira Güney Sudan İsyancı Hareketi ile Yahudi devleti arasındaki tarihi ilişkiyi hepimiz bilmekteyiz. Öyle ki Yahudi devleti, kurulmasından bu yana çevreleme stratejisi diye bir şey ortaya atarak bununla Arap dünyasını çevreleyen devletlerle ittifak kurmayı ve önce tarafları daraltma, sonra da parçalama politikasını tatbik etmeyi amaçlamaktadır. Böylece Yahudi devleti, Güney Sudan’a müdahale ederek gerek eğitmek, gerek uzmanlar göndermek, gerekse ağır makinelerle desteklemek yoluyla isyancı hareket ile güçlü ilişkiler kurmuştur. Mesela, Etiyopya eski devlet başkanı Mengistu döneminde, Yahudi devleti tarafından kendisine gönderilen silahların bir kısmını Güney Sudan’daki isyancı harekete vermesi şartıyla Etiyopya ile Yahudi devleti arasında büyük anlaşmalar imzalandığı gibi, Yahudi devleti uydu fotoğraflarını da isyancı harekete göndermiştir. Ayrıca Garang, Yahudi devleti ile ordusuna birçok Yahudi askerî uzmanların tedarik edilmesini içeren bir anlaşma imzalamıştır.
Mavi Nil Bölgesi: Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, 06.03.2010’da er-Rusayris şehrinde düzenlediği sempozyumda en-Nil el-Ezrak Valisi Malik Akar, Güney İsyancı Hareketi’ni temsilen kendi vilayetinde laik esas temelinde Hartum’dan bağımsız bir devlet kurulmasını talep etti ve bu maksatla en-Nil elEzrak’ın güneyindeki Kermak şehrinde 20 bin savaşçı topladığını teyit etti. Zira Âhir Lahza gazetesinin 07.03.2010’da belirttiğine göre bu sempozyumda Siyonist varlıkla ilişkisi olduğunu da itiraf etti. Doğu Sudan Bölgesi: 01.04.2005 tarihli el-Elvân Gazetesi birinci sayfasından şu haberi veriyordu: “Doğu Sudan Cephesi, İngiliz girişimi yoluyla Hükümet ile müzâkere etmeyi kabul ettiğini duyurdu. Ancak el-Bicâ Konferansı ile Hür Lionslar gibi grupları bünyesinde barındıran Cephe, Hükümet ile masaya oturmak için, Port Sudan olaylarına karışanların âdil bir mahkemeye sevk edilmesi, siyâsî tutukluların serbest bırakılması ve self-determinasyon ilkesinin onaylanması gibi birtakım şartları önceden öne sürmüştü.” Bu haberde geçen en tehlikeli husus, Doğu Sudan’ın self-determinasyon hakkı yani “ayrılma hakkı” talep etmiş olmasıdır ve elbette 2002 tarihli Mişâkus Protokolü’nün Güney Sudan’a bu hakkı vermesine dayanıyordu.
Garang, 1992 yılında Nairobi ziyaretinde Kenya’daki Yahudi büyükelçisi ile görüşmesi sırasında yaklaşık 4 milyon EK-47 tipi makineli tüfek mermisi, 130 milimetrelik top, bu toplar için 6 bin adet mermi tedarik etmesinin yanı sıra, 5 milyon dolar tutarında malî yardımda bulunmasını talep etmiştir. Tüm bunlar, Güney Sudan’daki Kapoeta ve Torit şehirlerini geri almak için yapılmıştır. Geçtiğimiz aylarda Yahudi varlığı Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun katılımıyla Washington’da düzenlenen Amerikan “İsrail” Kamu İşleri Komitesi [AİPAC] konferansında Yahudi hükümeti, Güney Sudan’ın
13
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” bağımsızlık arzularını desteklemeye, siyasî, öncesi çıkıp hiçbir giriş yapmaksızın refeekonomik ve güvenlik olmak üzere ortaya randumun sonuçlanması halinde Güney’in çıkacak olan devlete her türlü desteği verbaşkenti Juba’da “İsrail” konsolosluğu açmeye hazır olduğunu belirtmiştir. Dahası maya hazır olduklarını söylemiştir. Bu erYahudi Ulusal Güvenlik Danışmasını Gori ken ilanın anlamı, duyulan sevgiden başka Arad, Halk Hareketi’nin Washington’daki ne olabilir? temsilcisi Paul Ezekiel ile konferansın otuÜÇÜNCÜSÜ: Güney Sudan’da yeni rum aralarında üç saat süren bir görüşme bir Yahudi varlığının kurulması, Yahudiyapmıştır. Zira hareketin temsilcisi Ezekiel, lerin Nil havzasına uzanması ve Mısır ile geniş çaplı bir Yahudi deneyiminin ortaklığı Sudan’ın güvenliğini doğrudan tehdit etmeve su alanlarında önemli projeler sunulması leri demektir. Zira bazı kaynaklar, Amerika ve bunların uygulanması yoluyla devletin ile Yahudi devletinin ya Yahudi devletinin inşasına dönük sivil ve güvenlik kurumsu ihtiyacını Nil sularından temin etmesine larının inşasını kapsayan ya da (Yahudilerle seçkin Güney’in ihtiyaçlarına ilişilişkileri olan) Etiyopya’da Yahudi asıllı olan “İsrail”li kin Yahudi hükümetine yadev barajların inşa edilMoshe Faraji, “İsrail” zılı bir istekte bulunmuş ve mesine muvafakat etmesi Afrika ilişkileri hakkında kendilerine verilen Yahudi için Mısır’a baskı yapmayazdığı bir kitapta, desteğini övmüştür. Sudan ya çalıştıklarını belirttiler. “İsrail”in Sudan Kurtuluş Halk Kurtuluş Hareketi’nin Böylece Yahudi devleti, ordusu subayları ve temsilcisi, konferansın açıMısır’dan Nil’in ağzının komutanlarının maaşlarını lış oturumunda bir konuşAkdeniz’den Negev çölüödediğini belirtmiştir. ma yaparak, Yahudilerin ne döndürülmesini talep Yine “İsrail”de yayınlanan otuz yıl boyunca Güneydeetmişken Sudan ve Mısır’a ki silahlı direniş hareketine askerî Markhot Dergisi, akan su oranı minimum ve hareketin özgürlük sa“İsrail”in Güney Sudan orana düşecektir. Nitekim vaşındaki zaferine verdiği Kurtuluş ordusuna 500 Mısır Dışişleri Bakanlığı, destekten övgüyle söz etmilyon dolardan fazla para Ekim 2009’da Yahudi devlemiştir. ödediğini yazmıştır. tinin hem Tanzanya hem de Ruanda’dan su depolamak için dördü Tanzanya’ya ve biri Ruanda’ya ait olmak üzere beş adet baraj yapılmasını finanse etmeye muvafakat ettiğini ortaya çıkarmıştır. Tüm bunlar ise 1929 yılı Nil Suları Anlaşması’nın öngördüğü üzere Mısır’ın onayını almadan gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere Yahudi devleti, Yahudi Dışişleri Bakanı Liberman’ın, Eylül 2009’da Nil havzasındaki üç ülkeye yaptığı ziyaretin sonrasında buna muvafakat etmiştir.
Yahudi asıllı olan “İsrail”li Moshe Faraji, “İsrail” Afrika ilişkileri hakkında yazdığı bir kitapta, “İsrail”in Sudan Kurtuluş ordusu subayları ve komutanlarının maaşlarını ödediğini belirtmiştir. Yine “İsrail”de yayınlanan askerî Markhot Dergisi, “İsrail”in Güney Sudan Kurtuluş ordusuna 500 milyon dolardan fazla para ödediğini yazmıştır. Tüm bu Yahudi desteğine cevap olması bakımından ise, Güney Sudan Hükümeti Başkanı ve aynı zamanda Sudan Başkanı Birinci Yardımcısı Salva Kiir, 9 Ocak’ta yapılması planlanan referandum Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Güney Sudan’da bir devletin kurulması, Nil havzasındaki devletlerin su paylarının
14
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” yeniden gözden geçirilmesi için güçlü bir argüman ve gerekçe oluşturacaktır. Çünkü ortaya çıkan yeni bir devlet vardır. Dolayısıyla onun payının belirlenmesi ve bundan en çok zarar görecek olanların Sudan ve Mısır olması kaçınılmazdır.
Mkapa, başkent Hartum’da düzenlediği bir basın toplantısında sınırdaki petrol zengini Ebi’yi bölgesiyle ilgili büyük endişeleri olduğunu beyan etmiştir.
DÖRDÜNCÜSÜ: Müslümanlara dilediklerini yapmaları için Güney Sudan’daki Müslümanları kâfirlerin otoritesine teslim etmektir. Zira Güney hükümeti başkanı Salva Kirr, Müslümanlara genel hayatta İslam’ı terk etmelerini ve dinin mescitlere hasredilmesini şart koşmuştur. Nitekim 01.03.2010’da Güneyli Müslümanlarla buluşmasında onlardan dini siyasete sokmamalarını talep etti.
Müslüman olmamız hasebiyle her meseleye ilişkin esas bakışımız, muhakkak ki şer’î hükümler zaviyesinden olmalıdır. Bu nedenle İslam hükümleri, kanunları ve nizamları vakıa zeminine indirgenmelidir. Zira Sudan’da, Müslümanıyla, gayri Müslimliyle devletin tebaası arasında adaleti yaymanın ve ülkede tehlikeli bir şekilde yayılan zulmü bitirmenin tek yolu budur.
G- MESELENİN ŞER’Î HÜKMÜ:
Güney Sudan arazisi haracî olan İslamî bir arazidir. Onun gözetimi Beyt-ul Mâl’e ait olup menfaati Müslümanıyla, kâfiriyle üzerinde oturanlara aittir. Ne hükümetin, ne Sudan halkının ne de tüm Müslümanların İslamî olan bir arazinin herhangi bir karışından dahi taviz vermesi asla caiz değildir.
Dahası Güney’in ayrılması, Afrika’nın derinliklerine açılan kapıları Güneyli Müslümanlara kapatmak demektir. BEŞİNCİSİ: Geçmişte olduğu gibi bir devlet ile isyancı bir cemaat arasında değil de Kuzey ve Güney devletleri arasında sınır savaşlarının ortaya çıkması demektir. Güney Sudan’ın Kuzey’den ayrılmasına karar veren Nifaşa Anlaşması, Ebiyi meselesini ortaya çıkarınca bölgenin Kuzey’deki Güney Kurdufan Vilâyeti’ne mi yoksa Güney’deki Bahr-ul Ğazal Vilâyeti’ne mi bağlı olup olmadığı hakkında tartışmalar ortaya çıkmıştır. Hatta Ebi’yi bölgesi içinde hangi tarafa katılacağını belirlemek üzere bir referandum yapılması bile öngörülmektedir. BM’nin seçim gözlemcileri heyeti başkanlığını yürüten eski Tanzanya Devlet Başkanı Benjamin
Müslümanların topraklarından herhangi bir karışını dâhi, kâfir düşmanın otoritesi altına terk etmek İslam’da büyük bir cürümdür. Kaldı ki bu, diğer bölgeleri de ayrılmaya iter ve daha fazla taviz istemede düşmanın cesaretini artırır. Çünkü taviz tavizi doğurur ve en ufak bir taviz daha fazla tavizin kapılarını ardına kadar açmaya kâfidir. Filistin’de ve Endonezya’da verilen ve Sudan’da verile gelen tavizler bunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz ki bizler Müslümanız ve Kavî olan Allah Azze ve
15
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan” 1- Yeni oluşan “Güney Sudan” devletini tanımamak ve onu gayrimeşru olarak görmek gerekir.
Celle şöyle buyurmaktadır: َّ َْالس ْل ِم َوأَنتُ ُم أ ُم َولَن َّ َف اَل َت ِهنُوا َوَت ْد ُعوا إِلَى ْ ال ْعل ْ َو َن َوالل ُه َم َعك ُم َ َيت ْ ُم أَ ْع َمالَك ْ ِرك
2- Bu durumu düzeltmek ve hain planı tersine çevirmek için, ivedi olarak Ömer elBeşir Hükümetine tavsiyelerde bulunmak ve baskı yapmak elzemdir.
“Sakın gevşekliğe kapılmayın ve sakın üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın. Muhakkak ki Allah sizinle beraberdir ve o, amellerinizi asla heder etmeyecektir”.
3- Sudan örneğinden yola çıkarak; Sömürgeci Batılı ülkeler ile olan ilişkileri yeniden gözden geçirmek, sömürgecilerin her haliyle gözüken kirli ve sinsi yüzlerini deşifre etmek, onları asla müttefik, dost ve güvenilir olarak görmemek gerekir.
(Muhammed 35)
Şaşırtan ve acı veren şey şu ki, Sudan’lı yöneticilerin, askerlerin ve siyasî partilerin Müslümanların topraklarından vazgeçme hususunda Allah’tan hiç korkmadan hareket etmeleri ve bölünmeye verdikleri açık destektir. Ülkelerinin zenginliklerini kâfirlere teslim etmeleri ve İslamî bir beldeden kolayca vazgeçebilme konusunda takındıkları tavırdır. Hâlbuki Müslümanların arazisinin korunması meselesi, karşısında ölüm-kalım tavrı takınılacak hayatî bir meseledir!
4- Sömürgeci kafir ülkelerin, kendileri için siyasî ve ekonomik birliktelikler oluşturma çabası içerisinde oldukları halde, Müslümanları zayıflatmak, vahdetlerini bozmak ve var olan güçlerini de bölmek için çalıştıklarının artık farkına varmak gerekir. 5- Kendisini çevreleyen ülkeleri zayıflatmak ve içlerinde fitne ateşini tutuşturmak için çalışan yahudi varlığı “İsrail” ile olan tüm ilişkileri kesmek ve gasp ettiği kutsal olan topraklardan onu çıkarmak için orduları harekete sevk etmek gerekir.
F- SONUÇ: Neredeyse Türkiye büyüklüğündeki arazisi, sahip olduğu yer altı ve yerüstü zenginlikler açısından ise çok kıymetli olan Güney Sudan, maalesef sömürgeci kâfirlerin yüzyıllar öncesinden tasarladıkları sinsi bir plan neticesinde Sudan’dan ayrılmıştır. Müslümanların azınlık statüsünde bulunacakları bu ülke, Sudan petrollerinin yüzde 80’inin çıkartıldığı bölgedir. Tek başına bu bilgi bile, bölünmenin maksadını anlamak için yeterlidir. Tarihî süreçte önce İngiltere, sonra Amerika ve “İsrail” olmak üzere sömürgeci ülkeler, Güney Sudan’ı ayırmak için çok çalışmışlar ve sonunda işbirlikçi hain yöneticiler vesilesiyle bu şerir planlarında muvaffak olmuşlardır. Müslümanlar için bu durumdan çıkarılması gereken muhtemel sonuçlar ve takınılacak izzetli tavır şunlar olmalıdır:
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
6- Farklı etnik yapıların yaşadığı ülkeler, sömürgecilerin icat ettiği ve çıkarları lehinde kullandığı self-determinasyon hakkı ile parçalanmak istenmektedir. Bütün Müslümanların bu tür tuzaklara karşı uyanık olması gerekir. 7- En önemlisi ise; Müslümanları eskiden olduğu gibi güçlü kılacak, zenginliklerini çaldırmayacak, can ve mal emniyetlerini sağlayacak olan Hilafet nizamını yeniden inşa etmek için çalışmak gerekir. ِين ِ َّان لِّلن ٌ َهذَا َب َي َ اس َوُه ًدى َو َم ْو ِع َظ ٌة لِّل ُْم َّتق “İşte bu, insanlar için bir açıklamadır ve muttakiler için de bir yol gösterici ve bir öğüttür.” (Âl-i İmrân 138)
16
Ahmet Sadık ALTINEL
İ
slam Ümmeti, kendisine “seçkin ümmet” vasfını kazandıran Rabbimizin son ilahî dini İslam’la hayatın arasını ayıran küfür akidesi laiklik ve ondan türeyen sistemler ile yönetilmeye başladığı günden beri “seçkin” olma vasfını kaybetmiştir. İslam’ı -Müslüman kimliği-, salt vicdana hapseden veya dar alanda bireysel ibadetler düzeyine indirgeyen “modern” yaşam, İslamî şahsiyette yırtılmalar ve parçalanmalar meydana getirmiştir. Bunun en çarpıcı sonuçlarını; toplumsal, siyasal, ekonomik ve devletlerarası ilişkiler alanında karşı karşıya kaldıkları sorunlara ilişkin çözümler üretirken ya da önüne konulan çözümler üzerinde değerlendirmeler yaparken, günde beş vakit huzurunda divan durduğu Rabbinin emirlerini esas almayışında görmek mümkündür.
ca popüler kültürün zevahirine yöneltmeleri, hayatın esaslı sorunlarına ilişkin görüşleri sorulduğunda onların da pragmatist, reel-politikten yana, liberal, “ortalama” bir çözüm üretme hastalığından kendilerini bir türlü alıkoyamamaları, gerçekten modernizmin düşünen(?)lerimizi bile nasıl kendi sarmalı içine aldığına ilişkin trajedik bir durumu gözler önüne sermektedir. İdeolojik kölelik öylesine kök salmış ki; artık aldananı da -farkında olmadan- aldatır duruma düşürmektedir. İşte yine böylesi bir trajedinin yaşandığı zaman dilimlerine şahit oluyoruz. Makalemize verdiğimiz başlıktan anlaşılacağı üzere mesele bölünmenin arafesinde olan Sudan meselesidir. Günlerdir, görsel ya da yazılı medyada bu mesele teknik detayları, oyunun aktörleri açısından tartışıldı, yazıldı ve gelecek öngörülerinde bulunuldu. Bizler konuyu bu açıdan ele almayacağız.
Bu noktada, modernizm eleştirisi yapan Müslüman aydınlarımızın da bu büyük fotoğrafı görmezden gelerek eleştirilerini salt giyim kuşama, marka düşkünlüğüne, kısa-
Hayatlarında bağlı kalmakla yükümlü oldukları şer’î hükümleri sadece taharet,
17
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Coğrafyanın İlmihali
abdest, namaz, vs. gibi “ilmihal” düzeyine indirgeyen yaygın anlayışa bir ironi olsun diye bu başlığı kullandık. Zira Müslümanlar başta kanaat önderleri olmak üzere taharet ve kişisel ibadet meselelerinin dışındaki meselelere, şer’î hükümler zaviyesinden bakmayı unutalı uzun zaman geçti. Bundan dolayı bizler şu sorular çerçevesinde meseleye İslamî bir bakış sunmak istiyoruz:
Temel bir prensip olarak İslam’da araziler, statülerini başlangıçtaki fethediliş biçimlerine göre almaktadır. Buna göre, arazi ile ilgili fıkıh kitaplarında yer alan hükümleri incelediğimizde arazilerin üç kategoriye ayrıldığını görmekteyiz. Bunlar: · Öşür Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi kabul ettiği araziler.
· Haraç Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi “İslam toprağı” diye bir olgu var mı? Varsa kabul etmediği fakat toprakları sulh yolu ile fetnedir? İslam toprağından ödün verilebilir mi? hedilmiş araziler. Müslüman toprağı üzerinde hele taraflarının · Haraç Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi ABD ve “İsrail” gibi devletler ya da bu devletlekabul etmediği ve savaşarak fethedilen araziler, rin çıkarlarına hizmet ettiği açıkça bilinen BM, topraklar. Dünya Bankası ve Uluslar Arası Ceza Mahkemesi gibi Bu üç arazi ile ilgili hüTemel bir prensip olarak İslam Ümmeti’ne düşman kümlere gelince; İslam’da araziler, statülerini olan aktörler ile diplomatik · Halkının İslam’a girmebaşlangıçtaki fethediliş görüşme yapılabilir mi? Kıbiçimlerine göre almaktadır. yi kabul ettiği topraklarla ilgisaca coğrafyanın ilmihali var li hüküm şöyledir: mı? Varsa nedir? Buna göre, arazi ile ilgili “İnsanlarla “Lailahe fıkıh kitaplarında yer alan Mısır’ın, Amr b. el-As illAllah Muhammed’un hükümleri incelediğimizde RadiyAllahu Anh tarafından Rasulullah deyinceye kaarazilerin üç kategoriye 639’da fethedilmesinden dar savaşmakla emrolunayrıldığını görmekteyiz. sonra İslam, Sudan’a daha dum. Şayet bunu söylerlerBunlar: Öşür, Haraç (Sulh çok Müslüman tüccarlar se canlarını ve mallarını aracılığıyla ulaştı. İlerleile), Haraç (Fethedilen). benden korumuş olurlar.” yen yıllarda, 1172’de Salahadis-i şerifince kendi rızaları haddin Eyyubî’nin kardeşi ile İslam’a giren halklar, mallarını ve canlarını Turan Şah ve 1260’da Melikü’l-Muzaffer korumuş olurlar. Menkul-gayrimenkul bütün lakaplı Memlük Halifesi Baybars, bugünkü malları onların mülkiyetinde kalır. Bu araziler, Sudan topraklarına fetihler düzenlediler. Bu bireysel mülkiyeti devam eden ve tapulu olan fetih hareketleri ile birlikte İslam, Sudan’da arazilerdir. kuvvetlenmeye başladıysa da nihaî olarak 1821’de Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali · Halkı İslam’a girmeyip de sulh yoluyla topPaşa tarafından Osmanlı İslam Devleti’nin raklarını teslim etmişse o zaman yapılan anlaşma sınırları içine katılmıştır. gereğince araziler hükmünü alır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: Sudan’ın İslam’ın egemenliğine girmesi ile ilgili bu bilgileri paylaştıktan sonra şu “İleride siz bir toplulukla savaşacaksısoruyu soralım: Bir toprak İslam toprağı hüvinız, onlar mallarını bazı durumlarda kalyetini ne zaman alır? kan olarak kullanmak suretiyle canlarını Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
18
Coğrafyanın İlmihali
ve ailelerini koruyacakleri de Ömer RadiyAllahu Görüldüğü gibi, İslam arazi lar ve sizinle sulh anlaşAnh’i destekledi. hukukunda, araziler savaşla ması yapacaklardır. Bu Müzakereler sonucunya da savaşsız elde edilen takdirde onlardan yaptıda Ensar’ın ileri gelenlearaziler olarak belli bir statü ğınız anlaşmanın dışında rinden on kişi şûrâ için kazanmaktadır. Bu arazilerin bir şey istemeyin. Çünkü çağrıldı. Şûrâ, Ömer Radimülkiyeti kamunundur. bu sizin için helal olmaz.” yAllahu Anh’i dinledikten Bu şekilde gayri Müslimleve işi müzâkere ettikten rin elinde kalan araziler “Haraç arazisi”dir. sonra, Ömer RadiyAllahu Anh’in içtihadına · Toprakları zorla fethedilmiş arazilerle ilgili uydu. Yani bu bölgelerin arazileri, (mülkihüküm ise -ki bizim konumuzla ilgili olan da bu yeti Müslümanların olmak üzere işletme tür arazilerdir- şu şekildedir: yetkisi) gayr-i Müslim olan eski maliklerinin elinde bırakıldı. Kendilerine arazilea) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırari için haraç vergisi, şahısları için de cizye kılır ve halk İslâm’a girince bunlar öşür arazisi bağlandı. Böylece bu topraklar haraç arazisi olur. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke statüsüne girdi. Ömer RadiyAllahu Anh’in arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur. bu uygulamasıyla arazilerin geliri Müslüb) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dörmanlar için harcanacak şekilde bir statüye dü gazilere, beşte biri Beytu’l-Mâl’e bırakılır. أَنَّ َما kavuşturuldu. (Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Anَ َّ ِ ِ ِ ٍ ِ امى ت ْي ل ا و ى ب ُر ق ل ا ِي ذ ل و ول َّس ِلر ل و ه س م خ ه ل ل ن أ ف ء ي ش ِّن م م ت ِم ن غ ْ ّ َ َ َ ُ ُ َ ُ َ َ َ َْ ْ ُ َ َُ َ siklopedisi, Arazi maddesi) Buna göre bu arazilerin ْ ِ السب ِيل ِ …“ َوال َْم َساكele geçirdiğiniz gan َّ ِين َو ْاب ِن mülkiyeti bütün Ümmet’in yani kamununmet mallarının beşte biri Allah’a, Rasul’e, dur. Rasul’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara Görüldüğü gibi, İslam arazi hukukunda, ve yolda kalanlara aittir…” (el-Enfal 41) Böylearaziler savaşla ya da savaşsız elde edilen ce bu topraklar Müslüman gazilerin mülkü ve araziler olarak belli bir statü kazanmaktaöşür arazisi olur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi dır. Bu arazilerin mülkiyeti kamunundur. ve Sellem zorla fethedilen Hayber arazisini eski Devlet, yararlanma hakkını -Ömer RadiyAlsahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördülahu Anh’in uygulamasında olduğu gibinü bu gazveye katılan gazilere, beşte birini ise haraç vergisi karşılığında eski sahiplerine Beytu’l-Mâl’e tahsis etmiştir. verebilir. Devlet buradan elde ettiği gelirleri c) Ömer RadiyAllahu Anh’in ilk olarak Suyine kamunun ihtiyaçlarını karşılamak üzeriye ve Irak toprakları için ortaya koyduğu içtire harcar. hadı, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları Yukarıda arazilerin statüsü hakkında hakkında uygulanan genel kaide olmuştur. Irak, özet bilgileri verdikten sonra, Sudan topSuriye ve Mısır toprakları fethedilince Zubeyr, raklarının savaş sonrası elde edildiği gerçeAbdurRahman b. Avf ve Bilal RadiyAllahu ğini de göz önünde bulundurduğumuzda, Anhum ile aynı görüşü paylaşan bir grup Sabu topraklar ile ilgili şer’î hüküm açıklığa habi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile kavuşmuş olur ki, o da şudur: Sudan topRasulullah’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi rakları mülkiyeti bütün Müslümanlara ait olan dağıtılmasını istediler. Halife Ömer RadiyAllaharacî arazilerdendir. Yani bu araziler kamu hu Anh, bu teklifi kabul etmedi. Muaz b. Cebel malıdır. Ümmet’in ortak mülküdür. Hatta ve Ali RadiyAllahu Anhum gibi Sahabe büyük-
19
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Coğrafyanın İlmihali tüyü bitmemiş, henüz doğmamış Müslüman nesillerin dahi hakları vardır. Bundan dolayı hiçbir otorite, devlet yetkilisi bu arazilerin mülkiyetini verme veya kısmen dahi olsa vazgeçme hakkını kendinde göremez. Bu şekilde, bir kere İslam toprağı olmuş bir beldenin, Müslüman toprağından koparılmasının bir tek yolu vardır ki; Müslümanların bedenlerinin çiğnenerek paramparça edilmeleridir. Bir Müslüman toprağı ancak yeryüzünde onu savunacak bir tek Müslüman kalmayınca Müslümanların elinden çıkabilir. İslam’da toprağın hükmü, mülkiyet hakları ve tasarruf yetkisi ile ilgili hükümler bunlardır.
bir söz, yetki, statü, vs. hakkına sahip değildir. Elbette bu hüküm, sadece parçalanmanın arafesinde olan Sudan için geçerli değildir. Bu hüküm fiilî ya da kapitalist siyaset ve politikalarının uygulanmasıyla dolaylı olarak işgal altında olan bütün Müslüman coğrafyalar için geçerlidir. Müslümanlara ve onların yöneticilerine düşen, behemehâl bu toprakları İslam’ın hükmüne döndürmek ve İslam’ın hükmünü bu coğrafyalarda geçerli kılmaktır. Hal böyle iken referandumdan birkaç gün önce güney bölgesini ziyarete giden Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir ayrılıpayrılmama noktasındaki kararı verecek olanın Güneyliler olduğunu, ayrılma kararı verecek olsalar dahi kendilerinin Güney’in kalkınması için ellerinden geleni vereceklerini söylüyordu. Neredeyse “Ayrılın…” demeye getiriyordu. Buradan sormak istiyorum: “Kimin malını, mülkünü veriyorsun sen!! O topraklar, Müslümanların tertemiz kanları dökülerek fethedildi. Çok merak ediyorum, acaba Ömer Beşir’in evinin bahçesindeki tavuğa “kışş” deseniz, bu kadar soğukkanlı davranır mı? Söz konusu bir Müslüman toprağı… Hem de Türkiye kadar yüz ölçümüne sahip bir toprak. Kendi Müslüman halkını ve İslam Ümmeti’ni de sürece hazırlamak için Ömer Beşir, referandum öncesi şu demeçleri verdi:
Peki, Müslüman toprağı üzerinde hele taraflarının ABD, İngiltere ve “İsrail” gibi devletler ya da bu devletlerin çıkarlarına hizmet ettiği açıkça bilinen BM, Dünya Bankası ve Uluslar Arası Ceza Mahkemesi gibi İslam Ümmeti’ne düşman olan aktörler ile diplomatik görüşme yapılabilir mi? İslam Ümmeti’ne düşmanlığı ile bilinen ABD, “İsrail” ve kimi küresel kuruluşlarla Ümmet’in mülkü üzerinde diplomatik ilişkiler geliştirmek, Müslüman toprağını pazarlık konusu yapmak kesinlikle caiz olmadığı gibi bu hadise tarihe bir ihanet olarak kaydolacaktır. Rabbimiz şöyle buyurdu: ال ً ِين َسبِي َ ِين َعلَى ال ُْم ْؤ ِمن َ َولَن َي ْج َع َل اللّ ُه لِْلكَافِر
“Güney ayrılırsa -Sudan’ın geri kalanındaŞeriat’a geçeriz.” Bu söz, ne büyük cürümdür. Yani Allah’ın Şeriatı ile yönetilme noktasındaki İslamî talebi, Müslüman toprağı
“Allah kâfirlere müminler üzerinde bir yol (egemenlik) edinmelerine asla izin vermez.” (en-Nisa 141) Yani kâfirler, ne müminler ne de onların toprakları üzerinde herhangi Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
20
Coğrafyanın İlmihali satmak ve Müslümanları Allah’ın diniyle aldatmak. Ömer el-Beşir’in Şeriatı uygulama diye bir düşüncesi varsa Güney’le, Müslüman toprağı ile ilgili Şeriat’ın gereklerini yerine getirmesi gerekmiyor mu?!
sökerek tarihin çöp sepetine atacak ve topraklarımızda Ümmet’in refahını temin edecek şekilde İslam’ın siyasetini uygulayacak olan Müslümanların Halifesi’dir. İşte Osmanlı İslam Devleti’nin en zayıf/ hasta olduğu dönemlerde Halifesi II. AbdulHamid, Filistin’e -bırakın sahip olmayı- kutsal mekânları ziyaret ettikleri sırada konaklamak üzere kendilerine kanton bir bölge tahsis etmesini isteyen Yahudilerin bu küstah politikalarına karşı nasıl bir siyaset izliyor.
