Shekiden Cavanshir muellimden selam var - Sehife 36-39.

Page 1



Biz’den…

“Dünya kiri ile pası ile sevmeğe değer” “Bu bizim gökler gibisi hiçbir dağda çatılmamıştır, Yıldızlarımızın titremesi yüreğine deprem indirir. Hiçbir yerde bu denize bu acı tuz katılmamıştır, Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür.” … Atilla İlhan Hem doğuya hem batıya yüzü olan bir ülkede yaşıyoruz. İki penceresindede ışık olan bir ülkeyiz, iki pencereyi de açık tutmalıyız, doğuda veya batıda kapadığımız pencere tarihimize ruhumuza ve benliğimize kapıları kapamaktır. Tarihten bu güne yaşadığımız şehirlerimizde, tarihimizi edebiyatımızı sanatımızı kültürümüzü yaşatıyor isek, vefakar ve vatansever torunlarız demektir. Tarihlerinden geçmişinden kopmadan yenilenen şehirler, iz bırakan şehirler, medeniyet kuran şehirler olarak varlıklarını devam ettirirler. Her dönemin mimari anlayışı farklıdır . Yeni mimariyi gerçekleştiriyoruz diye eskiyi ortadan kaldıramayız buna hakkımız yoktur elbette. Şehirleri fiziken bugüne taşıyan mimarileridir. Şehirlerin manevi yapısını mimari ile birlikte bugüne taşıyanlar ise edebiyatı, sanatı ve kültürüdür. Evliya Çelebinin seyahatnamesinin birinci cildinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Beş Şehir adlı eserinde ,Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’unda ve şiirlerinin çoğunluğunda ve bir çok yazarımızın eserlerinde İstanbul’u geçmişten bugüne hayallerimize ve belleğimize taşımamızda hakları vardır. Viktor Hugo’nun sefiller romanında, Balzac’ın eserlerinde Paris’in ruhunu okuruz. Dostoyevski’nin eserlerinde Petersburg’u bütün ayrıntılarıyla insanı ile okuruz. Gogol’un eserlerinde Petersburg’u farklı yönleri ile tanırız. Günümüz insanı Semerkant’ı Amin Maalof’tan farklı bir tad ile öğrenmektedir. Arada uzun yıllar olsa da Sheakspeare ile Dickens bize Londra’nın farklı yıllarını anlatır. Kahire’yi birde Mahfuz’dan okumalıyız… Kısaca Şehirleri, sadece didaktik bilgilerle değil edebiyatın yüzeyinde sanatını insanını kültürünü öğrenmeliyiz. Şehirler’de yağmurları, insanları, “Siftah dosttan bereket Allah’tan” diyen âhî geleneğine bağlı esnafı, taşları yontan sanatkârları, ruhu zenginleştiren şairleri, evleri ve sokakları sesleri ile güzelleştiren çocukları görmeli ve duymalıyız. Yağmurun sesi, çocukların sesi bizlere Yaradan’ı hatırlatır. Hiçbir şeyi ertelemeden yaşamalıyız, kitapları çok okumalıyız, bugün var olanları, yaşayan değerleri görmeli görüşmeliyiz. Yedi sene kadar önce Şam’ı ziyaret etmiş derin duygulara kapılmıştım. Gece ışıklar altındaki Şam’a otel odasından bakarken; Kasiyan dağı eteklerinde, Kabil’in kardeş katili

olduktan sonra Allah’tan af dileyen yakarışlarını duyar gibi olmuştum. Aradan asırlar geçmesi kardeş katliamlarında ders almak bir yana, hızlı bir artış olduğunu bugün görüyoruz. “Tarihi bir film için hazırlanmış, öncesi sonrası belli olmayan zamanlar, insanlar, kavramlar birbirine karışıyor.” Cümlesini kullanmışım o gün. Bugün film devam ediyor, ancak film trajediye dönüşerek devam ediyor. Şam, dört asır Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olmuş , bu tarihe dayalı kardeşlik bağlarımız var, ilmî bağlarımız var, akrabalık bağlarımız var. Süleyman Şah’ımızın mübarek bedenini o topraklarda emanet bırakmışız koca çınar Osmanlının kökü olarak. O çınarın son sultanı Vahdettin’i de bu topraklara emanet bırakmışız. Bir tesadüf değildir elbette… Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu ağabeyin manifesto değerindeki sohbetinde söyledikleri kulaklarımızda; Bıraktığımız Suriye meydanda “Fitne’nin evveli Şam, ahiri Şam” görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz, bıraktığımız Lübnan’ı görüyorsunuz… Bu sözleri 1975 te söylemişti Fethi Ağabey… Tarih’in izlerini taşıyan şehirler Şam, Halep, Bağdat’ta millet olarak izlerimiz var, emanetlerimiz var. Bunlar sahip olmamız gereken haklarımızdır. Uluslararası bir vandal çetesinin maşaları marifetiyle yok etme, izleri silme gibi hedefleri ; Sadece sınırlarımız dışında değil, kendi sınırlarımız içindeki şehirlerimiz üzerine de planlıyarak gerçekleştirmeye çalışıyorlar . Tarih boyunca kültürümüzün merkez şehirlerinden olan Diyarbekir’in tarihi Sur şehri bu hedeflerden biridir…Vahdet şuurundan ayrılırsak , vatan millet bayrak duygularından yoksun olursak, şehirlerimizi geçmişinden koparır gelecekte sadece tarih ve edebiyat sayfalarından okuruz… Bedri Rahmi’nin “Dünya kiri ile pası ile sevmeğe değer” dizelerinden ilhamla yaşama sevincini yitirmemek gerekir. Bizim kültürümüzde karamsarlık yoktur. Şehir ve Kültür dergimiz; Dünya’mızın varoluşundan bugüne kadar yoğrulan kültürümüzü, medeniyetimizi anlatmak, hatırlatmak, yanlışları duyurmak, sanatı, sinemayı, tiyatroyu, mimariyi , edebiyatı hissettirmek için çalışmaktadır…Yeni bir sayı yeni bir heyecan demektir bizlere. Bu satırları sizler okurken, bizler yeni sayıların heyecanını duyarak çalışmalara devam ediyoruz. Sizlerin huzuruna çıkarken her defasında medenî görünmemiz gerekiyor, aynaya bakıyoruz saçımızı düzeltiyoruz ve öylesine geliyoruz karşınıza, sevgi ile, misafirliğe gelir gibi.. Hz.Mevlânâ’nın deyişi ile “Bu geniş kürede sevginin erişemediği bir yer bulamadım” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

GELECEĞiN ŞEHRi

iSTANBUL’DUR

Ersin Nazif GÜRDOĞAN

AHi EVRAN

Dr. Çiğdem GÜRSOY

BiR iSTANBUL HANIMEFENDiSi;

HiKMET ANNE Vehbi VAKKASOĞLU

SÖY L E Ş İ

12

20

AHiLiK KÜLTÜRÜNÜ, iKTiSADi ALANA TAŞIYAN AHi-ESNAF TEŞKiLATI VE KURUCUSU;

“HER MEDENİYET, MİLLETİ KÖRLÜKTEN ALIR” Yrd.Doç.Dr.Ahmet KOÇAK

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu Şehirler Editörü: Dr.Ali Mazak

24

MEŞHED’i

32

TÜRKİYE’DE İLK REKLAM AJANSI; İLÂNCILIK

HÜDÂVENDiGÂR

Dr. Mimar Kâmil UĞURLU

Mehmet MAZAK

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,


15 DÂR’I DÜNYA SÖYLENTİLERİ (İkinci Mektup)/ Kâmil UĞURLU 16 OSMANLI’NIN BACI BEYİ, DEVLET ANASI; HAYME ANA / Mustafa ÖZÇELİK

40

28 DERSAADET’TE “FATİH-SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ/ Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHiR’DE ŞiiR, YA DA SEVME SANATI

Recep GARİP

36 ŞEKİ’DEN CAVANŞİR MÜELLİM’DEN SELÂM VAR / Doç.Dr. Nazım Muradov 44 II.ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE DEMİR AĞLAR VE İSTANBUL LOJİSTİK ÜSSÜ/ Dr.İsmail DEMİRBAŞ 48 HALKIN PAŞALARI: BAŞLAR BİRLİK OLSUN (TARİHİN

İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM-) / Ali Arslan CAN

53 ŞEHRİ İNŞA ETMEK Mİ, İHYA ETMEK Mİ?/ Muhsin İlyas SUBAŞI 56 SİVAS’IN ULU CAMİLERİ / Sabri GÜLTEKİN

54 BURSA;

İLK OSMANLI / SON OSMANLI

Fahri TUNA

62 ALİ DAĞI / Mehtap ALTAN 64KIRIM’DA TİYATRO TARİHİ /Doç.Dr.Svetlana KERİMOVA 68 BÜYÜK ŞEHİRDE, BİR YALNIZ KALEMİN ÖYKÜSÜ TARIK CEMAL KUTLU / Hulusi ÜSTÜN 72 KAR VE ŞEHİR / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 76 ŞEHİR’DE DEĞİŞEN İSİMLER ÜZERİNE / Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV 79 MARTİN KRASTEV SERGİSİ “ÇOCUKLAR, OYUNLAR, KENT” / Sergi -GALERİ SELVİN80 MEDENİYET VE TÜRKÇE İKİ ORJİNAL TERİM/ Dr. Ayhan GÜLDAŞ

84

88 2734 NUMARALI SÜRGÜN / İmdat AKKOYUN GÜÇ MÜCADELESiNE DÖNÜŞEN HiLAFET KURUMU / FERD VE CEMiYET

Prof.Dr.Ali ARSLAN

Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.

90 ŞEHRE ÖZGÜ ZİYAFET; BİR SİMİT, BİR ÇAY VE GAZETE / Mustafa UÇURUM 92 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: TÜRK KÜLTÜRÜNE HİZMET VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11


GELECEĞİN ŞEHRİ

İSTANBUL’DUR Batı dünyasında savaşa hayır demenin öncülerinden biri Picasso”dur. Edebiyat dergisinde, Nuri Pakdil”in çalışma odasının duvarına astığı, ve derginin yayın hayatı boyunca yerini koruyan Picasso”nun Guernica tablosu, dünyada barış karşıtlığının simgesidir. İspanya iç savaşında, Guernica”nın yerle bir edilmesinin ardından Picasso tarafından, öldürülen insanları anmak ve anılarını yaşatmak için yapılmıştır.

Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

INIRLAR DEĞİŞİME DAYANAMAZ Deri değiştirmeyen yılanların yaşayamadıkları gibi, değişmesini bilmeyen ülkeler de yaşayamazlar. Ülkelerin uzun ömürlü olabilmeleri için değişim rüzgarlarına karşı sınırlarına davurlar örmek yerine, değişimden yararlanmak için, sınırlarındaki duvarları, iki tarafın kazandığı ticaretle kaldırmaları gerekir. Duvarların olmadığı bir dünyada, sınırlarına duvar ören ülkeler, duvarların altında kalırlar. Bir insanın elindeki fiziksel varlıklarına el konulabilir, parasal kaynakları elinden alınabilir. Ancak hiçbir yerde, hiçbir güç, hiçbir kimsenin, entellektüel zenginliklerine, hiçbir şekilde geri alamaz. Kuruluşların olduğu kadar ülkelerin de güç, finansal varlıklarından daha çok entellektüel zenginliklerinden kaynaklanır. Entellektüel değerler, fiziksel ve parasal değerlerden önce gelir. ENTELLEKTÜELLERİN TOPLUMA OLUMLU OLUMSUZ ETKİLERİ Entellektüel güçler, her ülkede yönetenlerle yönetilenler arasındaki, uyum ve düzeni sağlarlar. Entellektüeller, uçların peşinde koşmaktan daha çok, uçları altın oranda harmanlamanın peşinde koşarlar. Onlar, erdemi uçlardan önce, iki ucun birbirleriyle örtüştükleri, alanlarda ararlar. Onların düşünce ve eylem dünyalarında, ya iyilik ya kötülük yoktur, hem iyilik hem kötülük vardır, önemli olan, iyiliklerin ağır basmasıdır. Eğer burada birlik ve düzene aykırı fikirler ağır basarsa, entelektüellik ve aydın sorgulanmalıdır. Dünyanın, ‘’sürgün, marjinal, yabancı’’ Entellektüel”i Edward Said”in vurguladığı gibi: ‘’Her entellektüel bir dilin içine doğar ve hayatının geri kalanını da çoğunlukla o dilin içinde geçirir ki, bu dil onun entellektüel faaliyetlerinin ana aracıdır.’’ Einstein”a göre, nasıl matamatik aklın diliyse, edebiyat da gönlün dilidir. Entellektüel, aklın ve gönlün dilini, en güzel, en etkili ve en doyurucu olarak, ana dilinde yazar. Entellektüel hem aklın, hem gönlün hem yönetenler, hem yönetilenler açısından, çift yönlü eleştiri yapmasını bilmesinden gelir. Onlar eleştiri oklarını, hem yönetenlere, hem yönetilenlere çevirirler, sözkonusu iki kesim arasında bir köprü işlevi görürler, doğrunun, güzelin ve iyinin yanında yer alırlar, hem nalına, hem mıhına vururlar.

*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//18// ocak 4

Dünyayı bütün dünyalılar için, yaşanır kılacak olanlar, savaşların şahinlerinden daha çok barışların güvercinleridir. Çünkü, savaşa hayır demesini bilen barış güvercinleri, tarihin her döneminde, barışa hayır demesini bilen, savaş


Guernica- Pablo Picasso

şahinlerinden daha güçlü olmuşlardır. Barışlar yaşamaya ve yaşatmaya, savaşlar ölmeye ve öldürmeye çağrılardır. Bunun için, kanlı barış, kansız savaş yoktur. SANATIN GÜCÜ, NURİ PAKDİLİN DUVARINDA YILLARCA BİZE BAKTI: GUERNİCA Batı dünyasında savaşa hayır demenin öncülerinden biri Picasso”dur. Edebiyat dergisinde, Nuri Pakdil”in çalışma odasının duvarına astığı, ve derginin yayın hayatı boyunca yerini koruyan Picasso”nun Guernica tablosu, dünyada barış karşıtlığının simgesidir. İspanya iç savaşında, Guernica”nın yerle bir edilmesinin ardından Picasso tarafından, öldürülen insanları anmak ve anılarını yaşatmak için yapılmıştır. Savaş uçakları geliştirildikten sonra, bütün yıkımlar, gece saatlerinde yapıldıkları için, Picasso tabloyu gündüz ve gecenin simgesi, siyah ve bayaz yapmıştır. Tabloda insan gözüne benzeyen ışık kaynağı, yüzyılların içinde oluşan ve sanatçıların yeni boyutlar kazandırdığı, savaşa karşı ortak bilinci yansıtır. Tablonun ana unsuru, kolu ve kanadı kırılan at, her savaşta büyük yaralar alan toplumu temsil eder. Picasso, gaz lambası taşıyan insanla, ümitsizlik bulutlarını dağıtır. GELECEĞİN ŞEHRİ İSTANBUL’DUR Sınırlı dünyada sınırlı kaynaklarla, insanların zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için, arz ve

talebi gözeten, nimet ve külfet dengesine önem veren, her alanda savurganlığın önüne geçen, bir ekonomik yapı ve kültürel dokuya ihtiyaç vardır. Akıllı ülke, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın düzenlenmesinde, kaynakların verimli dağıtılmasını ve değerlendirilmesini sağlayacak, hukuki altyapısıyla, nitelikli insanları, bir mıknatıs gibi çeken ülkedir. Soğuk Savaş sonrası Türkiye, iç pazarlardan dış pazarlara yönelen ekonomisi, yüzyılların içinde oluşan kültürel, siyasal ve yasal birikimiyle, İslam dünyasının imrenilen ve örnek alınan bir ülkesi oldu.Türkiye ekonomik ve siyasal alandaki başarılarıyla, ürün, hizmet ve bilgi üretim gücünü büyütmede, bilgi düzeyi yüksekliğinin, gelir düzeyi yüksekliğinden çok daha fonksiyonel olduğunu gösterdi. Türkiye petrol zengini olmayan zengin ülkedir. . Dünyada İbn Haldun’dan bu yana tartışıldığı gibi, devletin önde gelen işlevi üretici olmak değil, denetici olmaktır. Ekonomik gücün lokomotifi, devletten önce millettir. Millet zengin olursa, devlet güçlü olur. Türkiye’nin İslam dünyasına örnek olma özelliğini sürdürebilmesi, “devlet” işletmeleri “millet” işletmelerine dönüştürülmesine bağlıdır. Türkiye’de Özal döneminde başlayan milletleştirme süreci, yeni boyutlar kazanarak devam etmelidir.

5


Yerel ve küresel ekonomide tederik zinciri yöntemiyle, işletmeler, dünya ölçeğinde ağlar oluşturarak, çıktılarını bütün dünyaya sattıkları gibi, girdilerini de bütün dünyadan satın almaya başladılar. Devletlerden önce işletmelerin savaştığı mobil dünyada, pek çok dünya işletmesinin önceliği fabrika sahibi olmak değil, bilgi sahibi olmaktır. Nasıl dünyada bilginin değişmeyen tek bir vatanı yoksa, artık işletmelerin de değişmeyen tek bir vatanı yoktur. İşletmelerin ülkeleri değil, ilkeleri önemlidir. İSTANBUL, DÜNYANIN DEĞİŞMEZ ÇEKİM MERKEZİ İstanbul ilkeli işletmelerin yeni vatanıdır. Türkiye, üç kıta ve üç denizin odak noktasındaki, geniş coğrafyası ve zengin demografik yapısıyla, İslam dünyasının özü ve özetidir. Dünyada köklü bir ekonomik ve kültürel paradigma değişimi yaşanıyor. Artık İstanbul, Londra gibi, Frankfurt gibi, dünyanın nitelikli insan ve finans kaynaklarının çekim merkezi ve İslam dünyasının kutup yıldızıdır. Nitelikli insanların kentler arasında mekik dokuduğu, geçmişte benzeri görülmeyen mobil hayatta, girişimciye, teknolojik yeniliğine ve yatırımcı sermayeye, dünyayı yeniden inşa eden akıllı kentlerde vize sorulmaz. Mobil çağda, yüksek hızlı fiber optik kablolar, bütün kentleri akıllı kentlere dönüştürdü. sayı//18// ocak 6

Mobil çağın dünyasında, akıllı kent olmayan hiçbir kent kalmayacak. Her kent Richard Florida’nın 3T’sine, “Technoloji, Talent, Tolerance, Teknoloji, Yetenek ve Hoşgörü”süne dört elle sarılacaktır. Akıllı kent demek, binasız eğitim, yöneticisiz yönetim, fabrikasız üretim, polissiz güvenlik demektir. Akıllı insan olmadan akıllı kent olmaz. Akıl gönülle akıl yolunu bulur. Aklın gözü gönüldedir. İslam dünyasının geleceği İstanbul’da inşa edilecektir. BİLGE OLUNURSA , AYDIN OLUNUR Ondokuzuncu yüzyılın sonunda, Avrupa ordularıyla Asya’ya geldi. Yirminci yüzyılın sonunda Avrupa, Asya’nın ordularıyla Asya’dan Avrupa’ya, geri dönmek zorunda kaldı. Avrupa Asya’da çekilirken, Asya Avrupa’ya gelmeye başladı. Yeni Asya Avrupa’ya ordularıyla değil, iş görenleri ve işverenleriyle yerleşti. Son dönemde ise sığınmacılık sendromu ile batıya akın başladı. Artık Asya’da Avrupa yok. Ancak Avrupa’da Asya var. Asya’da Avrupa’nın varlığı geçiciydi. Avrupa’da Asya’nın varlığı ise kalıcıdır. Asya ve Avrupa, bir daire üzerinde yan yana olan başlangıç ve bitiş noktaları gibi, aynı yöne bakarlarsa birbirlerine çok yakın, farklı yöne bakarlarsa, birbirlerine çok uzaktırlar. Uzaklık ve yakınlık farkının ortadan kalktığı kare dünyada, önemli olan, iki farklı dünyada yer almak değil, iki dünyayı bir bütünün iki ayrı yüzü olarak görmektir. Kare dünyayı, hem Asya hem Avrupa için yaşanır kılacaklar, iki dünyayı bir bütünlük ve süreklilik içinde ele alanlar olacaktır.


Paris’te Charlie Hebdo Trajedisi’nde olduğu gibi Fransa’da, Asya ve Avrupa’yı birlikte görmek, her ikisine birden dokunmak bilgeliğini, İstanbul’da Suriye’de gösteremeyenler, her iki dünyaya da çok büyük bedeller ödetirler. Kare dünya, ya Asyalı ya Avrupalı insanların dünyasından daha çok, hem Asyalı hem Avrupa olanların dünyasıdır. Asyalı ve Avrupalı bütün bilgilerin vurguladığı gibi: Hayatın canlılığı, farklı olanların birlikte bulunmalarından kaynaklanır. Farklılığın olmadığı yerde canlılık olmaz. Farklılığı fark edenler birlikte yaşamanın erdemini bilen bilgelerdir. Kare dünyada güneş Asya’dan doğmaz, Avrupa’dan batmaz. Bilginin ve bilgeliğin vatanı yoktur. Gece ve gündüz farkı ortadan kalkmıştır. Kare dünya duvarların ve kapıların olmadığı, açık bir üniversitedir. Herkes içten olmak zorundadır. Kare dünyanın en büyük erdemi içtenliktir. Kimse kimseye inancını değiştirmeye zorlayamaz. Hiç kimseye inancını değiştirmeye zorlayamaz. Hiç kimse kendi inancını başkasına dayatamaz. Herkesin inancı kendinedir, kimse kimsenin inancını tartışma ve yargılama hakkına sahip değildir. Kare dünyanın mimarları, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmada bir futbol takımı gibi yapılananlardır. Onlar küresel hukuk kurallarının, evrensel etik ilkelerinin en güçlü ve en etkili savunucularıdır. Doğulan ülkelerle, doyulan ülkelerin birbirine karıştığı kare dünyada, küresel çatışma ekseni, ülkelerarasından kıtalararasına kaydı. Küre dünyanın ülkelerarası çatışmalarının yerine kare dünyanın kıtalararası çatışmaları geçti. Dünyadaki

çatışmalarda bir tarafta seküler dünyanın öncüleri Avrupa ve Amerika, bir tarafta da, kutsal dünyanın öncüleri Asya ve Afrika yer alıyor. Avrupa tek dünyalı seküler, Asya iki dünyalı kutsal kültürün vatanıdır. Kare dünyanın kapılarını açan anahtar tatlı dil ve güler yüzdür. Kare dünyada insan sevdiğinin büyüklüğünce büyüktür. İnsanı seven herkesten büyüktür. Şiir insanın erdemidir. Şiir öldürülmez. 7


OSMANLI ZARAFETİNİN MÜCESSEM MİSALİ, BİR İSTANBUL HANIMEFENDİSİ;

HİKMET ANNE Babası meşhur ve mübarek bir âlim olan Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Hem hitabeti, hem de hâlâ basılmakta olan eserleriyle hizmeti büyük olan bir büyüktü... Vehbi VAKKASOĞLU

alnız yaşayan bir hanımefendiydi. Ama, “Allah ile beraber olan asla yalnız değildir” derdi. Zarafetiyle hemen dikkat çekerdi. Evladı yoktu ama,onu tanıyan herkesin “Hacı Anne” siydi.Bulunduğu yerde neşe, huzur ve teselli kaynağı oluverirdi. Ondan bu manevî yardımı alanların yaşı, cinsiyeti, dini, mezhebi, milliyeti çok çeşitliydi. Fakat ona göre, sadece insan olmaları önemliydi. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, yetmiş iki milleti kucaklardı. Çünkü, o bir Osmanlı kadınıydı. OSMANLI GİBİ, HER GELENE KOL KANAT GERERDİ Evinde bir gün, Pakistanlı bir genç görülür. Çünkü kalacak yeri olmayan bu doktora öğrencisi ona sığınmıştır. Bir başka gün bir Malezya racası, Osmanlı hatırası eşyayı ve daha da önemlisi o evde yaşayan nezaketi görmek istemiştir. Bir başka gün, bir Alman’a kültürümüzün inceliklerini göstermektedir. Bu misafir,İtalyan da, İspanyol da olabilirdi. KEDİLER, ÇİÇEKLER Fakat evinin devamlı misafirleri kedilerdi. Aslında sokağın ve hatta komşu sokakların kedileri de onun himayesinde ve ihtimamlı bakımı altındaydı. Penceresinin müdavimi güvercinlerle de ahbaplığı oldukça iyiydi. Onların da doyurulması, hatta yaralılarının bakım ve tedavisinden Hacı Anne sorumluydu. Zarafeti, evindeki çiçeklere de yansırdı.Bitkilerin de ruhu olduğuna inanır,onları sever ve hatta onlarla konuşurdu. Bu davranışından dolayı, çiçeklerinin daha renkli, daha kokulu ve bereketli açtığını söylerdi. Babası meşhur ve mübarek bir âlim olan Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Hem hitabeti, hem de hâlâ basılmakta olan eserleriyle hizmeti büyük olan bir büyüktü... Hacı Anne, baba hatıralarına tamamen sadıktı. Hatta bu sadakatiyle nefes alırverir dense yeridir. “Hayatımın en güzel günleri, babama baktığım ve duasını aldığım günlerdi” der. Yaşına rağmen , kendi hizmetini kendisi görebilme başarısını,babasının en sık yaptığı şu duaya bağlardı: “Rabbim seni yormasın , akıbet günün hayrolsun Kızım…” Hacı Anne, babasına hocalık yapmış bir zatın kızı olan Fetanet Hanım’a hizmet etmeye çalışır. Çünkü babası da hayatında, Fetanet Hanım’ı hiç ihmal etmez,her ziyaretinde, yaşça ondan biraz büyük olmasına rağmen, “Hocamın yadigârı” diye hürmet edermiş…Onu hep ayakta karşılar, hürmette ve hizmette kusur etmemeye çalışır.Bu

sayı//18// ocak 8


Hacı Cemal Efendi ve kızı Hikmet Anne

saygı babasından Hacı Anne’ye miras kalmış. Hacı Cemal Efendi 29 Mart 1966’da vefat etmiş. O gün, ölümünden kısa bir süre önce, Hacı babasını bir güzel yıkamış, tırnaklarını kesmiş. Ayak tırnaklarını keserken,yanaklarına babasının gözyaşları damlamış. Tabii çok kıymetli dualarına mazhar olmuş. BABASI CEMAL HOCA İLE HELALLAŞMASI Bir ara babası, “Hakkını helâl et kızım” bile demiş... Babasından yıllarca önce kaybettiği annesi de aynı talepte bulunmuş. “Çok utandım”derdi, “Anneme verdiğim cevabı tekrarladım babama: “Estağfirullah babacığım, siz hakkınızı helâl ediniz. Hiç evladın babasında hakkı olur mu?” Cemal Efendi Hoca, o gün dışarı çıkmış, cami cemaati, bakkal, kasap, komşu herkesle helâlleşmiş.Sonra da akşam namazını kılmış ama, tesbihatını yapamamış. Seccade üstünde son nefesini verip, Hakka yürümüş... Hacı Anne, iki kardeşinin, annesinin, babasının vefatlarını, acılarını hep içinde taşırdı. Ancak, görür gibi inandığı ebediyet âleminde onlarla buluşacağına kesin inanırdı. Bu ba¬kımdan, âhiret yolculuğuna hazırlanışı; Bursa’ya, Kütahya’ ya, Konya’ya gidiş hazırlıklarından farksızdır. Hacı Anne, ara sıra kalp krizi geçirirdi. Bu sebeple, her odasında, banyosunda, hemen bulunacak şekilde dilaltı hapı, iğnesi hazır dururdu. İhtiyaç doğduğunda hemen hapını alır, iğnesini de kendisi yapardı. Bu ilaçların yanı sıra zemzemi de hep el altında bulunurdu. “Kadir gecesiydi” diyor, “şiddetli bir kriz geldi. Hapımı aldım, iğnemi yaptım. Fakat baktım

öncekilere benzemiyor. Tamam dedim yolculuk var bu sefer. Zemzemi de içtim. Kelime-i Şahadetimi çektim. Rabbim şükürler olsun ki, emanetini böyle bir mübarek günde alıyorsun dedim. Okumaya başladım. Bir de ne göreyim! Her şey başkalaşıverdi. Ağrı, acı, sancı geçiverdi, düzeldim. O an düşündüm ki, ben böyle mübarek bir günde vefat edecek kadar vefalı bir kul değilim.” “ALLAH KİTAPSIZ ETMESİN” Hacı Anne, gazete, dergi ve özellikle de sıkça kitap okurdu.Gözleri iyice zayıfladığı zaman da, okurken gözlüğüne ilaveten bir de pertavsız (büyüteç) kullanırdı. “Allah kitapsız etmesin” der ve babasının altı bin ciltlik kütüphanesini anlatırdı. Bu harika kitaplar, şimdi İlahiyat Fakültesinde okuyucularını bekliyor.

Hacı Anne'nin duvarları müze gibiydi... Tablolar, hatlar, fermanlar tarihî fotoğraflar, şiirler ve çiçeklerle süslüydü. Ancak onlardan bazıları mahzun dururdu. Çünkü, rahmetli Mehmed Akif'in baba ocağını da kül eden meşhur Fatih yangınından çıkmışlardı.

