بسم اهلل الرحمن الرحيم
KÖKLÜDEĞİŞİM Kuruluş: 2004
İslâmi Fikirlere Dayalı Aylık Siyâsi Dergi Cemaziy’ul Evvel 1431/Mayıs 2010 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ahmet Sivren İdari İşler Müdürü Hakkı Eren Yayın Kurulu Başkanı AbdulHamid Yazıcı Haber Dairesi Müdürü Hüseyin Sivren Kapak&Grafik Tasarım KöklüDeğişim Yönetim Merkezi G.M.K. Bulvarı No: 31/12 Kızılay/ANKARA İletişim&Abonelik&Reklam Tel: (+90) 0 312 229 77 91 Faks: (+90) 0 312 229 77 92 www.kokludegisim.net bilgi@kokludegisim.net
Temsilcilikler
İstanbul Bülent Kurşun Tel: 0 536 638 67 68 Bursa 0 532 627 35 89 kdbursa@hotmail.com
Abonelik ve Hesap Numaları
Yurtiçi
Yurtdışı
6 Aylık
6 Aylık
24 TL
24 TL
Yıllık (12 Ay) Yıllık (12 Ay) 48 TL
48 EUO
PTT Posta Çeki:
Ziraat Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100 1683474757825001 TCZBTR2A
Ahmet Sivren Adına
1911803
Ziraat Bankası TL Hesabı Başkent Şb. 4745782-5002
Baskı 01.05.2010 Rulo Ofset ve Matbaacılık Adres: K.Karabekir Cd. No: 120/86 İskitler-Ankara 0 312 312 50 75
Yerel-Süreli ISSN: 1304 - 8274
MAYIS AYI TAKDİM Türkiye ve dünya gündeminin çok yoğun olduğu bu günlerde, her türlü konuya eğilemesek de, yine de içerik bakımından beğeneceğinizi umduğumuz ve bunun için çok çaba sarf ettiğimiz bir sayımız ile bizleri buluşturan Rabbimize hamdolsun diyerek başlamak istiyoruz... Çekilen sıkıntıları aşma ve motivasyonumuzu tazeleme konusunda bizlere gelen mektup, telefon, faks ve maillere mukabil olarak tüm okuyucularımıza ve dostlarımıza şükranlarımızı sunuyor ve tekrardan Allah azze ve celle sizlerden razı olsun diyoruz… Bu ay gündem bölümümüzde; Anayasa değişiklik paketinin son halini aldığı ve oylamanın yapılacağı bu günlerde bütün beşeri sistemlerde olduğu gibi hukukun güçlüden yana olduğuna işaret etmek ve bu konuya değinmek istedik. AKP iktidarının oluşturmaya çalıştığı KGM’nın mahiyetini ve bu arada Amerikan Think-Thank kuruluşlarının Türkiye üzerindeki senaryolarını da göstermeye çalıştık. Amerika da yapılan Nükleer Silahlar Zirvesi Toplantısını ve ABD ile AB’ye bağımlı hale getirilen Tarım politikalarımızın vahametini, herkesin büyük coşku ile kutladığı “Kutlu Doğum Haftası” etkinliklerine mukabil olarak Allah Rasulu Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak’ın nasıl olması gerektiğini devam eden ve edecek bir yazı dizisiyle, sistemin çizdiği ekonomik tabloların aslında ne kadar karanlık olduklarını ve kapitalist sistemin bozukluklarını da birkaç yazı ile ifade etmeye gayret gösterdik. Kurumlar arası çatışmanın şiddetini, IMF ile yapılamayan anlaşmanın nedenlerini, kısa bir Türkiye siyasi analizi de ateş ve giyotin bağlamında sizlerle paylaşmak istedik. Medrese-i Yusufiye’den bölümünde ise; tüm zorluklara ve kısıtlı olanaklara rağmen bize yazı gönderen Kardeşlerimize teşekkür ederek bu ay iki yazı ile sizleri buluşturuyoruz. Ve geçen ay yayınlayamadığımız Çocuk Terbiyesinin Esasları ve Tefsir bölümleri ile de İnşaAllah bu sayımızı tamamlamaya çalıştık. Gayret bizden ve başarı Allah’u Teâlâ’dan diyerek sizleri zorlu ama bir o kadar ecirli olan değişim yolunun 68. sayısı ile baş başa bırakıyoruz. İslam ile değişmek ve değiştirmek için suskunluğun kırılma noktası olmaya devam ediyoruz… Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız. Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.
1
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
İÇİNDEKİLER GÜNDEM Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur.....................................İbrahim Er........3 İslamla Mücadelede Yeni Adım: Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı.........................Musab Kalkan......10 Rand Raporu’nda Türkiye için 3 Zelil Senaryo..............................................Erkan Akkaya......13 Nükleer Silahların Yayılmaması ve Barış Mümkün mü?...................................Cuma Canpolat......18 Türkiye’de Cumhuriyetle İzlenen Tarım Politikalarının.......................................Talha Yaşar......22 Pembe Tablolar, Karanlık Gerçekler.............Salih Çelik......26 Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2)....................................Ahmet Sadık Altınel......29 İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm......................................................Hakkı Eren......37 Kurumlar Arası Çatışma Nereye Gidiyor?...............................Selahaddin Karakılıç......40 IMF ile Türkiye Neden Anlaşamadı?........................................S. Sadık Yörükoğlu......43 Kesin-(Din)siz Eğitim ve Laik Devletin Katsayı Zulmü.............Seyfullah Sarıkaya....46 Kredi Kartı Borçları ve İslami Çözümü......Salim Güçlü......51 Ateş ve Giyotin.............................................Asım Cingitaş......54 Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu!..........................................İhsan Erol......57
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DEN Tuzak Kuranların En Hayırlısı Allah Azze ve Celle’dir..................................Âdem Budak......64 Bu Çelişkileri Göremeyen Var Mı?.............Murat Savaş......67
TEFEKKÜR Topluma Hayat Veren Dinamik Enerji..........................................Erkan Kardelen......70
AİLE KALEDİR Çocuk Terbiyesinin Esasları (son)........Necahu’s Sabatin......73
TEFSİR Bakara Suresi 253. Ayet.................................Esad Mansur......78 Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
2
İbrahim ER
1
789 Fransız Devrimi’nin ardından Avrupa’da gerçekleşen siyasi değişim yeni bir ideolojiyi de beraberinde getirmiştir. Bu siyasi inkılâpla, kilise/tanrı adına krallara ait olan egemenlik halka verilerek aynı zamanda demokratik sistemin de temelleri atılmıştır. Böylece, temeli “dini hayattan ayırmak” esasına dayanan bu düşüncenin hayat sahasına inmesiyle birlikte, insanlık tarihinin gördüğü en büyük sömürü düzenlerinden biri, hatta birincisi olan “Kapitalist İdeoloji” de doğmuş oldu. Bu ideoloji her ne kadar “asalak” bir ideoloji olsa da, o günün karanlık Avrupa’sı ve içinde bulunduğu zillet ve çöküntü göz önünde bulundurulduğunda, bu ideolojinin sahip olduğu fikirler o günkü Avrupa için son derece yüksek ve üst düzey fikirlerdi. Bu nedenle Kapitalizm, hatalı da olsa Ortaçağ Avrupa’sı üzerinde kalkınmayı gerçekleştirebilmiş, yönetimden hukuk sistemine, ekonomiden aile hayatına kadar, hayatın tümünü içine alan kapsamlı bir değişim meydana getirmiştir. Meydana gelen bu değişimler kendisini sanayi hamlelerinde ve teknolojik gelişmelerde de göster-
miş ve Avrupa’da buluşlar/icatlar dönemi başlamıştır. Gerçekleştirilen bu büyük icatların etkisi; Müslümanlar üzerinde, özellikle de batıda eğitim görmekte olan Müslüman öğrenciler üzerinde yoğun şekilde görülmüştür. Bu etkileşim yüzünden onlarda batıya karşı bir hayranlık oluşmuştur. Bu hayranlığın boyutları; yaşanan teknolojik gelişmeler ve icatlardan, bu buluşları gerçekleştirenlerin hayat tarzlarına kadar uzanmıştır. Onlar zannetmişlerdir ki, bu icatların sebebi onların hayat tarzı, yani sahip oldukları ideolojidir. Bu anlayış hem batı okullarında okuyan öğrencilerde, hem de İslam tebasından olan ve aydın diye bilinen kişilerin zihinlerinde yer etmiştir. Bu yüzden de bu kişiler kendi ideolojilerini sorgulamaya başlamışlar, gelişmenin ve kalkınmanın temelini batı kültürü ve onun hayat tarzına bağlamışlardır. Gerek batıdaki eğitimlerini tamamlayıp memleketlerine dönen öğrenciler, gerekse İslam Devleti tebasından olup aydın diye bilinen kişiler, kendi zihniyetlerini bozan bu
3
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur batı kültürünü ümmet içerisinde yaymaya bu süreç, Türkiye Müslümanlarının hayata ve bu fikirlerle toplumda kamuoyu oluşturbakış açılarının, yaşam tarzlarının, ölçü ve maya çalışmışlardır. Meydana gelen bu külkanaatlerinin, fikir ve duygularının değiştitürel çalkantılara paralel olarak ve onlarla rilerek batıya ait nizamların tatbik edilmeye birlikte yürütülen “Avrupa Devletleri’nin başlanmasıyla tamamlanmıştır. Hayatla ilgili Osmanlı’ya yönelik komplo girişimleri, milbütün meselelerin değiştiği bu dönemde, huliyetçilik yaygaraları ve bağımsızlık eğilimkuk sistemi de tamamen değiştirilmiş (İslam leri, misyonerlik saldırıları” gibi faaliyetlerHukuku yok edilmiş) ve yerine batılı ülkelerle, özellikle de İslam’a yönelik yapılan külden alınan hukuk sistemi getirilmiştir. türel ve hukuki saldırılar neticesinde, batılı Bu günlere gelindiğinde ise; gündemin kanunların ve anayasanın alınmasını icap sıcak konusu olan “Anayasa Değişiklik Paettirip; Müslümanların ayaklarını kaydıran, keti” ile ilgili hazırlanan maddelerin içeriği onların akidelerini zedelehakkındaki tartışmalar, yip İslam hakkındaki fikiriktidarla muhalefet ara“Avrupa Devletleri’nin lerini sarsan bu gelişmeler, sındaki mücadeleler ve iki Osmanlı’ya yönelik komplo Osmanlı İslam Devleti’ni girişimleri, milliyetçilik kutuplu(!) Türkiye’nin kuyıpratmak ve yıkılmasıyaygaraları ve bağımsızlık tupları arasındaki çekişmenın zeminini oluşturmak eğilimleri, misyonerlik saldırıları” ler olanca hızıyla devam gibi faaliyetlerle, özellikle için gerçekleştirilmiş faetmektedir. Hepsinin de de İslam’a yönelik yapılan aliyetlerdir. Nitekim bu hedefi aynıdır, yani ”çağkültürel ve hukuki saldırılar faaliyetlerinde de başarılı daş batı anayasalarına” neticesinde, batılı kanunların olmuşlar, 3 Mart 1924 tariuygun bir anayasa taslağı ve anayasanın alınmasını icap hi itibari ile Osmanlı İslam ettirip; Müslümanların ayaklarını hazırlanması ve bu taslakDevleti’ni fiilen sona erdirla mevcut anayasanın ilgili kaydıran, onların akidelerini mişlerdir. maddeleri değiştirilerek
zedeleyip İslam hakkındaki
yürürlüğe konulmasıdır. O tarihten itibaren fikirlerini sarsan bu gelişmeler, Osmanlı İslam Devleti’ni Müslümanların hayatlarıAnayasa maddelerinin yıpratmak ve yıkılmasının nı yönlendiren bütün hudeğiştirilmesini isteyenler zeminini oluşturmak için suslar hızlı bir şekilde bade, istemeyenlerde bunun gerçekleştirilmiş faaliyetlerdir. tıdaki uygulamalara göre sebebini batı normlarına şekillendirilmeye başlanuygun çağdaş bir anayasa dı. İslam’dan olan ne varsa hepsi şiddetle ihtiyacına bağlamaktadırlar. Aslında bu duyok edilmeye çalışıldı. İslami hayatı isteyen rum; teorik olarak da, pratik olarak da hiçve bunun savunuculuğunu yapan samimi bir şeyin değişmeyeceğini ortaya koymaktaMüslümanlar da, kurulan şekli mahkemelerdır. Çünkü bu anayasa değişikliği hamlesi; de çoğu idam cezasına çarptırılarak büyük mevcut anayasayı kendi çıkarlarına uygun bir kararlılıkla(!) sindirilmeye ve yok edilmebulmayanlarla, kendi bekalarının garantisi ye çalışıldılar. Bu kararlı(!) mücadelenin sürolarak görenler arasındaki bir mücadeleden dürülmesi, I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ibarettir. Bu yüzden aynı aldatmacalar deolduğu için açlıkla ve yoklukla mücadele etvam etmekte ve bu aldatmacaların tesiriyle meye çalışan insanların mağduriyetlerini giinsanlar yanılgıya düşmektedir. Bu açıdan dermekten ve onların temel ihtiyaçlarını karbaktığımızda, geçmişteki aldatmaca ve yanılşılamaktan bile daha önemliydi. İşte yaşanan gılarla bu günküler arasında bir fark yoktur. Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
4
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur Mesela o zamanlar; batıdaki teknolojik gelişmelerin gerçekleşmesini onların hayat nizamına bağlayanlarla, bu gün çağdaşlık uğruna batıya yönelerek insanların refah ve huzurunun sağlanacağını bekleyenlerin düştüğü yanılgı arasında fark yoktur. O zamanki yanılgılar da, şimdikiler de, batı hakkındaki fikirlerin gerçek dışı verilmesinden ve ümmette var olan fikri çöküntüden kaynaklanmaktadır. Eğer yukarıdaki örnekle ilgili sağlıklı düşünceler üretilebilseydi şu sonuçlara varılacaktı:
yaşanan zilletin tek sebebi onların açgözlülüğü ve bozgunculuğu olduğu halde; onların hayat tarzını almanın, onların hukukunu uygulamanın ve onların normlarına göre anayasa hayali kurmanın, aklı tatmin edici hiçbir açıklaması olamaz. Çünkü sömürü ve ona bağlı olarak ortaya çıkan açgözlülük ve bozgunculuk kapitalizme ve onun hayat tarzına ait hususlardır.” İşte hayatla ilgili bütün meselelerin değerlendirilmesinde bu hususlara dikkat etmeli ve “Çağdaş Batı Hukuku” konusunu da ele alırken, bu düşüncelerin ve Müslümanların hayat tarzının temelini oluşturan “İslam Akidesi” ekseninden asla sapılmamalıdır.
“Bilimsel ortamda gerçekleştirilen ve teknolojik ilerlemelerin sonucunda ortaya çıkan icatların “hayat nizamıyla” hiçbir ilgisi yoktur. Onlar evrenseldirler ve herhangi bir fikir sistemine veya herhangi bir ideolojiye de has değildirler. Ama “emperyalizm” evrensel değildir ve bir ideolojiye hastır ki; o da Kapitalizm’dir. Emperyalizmi/ sömürgeciliği ortaya çıkaran ve onun devamlılığını sağlayan, Kapitalizmin hayata bakış açısı ve ondan kaynaklanan hayat anlayışıdır. Bunun da dayandığı temel “laiklik” akidesidir. Aynı akide bu ideolojinin tatbik, koruma ve yayılma keyfiyetlerini de belirler. Kapitalizmin akidesi, hayata bakışı ve akidesinden kaynaklanan nizamları; emperyalizmi istisnasız bir şekilde hayata geçirir ve hayat sahasında söz sahibi yapar. Sömürgecilik, Kapitalizmin yayılma metodudur. İşte bu yüzden emperyalistlerle savaştıktan, onlara karşı zafer kazanarak onları defettikten sonra, onlara ait kanunları almanın, onların hayat anlayışlarına ve bu hayat anlayışından kaynaklananlara sorgusuz-sualsiz tabi olmanın hiçbir anlamı ve aklı tatmin edebilecek hiçbir cevabı yoktur. Onları Emperyalist yapan zaten onların hayat anlayışları değil midir? Sahip oldukları fikirler ve tatbik ettikleri nizamlar bu anlayıştan kaynaklanmıyor mu? Aynı kanunları alıp hayata geçirmenin anlamı nedir? O zaman nasıl oluyor da bu mücadele emperyalist karşıtı bir mücadele oluyor?
Hukuk kelimesi, Arapça “hak” kökünden gelir ve “hak” kelimesinin çoğuludur. Hukuk kelimesinin farklı tanımları bulunsa da, tanımlarda ifade edilen anlamlar birbirlerine yakın anlamlardır. Örneğin Türk Dil Kurumu’na göre hukuk kelimesi, “Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür” diye tanımlanır. Daha geniş ifadeyle; Toplumun genel menfaatini veya fertlerin ve toplumun ortak iyiliğini sağlamak maksadıyla konulan ve kamu gücüyle desteklenen kaide, hak ve kanunların bütünüdür.” şeklinde tanımlandığı gibi, “Adalete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir.” tabiri de kullanılır. Bu tanımlar çerçevesinde meseleyi ele aldığımızda göze çarpan ilk husus; “toplumun ve fertlerin iyiliğinin de, onların sahip olduğu hakların da” batının eline teslim edilmiş olduğudur. İşte yanlışlık ta buradadır. Çünkü akli olarak aksinin ispatlanması mümkün olmayan bir husus vardır ki, o da; Kapitalizm gibi ferdin ön planda tutulduğu, menfaatçi bakış açısına sahip, yayılımcılığını sömürü üzerine kuran bir ideolojinin hukukunun asla adaleti tesis edemeyeceği gerçeğidir. Çünkü onun yapısında güçlülerin (sermaye sahiplerinin) egemenliği vardır. Dolayısıyla bu ideolojinin hayatın her alanındaki işleyişi onlardan yana
Bugün de yine aynı şekilde, insanlığın içine düştüğü bu feci durumun, çekilen sıkıntıları ve
5
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur olduğu gibi, hukuk konusunda da böyledir. İşte bu, kapitalizmin asla inkâr edilemeyecek bir özelliğidir. Kapitalizmin hayata yansıması ne şekilde olursa olsun (krallık, prenslik, cumhuriyet, demokrasi v.s.), bu durum hepsinde de aynıdır. Kısacası bu ideolojinin gerçeğinde kesinlikle ve kesinlikle adalete yer yoktur.
lamış olup, yönetimde de “tek adamlılığın” veya herhangi bir gurubun egemenliğinin önüne geçilmiş olur. Sonuç olarak milletin egemenliği ile bu egemenliğin belirlemiş olduğu ve kanunlaştırılarak kayıt altına alınmış olan hukukun, tüm bireyler üzerine eşit şekilde uygulanması ile devletin yapısı ve işleyişi bu hukuka göre sağlanmış olur.
Ancak adalet kavramı ve bunu sağlayacak olan hukuk sisteminin varlığı, insanın bekasından kaynaklanan ve toplumda huzurun tesis edilebilmesi için zaruri olan ihtiyaçlardan biridir. Hal böyle olunca, insanların hayatını tanzim eden ideoloji “Kapitalizm” gibi adaleti tesis edebilmesi mümkün olmayan bir ideoloji de olsa, bünyesinde hukuk ve adalet kavramlarını barındırmak zorundadır. Bu nedenle bu gün, Kapitalizmin uygulayıcısı olan bütün batı devletleri “hukuk devleti” diye tabir ettikleri bir devlet anlayışını benimsemiş ve hukukun üstünlüğü ilkesini şiar edinmişlerdir. Hukuk devleti anlayışı ya da hukukun üstünlüğü ilkesi; herkesin hukuk karşısında eşit olduğunu, devlet içinde yapılması gereken uygulamaların tümünün yalnızca hukuka göre yapılabileceğini, makamı, mevkisi ve toplumsal konumu ne olursa olsun hiçbir uygulamada ferde yönelik herhangi bir ayrımın kesinlikle söz konusu olamayacağını ifade eden bir anlayıştır. Aynı durum devletin yapısı ve işleyişi için de geçerlidir. Bu ilke/anlayış, devletin işleyişine yönelik yapılan işlerde de hukukun dışına çıkılamayacağını ifade eder. Böylece devlet tarafından kendi tebası üzerinde adalet sağ-
İlk bakışta ve yüzeysel düşünüldüğünde güzel izlenimler oluşturan bu prensibin içinde gizledikleri, derinlemesine düşünüldüğünde ve vakıadaki tatbikine bakıldığında su yüzüne çıkmaktadır. “Hukukun üstünlüğü” ilkesi, Çağdaş(!) Batı’nın hiçbir zaman gerçek anlamda oluşturamadığı adalet mekanizmasının yokluğunu gizlemek için ortaya attığı bir söylemdir. Buna sıklıkla vurgu yapılmasının sebebi de budur. Gerek bu ideolojinin bir parçası olan sermaye sahiplerinin varlığı ve sistem üzerindeki etkileri olsun, gerek uygulanan bozuk ekonomik sistem yüzünden ortaya çıkan toplusal iki sınıf olsun ve gerekse de içinde barındırdığı milliyetçi oluşumlar ve dini grupların varlığı sebebiyle meydana gelen kutuplaşmalar (Amerika’daki beyazlarla zencilerin veya Avrupa’daki Katoliklerle Protestanların durumu gibi) olsun fark etmez. Bunların hepsi oluşan dengelere bağlı olarak Batı Hukuku üzerindeki baskı unsurlarını meydana getirirler. Dolayısıyla hukuk o an için güçlü olandan yana işler. İşte bu bağlantıların varlığı ile ortaya çıkan sonuçlar “hukukun üstünlüğü” ilkesini geçersiz kılmaktadır. Bu durum, Kapitalist İdeolojiye iman edip onu hayat tarzı olarak benimseyen ve yerleşik demokrasiye sahip olan Batı Devletleri ile onların tatbik ettikleri “Batı Hukuku” açısından böyledir.
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
6
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur Bir de Türkiye gibi, Batı Hukukunu hedef edindikleri halde, aslında ne geçmişlerinde, ne de inançlarında Batının sahip olduklarından en ufak bir iz bile barındırmayan İslam Beldelerindeki devletlerin durumları oldukça dikkat çekicidir. Sahip oldukları akide ve bu akideden kaynaklanan değerlerle yüzyıllar boyunca hak ve adaletin zirvesini yaşayan, bu adaletle yalnızca Müslümanların değil, gayrimüslimlerin de güvenini kazanan, fethettiği topraklardaki insanların çoğunun kalbine İslam’ı işlemeyi başaran, hükmü altındaki her yerde huzur, güven ve adaleti tesis etmeyi sağlayabilen bu ümmetin evlatlarının içine düştükleri bu durum oldukça üzüntü verici bir durumdur. Bu Müslümanların, İslami hayatı yeniden başlatabilmek, hayatın her anında olduğu gibi, hukuksal alanda da İslam’ı hakim kılabilmek uğruna mücadele etmeleri gerekirken, Batının egemenliğinin nasıl daha iyi tesis edebileceklerinin hesabını yapmakta ve bunun mücadelesini vermektedirler.
Batı Hukuku ve Batı yaşam tarzı resmen ve fiilen hayata indirilmiş, oluşturulan hukuk sisteminin uygulanması neticesinde ortaya çıkan tablo, bu yeni hukuk sisteminin güçlünün yanında olduğunu ortaya koymak için yeterli olmuştur. O günlerin hukuk anlayışını yansıtan ve zalimane kararlarıyla ünlenen “İstiklal Mahkemelerinin” uygulamalarını, bugün batı hukukunu sahiplenip onun sözcüsü konumunda olan hukukçular bile eleştirmekte, onların yanlışlığını ve yaptıkları zulümleri vurgulamaktadırlar. Bugünkü uygulamalarda da durum geçmişten pek farklı değildir. Son yıllarda yaşanan olaylar değerlendirildiğinde ortaya çıkan tablo geçmiştekiyle aynıdır. Adli suçlar diye ifade edilen suçlarda patlama yaşanmakla birlikte, işleyen yargı ve dağıtılan adalet ortadadır. Bu yüzden de herkes mağdur ve herkes şikâyetçidir. Hiç kimse verilen kararlardan dolayı mutlu değildir. Cezaevlerinin %60’ının tutuklularla dolu olması ise ayrı bir faciadır. Mesela yıllardan beri küçük çapta hırsızlık yapanlar anında cezalandırıldığı halde, banka hortumlamak, zimmete mal geçirmek, ekonomik krizleri ve özellikle de devalüasyon zamanlarını önceden bilerek (Nasıl oluyorsa?) insanları bir anda fakirleştirmek ve birikimlerini ceplerine indirmek suretiyle büyük çapta çalanlar ise hiçbir zaman cezalandırılmamaktadırlar. Siyasi suçlar kapsamında da devlet işine gelmeyen, kendisi için tehlike gördüğü her türlü fikri ve bu fikirlerden kaynaklanan amelleri, kendi oluşturduğu yasalara rağmen terör kapsamına sokabilmekte ve insanları tutuklayıp cezaevlerine atabilmektedir. Nitekim sadece fikri ve siyasi mücadele yapan, terör, cebir ve şiddetle uzaktan-yakından hiçbir alakası olmayan yüzlerce Müslüman şu anda cezaevlerinde yatmaktadır. Bunun sebebi de hukukun üstünlüğünün değil, güçlülerin üstünlüğünün devreye girmesidir.
ِن َِْو َم ْن َي ْب َت ِغ َغ ْي َر إ َ َن يُق َْب َل ِم ْن ُه َوُه َو فِي آْال ِخ َرِة م ْ ال ْس اَل ِم دِي ًنا َفل ِ ِين ر اس ْخ ل ا َ َ “Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (Ali İmran 85) Yoksa onlar Batı’nın yerleşik demokrasiyle gerçekleştiremediği ve asla da gerçekleştiremeyeceği bir hususu, İslam Beldelerinde kurulan devletler ve bu devletlerin uyguladığı çakma/montaj rejimlerle mi gerçekleştireceklerini sanıyorlar? Hukukun üstünlüğü çakma bir demokrasiyle ve Kapitalizmin vahşi hukuk sistemiyle mi gerçekleştirilecek? Batı toplumunun durumu ortadadır; işlenen suç oranları, yaşanan ihlaller, insani ve ahlaki çöküntüler, sağlanamayan huzur ve güven ortamı, Batı yaşam tarzının ve Batı hukukunun işe yaramazlığının bir göstergesidir. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte
7
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur Bu hususa bir başka örnek de Türkiye’de “asrın davası” diye anılan Ergenekon Davasından verilebilir. Daha düne kadar hepsi Türkiye’nin önde gelen şahsiyetleri olan ve akademisyen, politikacı, yazar ve asker gibi devlet içinde üst düzey görevleri bulunan bu kişiler, bir anda terör örgütü kurucusu, yöneticisi ve üyesi olmak suçlamalarıyla yargılanmaya başlandılar. Devlet, hukuk sistemi, yasalar ve işledikleri iddia edilen suçlar aynı olduğu halde, böyle bir davanın bugün başlatılabilmesi ve bu kişilerin terör kapsamına sokulabilmesi yine hukukun üstünlüğüyle değil, güçlünün isteğiyle gerçekleşmiştir. Çünkü bu davaya konu olan filler geçmişte yapılan fiillerdir ve o dönemde de bunlar biliniyordu. Ancak o zamanki güç böyle istediği için ortaya çıkarılmıyorlardı. Yani yine güçlünün dediği oluyordu.
dığı ve Çağdaş Batı Hukukunun uygulandığı bu sistemde, değişen güç dengelerine göre her an; “masumlar-suçlu, adiller-zalim ve kahramanlar da hain” olabilirler, ya da bunların tam tersi gerçekleşebilir. İşte “Çağdaş Batı Hukukunun” gerçeği ve 87 yılda kat ettiği mesafe budur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden bu yana uygulamış olduğu bu hukuk sisteminin kaynağı batılı devletler olması sebebiyle, hukuk sisteminin kaynağı da onlarınkiyle aynıdır. Medeni Kanun, Borçlar Kanunu ve Hukuk Usulü Kanunu İsviçre’den, Ticaret ve Ceza Usul Kanunu Almanya’dan, Ceza Kanunu da İtalya’dan almıştır. Bu kanunların alındığı Almanya, İsviçre, İtalya ve Fransa gibi ülkeler ise direk Roma Hukuku’nun tesirinde kalan ülkeler olup, Türkiye’de bunlardan kanunlar almak suretiyle dolaylı yoldan Roma Hukuku’nun tesiri altına girmiştir. Roma Hukuku ise İlk ve Ortaçağ hukuk hayatına hâkim olmuş bir sistemdir. Dolayısı ile İslam hayata hâkim olmadan asırlar önce son bulmuş bir imparatorluğun hukuk sistemidir. İslami hayata ve onun hukuk sistemine irtica diyenlerin çok daha gerilere gittikleri aşikârdır. İslam Hukukuna çağdışı yakıştırması yapanların, Roma Hukukunu nasıl yücelttiklerine anlam verebilmek kolay bir iş değildir. İşte Roma Hukuku’nun bazı maddeleri şöyledir:
Emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın katıldığı bir haber programında da belirttiği üzere, 1990-2000 yılları arasında Türkiye’de faili meçhuller bir devlet politikasıydı. Oysa o zaman da devlet bir hukuk devletiydi ve “hukukun üstünlüğü” prensibi o zaman da vardı. Ancak devlet, sayılarının on binden fazla olduğu ifade edilen bu cinayetler için on beş yıl bekledi. Peki, nasıl olurda bir hukuk devleti kendi halkına yönelik faili meçhul cinayetler işler? İşin daha da tuhafı, nasıl olurda o gün devletin işlediği bu cinayetleri yine bu gün devlet ortaya çıkarır? Bu cinayetlerin o yıllarda bilinmemesi mümkün mü? Bu soruların da bir tek cevabı vardır, o da; güç dengelerinin değişmesidir. İşte şu birkaç örnek bile, Türkiye’de “hukukun üstünlüğü” ilkesinin sadece boş bir söylemden ibaret olduğunu göstermek için yeterlidir. Bütün bu olayların vuku bulmasının sebebi ise, Türkiye’de güç dengelerinin değişmesi ve hukukun kesinlikle güçlüden yana işlemesidir.
- Efendi kölesini her işte kullanabileceği gibi isterse öldürebilirdi. Roma vatandaşı olmayanlar hukuken yok kabul edildiği gibi, Roma vatandaşlarından asiller gurubuna dahil olmayanlar ikinci sınıf vatandaştırlar. - Evin reisi olan babaların hak ve salâhiyetleri çok geniş olup, yeni doğan çocuklarını isterse atalarına kurban ederek öldürür, isterse Tiber Nehrinin (Roma sınırı) ötesinde köle olarak satar, isterse hayatını bağışlar. Aile reisinin hâkimiyetinde bulu-
Bu yüzden de demokratik hayatın yaşan-
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
8
Çağdaş (!) Batı Hukuku, Güçlülerin Hukukudur nan aile fertleri erkek, yaşlı ve çocuk sahibi de olsalar hiçbir hukuki hakka sahip değildirler.
dür ve ikisinde de gayri insani uygulamalar mevcuttur. İnsanlık tarihi boyunca dünya üzerinde adaleti hakkıyla tesis eden yegâne sistem İslam’dır. İslam Tarihi, adil yönetimlerin ve adaletli sultanların uygulamalarıyla doludur. Adaletiyle ün yapmış halifelerin ve valilerin sayısı hiç de az değildir. Çünkü İslam Hukuk Sistemini oluşturan husus Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emir ve nehiyleridir. Bu emir ve nehiyler aynı zamanda kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün problemleri kuşatmış durumdadırlar.
- Kadınların hiçbir hakkı olmayıp babalarının, kocalarının ve bunlar yoksa erkek kardeşlerinin yahut oğullarının servetine dâhil mal olarak görülmekte, miras ile intikal edebilmekte, alış-verişe konu olabilmektedir. Tabiatıyla hukuki muamele yapma ve miras hissesi alma hakkı bulunmamaktadır. - Hukuki borçlarını ödemekten aciz kimseler üzerinde alacaklılarının seçmece hakkı vardır, ya köle olarak satıp haklarını elde ederler. Yahut alacakları nispetinde borçlunun vücudundan parçalar ayırıp alırlar. (Reh-
ِ ِّك ِيع َ َّت َكل َِم ُت َرب َّ ص ْدقًا َو َع ْد اًل اَل ُم َب ِّد َل لِ َكل َِما ِت ِه َوُه َو ْ َوَتم ُ السم ِيم ُ ال َْعل
ber Ansiklopedisi)
“Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitir ve bilir.” (En’âm 115)
Roma döneminin, insanlık tarihinin en vahşi muamelelerinin yapıldığı dönem olduğu muhakkaktır. Sırf devlet yapısı ve kurumlarının oluşturulmasına yönelik bir takım uygulamaları ile yargı ve savunma mekanizmaları var diye bir hukuk sistemi kaynak olarak alınamaz. Tarihte adaletiyle ün yapmış bir tane Roma İmparatoru var mıdır? Ancak vahşilikleriyle ün yapanları çoktur. İnsanlara kan kusturan, vahşi hayvanların bile birbirlerine yapmadıkları muameleleri insanlara yapan bir sistemin hukuku nasıl oluyor da İslam hukukunun önüne geçirilebiliyor? Roma Hukuku çağdaş hukuka kaynak olabiliyor, ama İslam Hukukunu istemek ve hatta dile getirmek bile suç oluyor, öyle mi?
Bu hükümleri tatbik edecek emir, dünyada ümmet tarafından muhasebe edileceği gibi, ahirette de Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya hesap verecektir. Bu yüzden onu adaletle hükmetmeye öncelikle içindeki Allah korkusu sevk edecektir. Çünkü o yapacağı her amelin karşılığını mutlaka görecektir. İslam Hukukunda belirsizlik yoktur, zulümle adaletin arasını ayıran çizgi çok belirgindir, bu nedenle adil bir yönetici ile zalim bir yönetici birbirinden kolayca ayrılabilmektedir. Batılı hayat tarzının ve hukuk sisteminin insanlığı getirdiği nokta ortadadır. İnsanlığı bu karanlık gidişattan kurtaracak ve dünyada adaleti yeniden tesis edecek yegâne sistem yine İslam olacaktır. Muhakkak ki Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın izni ve yardımıyla…
Buradaki mesele, ileri ve geri olma ya da çağdaş veya çağdışı olma meselesi değildir. Onlara göre hukuk sisteminin doğruluğu ya da yanlışlığı da çok önemli değildir. Önemli olan uygulanacak hukuk sisteminin, sömürgecilerin ve onların ajanlarının heva ve heveslerine göre yontulabilir cinsten olmasıdır. Bu yüzden Roma Hukukunun, “Çağdaş(!) Batı Hukukuna” kaynak olması son derece doğaldır, çünkü ikisi de insan aklının ürünü-
ُون َ ْح ِّق َوِب ِه َي ْع ِدل َ َّن َخلَ ْق َنا أُ َّم ٌة َي ْه ُد ْ َومِم َ ون بِال “Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.” (A’râf 181)
9
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Musab KALKAN
Y
eryüzünde hak ve batılın mücadelesi İslam’ın başlangıcından beri var olagelmiştir. Müslümanlarla kâfirler arasında bu mücadele uzun süre maddi mücadele olarak devam etmiştir. Maddi mücadele ile İslam’ı ve Müslümanları zaafa uğratamayacağını anlayan Batı, fikri saldırılara girişmiş, Müslümanların zihinlerinde İslam adına şüpheler oluşturmak, aralarında kavmiyetçilik, asabiyet, milliyetçilik gibi zehirli fikirlerini yerleştirmekte başarılı olmuştur. Bu başarı Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılışı ile sonuçlanmış ve bu tarihten sonra Müslümanların beldelerinde otoritelerini Batıya dayandıran ajan yönetimler vücut bulmuştur.
si, İslam akidesi Müslümanların zihinlerinde var olduğu müddetçe sürekliliğini korumaktadır. Bunun vuku bulması Batının İslam dünyası üzerinde sömürgeciliğinin bitmesi anlamına geldiği gibi davet ve cihad yoluyla bütün arzın İslam’ın hâkimiyeti altına gireceği anlamına da gelmektedir. İşte bu hakikat Batıyı İslam’a olan düşmanlığı noktasında sürekli uyanık tutmuş, onları İslam’a ve Müslümanlara karşı mücadele noktasında varını yoğunu ortaya koymaya sevk etmiştir. Nitekim Allah Subhanehu ve Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
ُل ْ ِع مِلََّت ُه ْم ق َ ضى َع َ نك ال َْي ُهوُد َو َ َولَن َت ْر َ ارى َحتَّى َتتَّب َص َ َّال الن َّ َّ َ اءك ِ إِ َّن ُه َدى اللّ ِه ُه َو ال ُْه َدى َولَئ َ اءهم َب ْع َد الذِي َج ُ ِن ات َب ْع َت أ ْه َو ِ ال َن ير َ ِن ا ْل ِع ْل ِم َما ل ٍ ص َ ِي َو ٍّ ِن اللّ ِه مِن َول َ َك م َم
Batı her ne kadar İslam Devleti’ni parçalamış, Müslümanları İslam hakkında şüpheye düşürmüşse de İslam’ı ve İslam akidesini Müslümanların zihinlerinden tamamen silememiştir. Yeniden İslam’ın hayata hâkim olması ve geçmişte olduğu gibi yeryüzünde birinci devlet konumuna yükselmesi tehlikeMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Nasranîler senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur.’ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva
10
İslamla Mücadelede Yeni Adım: Kamu Düzeni ve Güvenliği... (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (Bakara 120)
Kimse duymasın millet de düşmanımızdır.” deyişi bu yönetimlerin topluma olan bakışını ortaya koymaktadır. 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de Amerikan siyasetini güden AKP iktidara gelmiş; İslam ve Müslümanlarla mücadelede çağdaş argümanlar kullanılmaya başlanmıştır. Yani irticayla mücadele, terörizmle mücadeleye çevrilmiştir. Nitekim Başbakan Erdoğan 27.09.2009 tarihinde Pakistan parlamentosunda yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
ِ ص ُّدوْا َعن َسب ِيل اللّ ِه َ ِين َك َف ُروْا يُن ِف ُق َ إِ َّن الَّذ ُ ون أَ ْم َوال ُ َه ْم ل َِي ِين َك َف ُروْا إِلَى َّ ِم َح ْس َرًة ث َّ َف َسيُن ِف ُقوَن َها ث َ ون َوالَّذ َ ُُم يُ ْغلَب ُ ُم َتك ْ ُون َعل َْيه ون َ َج َهنَّ َم يُ ْح َش ُر
“Şüphesiz, inkâr edenler, (insanları) Allah’ın yolunda (cihaddan) engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” (Enfal 36)
“Her işin en hayırlı olanı orta olanıdır, aşırı uçlar değildir. Aşırılıklara asla prim veremeyiz. El-Kaide ve Taliban’a karşı yürüttüğünüz mücadelede yalnız değilsiniz. İnsanlığın ortak düşmanı olan terörizme karşı Pakistan’ın fedakârca sürdürdüğü mücadelesini mutlaka başarıya götüreceğine inanıyorum. Terör ve aşırılıkla mücadelede yalnız değilsiniz.”