Bir de, burada değinmeden geçemeyeceğim; elim bir hadise olan Mavi Marmara olayının ardından Konya’da halka hitaben yaptığı heyecanlı konuşmasında “Konya’nın kaderi neyse, Gazze’nin kaderi de odur!” diyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Erdoğan, neden Güney Sudan’ın kaderi ile Konya’nın kaderi aynıdır, demiyor. Bunu Siyonizm’in fikir babası olarak bilinen demediği gibi şimdiden Güney Sudan’a Teodor Hertzl, kendilerine Filistin’de topgönderilen Türk Konsolosu, rak verilmesi için Sultan II. referandum sonrası gelişmeAbdulHamid’le görüşmeler ...Müslüman beldelerde lere hazırlık yapıyor. yapmak istemiştir. Osmanlı
uygulanan sömürge
Halifesi AbdulHamid onİngiliz sömürge yönesistemlerini sökerek larla görüşmeyi dahi kabul timinin Sudan’ı terk ettiği tarihin çöp sepetine etmemiştir. Bunun üzeri1956’dan beri, başta İngilatacak ve topraklarımızda ne Yahudi heyeti Başbakan tere olmak üzere ABD ve Ümmet’in refahını temin Tahsin Paşa yoluyla teklif“İsrail”in güneyi bölme edecek şekilde İslam’ın lerini iletmişlerdir. Yahudiplanını uyguladığı bilinen siyasetini uygulayacak ler 1902 yılında Tahsin Paşa bir şey. Özellikle “İsrail”in olan Müslümanların yoluyla Padişah’a ilettikleri -ayrılıkçı hareketleri destektekliflerinde şunları bildiriHalifesi’dir. lemesi vs.- Sudan’ın güneyorlardı: yinin parçalanması noktasında sistemli bir politika izlediği herkesçe Yahudiler aşağıda bulunan hususları tamalum. Gazze konusunda “İsrail”le -sözüm ahhüt ederler: ona- gerilimi göze alan Türkiye yöneticile1. Osmanlı Devleti’nin otuz üç milyon İnri, neden Sudan’ın bölünmesi karşısında giliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödesus-pus beklemektedirler?! Yoksa Türkiye meyi, kadar yüzölçümüne sahip Güney Sudan, 2. İmparatorluğu korumak için 120 milyon Gazze kadar değerli değil mi? Yoksa Gazze altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı, meselesi, Türkiye’nin Amerikancı politikalarını kamufle etmek için şimdilik yeterli bir 3. Devletin malî durumunu canlandırmak malzeme mi? için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Statüsü şer’î hükümlerce belirlenmiş olan topraklarımızı, kâfirlerin necis varlıklarından temizleyerek birleştirecek, Müslüman beldelerde uygulanan sömürge sistemlerini
Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin’e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Ya-
21
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Coğrafyanın İlmihali hudilerin Kudûs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır. Sultan II. AbdulHamid’e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında Siyonizm’in babası, Hertzl vardı. İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinden biri olan Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu. Yahudilerin bu teklifine Sultan II. AbdulHamid’in cevabı şu olmuştur:
Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması, Filistin’in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem.” Sultan II. AbdulHamid, hatıralarında da Yahudilerin Filistin’e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. AbdulHamid:
“Tahsin! Onlara de ki: Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka “Yahudiler, Avrupa’da Doğu’da olduğundevletlerin de borçları vardır ve borçları onlara dan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple zarar vermemektedir. Kudûs-i de birçok Avrupalı devlet çok Şerif’i ilk önce Hz. Ömer Raartmış olan Semit (Yahudi) ...Fakat ben sağ diyAllahu Anh fethetmiştir. ırkından kurtulabilmek için olduğum müddetçe Burayı Yahudilere satma kara Yahudilerin Filistin’e mubedenimin neşterle lekesini ve Müslümanların kohaceretini iyi karşılayacakyarılması, Filistin’in rumam için bana tevdî ettiklelardır. Fakat bizim memlekeİmparatorluğumdan ri emanete ihanet etme suçunu timizde kâfi Yahudi vardır. koparılmasından benim yüklenemem. Yahudiler, malEğer Filistin’de Müslüman için daha kolay bir larını kendilerine saklasınlar. Arap unsurunun faikıyetini hadisedir. Bu imkânsız Devlet-i Âliye’nin İslam düş(üstünlüğünü) muhafaza etmanlarının mallarıyla yapılan bir şeydir. Ben daha sağ mesini istiyorsak, Yahudilekalelerin arkasına sığınması iken bedenimizin üzerinde rin yerleştirilmesi fikrinden mümkün değildir. Emret çıkotopsi yapılmasına asla vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde sınlar! Bir daha benimle gömüsaade edemem.” yerleştirildikleri yerde çok kısa rüşmeye veya buraya girmeye zamanda bütün kudreti elde uğraşmasınlar.” edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarınimzalamış oluruz... Siyonistler Filistin’de yalda, Sultan II. AbdulHamid’in kendilerine şu nız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, cevabı verdiğini yazmaktadır: siyasî temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar.” “Doktor Hertzl’e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak İşte Osmanlı Hilafet Devleti’nin Halidahi veremem. Orası benim kendi mülküm defesi AbdulHamid, Yahudilerle bu konuda ğil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için görüşmeyi dahi kabul etmeyerek bu konusavaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler da gerekli olan şer’î hükümler doğrultumilyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gesunda hareket etmiştir. Gerçekte mülkiyeti lir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Ümmet’in tümüne ait olan Müslüman topYahudiler, Filistin’i para ödemeden alabilirler. rağı üzerinde Ümmet’in düşmanları ile dip-
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
22
Coğrafyanın İlmihali lomatik hiçbir ilişki içine dahi girmemiştir.
onur ve haysiyetlerine ancak Allah’ın indirdikleri ile hükmedecek olan bir Halife sahip çıkabilir. Çünkü O, Ümmet’in maslahatlarına iman saikiyle sahip çıkacaktır. Kendisine yüklenen emanete ihanet ettiğinde huzur-u İlahî’de, Yüce Divan’da işlediği cürümlerden dolayı Rabbine hesap vereceğinin bilincindedir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
Cennet mekân AbdulHamid’in meseleyi ölüm-kalım meselesi olarak değerlendirdiğini ise şu sözlerinden anlayabiliyoruz: “Ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması, Filistin’in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem.”
َّ ٌّ وت وُهو َغ اش ُ ي ُم ً ْ َما م َ ي ْس َت ْرِعي ِه الل ُه َرِعيَّة ٍ َ ِن َع ْبد َ َ ُ وت َي ْوَم َي ُم عليه الجنة اهلل ِرِعيَّ ِت ِه إال حرم َل “Allah kime bir yöneticilik verir de, o öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölürse, Allah ona Cenneti haram kılar.” (Muslim 142)
Ayrıca AbdulHamid’in Müslüman toprağını şu ya da bu sebeple gözden çıkartmanın kelimenin tam anlamıyla Ümmet’in emanetine ihanet etmek anlamına geleceğini şu sözleri ile anlamış bulunuyoruz:
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ويتقى به، يقاتل من وراءه، جنة اإلمام إنما
“Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar.”
“Kuşkusuz İmam, kalkandır. Ancak onunla (düşmanlara karşı) savaşılabilir. Ancak onunla (canlar, servetler, topraklar) korunulabilir.” (Buharî, Muslim)
İhanete denk, bu elim hadise, Sudan’ın güneyinin kirli bir referandum sonucunda Ümmet’ten gasp edilmesi ile birlikte bir kez daha anlamış oluyoruz ki, Ümmet’in emanetlerine, canlarına, mallarına, servetlerine,
ِ لِ ِمث ُون َ ْل َهذَا َفل َْي ْع َم ْل ال َْعا ِمل “Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsın.” (es-Saffat 61)
23
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Hakkı EREN
B
azı bilgiler vardır ki, onların asla unutulmaması gerekir. Gelişen bütün olaylar, o bilgilerin üzerine intibak edilmeli ve değerlendirme, o bilgilerin oluşturduğu zaviyeden yapılmaya çalışılmalıdır. Bu bilgiler İslam hükümleri olduğu gibi, aklın ortaya koyduğu yalın gerçekler de olabilir. İşte bu bilgilerden yola çıkarak Tunus’ta ortaya çıkan karmaşayı ve arkasında neler olabileceğini irdelemeye çalışalım.
rı neticesinde göstermelik savaş ve yapay kahramanlar eliyle de bu işgallerden kurtulmuşlardır. Fakat bu bölgelerden kalkan sadece askerî işgaller olmuş, siyasî işgaller ise iyice kalıcı hale getirilmiştir. Müslümanların özellikle Hilafet varken sahip olduğu güçten korkan Batılı kâfirler, bu vakıayı bir daha yaşamamak adına, kültürel ve fikrî işgallerini halen daha sürdürmektedirler. İşte Tunus da bu işgali yaşamış ülkelerden biridir. Sömürgeciler bu ülkeden çekilirken sadece askerlerini çekmişler, yerlerine manda valisi konumunda olan yöneticiler bırakmayı ihmal etmemişlerdir. Bir de askerî kuvvetleri kendilerine tam bağlı hale getirmişlerdir. Halkının %99’unun Müslüman olduğu bir ülke olan Tunus, Arap coğrafyasında Anayasası laik olan tek ülkedir. Nasıl bir yönetim anlayışına sahip olduğunun ve halkına hangi gözle baktığının anlaşılması için şu veriler yeterlidir: Tunus’ta 30 bin asker bulunurken, 120 bin polis bulunmaktadır. Yani aynen Türkiye’de olduğu gibi halk,
Sömürgecilik, Batılı kâfir devletlerin adeta aslî işi olmuştur. Kapitalizm’in felsefesi gereği bu kaçınılmaz bir olgudur. O yüzden batılı kâfir devletler, coğrafî keşifler neticesinde keşfedilen bölgelere, bir takım fennin dışında zulüm, talan ve sömürü götürmüşlerdir. Dönemin, güneşi batmayan imparatorluğu olan İngiltere, bu alanda en büyük sömürgeci devlet olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, O’nun hâkimiyeti altında bulunan coğrafyalar askerî işgallerle tanışmışlar, daha sonra yine kâfirlerin sinsi planlaŞubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
24
Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur potansiyel düşman olarak görülmekte ve kamusal alanlarda İslamî hükümlerin uygulanmasına izin verilmemektedir. Bu hikâye bizlere hiç de yabancı gelmiyor değil mi? Bu gerçeklerden yola çıkarak şunu söylemek mümkündür. Tunus, Fransız işgalinden dolayı kültürel olarak Fransız kültürünü taşımakla birlikte, Fransız askerî sömürgeciliğinin topraklarından çıkmasından sonra yine İngiliz ve Fransız nüfuzuna boyun bükmüş bir ülkedir. Aynen Orta Doğu’daki diğer bazı ülkeler gibi…
düzeni, Avrupalı devletleri, kendi sömürü kalelerini korumaya ve sağlamlaştırmaya itmiştir. Bu nedenle İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ülkeler, çağın ve konjonktürün gerektirdiği üzere bir takım değişiklikler yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Zira bu yeni dünya düzeninde, artık diktatör rejimlere yer bulunmamaktadır. Bu minvalde mevcut coğrafyalarda bazı yönetim değişikliklerinin olması kaçınılmazdır. Dünya artık diktatörlük vb. gibi yönetim şekillerini kaldırabilecek durum ve şartlarda değildir. O yüzden bu türden yönetimler, ya Amerika’nın baskıları ve sistemli planları neticesinde değişime zorlanacak, ya da İngiltere gibi mevcut sömürgeci ülkeler bu tehlikeyi bertaraf edecek değişiklikleri kendileri gerçekleştireceklerdir.
Fakat daha sonra dünya sahnesine güçlü bir giriş yapan Amerika, bu planları darbelerle ve siyasî çekişmelerle değiştirmeye çalışmıştır. Bazı ülkelerde başarılı olmuş, bazılarında da Tunus, Fransız işgalinden halen başarılı olmak için çaMuhakkak ki Avrulışmaktadır. İşte Tunus bu dolayı kültürel olarak palı sömürgeci ülkeler, ülkelerden biridir. Tunus’a Fransız kültürünü Amerika’nın Tunus’a, hattesir etmeyi planlayan taşımakla birlikte, Fransız ta tüm Kuzey Afrika’ya Amerika, seksenli yılların askerî sömürgeciliğinin ciddî bir önem verdiğinin sonunda 61 milyon dolar topraklarından farkındadırlar. İşte bunun tutarında cömert güvenlik çıkmasından sonra yine içindir ki Avrupalılar, daha yardımları vermeye başİngiliz ve Fransız nüfuzuna önce Tunus’taki otoritenin, lamıştır. Ayrıca Amerikan boyun bükmüş bir ülkedir. kendi siyasetleri ışığıneski Başkanı Bill Clinton’ın da hareket eden Habib 1995’te Tunus duvarını delBurgiba’dan alınıp onun güvenini kazanmış me girişimi de başarılı olamamış ve döneolan Zeynelâbidin’e aktarılmasını tertiplemin Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı dikleri gibi, benzer şekilde şimdi de otoriPellitro’nun çabaları boşa çıkmıştır. Fakat tenin Zeynelâbidin’den alınıp yine kendiledaha sonra Amerika’nın bölgeye bakışı rine bağlılığını sürdürerek ona halef olacak farklı bir hal almış ve BOP çerçevesinde bölkişiye aktarılmasını tertiplemektedirler. ge devletlerine sunduğu reformların gerçekleştirilmesine dönük baskılarını daha da artırmıştır. 11 Eylül hadisesi de bu sürecin başlamasına vesile olmuştur. Fakat tüm bu çalışmalara rağmen Amerika, Tunus’ta somut sonuçlar elde edememiştir.
Tunus’da meydana gelen olaylar, işte bu türden bir değişimin tabanını oluşturmak için tertiplenmiştir. Zira yaptığı zulüm, katliam ve baskılar had safhaya ulaşan Zeynelâbidin bin Ali, artık yaşlanmıştır ve bu değişimi algılayabilecek birisi değildir. Aynen Habib Burgiba ile değiştiği gibi, o da şimdi yeni halefi ile değişecektir. Bu geliş-
Amerika’nın özgürlükçü, yenilikçi ve ılımlı İslam sentezi ekseninde uygulamaya çalıştığı bu baskılar ve değişen yeni dünya
25
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur melerden yola çıkarak farklı bir devrim beklemek çok yanlıştır. Burada tam bağımsız bir halk hareketinden bahsetmek de mümkün değildir. Zira yapısı ve anlayışı itibariyle Türk ordusuna benzeyen Tunus ordusu, gelişen olaylara müdahale etmemiş ve seyretmekle yetinmiştir. Şu da unutulmamalıdır ki Tunus, gerçek bir halk hareketini çok kanlı bir şekilde bastıracak kadar acımasız yöneticilerin ve komutanların yaşadığı bir ülkedir. Değişen büyük ihtimalle sadece Zeynelâbidin bin Ali ve onun yönetim anlayışı olacak gibi gözükmektedir. Zira yeni hükümet modellerinde Zeynelâbidin ile görev yapan önemli isimlerin yer alması buna bir delildir.
Bakanlığı gibi kilit konumları kendisine teslim edecek kadar Kemal Mercan’a güvenmektedir. Uzun yıllardır üstlendiği yurtdışı görevlerinden dolayı, devletlerarası toplumda meşhur ve saygın bir konuma da sahip olmuştur. En önemlisi Tunus devletinin iç politikalarından uzak olmasından dolayı, -her ne kadar bilhassa Birleşmiş Milletler önünde yaptığı konuşmalarda ülkesini savunmuş olsa da- Tunus devletinin halkına ve ülkesi-
ne karşı işlediği zulümlere ve cürümlere adı doğrudan karışmamıştır. Bu bakımdan yerel ve devletlerarası düzeyde kabulünün daha rahat ve daha kolay olması mümkündür. Bu yüzden Zeynelâbidin bin Ali’den boşalan makama onun geçmesi de olasılıklardan biridir. Ancak ister Kemal Mercan olsun, ister Kallal, isterse de Gannuşî, değişen sadece üslup olacaktır. Çünkü eksen de, zihniyet de aynıdır. Bu sebeple Tunusluların dikkatli hareket etmesi gerekir.
Tüm bu yaşanan olayların ardından “Muhammed Gannuşî” ve diğer azgın bir mücrim olan “Abdullah Kallal” Tunusluların yarasına merhem olmayacak, hatta tam tersine kanayan yaralarını daha da çok acıtacaktır. Her iki isim de zalim Zeynelabidin bin Ali ile zamanında çalışmış ve aynı zalimane uygulamalarda bulunmuş olan kişilerdir. Tunus’ta dikkat edilmesi gereken isimlerden bir tanesi de eski Savunma Bakanı en son ise Dışişleri Bakanlığı ile meşgul bulunan “Kemal Mercan”dır. Kemal Mercan, Tunus’ta oldukça yetkin bir diplomattır ve yurtdışı görevleri ile şöhret kazanmıştır. Bir de Zeynelâbidin bin Ali ile nesep, akrabalık ve aşiret bağı vardır. Her ikisi de Hammân Sûse şehrindendir. Kemal Mercan’ın hanımı, Zeynelâbidin’in bacısının kızıdır. Üstelik tilki kurnazlığı ve İngiliz siyasî şirreti ile meşhur Zeynelâbidin, Savunma ve Dışişleri Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Tunus’ta meydana gelen olaylara bu pencereden bakmak gerekir. Meselenin daha net anlaşılması için Türkiye’den örnek verecek olursak, CHP’deki yönetim ve üslup değişikliğini gösterebiliriz. CHP, AKP iktidarı karşısında varlık gösterebilmek için yeni bir değişimi zorunlu görmüştür. Ancak CHP, Deniz Baykal gibi eski bir yüzle yenilenemeyeceği gibi, Önder Sav gibi bir zihniyetle de asla üslup değiştiremezdi. Bu sebeple AKP’nin daha fazla güçlenmemesi ve en azından tek başına iktidar olmaması için zoraki de olsa bir değişiklik gerçekleştirilmiş ve bu iki isim CHP’den uzaklaştırılmıştır. Bu min-
26
Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur valde Amerika’nın dünyada sahip olduğu konumundan rahatsız olan Avrupalı ülkeler de, mecburen de olsa hareket tarzlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali ile bu değişikliklerin olmayacağını ve kimsenin de buna inanmayacağını bildikleri için de oyuncusunu değiştirmişlerdir.
bu doğal atmosferi değerlendirmek isteyen sömürgeci kâfirler; Yemen, Ürdün, Libya, Cezayir, Suudi Arabistan gibi ülkelerde hegemonya mücadelesine karşılıklı olarak devam edeceklerdir. Tüm bu üslup değişiklikleri sorunlara çözüm getirmeyeceği gibi, Kapitalizmin ister diktatör, isterse ılımlı siyaset güden yönetim anlayışları, asla insanlara refah sağlamayacaktır. O yüzden de bu yönetimlerin hepsi bir gün yıkılmaya mahkûmdur. Türlü oyun ve hilelerle, halklarını sokaklara dökerek, yapay çatışma ortamları oluşturarak hâkimiyetlerini pekiştirmeye çalışan bu yöneticiler, çok yakında gerçek bir inkılâpla karşı karşıya kalacaklardır. Gün gelecek eskiden olduğu gibi bu coğrafyalar tekrar İslam nizamı ile şereflenecek, huzura ve refaha kavuşacaklardır. Allah’ın izni ile örümcek ağı misali olan bu diktatör rejimler yıkılacaktır ve o günler Allah’ın izniyle çok yakındır…
Ancak medya tarafından “yasemin devrimi” olarak adlandırılan bu ayaklanma, sanki Avrupalılar tarafından kasıtlı olarak uzatılmakta ve olayların diğer komşu ülkelere sıçraması istenmektedir. Özellikle de Amerika’nın bölgedeki baş aktörü olan Mısır’a. Çünkü İngiltere ve Fransa gibi Avrupalı ülkeler, Mısır’ın bölgedeki ABD yanlısı siyasetinden oldukça rahatsızdır. Bölgeye baktığımız da “İsrail”den sonra en çok Amerikan yardımı alan ülkenin Mısır olduğu görülecektir. Zalim Mübarek’in yaşı ve durumu da, bu hamleleri cesaretlendirmektedir. Ayrıca Arap ülkelerinde oluşan
27
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
ÜSTÜNLÜK HUKUKTA MI, MEDYADA MI? Ahmet SİVREN
H
izbullah mensuplarının CMK 102. Madde kapsamında 10 yıllık tutukluluk sürelerinin ardından, tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmeleri, gündemi bir hayli meşgul etti. Özellikle Laik medya ve CHP zihniyetinin veryansın etmesiyle, serbest bırakılanların bir kısmının da içerisinde olduğu daha fazla sayıda kişi gözaltına alınarak tutuklandı.
taşmakta, kalplerinde olan ise daha fazladır. Fakat bu türden zulümlere maruz kalmış ve kalanların da destekçisi olacağını beyan eden AKP, burada daha net bir tavır ortaya koymalı ve yapılan hukuksuzluklara, Müslüman kardeşlerine yapılan bir zulüm olarak ses çıkarmalıydı. En azından hukukun genel normlarının esasî bir kaidesi olan adaletin tesisi açısından ses çıkarmalıydı.
Bizler KöklüDeğişim ailesi olarak, CHP zihniyetinin ve Laik medyanın bu çığırtkanlığının, Türkiye’deki yargı sistemi üzerinde ne kadar etkili olduğunu zaten biliyorduk. Zira 2005 senesinde izin alınarak yapılan basın açıklamamızın akabinde, bu zevat “Başkentin Göbeğinde Hilafet İstediler” veryansını ile yargı mekanizmasını harekete geçirmiş ve ertesi günün sabah namazı vaktinde kolluk kuvvetlerini operasyona sevk etmişti.
Ama öyle olmadı. Maalesef AKP Hükümeti, çığırtkanların vaveylasına karşı duramayarak onların hezeyanları yönünde eğildi. İşte en son, Hizbullah operasyonları… Hacı İnan, Doğru Haber Gazetesi yazarı Mehmet Eşin ve STK’lara yapılan yeni operasyonlar… Hacı İnan, tahliye olduktan sonra kendisinden istenen haftalık karakol imzasını attığı halde bu sefer yeni bir dosyadan dolayı tutuklandı. 10 yılı aşkın bir süredir kesinleşmemiş iddialar yüzünden tutuklu bulunacaksınız, hem de bu 10 yılın sonunda yine yasal düzenlemeler çerçevesinde tutuksuz yargılanmak üzere
Bu CHP’nin, bu Laik medyanın, bu yargının nasıl bir anlayışla hareket ettiği her yönüyle ayın on dördü gibi ortadadır: İslam’a ve Müslümanlara karşı kinleri ağızlarından Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
28
Üstünlük Hukukta Mı, Medyada Mı? serbest bırakılacaksınız ama bir hafta sonrasında yeniden gözaltına alınacaksınız. İşte bu katmerli bir zulümdür. Zira kişi eğer suçlu ise, hükmünü kesin ve cezasını verin. Yok, eğer suçsuz ise, o halde serbest bırakın ve dosyayı kapatın. Ama öyle olmuyor maalesef… Türkiye Cumhuriyeti’nde taraflar, hep işlerine geldiği zaviyeden bakıyorlar hadiselere.
arasında zulüm karşısında bir kenetlenme kendiliğinden zuhur etmeli, zulmü dindirmek için Müslümanlar, diğer kardeşleriyle omuz omuza dayanışabilmelidir… Bugün İslamî Ümmet’in içinde bulunduğu durum, bu minvalde de kendini göstermekte ve Ümmetteki bu parçalanmışlık hali zulmün, günbegün daha da güçlü bir halde mazlumları ezebilme cüretinin sırtını okşamaktadır. Ama bu böyle gitmez; zira zulüm Laik CHP ve medya, Ergenekon Sanığı ebedî değildir. Gerek Hizbullah mensuplaMehmet Haberal’ın hastane odasının savcı rının vakıasında, gerek diğer Müslümangözetiminde polis tarafından aranmasını ların yargılandıkları davalarda ve gerekse utanç verici olarak değerlendirirken, gerek diğer herhangi bir haksızlık-hukuksuzluk Hizbullah cemaatinin olsun, gerek diğer karşısında Müslümanlar başka cemaatlerin olsun, seslerini yükseltmeli ve bu üyelerinin evlerinin sabaGerek Hizbullah konudaki duruşlarını açıkhın 5’inde, kapıları kırılanet bir biçimde ortaya komensuplarının vakıasında, rak, uzun namlulu silahgerek diğer Müslümanların yabilmelidirler. larla, yatak odalarına bile
yargılandıkları davalarda “destursuz” girilmek sureBeşerî hukukta adalet ve gerekse diğer herhangi tiyle aranmasını görmezaramak abesle iştigaldir; den gelebilmektedir. Yine bir haksızlık-hukuksuzluk bu muhakkak! Fakat yine aynı CHP, eğer bir yargı karşısında Müslümanlar beşerî hukukun bile kenkararı Müslümanların lehidi ilkeleri, esasları ve kaseslerini yükseltmeli ve ne çıkarsa ortalığı kasıp kanunları vardır. Bu yasalara bu konudaki duruşlarını vururken, Müslümanların bile uyulmadığı, bu ilkeleraçık-net bir biçimde ortaya aleyhine çıkan kararlarda den bile taviz verildiği, bu koyabilmelidirler. “yargı kararlarına saygılı olesaslardan bile farklı farklı mak lazım” diyerek meseleyi uygulamalar ittihaz edilgeçiştirebilmektedir. Hâlbuki mesele yargı diği bir ortamda, elbette zulüm diş biliyor alanında olan bir konu ise, bırakın buna yardemektir. Haberallar, Cihanerler, Çiçekler, gı karar versin. (Tabii ki yasalar çerçevesinDoğanlar gibi örnekler bir yanda dururken, de. Zira malumdur ki, Türkiye’nin hukuk diğer yanda; “hukuk aleyhlerine işleyenler”, sisteminde de kararlar, çoğunlukla keyfî Müslümanlar duruyorlar. Zira İlhan Cihauygulamalar ve hevaya dayanan içtihatlarla ner davası, 2 ay gibi kısa bir sürede sonuçalınmaktadır. Maddî bir faaliyetleri olmadılandırılırken, Hizbullah dosyası 10 yıldır ğı halde, cezaevlerinde “terör örgütü üyesi” sürüncemede bekletilebiliyor; Mehmet Hayaftasıyla yıllardır tutuklu/hükümlü olarak beral rahatsızlığı(!) sebebiyle özel hastane yatanlar, bu sözümüzün en bariz delilidir.) odasında ağırlanırken, cezaevindeki onlarca tutuklu/hükümlü kanser gibi birçok illetli hastalığın pençesinde kıvrandırılabiliyor, hatta kimi dayanamayıp canlarını
Müslümanların genelinin, zulüm karşısındaki tavırları bellidir. Fikrî ve metotsal farklılıklara rağmen, Müslümanlar
29
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Üstünlük Hukukta Mı, Medyada Mı? ال َ ِس ِط َو َ آمنُوْا كُونُوْا قَوَّام َ ُّها الَّذ َ َيا أَي َ ِين ْ ِين لِلّ ِه ُش َه َداء بِا ْلق َّ َّ َ اع ِدلُوْا ُهو أَق َّ ْوى َواتَّ ُقوْا ُ ُم َش َن ْ َوٍم َعلَى أَال َت ْع ِدلُوْا َ ْر ُب لِلتق َ ْ آن ق ْ َي ْجرَِمنك ُون َ ِما َت ْع َمل ٌ اللّ َه إِ َّن اللّ َه َخب َ ِير ب
teslim ediyorlar. Dursun Çiçek ve Çetin Doğan hadiseleri ise dillere destan! Aynı yargı toplumda o kadar haber yapılmış olmasına, onca deliller ortaya konmuş olmasına rağmen bu şahısları içerde tutmayı bir türlü başaramamışken, Hizbullahçıları bir hafta bile dışarda tutamamıştır.
“Ey iman edenler; adaleti gözeten şahitler olun. Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet edin. Bu, takvaya daha yakındır. Ve Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah; işlediklerinizden haberdardır.” (el-Mâide 8)
Peki, Müslümanlar nereye gitsin ve kimi kime şikâyet etsin? Yargıya gitseler, yargının İstiklal Mahkemeleri’nden beri Müslümanlara takındığı tavır bellidir. Hükümete gitseler, onlar laik Kemalistler kadar cesur değillerdir. Aman bize bulaşmayın yoksa bizim de İslamcı olduğumuzu zannederler diyerek büyük bir korku içerisindedirler. Hâlbuki hangi taraf olunursa olunsun, hukuk’tan bahsedenlerin kendi aleyhinde de olsa adaleti ayakta tutabilmeleri gerekmektedir.
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Başbakan Erdoğan referandum mitinglerinde, “Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü olacak” demişti. Fakat uygulamalarda görüyoruz ki; hukukun değil, medyanın üstünlüğü söz konusudur.
30
İbrahim ER
2
mektedir. Neticede mesele toplumun temel ihtiyaçlarından birisi olan “güvenlik” ihtiyacının ihlal edilmesi ve buna bağlı olarak da “adalet” kavramına olan güvenin sarsılması meseledir. Bu yüzden bu mesele toplumsal bir duyarlılık oluşturmuştur.