Hacı Anne’nin duvarları müze gibiydi... Tablolar, hatlar, fermanlar tarihî fotoğraflar, şiirler ve çiçeklerle süslüydü. Ancak onlardan bazıları mahzun dururdu. Çünkü, rahmetli Mehmed Akif’in baba ocağını da kül eden meşhur Fatih yangınından çıkmışlardı. Ancak içlerinden biri, çok daha mahzun dururdu. Bez üzerine el işlemesi bir eserdi bu. Bayrağımızın motifleri arasında bulunan bir kısmının söküldüğü, geride kalan izlerinden belli olurdu. Hacı Anne’ye sorardık: “Bu çerçevede yangın emaresi yok, ama yine de fire vermişe benziyor...” “Evet evladım, o Sarıgüzel’deki evimizde değildi, yanmadı. Ama çok daha acı olan bir başka yangına uğradı. Babam Mısır’da bulunan son Osmanlı 9


fark etmiyor.Biri saklıyor,diğeri de bakışlarını kısıyor,gizliyor.O konakta, böyle bir doğumdan sonuna kadar,dedenin hiç haberi olmuyor. Doğum müjdesi verildiğinde de, “Allah Allah! Münire hamilemiymiş?Bu ne hikmettir? Öyleyse adı Hikmet olsun” diyor. Bu sebeple Hacı Anne’nin adı Hikmet oluyor. Hacı anne, mutlu bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmiş. O günleri anlatırken bile,öylesine huzur buluyor ki, dinleyenler de o mutluluktan nasipleniyor. “Peki bu kadar düzenli, neşeli ve mutlu bir aile yuvasında hiç kavga, kırgınlık, kızgınlık olmaz mıydı?” diye sorardım. “Olurdu, ama,o da nezaketle, kibarca, insanca olurdu”cevabını alırdım.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi

Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi ve oğlu İbrahim Bey’le mektuplaşırdı. Meğer o tarihlerde mektupları kontrol ederlermiş. Evimiz bu sebeple üç defa basıldı. Bir defasında, evimizi basan ekipten iyi niyetli bir komiser, bu levhayı görmüş ve babamı ikaz etmiş: “Hocaefendi, bu levhayı derhal imha et. Eğer resmi makamlar haberdar olursa, kendini kurtaramazsın” demiş. Hocaefendi de, bu güzel eseri imha etmeye kıyamamış, fa¬kat ayla yıldızın arasına eski harflerimizle yazılmış bulu¬nan, “Padişahım çok yaşa” cümlesini söktürmüş. Şimdi o kı¬sımdan geriye kalan delikler, kurumuş göz pınarları gibi duruyor. DEDEDEN KALMA AHŞAP TARİHİ KÜTÜPHANE Hacı Anne, evinin bir köşesinde duran ahşap tarihî kütüphaneyi gösteriyor: “Bu, ders vekili dedem Hacı Ali Efendi’ye aitti. Ben şimdi her bayram onu ziyaret eder, öperim, dedemin ellerini öpüyormuşçasına…” Osmanlı devrinde ders vekili demek, bütün medreselerin idaresinden sorumlu bir makam demekmiş. Hacı Ali Efendi hiç evlenmemiş. Aynı konakta yaşamışlar onunla. Bir gün zenci dadı, Hacı Ali Efendi’den müjdelik istemiş. Sebebini sorunca da, “Bir torununuz oldu” cevabını almış. Bunun üzerine, “Allah Allah, bizim Münire hamile miymiş?” demekten kendini alamamış. Aynı evde yaşıyor ama,hamileliğinin son günlerine kadar kendisine hizmet eden gelin hanımın durumunu

sayı//18// ocak 10

Aile kırgınlığının insancasını da şöyle açıklıyor: “Eğer babam anneme gücenmişse, eve gelince, elindeki paketi anneme değil; ya bana, ya da kardeşime uzatırdı. Biz kırgınlığını ancak o an fark ederdik. Fakat babam bu durumu fazla uzatmaz, ertesi gün, “Hanım, kahvaltımız hazır mı?” diye seslenirdi. Eğer annem babama gücenmiş ise, babamı karşılamaya çıkmazdı. Biz, “Anneciğim babamız geliyor” derdik. O hiç aldırış etmez; ya bir kitap, gazete okur koltuğunda, ya da mekik oyasıyla meşgul olurdu. O zaman annemin dargınlığını anlardık. Ancak annemin dargınlığı, bazen bir ay bile sürebilirdi. Babam, akşam ve yatsı namazlarını da camide kılardı. Yatsıdan sonra sohbet etmiş ve mutattan fazla gecikmişse, annem sitem ederdi. Babam bunu önlemek için, çok geciktiği zamanlarda, kapıdan girer girmez şakalar yapar, hatta ba¬zen amuda kalkardı. Cebinden paralar dökülür, köstekli sa¬ati sallanırdı. Annem şöyle bir bakar, yumuşar ve tebessüm ederek: “Bu halinizle nasıl da hoca olmuşsunuz?” der, sofraya yürürdü. Babam böylece işi tatlıya bağlardı. İLK ÖZEL OTOMOBİL, İLK HANIM SÜRÜCÜ.. Hocaefendi, İstanbul’da ilk özel otomobil sahiplerinden biri. Aynı zamanda ilk radyolardan biri de ona ait. Ve Hacı Anne, ülkemizin ilk hanım sürücülerinden….Çok çok sevdiği babacığının hususi şoförü… Cemal Efendi maaşını alır almaz, arabanın bagajı hediyelik eşya ile doldurulur ve İstanbul’un kenar mahallelerine gidilerek, sokaklarda oynayan fakir aile çocukları sevindirilirdi. “Ancak” diyor, Hacı Anne; “Bu çocukların


sevincini yeteri kadar göremezdim. Çünkü babam, “Haydi hemen gidelim,kaçalım, görünmeyelim’ derdi.O garip ezik çocuklar, arkamızdan bakakalırdı. YOĞURTÇU “El emeği göz nuru ile geçinen insanlarımıza çok acırdı. Bir gün, sokağımızdan yoğurtçunun sesi duyuldu. Çok soğuk bir kış günü idi. “Kızım biraz yoğurt alır mısın” dedi. “Babacığım, evde yoğurdumuz var”dedim. Kısa bir süre sonra, tekrar aynı ses sokağımızda yankılandı: “-Yoğurtçuuu!” “-Hikmet Kızım,biraz yoğurt alıver!” Sesi biraz sertçe çıktı babamın. Ben yine oralı olmadım.Çünkü dolabımızda fazlasıyla yoğurdumuz vardı. Ancak, o ses tekrar duyulunca, teklifİ emre dönüştü: “-Kızım,hemen yoğurt al! Sen harcayacak bir yer bulursun. Bulamazsan komşulara verirsin.” “Ama niçin der gibi yüzüne baktım. Dedi ki: “Kızım, bu adamcağız yoğurdunu satabilseydi, bu soğukta bizim sokaktan üçüncü defa geçer miydi?” Yoğurtçunun artık satışı bitirmiş olarak evine, çoluk çocu¬ğuna dönüyor olduğu müjdesi, babamı o gün çok mutlu etmişti. ••• Hacı Anne’nin Beşiktaş’ta oturduğu eski Osmanlı köşkünün alt katı boştur. Babası der ki, “Kızım burasını yaptıralım,değerlendirelim,boş durmasın. Bir kaç fukara hayrımıza oturur inşallah” Hacı Anne,becerikli bir organizatördür;kısa sürede dört küçük daire yaptırıverir. “Babacığım aşağısı tamamlandı.Oturacak fakirleri nasıl bulacağız?”diye sorar. Hacı Cemal Efendi, “Pencerelere kiralık yazıver” deyince de tabii çok şaşırır. “Babacığım biz burayı hayır için yaptırmadık mı?” der. Cevap, tam da Osmanlı inceliğine yakışır tarzdadır: “-Kızım, şimdi biz bu dairelere fakirleri bedava oturtsak, her yerde derler ki: Cemal Hoca ne iyi bir insan…Bizi evinde beleş oturtuyor. Bizi de her gördükçe bolca teşekkür ederler. Ama böyle olmasın. Biz bu daireleri, ederinin yarı fiyatına kiraya verelim. Fukara da ne kadar ucuz diye hemen tutsun. Böyle olursa, bize teşekkür yerine Allah’a şükrederler. Allah’ım böyle uygun ve ucuz bir yeri nasip ettin deyip, kulluğu artırırlar. Sen de bir yolunu bulup, aldığın kiraları onlara fazlasıyla iade eder,böylece sevabımızı artırırsın.

İstanbul Sokaklarında Yoğurtçular

Hacı Anne de gerçekten bu işin güzel bir yolunu bulur. Her ay bir kabul günü düzenler. O fakir ve garip insanları evinde toplar,yedirir,içirir,giydirir,hediyeler verir. Böylece,kira diye alınan para,fazlasıyla iade edilmiş olur. İşte o kabul günlerinden birinde,Cemal Hoca rahatsızlanır,Fatih Camii’ndeki vaazını iptal ederek eve erken döner.Evin kocaman salonunu,kalabalık,cıvıl cıvıl görünce de, sorar: “Kızım, kim bu hanımlar,çocuklar?” “Kiracılarımız, Babacığım” Hocaefendi, bu açıklamayı hiç beğenmez. “Anlayamadım” der. Tekrar, “Aşağıdakiler, kiracılarımız” cevabını alınca da, Hikmet Anne’nin elini tutup kütüphanesine çeker ve şöyle uyarır: “Kızım, bu sözde enaniyet ve gurur var. Cenab-ı Hak bize bu imkânı, böbürlenelim diye değil, şükredelim diye verdi. Niçin MİSAFİRLERİMİZ demiyorsun da, KİRACILARIMIZ diyorsun?”

"O devirde insana hürmet vardı evladım" derdi Hacı Anne.

İNSANA HÜRMET, KİŞİLİĞE SAYGI VARDI.. “O devirde insana hürmet vardı evladım” derdi Hacı Anne. Ve devam ederdi: “Ekmek bile geniş yazma mendillere sarılarak getirilirdi eve. Kokusuyla, görüntüsüyle fakir fukaranın nefsi çekmesin diye... Bu geleneğe, azınlıktan olan gayr-i müslimler bile uyardı. Bizim mahallenin Rum bakkalı Sava, şehit ailele¬rine veresiye ekmek verirdi. Savaş sırasında bile, böylesine bir dayanışma vardı aramızda. Ne de olsa onlar Osmanlı Rumları idi.” İstiklal Savaşı’ndan sonra, Ankara’da Büyük Millet Meclisi kurulunca, Hocaefendi’yi İstanbul milletvekili yapmak istemişler. Fakat o kabul etmemiş: “Biz, vatan, millet ve din için çalıştık. Hizmetimi siya sete alet etmem” demiş. Hocaefendi’ye ve hayrül halefi olan Hacı Anne’ye Allah’tan rahmet dileriz;makamları Cennet olsun. 11


ehmet Niyazi Özdemir’i Türk okuyucusu romanlarıyla daha doğrusu tarihî romanlarıyla tanır. Türk edebiyatında birkaç küçük deneme haricinde büyük Çanakkale destanını romana ilk o taşımıştır, Çanakkale Mahşeri.

TARİHİMİZİ, ROMANLARLA SEVDİREN USTA

MEHMET NİYAZI ÖZDEMİR İLE HASBİHAL;

“HER MEDENİYET, MİLLETİ

KÖRLÜKTEN ALIR”

Bizim medeniyetimizde bu anlamda önemli şehirlerimiz vardır: Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Buhara, Semerkant, Saraybosna, Üsküp, Şam, Bağdat vs. Bu şehirlerde İslam medeniyetinin damgası vardır. Bu şehirlerin aralarında bazı küçük farklar olabilir fakat büyük fotoğrafta aynı değerin parçalarıdır. Yrd.Doç.Dr.Ahmet KOÇAK*

*TC.Medeniyet Üniversitesi

sayı//18// ocak 12

Günümüze neredeyse birkaç türküde kalan Plevne destanını, Kanije savunmasını, Osmanlı cihan devletinin elinden son çıkan toprak parçalarından, hepimizin unuttuğu ve unutturulduğu Yemen’i onun romanlarından okumuşuzdur. Mehmet Niyazi, bugün de 1950’li yılların ortasında başladığı Lise öğrencisinin öğrenme aşkı ve heyecanıyla hâlâ kütüphaneye en erken gelip yine en geç çıkanlardan birisidir. Masası sürekli yazacağı romanların notlarıyla, haritalarıyla doludur. Sağ olsun yoğun mesaisi ve sağlık sorunları yaşadığı şu günlerde Şehir ve Kültür dergisi olarak bizleri kırmayarak zaman ayırdı, medeniyete, kültüre, İstanbul’un son yarım asrına bir yolculuk yapmamıza vesile oldu. Niyazi Bey (Abi), Bir neslin ağabeyi olmanız hasebiyle müsaade ederseniz size “abi” demek istiyoruz. Şehir, medeniyet deyince ilk akla gelen nelerdir? İlk aklıma Medine şehri ve anlamı ile Batı’daki civilisation kavramları beraber geliyor. Biliyorsunuz bu iki kavram aynı anlama geliyor: şehirleşme. Peygamber efendimiz Medine’ye hicret edince Yesrib adını Medine şehrine değiştirerek yeni bir medeniyetin de ilk temelini atmış olur. Her medeniyet körlükten milleti alır, daha rafine hale getirir. Bizim medeniyetimizde bu anlamda önemli şehirlerimiz vardır: Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Buhara, Semerkant, Saraybosna, Üsküp, Şam, Bağdat vs. Bu şehirlerde İslam medeniyetinin damgası vardır. Bu şehirlerin aralarında bazı küçük farklar olabilir fakat büyük fotoğrafta aynı değerin parçalarıdır. Bildiğimiz kadarıyla siz Adapazarı’ndan İstanbul’a geldiniz. Ne zaman geldiniz? O dönemin İstanbul’u nasıldı? İstanbul’a 1956 yılında Haydarpaşa Lisesi’nde yatılı okumak için geldim. Adapazarı’nda Lise yoktu. Hatta Türkiye’nin çok az şehrinde lise vardı. Mesela Maraş’ın Elbistan ilçesine Mükrimin Halil Yinanç adına Bakanlar Kurulu kararıyla lise açılmıştı. Son sınıfta şimdi Meclis başkanımız olan İsmail Kahraman Bey’le aynı şubedeydik. O dönemde İstanbul bugünkü kadar büyük değildi. Anadolu yakasında Üsküdar, Kadıköy; Avrupa yakasında Eminönü tabi Fatih, farklı bir kültürün merkezi olarak Beyoğlu, Boğaziçi’nde bazı köyler vardı. Bayrampaşa ve sonrası tarla, bostanlıktı.


50’li yıllarda İstanbul’un nüfusu yaklaşık olarak 900 bin civarında idi. Şehir mahzun ve kaybettiği Osmanlı’nın özlemiyle dolu, ondan geriye kalan camilerin ve tarihi binaların siluetini taşıyordu. Şehirde 50’li yıllarda bile bu esinti çok belirgindi. Yeni yeni yollar, caddeler açılıyordu. Vatan ve millet caddeleri o yıllarda açılmıştı. 1960’lı yıllarda Üniversite öğrencisiydiniz? Biraz da o yılların İstanbul’undan kültür ortamlarından bahsetseniz? Evet, 1960 yılında İstanbul Hukuk Fakültesine kaydoldum. İstanbul’un kültür mahfilleri biraz da üniversite çevresindeydi. Daha önceki yıllarda liselerin azlığı gibi, üniversite sayısı da fazla değildi. İstanbul, Ankara dışında Erzurum gibi yerlerde yeni birkaç üniversite açılmıştı. Beyazıt Camii’nin yan tarafında Küllük diye bir yer vardı, burası bu mahfillerdendi. Daha sonra burasının bir kısmı Marmara Kıraathanesine taşındı. Biz oraya takılırdık. İlk başlarda kimseyi tanımıyordum. Hatta oraya ilk girişimde şiddetli bir yağmurun yağdığı gün, yağmurdan sığınacak bir dam-altı olarak önüme gelen ilk yer olması hasebiyledir.. Bir hatıramı da paylaşmış olayım: Sonradan meşhur tarihçi Mükrimin Halil Yinanç olduğunu öğrendiğim zat, “Genç, seni bir imtihan edelim” diyerek Tarihle ilgili sorular sorduğunu hatırlıyorum. Bana II: Mahmud’un vefatını sordular. Ben de “1839” diye cevapladım. Daha sonra tam tarihi sordular. Ben de “2 Temmuz 1839” diye cevap verdim. Çok memnun oldular, Tarih hocamın ismini sordular. Ben de “Bedriye Atsız” deyince öğrencisi olduğunu söyledi. Herhalde verdiğim cevaplar tatmin etmiş olacak ki, memnuniyetini ifade eden, beni de teşvik edici sözler söylemişti. Marmara Kıraathanesi bir çeşit gerçek üniversite idi. Neredeyse üniversiteden fazla oralarda vakit geçirir, dönemin edebî ve siyasi sohbetlerini buralarda dinlerdik. Üniversite hocaları, talebeler, Bâb-ı Âli uzak olmadığı için basın dünyasından insanlar, belli yayınevi sahipleri buralarda olurdu. Ziya Nur Aksun, Mükrimin Halil, Ali İhsan Yurt, Mehmet Şevket Eygi, Sezai Karakoç gibi isimler bunlar arasındadır. Fakirin kaleme aldığı Dahiler ve Deliler kitabı biraz da Marmara Kıraathanesinin kısa tarihidir. Niyazi Bey, bildiğimiz kadarıyla üniversiteden sonra eğitiminizi devam ettirmek için yurt dışına Almanya’ya gittiniz. Biraz o yılların ekonomik ve sosyolojik olarak Almanya-Türkiye mukayesesi yapsanız? Almanya’ya tahsil için gidişim 1968 yıllarıdır. Türk işçilerinin Almanya’ya ilk gidişinden birkaç yıl sonraları. Yeşilköy Havaalanı çok küçük bir yerdi. Ancak Almanya bize göre oldukça kalkınmış bir ülkeydi. Şehirleri de öyle tabii. Mesela gittiğim

de Münih şehrinin nüfusu neyse sonra artmadı bildiğim kadarıyla azaldı. Hâlbuki İstanbul nüfusu sürekli çok hızlı artmaya devam etti. Ekonomik olarak da zayıftık. Geriye dönerek yaşadığım bir hadiseyi aktarayım. Lise son sınıfındayken mutfak nöbeti tutardık. Bu nöbet esnasında Amerika’da 1936 yılında saklanan etlerin bizlere gönderildiğini gördüm. 1959 yılında lise öğrencisi iken yurtlarda ta o yıllardan kalan etleri yemeklere katarlardı. Dolayısıyla beslenme de çok zayıftı. O yüzden hastalık da çok olurdu. 1959 yılında gazetelerde şöyle bir başlık hatırlıyorum: “Amerika’dan buğday gelmezse açız.” Ramazanlarda bugünkü gibi nerede öyle iftar yapılacak yerler. İstanbul İmam Hatip Okulu’nda İlim Yayma cemiyeti iftar verirdi, o da tabii belli günlerde. Topbaş ailesini hatırlıyorum, fakire fukaraya yardım edenler olarak.

İstanbul, Ankara dışında Erzurum gibi yerlerde yeni birkaç üniversite açılmıştı. Beyazıt Camii’nin yan tarafında Küllük diye bir yer vardı, burası bu mahfillerdendi. Daha sonra burasının bir kısmı Marmara Kıraathanesine taşındı.

Tabii rahmetle anıyorum, Menderes döneminde önemli atılımlar, kalkınma noktasında çok iyi şeyler yapıldı. Halkın gözü o dönemde açıldı demek daha doğru olur. O dönemde en çok satan gazete yetmiş seksen bin civarındaydı; diğerleri sekiz on bin civarındaydı. Tabii bugünkü gibi çeşit çeşit kitaplar da yoktu. Okuyanlar da büyük hürmet görürdü. Okumak kıymetliydi, üniversiteyi herkes okuyamazdı. Tarihi, romanlar üzerinden sevdiren adam olarak, siz yazdığınız her romandan sonra mutlaka eserinizde anlattığınız yerleri giderek yerinde gezdiniz. Biraz da bunlardan bahseder misiniz? Çanakkale Mahşeri romanını doksanlı yıllarda kaleme almaya başladığım da henüz Gelibolu yarımadasının yolları bile açılı değildi. Gelip giden de neredeyse yok denecek kadar azdı. Elimde 13


insanın manen huzur bulduğu yerlerdir. Buraları genç yaşlarda ziyaret etmek lazım. Kudüs’ün ayrı bir yeri vardır. Semerkant, Buhara bizi köklerimize götürür. Saraybosna, Üsküp bize ecdadımızın fetih ruhunu hatırlatır. Oralarda gezerken ayrı bir manevi hava hissedersiniz. Ecdadın ruhunun oralarda olduğunu hissedersiniz. Caddeleri, sokakları sizdendir. Sıcaktır, samimidir. Ziyaret etme imkânım olmamakla birlikte İslam medeniyetini kök saldığı Şam ve Bağdat ve Kahire bu şehirler arasındadır. Tabii, her şehrimizin ayrı güzelliği vardır. İstanbul dışında, Konya, Bursa, Edirne, Erzurum, Sivas gibi şehirler köklerimizi bulduğumuz şehirlerdir. Biraz da okuyarak, şuurlu bir seyahat yapmak lazım. İstanbul’da Topkapı Sarayı ilk ziyaret edilecek yerlerden birisi olması lazım. Padişah türbeleri, Süleymaniye, Sultanahmet, Beyazıt, Nuru Osmaniye gibi Camileri yapılış hikâyeleri, mimari özellikleri, yapıldığı devri okuyarak ve öğrenerek ziyaret etmek lazım. Şimdi bilinç deniliyor, şuur böyle kazanılır. Şehir ve Kültür dergisi olarak bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Estağfurullah, asıl biz teşekkür ederiz. Küçük bir katkımız olursa memnuniyet duyarız.

Bir hatıramı da paylaşmış olayım: Sonradan meşhur tarihçi Mükrimin Halil Yinanç olduğunu öğrendiğim zat, “Genç, seni bir imtihan edelim” diyerek Tarihle ilgili sorular sorduğunu hatırlıyorum.

haritalarla, tuttuğum notlarla cepheleri karış karış dolaştım. Tabii her savaşımız, zaferimiz önemlidir, ancak Çanakkale bambaşka. Buraların evlatlarımıza, gençlerimize iyi anlatmamız lazım. Milletleri ayakta tutacak olan şey tarih şuurudur. Her şey gelip geçer, ancak iman, vatan, bayrak şuuru kalıcıdır. Bunları ne kadar yapabildik, yapıyoruz, bilemiyorum. Ah Yemen romanını yazarken Yemen’e gittim. İstanbul’a beş altı bin kilometrelik bu yerler yüz yıl önce Osmanlı topraklarının bir parçasıydı. Bugün oralarda eskiye olan sevginin hala var olduğunu yerinde şahit oldum. Plevne’yi yazınca da bir kahramanlık destanının yaşandığı bu tarihi beldeyi yerinde görmek için oraya Plevne’ye gittim. Kanije’de sıhhatim elvermediği için Kanije Kalesini ziyarete edemedim. Tarihin dışında kaleme aldığım İki Dünya Arasında romanı Almanya-Türkiye arasındaki bir bağı anlatır. Orada işçilerimizin hayatına dair birinci elden doğru ve gerçek bilgileri bulabilirsiniz. Okuyucularımıza, özellikle gençlere hangi şehirleri görmelerini, bir kültür ve medeniyet şehri olarak İstanbul’un nerelerini gezmelerini tavsiye diyorsunuz? Bizim medeniyetimiz ve tarihimiz için önemli şehirler, mekanlar vardır. Mesela Mekke, Medine

sayı//18// ocak 14

MEHMET NİYAZİ ÖZDEMİR 1942 yılında Sakarya'nın Akyazı ilçesinde doğdu. İlk ve orta eğitimini Adapazarı Akyazı’da, liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde bitirdi. Yükseköğrenimine İstanbul Hukuk Fakültesinde devam etti. Akademik çalışma yapmak için yurt dışına çıktı. 1976 yılında "Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler" konulu çalışmasıyla Almanya’da doktorasını tamamladı. Daha çok tarihi konularda yazdığı romanlarıyla tanınan yazarın, medeniyet, Türkiye’nin sosyal meseleleri, devlet felsefesi gibi fikrî temelli eserleri de vardır. Bunlar arasında, Bir İmam Hatiplinin hayatını konu alan Varolmak Kavgası, Araştırma eserleri olarak İslam Devlet Felsefesi, Türk Devlet Felsefesi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği bunlardan birkaçıdır. Tarihi roman vadisinde kaleme alınanlar ise, Çanakkale Mahşeri, Yemen! Ah Yemen! Plevne, Kanije, Yazılmamış Destanlar sayılabilir.


DÂR’I DÜNYA SÖYLENTİLERİ (İkinci Mektup) Yaşımı yaşadım, şükür Çeyrek ekmeğim helâl / ve başucumda bir yudum su Borcum-derdim kalmadı Vaktim de gelmişti doğrusu Ve vakti gelmişti orda onlarla buluşmanın En güzel hatıraları akılda tutup. Efkâr dağının ardında yâni - kaygılardan âzâde İnsanları unutup.. Ve her şeyi unutup, / kaçak bir bulut gibi Terk ettim geceyi en tenha yerde Tanrım, onlar hiç mi uyumaz; Ayaz ve böcekler benden ilerde. Kitaplarım bu yakada kaldı Fark etmez, zaten gözlerim fersiz Uzatıp, ayaklarımı yatacağım Yazdan-kıştan habersiz.. Aslında yol uzak değil, yakın, Ama adımlar ardımsıra dürülmekte Kimse üzülmese ne var, Yeter, küçük bir sızı yürekte.. Çocuklar telâş edecekler, biliyorum Ve kurşun gibi evin havası Bu bir hikmet değil evlâdım - Aya doğru uçan kuşun Ağaçta kalır yuvası Bir yer verdiler bana, Şehirden uzak ve sâkin ve umarsız. Bir bahçem var, geceye bakar, / ne güzel Fakat burada geceler aysız.. Hatırınız var olsun, sizler sağolun Sırtıma giydiğim artık son mevsim Siz zahmet etmeyin, yolu bulurum ben Yalnız giderim, kimse gelmesin

Kâmil UĞURLU 15


OSMANLI’NIN BACI BEYİ, DEVLET ANASI;

HAYME ANA Onu tanımadan, bilmeden ne Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerini, ne de kurulan Osmanlı devletinin devlet anlayışını anlamak mümkün değildir. Zaten ona da bu yüzden yani devlet kuruluğunu atıf olarak “devlet ana”, o sürece gelene kadar da önderlik fonksiyonu belirtmek için “Bacı Bey”, “Bey Ana” hatta savaşçılık fonksiyonu belirtmek için de “Gazi Bey” denmiştir. Mustafa ÖZÇELİK