Bütün bu sebeplerden dolayı bir numaralı tehdit her zaman için Müslümanlar ve İslam olmuştur. Bugün Amerikan hükümeti terörizmle mücadele bahanesiyle Irak ve Afganistan’ı bu tehdit yüzünden işgal etmiştir. NATO; SSCB’nin dağılmasından sonra kendisine düşman olarak İslam’ı seçmiştir. Yine ABD periyodik olarak terörizmle mücadele raporları yayınlamaktadır. Amerika’da onlarca think tank kuruluşu İslam dünyası üzerine incelemeler, analizler yapmaktadır. Bu iş için geniş fonlar ayrılmaktadır. Ve İslam dünyasında meydana gelen kıpırdanışları takip etmek, engellemek üzere var güçlerini ortaya koymaktadırlar.
Yine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Afganistan-Pakistan üçlü zirvesinde şöyle demiştir: “Terörle mücadele çok geniş boyutta ele alınmaktadır. O yönde bütün ülkeler de Afganistan’a en güçlü desteği vermektedir.” ABD’nin Müslümanlarla mücadelesine azami destek veren AKP içerde de Müslümanları türlü tutuklamalar ve kısıtlamalarla sindirmeye çalışmaktadır. Buna yönelik bir adımda 4 Mart 2010’da yürürlüğe giren “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun”la atıldı. Kanunun amaç kısmında şu ifade yer alıyor:
Küresel manada bu böyle iken İslam beldelerinde de vakıa benzerlik arz etmektedir. Türkiye özelinde bahsedecek olursak Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşundan beri Müslümanlar kontrol altına alınması gereken birincil tehdittir. İrtica adı altında sürekli gündemde tutulmuş ve kamuoyunda bir korku atmosferi oluşturulmuştur. Müslümanlar ezilmiş, zulüm edilmiş kanunsuzluklara maruz kalmışlardır. Laik T.C‘nin ilk kurucularından İsmet İnönü’nün yanındaki bir komutanının kulağına eğilip; “Beyler padişah düşmanımızdır. Halife düşmanımızdır.
“Bu Kanunun amacı; terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığının kurulması ile teşkilat, görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin esasları
11
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
İslamla Mücadelede Yeni Adım: Kamu Düzeni ve Güvenliği... düzenlemektir.” Yine kanunun görevler kısmında da şunlar yer alıyor: a) Politika ve stratejiler belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütmek ve bu politika ve stratejilerin uygulamasını izlemek,
Bizler biliyoruz ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isteyenler ve onların içimizdeki destekçileri ne kadar mücadele ederlerse etsinler Allah nurunu tamamlayacak olandır. Onların türlü desiseleri ve oyunlarına rağmen bugün küresel Hilâfet projesi kıtalar dolaşmakta, aydın akıllar yeniden İslam’ın nuruyla dolmaktadır.
“Yabancı devletlerdeki faaliyet ve gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili diğer kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve tedbirler geliştirmek.” maddesidir.
Küresel anlamda İslam düşmanlarının Müslümanların başarıya ulaşmasını engellemek adına kullandığı üslup ve vesileleri edinip bunları Türkiye Müslümanları üzerinde denemek kanunda hedeflenenlerdendir. Yine bu kanun çerçevesinde, özel uzmanlık isteyen konularda kadro karşılığı olmaksızın, tam gün, kısmi gün, belli bir konu veya proje bazında, konu ya da projenin süresi ile sınırlı tutulmak koşuluyla sözleşmeli personel ve yabancı uzman çalıştırılabilecek olması bu tezi güçlendirmektedir.
b) Güvenlik kuruluşları ve istihbarat birimlerinden gelen stratejik istihbaratı değerlendirmek ve ilgili birimlerle paylaşmak, c) Gerekli araştırma, analiz ve değerlendirme çalışmaları yapmak veya yaptırmak, d) Güvenlik kuruluşlarına ve ilgili kurumlara stratejik bilgi desteği sağlamak ve bunlar arasında koordinasyonu temin etmek, e) Kamuoyunu bilgilendirmek ve halkla iletişimi sağlamak, f) Uluslararası gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve değerlendirmek,
Bizler biliyoruz ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isteyenler ve onların içimizdeki destekçileri ne kadar mücadele ederlerse etsinler Allah nurunu tamamlayacak olandır. Onların türlü desiseleri ve oyunlarına rağmen bugün küresel Hilâfet projesi kıtalar dolaşmakta, aydın akıllar yeniden İslam’ın nuruyla dolmaktadır. Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
g) İnceleme ve denetleme yapmak ya da yaptırmak. Yürürlüğe giren bu kanunla beraber değişim arzusundaki bütün insanlarla mücadele, emniyetin bünyesinde terörle mücadeleden daha kapsamlı bir birime devredilmiştir. Müslüman Türkiye toplumunda sol fikirlerin kayda değer bir taban bulamayacağı göz önüne alındığında asıl hedeflenenin İslam’ın yeniden hayata hâkim kılınmasını hedefleyen Müslümanlar olduğu açıktır. İslam’ın başarıya ulaşmasını engelleme adına strateji belirlemek, değerlendirme yapmak amacıyla böyle bir adım atılmıştır.
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Yine kanunda dikkati çeken noktalardan biri de:
ُ َّه َّور ه ُ ور ِه َولَ ْو َ ُي ُِري ُدونَ لِي ُْط ِف ُؤوا ن ِ للاِ ِبأَ ْف َو ِ اه ِه ْم َوللا ُم ِت ُّم ن ََك ِر َه ْال َكا ِفرُ ون “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff 8)
12
Erkan AKKAYA
A
BD’nin en etkili düşünce kuruluşlarından biri olan RAND CORPORATION tarafından ABD Hava Kuvvetleri için hazırlanan ‘‘Sıkıntılı Bir Ortaklık. Bir Küresel Jeopolitik Değişim Döneminde Türk-ABD İlişkileri’’ başlıklı rapor TBMM’deki bazı milletvekillerine gönderildi. Raporun sunulduğu Nisan ayının ilk haftası Türkiye için oluşan tehdit algılamaları ve uygulanacak yeni üsluplar hakkında dolaylı yoldan talimatlar verilmiş, kamuoyu bu senaryolar hakkında sınanmış oldu. Bu raporun en kayda değer özelliği diğer devletlerin iç ve dışişlerine müdahale özelliği taşıyor olmasıdır. Zira kurulduğu 1946 yılından bu yana Amerikan ordusu için ön inceleme, araştırma ve geliştirme gibi bir vazife yüklenmiş olup ‘Amerika Birleşik Devletlerinin kamu refahı ve güvenliği için bilimsel, eğitimsel çalışmaları ve hayırsever gayeleri ileriye götürmek ve yükseltmek’ sloganıyla çalışmasını sürdürmektedir. Bundan önce Afganistan, Irak ve Ortadoğu bölgeleri için onlarca rapor
yazmış olan RAND CORPORATION adeta bir sömürgecilik faaliyeti sürdürmektedir. İştahları kabartması hasebiyle Türkiye, sömürgeci kâfirlerin saldırdığı kurtlar sofrası haline gelmiştir. Tabi ki buna en çok etki eden faktörler jeopolitik ve jeostratejik etmenler olmuş, üzerinde emperyalist eylemlerin denendiği bir laboratuar halini almıştır. Artık ideolojik bir devlet olan ABD Ortadoğu’su ve Orta Asya’sı ile Müslümanların bulunduğu her bölgeye bu ‘Model’ ülkeyle sızar olmuş ve bunu da sinsi emellerinden bir parça saymıştır. Bu bakışla raporu inceleyecek olursak ortaya atılan senaryolar Müslüman Türkiye halkının içinde bulunduğu zilleti arttırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. İşte bu fesada uğramış senaryolardan ilki raporda şöyle anlatılmaktadır; ‘Batı’ya Angaje Olmuş AB Üyesi Türkiye Senaryosu’; burada düşünülen yahut olması beklenen Türkiye modeli Avrupa’ya entegrasyonu sağlanmış, insan hakları ve sosyal
13
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Rand Raporu’nda Türkiye için 3 Zelil Senaryo standartların yükseldiği, askeri vesayetin kalkıp, sivil inisiyatifin söz sahibi olduğu, Müslüman dünyasıyla batılı değerler arasında bir köprü vazifesi göreceği öngörülüyor.
demokratlığı’ yahut ‘yumuşak dindarlığı’ zayıflarsa bunun yerine daha radikal bir İslami hareket gelirse, AB Türkiye’yi dışlamaya devam ederse, ayrıca ABD Kuzey Irak’taki PKK varlığını bitiremezse Türkiye’nin İslamSosyal gerçekler düşünüldüğünde, ‘batıl laşması senaryosu hayata geçebilir. Yukaideolojileri’ için insan haklarını onlarca kez rıdaki adı geçen kitapta; Bu senaryo hayata ihlal etmiş, gayri insani davranışların ayyuka geçtiği takdirde, Türkiye-ABD ilişkilerinin çıktığı bir zihniyetin, kendisini ulaşılabilecek ciddi anlamda bozulacağı öngörülüyor. Geyüksek bir konum haline getirmesi ve bu venel olarak Türkiye’nin batıya sırtını çeviresileyle ülkelerin standartlarını kendi prenceği, ilişkilerinin zayıflayacağı, bir çok dış sipleriyle bütünleştirmeleri sonucunu doğupolitika konusunda –meselâ Arap-“İsrail” ruyor ki bu da; içine düşülen bozuk senaryoçatışmasında- Türkiye’nin nun bir gereğidir. AB uyum Arap siyasetine entegre ve Sosyal gerçekler yasalarına tam bağlılık istetaraftar olacağı belirtilidüşünüldüğünde, ‘batıl yen batılı kâfirler Türkiye’ye yor. Bu senaryoda Türkiye, ideolojileri’ için insan Almanya, Avusturya ve İran ve Suriye ile ilişkilerini haklarını onlarca kez Fransa gibi devletlerin angüçlendiriyor, NATO’dan ihlal etmiş, gayri insani cak bu şekilde destek vereçekiliyor ve AB’ye üye oldavranışların ayyuka ceğini vaat etmesi de bu yolmaktan vazgeçiyor. Böylesi la Türkiye’nin Avrupa’nın çıktığı bir zihniyetin, bir senaryoda ABD’nin Türkucağına atılması demek. kendisini ulaşılabilecek kiye yerine Orta Doğu’da Yine burada Türk hüküyüksek bir konum haline yeni bir müttefik bulmak metinin Kıbrıs ve Kürt sogetirmesi ve bu vesileyle zorunda kalacağı, özellikle runları için kolları sıvamaülkelerin standartlarını İncirlik Üssü’nü kaybettiği sı gerektiği, bu sorunların kendi prensipleriyle takdirde bunun yerini dolçözüme kavuşturulmasıyla bütünleştirmeleri durmakta zorlanacağı ifaAB için zaman alınabilecesonucunu doğuruyor ki bu de ediliyor. Aynı zamanda ği gibi yıllanmış vaatlerde da; içine düşülen bozuk İslamlaşmış bir Türkiye’de bulunuluyor. Aynı şekilde senaryonun bir gereğidir. ordu tarafından hayata geAB’ye üye bir Türkiye’nin çirilecek bir darbenin varABD ile sürdürdüğü mütlığı da raporun ihtimal dışı görmediği bir tefikliğe vereceği zarar ve fayda için RAND husus. Hatta öyle ki ordunun sert müdahaCORPORATION’ın Şubat 2010 tarihli ‘‘Sole gücünü kaybettiği düşünüldüğünde bile runlu Müttefiklik’’ kitabında şöyle yorumlanıyumuşak darbe tehdidi raporla gündeme yor: ‘‘İlk bakışta böylesi bir Türkiye’nin, ABD’nin getiriliyor. Tehdit diyorum çünkü darbeyi Ortadoğu ile tasarladığı zahiri planlarıyla mutagösterip, İslamlaşma faaliyetlerine ket vurbık olacağı öngörülse de, Brüksel’in himayesinmak isteyen ABD bu ifadelerle manipülasdeki bir Türkiye ABD çıkarlarıyla çatışabilir ki yon yapmakta ve var olan korkusunu olması bu Amerika’nın hiç istemediği bir durumdur.’’ gerekenle güdümlü bir şekilde yer değiştirtMalum raporun ikinci senaryosu ise ‘İslammektedir. Ayrıca yine Türkiye’nin İslamlaşlaşmış Türkiye’ başlığını taşıyor. Burada eğer ma hatta ‘Neo Osmanlı’ ya da ‘Yeni Osmanbaşbakan Recep Erdoğan’ın ‘muhafazakâr lıcılık’ gibi ileri düşüncelere sahip olabileceMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
14
Rand Raporu’nda Türkiye için 3 Zelil Senaryo ğini bunun da AB’ye üye olunmadığında ve batıdan tecrit edildiğinde olması muhtemel görünüyor. Aslında böyle yapılarak Avrupa ve batılı devletlere gönderme yapılıyor.
Müslüman Türk halkını aslında klasik cami dindarı olarak gören bu zihniyet, ikinci senaryosunun hayata inmeyeceğinden emin gibi görünüyor. İslamlaşma tahayyülü muteber kaynaklarca hoş karşılansa da, gözden kaçırılmayacak bir husus var ki, o da böylesi bir Türkiye’nin bile ABD’ye dolaylı hizmet edeceğidir. Cüz-i payelerle Müslüman Türk toplumunun mevcut statükoyu destekleyeceği, kendisine kazandırılan bu payelerin demokrasi eliyle gerçekleştiğini düşünecek olması Amerikan ‘manda’sının iştahını kabartıyor. Geçmişte de aynı argümanlar kullanılarak önemli mesafeler kat edilmişti. Ajanları vasıtasıyla toplumun sevgisini kazandırabilmiş bir demokrasi kâfir batı için önemli bir kazanım olacaktır. Her fırsatta Müslümanları terörist, İslam’ı da terör dini olarak görenler, korkularıyla yüzleştiklerinde yahut başları sıkıştığında Müslümanların eteğine yapışmayı da ihmal etmezler.
Netice de biliyoruz ki, ne ABD, ne AB, ne de diğer kâfir batılı devletler herhangi bir ülkenin İslamlaşmasını ve ümmet olarak kenetlenmesini değil istemek, tahayyül bile etmemektedirler. Bu minvalde başkanlığını M. Fethullah Gülen’in yaptığı Washington merkezli ‘Rumî Forum’ kuruluşundan çeşitli ödüller dağıtılmış ve radikallerin bitirilmesi, İslamlaşma sürecinin durdurulması adına kanaat önderlerine uyarılarda bulunulmuştur. Örneğin İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, kuruluşun “Uluslararası Barış Ödülü”ne layık görüldü. “Kongre Hizmet Ödülü”ne layık görülen, Temsilciler Meclisi Demokrat Parti Virginia milletvekili Gerry Connolly de, ödülünü alırken yaptığı konuşmada, “insanların birbirleri arasındaki farklılıklara hoşgörü ve saygı çerçevesinde yaklaşması ve karşı tarafı daha iyi anlamaya yönelik çaba göstermesinin önemini dile getirdi.” Hatta bu göz boyama çalışmalarına son noktayı koyarcasına ABD merkezli Woodrow Wilson Merkezi`nin Güneydoğu Avrupa uzmanı Dr. Ellen Rosskam, Türklerin büyük çoğunluğunun bugün laik bir devlete ve demokrasiye bağlılıklarını sürdürdüğünü belirterek, Türkiye`de “laikliği ya da demokrasiyi tehdit eden bir köktenciliğin arttığına ilişkin herhangi bir belirti olmadığını” kaydetti. Aynı forumda “Türk Eğitimini Özgürleştirmek: İslam, Laiklik ve Demokrasinin Geleceği” konulu bir konuşma yapan Rosskam, Batı toplumlarının bütün Müslüman ülkeleri aynı kefeye koyduğunu aktararak, “Her ülke kendi farklılıklarıyla değerlendirilmeli. Türkiye için daha geçerli gibi görünen benim deyimimle görünür bir ‘dindarlığın’ varlığı, aşırıcılık ya da köktencilik değil.’’ (www.turkishny.com)
Raporda geçen üçüncü ve son senaryo da diğer iki safsatayı aratmayacak cinsten. Burada kurgulanan vakıanın da diğerleri gibi iç açıcı olmadığı tezi Türk toplumunu selfdeterminasyona uğratmak, kendi sınırlarında, kabuğunun altından başını çıkaramayan kaplumbağa misali yalnızlığa itmek düşüncesi ile ağırlık kazanıyor. Zira olası senaryo ‘Milliyetçi Türkiye’. Yine Avrupa ile tarafların çatışması ve yalnızlaştırma politikalarının güdülmesi ve nihayetinde kabuğuna kapattırılan Türkiye modeli. Stratejik olarak bölgesel liderliği elinden bırakmayacak olan Türkiye’nin komşu ülkelerle yaşayacağı olumsuz ilişkiler, ABD’nin tek taraflı çıkarlarının deşifre edilmesi ve nihayetinde ulusalcı duyguları zirveye çıkaran bir ülke düşüncesi de raporda geçen muhtemel senaryolardan. Burada ülke nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden bir milliyetin duygularının, sahip olması gereken İslami fikirlerin önüne geçirmek ABD için hiçte fena bir seçenek sayılmaz.
15
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Rand Raporu’nda Türkiye için 3 Zelil Senaryo Her halükarda zillete duçar edilmek isteçıkarlarına ters düşülmemesi gerektiği gibi nen Türkiye halkı, başta da belirtildiği gibi uyarılarda sıkça dile getirilmektedir. Kısakobay muamelesi görmektedir. Analistlerin cası İslam’ın izzetine ve şerefine susamış asıl derdi kendi tercihlerinin en akılcı ve en topraklar, kâfirlerin kurguladıkları projemakul yol olduğunu gösterebilmek. Bu yüzlere uydurulmaya çalışılmakta, ümmetin den ABD’nin şaşmaz kalıplarını yansıtan liderliğini her halükarda cepte sayan sahte böylesi raporların objektif olduğunu söyyöneticiler de kılını kıpırdatmamaktadır. lemek anlamsızdır. Aksine sömürge kokan Bu meseleye örnek teşkil edecek bir bu raporlar geri kalmış dünya devletlerinin yönlendirme de her ne kadar bir araştırma aç kalmış kurtlar gibi yemek sofrasına salşirketi olmasa da Amerika’da en çok okudırma anını kollamak için kaleme alınmışnan gazeteye aittir. New York Times Mart lardır. Karaktersiz bir siyasetle, belirsiz bir ayı başında ilk sayfadan verdiği haberde; amaç ve güdümsüz bir politikayla seyreden Türkiye’de çocuklarını ‘aşırılıktan’ korumak Türkiye söz sahibi devletlerin beyanlarına, isteyen aileler için önemli bir alternatif olaraporlarına, brifinglerine rak belirtilmiş ve ‘okulların bel bağlamamalıdır. Aksi fikir babası’ olarak tanıttığı Karaktersiz bir siyasetle, takdirde iç siyasetin de ipFethullah Gülen’i ‘’vatanbelirsiz bir amaç ve lerini batılı kliklerin (grupdaşların ibadet hürriyetine güdümsüz bir politikayla ların) ellerine bırakmış olur seyreden Türkiye söz sahibi sahip olduğu bir laik deki aynı zilletin farklı frakmokrasiden başkasını istedevletlerin beyanlarına, siyonlarına girmiş oluruz. meyen milliyetçi’’ olarak raporlarına, brifinglerine Son örneğini ‘Nükleer Gülanse etmişti. Şimdi dönüp venlik Zirvesi’ ile okudubel bağlamamalıdır. Aksi baktığımızda ABD’nin biğumuz senaryolar da yine takdirde iç siyasetin de zim çocuklarımızı ne kaaynı amaca hizmet ettiği iplerini batılı kliklerin dar çok önemsediğini, çok aşikâr izler taşıyor. Dünya (grupların) ellerine bırakmış ilgilendiğini ve bizi tehlitarihinin en geniş katılımolur ki aynı zilletin farklı kelere karşı uyardığını mı lı nükleer toplantısı olarak fraksiyonlarına girmiş düşüneceğiz. Yoksa! Sana lanse edilen zirveye ABD oluruz. ne benim çocuğumun aşırıadına Obama başkanlık lığından, bana ne senin taetmiş ve nükleer silaha sasarladığın bir çocuk arzusundan demeyecek hip ülkelere ültimatom verilmesi dile getimiyiz? Böylesine bir yönlendirmeyi hangi rilmiştir. T.C. Başbakanı Recep Erdoğan’ın amaca hizmet olarak algılayacağız? Okyada katıldığı bu toplantıda İran’daki nüknus ötesi bir bölgeden, kilometrelerce uzak leer çalışmalardan El-Kaide’deki silahlabaşka bölgelere telkinlerde bulunmayı ve ra kadar tüm Müslümanlar tehdit unsuru tavsiyeler dağıtmayı hangi sömürgeci hegörülmüş ve model ortak Erdoğan’dan bu deflerini gerçekleştirmek için yapıyorsun? konuda somut adımlar atılması istenmiştir. Devletlerarası arenaya baktığımızda sorunları çıkartanlarında, çözümlemeler sunanlarında aynı devletler yahut aynı zihniyetler olduğunu görürüz. Hayata ve kâinata bir bütünlükte bakan herkes idrak eder ki, devlet-
Yine aynı minvalde her beş yılda bir tasarlanan ‘Küresel Eğilimler Raporu’nda Türkiye ve bölge ülkelerin sıkça isminin geçtiği, bölge yönetimlerinin attığı ve atacağı adımların takip edildiği ve bu konuda ABD’nin Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
16
Rand Raporu’nda Türkiye için 3 Zelil Senaryo lerin var oluş faktörleri akidelerinden neşet eden fikir ve hükümleridir. İşte bu şaşmaz parametreler hayata indiği ölçüde anlam ifade eder. Seçkinliği de zilleti de ortaya çıkaran faktör fikir ve mefhumların dünya sahnesinde hayat bulması ya da aksine yok sayılmasıdır. Kapitalist akideye iman etmiş bir ABD’nin; İslami akideye iman etmiş Müslüman beldelere tahakküm etme isteği bu sebepten ileri gelir. Rusya’nın sosyalist akideden çıkan fikir ve hükümlerini dünya sahnesinden kaldırdığında düştüğü durum ile İslam Devleti’nin 1924’te Hilafet’in kaldırılmasıyla içine düştüğü durum da aynı sebepten ileri gelir.
mağdur olacağının farkına varması gerekir. Senaryoları, tasarıları, varsayımları ve çözüm yollarını ancak ve sadece İslam akidesinden neşet eden bir otoritenin varlığı için çalışması gerekir. Müslüman bilir ki, İslam Devleti; bulunduğu toplum ile birlikte diğer toplumların da zilletten ve mihnetten kurtarılıp seçkin bir hayattan başka bir yol çizmez. Kâfirlerin insanlığın bittiği bir hayatı, lütufçasına sunduğuna bakmayın, zira onlar bu düşük hayatlarının yakın zamanda sona ereceğini, batıl ideolojilerinin yıkılacağını ve kokuşmuş yönetimlerinin başlarına geçeceğini bilmektedirler. Bu raporlar ve analizler korkularının dışavurumlarıdır. İslam ümmeti ise onları bu korkularıyla yüzleştirip, tarihin çöplüğüne atmaya muktedirdir.
Sonuçta fillerin tepiştiği dünya konjonktüründe ezilen bir ülke konumunda olmak istemiyorsak dönüp akidemizle yüzleşmemiz gerekir. İslam’a tâbi olmuş ve onunla kenetlenmiş bir ümmetin ancak onun otoritesiyle kalkınacağını bilmesi gerekir. Üzerine çizilmiş onlarca senaryonun kendisini zelil kılacağının ve kendi topraklarında
يم ُ إِ َّن َهذَا ل ُ َه َو ا ْل َف ْو ُز ال َْع ِظ ‘‘Şüphesiz bu elbette muazzam (büyük) olan bir başarıdır.” (Saffat 60)
17
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Cuma CANPOLAT
1
2-13 Nisan 2010 tarihlerinde Washinton Convention Center’de, Amerika’nın ev sahipliğinde 46 devlet ve hükümet temsilcilerinin katılımı ile düzenlenen ”Nükleer Güvenlik Zirvesi” toplantısına, Türkiye Başbakanı Erdoğan da 50 kişilik bir heyetle katıldı. Toplantı da ”Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi” konusu görüşülerek bir antlaşma ”NPT” imzalandı. Bu devletlerarası antlaşmaya göre, nükleer silahlara sahip olan devletler kendi nükleer silahlarını, nükleer silahlara sahip olmayan devletlere satmayacaklar, onların nükleer silahları elde etmeleri için yardımcı olmayacaklar ve kendi nükleer silahlarının materyallerini muhafaza edecekler. Buna göre nükleer silahlara sahip olanlar, sahip olmayanlara mani olmaya çalışacaklar.
vardığını” iddia etti. Çünkü bu silahlanma yarışından ne Amerika, ne Rusya ve ne de diğer sömürgeci kâfir devletlerin vazgeçecek halleri yoktur. Eğer sömürgeci, işgalci kâfir devletler bir çeşit silahtan vazgeçerse onun yerine başka konvansiyonel silahlar icat ederler ve bunu kendileri de biliyorlar. Bundan dolayı 1991’de ABD ile Rusya arasında, soğuk savaş dönemi ardından imzalanan stratejik silahların indirimi antlaşması (Start 1) 5 Aralık 2009’da sona erince 8 Nisan 2010’da ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Medvedev arasında Prag’daki Çek Devlet Başkanlığın’da imzalanınca, Washington Post Gazetesi’ne konuşan Amerikalı bir yetkili şu açıklamalarda bulundu “Acil küresel vuruş adlı birkaç yıldır yürütülen bir programla terörist örgütleri ve diğer düşmanları vurmayı hedeflediklerini” ifade etti.
İşte bu zirvenin ardından ABD Başkanı Obama, düzenlediği basın toplantısında ”zirveye katılan liderlerin 4 yıl içinde korunmasız durumda olan tüm nükleer materyallerin güvenliğinin sağlanması konusunda görüş birliğine Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Dolayısı ile bu nükleer silahların yayılmasının önlenmesi imkânsızdır, anlamsızdır ve abesle iştigaldir. Çünkü nükleer silahlara sahip olan devletler, bizzat kendi çıkarları için
18
Nükleer Silahların Yayılmaması ve Barış Mümkün mü? nükleer silahlara sahip olmayan devletlere ketlerini işgal ediyorlar. Ve aslında bu halleri nükleer silahları kazandırıyorlar. Rusya, Kuile dünyanın güvenliğini tehdit eden de yine zey Kore’ye nükleer silahları kazandırınca, bu sömürgeci ve işgalci kâfir devletlerdir. ABD’de Çin’e karşı olmak üzere Hindistan’a Bunların dışında nükleer silahlara sahip olan ve Pakistan’a nükleer silah kazandırdı. İran’a Pakistan, Hindistan, Kuzey Kore ve “İsrail” gelince, o hala nükleer silah elde etmemiş olvardır. Ayrıca Amerika’nın nükleer silahları duğu halde ABD, İran’ın nükleer program üsler halinde Türkiye, Almanya, İtalya, Belçinedeni ile İran’a karşı daha fazla yaptırımlar ka ve Hollanda da mevcuttur. Amerika’nın, uygulanması noktasında ek önlemlerin alınTürkiye’de ki Adana İncirlik Üssü’nde 90 ması için çaba sarf ediyor. Hâlbuki Amerika, dolayında nükleer başlık olduğu belirtilmekYahudi ”İsrail” varlığının elindeki nükleer tedir ve bu başlıkların tek anahtar sistemine silahlara ses çıkarmıyor. Obama, zirve esnadayalıdır. Bütün bunları kullanma inisiyatifi sında Çin Devlet Başkanı Hu Jintao ile görüşAmerikalıların elindedir. Türk tarafı ise, bu mesinde, İran’a daha fazla yaptırımlar uygunükleer başlık deposunun ancak fiziki beklanması konusunda adım çiliğinden sorumludur ve Amerika’nın, Türkiye’de ki atılması gerektiğini ifade bu başlıkların yükleneceği Adana İncirlik Üssü’nde 90 etti. Rusya Devlet Başkanı uçağa kalkış izni verip verdolayında nükleer başlık Medvedev ise, “Brookings meme yetkisine sahiptir. Institution” adlı stratejik olduğu belirtilmektedir ve Böylece Türkiye’deki araştırma kuruluşunda bu başlıkların tek anahtar atom nükleer başlıklar yaptığı konuşmada da, sistemine dayalıdır. Bütün Amerikan-Türkiye ortak İran’ın nükleer prograbunları kullanma inisiyatifi kararına bağlıdır. ABD mı hakkında şöyle dedi: Amerikalıların elindedir. Başkanı atom başlıklarını “Dünya güçlerinin, İran’ın Türk tarafı ise, bu nükleer harekete geçirecek yetki dünya ülkelerine nükleer kodlarını İncirlik üssübaşlık deposunun ancak amaçlarının barışçıl olduğu ne göndermediği sürece fiziki bekçiliğinden konusunda garanti vermebu nükleer silahlar Türsorumludur... mesi halinde dünya güçleri kiye tarafından kimseye bu ülkeye karşı yaptırımlar karşı kullanılamaz. İşte uygulamayı düşünmek zorunda kalacak”. buna göre dünyada en çok nükleer silahlara sahip olan sömürgeci kâfir Amerika’dır. Böylece ne kâfir sömürgeci Amerika, ne de Zaten Amerika İkinci Dünya Savaşı’nda da sömürgeci kâfir Rusya, İran’ın nükleer silah Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerielde etmesini istemiyorlar. Hâlbuki Filistin’i ne atom bombalarını atmıştı ve milyonlarca gasp eden Yahudi ”İsrail” varlığına hiç biriinsanı katletmişti. si de ses çıkarmıyor. Velhasıl, BM Güvenlik konseyinde veto hakkına sahip olan şu beş ülke Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin daimi üye devletleridir ve her birinin de nükleer silahları vardır. Böylece bunlar kendi güvenliklerini ve kendi hegomanyalarını korumaya devam ediyorlar. Ayrıca bu sömürgeci kâfir devletler Müslümanların memle-
Amerika, Müslümanların birçok memleketlerinde Haçlı Savaşlarını yani sömürgeciliğini devam ettirirken bir kısım mücahit Müslüman’ın direnişleriyle karşılaşmaktadır. İşte bu direnişten dolayı Obama, Amerika’nın önümüzdeki 10 yıllık dönemde izleyeceği nükleer stratejiyi 6 Nisan 2010’da New York
19
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Nükleer Silahların Yayılmaması ve Barış Mümkün mü? Times Gazetesi’ne şöyle açıklıyor; “ABD nükleer silah kullanma koşullarını azaltıyor… Değişikliğin kökeninde ise, ABD’nin milli güvenlik stratejisini değiştirmesi var. Tehdit odağı Rusya ve Çin gibi nükleer güce sahip ülkelerden terörist organizasyonlara kaydırıldığından nükleer kapasite de önemini yitiriyor” diye ifade etti. Sonra, Amerika Başkanı Obama, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Prag’daki Çek Devlet Başkanlığı sarayında 8 Nisan 2010’da buluşarak stratejik silahların indirimi antlaşmasını imzaladılar. İşte bu antlaşmaya göre her iki devlette mevcut olan nükleer silah başlıklarının sayısı 1550’ye düşürecek. Deniz, kara ve havada savaş başlığı taşıyabilecek balistik füzelerin sayısını ise 700 ile sınırlandıracak. Bu füzelerin rampa sayısı da 800’ye indirilecek. İşte Amerika-Rusya ile bu antlaşmayı imzaladıktan 4 gün sonra kendisine ve Rusya’ya yandaş olan devletlerle yukarıda da belirtildiği gibi ”Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi” için zirve toplantısı düzenledi.
uçakta iken “sözde soykırım tasarısıyla ilgili olarak Obama görüşmesinde gerginlik yaşanır mı?” sorusuna şöyle cevap verdi: ”Gerginliği ortaya bırakmadık. Erivan ve Bakü’ye özel temsilcimizi gönderdik. Tabii burada Minsk üçlüsüne iş düşüyor. Geçen hafta Sarkozy’e de söyledim. Sorun çözülsün sınırı açmak mesele değil. Bineriz trene, arabaya sınırı beraber geçeriz”. Ve Başbakan Erdoğan 12 Nisan 2010’da Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile 1,5 saat süren görüşmeden sonra, Başbakanlık sözcüsü Kemal Öztürk şu muğlâk açıklamayı yaptı; “İki liderin protokol sürecinin devamı ve Dışişleri Bakanları’nın da ortak çalışmayı sürdürmeleri konusunda karara vardıklarını”. Demek ki, kâfir Ermenistan 1993’te işgal ettiği Azerbaycan’ın dağlık Karabağ bölgesinden hâlâ çekilmek istemiyor. Ayrıca 13 Nisan 2010’da Başbakan Erdoğan ile Amerika Başkanı Obama’nın görüşmesi Nükleer Enerji Zirvesi’nin yapıldığı merkezde 45 dakika sürdü ve Ermenistan’la imzalanan protokoller konusu öne çıktı. Erdoğan Obama’ya, Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Doğuda barışın tesisi için çalışmalarını aktardı. Obama’da Minsk grubunun daha aktif çalışması ve Karabağ konusunda çözümün hızlandırılması için elinden geleni yapacağının sözünü verdi. Ancak kâfir Ermenistan işgal ettiği, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinin yedi Rayonunu (yerleşim yerini) boşaltmak istemiyor ve Minsk gurubundaki sömürgeci kâfir devletlerde (Amerika, Rusya ve Fransa) Ermenistan’a destek olmak peşindedirler. Ayrıca basında çıkan bir habere göre Türkiye-Ermenistan sınırının açılması için Ermenistan’ın işgali altındaki Azerbaycan Karabağ’ın yedi Rayonundan ikisinin (Akdam ve Fuzuli) boşaltılmasına sıcak bakıldığına dair güçlü sinyaller alındığı şöyle yayınlanmaktadır: ”Ancak iki Rayonun boşaltılması, diğer Rayonların boşaltılmayacağı anlamına gelmiyor. İki Rayonla başlayan süreç diğer Rayonla-
“Nükleer Güvenlik Zirve” toplantısına 50 kişilik bir heyetle giden Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan’ın ikili görüşmelerine gelince; siyasi gözlemcilere göre onun bu gidişi sürpriz oldu. Çünkü ABD Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde ”Ermeni Soykırım Tasarısı” iddiası 4 Mart 2010’da kabul edilince Türkiye, Washington Büyük elçisi Namık Tan’ı istişare için hemen Ankara’ya çağırmıştı ve Başbakan Erdoğan’da bir konuşmasın da şöyle demişti: “ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde öyle bir senaryo oynandı ki, bu bir komedidir”. Türkiye hükümeti de şu resmi açıklamayı yapmıştı; ”Türk Ulusunu, işlemediği bir suçla itham eden bu tasarıyı kınıyoruz.” Bütün bunlara rağmen, Türkiye hükümeti Washington Büyükelçisini 6 Nisan 2010’da Amerika’ya tekrar gönderdi. 11Nisan 2010’da da Başbakan Erdoğan zirve toplantısına katılmak ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’la görüşmek için gitti. Erdoğan Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
20
Nükleer Silahların Yayılmaması ve Barış Mümkün mü? rın boşaltılması şartını geçirecek” dediler. (Hürri-
”Şüphesiz iman edenler, sonra küfür edenler, sonra iman edenler, sonra küfür edenler, sonra küfrü fazlalaştıranları, Allah bağışlayacak değildir ve onları yola (İslam’a) hidayet edecekte değildir. Münafıkları müjdele, onlar için elem verici azap vardır. Onlar Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Yoksa onlar onlarda kuvvet (şeref) mi talep ediyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet (şeref) Allah’ındır.” (en-Nisa 137-139)
yet 17.4.2010)
Velhasıl sömürgeci kâfir devletlere asla güvenmemek icap eder. Kâfirlerle işbirliği içinde olmak kesinlikle haramdır. Onlar ancak birbirlerini desteklerler. Allahu Teâlâ diyor ki: ض ٍ ض ُه ْم أَ ْول َِياء َب ْع ُ ذين َك َف ُروْا َب ْع َ َّ“ َوالKâfir olanlar bi birlerini desteklerler.” (el-Enfal 73) Ve başka bir surede Allahu Teâlâ diyor
Ve yine Allahu Teâlâ şöyle diyor:
ki:
ُم َع ُدوًّا ُّمبِي ًنا َ إِ َّن ا ْلكَافِر ْ ِين كَانُوْا لَك
ُن ِ ازَدا ُدوْا ُك ْف ًار لَّ ْم َيك َّ ُم َك َف ُروْا ث َّ آمنُوْا ث َّ ُم َك َف ُروْا ث َّ آمنُوْا ث ْ ُم َ إِ َّن الَّذ َ ُم َ ِين ِيما ً ال ل َِي ْهد َِي ُه ْم َسبِي َ َه ْم َو َ ال َب ِّش ِر ال ُْم َنا ِفق ً َه ْم َعذ ُ ِين ِبأَ َّن ل ُ ِر ل َ اللّ ُه ل َِي ْغف ً َابا أَل ون ِعن َد ُه ُم ِ ِين أَ ْول َِياء مِن ُد َ ِين أََي ْب َت ُغ َ ون ال ُْم ْؤ ِمن َ ُون ا ْلكَافِر َ ِين َيتَّ ِخذ َ الَّذ َّ ِزَة َفإِ َّن الع َّ ا ْلع ِيعا ً ِزَة لِلّ ِه َجم
”Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.”(en-Nisa 101)
21
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Talha YAŞAR
T
ürkiye’nin, Cumhuriyetle birlikte tarım alanında izlediği politikalara bakıldığında daha çok dışa bağımlı bir politika izlediğini görmekteyiz. Cumhuriyet’in ilanıyla yani Hilâfet’in kaldırılmasıyla birlikte sosyal, siyasal, alanlarda çok büyük çarpıklıklar meydana gelmiştir. Ekonomi alanında en büyük çarpıklık ise tarım alanında yaşanmıştır.