011 yılının girmesiyle birlikte, Hükümet ile Yargıtay arasında gerilime neden olan ve sonuçları alenen karşılıklı suçlamalara kadar varan büyük bir yargı krizi gündemdeki yerini aldı. Tutukluluk sürelerini düzenleyen CMK 102. Maddesi çerçevesinde, üzerlerine çok ağır suçların da atılı olduğu ve haklarında mahkemelerce hüküm kesilip Yargıtay sürecini beklemekte olan sanıkların bir kısmı tahliye edilmişlerdir. Bu tahliyeler de doğal olarak toplumsal bir huzursuzlukla birlikte ciddi tepkileri de beraberinde getirmiştir. Çünkü devletin güvenlik birimleri tarafından kuvvetli suç zannıyla yakalanıp adalete teslim edilen insanlar, yine aynı devletin adaleti tesis etmekle yükümlü birimleri tarafından tahliye edilmektedirler. Üstelik bu tahliyelere muhatap olan şahıslar ve yaptıkları iddia edilen suçlar kamuoyunu günlerce meşgul etmişken... Bu meşguliyet, bugün gelinen noktada; devlete karşı suç işleyenlerin, katillerin, canilerin, çete üyelerinin, tecavüzcülerin, gaspçıların, vb. suçluların toplumun içerisine karışması anlamına gel-
“Medenî Hukuk” diye adlandırılan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminin de dâhil olduğu hukuk sistemlerinde, kolluk kuvvetlerinin gözaltı ve sorgu süreciyle başlayıp mahkemelerin kararlarının ardından Yargıtay onayı ile son bulan uzun soluklu bir hukuksal süreç söz konusudur. Bu süreç, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (CMK) 250. maddesi ile tanzim edilen hususlar gereğince tutuklu veya tutuksuz olarak geçirilebilmektedir. Bu yasaya göre; kuvvetli suç şüphesi, suçun niteliği, delillerin karartılma olasılığı ve sanıkların kaçma ihtimallerinin bulunması gibi hususların varlığı, tutuklamaya neden oluşturmaktadır. İşte bu tutuklama sürecinin AB kriterlerine uygun bir hale getirilmesine yönelik yapılan yasal düzenlemelerle tutukluluk sürelerine getirilen sınırlamalar kapsamın-
31
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür 31 Aralık 2010 yılında yürürlüğe girmesi hükme bağlanmıştır. İşte Türkiye’yi büyük bir yargı çıkmazına sürükleyen yasal düzenleme kısaca bu şekildedir.
da, yıllardan bu yana karara bağlanamayan davaların sanıkları tahliye edilmişlerdir. Bu şahıslar, şu an için aynı hukuk çerçevesinde birer “zanlı” konumundadırlar ve üzerlerine atılı “iddialar” vardır yani henüz suçları kesinleşmemiştir. Zaten bizim konumuz da bu sanıkların suçluluğu veya suçsuzluğu meselesi değildir. Bu hususta karar vermesi gerekenler, suç iddialarını ortaya atan hukuk sisteminin yargı mekanizmasıdır. Ancak bu mekanizmayı oluşturan bağımsız yargı(!), bu konuda yıllardan beri bir karar vermeyi başaramamıştır.
Bugün kamuoyunda bu mesele ile ilgili olarak ortaya çıkan tartışmaların üzerine yoğunlaştığı hususlar, asıl bakılması gereken noktayı gölgelemektedir. Toplum bazında ortaya çıkan tepkiler ise bilinçsiz tepkilerdir. Çünkü şu anda konu tamamıyla suçun kimde olduğu noktasında düğümlenmiştir. Suçluyu ortaya koyma işi de, bu işi yapan tarafın sahip olduğu anlayışa göre farklılık arz etmektedir. Mesela, Ulusalcılara göre suçlu Hükümet’tir. AKP yanlılarına göre de suçlu Yargıtay’dır. Bütün meselelerde ve ortaya çıkan bütün problemlerde olduğu gibi suçlu, hep diğer taraftır ve iki tarafın da ortaya koydukları, fikir ve yorum açısından kesinlikle doğrudur. Ancak bu iki taraf; siyasî, ekonomik, askerî, hukukî ve içtimaî alanlar başta olmak üzere hiçbir konuda ortak fikir ve çözümler ortaya koyamamaktadırlar. İki taraf açısından da doğrular çoktur ama bütün uygulamalar toplum açısından fiyaskoyla sonuçlanmaktadır. Bu yüzden yıllardan beri bu toplum, iki tarafın doğruları arasında sırtına vurulan yüklerin oluşturduğu kamburlarla yaşam mücadelesi vermektedir. Sonuçta Ulusalcı ve Liberal anlayışların ortaya koyduğu doğruların bu Ümmet’e vermiş olduğu zararları birkaç cümleyle ifade edebilmek mümkün değildir. Ancak bu doğruların da artık bir Türkiye klasiği olduğunu kabul edip, bu konuda ve diğer bütün konularda kesinlikle itibar edilmemesi gereken safsatalar olduğunu aklımızın bir kenarına yazmamız ve meseleleri değerlendirirken dikkate almamamız gerekmektedir.
Tutukluluk sürelerinin sınırlandırılmasına yönelik yapılan bu düzenleme, tutukluluk sürelerini düzenleyen 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (CMK) 102. Maddesi’nde yapılan değişiklik neticesinde yürürlüğe girmiştir. Madde kısaca şu şekildedir: “Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek 6 ay daha uzatılabilir. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok 2 yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam 3 yılı geçemez. Bu maddede öngörülen uzatma kararları, cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.” Bu maddeye bağlı olarak, terör suçlarını düzenleyen CMK’nın 252. maddesinde de tutukluluk süreleri ile ilgili olarak; “Kanunda öngörülen tutuklama süresi, devletin güvenliğine, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine ve millî savunmaya karşı suçlar ile devlet sırlarına karşı suçlarda 2 kat olarak uygulanır” şeklinde bir ifadeye yer verilmiştir. Yapılan bu değişikliklerin Yürürlük ve Uygulama Şekli hakkındaki kanun da 4 Aralık 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak Kanun’un 12. Maddesiyle, CMK’nın tutukluluk sürelerini belirleyen maddesinin Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Büyük bir yargı krizi olarak karşımıza çıkan bu gelişmenin sebebi, bizzat sistemin
32
CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür kendisidir. İşte üstü örtülmek istenen husus da budur, zaten. Bugün Türkiye’de devletin eğitim sistemi ile adalet mekanizması iflasını ilan eden ilk yapılardır. Bu yüzden dikkatleri suçlu aramak yerine sisteme ve sistemin kurumlarına yöneltmek daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Böylece gerçeklerin üstünün örtülmesi engellenerek toplumun yanıltılmasının önüne geçilecektir.
Görüldüğü üzere bu maddelerin tamamının hedefinde İslam ve O’na samimiyetle bağlı olan Müslümanlar vardır. Daha sonra bu kanunların uygulanma yetkisinin İstiklâl Mahkemeleri’ne verilmesiyle, Hukuk Devleti’nin(!) adalet mekanizması, gelişimini tamamlamıştır. Nitekim bu gelişmelere paralel olarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında süreç sürekli olarak Müslümanların aleyhine işlemiş ve binlerce Müslüman’a irticacı Adalet mekanizmasının işleyişi ve aksakve yobaz damgaları vurularak, özellikle de lıkları ile ilgili sorun, Cumhuriyet ile birlikte İstiklâl Mahkemeleri eliyle çok ağır bedeller kendisini göstermeye başlamıştır. Sadece biödettirilmiştir. Ancak gelişmeler bunlarrer iddiadan ibaret olan “bağımsız yargı, hula sınırlı kalmayacak; o günler için “irtica” kukun üstünlüğü, hukuk devleti” gibi söylemolan İslam, ilerleyen dönemlerde irtica ile ler hayat sahasına hiçbir zaman indirilemebirlikte “terör” vasfını da miştir. Çünkü Türkiye’de alacak, İstiklâl Mahkeyargı, vatandaşın hukuAdalet mekanizmasının meleri önce Devlet Gükunu gözetmek ve adaletişleyişi ve aksaklıkları ile venlik Mahkemesi, sonra le hükmetmek için değil, ilgili sorun, Cumhuriyet ile da CMK 250. Madde ile Laik-Kemalist düzeni kobirlikte kendisini göstermeye görevli Ağır Ceza Mahkerumak için vardır ve bu mesi haline gelecek ve 87 başlamıştır. Sadece birer kasıtla oluşturulmuştur. iddiadan ibaret olan “bağımsız yıl sonra “irtica” yine en Yargı mekanizması da dobüyük tehdit olacaktır. Bu yargı, hukukun üstünlüğü, ğal olarak bu minvalde işbakış açısı üzerine kurulhukuk devleti” gibi söylemler lemiştir. Kolluk kuvvetlemuş bir yapının ve işleyihayat sahasına hiçbir zaman ri ve yargı, o günden beri şini bu bakış açısı üzerine indirilememiştir. yalnızca bu yöne odaksürdürmeye çalışan bir lanmışlardır. Meclis açılır anlayışın tarafsız olabilme açılmaz, 2 numaralı kanun olarak çıkarılan olasılığı nedir? Böyle bir ortamda üstün olave devrim kanunlarının ilki olan “Hıyanet-i cak hukuk; hangi yetkiyle, kim tarafından Vataniye” kanunu ile başlayan bu süreç, ve nasıl oluşturulur? “Hukukun üstünlüğü” Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve inkılâplar gerçekten ilke edinilmişse, bu husus hayata sırasında çıkarılan ve adına “Devrim Kanasıl geçirilebilir? nunları” denilen kanunlarla devam etmişDiğer taraftan liberal bir anlayış üzerine tir. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması, kurulmuş olan ve ABD’nin bölge projeleri Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birliği), Hilafet’in hususunda “stratejik ortak” vasfını bünyeKaldırılması, Medenî Kanun, Tekke ve Zaviyesinde barındırma onurunu taşıyan AKP lerin Kapatılması, Şapka İktisası (Giyilmesi), Hükümeti de bu yargı probleminin çözümAşar’ın Kaldırılması, Bazı Lakap ve Unvanların leyicisi olamayacaktır. Her ne kadar “bağımKaldırılması ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceği sız yargı” söylemi dillerden hiç eksik olmasa ile ilgili hususlar hakkında yapılan kanunda, “adalet ve bağımsız yargı” kavramları salar Devrim Kanunları’nı oluşturmaktadır.
33
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür
hip oldukları anlamlar itibariyle Kapitalist İdeolojinin yapısında yer bulmaları mümkün olmayan kavramlardır. AKP’nin, Kapitalizmin özgürlükçü versiyonu olan Liberal anlayışa göre hareket etmesi bu gerçeği değiştirmez. Çünkü Kapitalist İdeolojide, hayatın her alanında hâkimiyet kesinlikle kapital sahiplerinindir. Bu, yönetimde ve ekonomide böyle olduğu gibi kesinlikle yargıda da bu şekildedir. Bunun aksini iddia etmek, yalnızca gerçek vakıayı örtmeye çalışmaktır. Dolayısıyla yargı bağımsızlığından ve adaletten bahsetmek suretiyle yargıya ve özellikle de yüksek yargıya el atmaya çalışan AKP Hükümeti, bu söylemlerinde samimi değildir. O’nun içinde bulunduğu vakıa, izlemiş olduğu yol ve sahip olduğu hayat anlayışı adalet kavramıyla bariz şekilde çelişmektedir.
sallayarak dolaşmaktadırlar. Yargıtay’da karar için biriken yüzbinlerce dosya ise hukuk sisteminin yanlışlığının bir neticesidir. Bu sistem yüzünden işlediği suç ne olursa olsun, suçluluğu kesin olarak ispatlanmış kişilere bile yıllarca hüküm giydirmek mümkün olmamaktadır. Mahkemelerin karara bağlamış olduğu davaların neredeyse tamamı için temyiz yolu açıktır. Bu da davanın Yargıtay’a aksetmesi demektir. Suç oranlarının son derece yüksek olduğu bir ülkede böyle bir adalet sisteminin tıkanması son derece normaldir. Yıllarca karar verilememiş yüzbinlerce dava, mağdur olmuş ve zulme uğramış milyonlarca insan demek olduğuna göre, mülkün temeli gerçekten çökmüş demektir. Bütün mahkeme salonlarında yazılı olarak bulunan ve esasen Ömer RadiyAllahu Anh’e ait olan “el adl’u, esâs’ul mulk’’ yani “Adalet Mülkün Temelidir” sözü, bugünün çağdaş(!) hukuk sistemi için de temel kıstas olarak kabul edilmektedir. Burada bahsi geçen “mülk” kelimesi “devlet”i ifade etmektedir. Dolayısı ile bugünün hukuk sistemi de devletin bekasını ve üzerine oturduğu temeli adalete dayandırmaktadır. Ancak mevcut hukuk sisteminin insanlar arasında adaletle hükmetme konusunda özürlü olduğu da bir hakikattir. Her şeyden önce hukuk üzerindeki siyasî yön son derece barizdir. Bu siyasî yönün etkisiyle de taraflar arasındaki suç ve suçlu kavramları ile bu husustaki hukukî değerlendirmeler taban tabana zıttır. Mesela; sırf bir Müslüman olarak Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emri gereği İslamî bir hayat nizamı istiyor ve bu hususta bir çalışma yapıyorsanız, karşınızdaki muhatabın anlayışı ne olursa olsun (Ulusalcı, Liberal ve -her nasıl oluyorsa- Ilımlı İslamcı), siz peşin olarak terör suçlusu olarak değerlendirilmeye mahkumsunuzdur. Bu iddiamızın ispatı, bugü-
Yargı krizinin ve tartışmalı tahliyelerin faili olan iki taraf açısından durum böyle iken, tatbik açısından bakıldığında bugün artık yargının tamamen tıkanmış olduğu görülecektir. Bunu anlamak için bir hukukçu olmaya gerek yoktur. Şu an Türkiye’nin hiçbir yerinde yargının vermiş olduğu hükümden hoşnut olan bir mağdur bulmanız mümkün değildir. Bu yüzden de adalete duyulan güven tamamen ortadan kalkmıştır. En basit davalar bile yıllarca sürüp gitmektedir. Davanın nihayetinde verilen kararların, olayın soğumasından ve neredeyse unutulduktan sonra verilmesinden dolayı küllenen acıların yeniden alevlenmesine ve verilen adaletsiz kararlardan dolayı da mağdur tarafın bir kez daha yıkılmasına neden olmaktadır. Adalete duyulan güvensizlikten veya verilen kararlardaki adaletsizlikten dolayı bir taraftan kan davaları, töre cinayetleri, kanlı infazlar ileri boyutlara ulaşmışken, diğer taraftan yaptıkları yanına kâr kalanlar, toplum içerisinde elini kolunu Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
34
CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür ne kadar bu değerlendirme kapsamındaki leştiren elbette ki Hükümet’tir. Hükümet, binlerce Müslüman’a açılan terör davaları bu yasa değişikliklerini, tutukluluk süreve yüzlercesi ile ilgili verilen mahkûmiyet lerini AB kriterlerine uygun hale getirmek kararlarıdır. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti gerekçesiyle Meclis’teki sayısal ağırlığını cezaevlerinde bu konudan muzdarip çok kullanarak gerçekleştirmiştir. Bu yasayla ilsayıda tutuklu ve hükümlü Müslüman bugili düzenlemenin tarihi, Aralık 2005’tir ve lunmaktadır. Sonuçta devlet kendi güvenyürürlüğe gireceği tarih de, yasal bir düzenliğini her zaman tebaasının güvenliğinin lemeyle 31 Aralık 2010 olarak belirlenmişüzerinde tutmuştur. Kıstas olarak gördüğü tir. Dolayısı ile altı yıl içerisinde Yargıtay’ın devletin temelinin adalet olduğu ilkesini elinden geçip onaylanmayan her dosyanın de; adalet kurumunu kullanarak kurulduğu tutukluları, yeni yasayla belirlenen tutukgünden bu yana, başta İslamî Hayat Nizamı luluk sürelerini doldurduklarında tahliye ve O’nu isteyenler olmak üzere, kendisi için edileceklerdir. Ancak Yargıtay’ın önündeki tehdit gördüğü her şeyi yok etmek olarak ağır iş yükü, bu işin altından kalkmasına algılamış ve bu şekilde de hayata indirmeye engel olmuş ve bu durum gerek YARSAV çalışmıştır. Zaten sistemin Başkanı ve gerekse Yarhantallığı ve her şeyden gıtay Başkanı tarafından ...Yargıtay, toplumda çok önemlisi de tatbik edilen defalarca dile getirilmiş, tepki çekeceği malum olan hukukun insan aklının pis ortamlarda biriken Hizbullah ve çetelerle bir ürünü olması, bu yayıpranmış dava dosyaları ilgili dosyalara da devreye pının adalet dağıtmasının yandaş televizyon kanalalıp bakabileceği halde mümkün olmadığının bir larında sıkça gösterilerek bakmayarak, yasanın yürürlüğe göstergesidir. Bu yüzden mağduriyet ortamı oluşgirmesiyle birlikte bu de on yıllardır işlenen huturulmaya çalışılmıştır. tahliyelerin gerçekleşmesini kuk cinayetlerinin haddi Bu arada Yargıtay, topsağlamış ve Hükümeti bu işin hesabı yoktur. Hukuk lumda çok tepki çekeceği sorumlusu olarak toplumun cinayetleriyle başlayan, malum olan Hizbullah ve önüne atmaya çalışmıştır yapılan yüzlerce yamayla çetelerle ilgili dosyalara ayakta durmaya çalışan da devreye alıp bakabilehukuk sistemi bugün artık tıkanmıştır. Yani ceği halde bakmayarak, yasanın yürürlüğe adalet, bir başka ifade ile de mülkün/devlegirmesiyle birlikte bu tahliyelerin gerçektin temeli çökmüştür. CMK 102 ise; yaklaşık leşmesini sağlamış ve Hükümeti bu işin doksan yıldan bu yana devam eden bu masorumlusu olarak toplumun önüne atmaya lum sürecin ilanı niteliğindedir. çalışmıştır. Nitekim ilk günlerde bunda da başarılı olmuş ve toplumda bu tahliyeleri Olayın siyasî boyutu da oldukça vahim“Hükümet gerçekleştirdi” havası oluşturarak dir. Türkiye’de artık kronikleşmiş olan İngitepkileri Hükümete yönlendirmeyi başarliz güdümlü Ulusalcı yapı ile Amerika desmıştır. tekli AKP iktidarının mücadelesi neticesinde ortaya çıkmış olan bir görüntüdür. Sırf Hükümet ise, Türkiye’deki Amerikan rebu çekişmenin sonucu olarak toplumda bir formları çerçevesinde tasfiye etmeye çalıştıhuzursuzluk ortamı oluşturulmuştur. CMK ğı Ulusalcı yapının son kalesi olan yargıya 102. Madde üzerindeki değişiklileri gerçekel atmaya çalışmaktadır. Bu girişimin ilk
35
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür hamlesini 12 Eylül’de yapılan referandumda gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hükümetin hedefi yüksek yargıdır ve bu konuda da Yargıtay ilk sırada gelmektedir. CMK 102. Madde’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte, zaten dillendirilmekte olan Yargıtay’ın mevcut yapısıyla ilgili yetersiz durumu gözler önüne serilmiştir. Bu durum da mevcut yapının değiştirilmesi hususunda Hükümete meşru zemin hazırlamaktadır. Kısacası Hükümetin sıradaki hedefi Askerî Yargı’dan sonra Yargıtay’dır. Yargıtay’ın yapısını değiştirmek suretiyle kendi yandaşlarını yerleştirebileceği yeni bir yapı oluşturmaya çalışmaktadır. Yargıda gerçekleştirilecek bu yapısal yenilikler, yapılacak yeni bir Anayasa veya kapsamlı bir Anayasa değişikliği ile gerçekleştirilebileceğinden, Hükümetin gerek Askerî Yargı’ya ve gerekse Yüksek Yargı’ya yönelik bu taarruzları, seçimlerden sonraki döneme yönelik birer yatırım olarak kendisini göstermektedir.
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
İşte Türkiye’deki adalet mekanizması ve uygulanan hukuk sistemi ile ilgili vakıa bu şekildedir. Gerçekte ise adalet kavramı, zulmün zıttı olan bir kavramdır. Zulüm ise en yalın haliyle; Allah Subhanehu ve Teala’nın belirlemiş olduğu çizgileri aşmaktır ve O’nun hükmüne muhalefet etmektir. Bu nedenle adalet yalnızca Allah’ın emir ve nehiylerine tabi olmakla gerçekleşir. Bu emir ve nehiyler üzerine oturtulmamış bütün mülkler temelsizdirler yani adaletten yoksundurlar. َّ َّ ون َ أنزَل اللّ ُه َفأُ ْولَئ َ ِما َ ِم ُ ِك ُه ُم الظال َ َو َمن ل ْم َي ْحكُم ب “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (el-Maide 45)
36
Salih ÇELİK
S
on günlerde medyada ‘resmî dil’, ‘iki dillilik’ ve ‘anadil’ meseleleri üzerine bir çok şeyler söylendi ve yazıldı. Biz medyada yer aldığı vechile bu hususları ‘tartışılması istenen’ boyutundan ele almayıp Müslüman olmamız hasebiyle bir Müslüman’dan beklenen tavrı sergileyip bu konularda İslâm’ın görüşünün ne olduğunu ve buna paralel olarak biiznillah kurulmasını pek yakın gördüğümüz İslâmî Hilafet Devleti’nin resmî dil anlayışının ne olduğunu ve İslâm’ın dil meselesine bakışını ele alacağız. Yine şuan hâlihazırdaki Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘resmî dil’ algısını mercek altına alıp bunun fasidliğini ortaya koymaya çalışacağız, İnşaAllah.
Arap olanı ile Kürt olanı veya Türk veya İngiliz olanı arasında bir ayırım yapmaksızın Arap Lisanı’yla gelmiştir. َّ َّ ُون َ َإِنَّا أ َ ُم َت ْع ِقل ْ نزْل َن ُاه ق ْ ُرآ ًنا َع َربِيًّا ل َعلك “Şüphesiz, Biz onu, anlayasınız diye Arapça Kur’ân olarak indirdik.” (Yusuf 2) ُرآ ًنا َع َربِيًّا َ َو َك َذل َ َِك أ ْ نزْل َن ُاه ق “Ve böylece biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Taha 113) ََْن َزَل ِب ِه الرُّوُح أ ان ٍ ِس َ ِين َعلَى َق ْلب َ ِن ال ُْمنذِر َ ُون م َ ِك لَِتك ُ الم َ ِين ِبل ِين ٍ ِي ُّمب ٍّ َع َرب “Uyarıcılardan olasın diye Ruhu’l-Emîn (Cebrail Aleyhi’s-Selam) onu senin kalbine apaçık Arap lisanıyla indirdi.” (Şuara 193-195)
İslâm’ın dil meselesine bakışını incelediğimizde öncelikle şunu görürüz ki, Allahu Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bütün insanlara ırk, renk, dil ayırımı yapmaksızın hitap etmektedir. Farklı dilleri konuşan halklar olmalarına rağmen Allahu Teâlâ’nın hitabı,
Allahu Teâlâ, her insana onların diliyle hitap etmeyip bütün insanlara Arap Dili ile hitap etmiştir. Bu nedenle Arapça İslâm’da cevherî bir cüzdür, İslâm’ın dilidir. Yine bu sebepten ötürü Hilafet Devleti’nin de tek dili Arapça’dır.
37
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır! Bu husus yeni baskıya giren “İslam Devleti Anayasa Tasarısı ve Esbabı Mucibesi” adlı kitapta, şöyle izah ediliyor:
Şimdi varid olan soru şudur: İslâm Devleti’nin hükmettiği beldelerde Arapça dışında kendisiyle yazılacak ve konuşulacak başka dilin olması caiz midir?
“Arapça’nın devletin tek dili olmasına gelince: Bunun delili;
Buna cevap: Arapça dışındaki başka dillerle ya devletin kendisi ile alakalı olan konuşma ve yazışma olur, ya tebaanın devlet ile alakalarıyla ilgili olur veya sadece tebaa ya da tebaanın bazı fertleri arasındaki alakalarla ilgili olur. Eğer devletin kendisi ya da onunla olan alakalarla ilgili olursa; bunların tümünde devletin dili dışında yani Arapça dışında bir dilin kullanılması caiz değildir. Çünkü tebliğ etmek için tercüme edilmesine çok gerek olmasına rağmen Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Arap olmayanlara yazdığı mektupları tercüme ettirmemesi; devletin işlerinde ve alakalarında veya onunla ilgili herhangi bir şeyde yalnız Arapça’nın kullanılmasının (devlet dili olmasının) farz oluşuna bir delildir. Buna binaen devletin eğitim programında Arapça dışında dilleri öğretmesinin bir yeri yoktur. İster bu diller, İslâm Devleti gölgesinde yaşayan Arap olmayan halkların dilleri olsun ister ise İslâm sultası dışında yaşayan halkların dilleri olsun fark etmez. Aynı şekilde mahallî özel okullarda Arapça dışında başka bir dilin öğretim dili olmasına ve eğitim maddelerinden herhangi bir madde olmasına müsaade edilmez. Çünkü o okullar da devletin programına bağlıdırlar. İşte böylece devletle veya alakaları ile veya onunla tebaanın alakaları ile ilgili olan her şey veya devletle ilgili olan herhangi bir şeyde sadece Arapça’nın konuşma ve yazma dili olması vacip olmaktadır.
Rasulullah, Kayser’e ve Kisra’ya ve Mukavkıs’a içerisinde kendilerini İslâm’a davet ettiği mektuplar göndermişti. Bu mektuplar o kralların dillerine tercüme edilme imkânı olmasına rağmen Arapça lisanı ile yazılmıştı. Rasulullah’ın, Kayser’e, Kisra’ya ve Mukavkıs’a yazdığı mektupları, onlar Arap olmadığı halde ve onlara İslâm’ı tebliğ için yazdığı halde; onların dilleriyle yazmamış olması, Arapça’nın devletin tek dili oluşuna bir delildir. Çünkü Rasulullah’ın bunu yapması ve tebliğ için tercümeye büyük ihtiyaç olduğu halde tercüme yaptırmaması; ister Arap olsun ister Arap olmasınlar devletin insanlara hitabının ancak Arapça ile hasredilmesinin farziyetine bir karine olur. Bunun için Arap olmayanlardan bütün müslümanlar Arapça’yı öğrenmelidirler ve devletin dilinin Arapça olmaması helâl değildir. Nitekim İmam Şafi, Usul-ul Fıkıh hakkındaki meşhur ‘Risale’ isimli kitabında şöyle açıklama yapmıştır: “Allahu Teâlâ bütün ümmetler üzerine Arapça lisanını öğrenmelerini farz kıldı. Çünkü onlara Kur’an’la hitap etti ve onunla ibadet etmeyi gerekli kıldı.” Bütün bunlardan dolayı devletin dilinin yalnız Arapça olması farzdır. Fakat Arapça’nın, devletin tek dili olmasının; devletin Arapça dışında başka dil kullanmasını engellemediğinin vazıh olması gerekir. Çünkü resmî hitaplarda tahriften (değiştirme ve saptırmadan) korkulmasından dolayı veya zarurî bilgiler almak için veya dışarıda davayı tebliğ etmek için veya bunlara benzeyen şeyler için devletin Arapça dışında bir dil kullanması caizdir. Zira Rasul, İbranice ve Süyanice kullanmıştı. Böylece devletin, devlet dili olarak sadece Arapça’yı almasına dair bu hüküm, devletin Arapça dışında dil kullanmasına mani değildir. Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Arapça’nın dışındaki bir dille konuşma ve yazışma, eğer sadece tebaa ile veya insanların birbirleriyle alakalarıyla ilgili olursa, bu caizdir. Çünkü Rasulullah, Arapça olmayanın Arapça’ya tercüme edilmesini ve onun öğrenilmesini mubah kıldı. Bu ise, onunla konuşma ve yazışmanın mübah olduğuna delâlet eder. Zeyd İbni Sabid hadisinde şöyle geçiyor: “Rasulullah, ona emret-
38
Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır! ti, o da Yahudi yazısını öğrendi. O şöyle dedi: “Hatta Rasulullah için mektuplarını yazdım ve onların ona yazdıkları mektuplarını da ona okudum.” Ve Ebu Yale, bu hadisi şu lafızla çıkarttı: “Ben bir kavme yazıyordum. Fakat yazdığıma ilâve yapmalarından ve noksanlaştırmalarından korkuyordum. (Rasulullah) “Süyaniceyi öğren” dedi.” Bu, Arapça dışında bir dille konuşma ve yazmanın caiz olmasına bir delildir.
zaman sadece o fert bu mübahtan men edilir.” İşte İslâm’ın ve Raşidî Hilafet Devleti’nin dil anlayışı budur ve bu anlayış, çirkef Demokratik kanunlar üzerine mebnî olan Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin dil algısından da başkadır. Nitekim bu sistemin ‘resmî dil’den anladığı, sınırları içerisinde yaşan herkesi Türkleştirmektir. Bakınız, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’nda şöyle geçiyor:
Nitekim Sahabeler döneminde Arapça dışında konuşan insanlar vardı. Bunlar, Arapça öğrenmeye cebredilmediler. İdareci kendisi için tercüme edecek bir kişi hazır bulunduruyordu. Buharî şöyle dedi: “Ömer b. Hattab, yanında Ali, Osman ve AbdurRahman b. Avf varken şöyle dedi: “Bu kadın ne söylüyor?” Abdurrahman b. Avf şöyle dedi: “Onunla olanı size haber veririz” dedim.” Buharî, devamla şöyle dedi: “Ebu Cemre şöyle dedi: “İbni Abbas ile insanlar arasında tercüme ediyordum.”
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” (T.C. Anayasası, Madde 66) İşte bu ve benzerleri olan diğer maddeler T.C’yi üzerine kurulu olduğu topraklarda yaşayan etnik grupları Türkleştirmeye ve bu topraklardaki Türkçe dışındaki dilleri, bağnazlığının ve Şovenist zihniyetinin bir neticesi olarak yok etmeye sevk etmiştir. Nitekim Türk Dil Kurumu (TDK)’nın hazırlamış olduğu Türkçe Sözlük’te Kürt kelimesi şu şekilde geçmekteydi:
Ömer b. Hattab’ın buradaki, “Bu kadın ne diyor?” sözünün manası; hamile olarak bulunan bu kadının maksadı nedir, demektir. AbdurRahman da ona tercüme ediyordu. Ebu Cemre’nin, İbni Abbas’a insanların konuşmasını tercüme etmesi, orada Arapça dışında konuşan insanların bulunduğunu göstermektedir. Buna binaen hadis ve Sahabelerin icmaı ile, Arapça dışında konuşmak ve yazmak mübah olmaktadır.