AYME ANA: KAYI BOYU’NUN ÇADIRI Kaynaklar, Osmanlı’nın kuruluş devrinin dinamiklerini açıklarken dört önemli örgütlenmeden bahsederler. Bunlar, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde birer gönül eri olarak hizmet veren “Abdalan-ı Rum”, aynı gaye için gaza eden “Gaziyan-ı Rum”, sosyal örgütlenmeyi, iktisadi hayatı düzenlemeyi sağlayan “Ahiyan-ı Rum” ve belki de bu üç örgütün bütün görevlerini de üstelenen “Bacıyan-ı Rum” dur. Çünkü onlar kadın olarak, hem ahilik yoluna bağlı olarak birer kadın-derviş, erkekleri savaşta iken obalarını düşmanlarına karşı koruyan, hatta kimi zaman gazalara da katılan, tıpkı ahiler gibi sosyal örgütlenmede rol alan kişilerdir. Bunlar aralarında öyle bir kadın vardır ki, onu tanımadan, bilmeden ne Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerini, ne de kurulan Osmanlı devletinin devlet anlayışını anlamak mümkün değildir. Zaten ona da bu yüzden yani devlet kuruluğunu atıf olarak “devlet ana”, o sürece gelene kadar da önderlik fonksiyonu belirtmek için “Bacı Bey”, “Bey Ana” hatta savaşçılık fonksiyonu belirtmek için de “Gazi Bey” denmiştir. Sözünü ettiğimiz isim, bu kutlu isim Hayme Ana’dır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını düşünürken aklımıza doğal olarak ilk önce, beyliğin kurucusu Osman Gazi, onun konumunu anlamlandırmak açısından ise babası Ertuğrul Gazi, Anadolu’ya göç yolculuğunun bir kısmında beyliğin başı olan Gündüz Alp ismi gelse bile bütün bunların üstünde bir Hayme Ana gerçeği vardır. Gündüz Alp’in eşi, Ertuğrul Gazi’nin annesi ve Osman Gazi’nin ninesi olan bu kadın, Anadolu Selçuklularından sonra küçücük bir beyliği, yüz elli yıl gibi kısa bir sürede büyük bir imparatorluğa doğru tarihi bir yürüyüşe geçiren, 7000. km. süren bu yürüyüşü başarıyla tamamlatan bu isimdir. Fakat onun bu fonksiyonunu anlayabilmek için biraz daha gerilere gitmek gerekmektedir. TÜRKİSTAN’DAN DOMANİÇ’E Hayme Ana’nın da mensubu olduğu Kayı Boyu’nun asıl vatanı Türkistan’dır. Biz, onları 13. asır başlarından itibaren Batı’ya göç edenler arsında görürüz. Bu göç, daha sonra Domaniç’te noktalanacak ve orada bir cihan devletinin kurulmasını sağlayacak uzun bir yürüyüşün hikayesidir aslında…Tahminen 1220 yıllarında diğer Türk boyları ile Ceyhun nehri geçilerek İran yoluyla Azerbeycan’a gelen Kayılar, bir süre Horasın bölgesinde kaldıktan sonra peşlerindeki Moğollar’dan korunmak için yönlerini Anadolu’ya çevirirler. Anadolu’daki durakları arasında Ahlat

sayı//18// ocak 16


ve Adilcevaz, Malazgirt, Eleşkirt gibi yerler bulunmaktadır. Bu süreçte Anadolu’da yapılan gazalara katılırlar. Yaklaşık 8 yıl sonra Amasya taraflarına, oradan Halep havalisindeki Caber kalesi yakınlarına gelirler. İşte bu uzun yürüyüş hikayesinin en önemli olayı burada meydana gelir. Ve Kayı Beyi Gündüz Alp, -ki kimi kaynaklarda Süleyman Şah olarak da bilinir- Fırat Nehrini atıyla geçerken suda boğulup ölür. Bu durum, oba arasında bundan sonra nereye gidileceği konusunda büyük bir ihtilafa sebep olur. Gündüz Alp ve Hayme ana çiftinin dört oğulları vardır. Büyük oğullar Sungur Tekin, Gündoğdu, ve küçük oğullar olarak da Ertuğrul-Dündar….Bu hadise üzerine Sungur Tekin ve Gündoğdu, Hayme Ana’nın bütün itirazlarına rağmen kendilerine tabi aşiretin büyük bir kısmıyla beraber asıl vatan olan Orta Asya’ya geri dönerler. Ertuğrul ve Dündar ise, annesinin dirayetli kararıyla güzergahlarını değiştirip Urfa yoluyla Fırat’ı geçip Erzurum Pasinler civarına gelirler. Artık boyun başında Hayme Ana vardır. Zira eşinin vefatından sonra, onun görevini Hayme Ana üstlenir. Ertuğrul, resmen bey olarak seçilmiştir ama; onu çekip çeviren Hayme Ana’dır. Dündar ise çok küçüktür. Pasinler, Anadolu Selçuklu devleti sınırları içindedir. Bu yüzden Selçuklu bünyesinde gazalara katılırlar. Fakat daha sonra Moğol istilasının bu bölgeye yayılması üzerine yönlerini tekrar batıya çevirip Kayseri’ye gelirler. Bir rivayete göre Selçuklu’dan yurt talebi burada gerçekleşir. Hayme Ana, Sarı Batu(Savcı Bey’i) yurtluk vermesi için Sultan Alaeddin’e göndererek “bize de yurt versin, gaza edelim” der. Bu haber sevindirir sultanı…Ve Ankara civarındaki bir yeri onlara verir. Haberi alan Ertuğrul, obasını toplayarak yürüyüşe geçer. Yürüyüşün bir sonraki durağı Refahiye Zara, Sivas, Elmalı, Suluca Karahüyük derken belirttiğimiz yere gelirler. Bu yer, bugün “Haymana” diye bildiğimiz yerdir. Bu ad, oraya burada kısa süre eğlenen Hayme Ana’nın hatırasına verilmiştir. Ve Hayme Ana artık tarihi rolünün gereğini yerine getirmek üzere daha da ön plana geçir. Burada başka bir rivayetten daha söz edelim ki Hayme Ana’yı daha iyi tanıyalım. Buna göre Savcı Bey, yurt talebiyle Konya’ya geldiğinde, obası da Ankara’ya doğru harekete geçmiştir. Sivas yakınlarında Selçuklu ordusu ile Moğol ordusunun savaştıklarını görüler. Hangi tarafta yer almaları gerektiğini istişare edeler. Oba büyükleri “ Galip olana katılıp şerrinden kurtulmak hayırlıdır” dediklerinde Hayme Ana “Galibin buna ihtiyacı yoktur. Mağlup olana yardım etmek yiğitliktir.” Ardından da Selçukluları kastederek “Ayrıca aynı ceddin torunları olduğumuz

kardeşlerimize yardım gerekir.” Der. Sonuçta Kayılar Selçuklu saflarında Moğollara karşı savaşırlar ve onların mağlup olmasını sağlarlar. İşte Sultan Alaeddin bu haberi alınca Kayılara iltifat ve minnetini bildirmek ister ve Ankara Haymana civarını onlara yurt olarak verir. Bir başka rivayet de şöyledir. Kayılar, Haymana ovasında bir süre kalırlar. Selçuklunun son günleri yaklaşmaktadır. Bu durumu gören Muhlis Paşa, Ahi Evren, Şeyh Edeali, Hacı Bektaş veli gibi “Abdalan-ı Rum” mensubu erenler bir araya gelerek yeni bir devletin kurulması gereğini konuşurlar. Umut veren beylik Kayılardır. Kırşehir’de Ertuğrul gaziyle bir görüşme yapılır. Daha sonra Selçuklu devlet adamları nezdinde girişimde bulunarak Kayılar için Domaniç ve Söğüt tarafları yurtluk olarak istenir. Bu Selçukluların da işine gelir zira bu bölgeler sınır bölgeleridir ve merkezi güçlerin buraları korumaları giderek zorlaşmaktadır. Bunun ne kadar isabetli karar olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. Nitekim çok geçmeden İznik’teki Bizans imparatoru Anadolu’yu yeniden ele geçirmek üzere harekete geçer. Alaeddin bu durum üzerine ordusuyla Sultanönü (Eskişehir) tarafına geldiğinde Ertuğrul Gazi kendisine iltihak eder. Alaeddin, onu ordunun başına getirir ve onun başkanlığındaki Selçuklu ve Kayılardan oluşan ordu Bizanslıları yener. Bu başarı Alaeddin’i sevindirir. Sultanönü’nü yurt olarak verir. Bunun ardından Karacahisar fethi de Ertuğrul Gazi sayesinde gerçekleşir. Ardından Söğüt alınır. Bu başarılar üzerine padişah ona mükafat olarak Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak verir. Kaynaklarda farklı rivayetler olsa da Kayıların bu bölgeye gelişlerinin hikayesi özetle böyledir.

Oba büyükleri “ Galip olana katılıp şerrinden kurtulmak hayırlıdır” dediklerinde Hayme Ana “Galibin buna ihtiyacı yoktur. Mağlup olana yardım etmek yiğitliktir.”

HAYME ANA’NIN ROLÜ Tabi bütün bu süreçte en aktif rol, Hayme Ana’nındır. Bunu anlamak için başa tekrar dönmemiz gerekiyor. Onun ilk önemli fonksiyonu, kocası Gündüz Alp’in ölümünden sonra iki oğlundan ve binlerce çadırlık soyundan kopmayı göze alarak Ertuğrul’un yanında yer alması ve dağılma noktasına gelen Kayıları Ertuğrul önderliğinde toparlayıp Batı’ya göç ettirmesidir. Bu son derece dirayet gerektiren bir durumdur. Eğer o, Selçuklu Moğol-Selçuklu savaşında Selçuklu tarafında yer almasaydı tarihin gidişi beklide daha farklı olacaktı. Nitekim, bu strateji sonucunda Kayılar, üst üste kazandıkları savaşlarla Anadolu’da kendilerine güven duyulan bir topluluk haline gelmişler bu da onların Anadolu’da giderek tek hakim gücü olmalarını sağlamış ve böylece imparatorluğa giden yol açılmıştır. 17


Hayme Ana Türbesi

Hayme Ana’ya yüklediğimiz bu fonksiyonu, Oğuz Türklerinde kadının rolünü anlayamazsak abartılı bulabiliriz.

Hayme Ana’ya yüklediğimiz bu fonksiyonu, Oğuz Türklerinde kadının rolünü anlayamazsak abartılı bulabiliriz. Göçer bir toplumda, yerleşik hayata geçen toplumlardaki gibi çok keskin çizgilerle ayrılmış bir kadın erkek hayatı yoktur. Savaşırken de barış zamanlarında da kadın ve erkek aynı hayatı yaşarlar, Kadın da erkeği gibi ata biner. Kılıç kullanır. Zaten “Bacı bey” “Gazi ana” gibi Hayme Ana için söylediğimiz sıfatlar aslında toplumsal yapı içinde bir statüyü de ifade ederler yani bir tür askeri terimdir. Ayrıca erkekler neredeyse sürekli gazada olduğu için evin ve boyun yönetimi, dirlik ve düzenin sağlanması hep kadınların işidir. Başka bir deyişle erkek bileği kadın yüreğini ardına güvenle alarak savaşını sürdürebilmektedir. İşte burada, bir “baş” gerekmektedir ve boy kendi içinden böyle birini mutlaka çıkaracaktır; ama başın başarılı olması elbette onun donanımıyla doğrudan ilgilidir. Yani bilgi, görgü cesaret, uzak görüşlük…gibi hususlara sahip olmalıdır. İşte Hayme Ana, bir bey karısı olarak bu nitelikle fazlasıyla sahip olduğunu bu uzun göç yolculuğunda başarıyla göstermiş bir anadır. Sadece kendi çocuklarına değil, bütün boyuna analık yapmıştır. Onlara “çadır” olmuş-ki Hayme adını da kendisine bu yüzden verilmiştir.gölgesinde barındırmış, korumuş, göç gibi zorlu bir olayın tehlikelerinde onlara umut olmuş, inanç aşılamıştır. Hayme Ana, bu fonksiyonunu göçün bitip kendilerine yurt olarak verilen topraklara yerleştiğinde de göstermiştir. Gazalar, devam ediyor olsa da artık yerleşik hayata geçmişlerdir. İşte onun “Bacıyan_ı Rum” vasfı bu noktada kendi daha çok göstermiş, onu bu olgunluk yaşında kadınların eğitimi, meslek öğrenmeleri, gibi hususlarda hep onların başında ve önünde olmuştur. Yine yoksullara yardım, çevredeki Bizanslılarla iyi ilişkiler kurma, gelen konukları

sayı//18// ocak 18

ağırlama…gibi sosyal hayatta sorumluluk gerektiren her türlü işin başında da yine o vardır. Dahası ona ait olduğu rivayet edilen ve oğlu Ertuğrul Gaziye söylediği öğütler, onun aynı zamanda Osmanlı’nın devlet olarak kuruluş felsefesini de kurduğunu gösterir. Bu öğütnamede göç hikayesini özetledikten sonra şunları söyler: “Boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara adil davran. Adaletten ayrılma ki, insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin. Ululuk isteyen töreden ayrılmasın. Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla tatlı üzüm olur. Oğul, beylik dermekle, ağalık vermek iledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut.” Bu sözler, Osmanlı devletinin kuruluş paradigmasıdır. Zaten öyle olmasa idi asırlar oyunca ayakta nasıl kalabilirdi ki..Bu ilkelere samimiyetle bağlılıktır ki, Bizanslıların ağırlıkta olduğu ve dünyanın her tarafından göç alan karmaşık bir coğrafyada farklılıklar içinde birlikte yaşamanın tecrübesi oldu Osmanlı… VEFATI Bir yayla dönüşünde Hayme Ana hastalanır. Bu durum, bütün obayı çok üzer. Başında Kur’anlar okunur, adaklar adanır ama nefesleri sayılıdır artık. Oba halkı, büyük bir yasa bürünür. Son bir arzusu vardır: Kara Osman’ı görmek… Onu görüp öpüp okşadıktan sonra ruhunu teslim eder. Mezar çadırın bulunduğu yere kazılır ve defnedilir. Hayme Ana’nın bu son arzusunun Osman’ı görmek olması boşuna değildir. Osman onun için, çok önemlidir. Kayı’nın umududur. Zira, devletin kurucusu olacağın daha küçük yaşlarında arkadaşlarından ve kardeşlerinden çok farklı olan yiğit karakteriyle ninesine adeta ispat etmiştir. Yani Hayme Ana, doğumunda ebe olarak bulunduğu, dahası, bir çamın dallarına kurduğu salıncakta büyüttüğü Osman’da devletin geleceğini görmüştür. Bu arada şunu da söyleyelim: Uzmanlarınca yaklaşık 750-800 yıllık bir çam olduğu belirlenen bu çam” beşik çamı” olarak da bilinmektedir. 1987 yılına kadar ayakta kalmayı başarmış, fakat o yıl şiddetli bir rüzgar sonucunda yıkılmış, Kültür Bakanlığınca 1990 yılında anıt ağaç olarak tescil edilerek koruma altına alınmıştır ki bir hatıraya hürmet anlamında bu çok olumlu bir hareket olmuştur. TÜRBESİNİN YAPILMASI Hayme Ana, Osmanlı tarihi boyunca, elbette saygıyla anılan bir isim olmuştur. Fakat kabri


konusunda bir manada unutulmaya terk edilmiş, yahut onun menkıbelere de karımış hayatıyla yaşaması belki de daha doğru görülmüştür. İşin aslı nedir bilinmez ama bilinen şu ki Fırat’ı geçerken boğulup ölen Gündüz Alp(Süleyman Şah)’in türbesini asırlar sonra tamir ve imar ettirmek nasıl 2. Abdülhamit’e nasip olmuşsa Hayme Ana’nın türbesini yaptırmak da ona nasip olacaktır. 2. Abdülhamid soyağacında gördüğü büyük ninesi Hayme Ana’nın kabrinin peşine düşer. Saraydan Domaniç taraflarına bir heyet gönderir. Heyetin amacı Domaniç’te olduğu bilenen fakat yeri bilinmeyen kabri bulmaktır. Heyet, Çarşamba’ya gelir. Köylülerle mezar meselesini konuşurlar. Burada bir köylü, evinde sakladığı dedesinden kalma ceylan derisi üzerine yazılı bir belgeyi ona verir. Belgede Hayme Ana’nın mezarının Çarşamba’da olduğu yazılıdır. Hatta bir menkıbe de vardır bu konuda…Buna göre, yaşlılar, mezar yeri olarak muhtemel üç yer gösterirler. Çünkü kesin olarak onlar da bilmemektedirler.. Bu mezarlar ziyaret edilir. Heyetten biri ise bu esnada Kur’an’dan ayetler okumaktadır. Son mezara geldiklerinde ayetler okunurken mezardan bir işaret gelir. Böylece mezarın kendini belli ettiği, buranın Hayme Ana’nın mezarı olduğuna karar verilir. Durumdan haberdar olan padişah, derhal Bursa valisi Mahmut Paşa’ya emir verir ve Hayme Ana’nın türbesinin yapılmasını ister. 1892 de Türbenin yapımı biter. Bir de aynı köyden bir türbedar görevlendirilir. Padişahın, her yıl düzenli olarak türbenin ödeneğini gönderir. Ayrıca Hayme Ana’nın hatırasına mezarının bulunduğu Domaniç’e de ayrı bir önem verir. HAYME ANA’YI ANMAK Hayme Ana, bir vefa duygusuyla anılmaktadır. Dahası bu anma şölenleri, daha ölümünün ardından başlamıştır. Vefatını duyan bütün çevre beyler, Kayı halkıyla birlikte cenazesi kaldırıldıktan sonra bizzat Ertuğrul Gazi’nin eliyle dağıtılan etli bulgur aşı dağıtılmıştır. İşte bu gelenek sonraki yılarda da devam etmiş, Kabrinin bulunmasından sonra başta Karakeçili Yörükleri olmak üzere mezarı onu sevenler için bir ziyaretgah olmuştur. Eski bir Türk geleneğini yaşatmak adına mezarı etrafında 3 veya 7 kez dönülür. Kurna ve mevlid okutulur. Sonra Ertuğrul Gazi’den gelen aş geleneği gereğince aş dağıtılır. Yemekten sonra ise ok atılır, cirit oynanır. Bütün bunların yapılmasına bundan sonra da devam edilebilir, edilmelidir de… Yine bu anlamda son yıllarda devlet erkanını da bu törenlere katıldığını biliyoruz. Domaniç’te her yıl eylül ayının ilk haftasında Hayma Ana’yı anma şenlikleri yapılmaktadır. Fakat burada önemli olan nokta, Hayme Ana’nın sadece

Sadece kendi çocuklarına değil, bütün boyuna analık yapmıştır. Onlara “çadır” olmuş-ki Hayme adı da kendisine bu yüzden verilmiştir.

kıymetli bir hatıra olarak hatırlanmaması, onun niteliklerinin insan yetiştirme politikamızda dikkate alınmasıdır. Hayme Ana, bir kadın, bir eş, bir anne, bin nine, bir toplumsal önder, bir yiğitlik, karakter abidesi olarak ele alınmalıdır. Yine oğlu Ertuğrul’a verdiği öğütler de aynı şekilde toplumsal yapının değerleri haline getirilmelidir. Aksi, tarihi tüketmek hatta yozlaştırmak olur. Burada şu da söylenebilir. Bütün bu anlatılanlar tarih mi menkıbe mi? Elbette menkıbeler ağırlıkta..Ama olmayan, yaşanmayan bir şeyin menkıbesi olmaz. Zaten, Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişleri, burayı yurt edinmeleri, buradan Avrupa içlerine kadar ilerlemeleri tarihsel olarak düşünüldüğünde bunların da genel hatları itibariyle menkıbelerle örtüştüğü örülür. Menkıbeleştirmek olayı, canlı tutmanın da bir gereği olarak ortaya çıkar. Çünkü tarih kitaplarında ruh yoktur ama menkıbelerde vardır. Dahası, bunu bilen Osmanlı irfanı buna hep önem vermiş ve kurulup imparatorluk oluşunu bile bir rüya olayıyla açıklamıştır. Rüya deyip geçmeyelim. Rüyası ve hayali olmayan milletlerin gelecekleri de olmaz. Rüya ve hayal, milletin önüne koyduğu uzun vadeli bir hedeftir ve ona doğru yürür. Kim bilir Hayme Ana’da Orta Asya’dan çıkarken soyunun Hz. Peygamber’in İstanbul’u fetih müjdesine muhatap olacak bir boy olması için dua etmiş, o uzun göç yolculuğu öyle başlamıştı. Kadir ve ferasetin birleştiği ince çizgi bu olsa gerek. Kaynakça:

• Hayme Ana’yı Anma ve Domaniç Şenlikleri, Kütahya Valiliği, Kütahya, 2004 • Hayme Ana ve Domaniç, Kütahya Valiliği(tarihsiz) • Kütahya Araştırmaları, Kütahyalılar Kültür ve Dayanışma Derneği, Bursa, 2004 • Horasan Erenleri, Mehmet Hakan Aslan, İstanbul, 2006 • Söğütten Çınara, H. Gökçe, M.B.Dördüncü, L. Genç, İzmir, 2006 • Hasan Efe, “Hayme Ana”, Vilayetlerin Sultanlığından Faziletlerin Sultanlığına Osmanlı Devleti, Kütahya 1999,

19


nadolu’da yaşayan müslüman Türklerin yeşertip büyüttüğü ahilik kültürünün temel hedefi; Fütüvvet öğretisindeki “ideal müslüman insan” tarifini hayata geçirmek olmuştur.

AHİLİK KÜLTÜRÜNÜ, İKTİSADİ ALANA TAŞIYAN AHİ-ESNAF TEŞKİLATI VE KURUCUSU;

AHİ EVRAN

Delikanlı-genç-yiğit manalarına gelen feta kelimesinden türeyen fütüvvet “ideal müslüman insan”ı tarif eder. Feta ve fütüvvet kavramlarının bilinen şahsiyetler üzerinden açıklanması, genellikle Gölpınarlı’nın Sülemi’den aktarımıyla verilmektedir. Dr. Çiğdem GÜRSOY *

Fütüvvetin fikri manada ortaya çıkışı ve olgunlaşması, Arap-İslâm mutasavvıflarının çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. Delikanlı-gençyiğit manalarına gelen feta kelimesinden türeyen fütüvvet “ideal müslüman insan”ı tarif eder. Feta ve fütüvvet kavramlarının bilinen şahsiyetler üzerinden açıklanması, genellikle Gölpınarlı’nın Sülemi’den aktarımıyla verilmektedir. “Melâmeti şeyhlerinden bazılarına, sizce fütüvvet makamını kim kazanır, feta adını kim hak eder diye sorulunca dediler ki, Allah hepsine rahmet etsin, kimde Adem’in özür getirmesi, Nuh’un sebatı, İbrahim’in vakarı, İsmail’in doğruluğu, Musa’nın ihlası, Eyyub’un sabrı, Davud’un anlayışı, Muhammed’in cömertliği varsa, yine Allah hepsinden razı olsun kimde Ebubekir’in acıması, Ömer’in hamiyeti, Osman’ın utangaçlığı, Ali’nin bilgisi bulunursa sonra da bütün bunlarla beraber nefsini horlar, ayıplarını görürse o kimse fütüvvet sahibidir. Feta adını hak eder.” Açıklamada geçen sıfatları yan yana getirdiğimizde fütüvvetin ana hatları da belirlenmiş olmaktadır. Ayrıca sayılan sıfatların birer erdem olduğu görülmektedir. Bu erdemleri, elde güç/imkan varken hayata geçirebilmenin zorluğu belirtilir. Daha da önemlisi, imkansızlık durumlarında erdem sahibi olmanın değerine vurgu yapılır. Fütüvvet “amelsiz ilme değer vermez”. Fütüvvet; kudreti varken affetmek, Devleti varken tevâzu göstermek, Darlık zamanında cömertlik etmek ve Minnetsiz ihsânda bulunmaktır. 1180-1225 yılları arasında Abbasi Halifesi olan Nâsır Lidinillâh’ın 1182’de fütüvvet teşkilatına girmesiyle birlikte fütüvvetin siyasi otoriteye bağlandığı bilinmektedir. Halifenin yaptığı çağrı doğrultusunda, İslâm aleminden fütüvvet teşkilatına giren liderlerin arasında, Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzettin Keykavus ve ardından tahta çıkan I. Alaaddin Keykubat da bulunmaktadır. Selçuklu sultanlarının fütüvveti benimsediği bu dönemlerde Nâsır’ın danışmanı ve yardımcısı Sühreverdi’yi Anadolu’ya göndermesiyle başlayan süreçte, ahilik kültürünün ve ahilik teşkilatının tohumlarının ekildiği anlaşılmaktadır.

*TC. Maltepe Üniversitesi, Dr. Öğretim Görevlisi.

sayı//18// ocak 20

Bu manevi iklimi hazırlayan süreç, 13.yy’ın başlarında Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in aralarında İbn-i Arabi, Kirmani


ve öğrencisi Ahi Evran’ın da bulunduğu ilim adamlarını Anadolu’ya davet etmesiyle başlamıştır. Ayrıca bu dönemde, davet edilen ilim adamlarının yanısıra, Moğol saldırılarından korunmak için Anadolu’ya gelen esnaf ve sanatkarlar da bulunmaktadır. Teşkilatlanma sırasında ve sonrasındaki hızlı yayılmada, bu yetişmiş insan gücünden oldukça yararlanılmıştır. Ahilik kültürü, hazırlanan iklim ve ekilen tohumlar sayesinde, fütüvvet öğretisini temele alan müslüman Türkler tarafından ilk kez Anadolu’da yeşertilerek hızla yayılmıştır. Kültürün etki alanının genişlemesinde aynı dönemlerde kurulan ahi-esnaf teşkilatının rolü büyüktür. Teşkilatın kurucusu Ahi Evran adıyla bilinen, Şeyh Nasıruddin Mahmud bin. Ahmet el-Hoy 1171 yılında İran’ın Hoy kentinde dünyaya gelmiştir. Felsefe ve tefsir eğitimini Fahreddin Razi’den, tasavvufi eğitimini Ahmet Yesevi’nin öğrencilerinden alan Evran’ın, Evhadüddin Kirmani’ye intisap ettiği bilinmektedir. Aldığı eğitimlere ve eserlerine bakıldığında kendisinin ilim, fikir ve felsefe adamı olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, İbn-i Arabi ve Sadreddin Konevi’nin çağdaşı olan Evran, hocası Razi gibi ibn-i Sina ve Farabi’den oldukça etkilenmiştir. Siyasetname, vasiyetname, felsefe türündeki eserleri ile İbn-i Sina, Fahreddin Razi ve Konevî’den yaptığı tercümelerden 20 tanesi Prof. Dr. Mikail Bayram tarafından ortaya çıkarılmıştır. Siyasetnameler, Anadolu Selçuklu sultanları I. Alaaddin Keykubat ve II. İzzettin Keykavus ile devrin tanınmış komutanlarından Celaleddin Karatay ve Seyfeddin Tuğrul’a yazılmıştır. II. Keykavus’a sunulan siyasetname tarzındaki Letaifi-i Hikmet adlı eserinde Evran; insanların medeni tabiatlı yaratıldıklarını vurgulamış, ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamayacaklarını bu yüzden herkesin birbirine muhtaç olduğunu belirtmiştir. Yaratılıştan yatkın olunan bir mesleğin bulunduğu ve bu meslekte uzmanlaşmak gereğine dikkat çekmiştir. Alanlarında uzmanlaşan kişilerin, bir düzen etrafında kümelenerek hem kendilerine hem de bulundukları topluma faydalı olacakları kaydedilmiştir. Ayrıca Evran’a göre; insan ruhunda teorik ve pratik güçlerin varlığı söz konusudur. İlim tahsili sonunda teorik olarak insan ruhunda meydana gelen irade ve kudretin, pratik gücü ortaya çıkardığını belirten Evran, bunun iş ve üretime yönlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Aynı eserinde iş ve üretimin verimli olabilmesi için iktisadi yönden teşkilatlanmanın gereğine vurgu yapılmıştır. Yazılanlar pratiğe geçirilirken ilk aşamada, kişilerin tahsil görerek içlerindeki kuvveti/ enerjiyi keşfetmeleri sağlanmıştır. Sonrasında biriken potansiyel enerjiyi meslek kazanmaları

Kırşehir Ahi Evran Camii

yönünde harekete geçirip, birbirlerine ve topluma faydalı olmaları için eğitilmişlerdir. İşte bu yetişmiş iş gücünün teşkilatlanarak düzen içinde çalışması, iktisadi kalkınmayı da beraberinde getireceği varsayımından hareketle ahi-esnaf teşkilatı kurulmuştur. Teşkilata giren ahiler, Evran’ın görüşleri doğrultusunda yetiştiğinden; insanların ihtiyaçlarını karşılamanın Allah’ın buyruğu olduğunun bilincinde olarak uğraşılarını vermişlerdir. Maddi ve manevi dünyayı bir arada yürütmüşler ne dünya malı için maneviyattan vazgeçmişler, ne de zühd felsefesini benimseyip dünyadan el etek çekmişlerdir.

Ahiliğin Açık Şartları : Elini, Kapını, Sofranı Açık Tut. Ahiliğin Kapalı Şartları : Dilini, Gözünü, Belini Bağlı Tut,

Ahiliğin, teorideki fütüvvet öğretilerinin hayata geçirilme safhasıdaki uygulama alanı olduğunun bir kez daha altını çizmekte fayda vardır. Bu kapsamda, ahilik kültürü ile ahi-esnaf teşkilatını birbirinden kesin çizgilerle ayırmanın işin özüne aykırı olduğu düşünülmektedir. Ayrıca tarihteki bu tür uygulamalar, sadece iktisadi değil aynı zamanda sosyal düzenin oluşturulabilmesi ve sürdürülebilirliğinin sağlanması adına, sivil ve kamusal örgütlenmelerin olmadığı devirlerde önemli roller üstlenmişlerdir. Bu itibarla, topluma şahsiyetleriyle örnek olan ahiler herkes tarafından sevilen, güven duyulan, saygı gören ve huzuru sağlayan kişiler olmuşlardır. Ahi-esnaf teşkilatlanması ise tam da bu aşamada, 13.yy’dan itibaren sahneye çıkarak insanları meslek erbabı yapmış, ahilik kültürünü sosyal alandan iktisadi alana taşımış, şehirlerin sosyo-ekonomik hayatında yerini almıştır. Ahilik öğretilerinde sıklıkla geçen; sabır, vefa, dürüstlük, adalet, hoşgörü, bağışlayıcı olmak, dostluk, saygı, sadakat, rıza, sevgi, samimiyet, alçak gönüllülük gibi erdemler usta–kalfa-çırak 21


Ahilikte mesleki, sosyal, kültürel, dini ve ahlaki olarak bir bütün halinde ele alınan eğitim, ömür boyu süren bir faaliyettir.

Camcı Esnafı

Ekmekçi Esnafı

ilişkisi ve üretilen kaliteli ürünler üzerinden somutlaştırılmıştır. Evrensel olduğu ilk bakışta görülen söz konusu erdemlerin uyulması gereken zorunlu kurallar olarak dayatılmadığı, yaşam felsefesi olarak içselleştirilmesine gayret edildiği anlaşılmaktadır. Ahi, yapacağı işlerin karşılığında menfaat beklememeli, insanları sosyal mevkisine göre ayırmamalıdır. Çıkar amacı gözeterek yapılan her türlü davranış geleneğe terstir. “Eğri elden doğru iş çıkmaz” prensibine göre esnafın öncelikle ahlaklı insan olması gereğinin altı çizilmiştir. Ustalar, çıraklara mesleğin inceliklerini öğretirken aynı zamanda “doğru ele” sahip olmaları için de çaba sarfetmişlerdir.

karşılaştığı Ahi Duman’ın çok yaşlı bir zat olduğunu ve namazlarını devamlı kıldığı halde, yaşlılığı sebebiyle oruçlarını tutamadığını belirtir. Ayrıca Bolu, Sinop, Bursa, Kastamonu’da da ahilerin varlığından bahseder.