şarıyı kendisine bağımlı hale getiren bir siyaset takip etmiştir. T.C. devleti, tarımı halkın maslahatı için değil de, efendilerinin çıkarları için tarım politikaları geliştirmeye başladılar. Yıllarca Osmanlı Devletinde, çiftçinin ağır vergiler altında ezildiğini bunun önüne geçmek için ise ilk olarak 1925 de Aşar Vergisinin kaldırıldığını ve bununla tarımın önündeki en büyük engelin kaldırılmış olduğunu söylediler. Aynı zamanda bunu bir devrim olarak addettiler. Fakat T.C. devleti bu vergiyi kaldırdıktan sonra onlarca yeni vergi sistemi getirdi. 1924 den günümüze kadar tarımın ilerlemekten ziyade gerilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğunu birçok kaynaktan okumuşuz veya duymuşuzdur. Türkiye’nin ekonomisinde tarımın payına baktığımızda, toplam ihracat içindeki payı % 7-8 civarında olduğu, Türkiye toplam ihracatı 100 milyar dolar olduğu göz önüne alın-
İnsanlar üzerindeki nizamın değişmesi sosyal ve siyasal alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında da ölçülerin farklılaşmasına sebep olmuştur. Osmanlı Devletinde tarım politikalarına bakıldığında, tatbik edilen nizamın İslam olmasından dolayı tarımın günlük politikalardan uzak, kişisel çıkarlardan beri olduğu, toprağın mutlak suretle ekilip, dikilmesi gereken ve üretimin yapıldığı yer olarak görülmektedir. Osmanlı Devleti temel gıda ihtiyaçlarını ve diğer tarım ürünlerini dışa bağımlı olarak karşılamaktan ziyade, dı-
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
22
Türkiye’de Cumhuriyetle İzlenen Tarım Politikalarının... dığında ise tarımın bu oran içindeki payının 7-8 milyar dolar olduğu görülür. Ayrıca temel gıda ürünü olan buğday ithal edilmekte, ihraç edilen birçok ürün ise ham olarak satılmakta, mamul madde olarak almaktadır.
tonu geçmeyecek. Eğer geçerse, Türkiye 10,000 tonun üzerindeki rakam kadar ABD den nebati yağ ithal edecek” ve nota aynen uygulandı. 9 Ocak 1998 Türkiye ile AB arasında Tarım Ürünleri Anlaşması imzalandı. Anlaşmanın koşullarına göre Türkiye, et başta olmak üzere AB den sübvanse edilen tarım ürünlerinin sıfır gümrükle ithal edilmesini kabul etmiştir. Bu tarihte deli dana hastalığı Avrupa’yı kasıp kavurduğu göz önüne alındığında baştaki hükümetlerin halkını ne kadar düşündükleri ortaya çıkmakta ve kâfirlerin menfaati için Müslümanların ölümüne yol açması uğruna bu anlaşmayı imzaladılar.
Evet, bugün Türkiye kendi kendine yeten bir ülke değildir. Birçok tarım ürününü dışarıdan alan ve söz sahibi olduğu tarım ürünlerini ise (fındık, kuru üzüm, kuru kayısı, Antep fıstığı, kuru incir) gerektiği gibi değerlendirememektedir. Bu ürünler kimi zaman üreticinin elinde kalmakta, kimi zaman ise değerinin çok çok altında satılmaktadır. Türkiye toplam tarım toprakları 78 milyon hektardır, tarım ise 26 milyon hektarında yapılmaktadır. 26 milyon hektarın % 17 si sulanmakta % 83 ünde ise kuru tarım yapılmaktadır. Toplam sulanan alan 5 milyon hektar, sulanabilecek alan ise 12-13 milyon hektardır. Var olan toplam nüfusun %35’i tarım sektöründe istihdam edilmektedir. Bu değerler göz önüne alındığında tarım alanlarını değerlendiremeyen, değerlendirilen alanlardan elde edilen ürünleri ise çok düşük fiyata ihraç ettiren bu hükümetler nasıl olurda Türkiye’nin tarım alanında önemli bir konumda olduğundan bahsedebilirler.
27-31 Temmuz 2004 de Cenevre’de Dünya Ticaret Örgütü ile bir anlaşma imzalandı. Anlaşma koşulları DTÖ üye olan ülkeler tarım ürünlerini destekleme oranlarını ve kredilerini kaldıracaklardı. Yine DTÖ üye ülkeler, ülkelerine giren tarım ürünlerinden gümrük vergisi almayacaklardı. Söz konusu bu anlaşmalar hala yürürlüktedir. Bu anlaşmalara bakıldığında T.C. hükümetlerinin kâfirlere ümmetin malını nasıl peşkeş çektiklerini herkes görmektedir. ABD yılda 100 milyar dolar tarıma kaynak ayırmakta, bu oran ise Türkiye de 2009 da 3,5 milyar dolar civarındadır. ABD dünya tahıl üretiminin % 80 ini elinde bulundurmaktadır. Dünya da 205 milyon hektar alanda yapılan buğday tarımı Türkiye de 10 milyon hektar alanda yapılmakta yani dünya buğday alanının %5 inden fazlasının ekimi Türkiye de yapılmasına rağmen, Türkiye buğday ithal eden ülke konumundadır. T.C. hükümetlerinin gerek ABD gerekse de AB ile yaptıkları anlaşmalar çerçevesinde Türkiye de tarımı bitirme noktasına getirmiştir. Türkiye’nin AB uyum sürecinde müktesebatın en sıkıntılı yönü tarım konusu olmuştur. İtalya, Fransa, Almanya gibi ülkelerin Türkiye’nin AB’ye üyeliği noktasında karşı olmaları özellikle
12 Kasım 1956 yılında Türkiye ile ABD arasında Tarım Ürünleri Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmanın koşulları ABD’nin Türkiye’ye her yıl temel gıda ürünleri satması kararlaştırılmıştır. Anlaşmanın ikinci maddesinde, Türkiye’nin yetiştirdiği anlaşmada adı geçen ürünlerin ihracatında ABD tarafından denetlenecektir. Anlaşmanın üçüncü maddesinde, Türk ve ABD hükümetleri Türkiye de ABD mallarına karşı talebi arttırmak için birlikte hareket edeceklerdir. Bu anlaşmaya göre ABD, Türk hükümetine 21 Şubat 1963 tarihinde 1222 sayılı nota verdi. Nota şöyleydi; “Türkiye Kasım 1962, Ekim 1963 tarihleri arasındaki devrede zeytinyağı ihracatı 10,000
23
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Türkiye’de Cumhuriyetle İzlenen Tarım Politikalarının... İtalya ve Fransa’nın taticesinde her türlü tarım Tarım için en önemli olan rım alanında AB’nin loürününün yetişmesine mazot, gübre ve ilaç fiyatlarının komotifi pozisyonunda olanak sağlayacak koşulyıldan yıla artarak katlanması, olmalarından dolayıdır. ların olmasına rağmen hükümetlerin ise yaptıkları Türkiye’nin toplam yüz bu olanakların çok cüzi anlaşmalar çerçevesinde ölçümünün yirmi beşte bir miktarı kullanılmakhangi ürünün ne kadar ekimi biri kadar yani Konya tadır. yapılacağı konusunda kota kadar yüz ölçüme sahip Yıllık tarım ürünü ihkoyması tarımı Türkiye de olan Hollanda’nın (topracat kapasitesi 600-700 raklarının % 40’ını denibitirme noktasına getirmiştir. milyar dolar olan Türzi doldurması neticesinkiye nasıl olur da yıllık de kazanmıştır) yıllık toplam tarım ürünü tarım ürünü ihracatı 7-8 milyar dolar gibi koihracatı 70 milyar dolar civarında, bu rakam mik bir rakamda kalmaktadır. Fransa da 50 milyar dolar civarındadır. Kâfir oldukları halde ABD ve Avrupa ülGerek AB ülkeleri, gerekse de ABD birbirkeleri yöneticileri, halkının refahını yükseltlerine karşı ve de diğer ülkelere karşı taviz mek için tarımı geliştirmeye yönelik her türvermedikleri tek konu tarım konusudur. Talü girişime girerken halkı Müslüman olduğu rımın ne kadar önemli bir sektör olduğunu halde yöneticilerin ise kendilerini Müslüman kâfirlerin bunu nasıl bir silah olarak kullanolduklarını iddia etmelerine rağmen nasıl dığını ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kesolur da kâfirler kadar dahi halkını düşünsinger şu sözüyle ifade etmektedir: “ABD’nin mez. Tarım için en önemli olan mazot, gübre yiyecek silahı Arap petrol kartellerinin elindeki ve ilaç fiyatlarının yıldan yıla artarak katlanPetrol silahıyla boy ölçüşebilecek durumdadır”. ması, hükümetlerin ise yaptıkları anlaşmalar Evet, dünya tahıl üretiminin % 80 ini elinde çerçevesinde hangi ürünün ne kadar ekimi bulunduran, yani dünyada ekmeğin hamyapılacağı konusunda kota koyması tarımı maddesi olan buğdayı ABD silah olarak kulTürkiye de bitirme noktasına getirmiştir. Gelanmaktadır. rek Avrupa ülkeleri gerekse de ABD birbirlerinin tarım politikalarına müdahale etmeye Şimdi soruyorum, nasıl olur da Avrupa’nın izin vermezken, nasıl olur da hem Avrupa toplam tarım topraklarının %25‘ne sahip ülkeleri hem de ABD Türkiye de tarımın ne olan Türkiye, kendisinden 25 kat küçük olan kadar alanda yapılacağı, ne kadar üretim yaHollanda’nın tarım ihracatının %10’u kadar pılacağı, tarıma ne kadar kaynak ayıracağı ve paya sahip olabilir? Toprakları ABD ve Avne kadar tarım ürünü ihracatı yapılacağını rupa ülkelerinin ki kadar kirlenmemiş olan belirleyen zillet anlaşmaları yapmaktadırlar. Türkiye tarım toprakları nasıl olur da üretim Bunun neticesinde her alanda olduğu gibi tave verim olarak en küçük Avrupa ülkesi ile rımını bu kâfirlerin tekeline vermektedirler. boy ölçüşememektedir. Dünyada 205 milyon hektarda yapılan buğday tarımı 7 milyar insana yeterken nasıl olurda Türkiye de 10 milyon hektarda yapılan buğday tarımı 80 milyonluk bir ülkeye yetmemekte ve de buğday ithal edilmektedir. Dünya da çok nadir ülkelerde görülen, iklim ve toprak çeşitliliği ne-
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Bizler çok iyi biliyoruz ki İslam coğrafyasının her yerinde olduğu gibi Türkiye’nin de muazzam iktisadi kaynaklara sahip olması bu kaynaklardan en önemlilerinden biri olan tarımın 1924 den bu yana tatbik edilen nizamın değişmesiyle birlikte mevcut hükümet
24
Türkiye’de Cumhuriyetle İzlenen Tarım Politikalarının... ََْ ِإو�ذَا َت َولَّى َس َعى فِي أ ْح ْر َث َوالنَّ ْس َل ِ ال ْر َ ِيها َويُ ْهل َ ض لِيُ ْف ِس َد ف َ ِك ال َواللَّ ُه اَل يُ ِح ُّب ا ْل َف َسا َد
ve de daha önceki hükümetlerin ümmete ait olan mallarını kâfirlere hangi anlaşmalarla peşkeş çektiklerini, onur ve izzetten yoksun olan bu yöneticilerin Müslüman halkı nasıl bir zulme maruz bıraktığını, bu yaptıkları ihanet anlaşmalarına rağmen hiç utanmadan sıkılmadan seçim zamanlarında şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy ve ev ev dolaşıp oy dilenciliği yaparak ve de bugünkü hükümetin yaptığı gibi Müslümanların argümanlarını kullanarak onları kandıran basit bir dünya metası için ahretini satan bu zalimleri Allah’ın izni ile ümmet artık görmektedir. Bu zalim yöneticiler, Hz. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh’ın şu sözüne müstahak olmaktadırlar:
“Döndüğü zaman da yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için çalışır. Halbuki Allah fesadı sevmez.” (Bakara 205)
Ekini ve nesli ifsad eden bozuk düzenin bozuk yöneticilerini, ümmet artık görmekte ve onlara izzetini, ırzını, kanını, servetlerini koruma görevini vermek istememektedir. Onlara hak ettiklerini verecek olan İslam otoritesi için çalışmaktadırlar. ِ َوق ون َ ون َو َستُ َرُّد َ ُُم َو َرُسولُ ُه َوال ُْم ْؤ ِمن ْ ُل ْ اع َملُوْا َف َس َي َرى اللّ ُه َع َملَك َّ ُون َ ِما كُنتُ ْم َت ْع َمل َ إِلَى َعالِ ِم ا ْل َغ ْي ِب َوالش َها َد ِة َفيُ َنبِّئُكُم ب
“Silah korkaklarda, mal cimrilerde, yönetim ise akılsızlarda olursa, o toplumun hali nice olur.”
“De ki: Çalışın! Muhakkak ki çalışmanızı Allah da, Rasulü de ve Mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene (Allah’a) döndürüleceksiniz de O size yapmış olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe 105)
Evet, bugün yönetimin akılsızlarda olduğu, kâfirlerin dünyası için kendi ahretini berbat eden, kokuşmuş dünya metasına tamah eden, bunun için gözlerini kırpmadan ümmetin harumatlarını, canını, kanını, ırzını ve de mallarını satmaktan geri durmayan bozuk düzenin bozuk yöneticilerine şahit olmaktayız.
25
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Salih ÇELİK
Y
eryüzünde, riyakârlık vasfına Kapitalistlerden daha layık kim vardır?
neticilerin yanıltıcı, yaldızlı söylemlerine rağmen- ekonomik açıdan ne derece vahim bir durumda olduğumuzu gözler önüne seriyor. Fakat bu rakamlar Türkiye’deki gerçek işsizlik rakamları değil elbet; çünkü TÜİK işsizlerin oranını belirlerken Türkiye’de herhangi bir işte çalışmayanları 12 gruba ayırıyor. Bu 12 gruptan sadece ‘işsiz’ adını verdikleri grup ‘işsiz’ sayılıyor. Herhangi bir işte çalışmayanlar şu sınıflara ayrılıyor:
Yeryüzünde zulmü örtbas etmede Kapitalistlerden daha mahir kim vardır? Nitekim onlar bitmek tükenmek bilmeyen yalanların sahipleridirler. Fasidliği her alanda açığa çıkan nizâmlarını korumak adına durmadan hayalî senaryolar üretip halkları kandırmaktadırlar. Hiçbir zaman gerçek işsizlerin oranını vermeyen sahte işsizlik oranları, hiçbir zaman fakirlerin gerçek oranını vermeyen sahte istatistikî veriler ve hiçbir zaman halkın cebine giren gerçek geliri göstermeyen ‘kişi başına düşen milli gelir’ safsatası… İşte Kapitalistler bu ve benzeri saptırıcı yöntemlerle insanları on yıllardır kandırıp kanlarını emiyorlar.
1. İşsiz: Referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte çalışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son üç ay içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 15 gün içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kurumsal olmayan çalışma çağındaki fertler işsiz nüfusa dâhildirler. Ayrıca; iş bulmuş ya da kendi işini kurmuş, ancak işe başlamak ya da işbaşı yapmak için çeşitli eksikliklerini tamamlamak amacıyla bekleyenlerden 15 gün içinde, işbaşı yapabilecek kişiler de işsiz nüfus kapsamına dâhildirler.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2009 yılına ait ekonomik verileri açıkladı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre Türkiye’de işsizlik, bir önceki yıla göre 860 bin kişi artarak 3 milyon 471 bin kişiye yükseldi. Yani eğer Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri, Türkiye’deki işsizlerin gerçek oranını veriyorsa Türkiye’de nüfusun %14’ü işsiz. Bu oranlar bile Türkiye’de, -yöMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
2. Eksik İstihdam: Referans döneminde ekonomik nedenlerle 40 saatten daha az süre çalışıp mevcut işinde ya da ikinci bir işte daha
26
Pembe Tablolar, Karanlık Gerçekler mış, fakat iş bulamamış olup bu nedenle iş bulma ümidini yitirenler yani ‘iş bulma ümidi olmanlar’ grubuna dâhil olanlar ‘işsiz’ sayılmıyor. Ne enteresan bir durum bu? Siz iş arayıp bulamayacaksınız, bulamadığınızdan ötürü iş bulmaktan ümidinizi yitireceksiniz; ümidinizi yitirdiğinizden dolayı da ‘işsiz’ sayılmayacaksınız (!). Sırf gerçek rakamların üzerini örtmek adına böylesine ilginç yöntemlere başvuruluyor Kapitalizm’de. Böylelikle gerçek işsizlerin oranının üzeri örtülüyor ve de halka tozpembe tablolar çiziliyor. Bu pembe tabloların altındaki karanlık gerçeklerin ise üzeri örtülüyor. TÜİK’in verilerine göre 2009 yılında iş bulma ümidi olmayanların toplamının 757 bin kişi olduğu düşünülürse bunun gerçek işsizler rakamlarına nasıl yansıyacağını tahmin edebiliriz. Yine işsiz olduğu halde iş aramayanlar da ‘işsizler’ sınıfına dâhil edilmiyor. Ki böylelikle kamuoyuna sunulan veriler gerçekleri yansıtmasın ve hiç kimse Kapitalizm’in gerçek yüzünü görmesin.
fazla süre çalışmaya müsait olan kişilerdir. 3. İş Bulma Ümidi Olmayanlar: Bölgede iş bulunmadığına veya bölgede kendisine uygun iş bulunmadığına inandığı ya da nereden iş arayacağını bilmediği için iş aramayıp ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir. 4. Diğer İş Aramayıp İşbaşı Yapmaya Hazır Olanlar: İş bulma ümidi olmayanlar dışında, iş aramadığı halde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir (iş aramayan işsizler). 5. Mevsimlik Çalışan: Mevsimlik çalışması nedeniyle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. 6. Ev Kadını: Ev kadını olması nedeniyle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. 7. Öğrenci: Öğrenci olması nedeniyle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. 8. Emekli: Emekli olduğu için iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.
Esasen Kapitalizm’e göre bir işsizler grubunun ülke içerisinde var olması Ekonomi açısından iyi bir durumdur. Çünkü böylelikle işçi ve işsizler arasında bir rekabet oluşacak ve mevcut işçi grubu işlerini kaybetmemek için olabildiğince var güçlerini ortaya koyacaklardır. Böylelikle Kapitalizm’de asıl gaye olan üretimin olabildiğince artırılması yönünde önemli ilerleme sağlanacaktır. Keza sermayedarların çalışanları istedikleri şartlarda çalıştırmaya boyun eğdirtmek için ellerinde bir koz olacaktır. Tabii ki Kapitalizm bu gerçeğin de üzerini örtmede maharetini ortaya koymaktadır. Nitekim sürekli olarak, işsizlikle mücadele ettikleri yönünde kamuoyunda bir izlenim bırakmak ve insanların tepkilerini azaltmak için sözde çözümler üretirler.
9. İrad Sahibi: Bir gayri menkul veya menkul kıymet geliri olduğu için iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan 12 ve daha yukarı yaştaki kişiler. 10. Özürlü, Yaşlı veya Hasta: Bedensel özür, hastalık veya yaşlılık nedeniyle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. 11. Ailevi ve Kişisel Nedenler: Ailevi ve kişisel nedenlerle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. 12. Diğer: Diğer nedenlerle iş aramayan ve işbaşı yapmaya hazır olmayan kişilerdir. İşte Türkiye’de ve uluslararası sınıflandırmalarda bu 12 gruptan sadece birincisi yani ‘işsiz’ grubuna dâhil olanlar ‘işsiz’ sayılıyor. Dikkat ettiniz mi, Kapitalistler’e göre iş ara-
Aldatıcı tablolarla gerçeklerin üzerinin örtüldüğü bir başka husus da ‘kişi başına düşen milli gelir’ denen safsatadır. Kapita-
27
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Pembe Tablolar, Karanlık Gerçekler listlere göre Milli Gelir: Çeşitli ekonomik sektörlerin, üretime ilâve ettikleri net değeri veya ekonomi içinde faaliyette bulunan çeşitli üretim faktörlerinin, üretimleri karşılığında elde ettikleri gelirlerin toplam değerini ifade eder. Bir başka deyişle milli gelir; bir ülke sakinlerinin bir yıl içerisinde, yarattıkları değerin tümüdür. (Türkiye Ekonomisi, Prof. Dr. Koray Başol) Kişi başına düşen milli gelir ise, milli gelirin ülke nüfusuna bölünmesiyle tespit edilir. Yani Kişi Başına Milli Gelir = Milli Gelir / Ülke Nüfusu formülüyle hesaplanır. Kapitalistler açısından milli gelirin önemi büyüktür. Çünkü onlara göre ülkenin ekonomisinin izlediği seyrin iyi olup olmadığı milli gelirle ölçülür. Bunun için Kapitalistler milli geliri artırmaya hırs gösterirler. Tüm güçlerini ülkedeki mevcut üretimi maksimize edip milli geliri artırmaya harcarlar. Nitekim onlara göre fakirliğin de yegâne çözümü üretimi maksimize edip milli geliri artırmaktır. Hâlbuki bir ülkenin ekonomik seyrinin iyi olup olmadığı kesinlikle milli gelirle ölçülemez. Zira milli gelir, bir ülkede yaşayan fertlerin temel ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığı hususu hakkında bilgi vermez. Aksine saptırıcı veriler sunar. Bu da bazen ülke fertlerinin birçoğunun temel ihtiyaçları karşılanmadığı halde o ülkede yaşayan tüm fertlerin refah içerisinde yaşadıklarına dair yanıltıcı tablolar ortaya çıkarır. Mesela ABD’de kişi başına düşen milli gelir 45 bin dolardan daha fazla. 2001’deki nüfus sayımına göre nüfusu yaklaşık 300 milyon kişi olan ABD’de yoksulluk oranı %13,2 oranında. Yani kişi başına düşen milli gelir bu kadar yüksek olduğu halde Kapitalist ülkelerde milyonlarca kişi geçimini sağlamakta zorlanmaktadır. İşte kişi başına düşen milli gelir saçmalığı sayesinde Kapitalizm, pembe tablolar altında karanlık gerçeklerin üzerini böylece örtmektedir.
dir? Onda ne bir aldatmaca ne de bir zulüm görürsünüz. Bilakis fert fert tüm tebaanın yeme, içme, giyinme, barınma, güvenlik gibi tüm temel ihtiyaçlarını garanti altına aldığı gibi lüks ihtiyaçlarının da temini için de fertlere yardımcı olur. Ülkede milyonlarca aç bulunduğu halde pembe tablolar çizip insanları kandırmaz. Çünkü İslâm, ülkede yaşayan insanların tümünü birden, genelleme yaparak ele almaz; tek tek fertleri ele alır. Yani İslâm, öncelikle ferdin bütün temel ihtiyaçlarının mutlaka toptan doyurulması gerektiğine inanarak ‘insanı’ ele alır. Sonra da onu, kuvveti ölçüsünde lüks denilen ikinci derecedeki ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân hazırlanması gereken ‘hususî şahsiyeti zaviyesinden’ de ele alır. Böylelikle ferdin temel ihtiyaçlarını karşılamasını garanti altına alır, lüks ihtiyaçlarını karşılaması için de ona yardımcı olur. İslâm, bunu şu şekilde gerçekleştirir: Çalışacak kuvveti olan kimseye, kendisine ve bakmakla zorunlu olduğu kimsenin temel ihtiyaçlarını karşılaması için çalışmayı zorunlu kılar. Eğer şahıs çalışmaya muktedir değilse, onun temel ihtiyaçlarının karşılanmasını çocuğuna ve varisine bırakır. Bununla İslâm, insan olarak giderilmesi zorunlu olan giyinme, barınma, yeme gibi ihtiyaçların karşılanmasını her fert için garanti etmiştir. Daha sonra da ferdi, gücü nispetinde dünya hayatının temiz ve güzel olan şeylerinden faydalanmaya teşvik etmiştir. (İslâmî İktisat Nizâmı, Takiyyuddin En-Nebhanî)
Böylece İslâm, ferdin tüm iktisadî sorunlarını çözüme kavuşturup onun için müreffeh bir hayat sunmaktadır. Zira o nizâm, insanı insandan daha iyi bilen, onun yaratıcısı olan Rabb’ül Âlemin’nin katından gelen nizamdır. Aldatmacalardan uzak, her ferdinin derdiyle bizzat ilgilenen mütekâmil bir nizâmdır. Tebaasına refah içerisinde geçen asırları yaşatmış İslâm’ın Hilafet Nizâmı’dır o… Heyhat bilselerdi!
Hâlbuki İslâm İktisat Nizâm’ı böyle miMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
28
Ahmet Sadık ALTINEL
B
ir başka açıdan baktığımızda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bizzat on yıl devlet başkanlığı yaptığını hepimiz biliyoruz. Örneğin şu hadise çok sık anlatılmaktadır:
yöneten siyasi bir kimliği vardı. O, ekonomiden sorumlu siyasi bir kişi olarak halkının yemediğini yiyemiyor, boğazından geçmiyordu. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak bizim burada anlatmak istediğimiz şey şudur:
Bir gün sahabelerden biri kendisine bir avuç hurma getirir. Hurmalar turfandadır. Hz. Peygamber sorar: “Medine’de herkes hurma yiyebiliyor mu?” Adam: “Hayır ya Rasulullah. Benim hurmalarım Medine’de en önce olgunlaşan hurmalardır” der (dolayısıyla henüz kimsenin sofrasında hurma yoktur). Bunun üzerine Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem hurmaları mescidin avlusunda oynayan çocuklara dağıtır ve “Halkımın yemediğini yemem” der.
İslam ümmeti dinin hayattan ayrılması anlamına gelen laiklik düşüncesinden etkilendikten sonra dinle hayatın bağını kuran en önemli unsurlardan birisi; O dinin tebliğcisi olan Rasulullah’ı da hayattan kopardı. O’nu sadece ahlaki açıdan son derece olgun bir kişilik olarak anladı ve onu koyu bir bireyselliğe mahkûm etti. O’nun ilahi vahiy doğrultusunda yaşadığı coğrafyada hâkim beşeri düşünce sistemlerini ortadan kaldıran bir köklü değişim meydana getirdiği, devlet yönettiği, hem mescidde namaz kıldırdığı hem de kendisine gelen davalı ve davacıları hemen mescidin bir direğinin dibinde otur-
Bizler mesela bu örneği hemen peygamberimizin ne kadar cömert, centilmen olduğuna yoruyoruz. Hâlbuki bunu söylediğinde Rasulullah bir devlet başkanıydı ve ekonomi
29
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) tup aralarındaki problemi çözdüğü, savaşlara karar verdiği, ülkelerle antlaşmalar imzaladığı, imparatorlarla diplomatik ilişkiler kurduğu vb. siyasi kimliği sürekli gölgelenmektedir.
yönleri ile ele alınmaya ve kalkınma yolunda yıllardır çırpınan, didinip duran ümmetimiz için model olmaya başladı. Artık İslam ümmeti peygamberini koyu bir bireyselliğe mahkûm eden kişilere itibar etmemektedir. O’nun on dört asır önce kurak çöl arazisine ektiği filizin nasılda meyvelerini verdiğini, dünyada benzerine rastlanmamış bir uygarlığı yeşerttiğini, mensuplarına izzetli ve onurlu bir hayat bahşettiğini anlayan ümmetimiz hızla peygamberini uygarlık tesis eden bir kişilik olarak algılamaya başladı. İşte o, Rahman’ın kullarına sunduğu İslami uygarlıktır.
İnsanın yeniden yaratıcısına, dinine dönme refleksi insanoğlunun karşısına Rasulullah’ı çıkarttı. Zira insanla yaratıcısı arasında tek bağ, yaratıcının içlerinden seçmiş olduğu kendilerinden birisi olan, anlayabilecekleri, izini sürebilecekleri bir kişidir. O da çağımız insanı için elbette son peygamber Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’dir.
Ancak, son yarım yüzyılda insan kaynaklı ideolojilerin ve beşeri sistemlerin kirli yüzünün açığa çıkması, insanlığa sömürü, savaşlar, işgal ve aşağılamadan başka bir şey sunamayacağının anlaşılması ile birlikte genelde insanlık, yaratıcısına özelde ise İslam ümmeti, İslam’ına dönmeye başladı. Beşeri ideolojilerin kuraklaştırdığı gönüller ve akıllar kendilerine sıcak bir nefha arayışına girdiler. Bu arayış onları yeniden ilahi olana, yaratıcıdan gelene, fıtrata uygun olana döndüren bir yola koydu.
Ancak tam bu noktada ümmetimiz yeni bir tehlike ile karşı karşıyadır. Ülkemizde de neredeyse resmi bir tören niteliği kazanmış olan kutlu doğum haftası ve bu hafta içinde yapılan etkinliklerde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yeni bir koyu bireyselliğe, mistisizme ve özellikle ılımlı İslam çerçevesinde dış kaynaklı üretilen retoriğe mahkûm edildiğini görüyoruz. Her türlü İslami değeri ve kavramı yozlaştıran resmi ideoloji şimdide ümmetin Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e olan ilgisini yanlış şekillerde kanalize etmeye ve bağlamından saptırmaya çabalamaktadır. İşin garibi bugün bunu Müslümanlar yapmaktadır. Onlar küresel aktörlerin belirledikleri siyasi konjonktüre paralel bir ‘peygamber’ anlayışı icad etmeye çalışıyorlar. Hâşâ! Sümme hâşâ! O, Kur’an’ın deyişiyle; “Müslümanlara kendilerinden daha düşkündür.” O kutlu nebi bugün yaşasaydı işgalci kâfirlerin İslam beldelerinde yaptıkları karşısında Müslümanlara düşkünlüğünü nasıl gösterirdi? Çok merak ediyorum. Mese-
İnsanın yeniden yaratıcısına, dinine dönme refleksi insanoğlunun karşısına Rasulullah’ı çıkarttı. Zira insanla yaratıcısı arasında tek bağ, yaratıcının içlerinden seçmiş olduğu kendilerinden birisi olan, anlayabilecekleri, izini sürebilecekleri bir kişidir. O da çağımız insanı için elbette son peygamber Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’dir. Bütün dünyada Rasulullah’a olan ilgi artarak büyüyen bir ivme kazandı. Zira O, Avrupa karanlık çağı içinde geri kalmış ilkel bir çağı yaşarken büyük bir uygarlık inşa etmiş, tarihin akışını değiştirecek ilahi eksenli büyük bir kalkınma hamlesini gerçekleştirmiş bir insandı. Bu yüzden kimi batıllı din adamlarının ve siyasilerin Rasulullah’a hakarete varan açıklamaları bu dönemde yoğunlaşmıştır. Özel olarak İslam dünyasında ise Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem bütün Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
30
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) la “bakkal dükkânı idare etmiyoruz” mu? derdi.
ğın egemen ideolojisi kapitalizmin insanlığı eşiğine getirdiği uygarlık krizinin bütün yer küreyi kuşatma altına aldığı günümüzde “Rasulullah’ı Anlama”nın gerekliliğini bir kez daha kavramış bulunuyoruz. Allah’ın insanlara uzanmış sıcak eli/yaşayan Rasullerini bir uygarlık perspektifi içinde değerlendirip çağımıza taşımamız Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in mirasına olan vefa ve sadakatimizin göstergesi olacaktır. Bu bağlamda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i; bir toplumsal değişimci, bir dönüştürücü ve Arap yarım adasında ortaya çıkan ilahi eksenli kalkınma hareketine liderlik etmiş, devlet kurmuş, uygarlık inşa etmiş, gelecek ümmetlerine dahi hedefler koymuş vizyon sahibi bir şahsiyet olarak anlamaya çalışacağız.