Kürt: öz. is. Çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret olup bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan bir topluluk adı ve bu topluluktan olan kimse. Daha sonraları bu madde sözlükte yapılan bir güncelleme ile;
Buna binaen devlet, Arapça dışında bir dille gazeteler, kitaplar, dergiler çıkarılmasına müsaade eder ve bunların çıkarılması için izin alınmasına gerek yoktur. Çünkü bu iş, mübah olanlardandır. Bir televizyon, bir kişinin ve insanlardan bir cemaatın olursa Arapça olmayan bir dil ile programlar yayınlamasına müsaade edilir. Ancak devletin radyolarında ve televizyonlarında bu yasaklanır. Çünkü, devletle alakalı olan her şeyde sadece Arapça’nın olması vacibtir. Fakat insanların aralarında olan şeylerde Arapça dışında bir dili kullanmaları mübahtır. Ancak bu mübah, fertlerden bir ferdi zarara götürürse o
Kürt: öz. İs. Ön Asya’da yaşayan bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse. Şeklinde değiştirilmiş olsa da Laik Devlet’in zihniyetini yansıtması yönünden önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dil anlayışını yansıtan bir başka örnek ise 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal tarafından bizzat desteklenen ve geliştirilen Güneş-Dil Teorisi’dir. “Güneş’in bütün varlıklara ışık ve hayat vericiliği gibi Türkçe’nin de bütün dillere hayat veren dil olduğunu ve yer küredeki dillerin
39
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır! “Anayasa’nın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” (T.C. Anaya-
Türkçe’den türediğini” iddia eden Güneş-Dil Teorisi, safsatası bugün T.C.’nin üniversitelerinde ‘bilimsel’ bir teori olarak takdim edilmektedir. Bu teorinin uydurulmasının tek gerçek sebebi İslâm’ın dili olan Arapça karşısında Türkçe’nin yetersizliğini örtbas etmektir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında 1928’deki Harf Devrimi’nden sonra Tükçe’nin yabancı kelimelerden (özellikle Arapça) arındırılması için yapılan “dilde sadeleştirme” çalışmalarının desteklenmesi için uydurulmuştur. “Türkçe’yi sadeleştirme” adı altında yapılan bu çalışmalar Laik Devlet’i Arapça başta olmak üzere bu topraklarda yaşayan dillerle savaşmaya sevk etmiştir. Buna paralel olarak da bu beldedeki halkaları organizeli bir asimilasyona tâbi tutmuştur.
sası, Madde 4)
İşte Anayasanın bu maddeleri bizlere şunu göstermektedir ki; Bu maddeleri de dâhil olmak üzere Anayasa’nın bütün maddeleri İslâm dışı bir kaynaktan, heva ve hevesten beslenmektedir ve bu Anayasa’nın Müslümanlar üzerinde uygulanması, Müslümanların bu Anayasa’nın uygulanmasına karşı sessiz kalması kesinlikle haramdır. Yine mesele anayasada yapılacak birkaç değişiklik ile de halledilemez, çözüm ancak “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerin” değiştirilmesi teklif dahi edilmeden topluca İnkîlâbî bir şekilde değiştirilmesidir.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Müslüman halkın bakışlarını farklı yönlere kanalize ederek sunî tartışmalarla oyalamaktadır. Anadilde eğitim, iki dillilik gibi gayri İslâmî mefhumlarla zihinleri bulandırmak istemektedir. Hâlbuki bir Müslüman’ın hangi dilden olursa olsun birinci dili, İslâm’ın dili olan Arapça’dır. Aynı şekilde devletin de tek dili Arapça’dır. Ne Türkçe’nin ne de Kürtçe’nin ne de başka bir dilin devletin dili olması Müslümanlara helal değildir!
ٍ َموا أَ َّي ُمن َقل ون َ َُب َين َقلِب َ َو َس َي ْعل َُم الَّذ ُ ِين َظل “Zalimler, pek yakında nasıl bir inkîlap ile devrileceklerini bileceklerdir.” (Şuara 227)
ِل َِل إِل َْي َك َو َما أُنز َِما أُنز َ ِين َي ْزُع ُم َ أَل َْم َت َر إِلَى الَّذ َ آمنُوْا ب َ ون أََّن ُه ْم َّ ِ اغ ِروْا أَن َي ْك ُف ُروْا َ مِن ق َْبل ُ َموْا إِلَى الط َ ِك يُرِي ُد ُ وت َوَق ْد أُم ُ ون أَن َي َت َحاك َّ َّ ِ ُان أَن ي ال َبعِي ًدا َض ً ال َ ضل ُه ْم ُ ِب ِه َويُرِي ُد الش ْي َط “(Ey Muhammed!) Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Onlar, tağuta muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Halbuki şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.” (Nisa 60)
Buna binaen şuandaki mevcut Anayasa’da şöyle geçmektedir: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.” (T.C. Anayasası, Madde 3)
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
40
AbdulHamid YAZICI
1
sorumlu olanların yargılanmalarının zarurî olduğunu vurguladı. Ve Fransa Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie 4 Ocak 2011 tarihinde Avrupa Birliği devletlerini “Orta Doğu’da Hıristiyanlara karşı yapılan saldırılar nedeniyle ciddi yardımlaşma yapılması çağrısında bulundu.”
Ocak 2011 günü İskenderiye kilisesindeki patlama haberi duyulur duyulmaz dünya devletlerinden, kurumlarından ve borazanlarından herhangi bir delil veya delil şüphesi olmaksızın “İslamî aşırıcılık” ithamlarıyla suçlamalar da peş peşe gelmeye başladı. Zira onlar bu ithamlarla İslam’ı terörle irtibatlandırmaktan başka bir şeyi kastetmediler. Amerika ve Avrupa ve diğer çevrelerden en üst düzeyde çok sayıda saptırıcı açıklamalar geldi. Buna tâbi olan medya “İslamî Terör” kavramlarını kullanarak iftira konuşmalarıyla gürültü çıkartarak bu çirkin iddianın Mısır Kıbtîleri üzerindeki tehlikesini gündeme getirdiler. Bunun öncesinde 31 Ekim 2010 tarihinde Bağdat’taki kilisede meydana gelen patlamanın hemen ardından Irak Hıristiyanları hatta doğu Hıristiyanları ile ilgili olarak da benzeri suçlamaları yaptılar. Aynı günün akşamında Amerikan Başkanı, Birleşik Devletler’in bu olaya karşı gerekli olan her türlü yardımı yapacağını vaat eden bir açıklama yaptı ve bu “çirkin, vahşi” patlamadan
Biz, gerek Kıptilerden olsun ve gerekse diğer Hıristiyanlardan olsun Hilâfet Devleti’nin gölgesinde, İslam’ın hükmü altında asırlar boyunca “adalet ve merhamet ölçüleri çerçevesinde bizim için geçerli olan hususlar onlar için de geçerlidir” kaidesi ile; “gayri Müslimler genel nizam çerçevesinde inançlarında ve ibadetlerinde serbest bırakılırlar” kaidesi gereğince emin ve mutmain bir şekilde yaşadıklarını vurgulamak, âlimleriyle ve geneliyle bütün Müslümanların bu patlamayı hoş karşılamadıklarına dikkatleri çekmek isteriz. Zira bu suçları yalnızca İslam reddetmiyor, aynı zamanda Müslümanlar arasında buna ait kökler olmadığı gibi bunu ortaya çıkaracak ortam da bulunmamaktadır.
41
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik...
Bu patlamalar, ancak Amerikalı ve Avrupalı Batılıların kanlı, insanlık ve ahlak dışı planları ve cürümleri çerçevesinde yapılmakta ve bununla İslam’a ve Müslümanlara saldırmak için bir bahane oluşturmak istemektedirler.
yıflatmak ve yok etmek için dünya ve Batı kamuoyunu oluşturmak ve devletlerarası yardımlaşma sağlamak. Güney ve Kuzey olarak ayrılması olayına Sudan’ın şahit olması gibi. 14.12.2010 tarihinde emekli Amerikan Büyükelçisi Dean Smith’in (Sudan için değil) Darfûr için özel temsilci olarak tayin edilmesinin ilan edilmesinde olduğu gibi. Amerikan’ın Sudan temsilcisi Scott Gration’un, “Darfûr yerleşimcilerinin unutulması mümkün değildir.” sözünde olduğu gibi ifadeler bu parçalanmayı göstermektedir. Dolayısıyla İskenderiye patlaması da Mısır’da mezhepçiliğin kışkırtılması yoluyla bu amaca hizmet etmesi için yapılmıştır.
Şüphesiz ki bu saldırılar, İslam’a ve Müslümanlara yönelik, dünyanın her bir yanında herkesin şahit olduğu sayısız saldırılardan birisidir. Bunlar, İslam’la ilişkilendirmek için başını Amerika’nın çektiği Batılı devletlerin uyguladığı uzun terörist suçlar zincirinin bir halkasıdır. Böylelikle bir saptırmaca ile sanki terörist İslam’ı, aşırı İslam, şiddet… İslam’ı varmış gibi 3- Bu hususta Amerika bir hususa dikkat çekmek ve işbirlikçilerinin işlemiş Şüphesiz ki bu saldırılar, ve böylece de Müslümanoldukları suçların sorumluİslam’a ve Müslümanlara ların ilerlemelerini, İslamî luğunu Müslümanların üzeyönelik, dünyanın her bir hayatı yeniden başlatacak rine yüklemek suretiyle Müsyanında herkesin şahit olan Hilafet’in geri dönlümanların yöneticilerine, olduğu sayısız saldırılardan mesi yönündeki çabalarıorganlarına ve borazanlarına birisidir. Bunlar, İslam’la nı yok etme saldırılarına doğrudan baskı için bir bahabahane oluşturacak zemin ne olarak kullanmak. İslam ilişkilendirmek için başını hazırlamak istemektedirhükümlerinin tahrif edilmesi, Amerika’nın çektiği Batılı ler. Aynı zamanda Müslüdüşünce atmosferinin şekildevletlerin uyguladığı uzun man toplumların hayatlalendirilmesi ve Müslüman terörist suçlar zincirinin bir rını detaylarıyla doğrudan toplumlardaki dönüşümünün halkasıdır. kontrol etmek suretiyle kontrolünü, sağlanması için hadaratlarını, metotlarını, Batı’nın doğrudan denetlemeyaşantılarını Müslümanlara uygulamaktır sini kolaylaştırmak ve zemin hazırlamak. Şiddet amaçları. Bu ve benzeri suçlarla şu hususlave aşırılık isimlendirmeleri altında İslam’la ve ra zemin oluşturmayı hedeflemektedirler: Ümmeti kurtarmak için çalışanlarla savaşmakla görevli olan emniyet birimlerini gözetlemek ve 1- İslam saldırısı ile karşı karşıya olduklauygulamaları gereken hedefleri çizmek. rı gerekçesiyle sert adımlar atmalarının ve ağır yaptırımlar uygulamalarının desteklenmesi için Bu alanda önemsediğimiz husus, gayri Batı toplumlarını İslam’la korkutmak (İslama Müslimlerin haklarının Allah’ın Şeriatı’nda fobia). korunmuş, onlara eziyet etmenin Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet etmek anlamına geldiğini tekit etmektir. Rivayet edildiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
2- Müslümanların topraklarını parçalayıp üzerinde egemenlik kurabilmek için etnik, dini ve mezhep ihtilaflarını kışkırtma çerçevesinde uydurdukları tehditlere göre Müslümanları za-
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
42
İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik... “Kim bir zimmîye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Kim de bana eziyet ederse Kıyamet Günü onun hasmı olurum.” İslam Devleti’nde ise, “Müslümanların lehine olanlar gayri Müslimlerin de lehine, Müslümanların aleyhine olan hususlar gayri Müslimlerin de aleyhinedir.” Bu husus, tarih boyunca Halifelerin ve yöneticilerin uygulamış oldukları hususlardır. Ve fakihler, İslam otoritesi altında yaşayan gayri Müslim halktan olan zimmîlere saldırmanın haram olduğunu belirtmişlerdir.
ُم أَال َن ْعبُ َد ِ ُل َيا أَ ْه َل ا ْل ِك َت ْق ْ اب َت َعال ْ َوا إِلَى َكل َِم ٍة َس َوا ٍء َب ْي َن َنا َوَب ْي َنك َّ ون ِ ِن ُد َ إِال الل َه َوال نُ ْشر ً ض َنا َب ْع ُ ِك ِب ِه َش ْي ًئا َوال َيتَّ ِخ َذ َب ْع ْ ضا أَ ْرَب ًابا م َّ َّ َّ ون ْ الل ِه َفإِ ْن َت َول ْوا َفقُولُوا َ ِم ُ اش َه ُدوا ِبأَنا ُم ْسل “De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.” (Âl-i İmran 64) Ey Müslümanlar! Amerika ve Batı dininizle savaşmak, Hilâfetinizi boşa çıkarmak, kuvvetlerinizi kullanarak sizleri zayıflatmak için koşuşturmaktadır. Bizler bu gerçekleri sizlere açıklıyor ve Allah’ın ipine sarılmanız için çağrıda bulunuyoruz. Şüpheli çağrılardan sakınınız. Amerika’nın gerçekleştirdiği cürümler karşısında uyanık ve delil üzere olunuz. Bu savaşta hakkın safında subaylar ve askerler olarak yer alalım ve Allahu َ ض ِع ُفوا فِي ا Teâlâ’nın, ض ِ أل ْر ْ ُاست َ َونُرِي ُد أَن نَّ ُم َّن َعلَى الَّذ ْ ِين ِين ِ ْو َّ َه ْم أَئ َ ارث ُ ِم ًة َوَن ْج َعل ُ “ َوَن ْج َعلBiz de istiyorduk َ َه ُم ال ki, o yerde ezilmekte olanlara lütuf yapalım, onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini (Firavun’un yerine Mısır’da) mirasçılar kılalım.” (el-Kasas 5) ayetindeki hususların eninde sonunda gerçekleşeceği müjdesine kulak verelim.
Irak’ta ve Mısır’da meydana gelen ve suçsuz kimseleri hedefleyen patlamalar; ülkeleri mezhep ve etnik esasa dayalı kantonlara parçalamak için çalışan Amerikancı müdahalelere birer bahane oluşturması için Amerika liderliğindeki Haçlı saldırılardan başka bir şey değildir. Amerika işgali altında olmadıkça herhangi bir yere göç etmeyi kabul etmeyen Irak Hıristiyanlarının tavırlarını daha başka nasıl yorumlayabiliriz? Vatan birliği söylemleri çerçevesinde yardımlaşma gösterisiyle Müslümanların gayri Müslimlerle beraber ibadetlerini eda etme çağrısında bulunan kimselerin çabaları, Müslümanların cahilliklerindendir. Zira batıl ve fasit akideler üzerine kurulu bulunan ve İslam’ın üzerine kurulu bulunduğu Tevhid Akidesi ile tenakuz halinde olan, Müslümanlar dışındaki, diğer milletlerin ibadetlerine katılmak şer’an caiz değildir. Mesih’i ve annesi Meryem’i (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Allah’ın oğlu ve kızı kabul eden bir inanç ile her ikisini de Allah’ın salih kullarından sayan inanç arasında dağlar kadar büyük bir fark vardır. Hıristiyanlara iyi davranmak, namuslarını, ailelerini ve mallarını korumak, onların dalâlet üzere olan akidelerini kabul etmek anlamına gelmez. Biz onlara ancak Kur’an’ın seslenişiyle hitab ederiz:
43
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
ADALET ARAYIŞINDAKİ
KÜRTLER
Salih AKKILIÇ Geçen Sayıdan Devam...
O
iktidarını kurmayı hedeflemiştir. Bu temelde özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi, eşitliği ve barışı gerçekleştirmeyi istemiştir. PKK’nin III. Partileşme hamlesi döneminde, Önder Apo, Sosyalizmin devletle iktidarı hedefleme ve bunun için ordu örgütleyip savaş geliştirme paradigmasıyla demokrasi, özgürlük, adalet, eşitlik ve barışa ulaşılamayacağını ortaya koyarak Sosyalizmin yeni paradigmasını geliştirmiştir. Devletin, örgütlenmiş üst toplumun savunulması ve bunun sürdürülmesi olduğunu, bunun egemenliği ve köleliği içerdiğini, savaşı ifade ettiğini ortaya koyan Önder Apo, demokrasi ve özgürlüğü, adaleti, eşitliği, barışı oldukça zayıf düşüren bu durumun bütün çabalara rağmen özüne uygun bir Sosyalizmin gerçekleşmesini önlediğini çarpıcı bir şekilde çözümlemiştir.” (www.dozaciwanan. com) Böylelikle bu düşüncelerini, hedeflerini ve ortaya çıkış amaçlarını kendi ağızlarını ile açıklamaktadırlar.
dönemde işçi sorunu olmamasına rağmen PKK’nin, (Partiye Karkeren Kürdistan/Kürdistan İşçi Partisi) işçi partisi ismini alması bile, örgütün sosyalist fikirler üzerine kurulu olduğunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca örgütün kurucularının sözlerine baktığımızda, onlar dahi bunu inkâr etmemekte ve üstüne üstlük dillendirmektedirler. PKK’nin kurucu kadrolarından ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi olan Cemil Bayık, 27 Kasım 1978’den günümüze kadar gelişen süreci şöyle anlatmaktadır: “1978’lerde kuruluşu gerçekleştirilen PKK, I. ve II. Partileşme hamlesi döneminde, Marksist Sosyalizm’in devlet ve iktidarı amaçlayan paradigmasına dayanan çizgisi ile Kürdistan’da devlet ve iktidarı esas alan, bunun için ordu ve savaş örgütlenmesini geliştiren bir hareket olmuştur. Kürt toplumu ve insanı için meşru savunma duygusunu, bilincini, örgüt ve eylemliliğini bu paradigma temelinde geliştirmiştir. Kürdistan’da sömürgeci devleti, iktidarı yıkarak yerine proletarya öncülüğünde proleter devlet ve Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Yine bu düşünceyi temsil eden partinin milletvekillerinden Hasip Kaplan, 12 Kasım 2007’de Diyarbakır’daki bir konuşmasında;
44
Adalet Arayışındaki Kürtler (2) “DTP olmasaydı doğuya İslam gelirdi, Biz olmak, dindarlığı konusundaki samimiyeti en masak, meydan dincilere kalırdı. Diyarbakır’da sağlam zemin üzerine oturmuş Müslüman şeriatçılar nasıl miting yaptılar! Biz olmazsak Kürtler için ne kadar bağlayıcı olur. laikliği kim koruyacak? Laikliğin gerçek kalesi “En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” diterek kafatasbizleriz!” söylemi sisli perdeyi açmamızı olçılık yapanlar, yıllardır Kürt milliyetçiliğini dukça kolaylaştırmaktadır. Alelade söylenve demokrat Kürtçülüğü işleyebilmek için memiş bu söz, DTP’nin gerçek mahiyetinin farklı varyasyonlar geliştirmiştir. Tek amademokrasi havariliği ve düzen koruyucusu cı, Kürtleri İslamî kimliklerinden asimile olduğu gerçeğini göstermesi için yeterliydi. etmek olan bu zevat, Kürtlerin tutunduğu İşte asıl itibari ile baktığımızda PKK’nin heher dalı kesmişlerdir. Ne yeni bir parti, ne defi Kürtleri kalkındırmak değil, tam tersiyeni bir açılım, ne de yeni bir demokrasi bane Kürtleri oyalamak ve Kürtlerin düşünce kışı, Kürtlerin tutunmasına yetmeyecektir. yapılarını değiştirip farklı düşünce yapısıAyrıca PKK’nin ortaya çıkması ile Müslüna büründürmektedir. Laik-Kemalistler ile manlar daha fazla asimilasyona uğramış, PKK kendi paradigması değiştirilmiş ve Batı’ya uğrunda on binlerce insaentegre edilmiştir. Bir “En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” nın ölümüne neden olmuştoplumu değiştirmenin diterek kafatasçılık yapanlar, tur. Baktığımızda iki taraf en iyi yolu, onlardan olan yıllardır Kürt milliyetçiliğini demokrasi için mücadele insanları kullanmaktır ki, ve demokrat Kürtçülüğü etmekte ve demokratik ölPKK bunu çok iyi yapmış işleyebilmek için farklı çüler çerçevesinde çözüm ve Kürtlerden görünüp varyasyonlar geliştirmiştir. bulmaya çalışmaktadırlar. Kürtleri değiştirmiştir. Tek amacı, Kürtleri İslamî Türk ulusalcıları ile Kürt Özellikle birçok Müslükimliklerinden asimile ulusalcıları arasında aslınman gencin Sosyalist fikirda dünya görüşü olarak etmek olan bu zevat, leri savunması, İslam’dan bir farklılık yoktur. Sorun, Kürtlerin tutunduğu her dalı uzaklaşması, MüslümanAbdullah Öcalan’ın teklif kesmişlerdir. ları hor görmesi ve baettiği “Tek Devlet, Tek Bayzılarının ateist olmasına rak, İki Ulus” teklifi ile Kürtleri Türk Ulusu varıncaya kadar etkili olmuştur. Ayrıca en olarak belirlemeye çalışma inadı ve Türk etkili olduğu veya olmak istediği alanda, ırkçısı reflekslerden kaynaklanmaktadır. bayanları değiştirme ve Batı’ya uyarlama Ama ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılgörevi olmuştur. Bununla alakalı olarak Absın, ulus olgusunu ister Türk, ister Türkiyeli, dullah Öcalan, “PKK bir kadın partisidir” beister Türk ve Kürt şeklinde üst kimlik olarak lirlemesini yapıyor ve ekliyor: “Kürdistan’da dayatan Batıcı anlayışla, İslamî Akide’ye bir kadının dört duvar arasından çıkarak dağlarinanan ve İslamî Akide’yi kendilerine asıl la buluşması, başlı başına bir devrimdir. PKK bu çözüm olarak gören ve inanan Müslümandevrimi gerçekleştirmiştir.” lar arasında ciddi bir çatışma potansiyeli İşte tarih boyunca, ne Cumhuriyet’in vardır. Kürtlerin temsilcisi gibi özel bir gayilk yıllarında Mustafa Kemal’in, İsmet retle gösterilmeye çalışılan siyasî grupların İnönü’nün ve son olarak CHP ve diğer sol ne kadar samimi oldukları ve ne kadar Kürt partilerin yıllardır yapamadığını PKK 30 halkını temsil ettikleri şüphelidir. Sapkın bir yılda gerçekleştirmiştir. Böylelikle Kürt kaideolojinin öğretisi altında Kürt siyaseti yap-
45
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Adalet Arayışındaki Kürtler (2) dınından hayâ perdesini kaldırmaya çalışmış, kısmen başarılı da olunmuştur. Fakat muhlis saliha kadınlar buna uymamış ve inançlarından taviz vermemiştir. Genel itibari ile baktığımızda da PKK, ne istediğinin ve neyin mücadelesini verdiğinin adını koyamamakta ve kendisi için net bir metot belirleyememektedir. Bunu kendileri de ifade etmektedir. Bu konuda PKK’nin yöneticilerinden Cemil Bayık şöyle demektedir:
tirdi ve Kürtlerin hangi haklarını elde etmesini sağladı? Halüsinasyona uğramış bir millet, büyük devletlerin çıkarları doğrultusunda ezilirken, alt kimlik-üst kimlik çatışması akan kanı durdurmayacak, daha çok akıtacak ve Kürtlerin yeniden yükselmesini haklarına kavuşmasını sağlamayacaktır. Bu yapıları temelinin nereye ait olduğunu görebilmek için aydın bir bakış açısı ile bakmak lazımdır.
“Stratejik değişim süreci ile birlikte PKK, Osmanlı Hilafeti’ni yıkan Büyük Brieski PKK gibi iktidarı, devleti hedefleyen bir tanya, 2. Dünya Savaşı sonrasında sömürPKK değil, toplumun özgürleşmesini, demokgelerinden gelen payını, ABD ile paylaşratikleştirilmesini, toplumun mak zorunda kalmıştır. devlet karşısında güç haline İngiltere’nin bütün sö...Amerika AKP eli ile getirilmesini, toplumdaki bimürgelerinde olduğu gibi, demokratik açılım projesini reyin özgürleşmesi ve güç haAmerika Türkiye’ye de gündeme getirip Kürt line getirilmesini hedefleyen sorununu az da olsa halledip gözünü dikti ve buradan bir PKK’dir.” İşte Bayık’ın da payına düşeni hatta İngiliz egemenliğine son bu ifadesi, sürekli hedefin buranın tamamını almak vermek istedi. değiştiğini ve daha doğruiçin harekete geçti. En kri...İngilizler, nizamı su devletlerarası konjoktütik konumlara, en stratejik liberalleştirmek ve re göre hareket edildiğini mevkilere derinlemesine açılımlarla demokratikleşmek gözler önüne sermektedir. yapışan İngilizciler -özelisteyenlerin istikrarını Bir dönem Kürdistan slolikle ordu ve yargıda halen kırmak, onların amaçlarını ganı, daha sonra federal varlıklarını devam ettirsabote etmek ve bunu devlet ve özerklik sloganı, mektedirler-, Amerikan ortadan kaldırmak için sonra demokratik konfedepolitikalarının Türkiye’ye ralizm ve son olarak devlet girmesiyle oldukça kan girişimlerde bulundular. fikrinden vazgeçip demokkaybetmiş ve en son Ergeratik açılım sloganını dillendirmeleri bunu nekon olayları ile askerlerin de sivil yargıda ortaya koymaktadır. Böylelikle ne BDP, ne yargılanmasıyla ABD ufak da olsa bir adım de PKK, Kürt Müslüman kardeşlerimizin ilerleme kat etmişti. Böylelikle Amerika AKP hakkını, hukukunu koruyacak kadar ehil eli ile demokratik açılım projesini gündeme yapılar değildir. Ayrıca daha önce birçok getirip Kürt sorununu az da olsa halledip İnsiyasî parti geldi geçti; DEP, HADEP, DEgiliz egemenliğine son vermek istedi. Fakat HAP, DTP şimdi de gündemde BDP. HanAskeriye’den yargıya kadar her yerde adagisi sözde temsil ettiği Kürtleri kalkındırdı? mı olan İngilizler, nizamı liberalleştirmek ve Dağda savaşmak, ölmek, öldürmek, şehri açılımlarla demokratikleşmek isteyenlerin savaş alanına çevirmek, arabaları kundakistikrarını kırmak, onların amaçlarını sabote lamak, Kürt milliyetçiliğinin yapılması, on etmek ve bunu ortadan kaldırmak için gibinlerce insanın ölümü, hangi yasayı değişrişimlerde bulundular. Önce Reşadiye’deki Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
46
Adalet Arayışındaki Kürtler (2) terör saldırıları, ardından DTP’nin kapatılması, Açılım’ı sorgulatır hale getirdi. Emperyalist ve kan emici devletlerin ülkedeki derin varlıkları; gençlere, çocuklara alttan alta kin ve nefret tohumları ekerken, bu neslin yetişmesine seyirci kalmak, ana-baba katillerinin üremesini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
OHAL altında kalması: Bundan dolayı yaşanan hukuksuzluk, çifte standart, ev basmalar, adam kaçırmalar, yargısız infazlar, köy yakmalar, gözaltına almalar, vs. 6. Asimilasyon: Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber, “tek devlet, tek bayrak, tek millet” olarak formüle edilen ve bütün Kürtleri ‘Türkleştirip’ tek bir millet yapma çabaları, Kürtlerin asimilasyona tâbi tutulmasına neden olmuştur. Bu doğrultuda Müslüman Kürt halkına reva görülen zulümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
Bölge halkının yıllardır kanayıp/kanatılıp duran, haklı-haksız olarak hemen hemen her grubun üzerinden propagandalarını yaptıkları belli başlı sorunlar şunlardır:
a) Türklüğü zorla kabul ettirme çabaları
1. Katliamlar: Şeyh Said Kıyamı ve sonrasında yaşanan katliamlar, vahşet nitelemesini dahi aşacak boyutlardadır. Ki o dönemde on binlerce insanın toplu şekilde İstiklal Mahkemeleri’nde veyahut anlık olarak öldürülmüşlerdir.
b) Kürt kavmini ‘yok’ kabul etme c) Kürtçeyi yasaklama d) Türkçe konuşmasını bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe eğitim verilmesi, böylece Kürt çocuklarının yeteri derecede eğitim alamaması yüzünden geride kalması
2. Sürgünler ve tehcirler: Kürt bölgelerinde yapılan haksızlıklara karşı duranlar, sürgünlerle “terbiye” edilmişlerdir. Bunun yanı sıra, en küçük bir başkaldırı veya muhalif bir hareket bahane edilerek Kürt halkı, neredeyse bütün bir halk olarak zorunlu göçlere tâbi tutulmuştur. Bu zorunlu göçlerde inanılmaz zulümler yapılmış, aileler parçalanmış, aşiret yapıları yıkılmış, Kürt halkı yaşadığı topraklardan koparılıp vatansız, topraksız, aşsız-işsiz bir şekilde sefalete mahkûm edilmiştir.
e) Yeni doğan bebeklere Kürtçe isim koyma yasağı f) Kürtçe coğrafik isimlerin değiştirilmesi Bu sorunları incelediğimizde gerçekten de bir halkın ezilmişliği gözler önüne serilmekte ve bunun sebebinin de T.C. Hükümetleri tarafından uygulanan politikalar olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu konuya çözüm arayışı içerisinde olan bazı STK’lar da çalıştaylar yapmaktadırlar. Bu çalıştaylarda ortaya konan çözümlerden bazıları şunlardır:
3. Köy boşaltmalar: İnsanın yaşadığı topraklardan güvenlik bahanesiyle zorla çıkarılması büyük bir zulümdür. Bunun ne büyük bir zulüm olduğu, izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bunun sonuçları çok ağır olmuş ve sorunlara çözüm olarak geliştirilen köy boşaltmalar, zaman içinde devletin sırtına ayrı bir sorun olarak binmiştir.