Ahilik kültürünün yaşandığı coğrafyaları dolaşan seyyah ibn-i Batuta’nın verdiği bilgiler, yukarıda anlatılanları doğrular niteliktedir ve bire bir gözlemlerine dayanmaktadır. Batuta, öncelikle ahi kelimesinin anlamını vermiş, yaşadıkları yerlerden bahsederek ön plana çıkan özeliklerini sıralamıştır. “Ahî Ah: kardeş kelimesinin müfret birinci şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir. Bunlar, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacak yerlerini sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin elinden kurtarma, şu veya bu sebeple bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve benzerlerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir.” Sonrasında uğradığı yerlerden bahsederken ahilerin davranış biçimlerini detaylandırmıştır. Sivas’ta Bıçakçı Ahi ve Ahi Çelebi Zaviyelerinde, Gümüşhane’de Ahi Necmeddin Zaviyesi’nde üç gün misafir kalmıştır. Erzincan’da ahilerin hayırsever büyüklerinden olan Nizamüddin’in mükemmel bir ziyafet düzenlediğinden söz eden Batuta, Erzurum’da sayı//18// ocak 22

Batuta’nın seyahatnamesinden, kolonizatör dervişlerin Anadolu’yu mesken edinip bulundukları yerleri şenlendirerek cazibe merkezi haline getiren geleneklerini, ahilerin devralarak devam ettirdiği görülmektedir. Kayseri, Konya ve Kırşehir ile başlayan yerleşimler diğer illere de yayılmıştır. Ayrıca ahi kolonizatör dervişlerinin Anadolu ile sınırlı kalmadığı, Rumeli’nin fethinde de rol oynadığı, buralardaki boş alanlara yerleşerek zaviye kurdukları ve bölgelerini şenlendirdikleri tespit edilmiştir. Zaviye kurmakla başlayan iskan politikası ve ahi-esnaf teşkilatı sayesinde ahiler, gittikleri bölgelerin sosyo-ekonomik yönden kalkınmasında da söz sahibi olmuşlardır. Teşkilatın kurulması aşamasında; 13.yy’da Kayseri’de dokumacılar, örücüler ve debbağların yeraldığı çarşıda, günümüzün deyimiyle küçük sanayi kompleksinde, Ahi Evran’ın kümelenme modelinin tatbik edildiği anlaşılmaktadır. Kayseri’nin içinde bulunan bu çarşıların yanısıra, Pazarören Kasabası yakınlarında ilk “Uluslararası Fuar” olarak kabul edilen “Yabanlu Pazarı’nı” da Evran’ın kurduğu bilinmektedir. Kayıtlardan ortaya çıkan bir diğer husus; Evran’ın kurmuş olduğu debbağlar çarşının hemen yanında ikamet ettiğidir. Esnafın kümelendikleri yerlerin yakınında oturmaları geleneğinin, teşkilatın ilk günlerinden itibaren geçerli olduğu görülmektedir. Osmanlı’daki esnaf kümelenmeleri incelendiğinde aynı hususun değişmeden devam ettiği tespit edilmiştir. Ahi-esnaf teşkilatının çalışma prensibi, Evran’ın insanların birbirine muhtaç olarak yaratıldığı varsayımına dayanmaktadır. Bu kapsamda


aynı işte uzmanlaşmış esnafın kendi aralarında kümelenerek birbirine yakın yerlerde çalışması; yardımlaşma, iş bölümü ve oto-kontrol için gerekli görülmüştür. Çıkabilecek anlaşmazlıklar durumunda hukuksal düzenlemeler yapılarak nizamnameler kaleme alınmış, israftan kaçınmak, kaliteli mal üretmek ve vasıflı insan gücü yetiştirmek hedef gösterilmiştir. Ayrıca ahiesnaf teşkilatının kurallarının yazıldığı genel nizamnamelerin dışında, her esnafın kendi iç yönetim ve uyulması gereken kurallarının yer aldığı şecerenameler de düzenlenmiştir. Nizamname ve şecerenamelere göre; ürün kalitesine ve müşteri memnuniyetine azami önem verilen birliklerde, el emeği ile yapılan ürünler aynı zamanda kişilerin bilgi, beceri ve şahsiyetinin bir ürünü diğer bir deyişle kendini ifade etme biçimi sayılmıştır. Çerçeveyi biraz daha genişlettiğimizde ürünler, üretildiği coğrafyanın kültürünü ve kıymet hükümlerini yansıtmaktadır. Bu kapsamda, her esnaf birliğinin kendine has ürünleri, birliğin tanınırlığını-bilinirliğini bir başka deyişle “markasını” oluşturmuştur. Şüphesiz ki marka olmuş bir ürünün değişmeden sürdürülebilir kılınması, seri üretim yapılamayan devirlerde oldukça zordur. Sıkıntının giderilmesi için liyakata bağlı usta-kalfa-çırak ilişkisinin giderek güçlendirildiği düşünülmektedir. Tam da bu esnada, Karl Polanyi’nin “knowledge tacit” olarak kavramsallaştırdığı, dilimize “örtülü bilgi” olarak çevrilen bilgi türü akla gelmektedir. Örtülü bilgi; esnaf ustalarının zamanla elde ettiği deneyimlerini, tecrübelerini yoğruldukları kültür ve değerleriyle harmanlayarak gelecek nesillere aktarmalarını izah etmede kullanılmıştır. Hulusi Doğan’ın “Günümüz İşletmeleri İçin Ahilik Kültüründen Örtülü Bilginin Gelişim Ve Paylaşım Örnekleri” başlıklı değerli çalışmasında ise; “bilipte anlatamama, duyup hissedip de söyleyememe, en iyisini yapıp da kelimelere dökememe” diğer bir deyişle söyleyebileceğinden, yazıp anlatabileceğinden daha fazlasını bilme olarak tarif edilmiştir. Bu safhada, esnaf ustaları, kalfa ve çıraklarına mesleğin inceliklerini öğretirken sözü geçen örtülü bilgilerini aktarmaları mümkündür. Uzun zamanda neredeyse bir ömür boyunca kazanılan bilgilerin, ikinci-üçüncü kişilere aktarılırken o derece yavaş bir seyir izleyeceği muhakkaktır. Tam manasıyla kağıda kaleme dökülemeyen bilgilerin kuşaktan kuşağa geçirilmesinde yazılı belgeler bulmanın zorluğu da açıklanmış olmaktadır. Usta-kalfa-çırak ilişkisinde ilk dönemler artarak çoğalan şekilde örtülü bilgi paylaşımı yapılmaktayken, ilerleyen yıllarda giderek azaldığı

varsayılmıştır. Paylaşımın yoğun olduğu yıllar çıraklık, azaldığı yıllar ise kalfalık seviyesine denk gelmektedir. Kişiler usta da olsalar devamlı yeni bilgilere, yeni deneyimlere açık olduklarından bilgi paylaşımları sıfır noktasına varmamaktadır. Ahilik öğretilerinin yaşama geçirilişi olan bu süreç, mesleki ilerlemenin yanısıra şahsiyetin de oluşturulma sürecidir. İlk yılların tecrübesizlikler, zorluklarla dolu olduğu, sabredip mesleğin sıkıntılarına katlanmak gerektiği ve bu doğrultuda sebat edip amaçlanan hedefe yönelmenin önemi vurgulanmaktadır. Yıllar geçtikçe, bilgi ve becerinin kazandırdığı olgunluk, hoşgörü, alçak gönüllülük, vefa ve nefis terbiyesi ön plana çıkmaktadır. Sayılan vasıflara sahip olan kişinin kazandığı bilgi ile yaşadığı doğal çevreye uyum sağlayacağı, insanlara değer vereceği, saygılı olacağı, geleneklerine bağlı kalacağı ve bunları kendinden sonraki nesillere aktaracağı şüphesizdir.

“Ola ki bir debbağ nice sûret-i zâhirede bir murdâr deriyi debbagât ve pâk ider ise, onun nefsi dAhi hayvanlıkdan ve cehl-i karanlıktan pâk olur.” Ahi Sinan Şecerenamesi

“Ola ki bir debbağ nice sûret-i zâhirede bir murdâr deriyi debbagât ve pâk ider ise, onun nefsi dAhi hayvanlıkdan ve cehl-i karanlıktan pâk olur.” Ahi Sinan Şecerenamesi Anadolu Selçuklu Devleti’nin himayesinde gelişip büyüyen ahilik kültürü ve ahi-esnaf teşkilatı, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve süratle genişlemesinde rol oynamıştır. Osman Gazi’nin, Ahi Şeyhi Edebali ile tanışıp kızına talip olduğu, bunun için öncelikle ahi geleneklerine göre bir mesleği olması gerektiği, kendisinin de kösele yapımını öğrenerek bu süreci başlattığı kaydedilmiştir. Oğlu, Orhan Gazi ve torunu Sultan I. Murat’ın da ahi olduğu bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu günden itibaren ahi-esnaf teşkilatına verdiği önem, sosyoekonomik hayatın her safhasında karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde ise, ahilik kültürünün tanıtımı için çeşitli meslek kuruluşları, vakıf ve dernek temsilcileri, Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği’nin de katkılarıyla her sene “Ahilik Kültürü Haftası” adı altında etkinlikler düzenlenmektedir. 2015 yılında 28. si düzenlenen etkinlikler sayesinde Anadolu’nun değişik illerinde ahi gelenekgörenekleri tanıtılıp, canlandırılmaktadır. Ayrıca, ilk Ahi Vakfı’nın kurulduğu Kırşehir’de Ahi Evran’ın adına 2006 yılında “Ahi Evran Üniversitesi” kurulmuş, bünyesinde “Ahilik Kültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi” açılmıştır. Merkezde, yurtiçi ve yurtdışında sempozyumlar, konferanslar ve toplantılar düzenlenerek kültürün tanıtımı ve araştırılması yapılmaktadır. 23


undan takriben 630 sene evvel, 1389 yılının Ağustosunda ve Berat gecesinde Hz. Hüdâvendigâr sultan Murat Kosova’daydı. Kosova Ovasında, 60 bin yiğidin ortasına otağ’ı hümayununu kurmuş idi. Kosova Ovasının beri yakasında tarihçilerin bahsettiğine göre sayıları 300 bini bulan küffar ordusu yayılmış idi.

MEŞHED’İ HÜDÂVENDİGÂR

Hüdâvendigâr Gazi Sultan altmış üç yaşındaydı, Anadolu’dan uzak yolları aşıp gelmişti, çevresi kendisinden beş misli kalabalık bir küffar askeriyle sarılı idi, Kosova iklimine yabancı idi, yorgun idi. Fakat anlatılması muhâl bir imanın, cesaretin ve gayretin sahibiydi. Ve berat gecesiydi. Dr. Mimar Kâmil UĞURLU

Ay ve askerler uykuya varmış idiler. Hz. Gazi Sultan bütün hücreleriyle uyanık ve ayakta ve niyazda idi. Abdestini yeniledi ve cümle gözlerden nihan, çadırın bir köşesinde namaza durdu. Yani, sâhibinin huzuruna iltica etti. Yüzünü toprağa verdi, gözyaşları sel oldu ve o niyâzını sundu: “Ya Rabbi, ya Rabbi, ya ilâhi, Bunca kere hazretine arzi halde bulundum, dua eyledim ve sen beni meyus eylemedin. Hamd ve şükür sanadır. Bir yağmur lutfet ve bu karanlığı ve tozu defet. Âlemi nûrânî kıl. Tâ ki kâfir leşkerini iyice görüp yüz yüze cenk edebileyim. Mülk ve kul senindir. Sen ki kime istersen verirsin. Ben dahi nâçiz bir kulum ve benim fikrimi ve niyetimi ve sırlarımı sen bilirsin. Mülk ve mal benim maksudum değildir, buraya mülk ve kul için gelmedim. Hemen hâlis ve muhlis senin rızânı isterim. Ya Râb, beni bu Müslümanlara kurbân eyle, tek bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Ya ilâhi, bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Bunları mansur ve muzaffer eyle. Onlar için ben cânımı kurban ederim, tek sen kabul eyle. Askerim için teslimi ruh eylemeye râzıyım, tek bu müminlerin ölümünü bana gösterme. Ya ilâhi, beni civarında mihman edip, müminler uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gâzi kıldın, şimdi de şehâdet nasib et… Hüdâvendigâr Gazi Sultan altmış üç yaşındaydı, Anadolu’dan uzak yolları aşıp gelmişti, çevresi kendisinden beş misli kalabalık bir küffar askeriyle sarılı idi, Kosova iklimine yabancı idi, yorgun idi. Fakat anlatılması muhâl bir imanın, cesaretin ve gayretin sahibiydi. Ve berat gecesiydi. Savaş, tarihlerin kaydına göre sekiz saat sürdü ve imân galebe geldi. Düşman tam bir bozgun yaşadı. Savaş alanı gelincik tarlasına döndü. Gâzi Sultan galibiyet şükrânesi ile alanı dolandı.

sayı//18// ocak 24


Müslim, gayri Müslim, yaralılarla ilgilenilmesini talimat eyledi ve otağına dönmek üzereyken, yaralı Sırp askerlerinden biri sultana bağlılık ve hayranlık bildirmek için doğrulmaya çalıştı. Yaklaşan Sultan’a, elindeki hançer ile saldırdı. Mani olamadılar. Sultan Murad ağır yaralandı ve onu otağına taşıdılar. O vaziyette, henüz tamamlanmamış savaşı yönetti ve kesin zafer kazanılıncaya kadar ayakta kaldı. Edirne’ye haber salındı ve veliaht şehzâde Kosova’ya çağrıldı. Daha sonra “yıldırım” sıfatıyla anılacak Bayezid, yıldırım gibi savaş alanına ulaştı. Sultan, devlet erkânına da danışıp yerine Bâyezid’i ikâme eyledi ve dâr’ı dünyaya vedâ etti, şehit oldu. Hemen oracıkta, o an tepelenen Sırp askerinin bir asilzâde olduğu, adının Miloş Obiliç olduğu anlaşıldı. Şehid Sultan’ın mübârek bedeninden iç organları çıkarıldı, şehid olduğu alana sırlandı, tahnit edilen beden payitahta doğru yola çıkarıldı. Bursa’da (ki o bir zamanlar Sultan’ın adını taşırdı) defnedildi. (Tahnit, mumyalmak değildir, ayrı bir iştir). Yeni Sultan, savaş alanına, babasının şehid edildiği ve organlarının gömüldüğü alana bir türbe yaptırdı ve Kosova Osmanlı ülkesine dahil oldu. (Bu tip türbelere Meşhed deniliyor) Türk-İslâm kaynaklarında, esas kaybedilmeden, bu gidişat muhtelif anlatılmıştır. Bizim kanaatimiz odur ki, Miloş Obiliç, Hz. Hüdâvendigâr’ın o candan niyâzının kabulüne sebep kılınmıştır, başka bir şey değildir. * * * Fatih Sultan Mehmet’in 15. yy. ikinci yarısında, Balkanlarda Trepça ve Novo Bırdo’yu fethettikten sonra Sultan Murad için yapılan türbeyi Kosova’da ziyaret ettiğini Âşık Paşazâde tarihinde kaydeder. Türbe ile ilgili ilk yazılı belge budur. Ziyâret sırasında halka hediyeler dağıtılmış ve yemek verilmiştir. Rumeli tarafında şehit fatihler için yapılan türbelerde genelde uygulanan bir plân tipi vardır. Kabrin bulunduğu alanın dört tarafına dört sütun konulur ve bunlar kemerler ile birbirlerine bağlanır. Bu kemerlerin üzerine geçilen bir kubbe kasnağı ile kubbe oturtulur ve açık türbe plânı teşkil edilmiş olur. Daha sonra kemerlerin arası doldurulur, doldurulabilir ve türbe kapalı şekle döndürülmüş olabilir. * * * 2005’te, tamamen perişan olmuş, yok olmaya yüz tutmuş meşhed enkazı ve temelleri üzerinde bir kazı yapıldı. Orijinal plân şeması yapılmaya çalışıldı. Kaynaklar araştırıldı. Hz. Fatih’in

I. Sultan Murad Hüdavendigar

Rumeli fetihlerinde esir edilmiş ve daha sonra ihtida edip yeniçeri ocağına alınmış Mihaylo Konstantinoviç’ten kalan yazılı bir evrakta Kosova’daki meşhedin üstü kapalı bir kubbesi olduğu, kubbenin kurşunla kaplı olduğu yazılıdır. Daha sonraki tarihlerde, 1502’de F. Petançiç’in seyahatnamesinde, A. Benedik’in 1530 tarihli seyahatnamesinde ve Fransa J. Palerne’nin 16. yy. tarihli seyahatnamelerinde hep aynı bilgi verildiğine göre, türbenin dört ayak üzerine inşa edilen bir tambur ile kubbeli ve kapalı bir türbe olduğu düşüncesi kesinlik kazandı ve plânı bu şekilde hazırlandı.

yaralı Sırp askerlerinden biri sultana bağlılık ve hayranlık bildirmek için doğrulmaya çalıştı. Yaklaşan Sultan’a, elindeki hançer ile saldırdı. Mani olamadılar

Daha önce, Evliya Çelebi, koruyucusu Melek Ahmet Paşa ile 17. yy.’ın sonlarına doğru buraya geldiğinde türbeyi perişan bir durumda gördüğünü anlatır. Sadrazam Melek Ahmet Paşa’ya konuyu arzettiğini, Paşanın çevre halka hediyeler vererek, iki kese akçe tahsis ettiğini, türbenin temizlenmesini, etrafının bir duvarla çevrilmesini, bir kuyu açılmasını, bahçeye meyva fidanları dikilmesini, bir bakıcı aile bulunmasını, bu ailenin rahatını teminen bir ev yapılmasını ve bu aileye bir aylık bağlanmasını, konuyu devamlı kılmak için bir vâkıf tesisini, vakfı denetlemek için civar illerden varlıklı ve hatırı dinlenir kişilerin nâzır olarak tayinini… Ve bütün bu işlerin bir hafta içinde tamamlanmasını emrettiğini söyler. Bu talimatın harfiyen uygulandığını, daha sonraki tarihlerde türbeyi ziyaret eden seyyahların notlarından takip edebiliyoruz. 1667’de J.P. Dzonoriç, 18. yy. başlarında N. Boşkoviç, 1838’de seyyah A. Buea, bıraktıkları notlarda türbenin günün her saatinde ziyarete açık olduğunu, 25


II. Abdülhamid’in yaptırdığı Misafirhane

Şehid Hüdâvendigâr’ın duasında zikrettiği “ben buralara mal-mülk-kul için gelmedim” sözü, Osmanlı’nın “İlây’ı kelimetullah” inanışının önemli bir ifâdesidir

geceleri kandillerin çevreye nur saçtığını ve bölgeyi bereketli kıldığını anlatırlar. 1848’de Sultan Abdülmecid bir berat ile aslı Buhara’dan gelme Hacı Ali’yi 300 kuruş maaş ile türbedâr tayin etmiş ve aile bugüne kadar bu görevi aksatmadan sürdürmüştür. Şu anda Saniye Hanım, çekik gülen güzel gözleriyle Hz. Hüdâvendigâr’ın ziyaretçilerini ağırlamaya devam etmektedir. * * * Şehid Hüdâvendigâr’ın duasında zikrettiği “ben buralara mal-mülk-kul için gelmedim” sözü, Osmanlı’nın “İlây’ı kelimetullah” inanışının önemli bir ifâdesidir. Osman Gazi’ye babasının talimatı “Gönül kerestesiyle yeni bir bâzâr yap” idi. Şehit Sultan dahil, Osmanlı hanedanının tamamı bu prensibin dışına çıkmadılar. Vardıkları menzili yıkmadılar, aksine, yaptılar. Kırmadılar, aksine, onardılar. Engellemediler, açtılar. Yasaklamadılar, teşvik ettiler. Gönül kerestesinin miktarını artırarak, kalitesini kavî kılarak kullandılar. Kendilerini, Yaratıcıya ve onun yarattıklarına karşı sorumlu hissettiler ve böylece davrandılar. Zenginliğin almakla değil, vermekle mümkün olduğunu onlar biliyordular. * * * Meşhed’in ziyaretçileri dinlensinler ve barınsınlar diye Sultan Abdülhâmid’i Sânî’nin verdiği emir ile selâmlık olarak iki katlı bir yapı bahçeye inşa edilmiştir. 1896’da biten, daha sonra harabolan bu yapı, Sultan Reşad’ın 1911’de Meşhed’i ziyareti onuruna onarılmıştır. Balkanların Kâbesi kabul edilen Meşhed’i Hüdâvendigâr’ı ziyaret eden Sultan Reşad’ı, ovada yüzbin Kosova’lı karşılamış, top atışları yapılmış ve bu büyük cemaatle

sayı//18// ocak 26

birlikte namaz kılınmıştır. Özel olarak hazırlanan minberde Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hutbe okumuş ve padişahın beyannamesini sunmuştur. Bu onarım ile ilgili bir tamir kitabesi mevcuttur. Şevket adında bir şairin tarih düşürdüğü, mesnevi tarzı üç beyitten müteşekkil bu güzel kitabe şöyledir: “Pek harâb olmuş idi türbe’i Şah Murad Emr ü ferman eyledi ta’mirine Sultan Reşad Bir zafer tarihini yâd ettiren bu millete Rûh’i pâk’i şâd eden o şâh’ı âlî himmete Arz edip bu cevheri tarih’i (ta’zim eyleriz) Meşhed’in ihyâsını (Şevket) saâdet belleriz.” (1327) Bugün şöyle okunabilir; Sultan Murad’ın türbesi pek harab olmuştu. Sultan Reşat tamirini emir ve ferman eyledi. Şevket, bu millete bir zaferin tarihini hatırlatan, tertemiz ruhu şâd eden o yüce himmetli padişaha (ta’zim eyleriz) cevher tarihini arz edip şehit padişahın makamının ihyasını saadet belleriz. 1909-10 (Ta’zim eyleriz) ebced hesabıyla 1909 yılını, hicri 1327 tarihini göstermektedir. Bu tarihte, Reşadiye Medresesi’nin de temeli atılmıştır. * * * Priştine’den 10 km. sonra batıya doğru ve Vuçıtrın karayoluna 3 km. uzaklıkta bir sahranın orta yerine inşa edilmiş ve Meşhed’i Hüdâvendigâr adıyla tanınmış bu mahal, Balkanlar’daki ziyâretgâhların en önemlilerinden biridir. Sâkin, sâde bir taş yapıdır. Daha sonra ilâve edilen selâmlık ve türbedar evi ile bir külliyeye dönüşmüştür. Türbe ile selâmlık binası bir duvar ile ayrı avlular içindedir. Yapıların yakın çevresinde yapılaşma yoktur.


Bahçesinde çok yaşlı ve artık yorgunluğu iyice belli bir ağaç, bu durumuna rağmen ayakta durmaya çalışmakta ve bekçilik görevini sürdürmektedir. Giriş kapısının küçük tek kubbeli giriş saçağından sonra Meşhed’in sanduka bulunan mekânına giriliyor. Duvarlar, onarımdan sonra sakin tutulmuş ve temizlenmiş. 1992 yılında Türkiye Kültür Bakanlığı tarafından yapılan onarım sırasında, görenler türbenin içini şöyle anlattılar: Duvarlarda, rastgele asılmış, panolar, resimler, kumaş parçaları ve değersiz tablolar vardı. Sanduka örtüsü yanıktı ve sandukaların başında bulunan sarığın fes kısmı alınmıştı. Kilise şamdanları sandukanın dört bir tarafına konmuştu. Yukarıdan sarkan avize kırıktı ve düşmek üzereydi. Türbe başucunda bulunan bağış kasasını köye taşımışlardı. Yirmi yıldır boyabadana yapılmamıştı. Sıvalar yer yer dökülmüştü. Bu onarım esnasında, Meşhed’de bulunan bütün bu hurdalar dışarı çıkarıldı. Koyun postları atıldı. Kubbeye kadar duvarlar yeniden sıvandı, boyandı, kırık camlar değiştirildi. Sanduka ve örtüsü, Türkiye’den getirilen kumaşlarla yenilendi. Konya’dan, destarı sarılmış yeni bir kavuk getirildi, (Osmanlı üslubunda) yerine konuldu. Şamdanlar yüksek ayaklı seçildi. Ahşap oyma rahleler, Kur’an’ı Kerîmler, tespihler, halı ve seccadeler getirilip yerli yerine yerleştirildi. Fakat, bugünkü görünümü sağlayan son ve esaslı onarım 2005’te yapıldı. Türkiye Diyanet Vakfı konuyu ele aldı ve uzmanlardan oluşan bir heyete konuyu havale etti. Kubbedeki kalem işi bezemelere kadar her ayrıntı ele alındı ve ortaya tatmin edici bir sonuç çıktı. Türbedar evi yeniden yapıldı. Bahçe elden geçirildi. Selâmlık binasının yönetimi bir sisteme bağlandı. * * * Meşhede göre ovanın doğusunda bulunan alana Sırplar Miloş Obiliç için bir anıt mezar yapmışlar. Senenin bazen bir, bazen birkaç gününde burada toplanıp, Türk-İslâm düşmanlığını unutmamak ve unutturmamak için törenler yapmaktadırlar. Bu alanda bir ağaç var ve yıldırım vurmuş haliyle öylece muhafaza ediliyor. Oradaki tarihçiler, Gazi Sultan’ın oğlu Yıldırım Bâyezid ile, yıldırım çarpmış bu ağacı ilişkilendirirler. Gazi Mestan’ı ve Hz. Hüdâvendigâr’ı ziyârete gelenlerin tamamı bu sevimsiz Obiliç heykelini de ziyaret ediyorlar. İki Sırp polisinin beklediği, çevresi tel örgüyle çevrilmiş bu alana girerken kimliğinizi kapıda alıkoyuyorlar. Sultan Murad’ın temiz, pâk ve samimi, hasbî ziyaretçilerinin aynı zamanda onun katilini de ziyaret etmeleri nasıl bir tecellidir, anlatılması mümkün değildir. Belki de koca Sultan’ın

Kosova Ovasında Anıt

Gazilikten sonra şehadet mertebesine ulaşmasına, duasının makbul ve kabul olmasına sebep olduğu, vesile teşkil ettiği için, tarihin sırlı bir tecellisi olarak da kabul edilebilir mi, bilinmez. * * * Meşhed’i Hüdâvendigâr, mübârek bir liman olarak orada durmaktadır, Kosova’da, Priştine’de, Kosova Ovası’nın ortalık yerinde.. Ve gelen bütün ziyâretçilerine: “Dünya durdukça buradayım. Ben durdukça Müslüman-Türk burada” der gibidir. Pek çok makam gibi dünyanın, modern şehrin ve modernizmin ürettiği gürültülerin ötesinde ve uzağında, sâkin bir uyku, serin bir ilticagâh ve inzivagâh olan Meşhede insan, Tanpınar’ın tabiriyle “çıplak girdiğini, fakat orada vakit geçirdikçe giyindiğini hisseder. Savaşlar ve savaşların yarattığı maddi-mânevî tahribatla küçülen, kuruyan, solan ve yıpranan insan için Türbe, zamanın durduğu, gerilediği, değiştiği, yenildiği bir mekândır. Kosova’nın havasını-suyunu ve toprağını kirleten, zehirleyen iki termik santralin bulunduğu, dolayısıyla tarımın ya da yerleşimin olmadığı bu ovada Sultan Murad Türbesi, arkasında kalmanın hüznünü yaşadığımız rüyânın son saniyesi, son görüntüsüdür burada..”

Meşhed’in ziyaretçileri dinlensinler ve barınsınlar diye Sultan Abdülhâmid’i Sânî’nin verdiği emir ile selâmlık olarak iki katlı bir yapı bahçeye inşa edilmiştir. 1896’da biten, daha sonra harabolan bu yapı, Sultan Reşad’ın 1911’de Meşhed’i ziyareti onuruna onarılmıştır.

KAYNAKÇA

1- Bu tarihçiler Hoca Sâdedin, Solakzâde, Hammer, Oruç Beğ, Müneccimbaşı, v.b. 2- Mehmed Neşrî Ef., Kitab’ı Cihannüma, Ank. 1949, C. 1, s. 290-291. 3- Evliya Çelebi Seyahatnamesi, V. Cilt, s. 551. 4- A. Uroseviç’in bir makalesi. Terc. M.Z. İbrahimgil, Aktaran: Neval Konuk. 5- Dr. M. Samsakçı, Kosova Kitabeleri, 2014, s. 31. 6- Selçuk Mülâyim, Sultan Reşad’ın Rumeli Seyâhati Sempozyumu Bildirisi, 2000, Şumnu. 7- Kosova Kitabeleri, İstanbul Fetih Cem.Yunus Emre Enst., 2014, s. 49. 8- Dr. M. Samsakçı, Kosova Kitabeleri, Giriş yazısı. İstanbul Fetih Cem. Yunus Emre Enst., 2014, s. 31.