Rasulullah’ı resmi törenlerle anan Müslümanlar andıkları peygamberin, bir sahabe hanımın başörtüsünden sebep Beni Kurayza Yahudilerini Medine’den sürdüğünü bilmiyorlar mı? Peki, neden bu mesele, onların gündeminde bile değildir. İslam ülkelerini işgal eden, milyonlarca Müslüman’ın namusunu kirleten, canına kıyan ve servetlerini sömüren barbar, eli kanlı katillerin elini sıkanlar, İslam ümmetinin düşmanları ile birlikte Müslümanları terörist belleyip Müslüman avına çıkan bu zevat Rasulullah’ın “Bir Müslüman’ın kanı Allah katında Kâbe’den daha kıymetlidir” buyurduğunu bilmiyorlar mı? Bu zevat Hendek Savaşı’nda Müslümanlarla antlaşmasını bozdukları ve Medine’de halka sadece korku ve kaygı yaşattıkları için Rasulullah’ın Beni Kaynuka Yahudilerini nasıl cezalandırdığını, onlardan yüzlercesinin cesetlerini hendeğe doldurup sonra hendeği kapattığını bilmiyorlar mı? Kâfirlerle diyalog için Rasulullah’ın hayatından örnekler devşirenler, sadece ‘Rabbim Allah’ diyen Müslümanlara eziyet etmek, onlara düşmanlarının yaptıklarına denk bir hınçla iftira ve düzenli karalama kampanyaları yürütenler acaba bu yaptıkları için de kutlu nebinin hayatından örnekler buldular mı?
Bundan dolayı bizler önümüzdeki birkaç yazıda, kutlu nebinin tarih yapan ve uygarlık inşa eden mücadele stratejisini ortaya koymaya çalışacağız. Köklü Değişimin Öncüsü Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın mirası Kâbe’nin, bu tertemiz beldenin putlarla kirletilmiş olmasından insana, hayata ve evrene yaklaşımı noktasında cahiliye insanının son derece ilkel bir bakış açısına sahip olmasından kısaca insanlığın hak ettiği yaşam standartlarından geri kalmış olmasından rahatsızlık duyuyordu. O, Mekke sokaklarında dolaşırken insanların kendi elleri ile yaptıkları putlara taptıklarını, onlara kutsiyet atfettiklerini gördükçe insan aklının bu kadar irtifa kaybetmiş olmasına yanıyor, bir gelenek uğruna kız çocuklarının diri diri gömülmelerine, insanların köle pazarlarında bir meta gibi alınıp satılmalarına tanık oldukça yüreği parçalanıyordu…
Kanaatimizce İslam ümmetinin son yıllarda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, O’nun hayatına artarak yoğunlaşan ilgisi tarihi bir refleksin ve bir şekilde kurtuluş arayışının sonucudur. Zira Müslümanlar Rasullerinin, insanlığın hayatında tertemiz bir sayfa açtığını ve ardından 1400 yıl süren insanlığın imrenerek baktığı güçlü, kalkınmış, müreffeh bir toplumu, uygarlığı tesis ettiğini biliyorlardı. Müslümanlar artık bu sayfayı yeniden açmak ve ikinci Raşidi Hilafet Devleti’ni hep birlikte kurmak istemektedirler.
Düşünsenize, kız çocuğu olan bir baba geleneğin baskısıyla belli bir yaşa geldiğinde
Bu bağlamda diyoruz ki: yaşadığımız ça-
31
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) çocuğunu toprağa gömüyordu. Bir omzunda kazma kürek kızının elinden tutarak onu şehrin dışında sakin ıssız bir yerde ölüme götürüyordu. Belki çocuğu bütün masumiyetiyle son oyunlarını oynarken babası onun mezarını kazıyordu. Ve sonunda her Mekkeli kızın yaşadığı acı sonuç… İnsanı iliklerine kadar donduran bu uygulamaya Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem sık sık rastlıyor, hiçbir günahı olmayan kız çocuklarının çığlıkları kulağında yankılanıyordu. Bu tabloya ben vicdan taşıyorum diyen hangi insan tahammül edebilir ki.
nasıl düzeltilebileceği konusunda bir çözüm arıyordu. İlk vahiy gelinceye kadar bu böyle devam etti. Sonunda İlahî rehberlik onun elinden tuttu. Onun anlam arayışına cevap geldi:
َق “ اق َْأOku! Yaratan Rabbinin َ ِاس ِم َرب َ ِّك الَّذِي َخل ْ ْر ب adıyla!” Yani Ey Muhammed yaşadığın vicdan bunalımına, anlam arayışına insanı yaratan Rabbinin yol göstericiliğinde bir çözüm bulabilirsin. Bu yüzden olayları bu gözle oku! İnsanı bir embriyo (insanın oluşumundaki ilk hücre)’den yaratan Rabbin sana rehberlik yapacak. İlk vahyi aldığında yaşadığı olayın Toplum köle-efendi, İlk vahyi aldığında yaşadığı şoku ile kan ter içinde zengin-fakir olarak birçok olayın şoku ile kan ter evine yöneldi, Allah Rakatmana ayrılmıştı. Köleiçinde evine yöneldi, Allah sulü SallAllahu Aleyhi ve ler bir mal gibi alınıp saRasulü SallAllahu Aleyhi Sellem endişeliydi. Hira tılıyor, hor görülüyor ve ve Sellem endişeliydi. Hira Mağarası’ndan inerken aşağılanıyordu. Efendinin Mağarası’ndan inerken yeri yeri göğü kaplayan bükölesini dövmesi, aklına göğü kaplayan büyüklükte, yüklükte, göz kamaştıgelen her türlü kötü mugöz kamaştıracak parlaklıkta racak parlaklıkta melek ameleyi yapması normal melek tekrar göründü. Ve ona tekrar göründü. Ve ona karşılanıyordu. İşte insan “Ya Muhammed! Sen Allah’ın “Ya Muhammed! Sen onurunu rencide eden bu Rasulüsün” dedi. Bin bir Allah’ın Rasulüsün” demanzaralar karşısında düşünce ve kaygı içinde kim di. Bin bir düşünce ve Allah Rasulü SallAllahu bilir neler düşünüyordu. Daha kaygı içinde kim bilir neAleyhi ve Sellem bir şeydüne kadar Mekke’de sıradan ler düşünüyordu. Daha ler yapması gerektiğini bir insanken şimdi Nebiliğine düne kadar Mekke’de düşünüyordu. Hatta bir kim nasıl inanırdı? sıradan bir insanken şimara Hılful Fudul (Erdemdi Nebiliğine kim nasıl liler Cemiyeti)’a katılmış, inanırdı? Bu duygular içinde evine yönelen kendisi gibi duyarlı insanlarla birlikte hakAllah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem bisızlıklara, çifte standartlara karşı durmuştu. raz dinlenmek ve yaşadığı olayı sindirmek Erdemliler Cemiyetine katılmış olması onun için yatağına uzandı. Başından geçenleri Hz. çözüm arayışlarına çare olmadı. Çünkü o, Hatice’ye anlattı. Ona ilk iman edenin biricik şirazesinden çıkmış, hak, adalet vb. insani eşi Hz. Hatice RadiyAllahu Anha olduğunu değerlerini kaybetmiş, aklı ve fikri tefessüh biliyoruz. etmiş Mekke toplumunun hayat felsefesinin Sonra ikinci grup ayetler geldi: sorgulanması ve değişmesi gerektiğine inanıyordu. İnsana ve hayata dair yeni bir anِّ ِّر َ ِر َو َرب ْ َّك َفكَب ْ ُّها ال ُْم َّدث ُر ق ُْم َفأَنذ َ “ َيا أَيEy örtüsüne b lam arayışı içine giriyordu. Bu bağlamda sık rünen! Kalk ve uyar. Rabbinin (her şeyden sık Hira Mağarası’na gidiyor, burada bazen ve herkesten) büyük olduğunu bildir.” günlerce kalıyor, içinde yaşadığı toplumun (Müddessir 1-3) Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
32
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) Öylece bir kenara çekilip durma vakَْيرَت َك أ ti değildir. Kalk, ِين َ ْرب َ الق َ ِر َع ِش ْ “ َوأَنذve en yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar” (Şuara 214)
lahu Aleyhi ve Sellem’in toplumu değiştirme noktasında izlediği mücadeleye göre değil, laik ve demokratik sistemlerin oluşturduğu koşullar içinde şekillendirmektedirler. Dolayısıyla Müslümanlar gölgesi altında yaşadıkları küfür fikirleri ve sistemlerinin belirlediği koşulları değiştirmek yerine söz konusu koşulların bir parçası olmuştur. “İslami mücadele” için kalkışan birçok hareket Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sistematik bir biçimde yürüttüğü özgün İslami mücadele metodunu anlamaktan uzak olduğu için kısa sürede konjektürün manipülasyonuna kapılarak toplumu değiştirmek şöyle dursun bizatihi kendisi değişmesi gereken toplumun bir parçası olmuş ve İslam ümmetinin evlatlarını büyük bir ümitsizlik girdabına sürüklemiştir.
Böylece Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem, yüce Rabbimizin elinden tutması ile tebliğine başlamış ve artık yaşadığı toplumda vahyin rehberliğinde yeni bir tasavvurun öncüsü olma rolünü üslenmişti. Onu insanlığa rehber olarak gönderen Rabbimiz, Rasul olma davasında ona rehberlik yapıyordu. Nerede ne söyleyeceğini, nereden başlayıp nasıl bitireceğini hep Allah bildiriyordu. Bu anlamda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem davet yöntemini anlamak, ilke ve prensiplerini belirlemek için iniş sırasına göre Mekke’de inen ayetleri incelemek gerekmektedir. Zira ayetler Mekke’de toplumun gündemine uygun şekilde iniyordu. İnen her ayet belli bir olaya ilişkin iniyor, başta sevgili Nebimiz ve müminlerin duruşunu belirliyordu. Bu itibarla günümüzde İslami mücadelenin nasıl yapılması gerektiği, nereden başlanması ve nasıl bir metod ve strateji izlenmesi gerektiği konusunda başvurulması gereken ayetler büyük ölçüde Mekke’de inen ayetlerdir. Namazı, orucu ve diğer farzları emreden ayetlerin bağlayıcılığı ne ise İslami mücadele de izlenmesi gereken yol haritası ve metodu belirleyen ayetlerin bağlayıcılığı da aynıdır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in özellikle Mekke’deki söz, davranış ve onaylarından oluşan tutumu, sünnet niteliği itibari ile müminlere davet yolunda model olmaktadır. Üzülerek söylemeliyiz ki; özellikle din ile devlet, İslam ile hayatın ayrılması ve hayatın dini referanslara dayandırılmaması gerektiği anlamına gelen laiklik ve ondan türemiş sistemler hayatı şekillendirmeye başladığı günden beri Müslümanlar İslami mücadele dendiğinde bunu bireysel anlamda tebliğ faaliyeti yürütme olarak anlamışlardır. Mücadelelerini Rasulullah SallAl-
1. İLK MÜSLÜMAN KİTLENİN TEŞEKKÜLÜ (İSLAM DAVETİNİ TAŞIYABİLECEK AKTİVİSTLERİN YETİŞTİRİLMESİ) Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ilahi eksende yürüttüğü mücadelesine baktığımızda onun yeni bir dünya görüşü ve paradigma ikame etmeye çalıştığı ve bunun üzerinde temellerini atarak yeni bir toplum modeli oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Zira İslam akidesi; insan, hayat, kâinat ve bunların öncesi ve sonraları hakkında insanoğlunun temel sorularına doğru ve tutarlı cevap veren tek düşünce sistemi olma özelliğine sahiptir. İslam insan, hayat ve kâinat’ın yaratıcısının Allah olduğunu ortaya koyarken insana; kendisinin, hayatın ve içinde yaşadığı kâinatın öncesi ile ilişkisini Allah ile irtibatlandırmaktadır. Aynı şekilde İslam yeniden dirilmekten, hesaptan, cennet ve cehennemden kısaca ahretin varlığından bahsederken insanın, hayatın ve içinde yaşadığı kâinatın sonrasını ahretle irtibatlandırmaktadır. Yani İslam’a göre insan tesadüfen var olmadığı gibi ölümüyle de yok olmaz. Kur’an-ı
33
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) Kerim ise varlığın öncesi olan Allah’la, insanoğlunun yaratıcısı ile iletişimini sağlayan kitaptır. İnsana hayatın anlamını, yaratıcısın taleplerini bildiren, diğer insanlar ve kâinatla ilişkisini tanımlayan ve değerlerin ve sistemlerin türediği temel kaynaktır. Elbette bu kitabı yine insanlardan, onların dilinden anlayan, yaratıcının taleplerini kendi yaşamında model olarak sunabilecek birisi kendilerine ulaştıracaktı. Bu da Nebilerin hakikatini ortaya koymaktadır. İslam düşünce sisteminde Nebilere iman da böylece rasyonel bir zemine oturmaktadır. Diğer inanç esasları ile birlikte İslam düşünce sistemi ilk muhatapları olan Mekke müşriklerine yeni bir hayat tasavvurunu sunuyordu.
metod üzere) davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar da (böyleyiz). Allah’ı (ortaklardan) tenzîh ederim. Ben müşriklerden değilim”. (Yusuf 108) Bu ayeti kerimede dikkatimizi çeken noktalar şunlardır: ُل َه ِذ ِه َسبِيلِي أَ ْد ُعو إِلَى اللّ ِه ْ “ قDeki: Bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a davet ediyorum”. Demek ki Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i neye çağırdığını çok iyi biliyordu. Çağrısı netti. O’nun çağrısı her yöne çekilebilecek fulü retoriklerden ve sloganlardan uzaktı. O, kelimenin tam anlamıyla İslami hayatı ikame etmek, mümin bir toplum meydana getirmek için vahyin ortaya koyduِ (“ َعلَى َبKörü ğu düşüncelere çağırıyordu. يرٍة َ ص körüne değil) bir basiret üzere çağrımı yapıyorum”. Yani Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu daveti yaparken Rabbimizin öngördüğü bir metod ve yol haritasını takip ediyordu. İleride de görüleceği gibi müşriklerin bu daveti önlemeye dönük tüm çabalarını boşa çıkartacak kararlılıkta takip edilen bir yol haritasıdır bu. “ أََن ْا َو َم ِنBen de, bana tâbi olanlar da (böyleyiz)”. Üçüncü olarak dikkatimizi çeken nokta; Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu çağrısını yaparken yalnız olmadığı, bunu kendisi gibi düşünen, aynı inanç ekseninde hayatı yeniden biçimlendirmeye ve toplumu inşa etmeye adanmış belli bir kitle ile bunu yaptığı gerçeğidir.
İlk inen ayetlere baktığımızda yoğunlukla iman esaslarından bahsettiğini görebiliyoruz. Bu, yeni dinin hayatı kendine özgü yeniden inşa etme noktasında öncelikli olarak düşünsel bir yol izlediği anlamına gelmektedir. Allah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ilahi düşünce sistemini öncelikle en yakınlarından başlayarak anlatmaya koyuldu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in tebliğini yaparken bunu gelişi güzel yapmadığını, tebliğini yaparken yine ilahi rehberlik doğrultusunda belli bir metodu takip ettiğini görüyoruz. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem öncelikle ilk Müslümanlarla birlikte Erkam İbni Ebi el-Erkam’ın evinde çekirdek bir kadro oluşturmuştur. Bu kadro yüzyıllardır hüküm süren cahiliye sistemini ilahi olanla değiştirmek üzere Allah Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ile birlikte hareket edecek olan kitledir. Zira İlahi rehberlik ona böyle yapmasını emrediyordu: ِ ُل َه ِذ ِه َسبِيلِي أَ ْد ُعو إِلَى اللّ ِه َعلَى َب يرٍة أََن ْا َو َم ِن اتَّ َب َعنِي ْق َ ص َ ِ ِين ك ر ش ْم ل ا ِن م ا ن أ ا م و ه ل ال ان ّ ْ ِ َ ْ ُ َ َ ََ َ َو ُس ْب َح
O halde bizler bu ayetten hareketle şunu söyleyebiliriz: İslam davasını yüklenecek kişiler veya kitleler: 1) Neye çağırdıklarını çok iyi bilmeliler. Çağrılarını netleştirmeli, İslam’la temelden çelişen fikir ve düşünceleri dillerine dolamak yerine onların batıllığını ortaya koymalı ve mahza İslami projeleri alternatif bir yaşam modeli olarak toplumun gündemine taşımalılar.
“De ki (Rasul): “İşte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a (körü körüne değil) bir basiret üzere (Allah’ın öngördüğü Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
34
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) 2) Çağrılarını, İslami mücadelelerini basiret (Allah’ın öngördüğü metod) üzere yapmalılar.
uymayın. Yoksa sizi O’nun yolundan saptırırlar.” (Enam 153) Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, başında şeytan vardır, sizi Allah’ın yolundan saptırır dediği yolların en bilineni Allah’a ortak koşulan putlardır. Bu yüzden vahiy onları gündemine aldı. Kâfirun Suresi bu bağlamda inen ilk surelerdendir. Bir başka yerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
3) İslami mücadelelerini hedefleri net olan ve bu hedefe ulaşmak için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in takip ettiği gibi vahyin işaret ettiği metodu takip eden bir kitle ile yürütmeleri gerekmektedir. 2. İLAHÎ EKSENLİ TASAVVURUN TOPLUMA İLETİLMESİ (YENİ DÜŞÜNCE ETRAFINDA KAMUOYU OLUŞTURMA)
َّأَ َف أَريتُم ا َّ الل َت والْع َّزى وم َنا َة ُْالثالَِث َة أ ال ْخ َرى إِ ْن ِه َي إِ اَّل أَ ْس َماء ََ ُ َ ُ َْ َّ َّون إِلا َّ َ َ َ ِع ب ت ي ن إ ان ٍ ْط ل س ِن م ا ِه ب ه الل ل نز أ َّا م ُم ك ؤ ا آب و م ت ن أ َ ِ ُ َ ُ َ َ ْ وها َ ُ َ َ َّيتُ ُم ْ َسم َ ُ ُ َّ َْأ ِم ال ُْه َدى ُ س َولَ َق ْد َج ُ الظ َّن َو َما َت ْه َوى الن ُف ُ اءهم مِّن رَّبِّه
Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem Rabbimizin:
“Hiç düşündünüz mü (neden taptığınızı) Lât ve Uzzâ’ya? Ve diğer üçüncüsü olan Menât’ı? Bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka şeyler değildir; Allah onlar hakkında bir delil indirmemiştir. Onlar, sadece zannın ve kuruntuların peşine takılıyorlar; hâlbuki şimdi onlara Rablerinden bir yol gösterici gelmiştir”
َواًل َثقِيل ْ “ إِنَّا َسنُ ْلقِي َعل َْي َك قBiz sana (sorumlul ğu) ağır bir mesaj yükleyeceğiz.” (Müzzemmil 5) dediği mesajın ağırlığını inananları ile birlikte paylaşıyordu. Allah Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanında yeterli, nitelikli insan desteğinin oluşmasının ardından İlahî rehberlik yeni bir sürece işaret ediyordu. Bu süreç toplumun geleneksel, statik değerlerini tartışmaya açan bir süreçti. Ayet şöyle geliyor:
(Necm 19, 20, 23)
Elbette yaşadığımız çağda kendisine tapılan, ilah addedilen putlar yoktur. Lakin Rönesans’ın üretmiş olduğu laiklik ve materyalizm gibi düşünce biçimleri, bu düşüncelerden türemiş olan Kapitalizm, Komünizm gibi ideolojiler ve bu ideolojilerin gerek iktisadi gerek sosyal ve siyasi sistemleri Müslüman dünyayı da içine alacak şekilde bütün bir dünyayı şekillendirmiş, Müslümanların çoğu liberalizm, sosyalizm, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, demokrasi vb. batılı paradigmanın ürettiği düşüncelerden etkilenmişlerdir. Dolayısıyla çağımızda değişimin konusu olması gereken çoğunlukla batı tandanslı (eğilimli) ideolojiler ve bu ideolojilerin ürettiği fikirler ve İslam ümmetine dayatmış oldukları sistemlerdir.
ِين ْ ِما تُ ْؤ َم ُر َوأَ ْعر َ ِض َع ِن ال ُْم ْش ِرك َ اص َد ْع ب ْ (“ َفEy Muha med!) Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” (Hicr 94) Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu süreçte şu yöntemleri takip etmiştir: a. Cahiliyye Düşünce Sisteminin Eleştirisi: Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir gün eline bir çubuk alır. Sıcak çöl kumunun üzerine düzgün bir çizgi çizerek, “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun.” yanlarında bir takım çizgiler çizerek şöyle dedi; “Bu yoların her birinin başında şeytan vardır.”
O halde Enam Suresi 153. ayetten hareketle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in deklarasyonunu esas aldığımızda İslami
ُم َعن َسبِيلِ ِْه َ “ َوBaşka yollara ُّ ِعوْا َ السبُ َل َف َت َفر ُ ال َتتَّب ْ َّق ِبك
35
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i An(la)mak (2) olan esasında değişik şekillerde bütün dünyada kadını aşağılayan, onu uğursuz sayan bu yaklaşımla ilgili olarak Kur’ân değerlendirmesini yapıyor:
mücadele yürüten hareketlerin neleri değiştirmek istediklerini açıkça deklare etmesi gerekmektedir. Diğer bir değişle tıpkı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yaptığı gibi gerçekten bir dünya görüşü olarak İslam’a çağırıyorlarsa bunu açıkça ortaya koymaları, bununla çelişen batılı fikir ve ideolojileri insanları Allah’ın yolundan saptırıcı fikirler olarak telakki etmeleri, bunu topluma deklare etmeleri ve değişimi için mücadele etmeleri gerekmektedir. d. Toplumda Egemen Biçimlerinin Eleştirisi:
Bozuk
ون َ َ(“ أYazıklar olsun) verdikleri َ ُم ُ ال َساء َما َي ْحك hüküm ne kadar kötü!” (Nahl 59) Daha sonra Kur’ân kendine özgü çözümünü, insan merkezli ve ideal olan yaklaşımı ortaya koyuyor: وبا ٍ اس إِنَّا َخلَ ْق َناكُم مِّن َذك ً ُم ُش ُع َ َيا أَي ُ َُّّها الن ْ َر َوأُنثَى َو َج َع ْل َناك َّ َّ ِير َ َوق ََبائ ٌ ِيم َخب َ ارُفوا إِ َّن أَك َ ِل لَِت َع ٌ ُم إِ َّن الل َه َعل ْ ُم ِعن َد الل ِه أَ ْتقَاك ْ ْرَمك
İlişki
“Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, (kadın ya da erkek olanınız değil) O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat 13)
Allah SallAllahu Aleyhi ve Sellem sadece yaşadığı toplumun geleneksel düşünce yapılarını değil aynı zamanda sosyal yaşamlarındaki çarpıklıkları, insan ilişkilerindeki bozuklukları da gündeme getiriyordu. Bu bağlamda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumun gündemine taşıdığı olaylardan en bilineni kızların gömülmesi hadisesidir. Kur’ân, Mekke toplumunun bu ilkel tutumunu Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dilinden tartışmaya açıyor:
Mekke cahiliye toplumunun çarpık iktisadi ilişki biçimleri de bazen Kur’ân’ın uyarı konusu olabiliyordu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kendini ‘piyasanın şartlarına uydurmuş’ olan insanlara Kur’ân’ın diliyle şöyle sesleniyordu:
ٍ َت ِبأَ ِّي ذ َت ْ َنب ُق ِتل ْ “ َ ِإو�ذَا ال َْم ْو ُؤوَد ُة ُس ِئلVe diri diri g mülen kız çocuklarına hangi suçtan dolayı öldürüldükleri sorulduğunda” (Tekvir 8-9)
ون َ ِإو�ذَا ِ َِّين إِذَا ا ْك َتالُوْا َعلَى الن َ اس َي ْس َت ْوُف َ ِين الَّذ َ َوْي ٌل لِّل ُْم َط ِّفف ون َ ُوه ْم أَو و َ وه ْم يُ ْخ ِس ُر ُ َُّزن ُ كَال
Kur’ân, kızını diri diri toprağa gömen babanın psikolojik durumunu, ruh dünyasını bakın nasıl gözler önüne getiriyor:
“Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” (Mutaffifin 1-3)
ُ َ ِإو�ذَا بُ ِّش َر أَ َح ُد ُه ْم بِا ِ ألنثَى َظ َّل َو ْج ُه ُه ُم ْس َوًّدا َوُه َو ك ارى َ يم َي َت َو ٌ َظ ِّ ون أَ ْم َي ُد ُّس ُه فِي ٍ َوِم مِن ُسوِء َما بُش َر ِب ِه أَيُ ْم ِس ُك ُه َعلَى ُه َم ْ ِن ا ْلق ُّ اب ِ الت َر
Çağımızda da ekonomik hayatın vazgeçilmezi olarak kabul edilen faiz konusunda bakın nasıl tepki veriyordu:
“Ne zaman onlardan birine bir kız çocuğu olduğu müjdesi verilse hemen yüzü kararır, içi öfkeyle dolar; kendisine verilen bu kötü müjdeden ötürü -bu zillete/bu küçük düşmeye rağmen, şimdi onu acaba tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün (diye düşünerek), kıyı bucak insanlardan kaçar.” (Nahl 58-59) Ardından, M. 7. yy.’da Mekke’de yaygın Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
ِ َو َما آ َت ْيتُم مِّن رًِّبا لَِّي ْربُ َو فِي أَ ْم َو اس َف اَل َي ْربُو ِعن َد اللَّ ِه ِ َّال الن “İnsanların malları içinde artsın diye faizle her ne verirseniz, Allah katında artmaz.” (Rum 39) (Devam Edecek)
36
Hakkı EREN Geçen Sayıdan Devam... mesinin faydasız olduğunu savunmuştur. Günümüzde verimli ve verimsiz diye ayrılan işgücü tanımlaması işte bu düşünceye dayanmaktadır. Bu ayrımdan sonra işgücünün verimli sayılabilmesini de aşağıdaki şartlara endekslemiştir.
· MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ KURAMI NEDİR? Bu kuramın bu isimle adlandırılması Smith’in 1776 yılında yayınlanan kitabın ismi ile alakalıdır. Kitabın ismi, “Milletlerin Zenginliğinin Tabiatı ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma”dır.
Smith’e Göre İstihdamın Verimli Olması; için şu iki sonucun ortaya çıkması gerekir.
Smith’in bu kuramına göre İş Bölümü; İktisadi büyümenin temel açıklaması ile ilişkilidir. İş bölümü derken ise, şu iki ifadeyi ayrı ayrı kullanmış ve birbirinden ayırma düşüncesini gütmüştür.
1-) İktisadi büyüme için ön şart; elle tutulur nesneler üretebilmek 2-) Ekonomiye artı değer ortaya koymak Smith; Gereksiz memuriyet işlerini yani üretim ile direkt ilişkisi olmayan ve temel ihtiyaçların dışında kalan memuriyet işlerini ve sadece feodal yapıda olduğu gibi geleneksel tarımla uğraşma işini, gizli işsizlik olarak görmüştür. Zira ona göre bu işler, iktisadi sürece artı bir değer katmazlar. İnsanlara bir istihdam olanağı sağlamasına karşılık, esasen bu tür sektörler ona göre çalışanların işsiz sayılabileceği sektörlerdir.
1-) İş gücünün uzmanlaştırılması 2-) Yararlı işlerde çalışanlar ile böyle bir işte istihdam edilmeyenler Smith’e göre iktisadi büyüme bu ayırımla alakalıdır. Bundan dolayı iktisadi büyüme için gerçekleştirilen bütün istihdamların üretimi artırıcı sektörlerde oluşması gerekir. Üretime yani dolayısıyla da ekonomiye artı yönde katkı sağlamayan işgücünün yararsız olacağını ve cari hesaplamalara dâhil edil-
Smith’e Göre Milli Gelir Hesaplamasına; sa-
37
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm dece yukarıda da belirttiğim gibi emeğin verimli olan istihdam türleri katılabilir. Reel bir milli gelir hesaplaması için verimsiz diye adlandırılan iş kollarından gelen verilerin hesaba katılmaması gerektiğini savunur. O zaman hesaplamanın reel sonuçlar çıkarmayacağını söyler.
2-) Çalışanın ücreti 3-) Malı üreten ve pazarlayan sermaye’nin karı Gelir Dağıtımı Analizi: Dediğimiz gibi üretimde etkili olan bu 3 faktör emeği oluşturmaktadır. Emeğin karşılığında ortaya çıkan değer yani mübadele değeri ise ortak bir mübadele aracı olan fiyat ile belirlenmiştir. O zaman fiyat, emeği oluşturan faktörler arasındaki dağılımı belirleyecektir.
Milletlerin Zenginliği Kuramı’nın Amacı; mevcut fakirlik durumundan ve yoksulluktan nasıl kurtulabilirizdir. Ve bu zenginliğin getirecek olan doğal nedenleri ortaya koymaktır.
Smith; değeri emeğe eş tuttuğu için emeğin oluşmasında etkili olan faktörlerin geliri doğal olarak paylaşacağını söylemiştir. Bunu daha iyi anlaşılması için şöyle karşılaştırabiliriz.
· DEĞER ANALİZİ: Smith; kullanım değeri ile mübadele değerini birbirinden ayırmış ve iktisadi açıdan mübadele değerini daha önemli görmüştür. Örnek verecek olursak; hava ve su kullanımı olarak çok değerli olmasına karşın iktisadi açıdan çok kıymetli değillerdir. Ama elmas ise, kullanımda çok gerekli olmamasına karşılık mübadele olarak oldukça değerlidir. Ve bunun iktisadi değeri daha yüksektir. Bundan dolayı “değeri” belirlerken mübadele ile kıymetlendirilmesini daha uygun görmüştür.
1-) Toprak Sahibi - Rant 2-) Çalışan - Ücret 3-) Müteşebbis - Kar Gelir üretimden elde edildiği için, üretime katkısı az ya da çok, önemli ve önemsiz olan bu üç sınıf arasında harcanan emeğe göre dağılacaktır. Smith’in gelir dağılım analizi budur.
Smith; değerinin ölçüsünün emek olduğuna inanmış bir iktisatçıdır. Yani üretim için harcanan emek fazla ise değeri yüksek olur. Harcanan emek az ise değeri düşük olacaktır. Daha iyi anlaşılması için şu örneği verebiliriz; Avcılık ile uğraşan bir toplum, eğer bir tavşanı vurmak için 10 birim emek harcıyor ve bir geyiği vurmak için ise 5 birim emek harcanıyor ise, şu sonuç ortaya çıkacaktır. Mübadele bir tavşanın değeri 2 geyik olacaktır.
Sermaye Birikim Analizi: Bu analizin temelinde bilmemiz gereken en önemli husus, brüt ve net gelirin birbirinden ayrılmasıdır. Smith’e göre; - Brüt gelir: Vatandaşlarının topraklarının ve emeklerinin yıllık üretiminin tamamıdır. - Net gelir: Elde edilen brüt gelirden, hayata sürdürmek için gerekli masrafları, önce sabit ikinci olarak da döner sermayeleri çıkardıktan sonra kalan kısımdır.
Yine Smith’e göre; bir malın fiyatını şu 3 faktör belirleyecektir. Çünkü emek bu 3 faktörden oluşmaktadır.
Smith’e göre; net gelire çalışanların ulaşması zordur. Zira ücret toprak sahibi ve müteşebbisler tarafından tırpanlanacaktır. Sabit ve döner sermaye derken ise; seneye üretimi
1-) Toprak sahibinin rantı
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
38
İktisadi Düşüncelerin Bozuklukları ve Sahih Çözüm gerçekleştirecek olan yatırımın ayrılması kast edilmiştir.
B- THOMAS ROBERT MALTHUS: (1766 - 1834) Klasik iktisadi sistemin Smith’den sonraki ikinci evresinde oldukça önemli rol alan iktisadçılardan biridir. Malthus 1766 yılında aristokrat sayılabilecek ve kendisini aristokrat zanneden orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya Britanya’da gelmiştir.
İktisadi Siyaseti: O’na göre iktisadi büyüme tartışılmaz bir arzudur. Ve herkes bu arzuya sahiptir. İşte arzu edilen başarıyı sağlayan bütün siyasetler ona göre başarılıdır. Smith’in karşı çıktığı iktisadi siyasetlerin başında fakirleri korumaya yönelik çıkarılan yasalar vardır. Smith; iyi niyetlide olsa çıkarılan bu yasaların iktisadi süreç için zararlı olduğuna inanmaktadır. Zira bu yasaların sayesinde emeğin etkinliğinin düşeceğini ve bir miskinler sınıfının oluşmasına katkı sağlayacağını söylüyor. Doğal olarak böyle bir sınıfın oluşması, üretimi artırmak için çalışan emekçileri etkileyecektir düşüncesindedir.
1784’ de Cambridge Kolejine girmiş ve matematik tahsil ederek bu alanda akademik bir kariyer yapmıştır. Daha sonra çok kısa sürelide olsa Rahip’lik de yapmıştır. Bu kısa süreli din adamlığı onun Papaz olarak anılmasını sağlamıştır. 1789 yılında kaleme aldığı ilk edisyonunu kendi ismiyle yayınlamaya çekinmiştir. Zira bir Papaz’ın böyle hassas konularda düşünceler taşımasının yadırganmasından endişe hissetmiştir.
Smith’in Başarıları Nelerdir:
- Malthus; Smith’den yaklaşık olarak 40 yıl kadar sonraki bir konjonktürde yaşamıştır. Ve vakıa’dan delil olan kapitalistler için bu süre hiç de küçümsenmemesini gereken bir zaman olarak algılanmalıdır.
Smith ve milletlerin zenginliği kuramı, kendilerinden sonra gelen klasik iktisadçılar tarafından oldukça eleştirip sorgulansa da, esas yani ilk kuram oluşturması açısından saygıda görmüştür. Kendinden sonra şekillenen iktisadi kuramlara artı veya eksi yönleriyle örneklik sağlanmışlardır.
- Akademik kariyeri sayesinde Doğu India Company’in memurlarını eğitmek için bir kolejde siyasi iktisad ve modern tarih Profesörü olarak dersler vermiş ve bu çalışmaları onu “Dünyanın ilk profesyonel iktisadçısı” unvanını kazanmasına neden olmuştur.
Klasik iktisadın usulleri Smith ve eserleri ile şekillenmiştir. Arkadan gelen diğer klasikçiler için bu kavramlar müphem ve tutarsız görünmüştür. Onlarda enerjilerinin büyük çoğunluğunu, bu kavramlara çeki düzen vermekle harcamışlardır.
- “Nüfus İlkeleri Üzerine Bir Deneme” kitabı ile ün yapmış ve teorilerini nüfus üzerine endekslemeye çalışmıştır.
Malthus, Ricardo ve Stuart Mill bu klasik geleneği devam ettiren ve Smith’den farklı sonuçlara da ulaşan iktisadçılardır. Bu mesele’nin daha iyi anlaşılması için Smith’i İmam Ebu Hanife’ye benzetebiliriz. Ondan sonra gelen iktisadçıları da İmam Yusuf ve İmam Muhammede. Yani aynı usulden, klasik sistemden giderler ama farklı sonuçlara ve hükümlere de ulaşabilirler.
(Devam Edecek)
39
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Selahaddin KARAKILIÇ
T
ürkiye gündemi yaklaşık üç yıldır kurumlar arası çatışmalar, suikast planları, bombalamalar, darbeler vs. bin türlü olayla allak bullak hale getiriliyor. Toplum, üzerinde ağır bir hava oluşturularak bir “tarafa” çekilmek isteniyor. Kim kendi taraftar sayısını arttırırsa gücü elinde bulunduracaktır. Çünkü şu bir gerçektir ki toplumun onayı olmaksızın hiçbir hareket siyasi emellerine ulaşamaz.
tay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya AKP hakkında kapatma davası açmış, pek çok isim hakkında da siyasi yasak talebinde bulunmuştu. Daha sonra bu olay Anayasa Mahkemesi’ne taşınmış ve kapatma kararı reddedilerek AKP’nin para cezasına çarptırılması kararlaştırılmıştı. Laiklik karşıtı odak olduğu da karara eklenmişti. Geçtiğimiz Ocak ayında da Yalçınkaya, “Her parti için kapatma davası açılıp açılmayacağı kendi fiilleriyle ölçülür. Bunu partiler zaten hisseder” demek suretiyle kapalı bir tehditte de bulunmuştu.
Aylardır konuşulan ıslak imzalı irtica ile mücadele eylem planı, balyoz darbe planı, kafes eylem planı vb. konular mevcut AKP hükümetinin orduyu yıpratmak için kullandığı argümanlardı. Bunun bir de yargı cephesi olmalıydı ki Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in tutuklanması, bunun üzerine HSYK’nın olağanüstü toplanarak Osman Şanal’ın yetkilerini kaldırması ile beklenen çatışma gündeme geldi.