TSK operasyonları durdurmalı ve PKK ateşkes ilan etmeli, cezaevindeki tüm siyasî tutuklular serbest bırakılmalı, Kürtçe her alanda serbest bırakılmalı, anadilde eğitim verilmeli, Kürtçeye getirilen yasaklar kaldırılmalı, ilköğretim öğrencilerine okutulan “Andımız” kaldırılmalı, çeşitli yerlerde yazılan -özellikle Kürtlerin yaşamış oldukları bölgeler- “Ne Mutlu Türküm Di-
4. Ekonomik geri bırakılmışlık: Alt yapı ve sanayileşmeye önem verilmemesi, işsizlik sorunu… 5. Kürt bölgelerinin sürekli sıkıyönetim ve
47
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Adalet Arayışındaki Kürtler (2) yene” gibi yazılar silinmeli, taya çıkarmaya sevk eden ...Osmanlı da görülmeyen Anayasa’da var olan “Türk” duygusal bağın kendisorunlar, Cumhuriyetle ibaresi kaldırılıp yerine sidir. Ayrıca bir kavmin “Türkiye” ibaresi getirilmeliderliği için mücadele birlikte ortaya çıktı. Osmanlı li böylelikle herkes “Türkiye edilen insanlık dışı bağın Devleti döneminde Kürtlerin vatandaşı” kabul edilmeli, adıdır. Onun için insanlar sahip olduğu haklar, diğer kimliklerde “Kürt” ibaresinin arsındaki milliyetçi esaMüslümanlarla birlikte sahip bulunması, Öcalan muhatap sa dayalı kalkınma fikri, oldukları haklardır ve hepsi alınmalı ve Öcalan’ın yol hainsanları kalkınmaya göde Cumhuriyet döneminde ritası incelenmeli, BDP Kürttürmeye elverişli olamaz. Kürtlerin ellerinden alınmış, lerin temsilcisi olmalı ve AKP İnsanları kalkındırayasaklanmıştır. ile birlikte uzlaşmacı bir tavır cak yegâne çözüm; insaiçerisine girmeli ve zulme nın yaratılışına uygun, maruz kalan Kürtlere devlet tarafında acıların aklını ikna eden ve bunlarla birlikte kalbiunutulması için yardım yapılmalı… İşte genel ne huzur veren çözümdür. Bakıldığında, itibari ile baktığımızda sorunlar ve ortaya İslam, yaratılıştan kaynaklanan ve İslam’ a konulan çözümler bunlardır. aykırı olmayan bütün bu meseleleri sahih Ortaya konulan sorunları incelediğimizbir şekilde çözüme kavuşturmuş ve toplude, hepsinin Cumhuriyet’le birlikte ortaya munu 1300 seneye yakın bir süre korumuşçıktığını görmekteyiz. 1300 seneye yakın bir tur. O halde bizlerin bu kalkınmayı gerçekİslam Devleti egemenliğinde kalan Müslüleştirmesi lazım. Aslımıza, yani bu sorunları man Kürtler, başta dil sorunu olmak üzere ortadan kaldıracak huzurlu hayata dönme yaratılışı gereği Allah Subhanehu ve Teâlâ çalışması içinde olmalıyız. Bu çalışma da, tarafından kendilerine verilen haklarından adalet üzerine kaim olacak Raşidî Hilafet mahrum bırakılmamış, böyle bir sorun yaDevleti’nin kurulmasıdır. Zira Halifemiz şamamıştır. Yine ortaya konulan çözümlere sürgün edilince ve Hilafet kaldırılınca biz baktığımızda, bunların hepsinin demokrabu hale düştük. tik çevrede ele alındığı ve Kapitalist zaviyeİslam Devleti’nin kendisinde bu sorunlar ye göre değerlendirdiğini görmekteyiz. Ne devede kulak misali çok ufak sorunlar olup yazık ki bunlar, “sorun”un aslının, “çözüm” rahatlıkla halledilebilecek meselelerdir. diye sunulmasıdır. Tüm bu sorunların müAma ne yazık ki, Hilafet’in yokluğu sonucu sebbibi, demokrasi ve Cumhuriyet rejimi ortaya çıkan zalim devletçikler ve bunların iken bugün yine de çözüm olarak demokrabaşındaki yöneticiler(!) yıllardır bunları çözsiden bahsedilmesi çok gariptir. memekte, Ümmetin evlatlarını bilerek kaosa Sorunun kendisi Demokrasi ile çözülesürüklemektedirler. Evet, Müslüman Kürt meyeceği gibi milliyetçilik fikri esası üzerikardeşlerim sizleri ve diğer Müslümanları ne de doğru bir çözüm gerçekleşemez. Çünkurtaracak tek çözüm, Hilafet’tir. kü milliyetçilik, dar bir fikir olup kalkınma ِ لِ ِمث ُون َ ْل َهذَا َفل َْي ْع َم ْل ال َْعا ِمل yolunda giden insanı hedefine ulaştırmaz. “Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çaİnsanları birbirine bağlamaz. Sadece kabile (es-Saffat 61) lışsınlar.” bağı üzerine kurulu bir bağdır. Yine insanlar arasında kibre ve üstünlük sevgisini orŞubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
48
Cahit TOPRAK
1
geride durulmasına ve onların gelişmişlik düzeyine yetişilememesine sebep olmuştur. İşte tam da bu noktada, İslamî Ümmet’in âlimleri, Müslümanların düştüğü bu vahim durumdan kurtulması için çareler aramış ve ne yazık ki sömürgeci kâfirlerin altın tabaklarla sunduğu menhus ecnebi fikirleri, derman olsun diye yarasına basmaya başlamıştır.
789 Fransız İhtilali ve akabinde gerçekleşen Sanayi Devrimi, Avrupa’da farklı fikir akımları doğurmuş ve Avrupa’yı ekonomik gelişmişlik düzeyine çıkarmıştır. O dönemde meydana gelen Rönesans hareketleri, insanı tanrının boyunduruğundan çıkarıp özgürleştirirken, Reform hareketleri de Avrupa halklarının dini öcü olarak görmelerine, Katolik Hıristiyan din anlayışına ve kralların despotik “tanrı adına” zulüm yapma keyiflerini de akim bırakmıştır. Ardından bir isyan ateşi yakılmış, dahası liberal bir yaklaşımın doğmasına ve aklın hâkimiyetine götürecek bir yol haritası belirlenmiştir. Akabinde kralların otoritesini tasfiye etme çalışması başlamış ve 19. Yüzyıla damgasını vuracak bir liberal demokratik görünüme kavuşturulmuştur.
Kapitalizmi benimsemiş olan dönemin sömürgeci kâfir devletleri, daha da ileri giderek “madem istiyorsunuz, o halde kazanmak için daha çok çalışmalısınız” diyecek kadar da ukalalaşmıştır. Dönemin Batı kültürünün etkisinde kalmış kanaat önderleri ve âlimleri ise; İslamî kalkınma için Müslümanların da Avrupalılar gibi dinin katı tahakkümünden kurtulması gerektiğini, dinin tutucu ve katı tahakkümünden kurtulunması sayesinde aklın, “fikir” üretebildiğini, bu sayede teknolojik buluşlar yaptığını, aklın öncülleşmesi sayesinde kendisi hakkında en doğru
Osmanlı’da ise Arapçanın ihmali ve yeni meselelere İslamî çözümlerin istinbat edildiği içtihat mekanizmasının gereği gibi kullanılmaması, Avrupa’ya nazaran bir adım
49
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir kararı verebildiğini, dahası özgürleşebildiğini, taklitçilikten kurtulabildiğini ve kalkınabildiğini iddia ederek, bu fasit düşüncelerini İslamî Ümmet’e de anlatmaya ve tüm bunlara ikna etmeye çalıştılar.
den daha güçlü bir yaratıcı arayışına girdiğinde aklıyla tefekkür edip yaratıcının bir ve düzen koyucu olduğunu kavrar. İşte akılla idrak edilen yaratıcı, gerek kulun akidesiyle alakalı (Cennet, Cehennem gibi) gerek kulun fiilleriyle alakalı (namaz, oruç gibi) hitabı devreye girer ki bu, vahiydir. Hâsılı “aklın delaleti esas alınır” sözü sadece Akide için, dahası Akide’nin Yaratıcıya götürecek aklî muhakemede delaleti esastır. Yoksa Yaratıcının talep ettiği fiilin husn mü, kubh mu, olduğuna karar vermek için değil. Şer’î açıdan mesele irdelendiğinde ise durum iddia sahibi açısından daha da vahim hale gelmektedir. Ahzab Suresi 36. ayette Rabbimiz, َضى اللَّ ُه َو َرُسولُ ُه أَ ْم ًار أَن ٍ ِم ْؤم َ ِن َولاَ ُم ْؤ ِم َن ٍة إِذَا ق َ َو َما ك ُ َان ل َّضل َّ َ ِ َه ُم ال ِ ِن أ ْمرِِه ْم َو َمن َي ْع َ ص الل َه َو َرُسولَ ُه َف َق ْد ْ ْخ َي َرُة م َ َيك ُ ُون ل اَلاً ُّمبِي ًنا ضل َ “Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” buyurmamış olsaydı, yine Nisa suresi 59. ayetinde:
Bu mana ekseninde sömürgeci kâfirlerin allayıp-pullayıp Ümmet’e sundukları, yerli destekleyicilerinin de yardımıyla İslamî Ümmet’e benimsetmeye çalıştıkları en önemli kavramlardan biri, modernizm kavramı olmuştur. Modernizmin savunucuları, “akıl, hüküm koyucu olabilir mi? Taklitten kurtulmak mümkün olabilir mi? Zamanın değişimi ve gelişimiyle hükümler farklılaşabilir mi?” gibi sorulara buldukları aklî çıkarımlarla Ümmet’i ikna etmeye başlamış ve hâlihazırdaki temsilcileriyle halen de bunu devam ettirmektedirler. Hatta şu günlerde büyük kentlerin meydanlarında, “Akıl mı? Vahiy mi?” başlıklı dergiler dağıtmaktadırlar. Modernistler tarafından meşru gösterilmeye çalışılan bu düşüncenin dayandırılmaya çalışıldığı ama asla sağlam bir yer bulamayacağı iddiaları ise şunlardır:
ِ َّس ون َ َفإِن َت َن َ ُول إِن كُنتُ ْم تُ ْؤ ِمن ُ ازْعتُ ْم فِي َش ْي ٍء َف ُرُّد ُوه إِلَى اللّ ِه َوالر ِ بِاللّ ِه َوال َْي ْوِم اآلخ ِر
1- “İslam milleti (kale alınmayacak bir azınlık dışında) ittifak etmiştir ki, akıl ve nakil çatıştığında, aklın delaleti esas alınır.” (Muhammed
“Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve Ahiret Günü’ne gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasulü’ne götürün.” buyurmamış olsaydı, iddia sahibinin ‘aklın delaleti esas alınır’ sözüne itibar edilebilirdi.
Abduh, el-A’mâlu’l-Kâmile, III, 301)
Bu iddia, aklın ve naklin çatışma halinde olduğu kanaatini oluşturur ki, bu tamamen yanlıştır. Eğer aklın ve naklin faaliyet alanları aynı olsaydı, çatışma doğal olurdu. Ancak nakil, müçtehidin şer’î hükümleri istinbat kaynağı iken, akıl bu hükümleri anlama, hikmetlerini düşünme mecrasıdır. Akıl, yaratıcı ve müdebbir olan Allah Celle Celalehû’yu bularak, O’nunla bağını kurma vesilesiyken, nakil ise, bağını kurduğu Yaratıcının, kulun fili ile alakalı hitabının ta kendisidir. Kul, acizliğini hissedip kendinŞubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
2- Kur’an’ın tarihsel süreç içinde belli toplumlarda farklı uygulanabileceğini ileri süren bir başka modernist yazar kitabında şu ifadelere yer vermektedir: “Kur’an’da az sayıdaki “yasama ile ilgili” ayetler de Arap toplumunun örfü ve tatbikata ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğmuştu.” (Fazlu’r-Rahman, İslam, 99)
Oysa bu ifadeler Arap toplumunun örfü
50
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir ve gelenekleri incelendiği zaman, Kur’an’ın Arap toplumunun yapısıyla alakalı ayetleri incelendiği zaman hiç de ifade edildiği şekilde olmadığı açığa çıkar. Mesela;
girin, Allah’tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (el-Bakara 189) ayet-i celilesiyle kaldırılmamış olsaydı, yasamaya ilişkin hükümlerin toplumun örfüyle iç içe olduğu ve dahi örfünden kaynaklandığı fikri doğru olabilirdi.
a) Arabistan’da insanların genel ahlâkının bozulmuş olması nedeniyle fuhşun her çeşidi yaygındı. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, çocuğunun kime ait olduğunu söylerse, o kişi çocuğun babası olurdu. Bu yaşam tarzı cahiliye döneminde Arapların örfündendi. Oysa bu gelenek, Kur’an-ı ِ ِن ال ُْم ْؤ ِم َن Kerim’de Rabbimizin ات ُ ص َن َ ات م َ َوال ُْم ْح َّ ُ َّوهن ُ ص َن َ ِن الذ َ ات م ُ ُم إِذَا آ َت ْيتُ ُم َ ِين أوتُوْا ا ْل ِك َت َ َوال ُْم ْح ْ اب مِن ق َْبلِك ُ َّ ِ ِ ان ٍ ال ُمتَّ ِخذِي أَ ْخ َد و ين ِح ف ا س م ر ي غ ِين ن ص ح م ن ه ور ج أ “M ََ َ ْ ُ َُ ُ َ ُ ََْ َ min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir…” (el-Mâide 5) buyruğu ile kaldırılmamış olsayِّ ْربُوْا ِ َان َف dı ve yine ال ً اح َش ًة َو َساء َسبِي َ َو َ الزَنى إِنَّ ُه ك َ ال َتق “Zinaya yaklaşmayın gerçekten o ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur.” (el-İsrâ 32) buyruğu ile hayâsızlık ve çirkin bir fiil olarak tarif edilmeseydi, bu örfe alışmış olan Araplar bu hükümlerden sonra da aynı fiilleri işler, onlardan uzaklaşmazlardı. İşte o zaman yasama ile örfü doğru orantılı olarak ilişkilendirmekte haklı olunabilirdi.
c) Cahiliyye döneminde kan davası, Arapların en önemli özelliklerinden biriydi. Bir aile veya kabile, kendi fertlerinden biri veya birden fazlasının öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı. Yani bir insanın kanı ne kadar kıymetliyse, o kadar bedeli alınırdı. Bazen bir kişinin canı daha değerli sayılırdı ve karşılığında tek bir can alınması yetmezdi. O kadar ki, bir kabile reisi veya ileri geleni öldürülmüşse, öldüren kabile veya aileden 5-10 kişi, hatta yüzlercesi öldürülürdü. Bu Araplardaki yaygın örf şayet Rabbimizin, ِولِيِّ ِه َ َو َمن ُقت ً ِل َم ْظل َ ُوما َف َق ْد َج َع ْل َنا ل َ “ ُسلKim mazlum olarak ال يُ ْسرِف ِّفي ا ْل َق ْت ِل َ ْطا ًنا َف öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına öldürülenin hakkını talep hususunda) bir yetki vermişizdir. O da öldürmede ileri gitmesin.” (el-İsrâ 33) ayeti olmasaydı ve yine “Her kimin bir yakını öldürülür ise o, iki hayırlı şeyden birisini yapmakta serbesttir. Ya fidye alır ya da (kısas gereği onu) öldürür.” İbni Mace hadisinde olduğu gibi kısası tek kişi ile sınırlandıran nasları olmasaydı, iddia sahibi haklı olurdu.
b) Müşrik Araplar arasında yaygın olan batıl inançlardan biri, hac niyetiyle ihram giydikten sonra, evlerine kapılardan değil arka kapıdan, pencereden veya duvarı atlayarak girmeleriydi. Arap’lar, ayrıca hac yolculuğundan sonra evlerine döndükleri zaman da ana kapıyı kullanamazlardı. İşte bu örf, eğer ki Rabbimizin, وت ُّ س ا ْلب َ ُِر ِبأَ ْن َت ْأتُ ْوْا الْبُي َ َول َْي َّ َّ َّ مِن ُظ ُهورَِها َولَك ِها َوات ُقوْا َّ ِن ا ْلب َ ُِر َم ِن اتقَى َوْأتُوْا الْبُي ْ وت م َ ِن أَ ْب َواب َّ ون َ ِح ُ ُم تُ ْفل َ “ اللّ َه لİyi davranış, asla evlere ark ْ َعلك larından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından
d) Mekke de kız çocuklarını diri diri gömen Arapların bu örfleri Rabbimizin, ال َت ْقتُلُوْا َ َو َّ ٍ إمال َّاه ْم َ “ أَ ْو...Fakirlik y ْ ال َدكُم م ُ ُم َ ِإو�ي ْ ِّن ْ َق ن ْح ُن َن ْر ُزُقك zünden evlatlarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkınızı biz veririz” (el-En’am 151) ayeti inmemiş olsaydı ve Araplar bu örflerini terk etmemiş olsaydı iddia sahibi haklı olmuş olurdu. 3- Modernistler, Müslümanların bir müçtehidin mukallidi olmasını da eleştirerek, ”Çünkü kesinlikle bilinmektedir ki, Hıristiyanlar ve Yahudiler haham ve rahiplerine iba-
51
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir det etmemekte, ancak onlara itaat ederek onların Kitabu’l-İlm) hadisi dediğimiz hususu destekleharam kıldıklarını haram, helal kıldıklarını da mektedir. Zaten vakıası gereği de ‘anlama’ helal kabul etmektedirler. Bu Ümmet’in muancak ‘vukufiyet’ ile gerçekleşmektedir. kallid kesiminin yaptığı da budur. Hatta onlar, 4- Bir başka iddia da, Allah’ın mümin hahamlarını ve rahiplerini Rabb edinen Yahudi için kolaylık dilediği, zorluk dilemediğidir. ve Hristiyanlara, yumurtanın yumurtaya, hurBunu da Mecelle’deki “Ezmânın tegayyürü manın hurmaya ve suyun suya benzemesinden ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz”, “Âdet daha fazla benzemektedirler…” (eş-Şevkânî, Fethu’lmuhakkemdir”, gibi kaidelere dayandırarak, Kadîr, II, 403-4) sözünü delil getirmektedirler. zamanın değişmesiyle ihtiyaçların ve hükümleAncak yanıldıkları nokta şudur; eğer takrin değişebileceğini ve Müslümanın geleneksel lit edilenler kendi hevalarına göre hüküm olarak yapa geldikleri amellerinin zamana ve koymuş olsalardı yani hükmü açığa çıkamekana göre değişebileceğini ve dahi İslam’ın rırken edille-i şeriye olan Kur’an, Sünnet, kolaylık dini olduğunu söylediler. Mecelle’deki Sahabe’nin icması ve şer’î illete bağlı şer’î bu kaidelerin amellerde esas kılınması gerektiği, kıyas esaslarına bağlı olunancak kesin nasslarla belirtilmamış olsaydı haham ve memiş ve Müslümanların ter...Mümin, iman edeceği rahipleri ilah edinmek mecihine bırakılmış olan meşru sabesinde olan taklit, körü akide ile alakalı ve amel seçenekler hakkında kolaylık körüne taklit ve haram bir edeceği şer’î hükümlerle ilkesinin işletilmesi gerektitaklit olurdu. Oysaki müalakalı hususlarda nasslarla ğini söylediler. Bu iddiayı min, iman edeceği akide kayıtlıdır. Bu hususlarda ispat etmek için de, يُرِي ُد اللّ ُه ile alakalı ve amel edecehaddi aştığında ise baği ضعِي ًفا ِ ِق ا َ ُم َو ُخل َ أَن يُ َخ ِّف َ ان ُ نس َ إل ْ ف َعنك ği şer’î hükümlerle alakalı hükmüne girer. İslam “Allah sizden (yükünüzü) hususlarda nasslarla kayıthafifletmek ister; çünkü müminden özgür olmasını lıdır. Bu hususlarda haddi insan zayıf yaratılmıştır.” değil, Rabbine kulluk aştığında ise baği hükmüne (en-Nisa 28) gibi ayetleri de vazifesini yapmasını talep girer. İslam müminden özdelil olarak kullandılar. Bu etmektedir. gür olmasını değil, Rabbine iddiaya cevap ise şöyledir: kulluk vazifesini yapmasıÖncelikle “Ezmânın tegayyürü” yani “zanı talep etmektedir. Bu taleple karşı karşıya manın değişmesi” ile “ahkamın tebeddülü” kalan kul ise, Rabbinden kendisine indirilen yani hükümlerin değişmesi inkar olunamaz vahyi anlamak durumundadır. Müslümanifadesi, hem vakıayla hem de şer’î hükümlar nasslardan hüküm çıkaracak yetide ollerle çelişmektedir. Şöyle ki; hükümlerin muş olsaydı, zaten müçtehid olurdu. Ancak değişkenliği zamanın değişmesine bağlı bu yetiye sahip değilse bir müçtehidi taklit kılındığı için hata yapıldı. Çünkü hükümetmesi kaçınılmaz olmaktadır. Zaten nassler insanın fiilleri hakkında inmiştir, zaman lar da dediğimiz hususu desteklemektedir. ِّ hakkında değil. “Hükümlerin değişmesi için Rabbimiz, ون ِ اسأَلُوْا أَ ْه َل الذك َ ْر إِن كُنتُ ْم َ َم ُ ال َت ْعل ْ “ َفEğer zamanın değişmesi gerekir” diyerek cümleyi bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (en-Nahl tersten okursak o zaman her bir dakika ya43) yine Allah Rasulü “Madem bilmiyorlardı hut her bir saat yahut her bir yıl yahut her niye sormadılar? Şüphe yok ki, cehaletin şibir asır için Rabbimizin Kitab-ı Kerimi’nde fası sormaktır.” (Ebu Davud) yine “Allah kime zaman belirterek “filan zamanda şu hükmüm hayır dilerse, onu dinde fakih yapar.” (Buharî, Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
52
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir geçerlidir, filan zamana eriştiğinizde ise şu hükmüm geçerlidir.” demesi icap ederdi. Bu ise vakıayla çelişmektedir. O zaman insan Rabbinden gayb hakkında bilgiler almış olur ve zamana göre de kendini hazırlardı. Bu kaidenin şer’î açıdan izahına gelince; Rabbimiz, وك َ َُرُه ْم أَن َي ْف ِتن َ نزَل اللّ ُه َو َ َِمآ أ ُ ِع أَ ْه َو ْ ال َتتَّب ْ احذ ْ اءه ْم َو ْ َوأَ ِن َ احكُم َب ْي َن ُهم ب نزَل اللّ ُه إِل َْي َك ِ “ َعن َب ْعAralarında Allah’ın َ َض َما أ indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” (el-Maide 49) ون َع ْن أَ ْم ِرِه أَن ِ َفل َْي ْحذ َ ِين يُ َخالِ ُف َ َر الَّذ ِ ُص َيب ُه ْم ِف ْت َن ٌة أَ ْو ي ِ ُ“ تOnun emrine (g ِيم ٌ ص َيب ُه ْم َعذ ٌ َاب أَل tirdiği dine) muhalefet edenler, kendisine musibet (sıkıntı) veya acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.” (en-Nur 63) diye buyurmaktadır. Yine Allah Rasulü, “Kim bizim bu emrimizde (dinimizde) olmayanı (dindendir diye) icad ederse, o reddolunur.” (Muslim, Akdiyye) diyerek hükümlerin ancak Allah ve Rasulü’nden alınması gerektiğini ifade etmektedir. “Âdet muhakkemdir” sözü ise âdetlerin hükmün kaynağı olduğunu salık verilmektedir ki, bu da batıldır; yukarıda izahını yapmaya çalışmıştık.
mubahlığın sadece eşya hakkında olması gerekirken insanın fiillerini de kapsamına alacak şekilde genişletmeleri de ayrı bir handikaptır. Şu, “deliller” dediğimiz hususu netleştirmektedir. Rabbimizin, “(İhramdan) çıkınca avlanınız.” (el-Maide 2) yine “Namaz kılınca, dağılın.” (el-Cuma 10) buyrukları gibi. Yani illaki hakkında bir nass varit olması gerekir. Hâsılı gerçek anlamda Rabbe iman etmiş bir kul, ihlas ile samimiyet ile Rabbine iltica eden bir kul, Rabbinden gelen bütün emir ve yasakları kendisine kolay gelir, kolaycılığa(!) kaçmaz. 5- Modernistlerin en çok Sünnet hakkında ileri-geri konuştukları gözlemlenmiştir. Sünnet’in bağlayıcılığı hakkında, Kur’an’ın “herşeyi açıklayıcı” (en-Nahl 89) olduğunu “hiçbir şeyi eksik bırakmadığı” (el-En’âm 38), “ihtilafları açıklamak için” (en-Nahl 64) gönderildiği, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bile “Kur’an’dan başka hakem aramadığı” (el-En’âm 114) gibi hususları anlatan ayetlerin, Kur’an dururken Sünnet’e veya bir başka kaynağa müracaat edip onu bağlayıcı kabul etmenin yanlış olduğu şeklindedir. Bu iddia, Modernistlerin en çok dillerine pelesenk yaptıkları hususlardan biridir. Acaba Rabbimizin, َما َك ِّ ِّ اب ً ُم َرُسو َ ُم ا ْل ِك َت ُ ُم َويُ َعل ُمك ْ ُم َآيا ِت َنا َويُ َزكيك ْ ُم َي ْتلُو َعل َْيك ْ ال مِّنك ْ أَ ْرَس ْل َنا فِيك ِّ ِ “ َوالNitekim kendi ون َ َم ُ ْم َة َويُ َعل ُمكُم مَّا ل َْم َتكُونُوْا َت ْعل َ ْحك içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden/arındıran, size Kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size öğreten bir Rasul gönderdik.” (el-Bakara 151) ayetindeki hikmetin manasını anlamışlar mı? Yahut Kur’an’ın ayetlerini açıklarken kendi sözlerini hikmetli söz olarak mı telakki etmekteُّ ات َو ِ بِال َْبيِّ َن dirler. Acaba Rabbimizin, نزْل َنا إِل َْي َك َ َالزبُ ِر َوأ َّ ِّ َّ ِّ َّ ِ ون ر ك ف ت ي م ه ل َع ل و ِم ه َي ل إ ل ز ن ا م اس ِ ِلن ل ِّن ي ب ت ل ْر ك الذ “İnsanlara َ ِ َ ُ َ َ ُ ََ ْ ُ َ َ ْ ْ َ َُ َ kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da zikri/risaleti indirdik.” (en-Nahl 44) buyruğunda olduğu üzere Rasul’ün açıklamalarını yeterli bulma-
“Kesin nasslarla belirtilmemiş ve Müslümanların tercihine bırakılmış olan meşru seçenekler” derken de “mubah” hükmünün kastedildiği aşikardır. Yani onlara göre mubah; Allah’ın hükmünü naslarda belirtmediği daha doğrusu hakkında hükmün olmadığı alandır. İşte tam da bu noktadan yaklaşarak “kolaylık” ilkesini “mübahlık” hükmüyle bitiştirerek güya Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hakkında hükmünün olmadığı alanlarda Müslümanlara kolaylık tanıdığı düşüncesi salık verilmektedir. Oysaki bir şeyin mubah olabilmesi için onun mubah olduğuna dair Şari’in hitabını gösteren bir şer’î delilin bulunması mutlaka lazımdır. “hakkında haram kılıcı delil olmadıkça, eşyada asıl olan mubahlıktır” şer’î kaidesi gereği delil aranmayan
53
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir se.” (Buharî, Diyat) buyurduğu halde aklı bir çıkarımla “Eğer dininden dönen, din değiştiren kimse bu yüzden öldürülseydi; yani din değiştirmenin cezası idam olsaydı, o zaman dinde zorlama olurdu.” (Hayrettin Karaman, “İrtidad’ın Cezası Ölüm müdür?” isimli makale) sorgulama yapan anlayışta görmek mümkündür. Yine aynı anlayış, Allah Subhanehu Teâlâ’nın farz kılmış olduğu şer’î hükümlerden bir hüküm olan Hilafet hakkında aklî yorumlar yaparak şu cümleleri kullanmakta da bir beis görmemektedir: “…Böyle yapmaz da önce “Hilafet, İslam Devleti vb.” derlerse İslam’a ve Müslümanlara zarar verirler.” (Hayrettin Karaman, “İslam
mışlar mı? Acaba Rabbimizin, ول ُ َّس ُُم الر ُ َو َما آ َتاك ُم َع ْن ُه َفان َت ُهوا ُ “ َف ُخذRasul size ne verdiyse ْ ُوه َو َما َن َهاك onu alın, size neden nehy etti ise ondan sakının.” (el-Haşr 7) buyruğunda olduğu üzere acaba sakındırmayı sadece Kur’an-ı Zişan ile mi sınırlandırmışlar. Rasul’ün Sünneti’ni bir an bile olsa bir kenara bıraktığımızı farz etsek, namazımızı nasıl kılacak, haccımızı nasıl ifa edeceğiz ve yiyecek-giyecek vs. ile ilgili pek çok unsurlarla ilgili helal-haramlar neye göre belirlenecek? O halde Modernistlerin bu iddiası, cevaplandırılmaya dahi ihtiyacı olmayan kelimeler toplamından başka bir şey değildir.
Devleti ve Hilafet” isimli makale)
Böylelikle Modernistlerin göze çarpan belli başlı iddialarını incelemeye çalıştık. Ancak şu hususun bilinmesi elzemdir ki, o da; bu iddia sahiplerinin çoğunun vefat etmiş olmalarına rağmen, iddialarının İslamî mefhumlar açısından kıymeti haiz olmadıkları bilinmesine rağmen, Batılı Müşteşriklerce desteklenerek İslamî Ümmet’in evlatlarının İslamî değerleri ihmaline ve dahi terk etmelerine sebep olduğu bilinmesine rağmen ısrarla kitapları, tozlu raflardan indirilerek yeniden defaatle yorumlanıp pazarlanmaktadır.
Son olarak, şunu ifade etmekte fayda vardır: İslamî kesimin, “Modernistler” ve “Gelenekçiler” diye sınıflara bölündüğü müşahede edilmektedir. Bu durum, Müslümanlar açısından çok tehlikeli olmakla birlikte, Müslümanların esasî uyanışına vesile olacak olan, vahdetini vakıasıyla hissettirecek olan, yeniden eski izzetli günlerine kavuşturacak olan Raşidî Hilafet Devleti’ni kurma farziyetinden de uzaklaştırmakta, onları bölmekte ve zayıf bırakmaktadır. Müslümanların bu süreçte siyasî ferasete sahip olmaları elzem bir durumdur.