27


DERSAADET’TE

“FATİH-SÜLEYMANİYE”

ULEMÂ SEMTLERİ

Dersaadet’te Fatih-Süleymaniye semtleri asırlardır âlimler,ârifler, bilim adamlarının yetiştiği ders verdiği, kendilerinden sonraki âlimleri yetiştirdikleri uhrevî semtlerdir. Tarihte olduğu gibi bugünde bu misyonunu korumaktadır. Asırlardır bu sokaklarda ve mahallelerdeki evlerde Camilerin Mescidlerin içinde ve çevresinde, mahfillerde, dergahlarda İlim ve İrfan dersleri verilmiş-alınmış,sanat erbabı hat ustaları usta çırak terbiyesi ile hizmet etmişler, evlerin sokakların duvarlarına taşlarına bu güzellikler yansımıştır. Fatih-Süleymaniye Ulema semtlerinin alimlerini ve bu âlimlerin bulunduğu şereflendirdiği mekânları tanıtmaya gayret ediyorum. Mehmet Kâmil BERSE

İstanbul Zeyrek Camii

OLLA ZEYREK MEHMED EFENDİ İstanbul’un fethinden sonra Sultan Fatih, şehri bir Dünya şehri yapmak, bir dünya devleti payitahtı yapmak için ilk önce ilme , ardından Ticaret’e, sonra şehrin estetiği için mimariye önem verdi. İstanbul bir ilim merkezi olmalıydı, İlim öğreten medreseler , ilim öğreten hocalar şehre gelmeliydi, getirilmeliydi. Sultan Fatih her konuda olduğu gibi ilim müesseselerinin kurulmasındada gerekeni yaptı. Ayasofya medreselerini, Eyüp medreselerini, Fatih medreselerini kurdu. Fatih Camiinin ve yanındaki medreselerinin inşası devam ederken Fatih Camiine çok yakın Bizans dönemi Pantokrator manastırının kiliselerinin bazı bölümleri ilim merkezi, medrese olarak kullanılmış. Bizans döneminde Fatih tepesinin gösterişini taşıyan bir noktada olması teras şeklinde bir mimari ile yapı estetik bir havaya sokulmuş, son dönemlere kadar bu yapılar içinde bir hastaneninde bulunduğu ,Bizansın son dönemlerinde manastır hastanesinin başhekimliğini bir Türk’ün yaptığı kayıtlardan bulunmuştur. Bugün mevcut yapılar üç adet bitişik kilise yapısıdır. Manastır yapıları yok olmuştur. Bugüne ulaşmayan manastır birimlerinin batı cephesi boyunca bir büyük avlunun etrafında yer aldığı tahmin ediliyor. Eski adı ile Pantokrator manastırı, Fetihten sonra İstanbul’daki ilk Müslüman eğitim kurumudur. Medresenin ilk müderrisi veya bugünkü ifadesi ile bu üniversitenin ilk rektörü Zeyrek lakaplı Molla Mehmed Efendi dir. Manastırın keşiş hücreleri , talebe odalarına dönüştürülmüş. Kiliseler ( üç adet ) Mescid-Dersane ve Cami olarak kullanılmaya başlanmış. Burada zikrettiğimiz Zeyrek yapıları ve fonksiyonları Fatih Vakfiyelerinde yer almaktadır. Fatih Camii ve çevresindeki Fatih Medreselerinin yapımı bittiğinde Bu yapı Abdullah-ı İlahi’ye zaviye olarak tahsis edilmiş. Yapının batısında yer alan tuğla minare Fatih dönemine aittir. Bizim yazımızda asıl bahsedeceğimiz , bu yapılara ve semte adını veren âlim, Molla Zeyrek Mehmed Efendi dir. Doğduğu tarihi ve hayatının ilk yıllarına ait bir bilgiye ulaşamadık. Adının Mehmed olduğunu, Hacı Bayram Velî’nin yanında yetiştiği ders aldığı, hatta Zeyrek lakabının da Hacı Bayram Veli tarafından verildiği rivayet ediliyor. Tahsil hayatında Hızır Şah Çelebi’nin tedrisinden geçtiğini daha sonra Bursa’da Sultan Murad Medresesine müderris olmuştur. Müderrislik

sayı//18// ocak 28


makamına kim tarafından vazifelendirildiği kayıtlarda görülmüyor. Sultan Fatihin, İstanbul’un fethinde bizzat yanında olan ulema komitesinde yer aldığını görüyoruz.Kendisinden bazı dersler aldığıda rivayettir. Fetihten sonra Bahsedildiği gibi Pantokrator Manastırı Sahn-ı Seman medreseleri inşa edilirken eğitime başlar ve başına Molla Zeyrek vazifelendirilir. İstanbul Vakıfları 15-16.yy tahrir defterlerinde semtin adı; Mahalle-i Mescid-i Hoca Zeyrek olarak geçmektedir. Molla Zeyrek Medreseye müderris olarak tayin olununca 50 akçe yevmiye maaş bağlanmış. Bir söylentiye göre, Molla Zeyrek 50 akçenin 20 akçesini kendi ihtiyacına ayırır, 30 akçeyi hacı Bayram Velinin talebelerine gönderir imiş. Mola Zeyrek adına yazılmış bir eser günümüze ulaştığı görülmedi, Taşköprizade kitabında Molla Zeyrek’in okuduğu kitapların kenarlarına şerh koyduğunu , ilimle ilgili bir risalesini okuyup incelediğini yazıyor. Molla Zeyrek ile ilgili anlatılan bazı meselelere taşköprizadenin kitabı kaynak gösteriliyor.Rivayet odurki; Fatih Sultan Mehmet Han ilim meclisleri kurup alimlerin münazarasını dinlemeyi çok severmiş. Bir gün Molla Zeyrek Huzrda iken “da-va-yı fazilet “ ederek Seyyid Şerif el cürcanî’den daha faziletli olduğunu iddia eder. Sultan Fatih, Bursa Yeşil medrese müderrisi Hocazade Muslihuddin efendiyi İstanbul’a davet eder ve münazara yapmalarını ister. Padişahın huzurunda bir hafta süren bir ilim münazarası cereyan eder. Bu tartışma örneği gibi tartışmaların Osmanlının bu dönemlerinde ilim meclislerinin ne kadar kaliteli ve dikkat çekici olduğu görülür. Bir hafta devam eden münazara sırasında dönemin âlimleri oturarak sadrazam Mahmud paşa ise ayakta âlimlere hizmet ederek “Burhân-ı Vâhid” münazarasını dinlemişlerdir. Bu meclis, tartışmalar ile sınırlı olmayıp her iki tarafta kendi tezleri ile ilgili birer risale yazıp sulatan ve heyete takdim ettiler. Münazaranın altıncı gününde Sultan Fatih meseleyi usul açısından farklı bir duruma getirdi. İki âlim tartışma için yazdıklarını birbirlerine verip önceden cevap metinlerini hazırlamalarını istedi. Hocazade ikinci nüshasını verdiği halde, Mola Zeyrek kendi metninin yedeği olmadığını bildirince hocazade kendi metninin arkasına Zeyrek’in risalesini yazabileceğini söyledi. Sultan Fatih bu söz üzerine, latife yaparak dediki; İstinsah sırasında dikkatli olup hata yapmayasın! Bunun üzerine Hocazade,istinsah hatalarının risalenin aslındaki metin kadar olmayacağını ifade edip Sultanın latifesine latife yaptı. Mecliste hazır bulunan ilim heyeti (jüri diyebiliriz) ve hakem

Zeyrek Camii yapılarının toplu görünümü

olarak Molla Hüsrev hocazadenin görüşlerini tercih edince Münazaranın galibi Hocazade oldu, ve Molla Zeyrek bu duruma çok üzüldü. Rivayet odur ki Padişah, Molla Zeyrek’in sert tutumlarının talebeler üzerinde olumsuz etki yapmaması için Zeyrekteki müderisliği Hocazade’ye verdi. Belkide Eğitim kurumları arasında tarihte başka örneği olmayacak şekilde ilmi münazara neticesinde Rektörlük el değiştirdi.

Adının Mehmed olduğunu, hacı Bayram Velî’nin yanında yetiştiği ders aldığı, hatta Zeyrek lakabının da Hacı Bayram Veli tarafından verildiği rivayet ediliyor

Bu hadise sadece Taşköprizade’nin eserinde vardır. Rivayet’in doğru olduğuna inanıyoruz. Netice olarak görev değişimi olmuştur ama Molla Zeyrek ve Hocazade –Molla Hüsrev ekipleri arasında tartışmalar uzun süre rekabet ortamında devam ede gelmiştir. Molla Zeyrek görevden alınınca Bursa’ya yerleşti. Gene bir rivayettir ki talebe yetiştirir idi, geçimde zorluk çeker idi, zengin komşusu Hoca hasan kendisine ömür boyu günlük 20 akçe vermeyi taahhüt etti. Sultan Molla nın sıkıntıda olduğunu duyunca, onu kırdığını da düşünerek kendisine bir medrese tahsis etmek üzere İstanbul’a davet eder. Kırgın olan Molla Zeyrek’in cevabı manidar dır - Hoca Hasan sağ olsun, benim padişahım odur, der. Yine bir rivayetle II.Bayezid zamanında günlük 100 akçe ile Bursa müfülüğüne getirildiği ömrünün sonuna kadar bu görevde kaldığı söylenir. Vefat tarihi hakkında kesin bilgi yoktur. Süheyl Ünver hocamız, vefat tarihini (1497-98) olarak yazmıştır. Bursada Pınarbaşı mevkiinde 29


ertesinde doğduğuna bağlar Sami Efendi. Zeyrek semtinde mahalle sıbyan mektebinde ilk eğitimine başlar,Aksaray Pertevniyal Valide Sultan camiinin yanındaki Katip Mustafa Efendi camii mektebinin hat hocası Boşnak Osman Efendi onun ilk hat meşklerini yaptığı kişidir. Osman Efendiden Sülüs ve nesih yazılarını meşketti icazet aldı. Bu iki yazıdaki tek ustası Osman Efendidir. Bir dönem Arapça ve Farsça derslerine devam eder ve 14 Temmuz 1853 te Maliye kaleminde 10 kuruş maaşla vazifeye başlar. İlk memuriyetine başladığı yerde kendisine mehmed İsmi ve Sâmi mahlası verilir oda bu tarihten sonraki hatlarında Sâmi mahlası ile yazmıştır. Gençlikte yazdığı bazı hatlarında Yorganîzâde lakabını kullandığını görüyoruz. Kendi adını hiç kullanmamıştır.

Sami Efendi Celi Sülüsü

defnedildiği. Bugün mezarının kayıp olduğunu biliyoruz. Süheyl Ünver, dah sonra Bursa Sultaniye medresesi müdürü olan Rükneddin Efendi ve ilmiyeden Abdurrahman Hüseyni Molla Zeyrek’in oğullarıdır. Molla Zeyrek Bursada başladığı İlim hayatını Bursada noktalamış ancak, ömrünün en bereketli yıllarını Fatih –Süleymaniye semtlerinin Ulemâsı olarak yıldızlaşmış binlerce talebe yetiştirmiş.550 yıldır adını silinmeyecek şekilde Fatih-Süleymaniye semtlerinin ortasına Bir yıldız olarak yazdırmıştır..Bugün dahi herkes onun adını zikreder belki ama, kimdir bilinmez diye bu bilgileri paylaştık Zeyrek semtine adını veren Molla Zeyrek isimli ilim adamımızı…Rahmetle ve minnetle anıyoruz… Fatih-Süleymaniye arasında dolaşıp önemli bulduğumuz ilim adamını, kanaat önderini şeyhefendileri, hattat ,edebiyatçı, matematikçi, sanatkar bu satırlarda tanıtmaya tanıştırmaya çalışıyorum. Hattatlar çok sayıda var bu bölgede. Bunlardan 19.yy ikinci yarısı ve 20.yy başlarında hizmet veren değerli bir Hattat’ımızı anlatalım. HATTAT SÂMİ EFENDİ Fatih Zeyrek’te 13 Mart 1938 de dünyaya gelir Sami Efendi. Babası yorgancılar kethudası Hacı Mahmud Efendi, Annesi ise Nefise hanım. Adının İsmail Hakkı olmasını Kurban bayramı sayı//18// ocak 30

Hayatını hat sanatı ile dolu dolu yaşayan ve öğrenmeye çok merkalı olan Sami Efendi; Mümtaz Efendi’den Babıali tarzı Rik’a. Divan-ı hümayun hat muallimi Nâsıh Efendi’den divanî yazmasını ve tuğra çekmesini ,sülüs ve celisini de Mustafa Rakım efendinin talebelerinden Mehmet Şakir Recai efendiden öğrendi ve geliştirdi. Kazasker Mustafa İzzet efendinin meclislerine katılarak çok faydalandı. Ta’lik hattını, Kıbrısİzade İsmail Hakkı Efendi’den meşketti 1857 de icazetini aldı. Hocasının 1862 de vefat ından sonra Melekpaşazade Ali haydar bey ile Celî Ta’lik hattı için devam etti. Fıtri becerisi eski üstadların yazılarından feyz almasına uygundu. Ebru kağıdı yapmasını Özbekler tekkesi şeyhi Edhem efendiden öğrendi. Musiki ye başladığında Kapalıçarşı imameli handaki Hacı Efendi’den ney meşkettiyse de sonradan bıraktı . Sâmi Efendi, vazifesinde terfi ederek Dîvân-ı hümayun mühimme kalemine Nâmenüvis olarak tayin edildi. 1878 de ise Nâsıh efendiden boşalan Hutût-ı mütenevvia mualimliğine getirildi. Sadtazam Cevad paşanınDivan-ı hümayunda açılmasını istediği talim-i hat şubesi muallimliğine ilave görev olarak getirildi. 20 yy başlarında, şube kapatıldı. Sami Efendi uzun süre Topkapı sarayındaki Enderun-ı Hümayunda ve çarşıkapıdaki Mustafa paşa medresesinde talip olanlara hüsn-i hat dersleri verdi. Sami Efendi hayatı boyunca çok sayıda talebe yetiştirdi. Kızı Saadet hanımın 1903 te vefatı ile onun yetimine de bakmak sami efendiye kalmıştır. Bu duruma çok üzülen sami Efendi yazı meşketmeye son vermiştir. Özbek şeyhi edhem efendinin isteği ile birkaç talebe daha yetiştirdiğini kaynaklarda görüyoruz.


Kışları Fatih Horhor da oturur, Yazları Çengelköyde ikamet ederdi. Talebelerine Salı günü sabahları evinde ders meşkederdi. Salı günleri evinde yazı üstadları toplanır, bir sanat akademisi oluşurdu, hatta o devrin hattatları Medresetü’l Hattatin derlermiş. Sami Efendi Hayatta iken ve vefatından sonra değeri bilinen takdir edilen önemli hattatlarımızdandır.Sultan Abdulaziz, II.Abdülhamid,ve Sultan Reşad’ın tuğralarını en mükemmel çeken değerli bir hat üstadı idi. II.Abdülhamid’in özel teveccühüne mazhar olmuştur. Meşrutiyetin ilanından sonra emekli oldu. 1 temmuz 1912 de vefat etti, ömrünün son bir yılını felçli olarak İstanbul Fatih Horhordaki evinde geçirdi. Sami Efendi Fatih camii haziresine defnedildi. Mezarı başındaki mezar taşı kitabesini talebesi Hacı Kâmil Efendi (Akdik) celî sülüsle yazdı; taşın tezyinatını Tuğrakeş İsmail Hakkı bey yaptı. Sami Efendi, sanattaki şahsiyetini hattın en geç ve güç olgunlaştığı şeklini Celî de ortaya koydu. Sami Efendi,bir yazıyı yazdıktan sonra şeklinin hafızadan silinip kusurların gözükmesi için uzun bir süre ona bakmaz. Bir süre zaman geçerse yazıyı tekrar çıkarıp tekrar elden geçirir. Hat sanatında Sami Efendi kadar titiz olana az rastlanır. Bir yazı ile günlerce hatta aylarca uğraştığı olurmuş. Ortaya çıkan esere şu kadar zamanda yazıldı demezler, Sami Efendi yazdı denirmiş. Kendisine verilen görevle, zühdü efendinin sülüs şivesinden zevkine uygun harfleri seçip râkım efendinin Celi vadisine tatbik ederek “Sami Efendi şivesi” ni ortaya çıkarmıştır. Hattan anlayanlar kendisine –Rakım’ı geçtiniz dediklerinde, -Rakım geçilmez onu geçtim diyen geri döner. Diyerek Rakım efendinin sanatına karşı edeb göstermiştir. TALEBELERİ; Hacı Kamil Efendi, Hulusi Yazgan,Hakkı Altunbezer, Hacı Mehmed Nazif bey, Ferid bey, Hasan Rıza Efendi, Rıfai Azizi Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Vasfi Efendi, Re’fet Efendi, Neyzen Emin Efendi, Sofu Mehmed Hamdi Efendi, Necmeddin Okyay, Ahmed Rakım Boren, Suud Yavsi, Ahmed Ziya Akbulut, ESERLERİ; Eserlerine , zerendüd olarak veya yapıştırma altınla hazırlanan celi sülüs ve celi talik levhalarına; Altunizade,Aksaray Pertevniyal Valide Sultan,Rami,Edirnekapı Mihrimah Sultan,Erenköy Zihni Paşa, Galip Paşa camilerinde, Topkapı

Sarayı, Türk İslam Eserleri, Türk Hat sanatları müzelerinde ve hususi kolaksiyonlarda rastlanır. Cihangir camisindeki levhaları so yıllarda Türk Hat sanatları müzesine nakledilmiştir. Sami Efendi’ye hat sipariş edildiğinde, Edirnekapı’daki Süslü Ali Usta’ya yaptırılması şartı ile kabul edermiş. Sami Efendi’nin çokça bilinen meşhur hatalarını ise şöyle sıralayabiliriz; Kapalıçarşı kapısında yer alan,”Çalışıp kazananı Allah Sever” hadisinin celî talik hattı , Nuruosmaniye kapısında II:Abdülhamid han’ın tamir kitabesi, büyük kapı üstündeki tuğra, Galip Paşa ve zihni Paşa camilerindeki celi talik kitabeleri, Bab-ı alideki nallı mescid ‘in batı kapısı üzerinde celi sülüsle “ Namaz dinin direğidir” hadisi şerifi,Kantarcılar, Rami, Şehzade, Çemberlitaş Atik Ali Paşa camilerinin kapılarındaki celi sülüsle Namaz hakkındaki nisa 4/103 ayeti kerimeleri, Tophaneden maçkaya taşınan Hamidiye çeşmesinin celi talik kitabesi, Şişli Etfal Hastanesininceli sülüs ve celi talik kitabeleri, Yıldız sarayı bahçesindeki Hamidiye çeşmesinin tuğrası, celî muhakkak ve celî sülüs kitabesi, Yeni cami arkasındaki bahçekapıda yeni valide çeşmesi ve sebilinde celî sülüs istifli kitabesi . Şam’da Muhyiddin Arabî türbesinin celî talik tamir kitabesi. Medine’de II.Abdülhamid’in inşa ettirdiği misafirhanenin kitabesi. Eyüp, Süleymaniye, Sümbülefendi camilerin hazirelerinde, Karacaahmet, Yahya Efendi haziresinde hocası Ali haydar beyin mezar taşı kitabesi ve daha bir çok mezar taşları ve kitabeleri mevcudtur. Fatih-Süleymaniye semtlerinin tarihinden iki önemli şahsiyeti daha burada hatırlamak hatırlatmak istedim. İstanbul Şehrimize ilimleri ve sanatları ile hizmet veren şahsiyetler ,sadece İstanbul Şehrine değil, İslam ve Türk dünyasına hâdim kişilerdir. Molla Zeyrek Adını verdiği semtte uzun süre ilim öğretti ve 1498 de Bursada vefat etti mezarının yerini bilmiyoruz, aynı semtte yaklaşık 350 yıl sonra doğan Hattat Sami Efendi ise Fatih camiin haziresine 1912 de defnedildi, Fatih Süleymaniye’in ulemalarından değerli iki şahsiyet te sırlandılar, eserleri ile hala hayatımızın içindeler…

KAYNAKÇA:

Hadikat-ül Cevami, Semavi Eyice-Zeyrek Kilise cami, Aşıkpaşazade tarihi, Taşköprizade-eş şekaik, Süheyl Ünver-Fatih devri notları, İsmail Kara-İstanbul Risaleleri, İbnül emin –son hattatlar, Şevket Rado son hattatlar, M.Uğur Derman-Türk Hat sanatının şaheserleri, Necmeddin Okyayın hatıra defteri, TDV İslam Ansiklopedisi-Uğur Derman-Hayri Fehmi Yılmaz

31


TÜRKİYE’DE İLK REKLAM AJANSI;

İLÂNCILIK

Dünya’daki bu gelişmelere paralel olarak Osmanlı Devletinin son döneminde özellikle istanbul’da yerli ve yabancı ürün ve markaların pazarlanması için bir dizi faaliyet ve reklam çalışmalarının olduğu bilinmektedir. İşte bugün sizlerle yeni makalemde bu çalışmaların öncülerinden olan İlancılık Reklam Ajansı hakkında bilgileri paylaşacağım. Mehmet MAZAK

ünya’da sanayi devrimi ile üretim toplumlarının oluşmasıyla birlikte, elde edilen ürünlerin pazarlanması konusunda insanlık yeni arayışlara girmiştir. Bu arayışlar neticesinde reklam ajansları doğmuş ve üretilen değerin pazarlanması konusunda uzmanlaşmış insanlar ve firmalar doğmaya başlamıştır. Dünya’daki bu gelişmelere paralel olarak Osmanlı Devletinin son döneminde özellikle istanbul’da yerli ve yabancı ürün ve markaların pazarlanması için bir dizi faaliyet ve reklam çalışmalarının olduğunu bilinmektedir. İşte bugün sizlerle yeni makalemde bu çalışmaların öncülerinden olan İlancılık Reklam Ajansı hakkında bilgileri paylaşacağım. İlancılık Reklam Ajansı, II. Meşrutiyet’in ardından 1909 yılında kuruldu. Türkiye’nin o tarihten bugüne kadar ulaşabilmiş ilk ve tek reklam ajansı unvanını taşıyan İlancılık, Türkiye’de reklamcılığı başlatan ve geliştiren en önemli ajanslardan biridir. Balkan Savaşı’ndan önce, 1909 yılında İstanbul’da David Samanon tarafından kurulan İlancılık Reklam Ajansı, firmaların anlatmak istediklerini doğru bir yazım dili ile gazetelere aktarmak ve onları tanıtmayı amaç edinmişti. David Samanon, ilk müşterisi olarak seçtiği çok az tanınan bir firmayı gazetelere verdiği ilanlar aracılığı ile kısa sürede tanıtınca firma iyi bir satış grafiğine ulaştı. Reklamın başarısını gören diğer firmalar David Samanon’a başvurub ilanlarını yayınlatınca rakiplerinden daha öne çıkmaya başladılar. 1914 yılında, Türkiye’de daha reklam ajansları henüz yaygın değilken, Kahire’nin ünlü reklam ajanslarından Ajans Havas’ın yöneticiliğini yapan Ernest Hoffer, henüz ilk adımlarını atan İlancılık’a ortak oldu ve deneyimlerini İstanbul piyasasına aktarmaya başladı. Balkan ve I. Dünya Savaşları sırasında piyasa ve ekonomik durum yavaşlayınca ajans da duraklamıştır. 1919 yılında savaşın bitmesi ile Jak Hulli bu ortaklığa katıldı. O dönemde İlancılık’ın tam ismi tüm ortakların isimlerinden oluşan “HOSAH İlancılık Acentesi” idi. Tarihi boyunca bir çok kreatif işe imza atan ajans, ilk olmanın avantajı ile sektörü zenginleştirebilmek için çalışmıştır. Sadece gazetenin yeterli bir mecra olmadığını düşünen ajans, yeni fikirler bulmak için çalışırken Türkiye’nin ilk yürüyen reklam mecrası “Sandviç Adamlar” doğmuştur. Sandviç adamlar genellikle uzun boylu erkeklerden seçilir, 150x70 uzunluğunda iki suntadan oluşan reklam panosu sandviç adamın üzerine asılırdı. Bu şekilde gün boyunca Beyoğlu’nda gezen sandviç adamlar,

sayı//18// ocak 32


firmanın tanıtımını yapmış olurdu. İlancılık’ın gerçekleştirdiği bir diğer önemli ilk ise gazetelerde reklam fiyatlandırmasıdır. O dönemde toplu ve keyfi ödemeler yapılırken İlancılık, adil bir şekilde ilan verebilmesi için günümüzde de halen geçerli olan sütun-santim fiyatlandırmasını geliştirmiştir. İlancılık reklama uygun yeni mecralar keşfetmesi ve yayılması uzun sürmemiştir. Sinemanın pek rağbet görmediği 1930’lu yıllarda birkaç Fransız girişimci İstanbul’da sinema açmıştır. Tiyatro önünde uzun kuyruklar olsa da İlancılık sinemanın önemli bir mecra olduğuna inanarak ve ilk sinema reklamını yapmıştır. Şimdiki slayt gösterisi gibi projektöre yazı bindirmekten ibaret olan bu reklamlar, yeni bir mecranın doğuşuna katkı sağlar. 1933 yılında gazeteler ajansa komisyon ödememek için reklam organizasyon işini kendileri yapmak istemişler ve İş Bankası’ndan alınan krediyle bir ajans kurmuşlardır. İlancılık Ltd.nin ömrü gazetelerin kendi arasında çıkan çatışma nedeni ile ancak bir sene sürer. O dönemlerin reklam çalışanları ilan ya da afiş hazırlayabilmek için bugüne göre çok daha büyük uğraş verirlerdi. Önce reklamın fotoğrafı çekilir, sonra ışıklı masada kurşun kalemle kopyası çıkarılır, ardından çini mürekkebi ile üstünden geçilirdi. Üstü tarandıktan sonra fotoğrafçılar tarafından küçültülerek istenen boyuta getirilirdi. Bütün bu işlemler sadece

33


reklamda kullanılacak bir grafik içindi. İlancılık o dönemde Türkiye’nin ajans içinde ilk grafik atölyesini kuran firma oldu. Sanat yönetmeni, grafiker, fotoğrafçı, dizgici ve yazarların tek bir yerde grup olarak çalışmasını sağladı. Ayrıca yine bu dönemde ilk inhouse fotoğraf stüdyosu İlancılık’ta kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’na doğru ilerlerken dünya büyük bir ekonomik krize girdi. Bu da haliyle reklam sektörüne de yansıdı. İkinci Dünya Savaşı sonrası piyasalar kendini toparlamaya başladı ve ithalatın patlaması ile şirketin portföyü de genişledi. Amerika’dan gelen Philco, General Electric, Hoover gibi markaların piyasaya girmesiyle yeni reklam ajanslarını da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemlerde yeni çıkan reklam ajanslarının maddi gücü yeterli olmadığından, ilanlar İlancılık’tan geçerek yayınlanırdı. Bir nevi Türkiye’nin ilk medya dağıtım şirketi de yine İlancılık’tır. Gazeteler, İlancılık dışında bir ajansı kabul etmedikleri için diğer reklam ajanslarının işleri İlancılık’tan geçerdi. İlancılık’ın sektöre kazandırdığı bir diğer mecra ise radyodur. Radyo programları ve müziklerin arasına kaydedilen reklamlar, firmaların tüketicileri ile sıcak bir iletişim kurmasını sağlamıştır. Tarih 1964 yılını gösterirken TRT’nin temelleri atıldı. Gazete, sinema, radyo, açık havanın yanında yepyeni bir mecra ile tanışıldı. Televizyonların 1972 yılında iyice yaygınlaşması ve evlere girmesi ile reklamcılar bu mecrayı kullanmak için hemen harekete geçtiler. Bu dönemlerde İzidor Barouh’un oğlu Yakup Barouh, Robert Kolej’den arkadaşı Pınar Kılıç ve sayı//18// ocak 34

Ahmet Durul ile PARS (Pazarlama, Araştırma, Reklam Servisleri) adı altında bir reklam araştırma şirketi kurdular. İlancılık’ın desteğiyle de hızlıca büyüdüler. Bir süre sonra yaratıcı reklamcılığa da girilmek istenmesinden dolayı Yakup Barouh ortaklığı bırakıp İlancılık bünyesine katıldı. Böylece İlancılık yepyeni bir çizgiye kavuştu. 1980’lerden sonra ise reklam sektörü diğer sektörlere göre en hızlı gelişen sektörlerden biri oldu. Bu gelişim, fotoğraf, prodüksiyon televizyon, gazete gibi pek çok sektör ve mecranın da gelişimini desteklemiştir. 2009’da 100. yılını kutlayan İlancılık, İzidor Barouh, Yakup Barouh ve 1975 yılında metin yazarı olarak girdiği İlancılık’ta hızla ilerlemiş ve sonraki yıllarda şirketin genel müdürlüğüne yükselmiş olan Atılay Bingöl ortaklığıyla yoluna başarıyla devam etmektedir. Makalemizin sonunda şu soruyu sormamız lazım, Reklam Nedir? “İnsanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen ya da başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan (diğer bir deyimle parasal destek sağlayan kişi ya da kuruluşların kimliği açık olan) duyuru”dur.* Dipnot

* Tanses Gürsoy, Reklam Terimleri ve Kavramları Sözlüğü, I. Basım, İst.: Adam, s.9


35


ŞEKİ’DEN CAVANŞİR MÜELLİM’DEN

SELÂM VAR “Sarı Gelin” türküsü, Azerbaycan muğam musikisinin ‘Şur’ makamına dayanmaktadır. ‘Şur’ makamı ise Azerbaycan muğam sanatının yedi en önemli sütunlarından biridir Doç.Dr. Nazım Muradov*

rof. Dr. Cavanşir Guliyev (Emektar İncesanat Hadimi/Azerbaycan Bestekârlar Birliği Mahnı [Türkü] Bölümü Başkanı dır) Prof. Dr. Cavanşir Guliyev: 22 Kasım 1950’de Azerbaycan’ın Şeki şehrinde dünyaya geldi Cavanşir Guliyev, 1968’de Şeki’de Musiki Yüksekokulu’nu bitirdikten sonra 1975 yılında Azerbaycan Devlet Konservatuarı’nın Bestekârlık şubesinden Birinci Semfonya adlı bitirme teziyle mezun olmuştur. 1978 yılından itibaren Azerbaycan Devlet Konservatuarı’nda, 1994’ten Azerbaycan Devlet Medeniyet ve İncesanat Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 1993-2005 yılları arasında Azerbaycan Devlet Milli Akademik Dram Tiyatrosu’nun müzik yönetmenliğini yapan C. Guliyev 2005 yılından bu yana KKTC’de bulunan Yakın Doğu Üniversitesi Sahne Sanatları Fakültesi öğretim üyesidir. Eserleri ABD, Almanya, Finlandiya, Türkiye, Polonya, Romanya, Slovakya, eski Yugoslavya , İsrail, Bulgaristan, Ukrayna, Estonya, Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Özbekistan ve KKTC’nin konser salınlarında seslenmiştir. 70’den fazla filmin, 300’den fazla tiyatro eserinin müziğini yazmış, 100’den fazla mahnı bestelemiştir. Azerbaycan Lenin Komsomol Ödülü (1982), General Muhammed Esedov Ödülü (1993), Şehriyar ödülü (1995), Avrupa Türkİslam Birliği altın madalyası 1997), Humay ödülü (2000), Altın Derviş ödülü (2001), Altın Peri ödülü (2015) ve başka ödüllerin sahibidir… Sarı Gelin türküsü tartışmaları sırasında (2004) Azerbaycan Bestekârlar Birliği Mahnı [Türkü] Bölümü Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. C. Guliyev, bu türkü hakkında bir uzman raporu hazırlamıştır. Söz konusu raporu Şehir ve Kültür okuyucularının dikkatine sunuyoruz: “Sarı Gelin” türküsü, Azerbaycan muğam musikisinin ‘Şur’ makamına dayanmaktadır. ‘Şur’ makamı ise Azerbaycan muğam sanatının yedi en önemli sütunlarından biridir (bkz. Üzeyir Hacıbeyov [1885-1948], Azerbaycan Halk Musikisinin Esasları, Bakü, 1945) ve milli musikide en çok başvurulan, yararlanılan makamlardandır.