Şu anda gelinen nokta ise bu çatışmanın devamıdır. Burada AKP, Amerika’nın desteğiyle yargı ve ordu gibi iki eski İngiliz güdümlü kuruma saldırıda bulunmaktadır. Süreç iyi incelendiğinde ordunun iyice yıpratıldığı ortadadır. Ancak yargı bileği kolay kolay bükülecek bir yapı değildir.
Aslında Müslüman Türkiye halkı yargıhükümet çatışmasına çok da yabancı değildir. Hatırlanacağı üzere 2008 yılında YargıMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yönetimde kuvvetler ayrılığı ilkesini oturtmak maksadıyla yasama, yürütme ve yargı ku-
40
Kurumlar Arası Çatışma Nereye Gidiyor? rumları oluşturuldu. Bunlardan bir sacayağı olan yargı da kendi içinde Danıştay, Sayıştay ve Yargıtay gibi yapılara ayrıldı. Böyle bir yapının meydana getirilmesindeki esas amaç; pastadan pay kapma kavgasında eğer bir grup seçim yoluyla yönetimi alırsa bunun ayaklarını sabit kurumlar vasıtasıyla kesmekti. Zaten bu yapılar nizamını dipçik zoruyla infaz eden İngilizci anlayışın ajanları eliyle kurulmuştu. Şu da bir gerçektir ki İngiliz güdümlü yapı seçimler yoluyla iktidar elde edememiştir. Bu açığını sabit kurumları aracılığı ile kapatmak istemiştir.
rülecektir. Özal, 12 Eylül darbesiyle yıldızı parlatılan bir figürdü. Kamuoyunda 24 Ocak Kararları olarak bilinen IMF reçetesinin de mimarı olarak 1980 de ortaya çıktı. 1983’te ANAP’ı kurduktan sonra 6 Kasım 1983’teki seçimlerden tek başına iktidar olarak çıktı. Böylece meşhur “Özallı yıllar” başlamış oldu (AKP’ye ne kadar da benziyor değil mi, o da Ağustos 2001’de kuruluyor ve ne hikmetse 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oluyor!). Daha sonra 84’teki yerel seçimlerde de büyük başarı gösterdi. 87’deki genel seçimlerde tekrar birinci parti olan Özal, esas darbeyi 89 yerel seçimlerinde almıştı. Sonra ANAP sahneden silinen bir parti oldu, ancak Amerika Özal’ı bir de Cumhurbaşkanlığı makamında kullandı ve sonra Amerika’nın elde ettiği güç bir süreliğine de olsa karşı tarafa geçti.
Bugün Türkiye kamuoyu üzerinde Amerikan menşeli liberalizm, demokrasi, özgürlükler gibi küfür mefhumları güç kazanmıştır. Yaşanılan savaş Türkiye üzerinde siyasi kazanımlar elde etmek isteyen Amerika ve İngiltere’nin nüfuz çatışmasıdır. Amerika bu savaşta sivil toplum kuruluşlarını, medyayı ve hükümeti etkin bir biçimde kullanarak karşı tarafa kan kaybettirmektedir. Öte yandan İngiltere, ordu ve yargı kurumlarıyla bu salvoları karşılamaya çalışmaktadır.
İşte bugün AKP’nin geldiği nokta da buraya doğru gitmektedir, kuruluşundan sonra hızlı bir çıkış yakalamış 2005 seçimlerinde tekrar aleyhine yapılan Cumhuriyet mitingleri sayesinde birinci parti olmuş ve geçtiğimiz yerel seçimlerde bir miktar kan kaybetmiştir. Bu Amerikancı iktidarların değişmez kaderidir. Daha doğrusu Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin uğrayacakları kaçınılmaz akıbettir. Kâfirler tarafından kullanılıp sonra da bir mendil gibi bir köşeye fırlatılmak…
Bu çatışma nereye kadar gidecektir, bu cevaplanması gereken mühim sorulardandır. Süreç iyice tetkik edildiğinde Amerika seçimler yoluyla iktidara gelen hükümetleri kullanmak suretiyle birtakım hamleler yapmaktadır. Bu da beş yılda bir değiştiği için Amerika ya kurumları ele geçirmek zorundadır ya da kendi iktidarını böyle beşer senelik dilimlerde seçtirmek zorundadır. Sonuçta Amerikancı iktidarlar ilk etapta siyasi arenaya hızlı ve gücü elinde bulundurarak bir giriş yapmalarına rağmen zaman içinde toplum nezdinde itibarlarını yitirmektedirler. Bu da üst üste iktidarların seçim kazanmalarını zorlaştırmaktadır.
Amerika bu kısa süreli kazanımlar yerine kurumları elde ederek İngiltere gibi sabitler oluşturmak istemektedir. Çünkü Amerika iktidarlar yoluyla ne kadar çoğunluğu elde ederse etsin önüne İngilizci kurumlar set çekmektedir. Ancak artık Amerika kişiler ve hükümetler üzerine değil, kurumlar üzerine yatırım yapmaktadır. Bu son yargı çatışması da bunu göstermektedir. Yargı kurumu üzerinde kimin hâkim olacağı tartışması bu çatışmayı gündeme taşımıştır.
Menderes yönetimi, Özal yönetimi ve en son olarak da Erdoğan yönetimi süreçlere bölünerek incelendiğinde bu bariz olarak gö-
Bu hususta önemli olan bir diğer nokta
41
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Kurumlar Arası Çatışma Nereye Gidiyor? da toplum içerisinde iki kutup oluşturulmak atıldığı bir yazboz tahtası haline getirilmiştir, istenmesidir: Ergenekoncu ve Demokrat. ekonomik bunalım ve işsizlik had safhadaMevcut iktidar ya bendensin ya da Ergenedır, toplumdaki ahlaki erozyon, üçüncü saykoncusun diyerek kendi politikalarını eleştifa haberlerinin artması, zina, çocuk sapıklığı ren tüm samimi Müslümanları da bu potaya vb. pek çok sorun mevcut nizamın pisliğini sokmak ve böylece sahih suratlara çarparcasına kitleler ile ümmet arasıortadadır. Hal böyleyMevcut iktidar ya bendensin ken, AKP’nin iktidarını na set çekmek istemekteya da Ergenekoncusun diyerek bir dönem daha götürdir. Geçmişte sağcı-solcu kendi politikalarını eleştiren mesi zor görünüyor. kamplaşması yapılırken, tüm samimi Müslümanları da şimdi de ErgenekoncuÖte yandan İngilizler bu potaya sokmak ve böylece demokrat şeklinde inçok kan kaybetseler de sahih kitleler ile ümmet arasına sanlar kutuplara ayrıştısabit kurumlara sahiptirset çekmek istemektedir. rılıyor. ler. Anayasa Mahkemesi, Gelecekte ne olacağı Ordu, Yargıtay gibi kuhususunda kesin şeyler söylemek zor rumlar kale gibi AKP’nin önünde durmaktaolmakla beraber şu an için AKP’nin İngilizci dır. İlerleyen dönemde bu kurumların varlığı laiklere karşı kurumsallaşma savaşı verdiğini İngilizci laiklerin elini güçlendirebilir. ve onların sabitlerine karşın kendi sabitlerini Tüm bunların ötesinde, görüldüğü üzere yerleştirmeye çalıştığını görmekteyiz. Bunu mesele sırtlanların avdan pay kapma kavgayapmak için en sağlam yol yeni bir anayasa sından başka bir şey değildir. Yönetimdeki oluşturmak. İşte verilen son siyasi çabalarda hiçbir figür ümmetin maslahatını düşünmebu yönde verilmektedir. Ancak AKP şuan mektedir. Hal böyleyken biz Müslümanlara ki çoğunluğu ile bir anayasa geçirmekten düşen ise, bu sömürgeci kâfir devletlerin çıaciz ve ileriye dönük mevcut çoğunluğunu kar savaşlarından elde edilen kırıntılarla seyakalaması bile zor gözükebilir. Tabi bu vinmek yerine, onlara bütün hesaplarını ters süreçte konu ile alakalı direk müdahaleler çevirecek ve bizleri esas bütüne sahip kılacak yapılmazsa… olan işler yapmamızdır. Bunun yolu ve yorBununla beraber AKP iktidara gelirken damı İslam şeriatında tüm detayları ile mevvaat ettiklerinin pek çoğunu yerine getiremecuttur. Yeter ki sahih beyinler, halis niyetler di. Başörtüsü sorunu olduğu gibi durmakve doğru ameller ile buluşsun. İnşaAllah. tadır, katsayı meselesi karşılıklı salvoların
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
42
S. Sadık YÖRÜKOĞLU
I
MF; Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan başarılı şekilde çıkması sonucu güç kazanıp diğer dünya devletlerini ekonomik anlamda kontrol altında tutabilmek için tesis ettiği uluslararası işlevi ve yaptırımları olan bir teşekküldür. Amerika; elbette ki bu teşekkülü oluştururken yanına kendisine güç katacak devlet ve devlet yöneticilerini de almayı unutmadı.
Nitekim Türkiye 1960 yılından bu güne kadar IMF ile 19 defa stand-by anlaşması yapmış, yani 1960 yılından bu güne kadar 19 defa IMF’den parasal destek almak zorunda kalmıştır. Ayrıca 1986-1993 yılları arasında IMF’ye ihtiyaç duymamıştır. O yılları da şöyle bir zihnimizde canlandırmaya çalışırsak özelleştirmelerin yoğun olduğu ve Amerika ile içli dışlı olunan bir dönem olduğunu hatırlarız. Başka bir ifadeyle yabancı sermayenin Türkiye’ye girmeye başladığı yıllar olarak da düşünebiliriz.
IMF; kuruluş amacına uygun politikaları uygularken, zaman içinde değişen şartlara göre sistemsel değişim ve dönüşümlere kendisini her zaman açık tutmuştur. Amaç güçsüz olanları daha iyi nasıl sömürürüz olunca kendini günün şartlarına göre şekillendirmesi de doğal bir hal almaktadır.
Anlaşılacağı üzere Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri özellikle 1960 yılından bu güne kadar ülkelerini kendi öz sermayeleriyle yönetemeyecek kadar acziyet içerisinde bir yönetim örneği göstermişlerdir. Bu beceriksizliği imkânsızlıklar içinde olan bir yönetim gösterse bunu anlamak mümkündür. Ama Türkiye gibi her anlamda elinde bütün zenginlikleri bulunduran bir coğrafyanın yöneticilerinin bu beceriksizliği göstermesi onların basiretsizliğinden başka bir şey olmasa gerek.
IMF 1944 yılında 45 ülkenin katılımıyla kurulan ve 1947 yılında fiilen çalışmaya başlayan iktisadi bir kuruluştur. İşte Türkiye’de IMF’nin fiilen çalışmaya başladığı bu yıl içerisinde IMF’ye üye olmuştur. Yani IMF’nin kuruluş aşamasında Türkiye’yi göremiyoruz. Burada teknik ve tarihi bilgileri sıralamaktan daha ziyade konumuzun ana fikriyle örtüşen bilgileri vermeyi uygun buluyorum:
Şimdilerde ise, geçmiş hükümetlerin bu
43
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
IMF ile Türkiye Neden Anlaşamadı? derece beceriksizlik göstermeleri sonucu insanların bezginliğinden faydalanan AKP Hükümeti’nin iktidara gelmesiyle aynı becerisizlikler bir alışkanlık halinde değişik bir versiyonla aynı ekonomik öğretiler üzere devam etmektedir. Sonuçta kapitalist sistemin uygulama alanında iki taraf vardır. Birinci taraf sömüren, ikinci taraf sömürülen. Türkiye bu şartlarda sömüren olamayacağına göre sömürülen olmaya devam edecektir. İşte AKP bu sömürüyü küreselleşmenin zorunluluğu şeklinde allayıp pullayarak Erdoğan’ın etkileyici üslubunu da kullanarak bu millete kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bunu da kâğıt üzerinde bir takım manipülasyonlarla, şişirilmiş rakamlarla kendilerinin cumhuriyet tarihinin en başarılı hükümeti olduğunu iddia ederek başarmayı amaçlamaktadır.
ğunu incelemek gerekmektedir. Türkiye’de oluşturulmuş anayasalara baktığımız zaman değişik ülkelerin kanunlarından faydalanıldığını görürüz. Beşeri sistemin egemenliği kabul edilmesine rağmen kendilerine has yasa oluşturacak kapasiteye bile sahip olunmamıştır. Nitekim ülkeyi evirip çeviren yasalar bile ısmarlama yasalardır. Şuan gündemde olan anayasa değişikliği tartışmalarını da takip ettiğimizde yine ola ki bize uyumlu bir takım kriterler varsa ondan faydalanalım diyerek Avrupa ülkelerinin yasalarının incelendiğini görürüz. Sadece bu güncel örnekle bile Türkiye’nin bağımlı bir ülke olduğunu anlamamız yeterlidir. Öyleyse ikinci şıkkın bizi daha çok ilgilendirdiğini ve IMF anlaşmazlığı hamlesinin iki yönünün olduğunu görürüz. 1-İç siyasete yönelik hamle
Evet, görünüşte gerçekten bu hükümet başarılı gibi görünüyor. Bu hükümetin son olarak özellikle küresel bir kriz ortamında IMF ile anlaşma yapmaması bu düşünceyi perçinliyor. Yalnız bu anlaşmanın yapılmamasını iki tarafında onaylaması kafaları biraz karıştırıyor. Başbakan Erdoğan’ın 10 Mart 2010 tarihinde Çırağan Sarayı’nda gazetecilere; “Siyasi dayatma olursa kabul etmeyeceğimizi belirtmiştik” diyerek anlaşmaya gerek kalmadığı kanaatinin IMF’de de oluştuğunun altını çizmesi ve “IMF ayaklarının üzerinde duramayan ülkelere yardım ediyor. Türkiye artık ekonomik olarak ayakları üzerinde duruyor” şeklinde açıklama yapması Türkiye’nin tamamen bağımsız bir ülke olduğu havası estiriyor sanki.
2-Dış siyasete yönelik hamle İç siyasete yönelik hamle: 2011 yılında yapılacak seçimlere yöneliktir. AKP’nin seçimlerde bunu ekonomik bir başarı olarak kullanacağına hep birlikte şahit olacağız. Şu an bile muhalefet partilerinden bu konuyla ilgili dikkat çekici bir açıklama gelmiyor. Çünkü yıllardır millete sizi IMF’nin elinden kurtaracağız şeklinde propaganda yapanlar olarak onlarda bunu ekonomik olarak bir başarı görüyorlar. Şu durumda bu ülkenin insanlarına Amerika’nın AKP’yi siyasi hedeflerine ulaşmak için kullandığı en iyi şekilde anlatılmazsa AKP’nin önümüzdeki seçimlerde tekrar iktidara geleceği de öngörülebilir. Dış siyasete yönelik hamle: Köklü Değişim Dergisi’ndeki yazar kardeşlerimizin de vurguladıkları üzere Amerika’nın İslam dünyası üzerine oynamış olduğu birtakım projeleri vardır. Bu projelerinin başında ılımlı İslam anlayışının, demokrasi ihracının AKP gibi milletin kendi bağrından çıkarttığı yapılanmalar aracılığıyla Müslüman kitlele-
Gerçekten bu böyle mi anlaşılmalı? Yoksa Amerika’nın siyasi bir beklentisi mi var? Evet, bu mesele derinlemesine bir inceleme ve bakış gerektirmektedir. Bir ülkenin bağımsız olduğunu ve kararlarını hiç bir gücün etkisinde kalmadan verdiğini anlamak için o ülkenin hangi esasi fikirler üzerine kurulduMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
44
IMF ile Türkiye Neden Anlaşamadı? re ulaşmasını ve onların model olarak alınmasını sağlamak gelmektedir. Amerika’nın Afganistan’da ve Irak’ta yapmış olduğu katliamlar ve işkencelere rağmen bir balon gibi sönmesi ve bataklığa batmış olması Türkiye’ye abi rolünün biçilmesini kurtarıcı bir hamle misali ortaya çıkartmıştır. Aynı zamanda Türkiye dışındaki İslami beldeler Türkiye ile ilgili haberleri takip ederken bilgileri bizzat Türkiye’deki Müslüman kardeşlerinden almadıkları, aksine Amerika’ya uşaklık eden ve onların projelerinin hayata geçmesini sağlamak için çalışan haber ajanslarından aldığı için kağıt üzerinde başarı olarak gösterilen bu anlaşmazlık İslam dünyasında da büyük olasılıkla başarı olarak algılanacaktır.
fiyat artışları örneğin akaryakıta, doğalgaza, gıda ürünlerine yapılan zamlar herkesin malumudur. Bu zamlara oranla çalışanların ve emeklilerin ücretlerine yapılan zamların ise çok düşük olması insanın içini acıtıyor hakikaten. Üstelik Türkiye’de milyonlarca asgari ücretle çalışan dar gelirli vatandaşların varlığını da düşünürsek AKP’yi ekonomik olarak başarılı bulmak aklı önyargılarına mahkûm olmamış bir insan için imkânsız. Üstelik bütün ticari emtialardan alınan yüzde yüzü geçen vergiler olmasına rağmen bu ülkenin insanlarını sıkıntıdan kurtaramamışlardır. Belki eski Başbakan Bülent Ecevit’le veya Süleyman Demirel’le kıyasladığımızda başarılı görenler olabilir. Fakat AKP Hükümeti özelleştirmeleri hızlandırıp kamuya ait bütün varlıkları satmak suretiyle hem kapitalizmin gereğini yerine getirerek Amerika’ya olan sadakatini gösterdi hem de sıcak para girişini sağladı. Bu sıcak paralar suyunu çektiğinde açık bırakılan IMF kapısına tekrar başvurulacağından hiç şüpheniz olmasın.
TESEV’in altı İslam ülkesinde yapmış olduğu araştırmada deneklere sorulan; “Ülkenizin en büyük sorunu nedir?” şeklindeki soruya kahir ekseriyetle “ekonomik sorunlar” cevabının verilmesi ümmetin içinde olduğu durumu açıklıyor olsa gerek. Bu çerçevede ekonomik anlamda başarılı bir Türkiye’nin İslam dünyasına model olabilme kabiliyeti arttırılmış oluyor. Aksi durumda ekonomik anlamda sorunlarla boğuşan bir ülkenin abiliği havada kalacaktır.
Bu ümmetin evlatlarını hem maddi buhrandan hem de manevi buhrandan kurtaracak olan ne bu AKP Hükümeti olabilir ne de onun uygulamada tabii olduğu kapitalist sistem. Bunu ancak madde ile manayı en iyi şekilde mezceden İslam’ın adaletli ve seçkin sistemi gerçekleştirebilir. Zira İslam yalnızca manevi bir din değil aynı zamanda dünyevi işleri düzenleyen maddi bir dindir. Hiç şüphe yok ki hayatın her alanını tanzim eden en mükemmel nizamdır.
Peki, AKP Hükümeti ekonomik olarak başarılı mı? Birde bu konuyu inceleyelim: TÜİK’in açıkladığı verilere göre, işsizlik oranı 2004’ün birinci çeyreğinden bu yana en yüksek seviyesine çıkarken, işsizlik oranı kentlerde yüzde 14.2, kırsal kesimde yüzde 9.3 olarak belirlendi. Türkiye genelinde işsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 645 bin kişi artarak 2 milyon 995 bin kişiye yükseldi. Türkiye’de tarım dışı işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 2,8 puanlık artışla yüzde 15,4 düzeyinde gerçekleşti. Genç nüfusta işsizlik oranı ise 3,9 puanlık artışla yüzde 23,9’a yükseldi. Bunun yanında ülke insanlarının temel ihtiyacı sınıfına giren ürünlerdeki
ِ ِع َمتِي َو َر ُم ُ ض ُ ْمل ْ ُم ن َ ال َْي ْوَم أَك ُ يت لَك ْ ُم َوأَ ْت َم ْم ُت َعل َْيك ْ ُم دِي َنك ْ ْت لَك َم دِي ًنا ِا َ إلسْال “İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size İslam’ı din olarak rıza gösterdim.” (Madie 3)
45
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Seyfullah SARIKAYA
Y
aklaşık 80 yıldır İslam’la ve Müslümanlarla mücadele etmeyi kendisine görev bilmiş olan laik ve demokratik olan sistemin zulümlerinden bir tanesi de katsayı zulmüdür. ÖSS sınavının yapıldığı ve ÖYS’ye hazırlıkların son dönemlerinde hala netleşmeyen katsayı meselesi milyonlarca genci ve ailesini derinden etkilemektedir. Varlığının her döneminde eğitimli ve bilinçli Müslümandan korkan ve bu nitelikli Müslüman profilinin sadece kendi güdümünde ve düşünce yapısında yetişmesine izin veren bir sistemden başka bir şey beklemek de yanlış olurdu sanırım.
Allah’ın izni ve yardımıyla bunu başaramadılar. Her ne kadar İstiklal mahkemelerinde binlerce İslam âlimi idam sehpalarında “önce idamına, bilahare tanıkların dinlenmesine” denilerek idam edilse de, İslam’ın şer’i kaynaklarını yok edemediler. Müslümanlar tekrar Allah’ın Kitabına ve Rasulü’nün sünnetine döndüğünde esasi sorumluluklarının ve hayattaki gayelerinin farkına vardılar. Bu ise Müslümanların tekrar uyanarak laik nizamı sorgulamalarına ve bu nedenle tehlike oluşturmalarını ortaya çıkardı. Tahtlarını ve zulümlerini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek isteyen bu laik nizam sahiplerinin, Müslümanların uyanışını engellemek için aldıkları önlemlerden bir tanesi de İslami eğitimin yasaklanması ve engellenmesi idi. Laik Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yasaklanan İslami eğitimin tarihine kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır.
Kurulduğu günden beri bu tür politikalar izleyen T.C. ve onun kemalist güruhu Medreseleri kapatıp İslami eğitimini yasaklayarak, İslam âlimlerini idam ederek, Kur’an-ı Kerim öğrenilmesini ve öğretilmesini yasaklayarak, ezanın aslına uygun şekilde okunmasını engelleyerek İslam’ın izlerini Müslümanların zihinlerinden ve gönüllerinden geri dönmemek üzere silmeye çabaladılar. Ancak Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun din görevlisi eğitimini düzenleyen 4. maddesi med-
46
Kesin-(Din)siz Eğitim ve Laik Devletin Katsayı Zulmü reselerin kapatılmasına karşılık, imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açılmasını öngörüyordu. Kanunda öngörülen bu okullar, 1924 yılında sayıları 500’e yaklaşan medreselerin kapatılmasına karşılık, İmam Hatip Mektepleri adı altında sadece 29 merkezde açıldı. Okullar, 4 yıllık ortaöğrenim seviyesinde idi. Bu okulların müdürleri özel bir din eğitimi görmemişlerdi. Daha çok deneyimli eğitimcilerdi ve amaçları Cumhuriyet’e bağlı, aydın din adamları(!) yetiştirmekti. Çünkü yeni nesil onların eseri olacaktı! Ders saatlerinin çoğu bilim ve yabancı dil dersleriydi ve dinle ilgili dersler ikinci plandaydı. İmam Hatip Mektepleri adıyla açılan bu okullar 1930 yılında kapatılmıştır. Uzun bir aradan sonra 1949 yılında ortaokul mezunu askerliğini yapmış kimselerin alındığı 10 ay süreli İmam Hatip Kursları açılarak din hizmeti görevlisi yetiştirme uygulamasına başladı. 1949 sonuna kadar 50 kişinin mezun olduğu bu kursların süresi daha sonra iki yıla çıkarıldı ve meslek okulu mezunlarının da kurslara girmesine olanak verildi. İmam-Hatiplerin kapatıldığı 1930-1948 yılları arasında Kur’an eğitimi dahi yasaklanmış, dedelerimiz köylerde, samanlıklarda ve ahırlarda gizlice Kur’an okumak ve öğrenmek zorunda kalmışlardır. Hatta büyüklerimizden çocukluğu o döneme rastlayan çoğu kimse yasak sebebiyle Kur’an ayetlerini latin harfleriyle okumaya zorlanmıştır.
teçhiz ve tekfini ile ebedî istirahatlarına tevdi gibi en basit dinî bir vazifeyi ifâ edecek kimseler dahi bulunamamakta ve cenazelerin kaldırılmadan günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri bilinmekte ve görülmektedir.” Daha sonra 22 Mayıs 1972’de yayımlanan bir yönetmelikle, İmam Hatip Okulları ortaokuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi. 1973 yılında, o güne kadar İmam Hatip Okulları olarak anılan okullara İmam Hatip Liseleri (İHL) adı verildi. Bu dönemde İHL mezunlarında fark dersleri vermeden üniversitelerin edebiyat kollarına gidebilme hakkı tanınmıştır. 1974’te kurulan CHP-Millî Selâmet Partisi hükümeti döneminde İmam Hatip Liseleri’nin ortaokul bölümü yeniden açıldı. 29 yeni İHL açıldı ve böylece okul sayısı 101’e çıktı. 1976’da kızını İHL’ye kaydetmek isteyen bir velinin girdiği mücadeleyle o güne kadar sadece erkek öğrencilerin alındığı İHL’ye Danıştay kararı ile kız öğrenci alınmaya başlandı. Milli Selamet Partisi’nin ortak olduğu hükümetler döneminde (1975-1978) 230 yeni İHL açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 1985’e kadar yeni İHL açılmadı. 12 Eylül yönetimi tarafından Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle İHL mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilmesine olanak tanındı. 1985 yılında Anadolu Lisesi ve İmam Hatip liselerinin müfredatlarının birleştirilmesiyle Anadolu İmam Hatip Liseleri adında bir okul türü ortaya çıktı. Bu okullar köklü Anadolu ve Fen Liseleri ile yarışacak, hatta bu okulları geride bırakacak seviyede eğitim vermeye ve öğrenci mezun etmeye başladılar.
Diyanet işleri eski başkanı Ahmet Hamdi Akseki, bu durumu şöyle ifade etmek durumunda kalmıştır: “...Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek meslekî bir müesseseye sahip bulunmaması yüzünden bu gün memleketin birçok yerlerinde hakiki ve münevver bir din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin
28 Şubat post modern darbesiyle uygulamaya başlanan MGK kararları gereği 16 Ağustos 1997’de hükümetin 8 yıllık KesinDinsiz zorunlu eğitim yasası TBMM’de yapılan oylamayla 242 red oyuna karşılık 277
47
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Kesin-(Din)siz Eğitim ve Laik Devletin Katsayı Zulmü kabul oyuyla kabul Görüldüğü üzere bu laik(dinsiz) yaşantıma ters düşmeyecek, edildi. 1998 yılında ise çocuğumla arama girmeyedevlet Müslümanların bırakın yaşayeni bir düzenleme cek bir şekilde yetişmeleri mayı, dinlerini öğrenmelerini dahi yapılarak, mezunlaiçin imam hatibi tercih etyasaklamak için elinden geleni ardına rın üniversitenin ilgili tim.” “Zozik, “Kızlarınızı koymamaktadır. Geçmişte Müslüman alanlarına girişini sağbu okula vaiz olmaları için layan katsayı düzenle- Türkiye halkı cenaze defnedecek imam mi yolladınız?” şeklindemesi yapıldı. Bu tarih- dahi bulamayınca tansiyonu düşürmek ki sorumuzu ise şöyle ceten itibaren imam ha- için farklı şekillerde kontrollü olarak vaplıyor: “Hiçbir zaman tip lisesi mezunlarının kurs, okul veya lise adıyla “din onları kısıtlamadım. Kızİlâhiyat Fakültesi’ne adamı(!)” yetiştirmek amacıyla okullar larım da bir meslek uğgirmelerini kolaylaş- açılmış ve devamlı siyasi çekişmelerin runa inançlarından taviz tıran katsayı düzen- odağı olagelmiştir. vermek istemiyor. Büyük lemesi yapıldı. Ancak kızım, çok başarılı okulda. mezunlar kendi alanları dışındaki bölümlere Katsayı engeli nedeniyle yurtdışı için çaba hargirerken katsayıları düşürülecekti. Yani katcıyoruz. Bazen bana sitem ediyor. Ancak imam sayı zulmü başlatılmış oldu. hatibe gittiği için pişman değil.” “İHL olmasaydı düz liseye yollar mıydınız? diye sorduğumuz Zoİmam Hatiplere karşı konulan bu engelzik, TESEV’in araştırmasını teyid ediyor: “Hayır lerden Mesleki ve Teknik öğretim okulları da vermeyi düşünmüyordum. Çünkü derin yaralar nasibini aldı. Örneğin Elektrik-Elektronik, açıyordu. Biz aile olarak, doğru yanlışı göstermeMakine veya Bilgisayar bölümünde okuyan mize rağmen, uçurumlar girdi çocuklarımla arabir Teknik/Meslek Lisesi öğrencisi öğretma. Düşündüm henüz daha ilköğretim safhasınmenlik seçtiğinde ek puan alırken Mühendis da biz bu uçurumlarla uğraşıyorsak, lisede çocukolması kesin-dinsiz zorunlu eğitim kanunu larım bizden tamamen kopacaktır. Çünkü verilen gereğince engellendi. Yani bu laik(dinsiz) eğitim, çocuklarımı benden koparıyordu. Bu yüzTürkiye Cumhuriyeti, kendi halkının eğitiden liseye göndermeyi düşünmüyordum.”dedi. mini engelleme, öğrencilerin kendi alanlarınGörüldüğü üzere bu laik(dinsiz) devlet da teknik ilerlemelerini engelleyerek Teknik Müslümanların bırakın yaşamayı, dinlerini eğitime darbe vurulması pahasına Müslüöğrenmelerini dahi yasaklamak için elinmanların dini eğitim görmelerini yasakladen geleni ardına koymamaktadır. Geçmişte mada bir beis görmüyordu. Müslümanların Müslüman Türkiye halkı cenaze defnedecek eğitim sistemine bakışını bir öğrenci velisiyle imam dahi bulamayınca tansiyonu düşüryapılan Timav’ın röportajı açıkça ortaya komek için farklı şekillerde kontrollü olarak yuyor: Sultan Zozik çocuklarını İHL’ye yolkurs, okul veya lise adıyla “din adamı(!)” layan velilerden biri. Ankara, Demetevler yetiştirmek amacıyla okullar açılmış ve deİmam Hatip Lisesi’nde iki kızı eğitim gören vamlı siyasi çekişmelerin odağı olagelmiştir. Zozik, “Bir kızım daha var onu da imam hatibe Müslümanlar için bir zorunluluk olan İslami yollayacağım.” diyor. Sultan Hanım’a “Neden? eğitim; Cumhuriyetin kurulmasıyla kapatıdiye soruyoruz” O da şu cevabı veriyor. “Öncelan medreselerle birlikte bir “sorun” haline likle şunu belirtmek istiyorum. Kızlarım 8.sınıfı getirilmiştir. bitirinceye kadar gittikleri okulda, her geçen gün benden uzaklaştılar. Kızlarımla arama uçurumlar girdi. Sekizinci sınıfın ardından, benim inancıma, Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Müslümanların önlerinde devamlı oyalanmaları gereken sorunlar yumağı var et-
48
Kesin-(Din)siz Eğitim ve Laik Devletin Katsayı Zulmü
mek için çalışan, İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık besleyen hain yöneticiler devamlı bu sözde sorun üzerinden siyasi rant sağlama ve nemalanma yoluna da gitmişlerdir. Asıl sorun İslam’ın hayattan kaldırılması sorunu olduğu halde sorunlar çoğaltılıp çekişme malzemesi yapılarak Müslümanlar esas gaye ve işlerinden alıkonulmak istenmektedir. Asıl suçluyu gizlemek için Müslümanlar olarak başımıza gelenlerin esas sorumlusu olan bu laik-demokratik küfür nizamını vakıanın baş müsebbibi olmaktan çıkarma adına önümüze konulan bu sorunlar bizi ancak oyalamak için oynanan oyunların bir parçasıdır. Asıl sorun bu laik nizamın kendisi olduğu halde dağdan gelip bağdakini kovmaya çalışanlar Din Eğitimini “sorun” olarak isimlendirmekte ve siyasi arenada bir ileri - iki geri siyasetiyle sorunların dallarıyla uğraşmamızı istemektedirler. Ki böylece vakıanın baş müsebbibi/sorumlusu gizlenmiş olsun da insanlar küfür nizamını değil de küfür nizamının tatbikinden doğan sorunları tartışsınlar ve bu sorun(!)lara çözüm üretmeye çalışsınlar.
müsebbibi kavrayarak onu ortadan kaldırmak ve Hilâfet’i, Allah’ın indirdikleriyle yönetimi tekrar geri getirmek için çalışmaktır. Eğitimin İslam’a dayalı olmaması ise sadece sorunlar yumağından bir tanesidir ki İslam hayata hâkim olmadığı müddetçe de sorunlarımız çözülmeyecektir. Gelecek yıllarda İmam-Hatiplerin önü açılsa bile Müslümanların eğitim sorunu çözülmüş olmayacaktır. Zira İmam-Hatip müfredatı İslami esaslara dayalı bir müfredat değil, laik eğitim sistemine dayalı bir müfredattır. Cumhuriyetin kurulmasıyla Müslümanların boğazına geçirilen yağlı urgan çok partili sisteme geçilmesiyle biraz gevşetilmiş ve bir nebze rahatlama olmuştur. Bu urganı gevşetenler de demokratik parlamenter sistem içinde çözümlerin mümkün olduğu zehâbını insanlara pompalamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla hedef parçalanmış oldu. En başta hedef; İslami bir hayat, Evrensel İslam Devleti’ne, Hilafet’e kavuşma idealiydi. Sonra hedefler parçalandı. Yegâne hedef olan İslami Devlet’e kavuşma ideali bazı tâli sorunlar ve çözümler çerçevesinde budanmaya başlandı. Çalışmalar ise; başörtüsü sorunu, imam-hatipler, 8 yıllık kesin-dinsiz eğitim vs. gibi alanlara hasredilmeye başladı. Hâlbuki bu sorunlarla karşılaştığımızda yapmamız gereken bütün Müslümanlarla bu sorunların kaynaklandığı esas noktaya işaret ederek (laik demokratik küfür nizamlarına ve fikirlerine) sahih İslami fikirlerimizle birlikte mücadele etmemizdi. Ancak bu şekilde “taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliği olacaktır.”
Evet, Müslümanlar olarak eğitim sistemi konusu önümüzde çözülmesi gereken bir “sorun” olarak durmaktadır. Ancak bu ve bunun gibi saymakla bitiremeyeceğimiz İslam’ın hayat ve devlet sahasında tatbik edilmemesinden doğan faiz, içki, kumar, zina, İslam’a ve Müslümanlara yapılan saldırılar, fiili işgaller ve katliamlar gibi birçok zulmün ve haramın ortadan kaldırılması için bu sorunları tek tek ele alarak uğraşmak vakıamızı çözüme kavuşturmayacağı gibi bizleri oyalamaktan başka bir işe de yaramayacaktır. Zira esas mesele eğitim, ahlak, fakirlik, ekonomi, içtima, dâhili ve harici siyaset ve işgal edilmiş beldelerle alakalı sorunları tek tek üzerine eğilip onları çözüme kavuşturmaya çalışmak değil, bu meselelerin dayandığı esas
Yine din eğitimi bu laik demokratik küfür devleti tarafından “sorun” olarak ortaya konmuş ve siyasetçiler tarafından siyasi arenada koz olarak kullanılmıştır. İslami bir derdi olmayan kimseler dahi hünerle-maharetle Müslümanların tertemiz İslami duygularını
49
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Kesin-(Din)siz Eğitim ve Laik Devletin Katsayı Zulmü sömürmeyi başarabilmişlerdir. Örneğin, bu ülkede en çok İmam-Hatip açan isimler arasında birinci sırada yer alan Süleyman Demirel döneminde 327, “bu kadına haddini bildirin” diyerek başörtüsüne düşmanlığını ifşa eden Bülent Ecevit döneminde 33, Adnan Menderes döneminde 19, diğer hükümetler döneminde 97, hatta İsmet İnönü döneminde bile 7 adet imam hatip okulu açılmıştır.