Bu tespitin izlerini, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem “…bir kimsenin kanı(nın akıtılması) şu üç hal dışında helal değildir: Zina eden dul, (öldürdüğü bir) cana can ve cemaattan (İslâm’dan) ayrılarak dinini terk eden kim-
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
54
Fatma Nur ŞAHİN
R
“
ol model”, insanların müspet ya da menfî anlamda değişimleri söz konusu olduğunda ya da toplum önünde örneklik teşkil edecek olan şahsiyetler üzerine yapılan değerlendirmelerde sıklıkla karşılaştığımız kavramlardan birisidir. Her dönemde canlılığını koruyan başörtüsü tartışmalarında, ilköğretimdeki çocukların ve kamu çalışanlarının başörtüsü ile kamusal alanda örneklik teşkil edeceklerine dair vurgu yapıldığında, örnek lider olarak gösterilen Erdoğan’ın İslam Âlemi tarafından hayranlıkla takip edilmesiyle ilgili yapılan değerlendirmelerde, Türkiye’nin diğer halkı Müslüman olan ülkeler için model ülke olarak gösterilmesi gibi birçok konuda “rol model” kavramı ile karşılaşıyoruz. Çeşitli yerlerde duyduğumuz veya okuduğumuz bu kavram ile kastedilenin ne olduğunun bilinmesi, tüm bu meselelerin anlaşılması ve doğru bir bakış açısı ile değerlendirilmesinde yardımcı olacaktır. Buradan yola çıkarak bu kavramın ne anlama geldiğini ve bu
meselelerin izahında nasıl bir paya sahip olduğunu farklı bir bakış açısıyla değerlendirmek faydalı olacaktır, diye düşünüyorum. Yaşam tarzlarıyla, hal ve hareketleriyle çevrelerindeki insanlar tarafından örnek alınan, taklit edilen insanlar bu özellikleriyle “rol model” olma sorumluluğunu taşıyan insanlardır. Her insanın çocukluk yaşlarından başlayarak hayatının her döneminde değişkenlik gösteren ve kendisine örnek olarak seçtiği “rol modeli” vardır. Bu seçim ilk etapta aile içerisindeki bireyler ile başlar. Küçük bir çocuk için hayranlık duyduğu ve davranışlarını taklit ettiği, sürekli görüp gözlemleyebildiği en yakınındaki insanlar olan ebeveyni ve aile içerisindeki diğer bireyler “rol model” olarak seçtiği ilk insanlar olmaktadır. Bunlar genellikle anne veya baba olduğu gibi aile yapısına göre değişkenlik göstermektedir. Çocukların benlik, kişilik, kimlik, karakter yapıları üzerinde öncelikli rol modelleri olan annelerin büyük payı vardır. Bunun için annelik sanatını en
55
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim güzel şekilde icra eden kadınlar, Rableri tarafından Cennet ayaklarının altına serilerek ödüllendirilmişlerdir. “İyi bir anne yüz öğretmene bedeldir” diyenler de, annenin çocuğu için “rol model” olmasındaki önemi vurgulamışlardır.
ile görev yapacak olan öğretmenlerin çocuklar için rol model olacakları ve bu durumun doğal, olağan, talep gören ve yaygınlaşan bir durum olacağı korkusu, dile getirilmektedir. Yani şer’î hükümlere bağlanan ailelerin çocuklarını kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara teslim etmeleri ve bu çocukların onları “rol model” olarak belirlemelerini doğal karşılayanlar, tam tersi söz konusu olduğunda buna itiraz edip korkularını dile getiriyorlar.
Bu seçim, yaşın büyümesi ve çocuğun ailesinin dışında beraber vakit geçirdiği diğer insanlarla tanışması ile değişim gösterir. Okul ortamında, arkadaş ortamında, çevresinde gözlemleyebildiği insanlar veya izlediği televizyon programlarında gördüğü Bu korkuların tezahürü olarak da, günüünlü insanlar, starlar, sanatçılar, sporcular müzde Kapitalist ideolojinin hâkim olduğu vb. davranışlarını, yaşam tarzlarını örnek kamusal alanda dine dayalı en ufak bir dealacağı yeni insanların varğerin bile varlığına tahamlığı, kendisine yeni bir “rol mül edemez hale gelmiştir, ...Şer’î hükümlere model” edinmesini berabemevcut sistem ve bu sistemi bağlanan ailelerin rinde getirmektedir. Bu “rol ayakta tutan hâkim zümre. çocuklarını kendileri model” olarak seçilen kişinin Dinden tamamıyla arındırılgibi düşünmeyen ve takip edilmeye değer bir mış bir kamusal alanda, dine yaşamayan insanlara teslim özelliğinin veya başarısının dair bir örnekliğin varlığı, etmeleri ve bu çocukların olması onun tercih edilmesi sistem için tehlike olarak alonları “rol model” olarak için yeterlidir. Çocukların bu gılanmaktadır. Dolayısıyla belirlemelerini doğal dışarı açılma dönemlerinde bu hâkim zümre için kamukarşılayanlar, tam tersi söz genellikle tercih ettikleri rol sal alanda başörtüsüne izin konusu olduğunda buna modelleri okulda sürekli vavermek demek, bu yeni rol itiraz edip korkularını dile kit geçirdikleri öğretmenleri modellerin bir değişime vegetiriyorlar. olmaktadır. Onları örnek alsile olmasına göz yummak maları, davranışlarını taklit anlamına gelmektedir. Peki, etmeleri ve onlar gibi olmaya gayret gösçocuklarımızın rol model olarak aldığı öğretmentermeleri gayet doğal bir durumdur. İşte bu lerle ilgili aradaki bu ihtilafı ne kaldıracak? Yani noktada örnek alınacak bu kişilerin, çocukbaşörtülü anneler çocukları için başörtülü örnek larımızı teslim ettiğimiz bu insanların, biöğretmenleri tercih ederken, başı açık anneler de zim hassasiyetlerimize sahip insanlar olup kendileri gibi açık öğretmenleri tercih ettiğinde olmadığı meselesi ortaya çıkıyor. Bizler şer’î bu ihtilafa son verecek olan nedir, dediğimizhükümlere bağlanırken çocuklarımızı tesde iman edenler için elbette ki Rablerinin lim ettiğimiz bu insanlar, şer’î hükme bağkendileri için gönderdiği şu ayet-i kerime lanmayan insanlar olduğunda, bu duruma olacaktır: nasıl müdahale edeceğiz ve çocuklarımızın ال َ ون َحتَّ َى يُ َح ِّك ُم َ ال َو َرب َ َف َ ُم َ ِّك َّ ِيما َش َج َر َب ْي َن ُه ْم ث َ ُال يُ ْؤ ِمن َ وك ف onları örnek almasına nasıl engel olacağız. ِّ َ ِ ِيما ل س ت ا و م ل س ي و ت ي َض ق َّا ِّم م ا ج ر ح ِم ه س ف ن أ ِي ف َي ِج ُدوْا ْ ًَ َ ْ ُ ً ْ َ ُ َ َُ َ ْ َ İşte “başörtüsü ve kamusal alan” konusunun “Hayır, Rabbine andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin
tartışıldığı yerlerde dile getirilen kaygı bu temele dayandırılarak, okullarda başörtüsü Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
56
Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim öğrenmek ve değerleri ön plana çıkaran yeni bir eğitim yaklaşımını gündeme getirmek zorundayız.” (Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı, İstanbul 1999, S. 79)
edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar.” (en-Nisa 65) Elbette ki bu konuda çözümü, şer’î hükme bağlanmak getirecektir. Yani Âlemlerin Rabbi olan Allah kadın için örtünmeyi emrettiğinden dolayı tüm kadınların bu buyruğa uymalarından başka bir çare ve çıkar yol yoktur. Şer’î hükmü kabul etmeyen insanlar içinse bu sorunun akla ve mantığa yatar bir çözümünün olamadığını kabul etmekten başka bir yol kalmıyor. Zira meseleye özgürlükler zaviyesinden bakıldığında da her iki tarafında isteğinin makul olduğu düşünülürse herkesi memnun edecek bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı açıkça ortadadır.
Batı’nın geliştirdiği bu düşüncenin yanlışlığını bugün artık uzmanlar da kabul etmekte ve insanların model olma gibi bir sorumluluğa sahip olduğunu ve ancak bu sorumluluğunun bilincinde olursa toplumsal sorun olarak kabul edilen birçok sorunun aşılabileceğini görmektedirler. Toplumsal değişim üzerine araştırmalar yapan ve bu konuda fikir ortaya koyan birçok düşünür bu konuda aile ilişkileri ve ebeveyn-çocuk ilişkisinin önemi üzerinde önemle durmuşlardır. Bizler, toplumsal değişimin fertten yola çıkarak mümkün olamayacağını düşünüyoruz. Ancak fertlerin “rol model” olma bilinciyle hareket ettiklerinde veya kendilerine doğru örnekler seçtiklerinde, bunun genel manada değişime yardımcı olacak önemli bir etken olduğunu da düşünüyoruz. Zira bu konuda ayet-i kerimede, إِ َّن اللّ َه وءا َ ُ َوٍم َحتَّى يُ َغي ُ ال يُ َغي ً َوٍم ُس ْ ِم َ ِإو�ذَا أَ َار َد اللّ ُه ِبق ْ ِّر َما ِبق ْ ِّروْا َما ِبأَ ْن ُف ِسه َّ ٍ َهم مِّن ُدوِن ِه مِن َو ال َ …“ َفŞüphesiz ki ُ ال َم َرد لَ ُه َو َما ل bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah’tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.” (er-Ra’d 11) buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerimede de insanların müspet ya da menfî anlamda kendilerinde olanı değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Bu değişim ise toplumu oluşturan duygu, düşünce nizam ve insanların bir bütün olarak değişmesiyle mümkün olacaktır. İşte bu değişim içerisinde fertlerin değişimi ve düzelmesinde bu “rol model” kavramının önemli bir yeri olduğuna inanıyoruz. Yani eğiticilerin eğitilmesi gereklidir ve insanların kendilerinde olanı değiştirmeleri, kendilerini örnek alanları da değiştirmeleri anlamına gelmektedir. Aile içerisinde öncelikle çocuklarının
Ayrıca insanların birbirleri için örneklik teşkil etmeleri ve hayatlarında kendileri için rol modeller belirlemeleri hususunda özgürlükçü düşünceye sahip insanların “hiçbir insanın böyle bir sorumluluğu yoktur. İnsanlar kendisini örnek alıyor diye kendini kontrol etmesi ve belli kalıplar içerisinde hareket etmesi insanın özgürlüğünü kısıtlamaktır” diye düşünenler de vardır. Bu Batı’nın geliştirdiği, hiç kimsenin kimseye karşı sorumluluğu yoktur, herkes duygu düşünce ve hareketlerinde hürdür, düşüncesinin bir sonucudur. Bugünkü gençliğin içine düştüğü durumun önemli etkenlerinden birisi de bu düşüncedir. Bu konuda kişisel gelişim uzmanı olan Stephen R. Covey de şöyle söylüyor: “Hollywood, genelde sorumlu olmadığımıza, duyguların bir ürünü olduğumuza bizi inandıran senaryolar üretti. Ancak Hollywood senaryosu gerçeği tanımlamaz. Duygularımız, eylemlerimizi denetliyorsa, bunun nedeni sorumluluklarımızı terk etmemiz ve duygularımıza bu yetkiyi vermemizdir. Duyguları zekice kullanmayı, aklı da rastgele duygularla değil, hakkaniyet duygusuyla ve ahlakî değerlerle yönetmeyi
57
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim kendilerini model olarak aldığı ebeveynlerin, bu bilince sahip olarak hareket etmeleri gerekmektedir. İslam âlimlerinin paylaştığı bir ifade şudur: “Allah’ın Rahman, Rahim ve cemal sıfatlarının kendisinde tecelli ettiği kadın ile, Kahhar, Muntakim ve Celal sıfatlarının kendisinde tecelli ettiği erkek” arasındaki birbirini tamamlayıcı bu mükemmel uyumdan yola çıkarak, yeni nesil için örnek ebeveynler olmak, farklı rol modeller edinen çocuklarımızın kontrolden çıkmalarına engel olacaktır, diye düşünüyorum.
rın bilinçli bir şekilde yaptığı bir tercih mi yoksa her zamanki gibi bir yönlendirme ve dayatma mı söz konusudur?” Evet, örnek olmak yani “rol model olmak” beraberinde sorumluluk getirir. Rol modellerin sorumluluk bilincine sahip olmaları gerekir. Onların hata yapma gibi bir lüksleri yoktur ve kendilerini örnek alanları düşünerek hareketlerine, söylemlerine, yaşantılarına dikkat etmeleri gerekmektedir. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda bu örneklerin kesinlikle Müslümanlar için rol model olma özelliğine sahip olamadıklarını açıkça görebiliriz. Müslümanların kendileri için örnek olarak seçmeleri gereken gerçek modeller ise Allah Rasulü tarafından bizlere şöyle bildirilmiştir; “Benim Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.” (Deylemi, Beyhaki)
Meseleyle ilgili başka bir konu ise; insanın tutum ve davranışlarını denetleyen ve böylelikle ona yön veren siyaset ve eğitim alanındaki aksaklıklar ve sorunlar, örnek şahsiyetlerin oluşumunun önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. İslam’da tüm hükümler ve siyasî düzenlemeler ile siyasetin insan davranışlarını denetlemede en etkin şekilde faydalandığı eğitim sistemi, insanı örnek bir şahsiyet yapma yolunda Âlemlerin Rabbi tarafından mükemmel bir nizam ile düzenlenmiştir. Ayrıca insana, hayata dair bir bakış açısı kazandıran, fikrî liderlik olarak tüm insanlığa taşınması gereken İslam ideolojisi örnek İslam şahsiyetlerinin yetişmesi konusunda aile yapısına, eğitim kurumlarına, kamusal alana dair gerekli düzenlemeleri getirmiştir. Bu minvalde siyaset adamlarını ve yürütülen mevcut siyaseti değerlendirdiğimizde, örneklik teşkil etme konusunda liderlerin de sınıfta kaldıklarını söyleyebiliriz. Ancak bu konuda, Türkiye’nin Arap ülkeleri tarafından “rol model” olarak seçilmesi, Türk dizilerinin bu ülkelerde büyük ilgi ile izlenmesi, Erdoğan’ın bu ülkelerde örnek lider olarak teveccüh görmesi, akıllara gelecektir elbette. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: “Bu örnekleri model olarak Müslümanların önüne koyan güçlerin amacı nedir? Bu tercih, Müslümanla-
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
“Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Ashabım hakkında Allah’tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse, bana olan kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet ederse, çok geçmeden Allah onun belâsını verir.” (Ahmed b. Hanbel) Yine Müslüman kadınlar için kendilerine örnek alacakları kadınlar, Allah Rasulü tarafından şöyle bildirilmiştir: İbn-i Cerir kendi tefsirinde Enes İbni Malik’den naklediyor ki: “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Âlemlerin kadınlarının en iyileri (ve faziletlileri) dört kişidir: İmran kızı Meryem, Mezahim kızı ve Firavun’un hanımı Asiye, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma’dır.” (Taberî Tefsiri, c.3, s.180.)
58
UCUBE SİYASET ACAYİP SİYASETÇİLER (DOĞURUYOR) Erkan KARDELEN
S
yaset nizamı, ne insanlara insan olduğu için değer verir, ne de Yaratıcının değerli olarak gösterdiği değerlere değer verir. O ancak ve ancak maddiyata değer verir. Bu yönüyle O, ucube bir siyasettir. Zira insan aklına ve fıtratına aykırılıklar göstermektedir.
iyaset belirli bir fikir ile Ümmet’in işini tanzim etmek demektir. Tabiî ki Ümmet’in işlerini tanzim edenlerin belirli bir fikirleri ve ideolojileri yoksa devşirme fikir ile tanzim edilen devşirme bir siyaset ortaya çıkacaktır. Bu siyasette Türk Dil Kurumuna göre: “Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan şey” anlamına gelen ucube gibi bir siyaset olacak ve böyle ucube siyaset, acayip siyasetçiler doğuracaktır. Tıpkı yaşadığımız vakıada, işlerimizin tanzim edildiği ucube siyaset ve bu siyaseti tatbik eden acayip siyasetçiler gibi…
İşte o ucube siyasetten doğan acayip icraatlardan örnekler: - İnsanlar, futbol denilen uyuşturucu sayesinde uyumaya devam etsinler diye bir futbol sahası yapıldı ki, orası için Başbakan’ın belirttiğine göre 600 Trilyon Lira harcanmıştır. Acayip bir siyaset örneği… Peki, burada sormak gerek her şey bitti de bir bu mu eksik kaldı? Yani insanların sırtı pek, karnı tok, hiç kimsenin derdi kalmamış ve her şey yolunda öyle mi? Oraya harcanan paraya, düşünün kaç tane fabrika açılırdı ve aile efradı ile birlikte kaç kişiye iş ve aş fırsatı üretilebilirdi? Oraya harcanan para zaten yeterince aç olan insanları biraz daha aç kalmaya mahkûm ederek bu
Bu devletin insanlara taşıyabileceği bir fikri ve ideolojisi yoktur. Siyasetçiler de, hayran oldukları fikri ve bu fikirden türeyen siyaseti tatbik edeceklerdir. Şu an yaşadığımız ortamda Kapitalist siyaset ve onun yönetim nizamı olan Demokrasi tatbik edilmektedir. Bu da İslamî Akide ve İslamî fikirden çıkan bir siyaset ve yönetim nizamı değil, sömürgeci kâfir devletlerden ithal edilen bir siyaset ve yönetim nizamıdır. Bu si-
59
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor) insanlardan toplanan vergilerle karşılandı. Ne kadar tuhaf bir iş ve ne kadar acımasız bir tanzim yapılmış değil mi? Üstüne üstlük bir de açılışında yapılan protesto haftalarca gündem yapıldı ve üzerinde yazıldı, çizildi, konuşuldu.
Maalesef bu ucube siyasetin uygulandığı ülke Türkiye’dir. Bu ülkede İslamî bütün değerler yasaktır. Esasen bu yöneticiler, her ne kadar Müslümanların duygularını İslamî söylemlerle okşayıp sömürseler de, aslında gayri İslamî yaşam tarzını güvence altına almışlardır. Acaba kendilerini Allah’ın azabı- İçki yasası ile alakalı olarak gelen tepkina karşı güvence altına alabilmişler midir? lere karşı Başbakan Erdoğan; “Herkesin yaşam Sanmıyorum… Bir yandan ya Allah Bistarzı giyimi kuşamı, yeme içmesi, inancı, ibadet millah diyecek kadar İslamî, diğer yandan özgürlüğü, ifade özgürlüğü bizim teminatımız İslam’a zıt olan yaşam tarzını güvence altıaltındadır. Biz ne müdahale ettik ne de müdahana alacak kadar gayri İslamî bir siyaset gütle edilmesine müsaade ettik.” (16.01.2011 Yeni Şafak) mektedirler. Ucube siyaset, elbette ki acayip tarzında bir açıklama yapmıştı. Ne kadar siyasetçiler doğuracaktır. Doğurmak zoruntuhaf ve anlamsız! Hepimizce malumdur bu dadır da. Çünkü bu acayip ülkede Müslüman bayanlasiyasetçiler olmazsa, insanrın giyimi ve kuşamından Maalesef bu ucube ların İslamî duygularını dolayı okullara gidemediksiyasetin uygulandığı ülke kim sömürecek ve Müslüleri… Ayrıca Hayrunnisa Türkiye’dir. Bu ülkede manları aldatarak bu ucuGül hanımın ilkokuldaki İslamî bütün değerler be siyaseti devamını kim başörtüsü cehaletini ortayasaktır. Esasen bu sağlayacak? Başbakan daha dan kaldıracağız sözüne yöneticiler, her ne kadar sonra başka bir söyleminCumhurbaşkanı’nın destek de şöyle diyor: “Her zaman Müslümanların duygularını verdiği ülke burası değil mi söylediğim şu, eninde sonunİslamî söylemlerle okşayıp acaba? Ve yine Rablerine da hepimiz öleceğiz. İki metsömürseler de, aslında iman eden Müslümanların reküp bir yer açacaklar bize, gayri İslamî yaşam tarzını çalıştıkları fabrikalarda naçukur, o çukura gömecekler. güvence altına almışlardır. maz kılmalarının yasaklanBu gök kubbede hoş bir seda dığı ve gizli gizli kılmaya bırakabilmişsen, bu millete çalışıp yakalananların işine son verildiği hizmetkâr olabilmişsen, bizim bir başbakanımız ülke neresi acaba? Ve yine “ifade özgürlüğü vardı. Allah ondan razı olsun dedirtebiliyorsan bizim teminatımız altındadır” denildiği halne âlâ.” (16.01.2011 Yeni Şafak) Anlaşılan öleceğini de sırf Hilafet arzularından dolayı insanlar biliyor ama öldükten sonra nasıl hesap veMars’ta mı ceza evine atılıyor acaba? receği konusunda endişeleri var. Rasulullah - Medyanın yönlendirmesi sonucunda SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor: baskıları kırmak ve kendilerini rahatlatmak “Yöneticileriniz olacak ve onları tanıyacak adına Hacı İnan’lar bu ülkede tutuklanmıve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri duyor mu? Yasal değişiklik neticesinde tahliye rur. Kim inkâr ederse kurtulur.” olan, ardından yasal mevzuatlara göre imza Evet, bu ülkede ucube bir siyaset tatbik vermeye devam eden, ama sırf tutuklamak ediliyor ve bu gök kubbede hoş bir seda için 13 gün içerisinde yeni bir dosya kapdeğil, Amerikan kültürü bırakılıyor. Ve samında aynı suçtan isnad ile tutuklanan bu insanların arzuladıklarını yapıp onlara Müslümanlar kimin vatandaşı? Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
60
Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor) hizmetkâr olmak yerine Amerikan projeleri gerçekleştiriliyor. Söylemler hoş ve İslamî, yapılanlar tuhaf ve gayri İslamî… Acayip bir siyaset işte!
ri sıralanırken en büyük nedeninin manevi boşluk, kolay erişilebilirlik, alkolü özendirici diziler ve filmlerin olduğu vurgulanıyor. İşte burada da gayri İslamî, batıl, ucube siyasetin ve insanların davet edildiği ve sürekli reklâmı yapılan gayri İslamî kültürün önemi yatıyor. Çünkü Batı kültürü, Batı’nın hayata bakış açısı, sınırsız özgürlükleri ve hayat nizamı demektir. Ve bu ucube nizamın tatbik edilmesidir çocuklarımızı bu hale düşüren, toplumu fesada uğratan bu kültür, İslam’ı yok etmek için kullanılan Batı’nın en önemli silahıdır. Evet, insanları bu hale bu ucube siyaset getirmiştir.
Ayrıca başka bir konuya dönecek olursak Yeşilay ve Tüketiciler Birliği’nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de alkol kullanma yaşı 11’e düşmüş ve 7 yılda alkol tüketimi %133 artarak 1 milyar 902 milyon litre’ye ulaşmış. Yani AKP hükümeti dönemine denk gelen sürede… Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bir raporunda ise: “cinayetlerin %85’i, tutuklamaların, ırza tecavüzlerin ve şiddet olaylarının %50’si, trafik kazalarının %60’ı, işe gitmeyenlerin %60’ı, eşlerini dövenlerin %70’i, intihar edenlerin %58’inin sebebi alkol olarak gösteriliyor ve rapor uzayıp gidiyor.
Bunun için bir Nasranî bayramı olan yılbaşı kutlamalarında, sadece İstanbul Taksim Meydanını hatırlamak yeterlidir. İnsanların düştükleri hallere bakın. Kutlamalar, deliler gibi eğlence, yarı çıplak insanlar, içki ve polisler… Bu insanlara yıllarca gayri İslamî kültürün diğer bir ifade ile Amerikan kültürünün reklâmını yaptılar. Kadınları bir meta haline getirdiler. Onları yarı çıplak insanların içine attılar. Sonra da içki ve o kültürle donanması sağlanan insanlar azgınlaştıkça azgınlaştılar. Sivil polisler de sözüm ona huzuru sağlamak ve yarı çıplak kadınları korumak uğruna kendilerini paraladılar. Bu durum, bir kediyi yıllarca özendirildiği bir ciğerle aynı kafese koymaya ve onu yediği için kedinin cezalandırılması gibi ucube bir uygulamaya benziyor. Yazık… O insanlara da, o polislere de yazık oluyor. Ne kadar acayip bir uygulama.
Şimdi de sanki bu alkol tüketimini sağlayanlar bu acayip siyasetçiler değilmiş gibi, bununla ilgili bir yasa hazırlığındalar. Bunu da o kadar gündem yaptılar ki sanki alkolün reklâmı yapılmak isteniyor. Ve bu yasayı hazırlarken bile Avrupa’nın şu ülkesinde şöyle, bu ülkesinde böyle diyerek bu ucube siyaseti uygularken nereye dayandıklarını da yani ucube siyasetin kaynağını da kendileri belirtiyor. O kaynak Batıdır. İslamî olmayan siyaset ucube siyasettir. Hâlbuki bu yöneticiler İslamî hükümleri tatbik etmek ve alkol üretimini ve satışını yasaklamak zorundadırlar. Çünkü Allah Azze ve Celle onu haram kılmış ve yasaklamıştır. َ اب َوا َ ْخ ْم ُر َوال َْم ْي ِس ُر َوا َم َ آمنُوْا إِنَّ َما ال َ ُّها الَّذ ُ نص َ َيا أَي َ ِين َ أل ُ أل ْزال َّ َّ ون ِ ِّن َع َم ِل الش ْي َط َ ِح ْس م ٌ رِْج ُ ُاج َتنِب ُ ُم تُ ْفل ْ ان َف ْ وه ل ََعلك
İstanbul’u fetheden ve Ayasofya’yı cami yapan şanlı komutan Fatih Sultan Mehmet Han, İslambol’u feth etmiş ve Rasulullah’ın övgüsüne mazhar olmuştur. Bu güzel şehir, yüreğinde İslam’ın bol olduğu bir komutan ve yüreğinde İslam’ın bol olduğu mücahitlerden oluşan bir ordu ile fethedilmiştir. Nadide şehir, belki de İslam Ümme-
“Ey iman edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları; ancak şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz.” (el-Mâide 90) Yukarıdaki her iki raporda da alkole başlama yaşının 11’e düşmesinin nedenle-
61
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor) ti için Mekke, Medine ve Asıl mesele; ehil yöElbette ki bu geldiğimiz Kudüs’ten sonra en önemneticileri bulmak değil, noktada biz Müslümanların li yerlerdendir. Zamanınİslam Akidesi’nden fışhiç de azımsanmayacak kadar da Hilafetin merkezi olan kıran, İslamî hayatı yebu şehir, şimdilerde ise niden başlatacak, İslam’ı payı vardır. Yönetim işini ehil 2010 Avrupa Kültür Baştopluma tamamen tatbik olmayan insanlara vererek bu kenti ilan edilmiş ve bir edecek ve akıllara, nefisleişte bu Müslümanlar da pay yıl boyunca Batı kültürüre işledikten sonra O’nun sahibi olmuştur. nün insanlarımıza daha davetini âleme taşıyacak da çok yerleştirilmesi için, olan bir devlet kurmak 760 sergi, 1584 konser, 1130 tiyatro gösterisi için çalışmaktır. Allah’ın hükmünü hayata de dâhil toplam 9677 etkinlik gerçekleştirilhâkim kılmaktır, asıl mesele... İşte ancak bu miştir. ucube siyaset ve bu acayip siyasetçilerden böyle kurtulabilir, dünyada izzete Ahiret’te Elbette ki bu geldiğimiz noktada biz kurtuluşa ulaşabiliriz. Müslümanların hiç de azımsanmayacak kaال ً ِين َسبِي dar payı vardır. Yönetim işini ehil olmayan َ ِين َعلَى ال ُْم ْؤ ِمن َ َولَن َي ْج َع َل اللّ ُه لِْلكَافِر insanlara vererek bu işte bu Müslümanlar “Allah, müminler aleyhine kâfirlere da pay sahibi olmuştur. Ve artık mücadele hiçbir yol vermeyecektir.” (en-Nisa 141) etme vakti gelmiştir. Yapılacak ilk iş, hükَّ ِاههِم وي ْأبى اللّ ُه إ ال أَن َ يُرِي ُد َ َ َ ْ ِ ور اللّ ِه ِبأَ ْف َو َ ُون أَن يُ ْط ِف ُؤوْا ن metme işini hüküm verme konusunda tek ون ِر ف َا ك ل ا ِه َر ك َو ل ْ َ ُ َ ْ ورُه َو َ ُيُت َِّم ن söz sahibi olan Allah’a, yönetimi de ehil yöneticilere vermektir. “Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama kâfirler istemeَ ؤدوْا ا ُّ ُُم أَن ت ِ أل َما َن َمتُم َب ْي َن ْ ات إِلَى أَ ْهل َِها َ ِإو�ذَا َحك ْ إِ َّن اللّ َه َي ْأ ُم ُرك se de Allah nurunu mutlaka tamamlayaُ ُموْا بِال َْع ْد ِل إِ َّن اللّ َه ِنعِمَّا َيع َان ِ َّالن َ ِظكُم ِب ِه إِ َّن اللّ َه ك ُ اس أَن َت ْحك caktır.” (et-Tevbe 32) ِ ِيعا َب ير ص ًا ً َسم
َّ ِّ ِين ال ِرُه َعلَى َ ْحق لِيُ ْظه َ ِ ُه َو الذِي أَ ْرَس َل َرُسولَ ُه بِال ُْه َدى َود ِّ ِ الد ِّ ُون َ َو كَرَِه ال ُْم ْش ِرك ْ ين كُل ِه َول
“Gerçekten Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hükümlerinizi hakkıyla işiticidir.”(en-Nisa 58)
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
“Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (et-Tevbe 33)
62
Müdürlüğü’nün bulunduğu Fatih Metro İstasyonu Baz İstasyonu’ndan sinyal verdiği anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile müvekkilimizin telefonu el koyma işleminden sonra götürülen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde açılmıştır. Telefonun sinyal verdiği saatten 5 saat sonra bilirkişiye teslim edildiği ise bilirkişi raporundan anlaşılmaktadır.