* KKTC Lefke Avrupa Üniversitesi

sayı//18// ocak 36

Azerbaycan türkülerinden yüzlercesi bu makam üzerinde kurulmuştur ve yüzyıllar boyunca halk törenlerinde seslendirilmiştir. “Sarı Gelin”, janr yönünden Türk halklarının müzik folklor ve kültürünün bir parçası olan “uzun havalar”dan biridir. Janrdan ileri gelen şekil yapısı ise (geniş halk kitlelerinin rahat bir şekilde terennüm edebilmesi için diyapazonun,


Şeki’den görünüm

olabildiğince kısa tutulmaya çalışılması) diğer türkülerden ayrılmaktadır. Nitekim nakarat fonksiyonunu ‘Şur’ makamının ‘ŞurŞahnaz’ şubesine ait melodik bir parça yerine getirmektedir. ‘Şur-Şahnaz’ ise ‘Şur’ destkâhının (belli başlı bir sistemi olan, kompleks) sırf Azerbaycan’da teşekkül eden versiyonunun bünyesinde bulunmaktadır. Daha açık söylersek, “Şur”dan ‘Şur-Şahnaz’a geçit, sadece Azerbaycan muğam sanatına ait “Şur” destgahında ve bu destgaha dayanılarak oluşturulan türkülerde rastlanır.

Azerbaycan’ın Şeki şehri oybirliğiyle 2016 yılı için Türk Dünyasının Kültür Başkenti seçilmiştir. Sizin de doğup büyüdüğünüz doğduğunuz Şeki şehrinin bu önemli seçimi hak eden kültürel geçmişinden söz eder misiniz? Şeki, tarih boyunca sadece Azerbaycanın değil tüm Yakın Doğu’nun önemli siyasi ve kültürel merkezlerinden biri olmuş, günümüzde de aynı coğrafyanın saygın ve seçkin merkezlerindendir. Şeki, bütün tarihi boyunca etrafındaki geniş bir coğrafiyaya medeni yön vermiş, özel yaşam tarzı aşılamıştır.

Azerbaycan milli musikisi Şark musikisinin içinde yer aldığından, onun temperasyonu da genel Şark musikisi temperasyonu ile büyük ölçüde benzerlik teşkil etmektedir. Bu özellik, Azerbaycan folklöründe aynı zamanda “Sarı Gelin” türküsünde kendisini göstermektedir. Nitekim türkünün ana tonu ile bir sonraki aşamasının arası yarım tondan büyük (uzun), bir tondan ise küçüktür (kısadır) ki bu da ‘Şur’ makamının en spesifik özelliklerinden biridir, bir anlamda ‘Şur’un ‘pasaportu’dur, ‘parmak izi’dir.

1747-1819 yılları arasında büyük bir hanlığın merkezi olan, ekonomisi ağırlıklı olarak ipek üretimi üzerine kurulan ve Şarkın en ünlü ipek merkezlerinden biri sayılan bu şehir, günümüze kadar yaşamında ve insanlarının düşüncesinde payitaht duruşunu, yüksek medeniyeti ve özel tarzını koruyup saklayabilmiştir. Tarihen Yakın Doğu’nun büyük merkezleriyle sıkı ilişkileri olan Şeki, Azerbaycan bağımsızlığını yeniden elde ettikten sonra eski ilişkilerini yenilemiş, bu yoldaki yürüyüşünü sürdürmektedir. Bunun en bariz göstericisi de aslen Şeki’den olan bilim, sanat adamlarının, ekonomistlerin, üst düzey yöneticilerin, çeşitli Şark ülkelerinin bilim ve sanat merkezlerinde önemli görevlerde çalışmalarıdır. Onların bilimsel kongre ve sempozyumlara, sanat sergilerine devamlı olarak katılmaları, prestijli uluslararası kültürel ve ekonomik etkinliklerde yer almaları söylediklerimizin kanıtıdır.

“Sarı Gelin” türküsünün ritmine gelince; bu ritim Azerbaycan türkülerinden birçoğunun, örneğin “Yakan düymele”,“Küçelere su sepmişem”; Azerbaycan oyun havalarının, örneğin “Mirzeyi”, “Vağzalı” vd. ritmik esasıyla aynıdır. Yukarda belirtilen hususlara dayanarak şu sonuca varabiliriz: “Sarı Gelin” Azerbaycan Türklerinin türküsüdür. Cavanşir Hocam, bildiğiniz gibi TÜRKSOY’un 26 Kasım 2015 tarihli Merv (Türkmenistan) toplantısında

Şeki, diğer bir yandan da Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının oldukça önemli bir kültür merkezidir. Nitekim Şeki folklorü Azerbaycan

37


Şeki’de bir konak

halk kültürünün değerli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Azerbaycan biliminin, edebiyatının, musikisinin, ressamlığının, heykel sanatının, halk oyunlarının (halk danslarının), güzel sanatlarının birçok önemli uzman temsilcisi Şeki kökenli olup bu kültür ortamında yetişmişlerdir. XIX. yüzyıl Şarkının dünyaya bakışını ve felsefi düşüncesini güçlü bir şekilde etkilemiş olan kişilerden sadece Mirza Fethali Ahundzade’nin (1812-1878) adı çekilirse, Şeki kültür muhitini tasavvur etmek mümkün olacaktır zannındayım. Modern anlamda Azerbaycan dramaturjisinin kurucusu [Ahundzade’nin 1850-1856 yıllarında içinde beş komedinin yer aldığı eserleri önce Kavkaz gazetesinde Rusça tefrika edilmiş, 1859’da ise Temsilat adıyla Türkçe yayımlamıştı], çağının en büyük düşünce reformcusu, Latin alfabesini Türk diline ilk tatbik eden M. F. Ahundzade, eğitimini Şeki’de almış, dünyaya yenilikçi bakışı sırf Şeki’de ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Şeki Azerbaycan’a, aynı zamanda da dünyaya birçok ünlü kültür adamı bahşetmiştir. Bu kişiler arasında yukarda adını çektiğim M. F. Ahundzade ile birlikte ünlü edebiyat tarihçisi, tenkitçisi Salman Mümtaz (1884-1941); Şark’ın ilk Demokratik Halk Cumhuriyeti olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin (28 Mayıs 1918 – 27 Nisan 1920) kurucu kadrosunda yer alan Feteli Han Hoyski(1875- 1920), Şark musikisinin incisi olan ‘muğamat’ın büyük üstadı, Azerbaycan’da, İran’da ve Orta Asya’da meşhur olan Alesger Abdullayev (Şekili Alesger) (1866-1929); Türk dünyasının çok sevip saydığı büyük şair Bahtiyar Vahabzade (1925-2009); ünlü tiyatro yazarı Sabit Rahman (1910-1970); ünlü tiyatro ve sinema sanatçıları, unutulmaz oyuncular Lütfeli Abdullayev (19141973), İsmayıl Osmanlı (1902-1978); şair Hikmet Ziya (1929-1995); sinema yönetmeni Rasim sayı//18// ocak 38

Ocagov (1933-2006); halkın çok sevdiği ünlü besteciler Cevdet Hacıyev (1917-2002); Şefika Ahundova (1924-2013), Emin Sabitoğlu (19372000); Azerbaycan’ın ve Yakın Doğu’nun ünlü heykeltraşı Fuad Abdurrahmanov (1915-1971) ve burada adlarını çekebileceğimiz yüzlerce kişi, Şeki kültür ortamının yetiştirdiği insanlardır. Bura’da doğup büyümüş birçok büyük alim, sanatkâr, siyasetçi ve asker, Şeki’nin çok önemli kültür, bilm ve fikir merkezi olduğunu, Türk Dünyasının Kültür Başkenti seçilmesini hakettiğini kanıtlamaktadır. Sizin, Türk dünyasının ünlü bir kültür adamı (özellikle musiki alanında) olduğunuzu biliyoruz. Çocukluk yıllarınızda Şeki’de iyi bir musiki eğitimi almışsınız. Sizden önce Şekili Elesger, Cevdet Hacıyev, Emin Sabitoğlu, Şefiqe Ahundova... gibi ünlü müzisyenlerin de Şeki’nin kültür muhitinde yetiştiği malûmumuzdur. Bize Şeki’nin genel olarak musiki geçmişi ve bugünü hakkında ne dersiniz? Şeki her zaman önemli musiki merkezlerinden biri olmuştur. Tarih boyunca burada müzik eğitim öğretimiyle meşgul olan çok sayıda musiki tedris ocakları bulunmuştur. Şekililer musikiyi çok seven, onun inceliklerini anlayan, müziğin hep kalitelisini dinleyen müzik zevki yüksek insanlardır. Burası Şeki Hanlığı’nın başkendi olduğundan, öncelikle Şekide yüksek kaliteli şehir musikisi olan muğamat çalınır ve dinlenir imiş. Muğam ustalarının çalıp okuduğu, ağırlandığı yer ise önceikle Han Sarayı olmuş, muğam sanatı da etraf bölgelere buradan yayılmıştır. Bu anene, icra edilen musikinin her zaman yüksek kalitede kalmasını gerektiriyordu. Halkın düğün derneklerinde ise müzik folklorü geniş bir şekilde ve tüm güzellikleri, incelikleriyle sergilenmiştir. Halk müziğinden - günümüze


kadar ulaşmış halk oyunu (dansı) olan ‘Zorhana’yı; başta eski SSCB coğrafyası olmakla tüm dünyada ünlü olan Sekili zurnacıları; bugan bile Azerbaycan Devlet Halk Oyunları Ekibi repertuvarının vazgeçilmez bir parçası olan ünlü ‘Şeki Raksı’nı; çağdaş Azerbaycan zurnacılarının çok sevdiği ve sık sık seslendirdiği ‘Şeki Yallısı’nı (Şek Halayı) örnek gösterebiliriz. Şeki’nin çağdaş müzik hayatı da zengin ve geniştir. Bugün Şeki şehrinde dört çocuk müzik okulu; Çocuk Güzel Sanatlar Okulu; Müzik Koleji ve çok sayıda müzik dernekleri aktif bir şekilde kültür hizmeti yapmaktadırlar. Bu okulların, Şeki’de yaşayan halkın müzik eğitimi konusundaki ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşıladığını söyleyebiliriz. Sonuçta, Şeki’de - müzik eğitimi almış çok sayıda insanın bulunduğu bir ortamda müzik zevkinin gün geçtikçe artması söz konusu olmaktadır. Demek ki müzik kulağı ve zevki üst düzeyde olan Şeki şehrinde iyi müzik dinleyicisi olan büyük bir kesim bulunmaktadır. Bu insanlar ise nitelikli musikiyi anlayan, seven ve ona değer veren iyi bir dinleyici kesimidir. Ayrıca Şeki’de bir çok regional ve ülke dahili müzik etkinlikleri, toplantıları ve konçertolar düzenlenmektedir. Son yıllarda ise Şeki’de uluslar arası müzik festivali organize edilmekte, gerçekleştirilmektedir. Kültürün önemli bir ayağı olan güzel sanatlar (incesanat) alanında Şeki’nin hangi başarılarından söz edebilirsiniz? Nazım, bu soruyu büyük ölçüde yukarda cevapladık. Ek olarak şunları söyleyebilirim: Şeki hanlarından Hüseyin Han (Hanlık dönemi 1759 - 1780), şiire çok ilgi duymuş, güzel şiirler yazmıştır. Hüseyin Han’ın edebiyat camiasında Müştak müstear adıyla tanındığı ve kabul edildiğini de biliyoruz. Sovyet (SSCB) döneminde ise özellikle 1980’li yıllarda Şeki Devlet Dram Tiyatrosu’nun büyük başarılarından söz edebiliriz. Bu başarılar Şeki Tiyatrosu’nu bir aylık Moskova, Küba adası ve eski SSCB’nin çeşitli şehirlerindeki turnelere, kültürel etkinliklere götürdü. Şeki’nin Zurnacılar Orkestrası’ndan da kısaca söz etmek istiyorum. Bu başarılı ekip SSCB döneminde düzenlenen birçok festivalin galibi olmuş, gittiği her yerde büyük bir ilgiyle karşılanmıştı. Uzun yüzyıllar boyunca yüksek kaliteli Şeki ipeğini başarıyla temsil eden Şeki keleğayısı [kadın başörtüsü], sanayi ve kültür karışımının ortak bir eseri olarak Şeki’nin simgesi haline gelmiş, onu temsil etmiştir. Sadece Şeki’de mevcut olup burada üretilen ve tek elle özel bir dokuma tekniği ile hazırlanan “tekelduz”u da unutmamalıyız. Şeki mimarisi üzerine neler söylersiniz? Alanım olmasa da Şeki’nin muhteşem mimarlık

abidelerinden Şeki Han Sarayı’nı, Şekihanovların evini, Gilekli Mesvidi ve minaresini, Şeki kale duvarlarını, Dairevi mabedi, Zeyzit mabedini, Kiş köyündeki Alban mabedini, Şeki Kervansarayı’nı, birçok hamamı örnek gösterebilirim. Ayrıca şehirdeki yeraltı kehrizler (kil borularla getirilen içme suyu kaynakları) unutulmamalıdır. XIX. yüzyılın ünlü aydını, yazarı ve savaş tarihçisi Arnold Zisserman (1824-1897), Kafkasya’da bulunduğu 25 yıl boyunca (1842-1867) Şeki’yi sık sık ziyaret etmiş, Şeki mimarisiyle de ilgili bilgiler vermiştir. Şeki’nin tarihi mimarisi, şehir planı hakkında Ziserman’ın Dvadtsat pyat let na Kavkaze [Kafkasya’da 25 Yıl] (1842-1867) kitabından bilgi alınabilir. Cavanşir Bey, 2016 yılının Türk Dünyası Kültür Başkenti’nde - Şeki’de bu sene boyunca kültürel etkinlikler düzenlenecektir. Sizin bu etkinlikler kapsamında -olmazsa olmaz olarak önem verdiğinizhangi etkinliğin yapılmasını arzu edersiniz? Yıl boyunca Şeki’de yeterince etkinlik yapılacağını umuyorum. Arzum ise genelde Azerbaycan’ın, özelde ise Şeki’nin Türk dünyasının bir parçası olduğunu, aynı zamanda çağdaş bir ülke ve şehir olduğunu ortaya koymak amacıyla aslen Şeki’den olan bestekârların semfonik eserlerinden oluşan bir programın düzenlenmesidir. Böyle bir etkinlik, Şeki’nin daha modern bir medeniyet merkezi ve kültür başkenti olduğunu ortaya koyacaktır. Size bir daha teşekkür ediyorum, Cavanşir Müellim... 39


ŞEHİR’DE ŞİİR, YA DA SEVME SANATI

Çünkü şiir, aşkın dilidir. Büyük coğrafyamızda inşasını bulduğumuz, dillerden dillere destansı hikâyeleriyle gönüllere huzur veren, inşirah veren, aşkın iksirinden tılsımlar katan Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı anlatıları, bizim kültürümüzün en zirve öykülerini, şiirlerini ve romanlarını içinde barındırır. Recep GARİP

aratılmış en yüce şeyse aşk, her şeye aşkla bakmak gerekir. Aşkın gözü, gerçeğin ta kendisidir. Aşksız hiçbir şey var olmadığına göre, temeli aşka dayanır her şeyin, her işin, her bakışın, her eşyanın. Öyle olmalıdır. Aşk ile bakmalısın ki aşkı görebilesin. Sevgiyle bakan sevgi, tebessümle bakan tebessüm, acıyla bakan acı, arızayla bakan arıza görür. Neyi görmek istiyorsanız bakışlar onu yansıtır. Aşksız bakanda bir özür, bir arıza var demektir. Aşkın bakışında sevgi ve merhamet iç içedir. Aşkın bakışı, yüreğin bakışı, yüreğin atışıdır.Can Yücel’in güzel bir tanımlaması var; “Öyle bir seveceksin ki, yüreğinden kimse ayıramayacak. Ve öyle birini seveceksin ki, seni gözleriyle bile aldatmayacak.” Erich Fromm’un “Sevme Sanatı”nı okuduğumda üniversitede öğrenciydim. Şiirin besin kaynağı kuşkusuz aşktır. Her ne olursa olsun aşkla başlamalı ve aşkla sürmelidir. Aşkla sürüp gelen bir hayatın, cemiyetin yüzü de, gönlü de şiirle doludur. Çünkü şiir, aşkın dilidir. Büyük coğrafyamızda inşasını bulduğumuz, dillerden dillere destansı hikâyeleriyle gönüllere huzur veren, inşirah veren, aşkın iksirinden tılsımlar katan Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı anlatıları, bizim kültürümüzün en zirve öykülerini, şiirlerini ve romanlarını içinde barındırır. Sevme sanatında zirveyi yaşamak, görmek, tatmak isteyen insanlık, öncelikle kadim kültürümüzün değerleriyle tanışmak zorundadır. Bizim şiirimizin dili de, kurgusu da, mantığı da insan merkezli olmakla birlikte, metafizik boyutu da içinde barındıran aşk risaleleriyle doludur. Aşkla yazılmamış şiir, kendisini var edemez. Erich Fromm şöyle söylüyor; “Sevmek bir eylemdir edilgen bir duygu değil. Bir şeyin “içinde olmaktır” bir şeye “kapılmak” değil.Vermek almaktan çok daha coşku vericidir. Bu, beni yoksullaştırdığı için böyle değildir, verme eyleminde canlılığının gücü yattığı için bu, böyledir. Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir. “Veren el, alan elden üstündür” buyuran âlemlerin efendisi Hazreti Muhammet Mustafa (as)’ın bu kutlu sözü yol göstericimizdir. Alaeddin Özdenören “Aşkın Gözleriyle” şiirinde şöyle sesleniyor ülkemin çocuklarına; “Ay yeni bir haber gibi doğsun göğsünden/ Dağ ürpersin/ Toprak kabarsın / Damarlansın ağaç / Güneş zıplayarak çıksın kovuğundan / Aşkı gözleriyle ağartan çocuk / Gözlerin, alnın ve sevdanla düşün / Düşün ki ülkem nice uçurumlardan sonra / Kesik kesik ama hızlı / Bir orman yağmuru gibi /Dönüp duruyor içimde..”

sayı//18// ocak 40


Sevme sanatı, sanatkârın varlığında bütünleşerek, her an onu, idrak şuuruyla yaşama sanatıdır. Onda var olmak, onunla olmaktır. Yaşama sürecimizde karşımıza çıkan bütün hallerin, durumların ve iklimlerin içerisinde, kendi varlığımızı bularak var oluşun şualarıyla beslendiğimizi ve buna eşlik ederek var olduğumuzu, onunla büyüdüğümüzü bilmektir sevme sanatı. İnsanlar arasında var olan ünsiyetin, sevginin, muhabbetin aradaki uçurumları, aykırılıkları, duvarları, zincirleri kırıp atacak, kaldıracak, yok edecek güçtedir. Bunu bilerek insana ve varlıklara yaklaşılmalıdır. Sevgiyle yaklaşan asla kaybetmez. Kaybetmiş gibi gözükebilir, lakin uzun sürede kazandığı mutlaka görülecektir. Sevgi, sevi insana yaşama heyecanı verir. Bireysellikten kurtularak toplumcu bir kimlik kazanmasını sağlar. Bireyin tükenip gittiği yalnızlığı, sevgi bahçesi yok eder. Sevgili olan iki kişi, birbirinin sevgisinde yekvücut olduklarında, kinleri, gururları, kibirleri biter, hasetlikleri, kıskançlıkları, hırsları biter ve daha üst bir algının, kavrayışın insanı olma fırsatını yakalar. Bu asıl itibariyle kişiliklerin tazelenmesine, eksikliklerin giderilmesine vesile olur ki, ele geçmez büyük bir nimettir sevgi. Sevme sanatı, incitmeme özelliğini taşır. İncitmeme çabası incinmeme çabasını da geliştirmiş olur. Arınma, temizlenme, yumuşama, yenilenme, ruhun, aklın ve lisanın yeni bir hüviyet kazanmasına yol açar ki bu yol estetiğin sevgiyle kuşandığı bir gökyüzüne benzer. Sabahın kırağısında tüllenen gül tomurcuğuyla ruhu büyütür, aklı geliştirir böylece yeni bir sevda şöleniyle şiir dile gelir. Şiirin besin kaynağı olan sevgi, aşk ve muhabbet aynı durumuyla ilimden de, irfandan da nasiplenmelidir ki mısralar ruhu okşasın, aklı büyütsün ve şiir yaşasın. Aşkla birlikte yaşar şiir. Fuzuli yüzyılları aşıp gelerek, günümüze ışık tutuyor ve şöyle sesleniyor; “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever, Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever.” Dünyada bir kimse canını, sevdiği (cananı) için severse, asıl itibariyle canını yani kendisini sevmiş olur. Sevgilisini yani cananını kendi canı için severse yine kendi varlığını sevmiş olur. Can ile canan birbirinden ayrılmaz bir bütünü oluşturur. İki can bir bedende tek cana dönüşür. Sevmenin mükemmellik kapısı burasıdır. Anlaşılan odur ki, kişi kendini tanıdıkça, bildikçe keşfi de genişliyor. Keşfin genişlemesi, inkişaflara sebep oluyor ki bu da bütün dünyada olan biten her ne varsa, her birisinde tezahür eden faslı muhabbetin, aşkı beşerin gönül dünyasını bir yandan dokuyarak,

genişleterek, bir yandan da derinleştiriyor, inceltiyor, hassasiyet kazandırarak bireyin yücelik vasfına ermesi için, aşk iksirinin kazanında kaynatmış oluyor. Bu bizim edebiyatımızda tasavvufi geleneğin sayfalarında sonsuz kudret sahibi olan Allah’a erme, ulaşma talimini de kula hissettiriyor. Bu nedenledir ki terennüm burada zikirdir. Aynıyla zikir, aynıyla fikre de tekabül eder. Yine Peygamber aşığı olan Şair Fuzuli teşbihlerle, telmihlerle yolunu aşkın ummanına daldırarak şöyle ifade ediyor;

İnsan, kendisinden vaz geçebildiği oranda yücelir.

“Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var” Kendisini öyle bir teşbihe tabi tutuyor ki “Mecnun’dan daha fazla bir aşk kabiliyetinin, ziyadesiyle aşka meftun olabilecek hallerin kendisinde mevcut olduğunu iddia ederek, ben gerçekten de sevmeye daha uygunum. Yüreğim, gönlüm, bilgim, hafızam ve istidadımMecnun’dan daha fazladır. Bu böyle bilinmelidir ki, gerçek âşık benim, Mecnun’unsa yalnızca adı kalmıştır. Bu böyle bilinmelidir” diyor. Sonra hızını alamayan şairimiz zirveye tırmanarak bir bakıma vecd halinde kabul edebileceğimiz şu beyti bırakır bize; “Aşk imiş her ne var âlemde./ İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.” Âlemde ne varsa aşktan ibarettir. Kaynağı, menşei, geldiği menzil, mekân, yaratıcı aşkın kendisidir, kaynağıdır. İlim ise kocaman laftan, sözden, kelamdan ibarettir. Bütün mevcudatın temel dayanağının aşk olduğunda kuşkumuz yok. Bunu “sen olmasaydın ben bu âlemi yaratmazdım” ifadesinden öğreniyoruz. Yine “seni sevdim ve bu âlemi yarattım” ifadesiyle de sonsuz ikram sahibinin iki cihan güneşi, âlemlerin sevgilisi Hazreti Muhammet Mustafa (sav) yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmanın bereketini, ebediyen insanlık yaşayacaktır. Yaşadıkça da bunu terennüm eden âşıklar topluluğu, meclisi, şiirin yolları aynıyla buradan geçecek ve her şeyin temelinin aşka dayandığında hükmü netleşecektir. Yaşadığımız ortama benziyor yüreklerimiz, üslubumuz, ahlakımız, titizliğimiz, temizliğimiz. Kişinin evi ne kadar düzenliyse, temizse, insanın duyguları da buna benziyor. Her şey insanın yetişme tarzına bağlı, nasıl yetiştirilirse birey, hayata öyle katkıda bulunuyor, öyle müdahaleler yapıyor. Kendi iç dünyası huzurlu olanın, dış dünyası da huzurludur. Evinde huzurlu olan, cemiyette de huzurlu olur. Bireyin evi, cemiyeti huzurluysa eğer, mahallesi de, şehri de, memleketi de huzurlu olur. Birbirini tamamlayan unsurlardır bunlar. Sosyolojik vakıalardır. Bireyin iç çatışması varsa eğer, cemiyete bu çatışma yansıyacaktır sonunda. Bundan dolayıdır kişinin yetişme tarzına verilen ehemmiyet, hem devletin 41


asli ödevidir, hem de ebeveynlerin. İnsanın en etkin, etkileyici ve besleyici ortamı evidir. Aile aşk ile beslenir, beslendikçe de besler. Buradan aldığı ilhamlarla sokaklar, parklar, bahçeler, balkonlar, çatılar, teraslar, yapılar dahası şehirler anlam kazanır. Binalarda var olan değer-değersizlik bireylerin çoğunluğuyla da orantılıdır. Nasılsanız öyle karşılıklar alırsınız. Hayatın bütününde var olan gerçeklik budur. Maddeye nasıl yaklaşırsanız, hükmederseniz maddede insana öyle yaklaşır ve katkıda bulunur yani hükmeder. Birbirinden kopuk değildir hayatta hiçbir şey, hiçbir eşya. On sekiz bin âlemin sultanı diye ifade edilen Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine, aşk yeryüzünde vardır ve mutlak gerçeğin bulunmasında en önemli basamaktır. Var olan her şey aşktan ibarettir. Aşkın tılsımıyla vardır var olan ne varsa. Aşksız hiçbir şey yaratılmış değildir. Aşk ile gelmiştir âleme gelen, aşkı yaşayarak, arayarak, bularak huzura dönmeyi ahdetmiştir insanlık. Kargaşaların, savaşların, istilaların, her türlü fitne ve fesadın bulunduğu yüreklere, aşkın tılsımı dokunmadığından bunlar yaşanmaktadır. Şiirin olmadığı yerde kargaşa vardır. Şiirin dokunmadığı yürekler, yaralıdır, vahşidir, eğitimsizdir. Şiirin dillere düşmediği, kulakları okşamadığı, gönülleri yumuşatmadığı mevsimler, kişiler, topluluklar, karanlıktır ve karanlıktadır. “Aşk Risalesi”nde Erdem Bayazıt şöyle yüreklerimizde izler bırakıyor; Ama sen uzaklardaydın ey kalbim/ Uzaklardaydın, sevdiğim uzaklardaydı Ayın yıldızların çağlayarak / Berrak şelaler yaparak/ Coşku içinde aktığı/ Bir yerlerdeydi. … Sevgi üretken ve iletkendir. Eylemlerin görünen ve görünmeyen yüzünde sevgi ağı, içten içe büyüdükçe bir sarmaşık gibi kişileri sarar ve geliştirir. Sevginin, bireyler arası geliştiği menzil, ailedir. Annenin, babanın sonsuz sevgi gücü, yüreklerinde var olan fedakârlıkla beslenmiş olmasındadır. Evlatlarına verdikleri karşılıksız sevginin büyüttüğünü, hiçbir güç sağlayamaz. Sevgiyle büyüyen insan, sevgiyi dağıtan insandır. İnsan, kendisinden vaz geçebildiği oranda yücelir. Kendi istekleri, arzuları, tercihleri yerine kardeşini, sevdiğini, dostunu, yoldaşını, arkadaşını, sırdaşını, daha ehliyetli, liyakatli olanı tercih ettiğinde yücelir. Çünkü nefsini tercih yerine, ehliyetli olanı, daha bilgili olanı tercih ederek nefsinden vaz geçerek, üstün bir özelliği benimsemiştir. Görüntüde maddi bir değerden, varlıktan, güçten, imkândan, makamdan, paradan vazgeçerek dünyadan fedakârlık etmiştir. Oysa dünya çekicidir, kolay kolay vaz geçilmesi güçtür. Tercih edenin erdemli bir duruşa, vasfa sahip olduğu kabul edilmelidir. İşte sevme sanatı budur. Sevginin üretken bir yönü vardır. sayı//18// ocak 42