Ey Müslümanlar… Eğitim sorunu, işgal altındaki İslami beldelerde devam etmekte olan katliamlar, namusların tarumar edilmesi, tertemiz ırzların kirletilmesi, açlık, fakirlik, özendirilen batılı yaşam tarzı ve ahlaksızlık, faiz, içki, kumar, zina ve daha saymakla bitmeyecek olan sorunlardan sadece bir tanesidir. Bu sorunun da diğerleri gibi dayandığı esasi temel Müslümanlar olarak İslam’ı içerde tatbik edecek, dışarıya ise bir Hidayet ve Nûr kaynağı olarak yayacak, bizleri kollayıp-gözetecek bir Halifemizin olmayışıdır. Bu eğitim sorunu ise ancak İslami Eğitim Nizamı’nın tatbik edilmesiyle köklü ve nihai bir şekilde çözüme kavuşacaktır. İslami Eğitim Nizamı ise ancak Allah’ın indirdikleriyle yönetimi tekrar geri getirecek olan Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulmasıyla olacaktır.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda siyasetçiler tarafından Müslümanların duygularının nasıl sömürüldüğü ortaya çıkacaktır. Aslında onların derdi Müslümanları oyalamak Müslümanların asıl hedefe varmalarını engellemek için imam-hatipler, başörtüsü, vs. gibi sorunlarla uğraşmamızı sağlamaktır. Eğer bunlarla uğraşırsak zaten bunları bile tamamen elde edemeyeceğimiz muhakkaktır. Katsayı zulmünden dolayı mağdur olan ve yıllarını heba eden bir kardeşiniz olarak meselenin katsayı zulmünün ortadan kaldırılması değil, bu ve bunun gibi diğer zulümlerle İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık eden bu sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Bu sorunla karşılaştığımda etrafımdaki bazı insanlar bu sorunun çok geçmeden ortadan kalkacağını söylemişlerdi. Fakat geçen 10 yılda hiçbir değişiklik olmadığı gibi gelecek 10 yılda değişiklik olsa bile şu an bunun tersine dönmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Ayrıca kimse tutup da bize Medrese açacak da değildir.
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
ِ َوق ون َ ون َو َستُ َرُّد َ ُُم َو َرُسولُ ُه َوال ُْم ْؤ ِمن ْ ُل ْ اع َملُوْا َف َس َي َرى اللّ ُه َع َملَك َّ ُون َ ِما كُنتُ ْم َت ْع َمل َ إِلَى َعالِ ِم ا ْل َغ ْي ِب َوالش َها َد ِة َفيُ َنبِّئُكُم ب “De ki: Çalışın! Amelinizi Allah da Rasûlü de müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe 105)
50
Salim GÜÇLÜ
G
ün geçmiyor ki, üzerimizdeki laik, demokratik nizamın açmazları ile karşı karşıya kalmayalım ve insanlara çektirdiği acılardan, kurduğu tuzaklardan ıstırap duymayalım. Şüphesiz kurulan bu tuzaklardan biri de faizin mubah kılınarak bankalar için bir kazanç yolu olmasına müsaade edilen kredi kartı meselesidir.
Kredi kartı, adı itibariyle kişinin belirli bir bankada kredisi olması anlamına gelmektedir. Bankadaki hesapta hiç para olmasa dahi alış veriş yapabilmeyi mümkün kılar. Banka bir ay boyunca alış veriş tutarlarını kişi adına öder ve her ay hesap bildirim cetveli yayınlar. Kişi bu cetvelde gördüğü tutarı isterse bankanın bildirdiği son ödeme tarihinde öder yahut bankanın uygun gördüğü minimum ödeme tutarını ödedikten sonra geri kalanını belli bir faiz karşılığı daha sonra öder.
Çıkış amacını, ne olduğunu ve insanlara çektirdiği sıkıntıları görmek amacıyla kredi kartının tarihçesine şöyle bir göz atacak olursak; kredi kartı ilk olarak 1914 yılında Western Union Bank’ın “şimdi al sonra öde” sloganı ile “kredili ödeme kartı” olarak müşterilerine tanıtmasıyla hayata geçmiştir. 1956 yılında ABD’de kredi kartlarını Bank of Amerika’dan Chase Manhattan’a kadar yüzlerce bankanın, müşterilerine dağıtmasıyla yaygınlaşmış ve Türkiye’ye ise 1968 yılında kartlı ödeme sistemi adı altında önceleri Dinners Club, hemen ardından American Express kartlarıyla nüfuz etmiştir.
Kredi kartının tarihçesine ve ne olduğuna değindikten sonra bu meselenin akli olarak insanlar için bir zulüm olmasını ele alacak olursak; kredi kartı, kişiye parası olmasa dahi alış veriş yapabilme imkânı tanımasından dolayı çoğu kullanıcıya cazip gelir. Lakin çoğu zaman biriken alış veriş tutarları ay sonunda koca bir dağ gibi kişinin önüne çıkıverir. Bu değerlendirmeden yola çıkarak kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısına bakarsak 2009 yılında bir önceki yıla göre % 91,1
51
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Kredi Kartı Borçları ve İslami Çözümü ve ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı da %195,5 yükselmiştir. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2009 yılında bir önceki yıla göre kredi kartları borcunun ödemeyenlerin sayısı 351 bin 668’den 672 bin 38’e, ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı da 154 bin 972’den 457 bin 947’ye çıkmıştır. Ayrıca 287 milyar TL olarak açıklanan 2010 yılı devlet bütçesi ile kredi kartı borçları kıyaslandığında 120 milyar TL’sini aşan kredi kartı borçları neredeyse devlet bütçesinin yarısına ulaştığı görülmektedir.
rar faize dönerse onlar cehennemliktirler ve orada ebedi kalıcıdırlar.” (Bakara 275) ِن الرَِّبا إِن كُنتُم َ ِي م َ ُّها الَّذ ُ آمنُوْا اتَّ ُقوْا اللّ َه َوذ َ َيا أَي َ ِين َ َروْا َما َبق َّ ُم ْم َ ِح ْر ٍب م َ ُّؤ ِمن َ ِين َفإِن ل ْم َت ْف َعلُوْا َف ْأ َذنُوْا ب ْ ِّن اللّ ِه َو َرُسولِ ِه َ ِإو�ن تُ ْبتُ ْم َفلَك ون َ ون َو َ ُم َ َم َ ِم ُ ُر ُؤ ُ ال تُ ْظل ُ ال َت ْظل ْ وس أَ ْم َوالِك “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer iman etmiş iseniz, faizden geri kalan kısmı bırakın. Eğer böyle yapmaz iseniz, Allah ve elçisi ile savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz ana malınız sizindir. Ne zulmedilirsiniz, ne de zulme uğrarsınız.” (Bakara 278-279)
Kredi kartıyla ilgi İslâm’daki şer’i hükümFaiz olayının belirgin vasfı şudur: Faiz, lere baktığımızda; İslâm’da, yapılan akitleştefecinin halkın emeğini sömürerek hiç bir melerin bütün maddeleemek harcamaksızın ri İslam’a uygun olmak İhtiyaçların çoğalıp çeşitlendiği elde ettiği faydadır. Kenzorundadır. Ancak kredi disinden faiz elde edilen günümüzde faiz, ticaret, kartı sözleşmeleri incemal, herhangi bir zarar sanayi ve ziraatın temel direği lendiğinde faiz ödeme rizikosuna sahip olmakonumuna gelmiş, faizle yükümlülüğü getiren işleyen bir sürü bankalar ortaya yan, kârı garantili olan maddeler görülecektir. bir maldır ve zarar etme çıkmıştır. Öyle ki ihtiyaçların İslâm şeriatı ise faizi keihtimali sıfırdır. Bu nokgiderilmesi için faiz dışında sin bir şekilde yasaklatada akla şöyle bir soru başka bir çare bulmak adeta mıştır. Faiz oranı az veya gelebilir: Faiz korkusu çok olsun faizden elde imkânsız hale gelmiştir. Şu ile malını koruyan mal edilen mal her halükarda halde ihtiyaç sahibinin ihtiyacı sahibi ihtiyacını giderharamdır. Allah’u Teâlâ nasıl giderilecektir? mek için mala muhtaç ve şöyle buyurmaktadır: sıkışık durumundaki ihَّ َّ ِون إ ْ ُ ُوم الَّذِي َي َت َخب tiyaç sahibine borç vermeyebilir. Oysaki bu َّط ُه ق ي ا َم ك ال ُوم ق ي ال ا ِّب الر ُون ل ك أ ي ِين ذ ال َ ُ َ ُ َ َ َ َ َ ُ َ َ َّ َّ ihtiyacın giderilmesi için mutlaka bir aracın ْل الرَِّبا َوأَ َحل اللّ ُه ُ ِك ِبأَنَّ ُه ْم قَالُوْا إِنَّ َما ال َْب ْي ُع ِمث َ س َذل ِّ ِن ال َْم َ ان م ُ الش ْي َط bulunması gerekir. İhtiyaçların çoğalıp çeَف َ اءه َم ْو ِع َظ ٌة مِّن رَّبِّ ِه َفان َت َه َى َفلَ ُه َما َسل ُ ال َْب ْي َع َو َحرََّم الرَِّبا َف َمن َج َّ َ ُ َ şitlendiği günümüzde faiz, ticaret, sanayi ve ون َ َوأ ْم ُرُه إِلَى اللّ ِه َو َم ْن َعا َد َفأ ْولَئ ِ اب الن َ ِيها َخالِ ُد ُ ص َح َ ار ُه ْم ف ْ ِك أ ziraatın temel direği konumuna gelmiş, faiz“Faiz yiyenler (kabirlerinden) kalkarken le işleyen bir sürü bankalar ortaya çıkmıştır. şeytan çarpmışçasına kalkacaklardır. Böyle Öyle ki ihtiyaçların giderilmesi için faiz dıbir cezaya çarptırılmalarının sebebi, alışşında başka bir çare bulmak adeta imkânsız veriş de riba gibidir, demeleridir. Hâlbuki hale gelmiştir. Şu halde ihtiyaç sahibinin ihAllah alış-verişi helâl faizi haram kıldı. tiyacı nasıl giderilecektir? Kime Rabb’ından bir nasihat gelir de faiz Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir: Buraalmaktan vazgeçerse, faiz haram kılınmada kast ettiğimiz toplum İslâm’ın bir bütün dan önce faizden yediğinden sorumlu tutulolarak tatbik edildiği bir toplumdur. İslâmi maz. Onun işi Allah’a aittir (Allah Kıyamet uygulamanın bir bölümü de iktisadi uygulagününe kadar onlarla ilgilenir). Kim ki tekMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
52
Kredi Kartı Borçları ve İslami Çözümü malara yöneliktir. Burada, günümüz toplumlarından bahsetmiyoruz. Çünkü günümüz toplumları mevcut konumları ile kapitalizm düzenine uygun bir hayat yaşıyorlar. Bu nedenle bu toplumda bankalar hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmiştir. Böylesi bir toplumda yaşayan kimse devletin hiç bir kontrol ve kanuni sınırlaması olmaksızın kendi mülkünde istediği tasarrufu yapmak hürriyetine sahiptir. Öyle ki istediği karanlık işleri çevirmek, karaborsa, vurgun, kumar, faiz ve benzeri gayri meşru işleri yapma hürriyetine sahip olduğunu gören kimse elbette ki bankaları ve tüm faiz kurumlarını hayatın vazgeçilmez birer unsuru olarak kabul edecektir.
Muhtaç olanlara borç vermek menduptur. Bu nedenle borç istemek çirkin görülmez, bilakis o da menduptur. Çünkü Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem borç isterdi. O halde borçlanmak olduğu müddetçe, hem borç isteyen hem de borç veren birer mendup işlemiş olacaklardır. Fakat kapitalizm insanları öyle bir hale getirmiştir ki, ne borç veren bir menfaat elde etmeden böyle bir iyilik yapmak istememekte, ne de borç alan borcunu ödeme konusunda gereken özeni göstermektedir. Faizin iktisadi hayata verdiği zararın ne kadar büyük olduğu artık tüm insanlık tarafından bilinmektedir. Hatta bu zarar o kadar açıktır ki faizi yok etmek ve faizle toplum arasında İslâm Nizamı’na uygun yasa ve yönlendirmelerle caydırıcılığı yüksek kati engellerin konulması zaruret halini almıştır.
Bu nedenle kapsamlı ve yaygın bir inkılâp yapılırken hali hazırdaki kokuşmuş iktisadi nizamı bütünü ile değiştirmek onun yerine İslâm’ın İktisadi Nizamı’nı koymak farz olmuştur. Mevcut kapitalist nizam ortadan kaldırılıp yerine İslâm Nizamı tatbikata koyulunca, İslâm nizamını yaşayan toplumun faize ihtiyaç duymayacağı açıktır. Çünkü borç para alma ihtiyacını, herkesin geçimini temin etmek görevini üstlenmiş olan İslâmi nizam giderecektir. İkinci ihtiyaca gelince, İslâm Devleti muhtaç olanlara faizsiz borç vermekle bu ihtiyacı karşılar. Nitekim İbn-i Hibban, İbn-i Mesud’dan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti:
Sonuç olarak; özelde kredi kartı meselesi ve diğer iktisadi sıkıntılar genelde ise siyasi, içtimai vb. tüm sorunlar insanlığı bulunduğu zulümattan nura çıkaracak olan İslâm’ın, hayata egemen kılınmayışından ileri gelmektedir. İslâm tek başına insandan sadır olan tüm problemleri çözecek yegâne hayat nizamıdır. Öyleyse Müslümanlar olarak İslâm’ın yönetim şekli olan Hilâfet için bütün varlığımızla çalışmalı ve onu hayata hâkim kılmayı ölüm kalım meselesi haline getirmeliyiz. ِ لِ ِمث ُون َ ْل َهذَا َفل َْي ْع َم ْل ال َْعا ِمل “Çalışanlar işte böylesi bir iş için çalışsınlar. ” (Saffat 61)
ِها َم َّرًة ً َر ُ ِن ُم ْسلِ ٍم يُقْر َ ضا َم َّرَت ْي ِن إِال ك ْ َما م َ َص َد َقت ْ ِما ق ً ِض ُم ْسل َ َان ك “İki defa bir Müslüman’a borç veren Müslüman, bir sadaka vermiş gibidir.” (İbni Mace)
53
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Asım CİNGİTAŞ
A
merika, AKP eliyle Türkiye’de ve Türkiye eliyle İslam Dünyası üzerinde önemli fırsatlar yakalamış durumda. Bunun yanında Amerikan menşeli değişim projesi ve bunun doğurduğu çatışma tüm hızıyla devam ediyor. Ve bu minvalde Şubat ve Mart ayları ise süregelen mücadelenin yoğun olarak yaşandığı aylar oldu.
yargının ve otoritenin sopasını görmüştür. Askere sivil yargı yolunun açılması için gerekli kanun değişikliğinin sonuçlanmasından sonra, sadece vatandaşına karşı aslan kesilebilen vatan kurtaran kahramanlar (!) atacakları adımlarda daha dikkatli olacaklardır. MİT ve Emniyet’e ağır silah ithalatı yetkisinin verilmek istenmesi (şimdilik kabul edilmesede) ve sınır güvenliğinin yetmiş bin polisten oluşan bir güce verilmesi için yapılan düzenlemeler, Özel Harekât’ın güçlendirilmesi, askeri gücün karşısına, çok daha dinamik bir silahlı gücün oluşturulmasını sağlayacaktır. Ayrıca Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulması ile istihbarat birimlerinin tek çatı altında toplanması, askerî istihbaratı denetim altına alacaktır.
Amerikan projesinin Türkiye ayağının önünde iki temel engel vardır. Bunlar, Silahlı Kuvvetler’deki ve Yargı’daki mevcut statükocu yapılardır. Her ikisi de Amerikan kazanımlarını tersine çevirme potansiyeli olan unsurlardır ki geçmişte de birçok defa bu işi ifa etmişlerdir. Son üç senedir yürütülen düzenlemeler ile Silahlı Kuvvetlerin ülke içindeki konumunda değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ergenekon Davası ekseninde darbeci unsurlar kıskaç altına alınmış, darbe heveslileri ilk defa sivil Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Diğer taraftan, meclis güvenliğinin emniyete devredilmesi, emekli askerlerin silah ruhsatının İçişleri Bakanlığı tarafından ve-
54
Ateş ve Giyotin rin darbe planlarıyla yıprandığını, şimdi de bu rilmesi için yapılan düzenlemeler, askerin görevin yargı eliyle yürütüldüğünü, yargı yolu dokunulmazlığının peyderpey kaldırılmaile hükümetin sıkıştırıldığını” (Cihan 02.02.2010) ifası demektir. Askerin sivil otorite üzerinde de etmektedir. Ve yine Burhan Kuzu NTV’de hâkimiyetini resmileştiren Emasya proto“Laiklikle ilgili kaygılardan dokolünün kaldırılması ile de önemli kilometre taşı geçilYargı Reformu, Erzincan layı AK Parti’ye kapatma davamiş olmuştur. Başsavcısı olayından çok sı açıldığını ve selamete çıktıklarını, şimdi de ‘hukuk devleti daha önce hükümetin Askeri harcamalara Saile alakalı sorunlar var’ diye yıştay denetiminin sağlangündemine giren bir yeni bir kapatma davasının alt ması, şimdiye dek hesap meseledir. Erzincan zemini hazırlandığını.” (NTV sorulamayanların, ülke kayolayı ise Yargı Reformu 18.02.2010) söylemektedir. Eski naklarını fütursuzca harcaiçin kamuoyunun hazır milletvekili Hatip Dicle’nin yanların, mali açıdan denehale getirilmesi için “İçişleri Bakanlığı Habur’dan tim altına alınması sağlamış kullanılmıştır. Bu olaylar giriş yapan PKK’lıların tutukolacaktır. Sırada, Genel Kurmuhtemelen kasıtlı lanmaması için hâkim ve savmay Başkanı’nın Savunma olarak düzenlenmiştir. cıları ayarladı” (NTV 15.02.2010) Bakanlığı’na bağlanması için iddiası önümüzdeki aylarda gerekli düzenlemeler vardır. bu tür bir davada kullanılması muhtemelİşte o zaman NATO ve Amerikan standartladir. rında(!) bir ülke konumuna gelmişiz demekYargı Reformu tartışmalarını alevlendiren tir. olay ise Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in, Bu düzenlemeler içerisinde askere sivil özel yetkili Erzurum savcıları tarafından, Eryargı yolunun açılmasının özel bir önemi genekon soruşturması kapsamında gözaltına vardır. Bu düzenlemeler ile darbeci ateşi, alınması ve daha sonra HSYK’nın bu savcıyargı giyotini ile muhatap olacaklardır. Tabi ların yetkilerini geri almasıdır. Bu olay Yarbu düzenleme, sivil yargının da denetim algı Reformu düşüncesinin müsebbibi değil tında olması ile bir mana ifade edecektir. Bu tetikleyicisidir, bahanesidir. Yargı Reformu, sebeple Hükümet cenahı açısından, yargının Erzincan Başsavcısı olayından çok daha önce mevcut statükocu yapıdan uzaklaştırılması hükümetin gündemine giren bir meseledir. elzemdir. Erzincan olayı ise Yargı Reformu için kamuAyrıca kapatma davaları gibi yargının sioyunun hazır hale getirilmesi için kullanılyaset üzerindeki giyotininin de elinden alınmıştır. Bu olaylar muhtemelen kasıtlı olarak ması hükümet açısından önem arz etmektedüzenlenmiştir. Danıştay Başkanı Mustafa dir. Nitekim “Derin Devletin” bir karşı hamBirden “Özellikle bunun hazırlık aşamasında lesi olarak, AKP’nin kapatılması için yeni bir gerek alt mahkemelerde gerekse üst mahkemelerdava açılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavde ayrışıklık varmış gibi gösterilmesi, HSYK’nın cısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın “Kapatma kamuoyuna şikâyet edilmesi, yüksek yargının davası açılıp açılmayacağı kendi fiilleriyle ölçübazı kararlarının eleştiri sınırlarını aşarak kamulür. Bunu partiler zaten hisseder” (AA 29.01.2010) oyuna yansıtılması işte bunun ön hazırlığıydı.” sözleri ile gündeme gelmiştir. (Radikal 19.03.2010) demektedir. HSYK BaşkanAKP’nin hukukçu milletvekili Burhan vekili Kadir Özbek “Sanıyorum ki sis bulutları Kuzu, “Hükümete engel olma noktasında askedağılıyor. Netleşmeye başladı, daha da netleşecek.
55
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Ateş ve Giyotin Birinci hedefin HSYK olduğu da görüldü, o da belli” (Radikal 19.03.2010) sözleri ile rahatsızlığını ifade etmektedir.
Bu değişiklikler başarı ile tamamlanırsa, Amerikan nüfuzu köklerini daha derinlere ulaştıracaktır. Amerikan nüfuzu, güdümündeki partinin gelip gitmesine bağlı olmaksızın, toplum ve devlet içinde kalıcı olmayı hedeflemektedir. Mevcut Kemalist, Jakoben Laik Derin Devlet yerine, Ilımlı Laik ve Demokrat bir Amerikancı Derin Devlet amaçlanmaktadır. Bu durumu kısa ve öz olarak bir atasözümüz ile şu şekilde ifade edebiliriz. “İt ite dalaşır, yolcunun işi rast gider”. Yolcuların yolu açık olsun dileğiyle...
Ocak ayında gündeme gelen Anayasa değişikliğinin içeriğini hatırlayalım; “Askere sivil yargıya Anayasal güvence, parti kapatmaların zorlaştırılması, Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapısının değiştirilmesi, kamu denetçiliği vs.” Yani bu paket, asker eliyle yapılamayan darbenin, yargı eliyle yapılmasının önüne geçmek için bir Anayasa değişiklik paketidir. Bu paket bugünlerde ete kemiğe bürünüp “Yargı Reformu” olarak görünmektedir.
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
56
İhsan EROL
İ
ki sene öncesine dayanan iktisadi krizin dünya ekonomisini sarstığı ve bu krizin önemli boyutta ABD’den kaynaklandığı her kesim tarafından kabul görmüş bir gerçektir. Hatta bu krizin finansal bir kriz olduğu ve piyasaların resesyona girmesinin tek müsebbibi olarak bankalar ve özelde de finans kurumlarının olduğu öne sürülmüştür. Fakat bu yolla gözlerden ve bakışlardan kaçırılmak istenen kapitalist iktisadi sistemin bozukluğu ve çürüklüğüdür. Her ne kadar krizi gözlerden ve bakışlardan kaçırmak için uğraşsalar da, bu kapitalist iktisadi sistemin bozukluğu ve çürümüşlüğü artık insanoğlunun burunlarının direklerini kırmış durumdadır. Lakin insanoğluna başka bir iktisadi sistemin bulunmadığı, başka bir iktisadi sisteminde 90’larda çöken komünist (sosyalist) iktisadi sistem olduğu vehmini aşılayan ve bununla halkları aldatan otoriteler, kendilerine ömür vermeye çalışmaktadırlar. Bunda da bir nebze başarılı oluyorlar. Lakin kapitalist iktisadi sistemin ana rahminde bulunan bu krizler her zaman doğmaya mahkûmdur.
İşte bu gayri insani kapitalist iktisadi sistem fesat ve yıkımdan başka hiçbir şey doğurmadı ve doğuramaz. Bu yüzden insanlığın bu gün içerisindeki bulunduğu durum da içler açısı hal almıştır. Allahu Teâlâ bu durumu ne de güzel bildirmiştir: َ َ ِإو�ذَا َت َولَّى َس َعى فِي ا ْح ْر َث َوالنَّ ْس َل ِ أل ْر َ ِها َويُ ْهل َ ض لِيُ ْف ِس َد ِفي َ ِك ال “Onlara (kâfirlere) arzda iktidar versen, onlar nesli bozar ekini çürütürler”(Bakara 205) Bu noktada T.C ‘nin 2010 bütçesi buna bir örnektir: 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi; TBMM Genel Kurulu tarafından kabul edilen Bütçe giderleri 286 milyar 981 milyon lira, gelirleri 236 milyar 794 milyon lira, açık ise 50 milyar 187 milyon lira olarak öngörüldü. Tasarıya göre, 2010 yılı bütçe giderleri 286 milyar 981 milyon lira, bütçe gelirleri 236 milyar 794 milyon lira, bütçe açığı da 50 milyar 187 milyon lira. 58,8 milyar lira faiz ödenecek
57
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! olan bütçede 6,6 milyar lira faiz dışı fazla öngörüldü. Ve bu tasarı kabul görmüştür.
İngiltere, 5 trilyon 208 milyar dolarla Almanya ve 5 trilyon 21 milyar dolarla Fransa takip ediyor. Sıralama böyle uzayıp gidiyor.
Gelin bir de Türkiye’nin 100 zenginine bakalım:
Toplam dış borcun GSYH’ye oranına bakıldığında ise en kötü durumdaki ülkenin İrlanda olduğu görülüyor. İrlanda’nın milli gelirinin 12,6 katı kadar dış borcu (toplam dış borcun GSYH’ye oranı yüzde 1.267) bulunuyor. Yine Forbes dergisinde 1011 kişinin yer aldığı 2009 yılı en zenginlerinin toplam servetleri kayıtlı olan şekliyle 3,6 trilyon dolardır. Hâlbuki geçen yıl bu rakam 2,4 trilyon dolardı. İşte rakamların dili, krizin faturasının kimlere ve nereye kesildiğini ortaya koymaktadır. Yani 1,2 trilyon dolar, servetlerin artığının ve %50 oranında servetlerine servet kattıklarının basit bir göstergesidir. Göz ucuyla baktığımızda bile bu fesat sistemin dünyayı karanlıklar içine attığını, insanların hayatlarını çekilmez kıldığını net bir şekilde görmek mümkündür. Bu sistemde küçük bir azınlığın servetlerine servet kattığı, geri kalan insanlığın ise açlık sınırında yaşadığı veya aç olduğu su götürmez bir gerçektir.
“En Zengin 100 Türk”ün toplam serveti bu yıl 87 milyar dolar oldu. Bu rakamda 2009 itibariyle yapılmıştır. 2008 itibariyle 56 milyar dolar olan servetler, bu sene 87 milyar dolar olmuştur. İşte bu rakam, geçen bir yılda servetlere 31 milyar dolar eklendiğini ve toplam servetin önceki yıla göre yüzde 55 arttığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplam bütçesi 236 milyar TL olan bir devlette 87 milyar doları olan 100 kişi ki, bu da resmi servetleridir, bir de kayıtlı olmayan servetlerini düşünürseniz manzara zihnimizde daha da netlik kazanır. İşte böyle geçmiştir bir kriz ve henüz bitmemiştir ve bitecek gibi de gözükmemektedir. Bir de 50 milyar 187 milyon TL açıkla, kabul gören bir bütçeniz varken; dünyanın 16’ncı büyük ekonomisiyiz diye her ortamda övüneceksiniz, yine AB’nin 4’ncü büyük ekonomisiyiz diye halkına seslenip 550 TL asgari ücreti al bununla yetin, fazla da ses çıkarma diyeceksiniz. İşte kalkınmanın ve refahın kendisiyle buluşmadığı kapitalist iktisadi sistem budur!
İşte kapitalist iktisadi sistemin dünyaya sunduğu kalkınma ve refah budur. Krizin temel nedenini anlayabilmek için ise Kapitalist iktisadi sistemin temelini oluşturan “Milli Gelirin artırılması” teorisinden işe başlamak gereklidir. Bu fikir Kapitalist sistemin temelidir ve sistem bu esas üzere kuruludur. Kapitalist sisteme göre; ihtiyaçlara oranla, mal ve hizmetlerin kıt olması temel sorundur. İnsanların yeni ve sayısız ihtiyaçları karşısında mal ve hizmetlerdeki yetersizlik toplum için iktisâdî bir sorundur. Çünkü insanın doyurulması gereken ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla bu doyumu sağlayacak bir takım vasıtaların bulunması gereklidir. Bu vasıtalar ise, mal ve hizmetlerdir. Mallar, Kapitalistlere göre “maddî ihtiyaçlar” olarak isimlendirilirler ve bunlar elle tutulabilen, hissedilen
Şimdi de dünyanın en güçlü ekonomilerine bir bakalım: Toplam kamu ve özel sektörün yabancılara, yabancı para mal ve hizmet karşılığı dâhil ödemesi gerekli toplam dış borç miktarını gösteren “dış borç sıralamasında” ilk sırada dünyanın en büyük ekonomisi ABD yer alıyor. CNBC’nin, Dünya Bankası ve CIA World Factbook’dan derlediği 2009 yılı ilk çeyrek ve ikinci çeyrek verilerine göre, ABD’nin 13 trilyon 454 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 9 trilyon 87 milyar dolarla Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
58
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! ihtiyaçlardır. Bu tür ihtiyaçlar ekmek yemek, cunu kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durum ise, elbise giymek ve evde oturmak gibi hissedisınırlı miktardaki mal ve hizmetlerin sınırsız lebilir ve elle tutulabilir şeylerdir. Hizmetler ihtiyaçlara dağılımı ile ilgili kuralların tespit de ihtiyaç giderme ve tatmin vasıtalarınedilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla Kadandır ve yine Kapitalistlere göre “manevi pitalistlere göre asıl sorun insan değil, insaihtiyaçlar” olarak isimlendirilir. Bunlar doknın ihtiyaçlarıdır. Yani her ferdin ihtiyacını torluk, öğretmenlik ve mühendislik gibi hisdoyurma değil, ihtiyaçları doyurmak için sedilen, elle tutulmayan ancak ihtiyaç gidemal ve hizmetlerin artırılması temel sorunu ren şeylerdir. Bu nedenle iktisatçının görevi, oluşturmaktadır. Temel sorun bu şekilde tesinsanın ihtiyaçlarını doyurması için gerekli pit edilince de gelirleri artırarak yüksek seolan doyum araçlarını yani mal ve hizmetleviyede bir üretime ulaşmayı garantileyecek ri çoğaltmaktır. Dolayısıyla iktisatçı, insanın şekilde bir takım kaidelerin konulması kaihtiyaçlarının doyurulması için gerekli olan çınılmaz hale gelmektedir. Yani toplumdaki mal ve hizmetlerin üretimiher ferd için değil, insanlar ni artırmaya çalışır. topluluğuna yetecek seviyeKapitalistlere göre asıl ye ulaşıncaya kadar mal ve Sınırlı miktardaki “mal sorun insan değil, insanın hizmetlerin artırılması gereve hizmetler” insanın ihtiihtiyaçlarıdır. Yani her kir. Bu tür bir fikirde mal ve yaçlarını karşılamaya yetferdin ihtiyacını doyurma hizmetlerin dağıtımı sorumemektedir. Zira insanın değil, ihtiyaçları doyurmak nu, üretim sorunuyla tamaihtiyaçları limitsizdir. Öte için mal ve hizmetlerin men birbirine bağlanmakta yandan insan olma özelliği artırılması temel sorunu ve bütün insanların mal ve gereği sürekli artan ve çooluşturmaktadır. Temel hizmetlerden tükettikleriğalan, doyurulması mutlaka sorun bu şekilde tespit ni artırmak için çalışmaları, gerekli olan yemek, giyinedilince de gelirleri artırarak iktisâdî araştırmaların, çamek, oturacak bir eve sahip yüksek seviyede bir üretime baların birinci hedefi haline olmak gibi birtakım temel ulaşmayı garantileyecek getirilmektedir. Onların inihtiyaçları vardır. Bunların şekilde bir takım kaidelerin celemelerinde milli hâsıla/ yanında toplumun yaşam konulması kaçınılmaz hale üretim kapasitesine etki eden seviyesinin yükselmesiyle faktörleri araştırmak iktisâdî gelmektedir. değişen ve artan ihtiyaçlakonuların tümü arasında en rı vardır. Mal ve hizmetler önemli yeri işgal etmektedir. Kapitalistlere ne kadar artarsa artsın bu ihtiyaçların tamagöre ihtiyaçlara oranla mal ve hizmetlerin men doyurulması imkânsızdır. Bu nedenle oransal olarak kıt olmasından kaynaklanan iktisâdî sorunun temelinde, ihtiyaçların çokiktisâdî sorunu çözmek için ele alınması gereluğuna karşılık doyum vasıtalarının kıt olmaken en önemli konu milli hâsılanın/üretimin sı vardır. İnsanın bütün ihtiyaçlarını tam olaartırılması konusudur. İktisâdî sorunun terak doyuracak miktarda mal ve hizmetlerin meli her ferdin yaşamasını sağlamak değil yetersizliği, toplumu bu türden iktisâdî soüretimi artırmaktır. Bu nedenle de servetin runlarla yani “mal ve hizmetlerin” ihtiyaçlakimin elinde bulunduğuna bakılmaksızın gera göre oransal olarak azlığı sorunuyla karşı lişmişlik (kalkınma), genel olarak milli gelir karşıya getirmektedir. Mal ve hizmetlerdeki miktarıyla ölçülmektedir. Buna göre toplubu kıtlık, ihtiyaçların bir kısmının doyurulmun onda biri bu servetin sahibi olsa ve onda ması bir kısmının ise doyurulmaması sonu-
59
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! da üretimde pay alabilmeleri için insanları serbest bırakır. Buna göre Kapitalist iktisâdî sistemin temel hedefi, milli geliri artırmak ve üretimin mümkün olan en yüksek seviyeye ulaşması için çalışmaktır. Toplumdaki refahın en yüksek seviyeye ulaşmasını, ülkedeki üretim seviyesinin yüksekliğine, milli gelirin artmasına bağlamaktadırlar. Mülk sahibi olabilmeleri ve üretmeleri için toplumun fertlerine çalışma hürriyeti sağlandığında insanlar üretimden güçleri oranında pay alabilme imkânına sahip olurlar. İktisâdın hedefi, fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve toplumdaki fertlerin her birinin ihtiyaçlarını sağlama ortamını oluşturmak değildir.
dokuzu ise yiyecek, giyecek ve sığınabilecek bir ev bulamasa dahi toplam servet toplam nüfus sayısına bölünerek kişi başına düşen gelir şu kadardır denilir. Çünkü onlar, ancak üretimin artırılması ve ülkede elde edilen üretimden ülke için ürettikleri miktarda yani üretimden güçleri oranında pay alabilmeleri için insanlara özgürlük verilmesi ile ülkedeki fakirlik ve yoksulluk sorununun çözüleceğine inanmaktadırlar. Bu çözüme göre fakirler ve yoksullar da üretimin artırılmasına katkıda bulunacaktır. Böylece onların da fakirlik ve yoksulluk sorunları çözülmüş olacaktır. Dolayısıyla Kapitalistlere göre iktisâdî sorunun çözümü, üretimin artırılmasından geçmektedir. Kapitalistlerin iktisâdın gelişmesi, üretimin artırılması ve üretim artışının sağlanması amacıyla bütün gayretlerini iktisâdî planlama noktasında odaklaştırmalarındaki amaç da böylece netleşmektedir. Yani bütün çabalar Kapitalist sistemin kurulduğu temelde yoğunlaşmaktadır.
İktisat; ülkedeki “Milli Gelir”in artırılması ve üretim seviyesinin yükseltilmesi yolu ile toplumun ihtiyaçlarını gidererek doyum vasıtalarının çoğaltılması için vardır. Milli gelirin artırılması ile sağlanan servet artışı, çalışma ve mülk edinme hürriyeti aracılığı ile toplum fertleri arasında dağıtılır. Toplumdaki bütün fertler ihtiyaçlarını doyursun veya doyurmasın, herkesin sahip olduğu üretim faktörleri miktarında gücü yettiği kadar bu servetten pay alabilmesi için insanlara hürriyet verilmiştir.