EMNİYET BU İDDİAYI NAMUS MESELESİ YAPIP, AYDINLATMALI! ...Sanık avukatlarının Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan (TİB) aldıklarını söyledikleri rapor, kapatılan telefonun, sanık gözaltındayken, birileri tarafından İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde 1 dakika 22 saniye süreyle usulsüz bir şekilde açıldığını gösteriyormuş... Sanık avukatları mahkemeye şu bilgileri vermiş:
Daha da ilginç olan bir başka konu ise TİB raporu ile sabit olduğu üzere müvekkilimiz ile sonradan kaydedilen 139 tane telefon numarası arasında hiçbir iletişimin gerçekleşmemiş olduğu hususudur. Yine bilirkişi tarafından tespit edildiği şekliyle bu 139 tane telefon numarası 1 dakika 1 saniyelik süre içinde kaydedilmiştir ve kaydediliş zamanına bağlı olarak rehberin en sonunda yer almaktadır.
“Müvekkilimiz 18.09.2008 tarihinde gözaltına alınmış ve aynı gün cep telefonuna da el konulmuştur. Merkez Komutanlığı tarafından el konulan telefonun İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polislere teslim edilme zamanı 19.09.2008 günü saat 17.50’dir. Bilirkişi raporu incelendiğinde cep telefonu üzerindeki incelemenin 20.09.2008 tarihinde yapıldığı görülmektedir. Bu kapsamda el koyma ve bilirkişi incelemesi arasında geçen zaman diliminde ise cep telefonunun delil bütünlüğü ve sağlığının muhafazası için, mühürlü bir torba içerisinde koruma altında tutulması gerekmektedir.
Tesadüf eseri müvekkilimizin telefonunun 19.09.2008 günü Fatih’ten sinyal verdiği süre de 1 dakika 22 saniyedir. Bir başka ifade ile bu iki süre birbiri ile örtüşmektedir.” www.gazetevatan.com - 22.01.2011 KD: Eylül 2008’de gerçekleştirilen bir operasyonla Hizb-ut Tahrir ile Ergenekon Terör Örgütünü ilişkili göstermeye çalışan medya ve bazı emniyet mensuplarının iftiraları, her geçen gün
Ancak mahkemeye ulaşan TİB raporları incelendiğinde 19.09.2008 tarihinde müvekkilimize ait cep telefonunun 1 dakika 22 saniye süreyle İstanbul Emniyet
63
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Haber-Veri-Yorum ortaya çıkan yeni belgelerle deşifre oluyor. Tamamen bir tevafuk neticesinde gerçekleşen taksici- müşteri ilişkisinden yola çıkarak, dünyada 40 ülkede faaliyet gösteren ve siyasi bir parti olan Hizb-ut Tahrir, cürümleri hat safhaya ulaşan ve İslam düşmanı oldukları her faaliyetlerinden belli olan Ergenekon ile bağlantılı gösterilmiş ve 5 kişi tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Fakat İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi verdiği bir kararla bu iki örgüt arasında bir bağ olmadığını ve tutuklanan sanıkların dosyalarının Ergenekon davasından ayrılmasını talep etmişti. Sadece Mehmet Ali Çelebi’yi taksisine müşteri olarak alan ve kendisiyle düşüncelerini paylaşan Süleyman Solmaz, Ergenekon davasına dâhil edilmişti. Çıkarıldığı ilk duruşmada tahliye edilen Solmaz ile Çelebi’nin ifadeleri örtüşüyor ve Çelebi: “Taksiye bindiğinde kendisine düşüncelerini anlatan Solmaz’a kendisini muhasebeci olarak tanıttığını, daha sonra ise bir kez buluşup kendisinden kitap almak istediğini” söylüyordu.
BAŞÖRTÜSÜ ZULMÜ ŞİMDİDE AZERBAYCAN’DA Azerbaycan’daki başörtüsü yasağına artan tepkilere kulağını tıkayan yönetim, başörtülü öğrencilerin feryadını da duymuyor. Azerbaycan’da aylar önce okullarda başörtüsü yasaklandı. Yasak ülkede büyük bir tepkiyle karşılandı. Birçok kentte halk sokaklara döküldü. Halkın tepkisi yönetim tarafından dikkate alınmıyor ancak tepkiler her geçen gün daha da büyüyor.
Tüm bunları teyit edici nitelikte olan ve hazırlanan kirli tezgâhı gösteren bir vakıa da, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen yazıda ortaya çıktı. Çelebi’nin telefonu kendisi gözaltında iken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Fatih Metro Baz İstasyonu’ndan 1 dakika 22 saniye sinyal vermiş. Bu sırada da Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Mahmut Oğuz Kazancı’ya ait 139 numara, Çelebi’nin telefonuna yüklenmiş. Bu yolla Hizb-ut Tahrir ile Çelebi arasında bir bağ kurulmak istenmiş.
Kendilerine yapılan haksızlığı kabullenemeyen başörtülü öğrenciler ve yakınları feryatlarını duyacak birilerini arıyor. Haklarının ellerinden alınmasına isyan eden genç bir kız şöyle feryat ediyor: “Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz? Bizim haklarımız nerede? Biz devletten sadece haklarımızı talep ediyoruz? Bizi neden cahil bırakmak istiyorlar, biz ne istiyoruz ki? Biz sadece okumak istiyoruz…” Dünya Bülteni - 01.01.2011
Müslümanları, Ergenekon gibi İslam düşmanı illegal yapılarla bir arada göstererek kamuoyuna şaibeli göstermeye çalışanların, hak hukuk gözetmeksizin yaptıkları elbette sonuca tesir edemeyecektir. Zira gerçek güneş gibi ortadadır.
KD: İslam beldelerinin başında bulunan hain yöneticilerin çağdaşlaşmak adına algıladıkları tek husus, yüzyıldır aynı minvalde seyretmektedir. M. Akif’in bundan yüz yıl önce yazdığı şu mısralar, bu yöneticilerin durumunu da, zihniyetini de ortaya koymaktadır:
*** Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
64
Haber-Veri-Yorum “İş bizim Avrupa hayranlarına benzer sonra! / Durumu düzeltecekler diyerek kaç senedir, / Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? / Geldi bir tanesi akşam, saçmalıklar kustu! / Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. / Bir kurtuluş yolu varmış... O da neymiş: Mutlak, / Dini kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak! / O zaman iş bitecekmiş, o zaman kızlarımız, / Şu tutundukları gayet kaba, pek anlamsız / Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden, / Analık ilmini öğreneceklermiş... Zaten, / Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: / Ki kadın “sosyete bilmezmiş” esarette imiş!
ri Bakanı’na (adı yazılmamış ama Charles E. Hughes olmalı) gönderilen raporda Amiral Bristol kendisine Şeyh Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin tarafından İstanbul’daki büyükelçilik binasında bir ziyaret yapıldığını anlatıyor ve bu görüşmenin sonunda topladığı bilgileri aktarıyor. İlgili kısmın tercümesi şöyle: “Geçenlerde Ahmet Şerif el Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin Bey ile birkaç görüşme yaptım. Size “çok gizli” statüsünde gönderdiğim bu bilgiler Türkiye’deki politik ve dini konular üzerinedir. Çok iyi bilindiği gibi Şeyh Sunusi Türkiye’deki milliyetçi hareketin ilk aşamalarında bu hareketin dini konulardaki danışmanı olarak önemli roller oynadı. Saltanatın kaldırılmasını ve halifeliğin tamamen manevi bir alanda kalmasını onayladı. Aynı zamanda, İslam’ın Türkiye’deki modernleştirilmesi çabalarına sempati ile bakmaktaydı. Halifeliğin geçen Mart ayında kaldırılıp Abdülmecit’in sınır dışı edilmesinden kısa bir süre önce Mustafa Kemal Paşa Şeyh Sunusi’ye, eğer Türkiye dışında yaşamayı kabul ederse, halife olmasını destekleyeceğini söyledi. Bu teklifi şeyh reddetti ve Abdülmecit’in manevi kapasitede halife olarak İstanbul’da oturması taraftarı olduğunu açık bir şekilde izah etti. Bunun üzerine Ankara Şeyh Sunusi’ye verilen ödeneği iptal etti.”
Haydar Aliyev ve ekibi, Azerbaycan’da esarette olan vatandaşlarını kurtarmak için mi çabalıyor? Ne dersiniz? ***
ABD arşivlerinden 867.00/1801 sayılı “Gizli” ibaresiyle 17 Haziran 1924’de gönderilen bir yazı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 3 Mart 1924’de Halifeliği kaldırmadan önce, Halife Abdülmecit’i değiştirip yerine Kuzey Afrikalı Şeyh Ahmet el- Sunusi’nin İslam Halifesi seçilmesine destek vermeyi teklif ettiğini iddia ediyor.
Bu iddia eğer doğru ise ki doğru olma ihtimali kesinlikle var, Mustafa Kemal’in ilk tercihinin halifelik müessesesinin tamamen kaldırılmasından ziyade, Osmanlı hanedanı dışından daha uysal bir halife bulmak olduğunu düşünebiliriz. Abdülmecit’in Mustafa Kemal’i rahatsız edecek seviyede ruhani liderlikten daha fazlasını istediğini gösterir tavırlar içinde olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Ankara’nın Abdülmecit’i değiştirmek istemesi anlaşılır bir şey.
ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol tarafından Amerikan Dışişle-
Dini olarak Türkiye içi ve dışındaki Müslümanlar arasında bir karizması olan Şeyh
ATATÜRK’TEN ŞEYH’E HALİFELİK TEKLİFİ
65
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Haber-Veri-Yorum Sunusi, Kemalist hareketin bir sempatizanı ve hatta bu rapora göre maaşlı bir destekleyicisi olarak Ankara’nın düşündüğü yeni halife imajına uyuyor. Kökleri İstanbul’dan çok uzaklarda olan bu şeyhin İstanbul’da oturan Osmanlı hanedanı kadar yeni rejime tehdit oluşturması imkânsız. Fakat Ankara her ihtimale karşı Sunusi’nin Türkiye dışında yaşaması şartını koşuyor. Bu, o dönemdeki güç kavgası göz önüne alındığında, daha da anlaşılır hale geliyor. Yani bu raporda anlatılanlar o zamanın dinamikleri ile örtüşüyor. Yine de aşağıda değineceğim gibi bu tür belgelere eleştirisel bakma alışkanlığını edinmemiz lazım. Ben bu raporun ardından bu konuda başka bilginin olup olmadığını öğrenmek için sonraki yazışmalara daha bir alıcı gözüyle baktım. 867.00/1812 numaralı ve 26 Temmuz 1924 tarihli yine Bristol tarafından Dışişleri Bakanı’na gönderilen başka bir kriptoda şunlar kayıtlı: Fahrettin Bey’in anlattığına göre Mustafa Kemal Paşa dini konulardan dolayı Türkiye’de problemler çıkmasından tedirgin olduğu için Şeyh Sunusi’nin desteğini arıyor. Mustafa Kemal, Şeyh Sunusi’ye birkaç hafta önce şunu teklif etti: Eğer dini karizmanı kullanıp Türkiye’deki dinci unsurları yatıştırırsan, ben de Kahire’de yeni halifeyi seçmek için toplanacak olan Pan İslam Kongresi’ne bir heyet gönderip senin halife seçilmene yardım ederim. Eğer halife seçilirsen İstanbul’da ikametine de rıza gösteririm.
“İSLAM KAHRAMANI PAŞA HAZRETLERİ’NE...” Said-i Nursi’nin Atatürk’e 88 yıl önce yazdığı mektuptan: “Ey şanlı gazi. Zat-ı aliniz muzaffer ordunun ve muazzam Meclis’in şahsiyetini temsil ediyorsunuz.” “Hür Adam” filminde Atatürk’le olan sahneleri tartışma yaratan Said-i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı 1922 tarihli özel mektup bulundu. Habertürk gazetesinden Güntay Şimşek’in haberine göre, Çankaya Köşkü arşivine kayıtlı 3 sayfalık mektup, “Alem-i İslam Kahramanı paşa Hazretleri’ne” diye başlıyor. “Duacınız Said-i Kürdi” diye biten mektupta Said-i Nursi şöyle diyor: “İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.
Star - 11.01.2011
Sizin bu başarınızı ve büyük hizmetinizi takdir eden müminler, sizi ciddi sever, tutar ve minnettardırlar.”
KD: Lozan antlaşmasının gizli maddelerinin nasıl uygulandığını, Mustafa Kemal’e verilen misyonun ne olduğunu ve Hilafet’i ona hizmet etmeyi şeref bilerek onu benimseyen bu milletten hangi desiselerle ilga edildiğini gösteren bu belge, bizler için malumun ilamı’dır. Umarız böyle düşünmeyenler için de en azından bu konuda gerçeği görmelerini sağlayacak bir kâğıt parçası” olabilir. *** Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Üzerine iki not düşülen mektup, Cumhurbaşkanlığı arşivinde Mustafa Kemal’in özel evrakı arasında saklanıyor. Mektupların üzerinde Osmanlıca ‘çok mühim bir mektup’, Latince “mühim” ibareleri dikkat çekiyor.
66
Haber-Veri-Yorum Adı isyancı Şeh Said’le karıştırılan Said-i Nursi, Milli Mücadele’yi desteklemişti. 1960’ta öldü. 27 Mayıs yönetimi Urfa’daki mezarını yıktırıp cenazeyi bilinmeyen bir yere gömdürdü.
The Daily Star - 20.01.2011 KD: Asli işi, müreffeh bir yaşam tarzından uzak olan ülkelerini böyle bir hayat standardı ile buluşturmak olan yöneticilerin, ülkelerini sömürgeci kâfirlere karşı koruması gerekirken, üzerlerinde sadece İslami fikir taşıyan Müslümanların peşine düşmesi abesle iştigallin ta kendisidir. ***
NTV - 04.01.2011 KD: Cumhuriyet tarihinin aydınlatılması gereken birçok olayı ve kişisi bulunmaktadır. Bu tarih üzerinde koruyucu görevi yapan sır perdesi aydınlatılırsa, Şeyh Said ve Said’i Kürdi gibi birçok âlimin gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır. *** BANGLADEŞ’TE HİZB-UT TAHRİR’İN 9 ÜYESİ TUTUKLANDI Dün, ikisi Dakka Üniversitesi (DÜ) öğrencisi olan 9 kişi Hizb-ut Tahrir Bangladeş (HTB) üyesi olduğu şüphesiyle başkentin Dakkhinkhan ve Hazaribagh bölgelerinde tutuklandı. Şehrin farklı yerlerinde devlet karşıtı propaganda yaptıkları gerekçesiyle tutuklanan bu kişilerle birlikte 2 bilgisayar ve çok sayıda bildiri ve posterlere el kondu.
TÜRBAN’A YİNE FREN Danıştay’dan, YÖK ve ÖSYM’nin türbanlı sınav uygulamasına ilk fren geldi. Danıştay 8’inci Dairesi, 2010 Akademik Personel ve Lisans Üstü Eğitim Giriş Sınavı (ALES) sonbahar dönemi kılavuzundaki türbanla sınava girilmesine vize veren düzenlemenin yürütmesini, “Hukuken kabul edilebilir dayanağı yok” diye durdurdu. YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Twitter’daki sayfasında, bu karara karşı temyiz hakkını kullanacaklarını açıkladı. ALES sınavı 19 Aralık 2010’da yapılmış, bazı adaylar, sınava türbanlı olarak katılmıştı. Yürütmesi durdurulan kılavuzun olası iptali halinde, sınavı kazanan türbanlı adaylar ile diğer adaylar yönünden fiili ve hukuki sonucunun ne olacağı merak ediliyor. Danıştay’ın bu kararının, üniversite sınavı için de emsal teşkil etmesi bekleniyor.
Saat 5’te Hazaribag’da tutuklanan HM Şemsudduha (24) ve Aşikar Rahman (24) DÜ Siyaset Bilimi Bölümü öğrencisi, Muhammed Mesud Alam (22) ve Muhammed Firoz Alam ise Titumir Koleji öğrencisi. Saat 4:30 civarında ise Aşkona’da Kazım Abid Nur (20), Muhammed Saidul İslam (22), Ebu Tahir Muhammed Mesud (23), Muhammed Mahmud Hasan (22) ve Rahil Ahmed (22) tutuklandı. Uttara Bölümü başkan yardımcısı Nisarul Arif, Aşkona’da tutuklanan beş HTB üyesinden dördünün farklı üniversitelerde öğrenciler olduğunu söyledi. Onlar, devlet karşıtı posterler asıyor ve hükümet karşıtı sloganlar atıyorlardı diye ekledi.
Hürriyet - 20.01.2011
67
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Haber-Veri-Yorum KD: Türban üzerinden siyaset ve çekişme devam ediyor. 87 yıldır yapılan uygulamaların değişmesi, meseleye demokratik bir hak olarak değil de, ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bir emri olduğu zaviyesinden bakmakla değişir. “Değişerek geliştiklerini” söyleyenlere ithaf olsun… *** “TÜRKLERE GÖRE EN BÜYÜK TEHDİT ABD” ABD’de ekonomi çevrelerinin gazetesi Wall Street Journal (WSJ), ‘Metropoll’ adlı stratejik ve sosyal araştırma merkezi tarafından yapılan ankete göre, Türkler’in, ABD’yi en büyük tehdit olarak gördüklerini yazdı.
ABD BAŞKAN YARDIMCISININ PAKİSTAN ZİYARETİNE PROTESTO 11 Ocak’ta Hizb-ut Tahrir Pakistan Vilayeti, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Pakistan ziyaretini protesto eden gösteriler düzenledi. İslamabad, Lahor ve Karaçi’de düzenlenen gösterilerde pankartlar açılarak, “Biden’e itaat eden hain yöneticilerden kurtuluş için Hilafet’i ikame edin” ve “Pakistan Ordusunu Amerika’nın emrine vermeyin” sloganları atıldı.
Gazetenin internet sitesinde “Türkiye’nin En Büyük Tehdidi: Sam Amcaya Sorun” başlığıyla çıkan yazıda, Metropoll tarafından aralık ayında 31 ilde 1,504 kişiye yöneltilen sorulara verilen yanıtlara göre, ankete katılanların yüzde 43’ünün, ABD’yi Türkiye’ye karşı en büyük tehdit olarak gördüğü, ikinci sırada yüzde 24 oranla İsrail’in yer aldığı belirtildi. Haberde, ankete katılanların sadece yüzde 3’ünün İran’ı büyük bir tehdit olarak algıladığı da kaydedildi.
Protestocular ayrıca, Pakistan Ordusundan Hizb-ut Tahrir’e Hilafet’in yeniden kurulması noktasında yardım etmesi çağrısında bulundular.
Ntvmsnbc - 08.01.2011
İslamdevleti.org - 13.01.2011
KD: Sömürgeci kâfir ve büyük şeytan Amerika; hangi kisveye bürünürse bürünsün, hangi maskeyi takarsa taksın, Müslümanları kandırmak için hangi ılımlı şahsiyetlerle çalışırsa çalışsın, bizleri asla kandıramayacak ve kendini hoş görmemizi sağlayamayacaktır.
KD: Son bir ayda NATO ve Amerikan askerleri tarafından yapılan saldırılarda, Pakistan halkından yüzlerce Müslüman katledilmişken, birde bu kâfirlerin pervasızca İslam topraklarını kirletmelerine izin vermeyenlerden Allah razı olsun diyoruz.
***
***
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
68
Fuad HAMİDOĞLU Geçen Sayıdan Devam... 2- Sebep-Sonuç Prensibi, İslâm Ümmeti’nin Hayatında En Önemli Mefhumlardan Biridir!
ça olarak tefsirlerine göz atmak gerekirse şöyle açıklamaktadırlar:
Sebep-sonuç prensibi, “hayatı başarmak” demektir. Bu itibarla baktığımızda sebepsonuç prensibinin Müslümanların belki en önemli ve esas kavramlarından/mefhumlarından biri olduğunu görürüz. Bu mefhumun Müslümanların zihinlerinde her zaman arı, duru, anlaşılır ve net olması gerekir. Çünkü bu dünya hayatında belli ve yüce bir gaye için yaşayan İslâm Ümmeti Risalet Ümmeti’dir. Bu Risalet ise, amel ve amel eden taşıyıcılar gerektirir. Hayatta İslâm Ümmeti’nin ana rol oynaması ve dünyaya liderlik yapması buna bağlıdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
1- Kurtubî Tefsiri:
1) Vasat Ümmet: “Vasat, adaletli ve dengeli demektir. Bunun asıl anlamı ise her şeyin en övüleninin vasatı olduğundan dolayıdır. Tirmizî’nin Ebu Said el-Hudrî’den rivayetine göre Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem yüce Allah’ın, “Böylece sizi vasat bir ümmet kıl dık” buyruğu hakkında, yani “adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık” dediğini nakletmektedir. Tirmizî, “Bu, hasen, sahih bir hadistir.” demiştir...” 2- Fahruddin er-Razî Tefsiri: “Vasat’ın Manası: …Âlimler, kelimenin açıklanması hususunda ihtilâf ederek, şu hususları zikretmişlerdir:
ُون ِ َّاء َعلَى الن َ َو َك َذل َ اس َوَيك َ ُم أُ َّم ًة َو َس ًطا لَِتكُونُوا ُش َه َد ْ ِك َج َع ْل َناك ُم َشهِي ًدا ُ َّس ُالر ْ ول َعل َْيك “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi adil bir ümmet kıldık.” (el-Bakara 143)
1) (âdil, dosdoğru) demektir...” 3- Taberî Tefsiri: Ebu Said el-Hudrî, Rasulullah SallAllahu
Bazı müfessirlerin bu ayet ile ilgili Arap-
69
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Gücünün Sırrını Keşfet (2) Aleyhi ve Sellem’in, ayette zikredilen “Sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık.” ifadesini, “Biz sizi, adaletli bir ümmet kıldık.” şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. Ebu Hurayra da Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, bu ifadeyi, bu şekilde izah ettiğini, rivayet etmiştir.
Zira sebep-sonuç prensibi, Müslüman’ın günlük hayatını ve davranışını yakından ilgilendiren bir mefhumdur. Çünkü o, günlük hayatında sebep-sonuç prensibi olmadan hiçbir işleme girişmemektedir. Yüksek kalkınma kuşağı ve İslâm’ın ilk kuşağı olan Nübüvvet kuşağı, ondan sonra gelen kuşak‘Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. lar; Selef-i Salihîn, Tâbi’în ve Tabe’it Tâbi’în Abbas, Ata ve Abdullah b. Kesir de ayette zikkuşakları, bu sebep-sonuç prensibini çok redilen ve “Orta yolu tutan” şeklinde tercüme net ve tam olarak idrak edip, kendi hayatedilen kelimesini “Adaletli davranan” diye izah larında canlı olarak tatbik ettiklerinden doetmişlerdir. Taberî buradaki “adalet”ten maksalayı -günümüzün tabiriyle- “olağanüstü ve dın “seçkinlik” olduğunu söylemiş bu İfadenin muhteşem” işler yaparak tarihe imzalarını manasının, “Biz sizi seçkin bir ümmet kıldık” atmışlardır. Onlar, İslâm Risaleti’ni muazdemek olduğunu beyan etmiştir.” zam, parlak ve arı duru 4- İbni Kesir Tefsiri: olarak kavrayıp, İslâm Yüksek kalkınma kuşağı ve Davası’nı dünyanın her “Vasat Ümmet: “Böyİslâm’ın ilk kuşağı olan Nübüvvet tarafına taşıdılar ve en lece sizi vasat bir ümkuşağı, ondan sonra gelen büyük fetihleri gerçekmet kıldık ki insanların kuşaklar; Selef-i Salihîn, Tâbi’în leştirdiler. Bütün bunları, üzerine şahitler olasınız. ve Tabe’it Tâbi’în kuşakları, bu bulundukları zamanın Rasul de sizin üzerinize sebep-sonuç prensibini çok net kısıtlı teknik imkân ve şahit olsun.” Allah Teâlâ ve tam olarak idrak edip, kendi şartlarına rağmen başarbuyuruyor ki: “Sizi İbrahim hayatlarında canlı olarak tatbik mışlardır. Allahu Teâlâ Aleyhi’s Selam’in kıblesine ettiklerinden dolayı -günümüzün onlar hakkında şöyle budöndürmekle ve orayı sitabiriyle- “olağanüstü ve yurmuştur: zin için kıble yapmakla sizi muhteşem” işler yaparak tarihe ِ ِح ات َّ آمنُوا َو َع ِملُوا Kıyamet gününde bütün َ إِ َّن الَّذ َ الصال َ ِين imzalarını atmışlardır. َج َاز ُؤُه ْم ِع ْن َد.ِِك ُه ْم َخ ْي ُر ال َْبرِيَّة َ أُولَئ milletlere şahadet eden, ümَّ ِها metlerin en hayırlısı kılmak ُ ِم َجن ْ ات َع ْد ٍن َت ْجرِي م َ ِن َت ْحت ْ َربِّه َّ َ َْأ ِ ِيها أ َب ًدا َر ِم ْن َ ضوا َع ْن ُه َذل üzere seçtik. Bütün ümmetler sizin faziletinizi ُ ض َي الل ُه َع ْن ُه ْم َو َر َ ار َخالِد َ ِين ف ُ ال ْن َه َ ِك ل َخ ِش َي َربَّ ُه kabul ederler.” Buradaki “vasat” kelimesi “en seçkin” ve “en iyi” demektir. Nitekim “Kurayş “İman edip salih ameller işleyenlere soy ve yurt bakımından Arapların vasatıdır” gelince; halkın en hayırlısı da onlardır. denildiği zaman, “en iyisidir” denilmek istenir. Onların Rableri katındaki mükâfatları, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem da kavzemininden ırmaklar akan, içinde devamminin arasında vasat idi. Yani nesep bakımınlı olarak kalacakları Adn Cennetleri’dir. dan en şereflisi idi. Orta namaz, “namazların en Allah kendilerinden razı olmuş, onlar da efdali” olarak belirtilir ki bu, “ikindi namazı”dır. Allah’tan razı olmuşlardır. Bu söylenenler Sahih hadislerde böyle sabit olmuştur. Allah hep Rabbinden korkan içindir.” (el-Beyyine Teâlâ bu ümmeti, en seçkin ümmet yapınca, ona 7-8) şeriatların en mükemmelini, sistemlerin en doğNe var ki, bu kuşaklardan sonra gelen rusunu, yolların en açığını vermiştir.” Müslümanlar bir takım önemli mefhumŞubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
70
Gücünün Sırrını Keşfet (2) ların parlaklığını ve sadeliğini kaybedince sebep-sonuç prensibini de; ‘Tevekkül’, ‘Kaza ve Kader’ ve ‘Allah’ın ilmi’ ile karıştırarak hayatlarında ihmal edip kendilerini kaderciliğe ve işlerin oluruna vermişlerdir. Bu sebeple günümüzde İslâm Ümmeti, ne yazık ki tarihi işler ve yüksek hedefler gerçekleştirmenin gerisinde kalıp asıl risaletini (daveti taşıma görevini) yapmamaktadır. Hatta küfür nizamının varlığını, canavarlığını, kokuşmuşluğunu, zalimliğini ve tehlikesini hayatının her alanında gördüğü halde harekete geçip onu değiştirme ihtiyacını bile duymamaktadır. Bu ise gerçekten içler acısıdır. Ayrıca İslâm Ümmeti askerî, ilmî, fikrî, iktisadî ve siyasî alanlarda ciddi gerileme kaydedip sahip olduğu servetler, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri hain yöneticiler sayesinde sömürgeci kâfir devletler tarafından çalınmakta ve sömürülmektedir. Allah’ın kanunu olan sebep-sonuç prensibini ihmal etmenin faturası oldukça ağır ödetilmektedir: İslâm toprakları işgal edilmiş durumda, İslâm Beldelerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmemekte, Müslümanların iç ve dış güvenlikleri kendileri tarafından sağlanmamakta, tatbik edilmek üzere indirilen Kur’an-ı Kerim raflara kaldırılmış bulunmakta, korunulması gereken ırzlar ve namuslar kirletilmekte, İslâm’ın kutsal bütün prensipleri ayaklar altına alınmakta ve kırmızıçizgiler aşılmaktadırlar...
sahip olup belli bir gaye için yaşadıklarını görürüz. Zira onlar, diğer insanlar gibi basit işleri ve asalak olarak yaşamayı kabul etmezler. Aksine onlar, hayatın terk edilmiş köşelerinde yaşamaya asla rıza göstermezler; hayat ortamında etkilenen kişiler değil, etkileyen ve aktif rol oynayan şahsiyetler olarak yaşamak isterler. Belirledikleri hedefe ulaşmak ve tayin ettikleri gayeyi gerçekleştirmek uğruna gerekli ve ilgili işlemleri yapmaya azamî gayret gösterirler. O kadar ki, yapmaya giriştikleri her işte asıl hedefi ve gayeyi canlı tutarlar. Ta ki, işleri gerçekleştirene ve yüksek hedeflere ulaşana kadar… Onlar sonucu ve meyveyi elde etmek üzere işlere; tahrik edilerek ve tepkisel olarak değil, planlı projeli, işlerin mahiyetini inceleyip araştırdıktan, sebep-sonuç prensibi gereği olarak sebepleri bilip sonuçlarına sahih olarak bağladıktan sonra girişirler. Bu işlemi ve prensibi, küçük-büyük her işte ve amelde gözetirler. Zira sebep-sonuç prensibi, hayatta büyük işleri başarmanın ve yüksek hedeflere ulaşmanın kuralı ve sırrıdır. 3- Tarihî ve Büyük İşlerin Gerçekleşmesinde İnsan Faktörünün Gerekliliği İnsanı diğer hissettiğimiz varlıklardan ayırt eden en belirgin özelliği; yaptığı işlerin genelde düşünülerek tanzim ediliyor olması ve bu işlerin merkez kararının akıl olmasıdır. Yani insanoğlu, genelde bir işi düşünerek, araştırarak yapan sosyal bir varlıktır. Her ne kadar insan, bazı zamanlarda saçma-sapan ve değersiz dediğimiz işlerle uğraşıp, bu işleri düşünmeden ve aklını kullanmadan yapar görünse de, böylesi bir davranışı genelde aklıselim ve idrak kabiliyeti yüksek olan bir insan yapmaz. Ayrıca bunun da insanın güncel hayatında çok fazla bir tesiri de yoktur.