Mütemadiyen ürettiği kuşatıcı algı, kucaklayıcı bir algıdır. Böylece güçlendikçe üretir, ürettikçe de makbuliyeti artar. Verdikçe çoğalan bir duygudur aşk, muhabbet, sevgi. Dağıttıkça azalmayan, tersine çoğalan bir duygudur ki ezeli ve ebedi bir ikrama dönüşür. Şöyle düşünsek bir de; çocukları kim severse çocuklar onların kucağına doğru gider. Bakışları, mimikleri, ses tonları, çağırışları, ilgi kurmaları ya da ilgisizlikleri çocuğun gözlerinden ve algılamasından kaçmaz. Sanırsınız ki davranış mühendisi gibi, sevenin gözlerinden, sesinden anlar ve onun kucağında keyiflenir. Sevgiyle bakan gözün, sevgiyle söylenilmiş bir sözün ve sevgiyle kuşatılmış bir davranışın yerini hiçbir şeyle ölçülemez, tartılamaz ve satın alınamaz. Öğreti de ve eğitimde ilk kural sevgiyle yaklaşımdır. Çok bilgili olmak yeterli değildir. Az bilgili ama gönülden gelen bir davranışla çok bilgili olandan daha tesirli, etkili olduğu unutulmamalıdır. İlim ehlinin bunu daha iyi bilmesi gereklidir. Örneğimizi çocuklardan yana kullanmış olsak da, bütün insanlar ilgiden, yumuşak bir tavırdan, üsluptan ya da nazik bir davranıştan, sempatik bir hareketten hoşlandıklarını da söylemeliyiz. Her yaşta insan, sevgiye muhtaçtır. Çocuğun eğitim ve öğretiminde, başarılı olduğu derslere bakıldığında, elbette ki zekânın belirleyici rolü olsa da, asıl itibariyle hocasını, öğretmenini, üstadını, ustasını seven talebenin, öğrencinin daha başarılı olduğu hem görülmektedir hem de bilinmektedir. Demek oluyor ki sevgi, başarının temelidir. Sevgiyle yaklaşırsanız sevginin açamayacağı kapı yoktur. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” İnsanların hallerinden, üsluplarından, konuşma tavırlarından, yüz hatlarındaki mimiklerinden, ses tonlarından etkinin gücü belirlenmektedir. Sese yüklenen anlam, mimiklerle, beden diliyle bütünleştiğinde alınması gereken en üstün başarı elde edilmiş olur. Aile bağlarının bağlayıcılığı, bireyler arasındaki muhabbetin yansımasıyla ilintilidir. Ebeveyn sevgisiyle, kardeşler arasında ki ayrılmaz bağ, maddesel ölçülerle değerlendirilemez. Metafizik bir sevginin bitmeyen üreticiliği, içerisinde aile kurumunu, cemiyeti, cemiyette milleti, memleketi selamete ulaştırır. Ailesini seven, toplumunu da, devletini de milletini de insanlığı da sever. Sevginin, aşkın bir nedeni yoktur. Nedensiz, sebepsiz seversiniz. Ölçüsü yoktur, çünkü sevgi ölçüye gelmez. Büyüklerini seven bir toplumuz. Aile ocağını ayakta tutan asıl damar, atanın, yani büyüklerin, ninelerin, dedelerin bağlayıcı, kuşatıcı davranışları, kocaman bir medeniyetin davranışlarına sirayet eder. Büyüklerin yanında gösterilen hassasiyet, yetişmekte olan kuşakları


da etkileyerek asırlar boyu, aile kurumunu ayakta tuttuğu gibi, milleti de, memleketi de, medeniyeti de ayakta tutmaktadır. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşulmaması bir terbiye usulüdür. Onlar oturmadan oturmamak, yemeğe başlamadan başlamamak, yolda yürürken onların önüne geçmemek, sol yanlarından bir adım geride yürümek, saygıda hassas davranmak gibi hallerin, bir gelenek olmakla birlikte, inancın medeniyete dönüştüğüne işaret eder. Bunlar sevgiyle inşa edilmiş bir cemiyetin tahlilinden ibarettir. Büyük devlet olmak demek, aile düzeninin devlet düzeniyle eş değer olduğunu bilmek demektir. Anne, baba sevgisinin bir nedeni olmadığı gibi, annelerin, babaların, evlatlarını sevmelerinin de bir nedeni yoktur. Tek bir neden vardır, o da aile oluşlarıdır. Aile düzeni sağlıklı olursa, devletin düzeni de sağlıklı olur. Aile düzenindeki çatışma, devlet düzenindeki karmaşaya işaret eder. Dolayısıyla aile kurumundaki kucaklayıcı, kuşatıcı sevgi; hem barındırır, hem büyütür hem de cemiyetle barışık bir bireyin yetişmesini sağlar. Kendisiyle barışık olmayan, başkalarını sevemez. Başkalarını sevmeyen toplumunu, devletini, milletini ve insanlığı da sevemez. Dolayısıyla yaratıcıyı da sevemez. İnsan, kendisiyle dostbarışık olmalıdır ki, insanla dost olabilsin. İnsanla dost olan, tarihine de, coğrafyasına da, kurduna da, kuşuna da dost olur. Bizim tarihimizde, coğrafyamızda, bireyin mutluluğundan ziyade, toplumun mutluluğu ve huzuru önde gelmektedir. Bireyler huzurlu olunca, toplumlarda huzurlu olur. Bireyin yetişme tarzındaki ihtimam geleceğin ihtimamıdır. Geleceğimizi sağlıklı bulmak istiyorsak, yetiştirmekte olduğumuz nesli, daha ciddi eğitimlerden ve öğretilerden geçirmeliyiz. Bu anlattıklarımız cemiyetimizde var olan kayıplarımızdır. Kayıp değerler, ya da kaybolmaya yüz tutmuş değerler, yüzyılların içinden beslenerek, arınarak, süzülerek gelen değerlerdir. Bu değerler, İslam inancının ana kaynakları olan Kuran ve sünnet çizgisinden beslenerek benimsenmiş, yaşanmış ve bizlere doğru gelmiştir. Bunların iyileştirilebilmesi eşyaya, maddeye ve yaratılmış bütün varlıklara karşı şefkatli olmakla mümkündür. Şefkatin, sevgi merkezli olduğunu bilmeliyiz. Sevgiyle bakan insanlarda, merhametli davranışlar tezahür eder. Dengede bozulma sürdükçe, başarısıyla övünenlerin, kaprisleriyle, gurur ve kibirleriyle cemiyetin şefkatli yüzü bozulmaya başlar. Bu bozulmaya karşı alınabilecek, en önemli davranış biçiminin, sevgiden müteşekkil bir elbiseye toplumun bürünmesidir. Dolayısıyla aşkın diline sahip olmakla zekâda, güzellikte, başarıda dengede

durur. Sevgi toplumu aşkın toplumudur. Aşkın estetik yüzü her alanda hissedilmelidir. Estetik denge, şefkatin, merhametin, iyinin, güzelliğin, erdemin bulunduğu çerçevede kendisini gösterir. Denge, insanla insan arasındaki en önemli davranış biçimlerini gösterir. Gurur yok olur, kibir ortadan kalkar, kıskançlık ve hasetin kökü kurur ve böylece bireyin kendisini övme tavırları giderek törpülenir ve merhamet şemsiyesi altında huzurlu bir cemiyetin oluşumu gözlenmiş olur. Ülkemizde ve İslam coğrafyasında bunun tanzimi tasavvufi meclislerde ziyadesiyle gözlemlenir. Evlerimizde, büyük devasa binalarda yani gökdelenlerde yukarıdan bakan bir çocuğun, gencin kendi toplumsal değerleriyle iyi beslenmediğinde, sıkıntıları, öncelikle aile bireyleri, sonra komşuları, daha sonra da bulunduğu, yaşadığı iş ortamı ve cemiyet çekecektir. Bunların tanzimi cemiyette örnek şahsiyetlerin, önderlerin, öncülerin, sözcülerin yüzünde, sözünde, giyiminde ve yaşayışlarında tezahür etmelidir. Nefse ağır gelen eleştirilere boyun eğebilmek için, kalbin tedavi edilmiş olması gerekir. Kalbin tedavisi ise, sevgiden müteşekkil olan Allah’ın çokça anılması,Peygamber buyruklarıyla hayatın tanzim edilmesi mutlaktır.Eleştirilere göğüs gerenler, tahammül edenler, onlardan dersler çıkararak kendilerini düzeltenler aşk estetiğini kavramış olanlardır. “Sizi sığaya çeken bir molla kasım gelir”.

Ailesini seven, toplumunu da, devletini de milletini de insanlığı da sever.

Toplumun hayrına olabilecek iyileştirici, ön açıcı tahlillerin faydalı olduğunda şüphe yoktur. Şöhretin, zenginliğin, güzelliğin, paranın azdırıcı cazibesi nefsin tezkiyesiyle mümkündür. Aşkın gözleri tahrip etmez, onarır, aşkın dili ise kalbin dilidir.Nefsin terbiyesi ise sevgiden ve aşktan geçer. Aşk ile var olmuş her şey. Aşkla konuşmak için aşkla bakmak icap eder. Aşka bulaşmamış hiçbir söz, etkin ve etkili değildir. Sevmek, sevdiğinin kurallarına uymaktır. Seven sevdiğini asla incitmek istemez. Çünkü sevdiğinin üzülmesi demek, kendisinin üzülmesi demektir, sevinci de sevinci. Sevgi, inanç merkezli bir durumdur. Her şeyin var oluş sebebinde yatan iksirdir çünkü sevmek. İnançlı olanların hayatlarında daha çok merhamet vardır, daha çok ülfet ve muhabbet vardır, daha çok müsamaha ve hoşgörü vardır. İnançlarıyla hayatlarını tanzim edenlerin başarıya ulaştıkları görülür. Sevginin asıl kaynağı inançtır. “Sevgi bir inanç eylemidir. İnancı az olanın sevgisi de azdır.” diyor Erich Fromm. Özdemir Asafise,“Ben sana aşık olduğumu, ölsem söyleyemem” diyor. Aşkın gözü, yüreğin özüdür vesselam. 43


DEMİR AĞLAR VE

ultan II Abdulhamid ülkeyi ekonomik olarak ayağa kaldırmayı hedeflemiş, bir çok alanda atılım başlatmıştır. Tam sanayileşme asrına denk gelen saltanatında ülkenin sanayileşmesi için atılım başlatmıştır. Sanayileşmenin en önemli unsuru ham maddedir,tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı topraklarında da ham madde ve ticaret ürünlerinin nakledilmesi büyük sorun olmaktaydı. Sultan II Abdulhamit hem bu soruna çözüm olması hem de asker nakliyesini kolaylaştırmak amacıyla ülkeyi tren ağları ile örmek için projeler ürettirmiştir. 12 Ekim 1885, 9 Kasım 1885, 25 Ocak 1902 tarihli Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi makalelerinde tren hatları konusu ele alınmıştır.

LOJİSTİK ÜSSÜ

1885 yılında sadece İzmir/Aydın tren hattı mevcuttur. Fiziblitesi yapılan veya tamamlanmış ve ihale aşamasına gelmiş bir çok proje ortaya konulmuş bu makalelerde konu değerlendirilmiştir. Konuyu aşağıdaki başlıklarda özetledik;

II.ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE

İSTANBUL 1885 yılında sadece İzmir/Aydın tren hattı mevcuttur. Fiziblitesi yapılan veya tamamlanmış ve ihale aşamasına gelmiş bir çok proje ortaya konulmuştur. Dr.İsmail DEMİRBAŞ

Mudanya/İzmir tren hattı: “Mudanya’dan başlayarak Bursa,Kütahya’dan geçip İzmir hattına bağlanacak bir tren hattı inşası imtiyazı almak için hükümetimize bir tasarı sunulduğunu haber almış durumdayız. Bu demir yolu meselesinde hükümetimiz iki hususu dikkate almalıdır,bunlar bu demir yolunun asker nakliyesi ve ticari işler ile ilgili olma hususudur.Bir hattın ticari işlere dair yönünü o hattın bir sarfiyat bölgesinde olması veya ticari iskeleye yakın olması vesilesiyle ticaret, zanaat veya ziraat alanlarının dışa açılmasına vesile olması belirler. Bu yüzden tren hattının bu ekonomik teşebbüsleri desteklemesi gerekir. Asker sevki konusuna gelince tren hatlarının gerektiğinde vatan savunması için kritik olan yerlere asker nakliyesine yardımcı olacak şekilde inşa edilmesi ayrıca asker sevkini kolaylaştırması için ahalisi çok olan yerlerden geçirilmesi gerekir.” İstanbul/Ankara/Diyarbakır tren hattı: “Öncelikle İstanbul Haydarpaşa’dan veya Üsküdar’dan hareket edip Ankara’ya gidecek ve İzmir demiryolları ile bağlanmadan Kastamonu, Tokat, Amasya,Kütahya,Balıkesir ve Mudanya’da istasyonları olmak üzere Ankara’ya gidecek ve Diyarbakır’da sona erecek bir hat inşa edilmelidir.” İSTANBUL LOJİSTİK MERKEZİ OLMALI “Tahminen on beş seneden yani Aydın vilayetinde demir yolları inşasından beri İstanbul ticari önemini kaybettiği gibi halen de kaybetmektedir. İstanbul Asya devletlerinin de payitahtı olması sebebiyle yalnız Osmanlı devletinin değil bütün

sayı//18// ocak 44


“iltisak vukuâ gelir ise yolcu ve eşya nakli kolaylaşacağı gibi nakliye fiyatı dahî ehvenleşeceğinden bu sâyesinde şehrimizin mebde’i hattı olması lüzûmu gerek ticaret ve gerek sevkul ceyş nokta-i nazarınca tezâuf idecektir. Anadolu ve asyâyı vasâti pazarlarına gidecek isviçre ve almanya ve belçika malları ile avusturya ithalatının bir kısmı bundan sonra istanbuldan geçeceği gibi vesâit-i nakliyenin suhûletine ve mesarif-i nakliyenin ehveniyetine mebni avrupanın muhtaç olacağı mevaddı asliye ve memalik-i şahane ile asyâ-yı vasâtinin ham eşyası ile mahsûlat-ı sanayie ve tabiiyesi transit sûretiyle buradan murûr edip hiç bir rekâbete dûçâr olmaksızın avrupa pazarlarına gideceğinden dersaâdet vasat-ı avrupa ile anadolu ve bütün asya kıtası beyninde yegâne vâsıta-i mürâsele olacağı cihetle tavsiyesinden hâli olmadığımız tedâbirin kabul ve ittihazı halinde şehrimizi kürre-i arzın en büyük bir depo’yı yapacağımızda hiç şüphe yoktur.”

orta Asya’nın başlıca şehri ve alış verişin merkezi olması gerekir. Demir yolu inşa edilirse yolcu ve eşya taşıma kolaylaşacağı gibi nakliye fiyatlarını da ucuzlayacağından şehrimizin tren yollarının başlangıcı olması ticaret malı ve asker naklinin maliyetini düşürecektir. Anadolu ve Orta Asya pazarlarına gidecek İsviçre, Almanya,Belçika malları ile Avusturya ithalatının bir kısmı bundan sonra İstanbul’dan geçecektir. Nakliye vasıtasının kolaylığı ve fiyatının ucuzluğu sebebiyle Avrupa için gerekli asli ihtiyaçlar , Osmanlı memleketleri ve Orta Asya ham maddeleri ile sanayi ve tabii mahsullerinin transit bir şekilden geçmesi İstanbul’u orta Avrupa,Anadolu ve Orta Asya arasında yegane ulaşım merkezi haline getirecektir. Tavsiye ettiğimiz tedbirlerin yerine getirilmesi şehrimizi dünyanın en büyük deposu haline getirecektir.” TRABZON/BAYEZİT(AĞRI)/ VAN DEMİR YOLLAR: “Karadeniz’in en mühim limanlarından biri olan Trabzon limanı bu sınıftan olup bu gün oralarda daha münasip bir liman olmadığı için gemiler bu limana gidiş dönüşte uğramaktadırlar. Bu vesile ile daha önce de belirttiğimiz gibi Trabzon’u iç bölgelere bağlayacak bir demiryolu inşa edilmesi çok faydalı olacaktır. Bu şehirden başlayıp Erzurum’a gidip oradan birisi Bayazit’e diğeri Bitlis, Muş ve Van’a geçmek üzere iki kola ayrılacak ve 45


Osmanlı Coğrafyasında Planlanan Demiryolları Haritası

Van Vilayeti; Çokça meyve,pamuk, 4.000 balya kadar tiftik yünü, bunun dışında çok miktarda da maden mevcuttur. Her türlü maden bulur ise de yerliler kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar az maden cevheri ihraç etmek için madenleri tahrip etmektedirler. Van’da gazlı su kaynağı da bulunmaktadır.”

Bazı vilayetlerde nakliyesi yapılan ürünler: “Trabzon vilayeti; 50.000 çuval fasulye,250.000 kantar fındık, 7.000.000 kile hububat, 4.000.000 kıyyeye yakın tütün ve çokça deri,kereste,kendir, sebze ve meyve verir.

RUSYA İRAN TRANSİT NAKLİYESİNİ ENGELLEDİĞİNDEN ALTERNATİF TRABZON DEMİRYOLU: “Rusya hükümetinin Kafkasya yolu ile İran’a transit eşya naklini engellediğinden beri İran mallarının bir kısmı Trabzon bir kısmı Erzurum bir kısmı da Basra körfezi yolu ile nakledilmektedir. Basra körfezinden ithalat ve ihracat olarak ticari nakliye 181.000 denk tahmin olunduğu halde Trabzon Limanından gerçekleşen ticari nakliye ortalama 110.000 denk tahmin olunur. Hiç şüphe yoktur ki inşası tavsiye olunan bu demiryolunun yapılması halinde Rusya devleti transit nakliyesi konusundaki kararından vazgeçse bile bu yol mevcut yolların en kısası ve en az masraflısı olduğundan”

ERZURUM VİLAYETİ; 8.000.000 kile kadar hububat, 4.000.000 kıyye kadar yün ve çokça kereste,meyve ve zamk verir,ayrıca bu vilayette pek çok çeşit hayvan da vardır. Bitlis Vilayeti; 14 milyon kile kadar hububat, 5 milyon kıyye kadar yün, 5,000 çuval kadar meşe palamudu ve çokça kereste,deri,zamk,don yağı(Hayvan iç yağı) verir,bir kaç milyon koyun da vardır.

HİCAZ DEMİRYOLU / BAĞDAT BÜYÜK TREN HATTI; “Osmanlı Devleti’nin ekonomik tarihinde mühim bir mevki işgal edeceği şüphesiz olan bir hayır ile övünerek bu satırları süslüyoruz. Bu dahi, Bağdat Büyük Hattı’nı inşa etmek üzere Padişahımızın müsaadesini içeren Anadolu Osmanlı Demiryolu Şirketi’ne ihsan buyrulan imtiyaz fermanıdır. İşbu fermana göre, mezkur Bağdat Demiryolu’nun son noktası Basra olacak ve bu hat Osmanlı

hudutlara varacak bir demiryolu inşa edilmesi ticaret,zenginlik ve asker sevkiyatı noktasında lüzumlu görmekteyiz.”

sayı//18// ocak 46


Medine Tren İstasyonu

memleketlerinin en uzak bir noktasını Osmanlı başkentine bağlayacağı gibi verimli, bol mahsullü ve birçok madeni olan Osmanlı vilayetleri arazisinden dahi geçecektir. Malumdur ki, Eskişehir-Konya hattının son noktası Konya şehridir. İşte Bağdat Demiryolu’nun başlangıç noktası adı geçen şehir olacaktır. Bu büyük hat, evvela Konya yaylalarını geçtikten sonra Tarsus dağları silsilesine vasıl olup, bu dağları müteaddit tüneller, köprüler ve sair bin türlü sanayi inşaatı vasıtasıyla geçtikten sonra Adana vilayetinin verimli ve mahsullü ovalarına inecek, nihayet Adana şehrine vasıl olacaktır. Buradan hat, kuzey doğu istikametini alarak Ceyhan vadisini geçerek Cebel-i Bereket silsilesine vasıl olarak Bağçe geçkinden mezkur silsileyi aşarak Kozan Ali, Kilis ve Telbeşar mevkilerine uğrayacaktır. Telbeşar mevkiinden Halep şehrine 60 kilometre uzunluğunda bir şube hattı inşa edilecektir. Büyük hat ise, Telbeşar mevkiinden şarka yönelerek Birecik kasabasının takriben 20 kilometre güneyinde vaki bir noktadan Fırat Nehri’ni geçip, kadim milletler nezdinde Öropos diye bilinen mahalden geçerek Harran, Resü’l-ayn ve Nusaybin mevkilerine uğrayarak buradan itibaren bir kavis teşkil ettikten sonra Musul’a ulaşacaktır. İleride hükümet ile imtiyaz sahipleri arasında alınacak karara göre seçilecek bir noktadan Urfa şehrine kadar da bir şube yapılacaktır. Bağdat Demiryolu Musul’dan ayrıldıktan sonra Dicle nehrinin sol sahilini takip ederek, güneye teveccühle Tikrit ve Sadiye

mevkilerine vasıl ve buradan İran hududuna yakın Hanikin’e doğru bir şube ayrılarak Bağdat’a inecektir. Bağdat’tan sonra hat tekrar Dicle nehrini geçerek Kerbela ve Necif-i Eşref kasabalarına uğradıktan sonra Zübeyr yoluyla son noktası olan ve Şattül Arap üzerinde bulunan Basra şehrine vasıl olacaktır. Zübeyr’den sahile doğru inşa edilecek bir şube hattı ileride bir limanı bu büyük hatta bağlayacaktır.”

47


HALKIN PAŞALARI:

BAŞLAR BİRLİK OLSUN TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM-

Bazı safdiller İngiliz dostluğu ile her şeyi düzelteceklerini zannederken İngiliz Dışişleri Bakanı, İstanbul’a Yüksek Komiseri olarak atanan Calthorpe’a ‘Osmanlı’yı ezin, yoksa ne Mısır ne Hindistan’daki insanlara Türklerin yenildiğini anlatamayız, Ali Arslan CAN

afkasya’da muzaffer orduların komutanı İstanbul’un işgal tehdidi ile görevden uzaklaştırılırken İskenderun Körfezi’nin de komutanı Kemal Paşa da ateşkes anlaşması bozulmasın diye etkisiz hale getirilmişti. Esas niyet sadece İskenderun değildi zaten. Daha önce Musul-Trabzon yönündeki bir kamayı sokmaya başlamışlar çoktan. 9 Kasım’da İskenderun’u işgal eden İngilizler, bir ellerindeki kamayı Halep’ten Antep-Kayseri yönünde karadan saplamak istedikleri gibi diğer ellerindeki kamayı da denizden İskenderun-Erzurum istikametinde saplamak istiyorlardı. Bu kamaları kırmak veya önlerine giremeyecekleri çelikten bedenler koymak gerekecekti. Bazı safdiller İngiliz dostluğu ile her şeyi düzelteceklerini zannederken İngiliz Dışişleri Bakanı, İstanbul’a Yüksek Komiseri olarak atanan Calthorpe’a ‘Osmanlı’yı ezin, yoksa ne Mısır ne Hindistan’daki insanlara Türklerin yenildiğini anlatamayız, İskenderun, Halep, Musul, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan’dan Osmanlıyı atmak esas siyasetimizdir’ diyordu. Zaten Hanifi, İngilizlerin halkı İskenderun limanındaki İngiliz deposu önüne toplamalarını görünce söylenmeyen gerçeği anlamıştı. İngilizlerin lisan-ı hali ile niyetlerini izah etmişlerdi. Türklerin en önemli varlıklarının bile bir İngiliz deposu kadar değerli değildi. Sözler ayrı lisan-ı hal ayrı olacaktı o zaman Hanifiler için de. Yıldırım Orduları komutanı Kemal Paşa, emir üzerine çaresiz silah bile kullanmadan Adana’ya gitti. Anlaşılan İstanbul’un kafası karışık, komutanları bile dikkate almıyor, dinlemiyorlar. Hanifi ve arkadaşları fazla yaklaşmadan mağrur İngilizlerin deposunun önünde toplanan halkı izliyorlardı. İngilizlerin olan deniz de yakındı sığınacakları dağlar da… Sokak başları bir ani çatışma için hazır bekleyenlerle doluydu. Hanifi’nin bir yanında Özerli’den Mehmet Çavuş ve Çaylı’dan Kara Hasan öbür yanında Cebikeli Vahid. İngilizlerin küstahlığından rahatsız olan korkusuz ve hep temkinli olan Vahid’in bütün dengesi bozulmuştu. Vahid çabuk ani bir hamle ile silahını İngiliz komutanın anlına sabitlediği anda Hanifi hızlı bir şekilde silahı elinden aldı. Hanifi, bir hamle yapabiliriz, öldürürüz birazını ama netice alamayız, dedi. Vahid’in elini tutan Hanifi, düşünceli fakat emin konuştu: Tepki ile başarı sağlanmaz, Acele vatan kurtarmaz, Muvakkat bir neticeyle, Pek saadet hasıl olmaz. Denizimizi çaldılar,

sayı//18// ocak 48


Bağrımızda kor yaktılar, Sabırlı olalım dostum, Söndürür dağda karlar, Bürudet düşmanı yakar. Cebikeli Vahid’in gözlerinden akan yaşları hariç hiçbir şey duygusunu açığı vurmuyordu. Vahid bu denizi çok severdi… Cebike’ye ulaşan nemli kokusunu bir gül gibi koklardı… tuzu bile bir gıda gibi gelirdi ona. Ölse bile onu özleyecekti. Sadece, “pislettiler denizimizi…” diyebildi, bir süre sonra “İnşaallah dağlara ulaşamazlar… havamızı bozmazlar…” Hakikat çok acı ama sabır onun ilacı olmalıydı. Gayrimüslimler hele hele Ermenilerin çoğu şakşakçılığa başlamışlar bile. Güç, makam ve havanın esiri olan kumaşı bozuk olanlar öndekilere doğru yan yan ilerlemeye başlamışlardı. Vatanseverler geride, sığınacakları dağ eteklerine açılan yollarda beklerken saf değiştirenleri bellemek te istiyorlardı. Hanifi, “bunlar cehenneme doğru gidiyorlar” diye düşündü. Düşman İngilizler Antakya ve Adana istikametinde ilerleyecekti. Cebike’de toplandıklarında ekibten bazılarının üzgün ve hayal kırıklığı yaşadığını görmüştü. Hele hele bayrak gibi önde olan bazı hinlerin İngilizlere sırnaşmasını bir türlü hazmedemiyorlardı. Hanefi, “saflaşmak mücadele için şarttır arkadaşlar, mücahede inananlarla yapılır. Vücut kumaşı bozuk olanlar fayda değil zarar verir, harp bitmedi, yeni şekilde başladı” dedikten sonra müderris amcası gibi şiir diliyle konuştu: Her insanın bir kumaşı var, Bil ki yalan söylemez etvar, Lisan-ı kali örtmez sözde zar, Hakikati söyler lisan-ı hal, Sahte sözün ne önemi var. Dili yalayacak yer arar, Sözle habbeyi kubbe yapar, Gizlice çaylakları avlar, Esas lafta değil! Lisan-ı hal, Bir de eski dostlarını suçlar. Dönekler düşmanları tutar, İhanete mazeret toplar, Satış vakti bir bahanesi var, İnsanın aynası: lisan-ı hal, Olsa da orduda bayrakta Adam ne! Vefayı da satar, El-Hakk değil makama tapar, Söylemez hiç yalan: lisan-ı hal, Hakikat bu ortaya çıkar. Mahsun mahsun alçaktan bakar, Güce bağlanır gizli çakar, İşte mürayi der: lisan-ı hal,

Yan yan gidip içerden Mazlumların ahı kor yakar, Bil! El-Müntakim hesap sorar. Sapmaz doğru söyler: lisan-ı hal, Saf fıtrat mutlak itaatkar. Cehennem gel gel diye çoşar, Herkese makam-ı müstahak var, Sahtekara bak der lisan-ı hal, Mükâfatı dünyada başlar! Burda hırs orda ateş yakar. İki cihanda dibe batar, Can, bozuk cesede değil yar, Azrail’e öz söz lisan-ı hal Ruhu bu kumaştan tez kaçar, Her uzvun lisan-ı evrakı var, Satır satır kayıtlar açar, Bedenden tam tasdik: lisan-ı hal, Ebedi mezellette yaşar. Hanifi hem akıllı hem de korkusuzdu. “Zillette yaşamaktansa ölüm daha ehven” derdi. Öyle kolay kolay ölmeye niyeti de yoktu. Ölene kadar onlara zarar vermeli ölürken de düşmanı tahrip etmeliydi. Hanifi, Ali ağabeyinin “ben ölürüm ama düşmanın kafasına sıkamadan inşallah hiç ölmem” sözünü, esasında kalpten yaptığı duayı hep hatırlardı. Teşkilatlanmak lazımdı. Her yer düşmana dar edilmeliydi. Huzur bulmayıp çekip gitmeliydiler. Bir taraftan ordu kuzeye çekilirken diğer taraftan da milli teşkilatlar kuruluyordu. Yıldırım Orduları bu hususta hep yanlarındaydı. Silah kullanamayan ordular sıkacak olanlara silah veriyorlardı. Böyle çalışan ne Ali İhsan ne Vehip ne de Kemal Paşa isteniyordu orduların başında. 10 Kasım 1918 günü Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, lağv edilmiş olan Yıldırım Orduları eski komutanı şimdiki

49


2. Ordu Komutanı Kemal Paşa’yı doğrudan emir vermek için telgraf makinesinin başına çağırmıştı. Sadrazam, İstanbul’a gelmesini emrediyordu. Ordu komutanlığını Nihat Paşa’ya bırakan M. Kemal Paşa, İskenderun’a girmesini engelleyemediği İtilaf devletleri donanmasının denizden kuşattığı İstanbul’a gidiyordu. Aklındaki soru; “acaba İzzet Paşa Hükümetinde Harbiye Nazırı olsa ülkenin işgaline engel olabilir miydi?” Fakat 11 Kasım’da Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuş ve Harbiye Nezareti’ne Abdullah Paşa atanmıştı. İngilizlerin niyeti çok başka. Osmanlı Devleti’nin başkenti Bursa’ya taşınması, Adana’dan Musul’a uzanan yerlerde Kilikya dedikleri yerlerde bir Ermeni devleti kurma ve Türklerle Arapları birbirinden ayrılmasını tartışıyorlardı. Bu Asya’nın başının kesilmesi projesiydi. Sadece İskenderun körfezinin işgal edilmediğini 13 Kasım 1918’de İstanbul’daki Haydarpaşa istasyonuna ulaşan Kemal Paşa payitahta da işgalin başladığına şahit olmuştu: İskenderun’a gelmemeliydiler. İstanbul’dan “geldikleri gibi” gitmeleri gerekirdi. Ama gitmeleri için gereğinin yapılması lazımdı. Evet çalışırsak “geldikleri gibi giderler”…. Gereğini yapmak için bayratarlar bile zaafa düşse millet yeni kahramanlar çıkarmaya hazırdı. Güzde dökülen bu işi bitmiş yaprakların yerine baharda yenileri daha gür gelirdi El-Muhyi’nin izni ile. Konu vatan ve onda yaşamak ise ne yapılmazdı ki. Bedende kalb ve akıl bir olursa her şey çözülürdü elbet. Buraların taşı toprağı dağı bağı denizi bize yardımcıdır diye geçirdi içinden Hanifi, ifadelerini de yüksek sesle herkese duyurdu: Düşmana kızar Akdeniz suları, Dağlar vatanımızın hoş bağları, Toros-Amanos saklar tohumları, İsterse bu millet birlikte kalben, El-Muhyi ihya eder o baharı, El-Kahhar suda boğar düşmanları. sayı//18// ocak 50