Kapitalist sistemin temeli işte budur. Kapitalist sistem hem üretimi hem de dağıtımı konu edinir. Ancak bunu tek tek bütün fertlerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak değil, ülkedeki mevcut ihtiyaçları dikkate alarak gelirlerin dağıtımını araştırır. Kapitalist sistem dağıtımı, dağıtımın gerektirdiği kurallara göre değil, gelirin artırılması fikrine göre yani mal ve hizmetlerin ve milli gelirin artırılması yoluyla araştırır. Diğer bir ifade ile gelirin ihtiyaçlara dağıtımını üretim konusunun içerisinde ele almıştır. Dolayısıyla konunun temeli tamamen üretimin yani milli gelirin artırılması noktasında odaklaşmaktadır. Ayrıca Kapitalist sistem araştırmalarında insana önem vermeyerek insanı bir kenara itmiştir. Kapitalizm, servetin insanlara dağıtımını araştırmaz ve gelir elde etmeleri için onlara herhangi bir garantiyi de vermez. Araştırmasını üretim meselesi üzerinde yoğunlaştırarak, güçleri oranınMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Oysa bu fikir, tamamen yanlış ve aynı zamanda da zulümdür. Zira doyurulması istenen ihtiyaçlar, insani ihtiyaçlar olması ile beraber ferdin ihtiyaçlardır. O, insanlar topluluğunun, ümmetin veya halkın bütününün ihtiyacı değil toplumun birer ferdi olan Salih’in, Hasan’ın, Muhammed’in ihtiyacıdır. Çünkü ihtiyacını doyurmaya kalkan kişi ferttir. Bu ihtiyaç ister yemek gibi doğrudan doğruya açlığın giderilmesi şeklinde olsun ister ümmetin savunması gibi toplumsal bir ihtiyacın doyurulması şeklinde olsun, aralarında herhangi bir fark olmaksızın bunların tamamı ferdin ihtiyaçlarıdır. Dolayısıyla asıl iktisâdî sorun; doyum vasıtalarının fertlere dağıtımıdır. Yani mal ve hizmetlerin ümme-
60
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! tin ve halkın her ferdine dağıtılmasıdır. Yoksa milli gelirin dağıtımında bir bütün olarak toplum yada ümmet ele alınmaz. Diğer bir ifade ile sorun, ülkenin tümünün uğradığı yoksulluk değil bir ferdin uğradığı yoksulluk noktasında düğümlenmektedir. Dolayısıyla iktisâdın temel konusunu iktisâdî maddelerin üretimi değil, her ferdin temel ihtiyaçlarının doyurulması oluşturmalıdır. Çünkü sorun ülkede elde edilen üretimle değil ülkede yaşayan fertlerle alakalıdır. Yani fert fert bütün insanların temel ihtiyaçlarının tamamını tam bir şekilde doyurma sorunudur. Yoksa iktisâdın temel konusu üretimin artırılması olmamalıdır. Asıl mesele, insanların temel ihtiyaçlarının tamamını garantilemek için servetin insanlar arasında dağıtılması olmalıdır.
İktisâdî düzenleme için milli gelirin artırılmasını esas almakla hata ve sapma başlamıştır. Dağıtımın temel olarak alınması gerekirken dağıtıma önem vermeyip üretimi esas aldılar ve servetin toplumdaki fertler arasındaki dağılımını fiyat mekanizmasının düzenleyeceğini söylediler. Yani emeğin ve hizmetin karşılığı bir fiyata sahip olan kişi servetten pay alabilir, aksi halde alamaz. Çünkü Kapitalist sistem ürettikleri kadar gelirden pay alabilmeleri için fertleri serbest bırakmıştır. İnsanlar ancak ürettiklerinin karşılığını alabilirler. Dolayısıyla da ülkedeki gelirden fiyat mekanizması yoluyla sahip oldukları fiyat kadar pay almaktadırlar. Böylece Kapitalist sistem mal ve hizmetlerin üretiminde payı olanların dışındakilere hayat hakkı tanımaz. Sadece üretime katkısı olanlara hayat hakkını tanır. Sakat olanlar -ki zaten onlar zayıf olarak yaratılmışlardır- ya da sonradan zafiyete uğrayanların yaşama hakkı yoktur. Çünkü onlar milli hâsıladan ihtiyacını karşılayabilecek miktarda bir gelir elde edememişlerdir. Böylece mali gücü yerinde olan herkes başkaları üzerinde hâkimiyet kurma, liderlik yapma hakkını elde eder. Çünkü o aklı veya bedeni ile güçlü olarak yaratılmıştır. Hangi yolla olursa olsun başkalarına oranla iyi yaşamaya daha çok layıktır. Başkasına nazaran maddeye meyli kuvvetli olan servetten daha fazla pay alır. Buna karşılık manevi sıfatlara bağlılığı kuvvetli olan ve ruhi yöne meyleden kimse ise servetten daha az pay alır. Çünkü fikirlerinde bağlı kaldığı ruhi ve manevi bağlar, maddeye daha fazla yönelme konusunda onu baskı altında tutar. Böylece Kapitalizm, ruhi ve ahlaki unsurları hayattan uzaklaştırarak hayatı yalnızca maddî ihtiyaçları doyum vasıtalarını kazanmak için maddî bir yaşantı ve maddî mücadele alanı olarak görür. Kapitalizmin uygulanmaya başlamasından sonra halkı Müslüman olan ülkelerin ve Batılı ülkelerin durumu budur.
Çözülmesi istenen fakirlik ve yoksulluk sorunu, insan olması hasebiyle doyurulması gereken temel ihtiyaçlarının doyurulmaması ve lüks ihtiyaçlarını doyurma imkânının da sağlanmamasından kaynaklanmaktadır. Yoksa çözülmesi istenen sorun, ülkenin maddî ilerlemeyi sağlayamaması nedeniyle bir takım ihtiyaçların doyurulamaması veya ülkenin bu kaynaklardan yoksun olmasından dolayı ülkenin yoksulluğu veya fakirliği değildir. Bu anlamdaki fakirlik ve yoksulluk -herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanmaması, lüks ihtiyaçlarını da doyurabilme imkânının sağlanmaması- sorunu üretim artışı ile çözülemez. Bu sorun, her ferdin temel ihtiyaçlarının tamamını eksiksiz bir şekilde doyurmaya yönelik dağıtım keyfiyeti ile çözülür. Aynı zamanda lüks ihtiyaçlarını doyurmasına da yardım edilir. Asıl sorun, servetin dağıtılması olduğu halde Kapitalistler, servetin artırılmasını esas olarak aldıkları ve servetin dağıtımını tamamen terk ettikleri için temel iktisâdî sorunu tamamen ters bir şekilde tasavvur etmişlerdir.
61
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! Milli geliri artırmayı bu iktisâdî temel üzeiktisâdın temel unsuru Müslümanların kukla liderle- rine kurmuştur. Hayatı haline getirmek, üretri ve satılmış komutanları tıpkı yalnızca mal ve hizmet meleri ve mülk sahibi Afganistan’da ve Pakistan’da ol- olarak yani yalnızca olmaları için insanlara duğu gibi kendi halklarına kafir madde olarak tasavvur çalışma ve mülk edinordularıyla birlikte bizzat kendi- ederek fertlerin fakirlik me hürriyeti vermek, leri saldırıyorlar. Bazende Irak’ta ve yoksulluk sorununu milli gelirin toplumun olduğu gibi halklarını yüzüstü çözeceği yerde toplufertlerine dağıtılmabırakıp kaçıyorlar. Korumasız ve ma yoksulluğu iyice sına hiç önem vermeyerleştirmiştir. Çünsavunmasız kalan Müslümanlar mek insanları diledikkü toplumun güçsüz ise bu cani askerlerin saldırılarına leri yoldan mülk sahibi insanlardan arınması maruz kalıyorlar. olmaya yöneltmiştir. hayaldir. Milli gelirin Buna göre insanlar, artırılması iktisâdî sisyalan, kumar, stokçuluk, faiz, içki, her türlü temin temeli olarak alındığı sürece manevi uyuşturucu ticareti, dansözlük, sihirbazlık değerlere sımsıkı sarılanlar fakir olarak kagibi herhangi bir yolla mülk sahibi olabilirlacaklardır. Gücü yeten kimse servetten pay ler. Yeter ki bunları ve daha nicelerini yapaalacak, güçlü olan kimse gücü sayesinde serbilmeleri için insanların mutlak olarak hürrivete kavuşacaktır. Zayıf olanlar ise servetten yetleri garantilensin. Bu ise insanlar arasınmahrum kalacaklardır. Bu ise şüphesiz ki fadaki yüce değerlerin tamamının yok olması, kirliğin iyice yerleştirilmesi demektir. Üsteinsanın hayvanlar seviyesine indirilmesi ve lik Kapitalist sistem zenginlere nüfuz sağlar, insanlar arasındaki ilişkilerde seviye düşükotoriteyi onların eline bırakarak insanlara lüğü demektir. hükmetmelerine imkân tanır. Bu nedenle Kapitalizme inanan Batı ülkelerinde, üretenlerin tüketenler üzerindeki hâkimiyeti açıkça görülmektedir. Petrol, otomotiv, ağır sanayi vb. işlerle uğraşan büyük şirketlere sahip bir grup insan bütün tüketicileri egemenlikleri altına almış bulunmaktadırlar. Nitekim ürettikleri mallara istedikleri fiyatla satabilmektedirler. Bu uygulamalar bir yandan Sosyalizme davetiye çıkartılmasına neden olurken öte yandan da Sosyalist saldırılar karşısında kendisini korumak isteyen Kapitalist sistemin yüceltilmesi için Sosyal Adalet kavramının gündeme gelmesine neden olmuştur.
İşte Kapitalist sistem ve işte onun ürünleri. Kapitalist sistem, soruna toplumsal bir sorun, yani insanlar arası ilişkilerle ve servetin insanlar arasında dağıtılması ile ilgili bir sorun olarak bakması gerekirken, servetin artırılması ve elde edilmesi için insanlara çalışma ve mülk edinme hürriyeti vererek sorunu üretim sorunu haline getirmekle iktisâdî meseleyi tamamen ters bir şekilde tasavvur etmiştir. Böylece sorunu çözmemiş aksine sorunu zulüm ve üstün değerlerin yok edilmesi üzerine yerleştirmiştir. Serveti, maddî değerlerin dışında hiçbir değere kıymet vermeyenlerin ve güçlülerin elinde bırakmıştır. Manevi, ahlaki ve ruhi değerlere önem verenlere karşı cimrileşmiş ve zayıfları bu servetten mahrum bırakmıştır. İktisâdî hayatı insanlar arası ilişkilerin ve hayatın temeli haline getirmiş ahlaki kuralları kabul ettiği Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
İktisâdî sistemin temelini milli gelirin artırılmasına bağlamanın ve buna çağrıda bulunma fikrinin gerçeği işte budur. İktisâdî planlamaya ve iktisâdî gelişmeye çağrıda
62
Fesad Yumağı Kapitalist İktisadi Sistemin Bozukluğu! bulunmanın altında yatan gerçek neden de budur. Çünkü bu çağrılar iktisâdî sistemimizin Kapitalist sisteme göre şekillendirilmesine, iktisâdî hayatı, insanlar arası ilişkilerin ve hayatın temeli haline getirmeye yönelik çağrılardır. İnsanlarda var olan manevi değerleri yok etmek, toplumda fukaralığı ve yoksulluğu yerleştirmek, insanların çoğunluğu -ki onlar mali açıdan zayıf kimselerdir- ezerek onlara zulmetmek ve onları güçsüz kimseler haline getirmek bu çağrının sonuçlarıdır. Bu çağrının topluma ve ümmete yönelik tehlikeli boyutlarının ortaya çıkmasından daha da önemlisi, yıkıma doğru sürüklenen Kapitalist sistemi yeniden ihya etmeye yönelik şüpheli çağrılar olmalarıdır. Aynı zamanda bu
çağrılar, Kapitalizmin uygulandığı ülkelerin Kapitalizmin pençesinden kurtulma aşamasında olduğu, Kapitalistlerin egemenliklerinin ve nüfuzlarının yıkılmaya ve yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde Müslümanların topraklarında kâfir devletlerin ayaklarını sabitleştirmek için yapılan çağrılardır. Bu nedenle Müslümanlar olarak temel kaynaklarımız olan Kur’an ve Sünnet ile onların gösterdiklerine dönüp nasıl ki namazı, orucu oradan alıyorsak, iktisadi müşküllerin çözümlerini de oradan alarak hayatımıza İslam’ı hâkim kılmamız Kapitalizmin bataklığından kurtuluş için tek çaremizdir.
63
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Âdem BUDAK
İ
slam köklü değişikliği esas alır. Şümullü olmasıyla da İslam dışı hüküm, çözüm, ölçü, kıymet, gelenek ve ilaveten insan fıtratına muhalif davranışları terbiye ve disiplin eder. Tüm bu değişiklikler İslam’ın tabiatında tabiidir. Şüphesiz ki bu çetin mücadelenin rengi, İslam’ın hayatın tüm alanlarını kapsamasıyla da kendini hasmının karşısında hissettirir. Bilfiil insan bireyini ve toplumu ilgilendiren her hususta çatışma elbette ki çok şiddetli ve çok zorlu olmaktadır. Bu husus ise, İslam’ın karşısında, bekalarının devamını gerçekleştirebilmek, üzerine kaim oldukları sistemleri muhafaza etmek ve hasmın gücünün dayandığı esaslar karşısında, İslam düşmanlarını fiillerinde mücadele etmeye mecbur kılmıştır.
mi) için temel kaide ve düşüncesinin esası kılarak en sağlam kulpa tutunmuş, en sağlam zırhı kuşanmışlardır. Temsil edilen bu pratik yaşantının esasını oluşturan akide, bu insanları diğer insanlar arasında farklı, seçkin ve diğer taraftan ümmet bilincinin oluşumunda tuğla yapmıştır. Buna karşılık ise, İslam dışı nizam, ölçü, mefhum ve fikirler karşısında ise balyoz kılmıştır. Değişime temelden başlamış, binanın oluşumunda esastan cüzüne değin el atmıştır. Beşeriyetin, fıtratının ve suskunluğunun dili olmuştur. Sarsılan nizamlar, kokuşmuş olan hadaratları, inkılâbın sesinin şiddeti karşısında ecel terleri dökmeye ve suya düşen planlar yılana sarılmaya başlamıştır. Zira muhlis davetçilerin sahip oldukları ve inandıkları ecel, rızık, tevekkül, korku, itaat ve istikbalde İslam’ın hâkim olacağına olan güvenleri her geçen gün kuvvetlenmektedir. İslam’a düşman olan tüm batı ve onun İslam beldelerindeki hain yöneticileri gidişatın varış noktasını görebildiklerindendir ki, bu uğurda mücadele edenleri engellemek üzere tüm çabalarını harcamaktadırlar. Mücadelelerinin
Kuşkusuz Ubudiyet (Allah’a kulluk) bilincinin netleştiği aydın akıllarda hayatın esası olan şer-i hükümlere bağlılık pek tabiidir. Bu nedenledir ki ecel, rızık, tevekkül, korku, ümmet bilinci ve itaat gibi konularda müminlerin dayandığı ve pratik temsilcileri oldukları esaslar nettir. Zira İslam akidesini zihniyet (düşünce yapısı) ve nefsiyyet (davranış biçiMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
64
Tuzak Kuranların En Hayırlısı Allah Azze ve Celle’dir İslam’la olmadığı yalanını ve şahit olunan vakıaya sahih bakışları çelmek üzere savaşlarını meşru gösterebilmek için kamuoyunu tesir edici dezenformasyonlarla ve türlü desiselerle yanıltmaktadırlar.
hoş göremezler” diyor. Ve devamla “semavi bir din olan İslam’ı terörle özdeşleştirmenin de küresel terörizmin politik amacına hizmet edeceğini hatırlatmak isterim” diyor. Org. Başbuğ’un terennüm ettiği bu bakışa bizde sahih bir bakış ile bakalım ve şunları görelim. Demokrasinin fırsat alanlarını kullananlardan kast ettiği şüphesiz ki, demokrasiyi tatbik eden İslami beldelerin yönetici vasfında olanlardır. Zira konuşmasının devamında İslam’a değinmesiyle de kast ettiğinin bu olduğunu hissettirmiştir. Dolayısıyla terörizm diye isimlendirdikleri İslam’a karşı savaşta, kâfir batı ve hain yöneticilerin ortaklaşa verdikleri mücadelenin en meşru yol olduğunu ve neticesiyle de en şiddetli halinin değişmeden hatta artan yoğunlukla devam etmesi gerektiğine işaret etmektedir. Demokrasinin onlara sunmuş olduğuna inandıkları fırsat alanlarını değerlendirmenin veya asıl ifadesiyle zulümlerinin devamının mutlak olarak sürmesinin de bu yöneticilerin meşru hakları olduğunu söylemektedir. Daha sonra ise, bizim burada asıl ele aldığımız cümleyle devam ediyor “Semavi bir din olan İslam’ın terörle özdeşleştirilmesinin de küresel terörizmin politik amacına hizmet edeceğini hatırlatmak isterim”. İşte açığa çıkan şudur ki; kâfir batı İslam ümmetindeki canlılığın endişesine kapılmış, hatta maşaları bile, yakın tehlikenin alarmını vermişlerdir. İslam’ı terör olarak kamuoylarına pazarlamanın karlı bir ticaret olmadığını ve umdukları karı elde edememenin, aksine zarar etmenin faturasını ödemenin zorluğunu şikâyet ederek bu noktada yeni bir konsept ve üslup geliştirilmesinin zorunluluğuna vurgu yapmışlardır.
Esasen tek yapabilecekleri de ancak bununla sınırlıdır. Çünkü artık sömürgeciliği araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirip, amaçlarını da İslam Hilafet Devleti’nin kuruluşunu geciktirmek üzerinde yoğunlaştırarak engel olmaya çalışmaktadırlar. Zira artık ümmet, iliklerine kadar işlemiş olan dininin etkisiyle karanlıklardan koşarak aydınlığına doğru yol almıştır. Zilletten izzete dönerek, zulüm attan nura koşmaktadır. Çünkü artık fıtrat haykırıyor! Hak kervanı yolla çıkmış yolları aydınlatıyor! Ne yazık ki, bu kervanın önünde durana! Ne yazık ki, bu kervandan yükünü almayana! Kâfir batı, İslam’a olan savaşını gizlemek ve hadaratlarını süslü göstermek için icat ede geldikleri şirin ambalajlarının Müslümanların ferasetine ve basiretine yakalandığının endişesi içinde elim bir kıvranışla ilaç arama gayretindedir. Zira kapitalizmin, demokrasinin ve akideleri olan laikliğin çehresi artık ümmet nezdinde tam görünmüştür. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Keşmir’de daha nice İslami beldelerde fiili savaşlara ilaveten siyasi, iktisadi, kültürel mücadeleleri ve her beldede giydikleri maskeleri düşmüştür. Fakat arsızlık bu kadar olabilir ki, şimdi de biz sizinle (İslam’la ve pratik temsilcileri Müslümanlarla) savaşmıyoruz söylemlerine yeni konsept gerekliliğine dikkat çekmektedirler. Nitekim 80 ülkeden üst düzey 461 katılımcıyla gerçekleşen “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu”na katılan Org. İlker Başbuğ; “Demokrasinin sunduğu fırsat alanlarını kullananlar, bireylerin en temel hakkı olan yaşam hakkını hedef alan terörizm faaliyetlerini hiçbir nedenle
Hem meşru gördükleri savaşın ellerinde değerlendirilen bir fırsat olduğunu söylüyor, hem de İslam ile terörizm adı altında yürüttükleri bu savaşın “İslam-Terörizm” özdeşleştirilmesinin onlara beklenenin tersi neti-
65
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Tuzak Kuranların En Hayırlısı Allah Azze ve Celle’dir celer verdiğini dile getiriyor. İşte Org. İlker Başbuğ’un böyle bir konuşmaya iten esasi faktör hiç şüphesiz ümmetin ferasetinin yakalayışından kaçamayışları ve artık terörizm adı altında yürüttükleri İslam’a olan savaşlarının neredeyse tüm Müslümanlar tarafından görülmeye başlanıp, vakıanın yakinen tanıkları olduklarını ve bunu İslam’a düşman olanların ürpererek izlemelidir.
liğini pazara çıkarılmasının acısı mıdır? Eğer öyleyse hiç şüphesiz bu çağrıyı Amerika’ya yapmış olması imkânsızdır. Şu halde bu çağrı onları bu beldeye bekçi kılanlara değil midir? Hem bir çığlık hem bir yakarış mıdır? Yoksa bu geri dönüşümü olmayan bir egemenliğin altında kalmanın itirafımıdır? … Bu hatırlatmayı bizde dikkate alıyor ve birkaç hatırlatmada bulunmayı da ihmal etmiyoruz. Hidayete tercih ettiğiniz dalalet kar etmediği zira ne değişen üsluplar, konseptler nede çırpınışlar kendi aranızda tutarlı olmayacaktır. O halde hatırlayın derilen Saddam’ı! Hatırlayın idam edilen Menderes’i! Onların ticaretleri kar etti mi? Bir daha hatırlayın, dünyaya bir aylık mesafeden korku veren, kalpleri titreten İslam ordusunu! Hatırlayın krallara delip saraylarında atlarımızın nal seslerini işittiririm diyen sultanlarımızı! Bir zamanlar yenilmez olarak tanındığınızı! Ve birde bu halinize bakın. Zira devriniz geçiyor ve ebediyete gidiyorsunuz. Gerçek bir kar ummaz mısınız? Bakın bu Ümmet hazır, devri değiştirecek inkılâbı bekliyor ve saflarında şahadete koşacak ordusunun özlemini çekiyor! Halid b. Velid’leri, Tarık b. Ziyad’ları ve Fatih Sultan’ları özlüyor. Bilenerek küfrün tepesine darbesinin ineceği günü bekliyor. Dualarla hakka ait olan olan İslam ordusunda ölmenin yolunu gözlüyor. İyi bilin ki kuvvetinizin zayıflığı ancak ve ancak bu ümmetle kuvvetlenir. O halde gelin konseptleri değil zihniyetleri değiştirin ve yeryüzünde hiçbir ordunun sahip olamayacağı güce sahip olun.
Buna ilaveten Org. Başbuğ; İslam ordusunun enkazı üzerine kurulmuş, evvelin peygamber ocağı olan, şahadet yarışlarının yapıldığı bir ordunun yanı sıra, bilfiil savaş verdikleri İslam’a ve Müslümanlara karşı darbeler, şiddet eylemleri, cinayetler, eziyetler yapan ve bunları yaptıran, her pis kokunun kaynağı olan bir ordunun tepesinde bulunmanın tecrübesiyle konuşuyor. Yoksa sorarız en son balyozlamak istediklerinin kimler olduğunu! Kafeslemek istediklerini! Ümmetin muhlis evlatlarına terörist damgası vurmalarını! “İrticai” fikirlerin kaynağı olan İslam, zaten sizin nezdinizde terörizm olmuyor mu? Bu fikirleri taşıyan taşıdığından ötürü terörist olmuyor mu? Bu haliyle muhlis dava erleri potansiyel tehlike oluşturmuyor mu? İslam’ı terörizmle özdeşleştirmekten yakınmanız tereddütsüz yeni bir konsept oluşturma hevesinizin ürünüdür diyorum. Eğer öyle olmasaydı verilen savaşın meşruiyetini savunmaz, sonuna kadar fırsat gördüklerinizi de değerlendirmenin zorunluluğuna atıfta bulunmaz idiniz. Ve İslam’ın terörizm olmadığını ilan ederdiniz. Öyleyse Başbuğ’dan önce kâfir batının böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyulduğunu açıklaması gerekmez miydi? Yoksa Başbuğ bu söylemi Amerikan hegemonyasının yerleştirilmeye çalışıldığı T.C.’de ve bu hegemonyasının ağırlığının en çok hissedildiği ordunun işte bu mesele ile Amerika tarafından sindirilmek istendiği, ordunun İslam düşmanlığını Amerika’nın bir koz olarak kullanarak saldırmasının, ipMayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
ِ السيِّ َئ ِك ُه َو َ ْر أُ ْولَئ َّ ون َ ُر َ َوالَّذ ٌ َه ْم َعذ ُ َاب َشدِي ٌد َو َمك ُ ات ل ُ ِين َي ْمك ور ُ َُيب “Kötülükleri tuzak yapanlara gelince onlar için çok acı bir azap vardır ve onların tuzakları bozulur.” (Fatır 10)
66
Murat SAVAŞ
D
aha önce olduğu gibi, Başbakan Recep Erdoğan’ın son ABD ziyareti öncesi ve sonrası Ortadoğu ülkeleri ile yoğun bir şekilde görüşme trafiği içinde olduğunu gözlemledim. Esasen artık bu durum şaşılacak bir şey değildir. Zira AKP hükümetinin ABD’den aldığı model ülke rolünü icra etmek için dışişlerinde bu şekilde yoğunlaşması oldukça normaldir. İşte bu kapsamda Başbakan Erdoğan’ın 14 Şubat 2010 tarihindeki Katar’a yaptığı ziyarette bunlardan bir tanesidir. Nitekim aynı tarihte ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da aynı ülkeye gelmiş ve Başbakan Erdoğan ile de bir görüşme yapmıştır. Benim yazım ise, bu görüşme ve Katar ziyareti üzerine olmayıp, Başbakan Erdoğan’ın orada yaptığı bir açıklama üzerine olacaktır.
yor” dedi. Evet, genelde batı devletlerinin özelde ABD’nin İslam’ı bir terörizm olarak görmesi, bunun bütün Müslümanları rahatsız etmesi, bununla birlikte gerekli adımları atmaya sevk etmesi gerekir. Ancak Başbakan Erdoğan bu sözlerinde hiçte samimi değildir ve sözleri Müslümanları kandırmaya ve tavlamaya yöneliktir. Çünkü T.C bu konuda ABD’yi bile geçmiştir diyebiliriz. Daha önceki açıklamalarında Irak’ta ABD işgaline direnen Müslümanları terörist olarak nitelendirmesi, Afganistan’da ABD işgaline direnen Taliban’ı terör örgütü olarak görmesi ve Rus ordusuna karşı koyan mücahit Çeçenleri de aynı şekilde değerlendirmesi bu konuda delil olmaktadır. Üstelik bu durum salt bir düşünce olarak da kalmamış ve Taliban ile mücadele eden askerlerin eğitimini Türkiye fiilen üstlenmiştir. ABD’nin Türkiye’den bile bile, muharip asker istemesi, Türkiye’nin savaşan askerlere eğitim verme işini gözlerde küçük görülmesini sağlamak içindir. Bu şekilde sanki Türkiye bu cürümlere ortak
Başbakan Erdoğan “İsrail”in Filistin politikasını ve Gazze olayını eleştirerek, batı devletlerinin İslam’ı terörizm olarak görmesiyle alakalı olarak, “İslam ile terörün aynı cümlede kullanılması beni oldukça rahatsız edi-
67
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Bu Çelişkileri Göremeyen Var Mı? olmuyormuş gibi gösterikunç katliamlarda da aynı Nedense Rusya’ya karşı lip tabir yerinde olur ise hassasiyetin gösterilmesi direnen Afgan halkı, “çok isteyip, orta üzerinde gerekmez miydi? Evet geTürkiye de dâhil birçok anlaşma sağlama” politirekirdi! Ancak yapamaz. devlet tarafından Mücahit kasıdır. Nedense Rusya’ya Çünkü Sudan, Pakistan, olarak görülüyor iken, aynı karşı direnen Afgan halkı, Irak ve Afganistan gibi ülAfgan halkı ABD işgaline Türkiye de dâhil birçok keler ile yolu ABD üzerindirenince terör örgütü devlet tarafından Mücahit de birleşmektedir. olarak görülmüştür. olarak görülüyor iken, aynı Bu anlattıklarım meseleAfgan halkı ABD işgaline nin bir yönü ve Erdoğan’ın direnince terör örgütü olarak görülmüştür. İslam’ı bir kalkan olarak kullandığını gösteBaşbakan Erdoğan’ın Katar’daki sözleren bir değerlendirme idi. Konuyu bir başka rini boşa çıkartan bir başka hususta şudur; açıdan değerlendirecek olursak, Başbakan Türkiye’de ve dünyada bugüne kadar hiçbir Erdoğan’ın gerçekte nasıl bir zihniyete sahip şiddet eylemine bulaşmamış, şiddeti metod olduğunun daha net anlaşılacağını düşünüolarak doğru görmemiş ve kabul etmemiş yorum. Erdoğan 20 Şubat’ta İstanbul’da bir olan samimi Müslümanların kendi ülkesinde kavşak açılışı sırasında yaptığı konuşmasınfikri ve siyasi çalışmalarından ötürü “terör da, “Demokrasi ve hukuku yüceltmeye devam örgütü üyesi” olarak yargılanmalarıdır. Dünedeceğiz” dedi. Yine aynı ilde ertesi gün bir yada birçok ülkede legal çalışma alanı bulan açıklamasında, “Bizim ilkemiz, egemenliğin kaMüslümanların Türkiye de illegal muamele yıtsız şartsız milletin oluşudur” dedi. Bu sözler görmeleridir. AKP’nin eli ile T.C bu cürümErdoğan’ın gerçek yüzünü ortaya çıkartan de kıble edindiği batıyı bile geçmiştir. Yani; ve inanılarak söylendiğinde Allah korusun iki kere iki dörttür gerçeğini, iki kere iki beşMüslüman’ı küfre düşüren sözlerdir. Çünkü tir yalanı ile değiştirmiştir. AKP’nin son döher insan Rabbinin adını ve dinini yüceltmek nemde gündeme getirdiği iç tehdit tanımını ister. Kur’an-ı Kerim’de yalnızca Allah’ın değiştirmeye çalışmasının altından bu gerçeadının ve dininin yüceltilmesini emreden onğin çıkacağını tahmin ediyorum. Daha önce larca ayet vardır. Üstelik İslam’da egemenlik yaptığı bir açıklamada Erdoğan, “iki kere iki (yasama hakkı) yalnızca Allah’a aittir. َّ ِإِ ِن الْحكْم إ her zaman dört etmez” diyerek bu tür yalanال لِلّ ِه ُ ُ larda kendini haklı göstermeye çalışmıştır. “Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf 40) Anlaşılan odur ki, Erdoğan’ın Katar’daki Demokrasi ise egemenliği insanlara verkonuşmasında “İsrail”e yüklenmesi İslam’ın mektir. Müslümanların ilkesi yalnızca ve bir gereği olarak değil, konjonktür gereği yalnız Kelime-i Tevhid olmalıdır. Hiç kimse yapılmıştır. Tıpkı Çin’in Doğu Türkistan’da çıkıp ta yine “Başbakan laik kesimi kandırmak yaptığı katliamda Çin’e yüklenmesi ve Karaiçin takiye yapıyor” falan demesin. Çünkü bağ konusunda Ermenistan’a yüklenmesi gibu sözler Katar’da söylediği sözler gibi sırf bidir. Başbakan Erdoğan’ın Çin, Ermenistan sözde kalmıyor, bilakis hayata geçirilmek ve “İsrail” karşısındaki bu tutumu İslam’ın için harıl harıl çalışılıyor. Yaklaşık sekiz aybir gereği olarak yapılmış olsaydı, Sudan’ın dır Kürt açılımı adıyla başlatılan çalışmalar Darfur’da, Pakistan’ın Swat ve çevresinde, bunun en büyük delilidir. Bu yolda bir hayli ABD’nin Irak ve Afganistan’da yaptığı korilerlediler ki, orta ve uzun vadede düşünülen Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
68
Bu Çelişkileri Göremeyen Var Mı? anayasa değişikliği kısa Aşağılık, alçaklık ve iki Bugün artık Türkiye’nin okyanus vadede ele alınmaya yüzlülük ifade eden bu ötesinden yönetildiğini AKP’nin başlandı. Gerçi bu olası sözü atasözü olarak bu kendi tabanı bile bilmektedir. Ancak bir kapatma davasından Ümmet’e kim yutturbu durumu bile normal karşılamakta çekindikleri içinde olamuştur? Ve Müslümanve “köprüyü geçene kadar ayıya bilir, ama zemin hazırlar bu çelişkileri, entridayı diyeceksin” politikası olarak lanmamış olsaydı bu koka ve hileleri ne zaman değerlendirmekteler. nuda adım atamazlardı. görmeye başlayacaklarÜstelik bu durumu badır? Bu gidişe kim dur şarsa da, başarmasa da başörtüsü konusunda diyecektir. olduğu gibi karlı çıkacağı bir iş değildir. Bu Tüm bu sorulara, İslami bir zihniyete sakonuda Başbakan Erdoğan’ın “Biz teşebbüs hip ve akidesi ekseninde düşünebilen Müsedeceğiz. Olursa olur, olmazsa biz teşebbüs ettik lümanların cevap bulmakta zorlanacağını ama yaptırmadılar deriz” şeklindeki açıklamasanmıyorum. Nasıl ki sorsan, bütün İslam sı olası bir aksi durumun (yargı müdahalesi aydınları, İslam’ın eksik bir şey bırakmadığıv.s) önüne geçmek için söylenmiş sözlerdir. nı ve her konuyu ihtiva ettiğini söylerler. İşte Çünkü bu konuda AKP hükümetinin çalışbu konumda çözümünü İslam’da aramalı maları başörtüsü konusundaki gibi samimive Müslümanlara bu yönde bilinçlendirmeyetsiz değil, bilakis bu ABD’nin AKP eliyle liyiz. Sözüm âlim geçinip, bildiği halde suyapmaya çalıştığı, nihai hedefine ulaşmasısanlara, bilgisiyle amel etmeyen ve bilgisinin nın tek yoludur, olmazsa olmazıdır. zekâtını vermeyen günümüz aydınlarınadır. Bugün artık Türkiye’nin okyanus ötesinHerkesin aşağıdaki ayetin ve “bilginin zekâtı den yönetildiğini AKP’nin kendi tabanı bile %100’dür” gerçeğinin gereğini yapmasını bilmektedir. Ancak bu durumu bile normal arzu ediyorum..! karşılamakta ve “köprüyü geçene kadar ayıya ِ َل ال ِ َمث ار ِل أَ ْس َف ًا ُ ار َي ْحم ُ َمث ِ ْح َم َّ ِين ُح ِّملُوا التَّ ْو َارَة ث َ َل الَّذ َ ُم ل َْم َي ْح ِمل َ ُوها ك dayı diyeceksin” politikası olarak değerlendir“Kendilerine Tevrat yüklenip sonra kenmekteler. Oysaki köprüyü geçerken mücadedileri onu taşıyamayanların durumu, ciltle etmenin ne kadar hayırlı ve bol ecirli bir iş lerce kitap taşıyan eşek gibidir.” (Cuma 5) olduğunu da biliyorlar. Hâlbuki bu şekilde AKP’nin ABD güdümüne girmesini meşrulaştırmaya çalışmaktalar. Peki, ayıya dayı deme işi Müslümanlara yaraşır bir iş midir?
69
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Erkan KARDELEN
T
yön veren faktörler nelerdir, buna bakalım. Bu bağlamda toplumu doğru bir şekilde tanımlayıp, parçası olduğumuz toplumun vakıasını irdelemek elzemdir.
oplumun dinamik olması açısından söz konusu toplumun ideolojik olup olmadığı ya da taklitçi olup olmadığı önemlidir. Çünkü toplumun dinamik enerjiye sahip olması için ideolojik olması önemli bir husus olmaktan ziyade, olmazsa olmaz bir husustur. Toplum ideolojik ise kendisine has bir hadaratı ve diğer toplumlara taşıyacağı külli bir fikri olacak ve bunu fikri liderlik haline getirip diğer toplumları bu fikri liderliğin arkasında taşıyacaktır. Ve yine toplumların bu fikre iman etmelerini sağlamaya çalışacaktır. Bunu sağlamaya çalışırken kullanacağı metod ve üslup ta yine fikrinden çıkacaktır. (Mesela kapitalist ideolojinin bu bağlamda kullandığı metod ve üslup, sömürgecilik ve dayatma, zorlama, katletme, zorbalık, kendi pisliklerini gizlemek için, güzel, süslü cümleler kullanmak üzerine dayalıdır.) Ancak ideolojik olmazsa toplum ne yapacaktır? Elbette ki kendine has bir hadaratı ve diğer toplumlara taşıyacağı fikri liderliği olmayacağı için, başka bir hadaratı taklit edecek ve başka bir fikri liderliğin arkasından gidecektir. Başka şansı ve yapabileceği başka bir şey de yoktur. Düşünemeyen, düşünme melekelerini kaybeden insanlar ve bu insanlardan oluşan bir topluma taklit etmekten başka seçenek kalmaz.