İslâm Ümmeti; İslâm’ı, bir hayat nizamı olarak terk etti, İslâm’ın hayat ortamından uzaklaştırılmasına sessiz kaldı, hayatının her alanında Batı’yı taklit etti, İslâm’ın net fikirlerini bırakıp Batı’nın hadaratını ve yaşam tarzını aldı ve gayri İslâmî bir hayat yaşamayı garipsemez duruma geldi. Yaşadığımız hayatta bulunan yüksek değerler ve yüce hedeflere sahip olan kişilerin, şahsiyetlerin, dava taşıyıcıları gibi gerçek manada ideolojik bir hayat bilincine
Zira insan; içten gelen eğilimlerle -ki on-
71
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Gücünün Sırrını Keşfet (2) lar eşyalar hakkında insanEn önemli ve tek fark, Bu nedenle sonuca da var olan mefhumlarla seçme iradesi ve akıl farkıulaşmadan bir işe girişmek bağlantılı olarak, ihtiyaçdır. Nitekim karşılaştırma abesle iştigal etmekten larını doyurmaya yönelaçısından insanın yaptığı başka bir şey değildir. ten yönelticilerdir- kendi işlerin, içgüdü ve uzvî ihAmaçsız iş ise insanın içgüdü ve uzvî ihtiyaçlatiyaçların neticesi olan eğiyapacağı bir iş değildir. Bu rını düşünerek, aklını ve limlerin akıl merkezinde da aklıselim bir insanın seçme hakkını kullanarak hâsıl olmasıdır. Hayvan ise, tabiatına aykırıdır. doyurmaya yeltenir. Bu ise akıl alanı olmaksızın sadece onun davranış biçimidir. Bu eğilimler merkezinde dodavranış biçimi de, bir fikre göre meydana yumlarını sağlar. Lakin şu da bir gerçektir ki gelmektedir. Hayvan ise, içgüdü ve uzvî insan yükselme sürecinde davranış biçimini ihtiyaçlarını sadece içten gelen eğilimlerle belirleyen fikrin kalitesine göre farklılık arz doyurmaya yönelir. İşte bu yüzden mertebe eder. Diğer bir ifadeyle fikir bakımından kabakımından hayvan insandan daha aşağıliteli düşünenin, kalitesiz düşünenden fardadır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: kıdır. Fakat her iki durumda insanın bir işe yönelmesinden veya bir eyleme girişmesin“ َولَ َق ْد كَرَّْم َنا َبنِي آ َد َمBiz, hakikaten insanoğl den amacı belli bir hedefe ulaşmak ve onu nu şan ve şeref sahibi kıldık.” (el-İsra 70) gerçekleştirmektir. Yani insanın bir işe ko‘İnsanın diğer varlıklardan farklı ve üstün yulmasının amacı bu işin verimi olan sonuolan tarafları, akıl sahibi olması, konuşabilmesi, cuna ve semeresine ulaşmaktır. Bu açıdan iyiyi kötüden seçebilme yeteneğine sahip olması, baktığımızda ticaret ve ziraat gibi dünyada şeklinin güzel olması, boyca uzun olması, işlerivar olan bütün işler ikiye ayrılır: ni elleriyle görüp diğer ihtiyaçlarını onlarla giBirincisi; “verimli olan”, ikincisi; “verimdermesi gibi meziyetlerdir.” (Ebu Cafer Muhammed siz olan”dır. b. Cerir et-Taberî, Taberî Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/301-302)
Bu nedenle sonuca ulaşmadan bir işe girişmek abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir. Amaçsız iş ise insanın yapacağı bir iş değildir. Bu da aklıselim bir insanın tabiatına aykırıdır. Bazı zamanlarda da elde edilen sonuçlar yapılan işlerin doğruluğuna delalet eder. Çünkü insanın canlılığını sağlayan onun davranışı yani yaptığı fiillerdir. İnsan fiillerden soyutlandığı takdirde cansız varlıklardan hiçbir farkı kalmaz. Yine insan, yaptığı fiillerin asıl amacı olan sonucundan soyutlandığı zaman da onun hayvandan hiçbir farkı kalmaz. Aynı şekilde insanı insandan farklı kılan husus da yapılan işlerin veya elde edilen sonuçların çeşitli olması, söz konusu bu işlerin ağır-hafif veya büyük-küçük olmasıdır. Bunun sebebi ise insanların sahip
“Bu hususta doğruya en yakın olmak üzere şöyle denilebilir: Allah Teâlâ, insanı diğer canlılara akıl, konuşma, yazı yazma, güzel bir suret ve dik yürüme (ayakta yürüme) gibi tabii-zati olarak yaratılmış olan meziyetlerle üstün kılmış, daha sonra ona, bu akıl ve anlayışı sebebiyle, gerçek inançları ve üstün huy ve güzellikleri kazanıp elde etmesini teklif etmiştir. O halde, birincisi, tekrim; ikincisi de tafdil (üstün kılmak)dir.” (Fahruddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/543-544)
“...Burada itimat edilecek en doğru görüş şüphesiz ki, üstünlüğün akıl ile olmasıdır. Zira o teklif alanı. Onunla hem Allah tanınır, hem kelamı anlaşılır, hem nebileri tasdik edilir, hem de O’nun nimetine ulaşılır.”(Kurtubî Tefsiri) Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
72
Gücünün Sırrını Keşfet (2) oldukları anlama gücünün farklılık arz etmesidir. İnsanlardan kimisi düşük zekâlı, kimisi orta zekâlı, kimisi de dehasıyla meşhur olan üstün zekâlıdırlar. Aralarında bulunan bu farklılık da olayları kavramakdan, şart koşulan bağlama gücünden ve bu olay ile ilgili bilgilerin muhtelif olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca sonuç bakımından yapılan işlerin birbirlerinden farklı olduğunu görürüz. Kimi işler -günlük bir öğün yemeği yemek gibi- çok basit ve sadedir. Bu tür işlerin tahakkuk etmesi için uzun zaman düşünüp karar vermek gerekmez. Kimi işler de -aya çıkmak veya uzayı derin bir şekilde araştırmak gibi- zor ve meşakkatlidir. Bu tür işlerin fazla zamana ihtiyacı vardır. Kimi işler de -toplumları değiştirmek gibiher ikisinden çok daha zor ve gayret gerek-
tirir. Bu işlerin sorumluluk bakımından değil tahakkuk etmesi bakımından, belki yıllara ve nesillere ihtiyacı vardır. Dolayısıyla insanların ve yapılan işlerin farklı olmaları doğaldır. Şu halde işlerin sonucunun tahakkuk etmesi için insan faktörünün bulunması kesin ve kaçınılmazdır. Önemli fırsatların değerlendirilmesi, ilgili şartların oluşturulması, hayatî kararları alma tekniği/becerisi ve kritik durumlarda riskin asgariye düşürülmesiyle ilgili davranış şekli gibi durumlarda insanın oynayacağı rol çok önemlidir. Çünkü hiçbir işlem ve eylem kendiliğinden meydana gelmez. İnsan faktörü olmadan işler gerçekleşmez ve işler olmadan da sonuç meydana gelmez. Devam Edecek…
73
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
“MÜMTAZ ŞAHSİYET” ERDOĞAN?
dece 28 Şubat’ın baş aktörü Çevik Bir’e verilmişti.)
Başbakan Erdoğan’a, Kuveyt’te Şeyh Feded el-Ahmed Uluslararası Hayır İşleri Ödülü Kurulu tarafından “Üstün Müslüman Şahsiyet Ödülü” verileceği açıklandıktan sonra Erdoğan, 9-11 Ocak 2011 tarihleri arasında Kuveyt’e resmî bir ziyarette bulundu ve ödülünü düzenlenen bir törenle aldı. Bu ödülün yanı sıra önceki yıllarda Başbakan Erdoğan’a çeşitli yabancı kuruluşlar ve ülke yöneticileri tarafından da başka ödüller verilmişti. İşte Başbakan Erdoğan’ın aldığı ödüllerden bazıları:
- İtalya’da, Akdeniz ülkeleri arasındaki kültürel işbirliği ve ilişkilerin geliştirilmesi için çalışan Akdeniz Laboratuvarı Vakfı tarafından, “Avrupa Kurumlar Ödülü”, - İspanya’da, Medeniyetler İttifakı projesinin harekete geçirilmesinde üstlendiği “önemli rolü” nedeniyle, “Sevilla, Nodo entre Culturas/ Sevilla, Kültürler Arasındaki Bağ ödülü”. Bütün bu ödüllendirilmelerin arkasındaki siyasî hedef’e gelince; bu ödüller, özellikle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ndeki faal aktörün yıldızının parlatılması çabalarının bir parçasıdır. Bugüne kadar gecesini gündüzüne katarak çalışan Başbakan Erdoğan’dan daha iyi biçilmiş bir kaftan pek gözükmemiştir. Ama tüm bunlar eş başkanlığını yaptığı BOP’nin mimarı olan Amerika tarafından tertiplenmektedir. Burada Erdoğan’ın samimiyeti esasa ilişkin değil, sadece usule ilişkin olmaktadır. Zira Gazze ve Lübnan konusunda gösterdiği tavrı diğer İslam coğrafyası için göstermemektedir. “İsrail”e verdiği tepkiyi, daha büyüklerini yapan Amerika, İngiltere ve Çin’e verememektedir. Müslümanların beldelerini ve topraklarını, kâfir devletlerinin işgalinden kurtarmamak için
- Lübnan’da, Arap Bankalar Birliği’nden “2010 Liderlik Öngörü Ödülü”, - Libya’da, Devlet Başkanı Muammer Kaddafi tarafından, “Üstün Devlet Adamı Ödülü”, - Suudi Arabistan’da, Kral Faysal Vakfı’nca, “Kral Faysal Uluslararası Ödülü”, - Amerika’da, ADL’den II. Dünya Savaşı’nda Musevilerin hayatlarını kurtaran Türk diplomatları adına, “Courage to Care / Umursamayı Cesaretlendirme Ödülü”, - Amerika’da, Yahudi Kongresi AJC tarafından “Profiles of Courage” Cesaret Karakteri Ödülü”, (Bu ödül daha önce Türkiye’den saŞubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
74
Kısa-Yorum ordusunu kışlalarda hapsetmektedir. Müslümanların çıkarlarına sahip çıkmamakta, sömürgeci kâfir Amerika’nın, Afganistan’ı işgalinde olduğu gibi bilakis kâfirlere destek olmaktadır. Filistin toprağını gasp eden Yahudi varlığının kökünden yıkılması için hareket etmemektedir.
Bu laik beşerî sistemin bu tıkanmışlığı ve gayri insanîliğinin aksine İslam Nizamı, sorunlara köklü çözümler sunan, insan fıtratına uygun olarak tatmin edici bir biçimde meseleleri halleden kapsamlı ve kuşatıcı bir nizamdır. İslam’ın eğitim-öğretim nizamı da aynı minval üzere, fıtrata uygunluk esasına göre hareket eder. Onda karma eğitime yer yoktur, zira karma eğitim toplumu ifsat eden Laik anlayışın bir tezahürüdür. Onda toplumun bozulması, gençliğin ifsat olması kaçınılmazdır. İslam ise kadın ve erkeği belirli özel haller dışında toplumsal hayatta sürekli ayrı tutar; mümkün mertebe safların ayrı olmasını sağlar. Karşı cinslerin birbirlerini tahrik edecek bir halde -bugün okullarda olduğu gibi- dolaşmalarını yasaklar. Ki bu tedbirlerle toplumu; aileyi ve nesli korur.
Cuma CANPOLAT
BEBEĞİNİ ÇÖPE ATAN LİSELİ Sonunda olan oldu… İstanbul Beykoz Çavuş Paşa Çok Programlı Lisesi’nde 16 yaşındaki sınıf arkadaşı C.Ş.’den hamile kalan 15 yaşındaki liseli genç kız H.K., doğum yapmasının ardından çocuğunu çöpe attı. H.K’nın hamile olduğunu ne ailesi, ne de öğretmenleri fark edemedi. Buraya kadar olan kısmı her ne kadar medyada yer bulmasa da, laik eğitim kurumlarının başlıca rezaletlerindendi ve zaten biliniyordu. Zira lise hatta ortaokul (eski tabirle) seviyesindeki kız çocuklarının bile hamile kalıp çeşitli teknikler kullanarak rahimlerindeki ceninleri düşürmeleri fısıltı gazetesiyle yayılan bir hakikatti. Ancak işin vahim olan yanı normal doğum gerçekleştikten sonra 15-16 yaşındaki gençlerin günahsız bir bebeği öldürebilecek kadar bir açmazın içine düşmüş olmalarıydı.
(Kadın-erkek ilişkileri hakkında bkz: İslam’ın İçtimaî Nizamı, Takiyyuddin en-Nebhanî, KöklüDeğişim Yayıncılık)
Peki, suçlu kimdi? Gençler mi? AnneBaba mı? Okul yönetimi mi? Hayır! Bu sorumluluk bütün Ümmetin boynundadır. Bu ve daha bu olay gibi yüzlercesi, binlercesi Türkiye’de, diğer İslamî beldelerde ve dünyanın dört bir yanında yaşanıp durmaktadır. Sorumluluk bilincine sahip ve “Şahit” Ümmet olarak bunlardan sorumluyuz. Zira Müslümanlar sahip çıkmazsa bu gençliğe, bu nesle, bu insanlığa, laik zevat hiç sahip çıkmayacaktır. Gözlerinin önünde eriyip durduğu halde gençlik, kendilerinin boş ve fasit laik anlayışlarından vazgeçmeyeceklerdir. Bu sebeple artık çocuklarımızın geleceklerine, eğitim-öğretimlerine sahip çıkalım; onları laik eğitim kurumlarının öğütücü çarkları karşısında sahipsiz bırakmayalım...
CHP, AKP gibi çeşitli çevreler suçu farklı farklı yerlere atıyorlar ama gerçek suçlunun karma-laik eğitim olduğunu görmüyorlar, göstermek istemiyorlar. Bu çevrelerin bu hakikati dile getirmeleri bile, onların batıl esaslar üzerine dayalı sistemlerinin ne kadar çürük, ne kadar rezil ve gayri insanî olduğunu gözler önüne sermeye yeterlidir. Ama ölseler bile bu hakikati dile getirmezler; hep suçlayacak birilerini bulup suçu onlara yıkmaya çalışırlar.
Ahmet SİVREN
75
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Aleksandr SHUSTOV
H
kademelerine sızmaya çalışmak ve partiyi yasadışı örgütler listesinden çıkarmak olduğu bildirildi. Nitekim Hizb-ut Tahrir, İslam devleti yolunu açmak için kendi saflarına devlet memurları, işadamları, parlamenterler katıyor. Hizb-ut Tahrir nüfuz elde edebilmek için misyonerlerin taktiklerini uyguluyor -onlar insanların, sosyal ve günlük ihtiyaçlarını karşılamak, yiyecek ve kıyafet satın almak için para toplama ve faizsiz mini kredi tahsis etmek- tüm bunları, parti Kırgızistan’daki faaliyetlerinde yasadışılığı önlüyor ve gelecekteki devlette yani hilafet devletinde uygulanacak adil bir toplumsal modeli halka göstererek yeni taraftarlar kazanıyor. Kırgızistan’daki uzun vadeli siyasî krizin ortasında ve yaşam standartlarının dibe vurduğu bir sırada bu taktik başarıyla işliyor.
izb-ut Tahrir ve benzeri uluslararası radikal İslamcı siyasî örgütlerin, orta Asya’daki faaliyetleri yoğunlaşmaktadır, Tacikistan’da ise onlarca Hizb-ut Tahrir üyesi tutuklandı. Bu tutuklamalar sırasında polis genellikle radikal İslam’ın propagandasına yönelik toplu halde kitaplar, broşürler, CD’ler buldu. Ağustos ayında, Tacikistan’ın kuzeyinde bir mahkeme Hizb-ut Tahrir’in 10 Üyesini 3 ila 15 yıl hapis cezasına çarptırdı, Selefiye ve Tebliğ Cemaati üyeleri hakkında da dava açılıyor. Geçen sene Hizb-ut Tahrir üyeleri ve bunun yanı sıra, bu örgütlerin destekçisi olan yüzden fazla kişi mahkûm edildi. 22 Kasım günü, Kırgızistan’da Hizb-ut Tahrir’in üst düzey bir temsilcisinin gözaltına alındığı bildirildi. Bir Hizb-ut Tahrir üyesinin tutuklanması sırasında polis tarafından Rus, Kırgız ve Özbek dillerinde partinin fikirleri teşvik edici bir dizi standart kitap, dergi, broşür ve dijital medya malzemeler bulundu. Hizb-ut Tahrir’in “Kırgızistan’ı İşgal ettiği, amacının devlet Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Kırgızistan, radikal İslam’ın aktif destekçilerinin sayısı hakkında farklı rakamlar yayınlandı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terörizme ilişkin 2009 yılı raporuna göre, Hizb-ut Tahrir üyelerinin 2006-2008 yıl-
76
Orta Asya’da Radikal İslâm Atağı güven eksikliğinin egemen olduğu bir ortamda gençler radikal İslamî organizasyonlara rahatlıkla katılıyor. Bu eğilim olağandır, Kırgızistan’a özgü de değildir. Hoçand’daki bir terörist saldırı ve Raşt Vadisinde İslamcı silahlı gruplarla –ki bunların pek çoğu yurtdışında dini eğitim almışlardı- meydana gelen çatışmalar akabinde Tacikistan yetkilileri Tacik öğrencilerin yurtdışındaki dini eğitim kurumlarından geri dönüşlerine yönelik bir kampanya başlattı. Kasım ayı ortalarında 500’den fazla öğrenci ülkeye döndü ve birkaç gün sonra 136 öğrenciden oluşan başka bir grup geldi. Bununla birlikte yurt dışında dini eğitim alma ve geleneksel kıyafetler giyme yasağı veya camilerin ve medreselerin nüfuzunu kısıtlama girişimlerinin, Orta Asya toplumunun İslamlaşma eğilimini tersine çevirebilmesi mümkün değildir. Orada Yetkililerin zayıflıkları ve sosyo-ekonomik çöküntü, radikal İslamî organizasyonların güçlenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir. (www.strategic-culture.org/news/2010/11/26/
ları arasındaki sayısının, Kırgızistan’da 13 bine ulaşarak üç kat arttığı ifade ediliyor. Institute of War and Peace (Savaş ve Barış Enstitüsü)’nden S. Muhammed Rahimova’ya göre, Kırgızistan’da Hizb-ut Tahrir destekçilerinin sayısı 20.000’e ulaşıyor. Azamî tahminlere göre de Hizb-ut Tahrir’in Kırgızistan’da dolaşan adamlarının sayısı bu sonbahar itibariyle 100.000’e ulaşmış durumda. (Muhtemelen ölçüsüz resmî verilere göre) Kırgızistan ulusal güvenlik güçleri, partinin 1.700 kalıcı üyesi olduğunu tespit etti. Önceleri radikal İslam aktivistleri yalnızca ülkenin güneyinde faaliyet gösterip esas olarak Özbek nüfusu üzerinde çalışmış sayılsalar bile şu anda Hizb-ut Tahrir fikirlerini Rusça ve Kırgızca dillerinde yayarak kuzeye doğru ilerliyor. Hizb-ut Tahrir’in yoğunlaşması Kırgız toplumunun İslamileşmesinin genel eğilimini yansıtıyor. Taze Din Hareketi, Akıl-Ruh-İman Hareketi gibi ideolojik partiler, Hizb-ut Tahrir’in ideolojisine oldukça yakınlar ve Kırgızistan’ı İslam Dünyasının bir parçası olarak görüyorlar…
radical-islam-attacks-central-asia.html)
Strategic Culture Foundation November 26, 2010
Radikal İslami hareketlerin içine Kırgızistan gençlerinin katılımı ciddi bir kaygı uyandırıyor. Yüksek işsizlik oranı, düşük yaşam standartları ve yöneticilere duyulan
77
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Esad MANSUR َِّح َم ِن الر َّحي ِم ِْس ِم اللّ ِه الر ْب
İmran’dan söz etmiştir. Bu nedenle, surenin ismi oldu. Ek olarak “Elif, Lam, Mim” harfleri surenin başına geçti. Bu üç harfin surenin adına bağlı olduğunu kabul ediyoruz. Bu sure Medine’de nazil oldu, bu nedenle Medeni sure olarak sayıldı.
ْ ْ ُ ّه َّ ْح ِّق َ الم للا ال إِلَ َه إِال ُه َو ال َح ُّي ال َقيُّو ُم َن َّزَل َعل َْي َك ا ْل ِك َت َ اب بِال ِ إل اس ِ َّيل مِن ق َْب ُل ُه ًدى لِّلن َ نج ِ نزَل التَّ ْو َارَة َوا َ َص ِّدقاً لِّ َما َب ْي َن َي َد ْي ِه َوأ َ ُم َّ ِ ِآي َاب َشدِي ٌد َواللّ ُه َ ََوأ َ َان إِ َّن الذ َ نزَل ا ْل ُف ْرق ٌ َه ْم َعذ َ ِين َك َف ُروْا ب ُ ات اللّ ِه ل ِيز ذُو ان ِتقَا ٍم ٌ َعز “Elif Lam Mim, Allah kendisinden başka ilah yoktur. O diridir, Ölmez, daima uyanık ve gözetleyicidir. Sana bu Kitabı (Kur’an’ı) hakla indirdi. Bu kitap daha önce indirilen kitapları tasdik eder. Tevrat’ı ve İncil’i daha önce indirmişti. İnsanlara hidayet olarak onları indirdi. Furkan’ı (Kur’an’ı) da indirmiştir. Şüphesiz ki Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap hazırlanmıştır. Allah güçlüdür, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 1-4)
Bu surenin ilk ayetinde, Allahu Teâlâ ilahlığın vahdaniyetinden söz eder. Tevhid akidesi İslam’ın temeli olduğu için başta bundan söz ederek pekiştirmektedir. Çünkü bu surede İsrailoğullarından, Hz. Meryem, Hz. Mesih’le ilgili fikirlerden ve tevhid akidesini bozan Hıristiyanlardan söz etmektedir. Hz. Mesih’in getirdiği tevhid akidesini bozan Hıristiyanların akidesini çürütmektedir. Onlar şirk koşup Hz. İsa’yı ilahlaştırdılar. Bundan dolayı Allahu Teâlâ bu surenin başında; Allah tek ilahtır, O’ndan başka İlah ve tanrı yoktur, O diridir, hep uyanıktır, uyumaz. Oysa Mesih Aleyhi’s-Selam bir beşerdir, uyur, uyanır, yer, içer ve ölür. ‘Tevhid’ akidesi budur. Hz. İsa bu akideyle gönderildi ve Allah Subhanehu ve Teâlâ, O’na İncil’i verdi. Aynen Hz. Musa’ya Tevrat’ı
“Elif, Lam, Mim” surenin ismine bağlıdır. Böylece bu surenin ismi “Elif, Lam, Mim Âl-i İmran” olur. Âl-i İmran’ın manası İmranoğulları’dır. Meryem Aleyhi’s-Selam, İmranoğulların ailesinden gelmiştir. Harun Aleyhi’s-Selam’ın neslinden gelen bir ailedir. Allahu Teâlâ, İsa Aleyhi’s-Selam’ın annesi olan Meryem’den bahsederken ailesi olan Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
78
Âl-i İmrân Suresi 1-6. Ayetler Hz. Muhammed’e Kur’an’ı ri gösterdi: Hak kitaptır, Zira yer, gök ve insanları verdiği gibi. Kendisine bir Tevrat ve İncil’i tasdik kitap indirilen Rasul ve yaratan Allah’tır, kendisinden edendir, insanlara bir hiPeygamber olur, ilah veya dayettir, hakkı batıldan bir şey gizlemek mümkün ilahın oğlu olmaz. Buna ayıran bir Furkan’dır. İndeğildir. Bundan dolayı insan göre ikinci ve üçüncü Allah’tan korkup O’nun emrine sanlar hakkı ve hakikatleri ayete, daha önce Tevrat’ı ancak Kur’an’da bulurlar. uymalı ve nehiylerinden ve İncil’i nasıl indirdiyse Yahudiler ve Hıristiyanlar (yasaklarından) sakınmalıdır. Kur’an’ı da aynı şekilde gerçek Tevrat’ı ve İncil’i indirdi. Hem de bu Kur’an öğrenmek istiyorlarsa O kitapları tasdik etmektedir. Bunun manaKur’an’a baksınlar gerçekleri ve hakikatleri sı; Tevrat’ta ve İncil’de geçen tevhid akidebulurlar. Kur’an’da bu gerçek ve hakikatleri si Kur’an’da da geçti. Bu kitaplarda geçen gösteren Allah’ın ayetlerini reddeden kafir hakikatler Kur’an’da da geçti demektir. Öyolup cehennemliktir. Allah onlardan intileyse Kur’an’da geçen akide ve hakikatlere kam alacaktır. Onların kâfirliklerine karşılık ters düşen her akide ve her husus reddedionlara şiddetli ve acılı azap verecektir. lir. Şimdi Tevrat ve İncil adını alan kitaplara َ ال َي ْخ َفى َعل َْي ِه َشي ٌء فِي ا الس َماء ِ أل ْر َّ ال فِي َ ض َو َ إِ َّن اللّ َه ْ َ bakarız, eğer Kur’an’da geçen akide ve hakiَّ َّ َ ُم فِي ا ِيز َ ف َي َشاء َ َي ُ ال إِلَ َه إِال ُه َو ال َْعز ْ أل ْرَحا ِم ك ُ صو َ ُُه َو الذِي ي ْ ِّرك katlere ters düşüyorsa onu reddederiz. Zira ِيم َ ال ُ ْحك Kur’an, ‘Furkan’ olarak adlandırıldı. Bunun “Şüphesiz ki ne yeryüzünde nede gökmanası; hakkı batıldan ayırandır. Hak ölçüte Allah’tan hiçbir şey gizli kalmaz. Oysa sü Kur’an’dır. kendisi siz annelerinizin rahimlerindeyEy Muhammed! Allah sana bu kitabı Furkan ken suretlerinizi istediği şekilde yaratadını alan Kur’an’ı indirdi. Onu Furkan olarak maktadır. Çünkü ondan başka ilah yoktur adlandırdım ki doğruyu ve hakikati göstersin, ve yalnız kendisi Aziz ve Hâkim’dir.” (Âl-i gerçek Tevrat ve İncil bilinsin. Bunu kabul etİmrân 5-6) meyen kâfirdir. Allah’ın ayetlerini inkâr edip Allahu Teâlâ kendi azameti ve üstünlükabul etmeyenler kâfir olmuştur ve bunlar ğünü göstermeye devam ediyor. Buna göre için şiddetli azap hazırlanmıştır. Kur’an’a şöyle dedi: “Şüphesiz ne yerde ne gökuygun olan Tevrat ve İncil’de geçen hakite kendisinden hiçbir şey gizli kalmaz.” katleri değiştirdiler. Bu hakikatleri değiştiİnsanları bu ayetle de uyardı ve özellikle renlerden ve Kur’an ayetlerini inkâr edenKur’an’a inanmayan ve Allah’ın kitaplarını lerden Allah intikam alacaktır. Zira Allah değiştiren Yahudi ve Hıristiyanları uyardı. pek güçlüdür ve onun intikamı büyüktür. Bu hareketle onlar kâfir oldular. Allah onBu Kur’an insanlar için bir hidayettir, insanlardan intikam alacaktır. Kâfirler ne iş yalara doğru yolu gösterir, insanları sapıklıkparlarsa Allah bilir, ilminden gizlenemezler. tan ve şaşkınlıktan kurtarır. Tamamen daha Zira yer, gök ve insanları yaratan Allah’tır, önce Tevrat’ı ve İncil’i indirdiği gibidir. kendisinden bir şey gizlemek mümkün değildir. Bundan dolayı insan Allah’tan kor‘Allahu Teâlâ, Tevrat’ı ve İncil’i tasdik eden kup O’nun emrine uymalı ve nehiylerinden hakla kitabı sana indirdim Ey Muhammed’ de(yasaklarından) sakınmalıdır. Bu emir ve dikten sonra tekrar ‘Furkan’ı indirdim’ dedi. nehiylerin hepsi insanlara indirilen hidayet Böylece Kur’an hakkında şu hususiyetle-
79
KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011
Âl-i İmrân Suresi 1-6. Ayetler olarak Kur’an-ı Kerim’de ve onun açıklaması olan Hadis-i Şerifler de geçmektedir. Buna inanmayan ve uymayanlara acılı bir azap vardır.
bilir. Allah isteseydi onu yaratmazdı. Ayrıca insanın canını her an çekebilir ve ona ne kadar ömür verirse versin yine onun canını alacak olan O’dur ve alacaktır. Bu sebeple, insan Allah’ın azabından kaçamaz. Yüce Allah Hâkim’dir, hikmet sahibidir. İnsanın kendine inanmayacağını veya isyan edeceğini bildiği halde onu yarattı. Peki niçin onu yarattı diye sorulmaz, çünkü O hikmet sahibidir ‘niçin onu yarattı’ ancak hâkim olan Allah bilir. Nitekim birçok ayeti kerimede bütün insanları hidayete erdirebileceği açıklanıyor. Ama bunu yapmıyor, insanları serbest bırakıyor, kendi iradeleriyle kâfir veya mü’min olsunlar ki hesap ve ikapta adalet gerçekleşsin.
Yine Allahu Teâlâ kendi Azamet ve üstünlüğünü ondan sonraki ayette beyan etmektedir: “Annelerinizin rahimlerinde sizi yaratıp size suret veren odur.” Hem de istediği şekilde size suret veren odur. O, Aziz ve Hâkim’dir. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Buna rağmen insan yaratıcısına nasıl isyan eder? İsyan ettiği zaman kendisini yoktan yaratan ve annesinin rahminde kendisine suret verenin azabından nasıl kaçabilecektir? Oysa Allah bu insanın büyüyüp akıl sahibi olunca kendisine inanmayacağı veya isyan edeceğini onu yaratmadan önce
Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM
80