Toplum; ortak fikir, ortak duygu ve problemlerini çözdükleri nizamı olan insanlardan oluşur. Görüldüğü üzere toplumun dinamikleri yani toplumu oluşturan esasi kaideler bunlardır. Ortak fikir, duygu ve nizam… Şimdi akidesi İslam olan toplumlarda hâkim fikir ve duygulara bakalım. Ve bunları değerlendirelim. Toplumumuzda hâkim olan fikirlerden biri ve en barizi milliyetçilik fikridir. Peki, bu fikir bizi dünyada lider bir konuma ulaştırıp diğer toplumları da kendi peşinden götürecek bir fikri liderlik sahibi kılar mı? Milliyetçilik adından da anlaşılacağı üzere kendi milliyetinin diğer milletlere üstün olmasını, kendi milliyetinin içerisinde kendi sülalesinin hâkim/ üstün olmasını, kendi sülalesi içerisinde kendi ailesinin hâkim/ üstün olmasını, kendi ailesi içerisinde de kendisinin hâkim olmasını gerektiren ve bencillik ortaya çıkaran bir fikirdir. Bırakın bu fikrin bir toplumu dünyada hâkim bir pozisyona getirmesini, toplum içerisinde karışıklık, ayrımcılık ve kaos oluşturur. Bırakın bu fikrin bir toplumu, dünyada hâkim bir pozisyona getirmesini, dünyaya hâkim olan ve dünya siyasetine yön veren bir devlet olan Osmanlı Hilafet Devleti’ni yıkan çok tehlikeli ve pis bir fikirdir. Allah’ın
Şimdi topluma can veren, onun hayata tutunmasını sağlayan, kendisini ezdirtmeyen, zillete düşmesini engelleyen, diğer toplumlara Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
70
Topluma Hayat Veren Dinamik Enerji Rasulu Sallallahu Aleyhi ve Sellem de birçok hadis-i şeriflerde bu fikri nehyetmiştir.
eden, muhtaç, ezilen, sömürülen, aşağılanan, hor görülen bir toplum haline gelecektir.
Toplumumuzda hâkim diğer bir fikir olan vatancılık fikri ise sadece insanlara has olmayan hayvanlarda da bulunan ve insana yakışmayan bir fikirdir. Zira hayvanlar da kendi vatanına bir saldırı olduğunda o toprakları/ vatanı korur. Görüldüğü gibi bu fikir vatan topraklarına bir saldırı olduğunda ortaya çıkan, saldırı defedildiğinde kaybolan, bırakın insanları bir arada tutmayı, insanları bir araya getirmeye bile güç yetiremeyen bir fikirdir. Saldırı defedilip bu fikir kaybolduğunda ise kuvvetle muhtemeldir ki yerini tekrar milliyetçilik fikrine bırakacaktır ve yine toplumda kargaşa, ayrımcılık ve kaos hâkim olacaktır.
İşte içerisinde bulunduğumuz toplum da vakıa itibari ile tam da burada durmaktadır. Bu toplum; fikri olarak çökmüş, bilim-sanayiteknolojik-tıbbi v.s. açıdan gelişmeleri uzaktan takip eden, bunları geliştirip üretmek yerine diğer toplumlardan satın alan; askeri-siyasive ekonomik açıdan da yine dünya konjoktörünün çok çok gerisinde kalan ve karşılaştığı problemlerin çözümü için kendisine örnek aldığı diğer toplumların uyguladığı çözümleri taklit eden bir yapıya sahiptir. Dünyada söz sahibi olmak bir yana, dünyaya hâkim olan fikir ve bu fikrin liderliğini yapan devletlerin insafına bakacaktır. Bununla ilgili örnekler vermeye gerek yoktur. Zira İslam Ümmeti’nin başına gelenleri görmeyen göz ve duymayan kulak kalmamıştır.
Bu durum ise İslam Ümmeti’nin düşmüş olduğu bu zelil durumdan kurtulmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. İslam Ümmeti bugün Müslümanların birbirlerinin dertleri ile dertlenmeyen ve birbirlerine yardım etmeyen bir hale gelmiş durumdadır. Oysaki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem:
Bunun sebebi nedir peki? Öncelikle bizim güçlü ve bizi kalkınmaya götürecek olan fikrimizi bırakıp, bakışımızı Avrupa’ya yöneltmiş ve onların fikrini taklit etmeye başlamış olmamızdır. Peki, bir düşünelim bayraktarlığını şuan ABD’nim üstlendiği kapitalizmin fikri liderliği bize vahşetten, katliamdan ve zulümden başka ne getirdi? Zira kapitalizmin kendisi vahşidir ve vahşeti emreder. Sömürge esasına ve menfaatçiliğe dayanan bu ideolojinin paylaşımcılığa teşvik edeceğini düşünmek abesle iştigaldir. O ideoloji bencilliği, açgözlülüğü ve dolayısıyla da vahşeti doğuracaktır. Kapitalizmin esasi fikri; insan fıtratına aykırı olan, batıl olan ”dini hayattan ayırma ” yani “dinsizlik” esası olan “laikliğe” dayalıdır.
”Sizin devletiniz tek bir devlettir, bayrağınız tek bir bayraktır ve savaşınız tek bir savaştır.” buyurmuştur. Bu durum ise İslami Akide’ye sahip toplumlardan hiçbirisinin İslami Toplum olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu toplumlardaki hâkim olan fikirler ve duygular; ne tamamıyla İslami fikir ve duygulardır, ne de tamamıyla gayri İslami fikir ve duygulardır. Dolayısıyla bu tür toplumlar karışık zihniyetteki toplumlardır. Mesela bir Müslüman domuz etini kesinlikle haram olarak görüp bundan kaçarken, aynı Müslüman faizle iş yapmayı kerih görmemektedir. Hâlbuki her ikisi de kesin nasslarla haram kılınmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yani bu toplum, bünyesinde İslami fikirleri barındırdığı gibi gayri İslami fikirleri de barındırmaktadır. Dolayısıyla bu tür toplumların fikirleri donuklaşacak ve hayat hakkında bir çözüm üretemeyecek ve taklit edeceklerdir. O toplumda teknolojik gelişmeler, icat, bilim ve keşifler olmayacaktır. Böylece dünyadaki gelişmeleri geriden takip
Ve bu esasi fikirden çıkan bir saadet anlayışı var ki o da dünya nimetlerinden olabildiğince faydalanmaya endekslidir. Yani dünya nimetlerinden ne kadar faydalanırsan o kadar mutlusundur. Ancak bu konuda da şunu ortaya atarlar: “dünyanın arz ettiği nimetler sınırlı fakat insan ihtiyacı sınırsızdır.” İşte böyle bir anlayışa sahip olan bir toplumda hiç garipsenmeyecek bir biçimde (kendi istatistiklerine göre) bilmem kaç saniyede bir gasp, tecavüz, hırsızlık, adam kaçırma, ci-
71
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Topluma Hayat Veren Dinamik Enerji sahip çıkmaları ve Allah’a ve İslami hükümlere olan güvenleriydi.
nayet ve intihar vakıaları kaçınılmaz olacaktır. Ve böylesi bir ortamda da huzur ve güvenden bahsedilebilir mi?
Bugün ise İslam Ümmeti, ideolojilerini unutmuş, İslami fikir ve hadaratlarını kaybetmiş, hayatlarında karşılaştıkları ve birbirine karışmış olan problemler yumağını İslami hükümlerin çözmeye muktedir olduğuna olan güvenlerini yitirmiş ve işin kötüsü yenilgiyi kabul etmiş, yeniden dirilmeyi hayal olarak görmektedir. İşte bizim suçumuz budur! Ve ayrıca hain işbirlikçi yöneticiler ve kendilerini o konuma getiren devletlerin sahip olduğu fikirleri topluma dayatmak görevini yerine getirmeye çalışan sözde aydın geçinen kanaat önderleridir.
Oysaki insan, hayatında huzur, güven ve bu huzurlu ve güvenli ortamın sürekliliğini yani istikrarlı olmasını ister. Ancak arkalarında koruma ordularıyla dolaşan toplum liderleri, kendilerini bile güvende hissedemiyorlarken, toplumun diğer fertleri kendilerini ve geleceklerini nasıl güvende hissetsinler? Ve ayrıca bu liderler bile ortamın güvenli olmadığının fakındadırlar. Yoksa niçin koruma ordularıyla dolaşsınlar? Örneklerini saymaya kalksak sayfalar dolacak olan daha birçok vakıanın olduğu bir ortam var şu an toplumlarda. Bu ise, dünyaya liderlik eden ideoloji sayesindedir. O ideoloji dünyayı, güçlü hayvanın zayıfı yediği bir ormana dönüştürdü. Ve bu dünya nimetlerine olan düşkünlüklerinden dolayı dağa-taşa, insanlara ve hayvanlara bile zarar veriyorlar.
O kadar ki toplum dinamizmini kaybetmiş ve derin bir koma halini yaşıyor. Bu toplum ayağa kalkmak bir yana kendisine defalarca neşter vurulmuş, kolu kanadı kesilmiş, üzerinde çeşitli işkence şekilleri denenmiş olduğu halde hiçbir tepki vermiyor. Üzerine ölü toprağı serpilmiş adeta.
Tabi ki böylesi bir durum İslam ile taban tabana zıt, fıtrata aykırı ve düşük bir fikirdir. Ve dünyaya liderlik etmeyi hak etmemektedir. Ancak bunun tek bir suçlusu var ve o suçlu da kesinlikle biz Müslümanlarız.
Ancak durumdan hareketle umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Biz yeniden ayağa kalkabilir, küllerimizden yeniden doğabiliriz. Çünkü toplum taşıdığı fikrinin yüksekliği ile yücelir ve fikrinin düşüklüğü ile de inişe geçer ve seviyesiz bir hayat sürer. Yani toplumun yükselişini veya çöküşünü belirleyen şey, sahip olduğu fikridir. Ve biz Müslümanların elinde, başka hiçbir toplumun elinde olmayan, onunla boy ölçüşebilecek veya onu yenebilecek başka bir fikrin ve hadaratın bulunmadığı bir ideolojiye sahibiz. O ise insan aklından kaynaklanmayan, Allah Azze ve Celle den gelen İslami İdeoloji’dir. Yeter ki biz ideolojimize sahip çıkalım, İslami fikir ve hadaratımıza sarılalım, Allah’a ve İslami hükümlere olan güvenimizi kaybetmeyelim. Yeter ki kendi gücümüzün farkına varalım. Toplumdaki kaybolmayan ama gizlenen o dinamik enerjiyi ancak böyle açığa çıkarabiliriz.
Peki, nedir bizim suçumuz ve tekrar layık olduğumuz dünya liderliği konumuna nasıl geleceğiz? Öncelikle şunu da belirtmek isterim ki İslam Ümmetinin bu başına gelen yıkım ilk değildir. Daha hicri 5. asrın sonlarında ortaçağ karanlığından dünyaları kararan Nasranî Avrupa, haçlı seferleri düzenlemiş ve bu barbar haçlı seferleri neticesinde Şam Sahilleri’ni işgal etmiş, Mescid-i Aksa’da yüz binlerce Müslüman’ı katletmişlerdi. Ancak İslam Ümmeti bunu kabullenmemiş yeniden bir dirilişle, Selahaddin Eyyubi gibi yiğitlerle Şam diyarını yeniden ele geçirerek toparlanmışlardı. Daha sonra İslam Ümmeti, çok acı çektikleri Moğol istilalarına maruz kalmıştı. Ama Ümmet bunu da kabullenmemiş, bunun da üstesinden gelmiş, yeniden dirilişe geçmişti. Bu yeniden dirilmelerin sebebi ise, Müslümanların kendi ideolojilerini unutmamış olmaları, İslami fikirleri kaybetmemeleri, hadaratlarına Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Topluma can veren ve hayata tutunmamızı sağlayan dinimize sahip çıkalım ve İslami hayatın yeniden başlatılması için var gücümüzle çalışalım. İnşaAllah.
72
Necahu’s SABATİN Geçen Sayıdan Devam... 5- Duyguları İfade Etmek: Çocuklar kızma, korkma, kıskançlık, umutsuzluk, çöküntü, başarısızlık, çocuklarla kavga etme isteği gibi duyguların birçoğunu hissederler. Bu duyguların hepsi doğaldır. Bu nedenledir ki çocuklara duygularını ifade etmeleri, anlatmaları ve üstesinden gelmeleri için mutlaka yardım edilmelidir. Zira yaralanmış duygularıyla çocuk çektiği acının bir kısmını boşaltmış olacağından duygularına ve davranışlarına egemen olma imkânı sağlar. Çocuğun duygularını ifade etmesine katkı sağlamak isteniyorsa aşağıdaki hususlar takip edilmelidir:
Senin onu dinlediğini, ona kulak verdiğini açıkla ki böylelikle duyguları ve buna bağlı durumu hakkında çocuk konuşsun, içini dökebilsin. Yani bu duyguları hissettiği durumlar hakkında sor. Örneğin, kardeşinin kendisinden daha iyi çantası olduğu için (durum) kardeşini kıskanması (duygu) veya anahtarlarını bulmasını kabul etmediği için (durum) kız kardeşine karşı öfkeli (duygu) olması gibi. − Çocuğun duygularını isimlendir ve söylediklerini hafife almaktan, dinlememekten sakın, yüz ifadelerine dikkat et. Duygularını isimlendir ve nedenlerine ulaşmaya çalış. Örneğin ona şöyle söyle: Sen gerginlik (duygu) ve ızdırap (bir başka duygu) hissediyorsun. Çünkü senin sınavın var ve sınava tam olarak hazır değilsin. (durum)
− Çocuğun bütün duygularını kabullen ve saygı göster. Sükûnetle ona kulak ver, davranışları açısından makbul olmasa bile duygularını kabullen. Kardeşini kıskandığını veya arkadaşına öfkelendiğini söylemesine izin ver fakat kardeşine vurmasına veya kızdırmasına izin verme.
Tahlilinde yanılmışsan hissetmiş olduğu hususun sebebini sen ve o bilinceye, isabet edinceye kadar yorumunu tekrarla.
73
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Çocuk Terbiyesinin Esasları Çocuğa birtakım nasihatler, öneriler mutmain sağlayan hususları veya bir başka alternatif sun. Örneğin, kendisinden daha fazla harçlığa sahip olduğu için arkadaşını kıskanıyorsa veya kendi çantasından daha güzel bir çantası olduğu için kardeşine karşı öfkeli ise bu sorunun çözülmesi için öneriler hakkında ona sor. Harçlığının artırılmasını, çanta alınmasını istiyorsa ve sen de maddi açıdan bu önerilerini yerine getirebilecek güçte isen ve geri çevirmen için bir başka sebep de yoksa onu mutmain kıl ve isteğini yerine getir. Ancak maddi gücün yeterli olmadığı veya ahlakının bozulmaması için harçlığının artmasını istemiyorsan bunu ona açıkla ve onunla başka alternatifleri konuş. Çoğu kere çocuk senin zıddına olumsuz duygularını ifade etmekle yetinir. Sen ona bu fırsatı ver. Fakat seni yermesine veya sana bağırmasına izin verme.
yaptıklarından öğüt alan kimsedir”. 6- Dövmek: Dövmenin meşruluğu hakkında eğitimciler çok tartıştılar. Çocukların dövülmesi caiz midir değil midir? Onları dövmek fayda getirir mi? Bunların sonuçları nelerdir? Birinci Grup dövmenin yasak olduğunu söyleyenlerdir. Bu grup çocuğu terbiye eden kimsenin şamar atmak, vurmak hatta bağırmak gibi çocuğa acı veren herhangi bir aracı kullanılmasının sağlıklı olmadığı görüşündedirler. Çünkü şiddet üsluplarından herhangi birisinin kullanılması kötü davranışların yapılmasından caydırıp bunların iyi davranışlarla değiştirilmesine neden olmaz, faydalı olmaz. Bunun nedenleri de şunlardır: Çocuğun vücuduna uygulanan ceza onu annesine düşmanlığa, kullanabildiği herhangi bir araç ile annesinden intikam almaya sürükleyebilir. Çocuk içinden kaynaklanan bir sisteme göre davranışlarını değiştirme, yerine annesini daha fazla kızdırmak için kendisini kötü davranışlarını daha fazla artırmaya adar, özen gösterir. Böylelikle bu üslubun kullanılmasına alışır ve bu kendisinden sökülüp atılması mümkün olmayan gerekli bir sıfat haline gelir.
− Hissettiği herhangi bir fiili reddetmesi gibi herhangi bir işi yapmadan önce düşünmesine yardımcı ol ve onu buna alıştır. Kızgınlık hissettiğinde asabi bir tavır sergilemeden önce düşünsün. Haksız yere defter veya kalem vermesini isteyen bir başka çocuktan korktuğu zaman, defter veya kalem vermesi için elini uzatmadan önce kendisini ve sahip olduğu eşyaları savunması konusunda düşünmesi gerekir.
− Vurma üslubunun kullanılması annebabanın kendisine yönelik dikkatlerini çekebilmek için çocuktaki acizlik duygusunu tetikler. Onları öfkelendirmek için kötü davranışları kasıtlı olarak yapar. Anne-babanın dikkatlerini çekebilmek için yaptığı iş sonucunda fiziksel bir acı duymaya bile katlanır. Böylelikle çocuğu dövmek ondaki kınanan davranışları artırır.
Öğretmenin ihanet ettiğini hissettiği zaman ve bunun üzerine hemen sınıf içerisinde kargaşa çıkarmaya karar verirse bu davranışı sonucunda ortaya çıkacak kötü sonuçları düşün. Gerçekleştirmek istediği kargaşa hakkında onu bilgilendir ve sonucunun okulda ve geleceği üzerinde başarısızlık olacağını bildir. Bu konuda sana olumlu bir cevap vermezse yaptığı işin doğal sonuçlarını görmesi için onu bırak. Ancak ona bir takım düsturlar, vecizeler söyle: “Akıllı kimse başkasından öğüt alan kimsedir. Bedbaht olan ise kendi
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
− Nadiren de olsa ceza korkusu çocuğun suç işlemesini engeller. Bazen de hemen elde edeceği bir zevki daha sonra acısını tadacağı bir cezaya tercih eder veya daha sonra ceza-
74
Çocuk Terbiyesinin Esasları dan kurtulabileceğini hesap eder.
na geldiklerinde onlara namaz kılmalarını emredin, on yaşına geldiklerinde ise (namaz kılma hususundaki kusurlarından dolayı onları) dövün ve yataklarını ayırın.”
− Ceza sert ve çok acıtıcı olduğu zaman çocuk ne için cezalandırıldığını unutur ve yalnızca kendisinden ne istendiğini hatırlar. Bir başka sefere kendisine uygulanan cezaya karşı koyamaya cesaret edemediği takdirde içinde fırtınalar kopartır. Kendisinden küçük kardeşine karşı içinde gizlediği duyguları düşmanlık olarak açığa çıkartır. Veya işlerini yapmayı yavaşlatır, tembelleşir. Bazen ceza çocuğu içine kapanık hale getirir ve korkaklık duygularını yerleştirir. Canlılığını, hareketliliğini zayıflatır. Bu gurup araştırmacılar çocuğa uygulanacak en uygun cezanın oynayabileceği, faydalanabileceği eşyalardan uzak bir yerde çocuğun yalnız bırakılması olduğu görüşündedirler.
Çocuğun bütün enerjisinden ve imkânlarından faydalanmak istediğinde bunun için hangi cihazı kullanman gerektiğini bilmek istiyorsan mutlaka bir uzmanla istişare etmelisin. Bu uzmanın ise, cihazla birlikte buna ait kullanma kılavuzunu da mutlaka okumuş olmalıdır. Ta ki nasıl kullanılacağını ve hatanın nasıl tedavi edileceğini, kullanma süresince nasıl korunabileceğini bilsin. Kullanma kılavuzunu koyan kimse, nasıl kullanılacağını da elbette ki belirlemiştir. Çünkü onu icad eden, meydana getiren odur. Aynı şekilde insanı Allah Subhanehu ve Teâlâ yaratığı için onun giriş ve çıkışlarını da elbette ki bilmektedir. İçinde gizli olan enerjinin fışkırma şeklini belirleyen bir nizam koyan O’dur. Bu nizamı Allah azze ve celle koymuş ve onu Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem aracılığıyla da insanlara ulaştırmıştır. İnsanda gizli olan enerjinin açığa çıkabilmesi için ise âlemlerin Rabbi tarafından konulan nizamın mutlaka uygulanması gerekir. Zira insanda doyurulması gereken içgüdüler ve organik ihtiyaçlar vardır. İhtiyaçlarını ve içgüdülerini doyurması için nizam koyma işi insana bırakıldığı zaman, yanlış ve çelişkili doyurmalara yol açar. Çünkü koymuş olduğu nizam çelişki, acziyet, muhtaç olmak, ortamdan ve çevreden etkilenmek gibi kendisinde var olan özelliklerden, taşıdığı niteliklerden mutlak surette etkilenir. Dolayısıyla da koyduğu nizam çelişkiler ve acziyet içerir. Bir dönem için geçerli olsa bile bir başka dönem için geçerli olmaz. Netice itibarıyla insanın maslahatına en uygun olan ihtiyaçlarını ve içgüdülerini doyurmak için Allah’ın nizamına göre hareket etmesidir.
İkinci Grup: Dövmeye izin verenlerdir. Bu gruptaki araştırmacılar, çocuklarının davranışlarında hayal etmedikleri birtakım işlerle karşılaştıklarında bazı babaların çocuklarına hafif maddi cezalar vermek ihtiyacında olduklarını düşünmektedirler. Onlar hafif şekilde çocuklara vurulmasını şu sebeplerle izin vermektedirler: − Fiziki bir ceza anne-baba tarafından verilen bir emri çocuğun zihninde yerleştirir ve emredilen şeyi yapmalarını sağlar. Zira hafif yollu olarak çocuğa vurmak, çocuk açısından azarlamak veya uzaklaştırmak veya uzunca bir süre susmaya mecbur tutmak gibi cezalardan daha hafif ve kolaydır. Hafif bir fiziki bir ceza, yaptığı bir hata neticesinde suç işlediğini hissettiği zaman fiili olarak onu hafifletir. Anne çocuğuna tokat attığı zaman bu ceza adil olur ve hatanın bedelini ödemiş olduğu için suçluluk duygusundan kurtulmuş olur. İslâm Şeriatında Dövmek: Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır: Çocuklarınız yedi yaşı-
İnsanı yaratan Rabbul âlemin, onun için
75
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Çocuk Terbiyesinin Esasları en iyi olanı daha iyi bilir. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Yaratan hiç bilmez olur mu? O Latif’tir, her şeyden haberdardır.”
3- Yedi yaşında iken para ve çikolata gibi maddi ödüller ver. 4- Aşamalı bir şekilde maddi ödüllerden manevi ödüllere geçiş yap. Yalnız olduğunda veya kardeşlerinin, arkadaşlarının, akrabalarının önünde onu öv. Başarması ve razı olunması için dua et. Ailece ziyaretlere veya geziye çık.
Allah, insanın temizlenmek, davranışlarını düzeltmek ve kötü davranışlardan kurtulmak için bazen cezaya muhtaç olduğunu elbette ki bilir. Bu nedenle Allah Subhanehu ve Teâlâ, hadler, kısas ve tazir şeklinde cezalar koymuştur. Bu durum aynı şekilde çocukların terbiyesinde kaliteli, üstün davranışların sağlanması, haram davranışlardan uzaklaştırılmaları için de geçerlidir. Bu nedenledir ki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in: “Çocuklarınız yedi yaşına geldiklerinde onlara namaz kılmalarını emredin, on yaşına geldiklerinde ise (namaz kılma hususundaki kusurlarından dolayı onları) dövün ve yataklarını ayırın” hadisiyle de vurma cezasının uygulanmasına cevaz vermiştir.
5- Yüzünü ekşitmek, sert bir şekilde azarlamak veya bir şeyden mahrum bırakmak gibi az olandan başlamak suretiyle aşama aşama manevi cezaları kullan. 6- Dokuz yaşına geldiğinde ödül ve ceza üsluplarındaki çıtayı biraz daha yükselt. Maddi ve manevi ödüller vermek yerine, güzellikleri ve Allah’ın rızasını hatırlat. Ahiret sevabından ayrıca bahset yani cenneti ve nimetlerini detaylı olarak hatırlat. Bunun yanında Cehennem azabından da bahset. 7- Namazı terk ettiğinde ise bunun sebeplerinin ve çocuğu rahatlatıcı çözümlerinin araştırılması gerekir. Namazı terk etmekte ısrar ediyor veya gevşeklik gösteriyorsa ve on yaşına kadar bu hal üzere ise onu dövmekle tehdit et.
Ancak vurmak hemen uygulanması gereken bir husus değildir. Fıkıh kitaplarında bununla ilgili açıklayıcı şartlar yer almaktadır. Ancak bu konuya girmeden önce hadisteki bir inceliğin mutlaka açıklanması gerekmektedir. Hadis namaz emri ile buna teşvik arasında ve namazın terki arasında üç yıllık bir zaman belirliyor. Dövme fiili her halde ve her suçtan dolayı uygulanmaz. Zira vurma fiiline başlamadan önce kullanılması gereken birtakım üsluplar ve araçlar bulunmalıdır. Vurmak ise en son çaredir. Çocukların namaza düşkün olmaları için aşağıdaki hususların takip edilmesi gerekir:
8- On yaşına gelmiş ve ailenin de yukarıda anlatılan vesilelere özen göstermesine rağmen namazı terk etmekte ısrar ediyorsa acıtmayacak şekilde ona vur. Fakihler dövme nedeniyle çocukta bir iz veya özür bırakmayacak şekilde olmasını, yüze ve kafaya vurmaktan kaçınılmasını, ellerine veya ayaklarına vurmakla yetinilmesini, göğse, sırta veya karna vurulmamasını şart koşmaktadırlar. 9- İşkence ve intikam amaçlı olarak vurmaktan da uzak durulmalıdır. Çocuğun dövülmesine karşı olanların ifadelerinde de anlatıldığı üzere bu şekilde davranmanın çok kötü sonuçları olur. Acıtıcı, sert bir şekilde vurmak bir nevi işkence sayılır ki İslâm şeriatı buna cevaz vermemektedir.
1- Kıyam, rükû, secde ve teşehhüd gibi namaz rükünlerini öğretmek suretiyle çocuğa namazı telkin etmek. 2- Onun önünde namaz kılmak suretiyle ona örnek ol ve sonra ondan namaz kılmasını iste, hatalarını güzellikle düzelt. Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
76
Çocuk Terbiyesinin Esasları Klasik eğitimciler şöyle demektedirler: Çok fazlasıyla zorunluluk olmadıkça eğitimcinin cezaya başvurması caiz değildir. Çocuğun ıslahında istenen etkinin ortaya çıkması için tehdit, vaatler ve birtakım aracılar kullanılmadan vurmaya başvurulmamalıdır.
Son Söz: Biz çocuklarımızın terbiyesini güzel yaparsak onlarda; İslâmı tatbik edecek, iki dünyanın da izzetini kazanmak için İslâmı dünyaya taşıyacak ayrıcalığı olan İslâm şahsiyetini meydana getirmiş oluruz. “İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz” ayetinde belirtildiği üzere ilk zamanlar olduğu gibi dünyada birinci ümmet oluruz. Biz çocuklarımızı sadece dünya için terbiye etmiyoruz. Onların sonsuz mutluluklarının ve hayatlarının gerçekleşeceği ahiret hayatına hazırlıyoruz.
İbni Haldun Mukaddime’sinde şöyle demektedir: “Çocuğa karşı sertlik onu korkaklığa ve pısırıklığa, hayatın sorumluluklarından kaçmaya sev keder… Kimin hocası, sahibi veya hizmetçi gibi terbiyecisi sert ve zorba ise onun üzerinde baskı sıkıntı oluşturur. Üzerindeki baskı ve korku nedeniyle canlılığını, hareketliliği gider, onu tembelleştirir, yalan söylemeye ve kötülüğe taşır, hilekârlığı ve tuzak kurmayı öğrenir ve bunlar onda ahlak, huy haline gelir.”
Müslüman Kardeşim… Müslüman Kız Kardeşim! Çocuklarımızın mutluluğuna özen gösterdiğimiz gibi dünyadaki gelecekleri için de özen gösteriyoruz. Cehennem azabından kurtulmaları ve ahiret mutluluklarına da özen göstermeliyiz. Onları terbiye edip, öğretip, yorulup ardından da çocuklarımızı Cehennem ateşine atmamız akıl kârı değildir.
İbni Haldun, çocuğa karşı baskı, şiddet ve zorbalık nedenleriyle ortaya çıkan korkunç neticeler ve kötü etkilerden kaynaklanan hususları uzun uzadıya, ayrıntılı olarak ele almaktadır: Kim baskı ile işlem yaparsa başkasına yük olur. Cesaretten ve korumaktan yoksun olması nedeniyle ailesini ve şerefini savunmaktan aciz hale gelir. Aynı zamanda faziletli ve güzel ahlak niteliklerini kazanamaz.
(Bitti)
77
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
BAKARA SURESİ 253. AYET
Esad MANSUR
tümüne inanmak gerekir. Onlara iman etme konusunda fark yoktur.
RASULLERİN BİRBİRLERİNDEN ÜSTÜN OLMASI MESELESİ تلك الرسل فضلنا بعضهم على بعض منهم من كلم اهلل ورفع بعضهم درجات وآتينا عيسى ابن مريم البينات وأيدناه بروح القدس ولو شاء اهلل ما اقتتل الذين من بعدهم من بعد ما جاءتهم البينات ولكن اختلفوا فمنهم من آمن ومنهم من كفر ولو شاء اهلل ما اقتتلوا ولكن اهلل يفعل ما يريد
Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: ال نفرق بين أحد من رسله “O’nun (Allah’ın) Rasullerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız…” (Bakara 285) Bu ayet imanla ilgili idi. Zira bu ayetin başlangıcı şöyledir:
“O Rasullerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o Rasullerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 253)
آمن الرسول بما أنزل إليه من ربه والمؤمنون كل آمن باهلل ومالئكته وكتبه ورسله ال نفرق بين أحد من رسله وقالوا سمعنا وأطعنا غفرانك ربنا إو�ليك المصير “Rasul, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Rasullerine iman ettiler. “Allah’ın Rasullerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık ve dönüş sanadır” dediler.” (Bakara 285)
Allahu Teâlâ Rasul ve Nebileri bir takım hususlarda üstün kılmışsa onların
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
Allah’ın Rasulleri ve Nebilerine iman
78
Bakara Suresi 253. Ayet etme hususunda hiç fark yoktur. Birisine çok inanıyoruz, birisine az inanıyoruz diye bir fark yoktur. Böyle düşünülemez ve böylesi bir düşünce kabul edilmez. Fakat Allah Nebi ve Rasullere değişik özellikler verdi. Nitekim O onları seçti ve gönderdi. Birbirlerini üstün kılabilir ve nedenini de en iyi bilen Allah’tır. Misal olarak; Musa Aleyhisselam Allah’la konuştu. Hadisi şerifte Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İsra ve Miraç hadisesinde Allah’la konuştuğu rivayet edildi. İsa Aleyhisselam’a beyineler verildi. Bunlar; Allah’ın izni ile ölüyü diriltmek, sağır ve kör kişileri şifaya kavuşturmaktır. Onun doğumu ve bebek iken konuşması birer beyyinelerdir (delillerdir). Ruhul-Kudüs olan Cebrail Aleyhisselam’la desteklenmiştir. Süleyman Aleyhisselam başka şeylerle üstün kılındı. İnsan, cin, hayvan ve rüzgârlar kendisine boyun eğdirildi. Cinler ve şeytanlar kendisine boyun eğdirilip emrinde çalıştırılıyordu. Kuşlarla konuşuyordu. Hayvanların dillerini anlıyordu.
şunları konuştu: “Bu gece bana -benden önce hiçbir Rasul’e verilmeyen- beş şey verildi: 1- Benden önce her Rasul belli bir kavme gönderildi. Ben ise bütün İnsanlara gönderildim. 2- Allah düşmanlarımızın kalbine korku saldı. Bir aylık mesafede de olsalar bizden korkarlar. 3- Düşmandan alınan ganimetler bize helal kılındı. Benden önce gelen ümmetler ganimeti yemekten çekinirler, düşmandan aldıkları ganimetleri toplar yakarlardı. 4- Bütün yeryüzü bana (ve ümmetim için) mescit ve temiz kılındı. Namaz vakti nerede gelirse, su bulamazsam yeryüzünden teyemmüm eder, orada namazı kılarım. Benden öncekiler bundan çekinirlerdi. İbadetlerini sadece havralarda ve kiliselerde yaparlardı. 5- Beşincisi nedir biliyor musunuz? Her Rasul -dünyada- istedi. (Allah da istediklerini verdi) Ben ise isteğimi kıyamet gününe bıraktım. O da size ve kelime-i şahadet getiren herkese şefaatimdir.” (Tirmizi,
Her Rasul ve Nebi’de farklı farklı özellikler vardır. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: وربك أعلم بمن في السماوات واألرض ولقد فضلنا بعض النبيين على بعض وآتينا داوود زبو ار
İbn Mace)
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, nebilerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud’a da Zebur’u verdik.” (İsra 55)
Nitekim Allahu Teâlâ Rasulü olan Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: وما أرسلناك إال كافة للناس بشي ار ونذي ار ولكن أكثر الناس ال يعلمون
Davud’un üstünlüğü kendisine Zebur’un verilmesi oldu. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendisinin açıkladığı gibi diğer Rasullerden şu beş hususla üstün kılındı.
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe
Abdullah b. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle anlatır:
28)
قل ياأيها الناس إني رسول اهلل إليكم جميعا
Tebük savaşı senesi idi. Bir gece Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem kalktı, namaza durdu. Ashap toplanmışlar bekliyorlardı. Namazı kıldıktan sonra onlara döndü ve
“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, (göklerin ve yerin sahibi olan) Allah’ın elçisiyim…” (A’raf 158)
79
KÖKLÜDEĞİŞİM - Mayıs 2010
Bakara Suresi 253. Ayet Bu sebeple Müslümanlar daveti bütün insanlara götürmelidir. Müslümanlarda Allah uğrunda, Allah’ın sözünü yükseltmek için cihad edince Allah düşmanların kalplerine korku salar. Böylece Müslümanlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünyayı fetheder. Nitekim Allahu Teâlâ bunu Enfal suresi 12. Ayette beyan etmiştir.
ise inanmaz. Bu nedenle aralarında savaş başlar. İşte küfür ile iman arasında çatışma bundan dolayı normaldir. Daha doğrusu tabii olarak çıkacaktır. Çünkü kâfirler imanı reddedip müminlerle savaşacaklardır. Bu asırda da bunu açıkça görüyoruz. Allah isteseydi birbirleri ile savaşmazlardı. Bunun manası; bu savaş Allah’ın mülkü dâhilinde ve otoritesi altında. İstese bunu engeller. Fakat insanları serbest bıraktı. İman hususunda ve savaş hususunda insanları serbest bırakması onun otoritesi altındadır. Bunu engellemek istemedi. İsteseydi engellerdi. Onun hikmeti vardır. Bu hikmetlerin bir kısmını bizlere bildir. Bunlardan bazısı; müminleri denemek, gerçek müminle sahte müminleri ayırt etmek, Müslümanlardan bir takım şahitleri seçmektir. (Ali İmran suresinde 140. Ayete bakın.)
Müslümanların böyle bir Rasulle öğünmeleri gerekir. Çünkü o kavmiyetçi veya milliyetçi değildir. İnsanidir ve bütün insanlara yöneliktir. Bundan dolayı bütün insanları insan sayıp dinimize davet ediyoruz. Onları kendimiz gibi sayıyoruz. Bu dine girdiklerinde hepimiz kardeş oluruz. Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem böylesi hususlarda diğer Rasul ve Nebilerden ayrıldı. Bu üstün özelliklerse bizlere yansıdı. Yukarıda geçen beş özelliği de vakıasına uygun düştü. Düşmanlar bizlerden (Müslümanlardan) korkup titriyorlar. Yeryüzü bizler için mescittir. Geçmişte müminler evlerinde veya mabetlerinde namaz kılabiliyorlardı. Ayrıca toprak bizler için temiz oldu. Ganimetleri savaşta alabiliriz. Bizlerden çok şefaatçi olan kimseler olacaktır. Şehidlerimiz şefaat edecektir. Bütün insanlara daveti götürüyoruz. Müminler bunlarla öğünsünler ve bunları uygulasınlar.
Bu nedenle müminler küfürle ve batılla mücadeleyi, çatışmayı normal olarak saymalı ve kendilerini devamlı olarak hazırlamalıdır. Daha doğrusu; Allah bunu farz kıldı. Çünkü kafirler Müslümanları rahat bırakmıyorlar bırakmayacaklardır da. Dinlerinden döndürmek için ve Allah’ın dininin hâkimiyetini yıkmak için hep savaşacaklardır.
Rasullerin gönderilişinden sonra ayırım olur. İnsanlardan bir kısmı inanır bir kısmı
Mayıs 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM
80