1600’lerden beri İskenderun körfezini almak isteyen Fransızlar rahatsız, İngilizlerin her yere el koyacaklardan kaygılıydılar. Alelacele kafalarına göre coğrafi adlar uyduruyor ve bir de ona yüksek komiserler atıyorlardı. Suriye ve Ermenistan Yüksek Komiseri unvanı ile Georges Picot, Kars’ı Ermenilere vermek için hazırlık yapan İngilizlere karış kurulan Kars Milli Şura Hükümeti’nden habersiz, 14 Kasım 1918’de Paris’teki hükümetinden 20.000 Fransız askeri ve İngilizlerin bölgeden çekilmesinin sağlanmasını istiyordu. İskenderun’un da içinde bulunduğu yerler de güya Ermenistan oluşturulacaktı. İskenderun limanında İngilizlere sonra da Fransızlara hizmet için yarışa giren Ermenileri gören Hanifi, yeni acıların yaşanacağını anlamıştı. Fransızların askeri az ama istekleri çoktu. Kullanacakları en kolay vasıta ise Ermenilerdi. Sevk ve iskândan yeni dönen Ermeniler, Umumi Harbte Fransız ordusunda savaşmış Ermeniler tarafından Türklere karşı örgütlenmeye çalışılıyordu. İngilizler, Antep, Maraş, Urfa, Mardin ve Musul’un işgali ile meşgul olurken Fransızlar kuzey-doğu Akdeniz sahillere yerleşmek niyetindeydiler. Umumi Harp sonrasında İskenderun’un ikinci kötü vakit Fransızların İskenderun’a ayak basmalarıydı. Bölgeye daimi olarak yerleşmek isteyen Fransızlar yanlarında getirdiklerinden başka bazı Ermenilere üniforma giydirerek hemen kendi askerleri yapmışlardı. İskenderun’un Adana hatta İstanbul ile irtibatını kesmek isteyen Fransızlar Payas’ı geçip Dörtyol’a yönelmişlerdi. Asırlardır düşmanı bu topraklarda hiç görmemiş hatta hiç düşman görmemiş insanlar hele hele bu beldeden dışarı çıkmamış kadınlar için tam bir zulmetti. Bu sahneyi görmek istemeyen bağrı yanık insanlar hemen güneşin batmasını ve bu manzarayı görünmemesini arzu ediyorlardı. 11


Aralık 1918’de Fransızlar topladıkları yerli 400 civarındaki Ermeni ile birlikte Dörtyol’a girdikleri zaman artık tam kara günü olmuştu. Erkekler şaşkın, kadınlar ecnebi askerleri uzaktan görürce evlerin en emin yerlerine kaçıyor, çocuklar ebeveynlerinin kendilerini koruması için onlara sığınıyor, gördüğü günlerin en kötüsüne şahit olmaktan kapkara kesilen Fatma Ana, düşmanın yanına ulaşmadan evvel canını alması için Azrail’e “gel artık bekletme” diye dünyada yaşama vaktinin bittiğini kabul ediyor ve kimsenin kendi vefatı ile ilgilenmeyeceğini düşünerek kendi ayrılık ağıtını da kendisi yakıyordu: Dörtyol bugün kökten kapansaydı, Keşke burası yolsuz olsaydı, Düşman gelmeye yol bulmasaydı, Bu kara günü göreceğine, Akça Fatma hiç yaşamasaydı, Burda adı sanı olmasaydı. Dört yıl her zorluğu göğüs geren Dörtyol, medeni Fransızların gözleri önünde yağmalanıyordu. Çalışarak üreterek ayakta kalmayı başaran halkın malı mülkü gasp edenler Adana’da geçici hükümet kuracaklarını yayıyorlardı. Umumi Harptan daha zor günler başlıyordu. Bu yağmaya karşı koymak onlara zayiat verdirmek mümkündü. Sabır edip teşkilatlanmak lazımdı. Milli milislerin sığınacağı ikametgâhları dağlardı. Fransızlar zulm ile halkı sindirmek isterken yerli işbirlikçileri daha da acımasızlardı. Efendilerine kendileri beğendirmek için zalimlikte birbiri ile yarışıyorlardı. İspiyoncular işbaşı yaparken işbirlikçi Ermeniler kurulmaya başlayan milli milisler ve teşkilatta görev alabileceklerin hemen imha edilmesi için Fransızlara yardım ediyorlardı. Bir sır gibi örgütlenen milislerden haber almak neredeyse imkânsızdı. Yiğitler, Umumi Harpteki düşmanla yapılan açık savaş yerine halkla beraber ama görünmeden yapılan savaş usulüne çoktan alışmışlardı. Düşman da bu sakinlikten korkmuş, milli milislere ulaşmak için bir ipucu arıyordu. Osmanlı ordusunda görev yapmış savaş bilir delikanlıları saf dışı etmek istiyor. Dörtyol yakınlardaki Özerli ve Karakese köylerinde işinde gücünde ama sır küpü gibi dolaşan, pos bıyıkların başka dikkati çekecek hiçbir fiili olmayan Özerli’den Ömer Hocaoğlu Çavuş Mehmet Karaoğlan’ın peşine düşmüştü Fransızlar. Havadaki nem gibi etraftaki insanların lisan-ı hallerini kavrayan Mehmet Karaoğlan arkadaşları ile birlikte Fransız tuzağına düşmeden soğuyan Amanos dağ yamaçlarına çıkmıştı. “Devir bizim devran bizim.. artık Osmanlı yok” diyen Fransızlar hemen takibe başlamışlardı. Mağrur

Fransız ve işbirlikçileri “bizden kimse kaçamaz, biz buluruz” edasıyla hareket ettiler Karakese’ye doğru. Mehmet, Fransız birliğinin gelişini bir taraftan kayaların arasından takip ederken diğer taraftan bir aydır yaşadıklarını düşünüyordu. Kafasını hızlı çalıştırmalı bir karar vermeliydi. İstanbul’dan bir türlü güzel haber gelmiyordu. Düşmana karşı koyacak komutan görevden alınıyordu. O, Harib-i Umumi’de hükümet filan bilmezdi. Tek bildiği komutandı. O emr eder asker de yapardı. Komutan şehit olsa en rütbeli komutan olur o da olmasa en kıdemli komutayı alırdı. Artık karara varmıştı; “Burda komutan yok. En kıdemli benim. O zaman yetki bende. Salına salına düşmanın gezdiği yeter” diye düşündü “Demek iş milletin başına düştü” diye yüksek sesle kendi kendine konuşunca yanındaki can kardeşi Mustafa, “ne oldu Çavuşum” diye merakla sormuştu. Mehmet Karaoğlan; -Artık bu Fransızlar böyle dolaşmamalı salına salına. Mustafa; -Tam vakti. Keklik gibi avlarız yamaçta bunları. Kayanın arkasında toplanan yiğitlere tek tek bakan Mehmet; —Kardaşlarım. İstanbul’un kafası karışık. Başları birlik değil. Artık bu düşmana dur demeliyiz. Bu kargaşada her yeri kaybedeceğiz. Böyük komutanın dediği gibi “ölürken onlar da ölmeli, dünya onlara kalmamalı”. Artık gizlenmeli ama hissedilmeliyiz. Ayrılacaklar ayrılsın. Batı yolu Fransızlardan uzak emin olarak evlerinize gidebilirsiniz. Doğu yolu Fransızlarla çatışmaya açılıyor. Büyük bir komutan gibi konuşmuştu Mehmet. İkinci bir toplantı yapmak üzere doğu istikametine arkasına bakmadan yürüdü. Birkaç yüz metre sonra Fransızları göz hapsinde tutabildiği yamaçta ikinci toplantı için yere oturdu. Kararlıydı. Tek başına bile olsa artık silah başı yapacaktı. Gözlerinden akan yaşlar pos bıyıklarını ıslatmıştı. Zira fire yok. Herkes ikinci divanda hazırdı. Bu divan, ya şehit ya gazi olma kararı verenlerin meclisiydi. Herkesi kararlı gören Mehmet, yüzündeki yaşları koluyla sildikten sonra; -Kardaşlarım, hemen keskin yamacı tutalım. Ben tetiğe basana kadar ruhunuz bile hareketsiz kalsın. Sonra herkes kendi hedefini indirsin. Düşmanı bitiremeyiz. Sindirmeliyiz. Uzatmıyoruz. Ahir darbeler için dağlara çekiliriz. Osmanlı Hükümeti, Payas ve Dörtyol’da Ermenilerin yaptıkları zulümlerin engellenmesi için İngilizlerden talepte bulunurken 19 Aralık 1918 Perşembe günü milletin adamları artık 51


buna doğrudan dur demek istiyordu. Fransızlar güle oynaya Karakese’de ilerlerken kapana düştüklerinin farkında bile değillerdi. Düşmanın tam hedefe girmesine bekleyen Mehmet Karaoğlan, “Bismillah” diyerek ilk kurşunu sıktığında bütün milisler de ateşe başlamışlardı. Fransız birliği 15 ölü ve yaralılarıyla kaçmak zorunda kalmıştı.

sayı//18// ocak 52

Şaşkın bir şekilde Dörtyol’a dönen Fransız askerleri sanki suçlu oradaki Osmanlı jandarma komutanı Teğmen Hasan’mış gibi onu yaralamış, bir nevi intikam almışlardı. Osmanlı jandarması elleri bağlayan Mondros Ateşkes Anlaşması’na göre karşı bile koyamamıştı.

bırakırken çok üzülmüş, bir dosttan ayrılır gibi, “sana hürriyetini getirene kadar Allahaısmarladık” diyerek dağlara yönelmişti. O dağlara çıkarken onu bekleyen dostları zaten arkasındaydılar. Aynı hedef için çalışanlar Karahasan’ın yanında toplanmaya, toplandıkça kuvvetlenmeye başlamışlardı. İlk kurşunu sıkan Mehmet Karaoğlan hemen yerini almıştı Karahasan’ın yanında. Mustafa Kemal Paşa’nın can dostu Mustafa Deliağa’dan tam destek vardı. Küllü köyünde Molla Yasin açtı çiftliğini millet fedailerine. Kimi sır sakladı kimi haber uçurdu ülke için çalışman bahadırlara. Bazen taş üzerinde yemek hazırlayan yiğitlere halk buldukları ilk fırsatta kazan kazan yemekler hazırladı.

Burada yeni usul mücadeleyi attığı ilk kurşunla başlatan Mehmet’in ve arkadaşlarının yatağı dağlar olmuştu. İntikam hırsıyla yanan Fransızlar gelişi güzel saldırmaya başlamışlardı. Şüphelendikleri Çaylı köyünden Mustafa’yı Kurtkulağı’na kadar takip edip şehit etmişlerdi. Türkler her bir şehit için Fransızlara en az misliyle cevap verilmesini bir hak olarak görüyorladı. Hatta hemen kısas istiyorlardı. Çılgına önden Fransızlar şüphelendiklerini bir bahane ile cezalandırma ve öldürmeye başladılar. Kardeşinin Fransızlar tarafından şehit edilmesi dolayısı ile intikam ateşi ile yanan Karahasan, Erzin yolunda silahlı giden iki Fransız askerini gözüne kestirmiş, bahçe kenarındaki dikeci, yani sopayı bir silah gibi kullanarak ikisinin silahını da alarak onları Kağnıeşiği’nde öldürmüştü. Hemen harekete geçmiş ve Kuzuculu köyünde milis teşkilatını kurmuştu. Yüreği biraz soğuyan Karahasan milletin yüreğini soğutmak için dağlara yönelmiş teşkilatını bir orduya çevirme kararı vermişti. Geriye çok sevdiği deniz kıyısını Fransızlara

Tandırlarda ekmek yapan kadınlar milis hakkını hep ayırdı. Kara Hasan Müfrezesi’nin sesi Antakya, İskenderun, Ceyhan, Osmaniye’de gür silahlar isabetli patladı. Kasa Hasan artık bir komutan gibi gürlüyordu. Fransızlar bu rütbesi bile olmayan Kara Hasan’ı ve müfrezesini yok etmek için can atıyorlardı. Ancak Gürleyik mevkiinde yapılan muharebeyi kazanan Karahasan olmuş, Fransızlar yenilmişti. Ona bir rütbe vermek gerekiyordu. Fakat ne Başkomutan Vekili ne Harbiye Nazırı ne de Genelkurmay Başkanı vardı ortalıkta. O zaman Fransızlara inat birisinin rütbe vermesi gerekiyordu zafer kazanan Kara Hasan’a. Millet ona “Paşa” unvanı verdi ve milisinin adını da Karahasan Paşa Müfrezesi olarak değiştirdi. Düşman baskı yapmış paşalar bölgeden uzaklaştırılmıştı. Bu bir problem değildi millete. Devletin paşanı engellersiniz, elbet halk kendi paşasını çıkarır. Devlet paşalara iş yaptırmaz çekerse, millet kendi paşalarına işbaşı yaptırırdı…. Halkın paşaları işbaşındaydı. Şimdi başların birlik olması lazımdı…


ŞEHRİ İNŞA ETMEK Mİ,

İHYA ETMEK Mİ? Kayseri eskiye dönük ilk hamleye Selçuklu müzesiyle başlar ve Selçuklunun ilk araştırma hastanesi olan Şifaiye Giyasiye Medresesi, ‘Selçuklu Müzesi’ne dönüştürülür. Muhsin İlyas SUBAŞI

ir başka ülkeden ya da şehirden şehirleri gezmeye gelen hangi yabancıyla görüştüy-sem, aradıkları tek şey, şehrin geçmişinde saklanan malzemesi olmuştur. Buna uluslararası örnek olması bakımından çok enteresan bir olaydır, anlatalım: Hollanda Kraliçesi, birkaç yıl önce Kayseri’ye gelir. Şehre inip bir süre dinlendik-ten sonra, şehrin yerel yöneticilerinden ilk isteği müzeyi görmek olur. Kayseri müzesi, çok küçük, çok basit bir binadır. Belediye Başkanı, böyle bir yeri göstermenin tarihi bir şehrin kimliğiyle çelişecek bir sonuç çıkaracağını, dolayısıyla mahcup olacaklarını düşünür ve göstermemek kırk dereden su getirir, sonunda, müzenin onarıma alındığı için kapalı olduğu söylenip kadının talebi yerine getirilmez ve böyle bir utançtan kurtu-lurlar. Bu talep öylesine sarsıcı bir darbe oluşturur ki, şehri tanıtmanın yolunun geçmişine göstermekten geçtiği fark edilir ve hemen bütün işler bir kenara bırakılarak müze ihtiyacı ön plana alınır. Bu olaydan sonra, Kayseri eskiye dönük ilk hamleye Selçuklu müzesiyle başlar ve Selçuklunun ilk araştırma hastanesi olan Şifaiye Giyasiye Medresesi, ‘Selçuklu Mü-zesi’ne dönüştürülür. Kayseri Lisesi, tahliye edilerek Milli Mücadele Müzesi yapılır. Ta-rihi İç Kale’de de, Etnografya müzesi olacak şekilde düzenleme yapılır... Yıllardır, açık müze olarak değerlendirilen Kaniş-Karum ise, şehir öğrencilerinin gezip görmeleri için ücretsiz turlara başlanılır. Bizzat şahidi olduğum bir olayı daha nakledeyim size:

İzmir’den bir entelektüel grup Ürgüp-Göreme havalisini gezmeye gelirler. Gezilerini tamamladıktan sonra döneceklerdir, içlerinden bazıları; “buraya kadar gelmişken, Kayseri’ye de bir görelim’, teklifinde bulunurlar, buna bir kısmı itiraz eder. Mesele aralarında bir süre tartışılır, sonra verilir ve gelirler. Tesadüf bu ya, Kayseri’yi anlatan bir kitap almak üzere kitapevine uğrarlar. Ben de orada oturmaktayım, kendilerini tanıtınca, bu defa Kayseri hakkında birkaç kitap yazmış birisi olarak kendilerine bilgi verebileceğimi söyledim. Oturup anlattıklarımı ilgiyle dinlediler. Bunlar, mesleklerinde hizmet sürelerini tamamlamış doktor, avukat, mühendisten oluşan kimselerdi. Şehrin geçmişe ait taşıdığı görebilecekleri değerlerden söz edince, birisi açık bir itirafta bulundu: “Biz bu şehre gelip gelmemekte bir süre kararsız kaldık, itiraf edeyim, ‘geliş-memiş ilkel bir Anadolu şehri’ imajı vardı bizde. Ancak yanılmışız, Kayseri, tarihi niteliği ve sahip olduğu eserleriyle İzmir’den on adım daha ilerdeymiş meğer! Bunu şöyle kısa bir şehir turunda görüp şahit olduk ve kendi kendimize; ‘iyi ki, görmeden gitme aymazlığına düşmemişiz’ dedik. Buraya girmemek için direnen dostlarımız, ‘bırakın şu yobaz şehri’, demişlerdi. Gelip görünce utanç duyduklarını söylediler. Kayseri çok modern ve çok gelişmiş bir şehirmiş. Tarihiyle ambalajlanmış çok az şehirden birisidir ve sizler burada yaşamakta ne kadar şanslısınız. Biz gidince, diğer dostlarımız için de bu bölgeye turlar düzenlemelerine öncülük edeceğiz. Kayseri’yi, Konya’yı görmeden yaşadığımız şehirlerin keyfiyetinin farkında olamayız!” İtiraf edelim, savurgan bir toplumuz. Geçmişimize değer vermek yerine, ‘eskiye itibar olsaydı, bit pazarına nur doğardı’ gibi çağdışı bir anlayışla geçmişimize sırtımızı dönmüş ve birçok eserimizi ellerimizle yok etmişiz. Olacak şey mi bu: Roma kalıntılarını yeniden inşa ederek, geleceğe emanet eden Selçuklunun hatırası, dünyanın belki en önemli iç kalesini, bir belediye başkanı, nakliye parasını vererek, geceleri esnafa yıktırıp taşıtmıştır. Derdi; sur içerisindeki çarşı esnafının önünü açmak! Sosyal hafıza ile siyasal mantığın örtüştüğü belki en acımasız tarafımız budur bizim: Şehri inşa ederken, onu ihya edecek hassasiyetten uzak durmak! Bu duyarsızlık, bugün bütün Anadolu şehirleri için aynı felaketi doğurmaktadır. Güzel binalar yapıyoruz, çok katlı, belki yerine göre geniş ve şık caddeler oluşturuyoruz. Işıkla şehirlerin albenisini arttırıyoruz, ama geçmişimize sırtımızı dönerek yapıyorsak bunu, gelecek nesillere tarihini unutturmak gibi bir vebalin altına girmiyor muyuz? Bir Batılı Sanat Tarihçisine, bizim sanat tarihi eğitimi almış, üstelik üniversitede ders veren aydınımızın, Eyüp Sultan Külliyesi haziresinden bir mezar taşı parçasını nasıl çantasına koyup getirdiğini anlatması üzerine, Batılı, buna çok ağır bir tepki vererek, ‘Nasıl olur, bir Türk aydını, o taşı ait olduğu yerden alabilir? Sizin geçmişinize saygınız yok mu?’ diye adeta feryat ederek tepki gösterdi. Onların zenginliği ile bizim fukaralığımızın zihniyet alanında göründüğü halin fotoğrafı işte budur. Günümüzün şehir yöneticileri, şehir mimarları, şehirlerde yaşayan insanları, bu konuda bir ortak şuur etrafında birleşerek şehirleri inşa etmekten daha önemlisinin ihya etmek olduğu anlayışına varabilirlerse, tarihinden beslenen, ondan güç alan ve geleceğe taşınan modern bir ülke haline gelecektir. 53


ursa başlangıcın, besmelenin, ilkin, ilklerin şehri. Söğüt ‘köy’, İznik ‘kasaba’, Bursa ‘şehir’dir tarihimizde. Osmanlı fethettiği hiçbir yerin adını değiştirmemiştir; sadece kendi telaffuzuna uydurmuştur: Smirna’ya İzmir, Adrianapol’e Edirne, Prusa’ya da Bursa demiş geçmiştir.

BURSA; İLK OSMANLI / SON OSMANLI Bursa Osman’dır biraz, daha çok Orhan’dır. Ama en çok Murad’dır Fahri TUNA

Bursa Gümüşlü Kümbet’tir bizim için, Tophane’dir; Osman Gazi’nin dileğidir, isteğidir, muradıdır Gümüşlü Kümbet’in alındığını görmek. Görmek ve gömülmek; aynıyla vakidir, Prusa’nın genç fatihi Orhan Gazi, baba vasiyetini yerine getirir. Sonra da vefat ettiğinde kendisi de baba yamacına, baba yakınına gömülür. Asırlar sonra, İstiklâl Harbi’ndeki Yunan İşgali sırasında General Trikopis’in tekmelediği, ‘Ey Osman, ey Orhan; adamsanız kalkın da milletinizi esaretimden kurtarın’ diye, her Türk’ün kanını donduracak nutukları attığı türbenin adıdır mekanıdır yurdudur Gümüşlük. Yani Tophane. Bursa ilk şehir, ilk başşehir, medeniyetimizin ilk güzel büyük nefis şehridir. Bursa Osman’dır biraz, daha çok Orhan’dır. Ama en çok Murad’dır. İlkiyle ve ikincisiyle. Birinci Murad’ın eseri olan da İkinci Murad’ın adına olan da Bursa’nın en zarif iki külliyesidir. Sanki Bursa biraz da Murat’lar şehridir. Bursa ‘ilk’ olduğu kadar ‘son’dur da. Birçok padişahın türbeleri, birçok şehzadenin mezarları, birçok hanım sultanın istirahatgâhları hep Bursa’dadır. Bursa elbette en çok Yıldırım Bayezid şehridir. Eğer bir şehir bir eserden ibaret olacaksa Bursa Ulucamii’dir; yirmi kubbeli serinler serini, şirinler şirini, güzeller güzeli Ulucamii de 1399 Yıldırım Bayezid eseridir.

Bursa Ulu Camii

Ama bir şehir bir kişiden ibaret olacaksa eğer; Bilecik nasıl Şeyh Edebalı ise, Ankara Hacı Bayram Veli ise, Eskişehir Yunus Emre ise nasıl, Bursa da Emir Sultan’dan ibarettir bence. Bir sabah namazını Emir Sultan’da eda ediniz; çıkışta pırıl pırıl ışıl ışıl yeşil yeşil bir Bursa panoraması serilecek gözünüzün önüne; doyumsuz bir manevi atmosfer eşliğinde üstelik. Her şehir bir renkten ibaretse örneğin; İstanbul gridir, Edirne mavi. Ankara fümedir Konya türbe yeşili. Mardin kahverengidir Trabzon bordo. Bursa hiç tereddütsüz, hiç şüphesiz, hiç kuşku yok ki turkuazdır. Turkuaz en çok Bursa’ya yakışır. Ve çınar elbette. Ağaçlar içerisinde en çok çınar yakışır Bursa’ya.

sayı//18// ocak 54


Uludağ’a sırtını yaslamış, ayaklarını ovaya doğru uzatmış, ulu bir çınarın gölgesinde nefeslenen Anadolu dervişidir biraz da Bursa. Bursa ilktir, Bursa dündür, Bursa mazidir, Bursa edeptir, Bursa berekettir. ‘Şardağı’nda Bursa’nın devamı’ dediği Üsküp’te doğan büyük şair Yahya Kemal’in diliyle Bursa ‘kökü mazide olan ati’dir. Ati, yani gelecek. Bursa mevliddir; Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi de Bursalıdır ve o meşhur mevlidini de Bursa’da yazmıştır. Yani Bursa naattır da. Bursa mizahtır, Karagöz’dür ve Hacivat’tır. Bursa musikidir: en çok da Yahya Kemal güftesi, Münir Nureddin Selçuk bestesi; ‘dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çoook geç’dir. Bursa Bilecik’in küçük kardeşi, Dimetoka’nın küçük ağbisi, Edirnenin büyük ağbisidir. Filibe’ninn dayısı, Üsküp’ün amca oğlu, İstanbul’un öz be öz amcasıdır.

Bursa Emir Sultan Camii

Prizren’le akraba, Selanik’le sırdaş, Kırımla derttaştır Bursa. Kalkandelen’deki Harabati Dedebaba Tekkesi Bursa Muradiye Külliyesi ile arkadaş, Şumnu Tombul Camii, Prizren Sinan Paşa Camii ve Filibe Muradiye Camii Bursa Yeşil Camii ile ezandaş, Nilüfer Hatun’la şehre adını veren Sofiya ayaktaştırlar. Yolculuk Bursa’dan başlamıştır evet; Gelibolu, Adrinapol (Edirne), Filipepol (Filibe) Şumnu, Skopya’yı (Üsküp) Bursa fethetmiştir, evet. Fetheylemiş, şerheylemiş, şehreylemiştir evet. Balkanlardaki her şehir biraz Bursa’dır bu yüzden. Dragos (Manastır), Meriç (Filibe), Vardar (Üsküp), Bristriça (Prizren), Arda (Kırcaali) nehirleri Nilüfer’le koyun koyuna nefes nefese gönül gönüle akarlar aslında. 1325’ten sonraki her Türk şehri Bursa’dan kokular lezzetler üsluplar taşır. Bu kokudan bu iklimden bu lezzetten olmalı, Balkan faciasından sonra (1912) milyonlarca Rumelili göçmenin ilk durağı, ilk barınağı, ilk saadet yurdu hep Bursa olmuştur.

Bursa Tarihi Belediye Binası

Nasıl altı asır boyunca Rumeliyi Bursa şehreylemişse, yirminci yüzyılın Bursa’sını ise Balkan göçmenleri imar ve timar eylemişlerdir Bugünün Bursa’sı. tarihten ve medeniyetten çok sanayi ve ticaret şehridir. Bereket ve bolluk şehridir. İrfandan ziyade bilim ve üniversite şehridir.

Güzel ve özel.

Bursa için ilk Osmanlı şehridir demiştik.

Bursa bir o kadar ‘son Osmanlı’ şehridir de. Bursa’sız Osmanlı, Bursa’sız Türkiye, Bursa’sız cumhuriyet olmaz, olamaz, olmamalıdır. O dünü bugünü ve yarınları ile güzeldir.

Bursa’nın tarihi bir imparatorluğun tarihidir. Tarihi irfanı ve sosyolojisi. Bursa ‘sen bizim her şeyimiz’sin. Biz sendeniz, sen de biz’sin. 55


edeniyetlerin geçit merasimi yaptığı Sivas’taki gezintimize kaldığımız devam ediyoruz. Mihmandarlarımızla birlikte önce ruhumuzu, sonra da midemizi doyurmak üzere gecenin saat üçünde Sivas’ın yollarına revan oluyoruz.

SİVAS’IN

ULU CAMİLERİ

Şehrin en önemli silüetlerinden olan ve Mengücekoğlu Seyfeddin Şahin Şah Bin Süleyman tarafından yaptırılan “Divriği Kalesi” (1181); Moğol istilasının yapamadığı tahribatı yakın dönemde görmüş, dinamitlerle parçalanan sur taşları bazı yapıların temelinde kullanılmış. Sabri GÜLTEKİN

Bir saatlik yolculuktan sonra kendimizi Sivas’ın en kadim ma’bedlerinden Sivas Ulu Camii’nin bahçesinde buluyoruz. İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri’nin kabrinin başında okunan Yâsîn; mezar taşlarında, cami duvarlarında, gül yapraklarında yankılanarak dokunduğu her şeye hayat veriyor. Cemaat yavaş yavaş camiyi doldururken, mahmurluk yerini yeniden kutlu bir uyanışa bırakıyor. Müezzinin sabâ makamında okuduğu ezan; Eğri minareden Sivas Kalesi ile Yukarı Tekke arasında yankılanıp, ma’bedin direkleri arasında dolaşarak cemaatin ruhuna değiyor. Huzur ve Hızır iç alemine dalanlarla merhabalaşıyor. “Hay Hak Dede”nin yokluğu belli oluyor İmam hatib hafız Erdal Karatepe’nin okuduğu ayetler gecenin karanlığını yırtarak, ağaran günle buluşuyor. Rahmân ve Rahîm olana biatlar tazeleniyor. Hamd ile başlayan, söz verme ile devam eden ve duâ ile yakarışa dönüşen ilahi buluşma “âmîn”le bağlanıyor. Ulu Camii’yle özdeşleşen ve 9 Mayıs Cuma 2014 tarihinde sonsuzluğa uğurlanan “Hay Hak Dede”nin (Süleyman Yalman) yokluğu ne kadar da derinden hissediliyor. BİR’e yönelenler, son nefesini vermeden evvel hayatı doya doya yaşamak üzere değişik mekânlara dağılıyor.

Sivas Divriği Ulu Camii

“SİVAS AĞZI” TEBESSÜM ETTİRİYOR Ruhumuzu doyurduk; sırada yaşamın vazgeçilmez ritüellerinden olan mideyi sevindirme eylemi var. Sivas’ın 200 yıllık lezzet geleneğini sürdüren ”Akın Kellecisi”ne doğru ilerliyoruz. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen küçücük salonda bir hareketlilik var. Herkes ”kelle gırdırma”telaşında. Akşamdan fırına atılan koyun, kuzu ve keçi kelleleri nar gibi kızarmış. Muammer usta bir taraftan kelle ayıklarken, diğer taraftan ”Sivas ağzı”yla müşterilerinin siparişlerini alıyor.

sayı//18// ocak 56


Sivas Divriği Ulu Camii

Ayıkladığı kelleleri kağıt üzerine yayarak, sıcak sıcak servis ediyor. İki kelle gırdırıyoruz; kesmiyor. Bir daha. Doyduk, Elhamdülillah. “EN BÜYÜK PASTAYI GAYSERİLİLER YİYOR” Üstüne tek kullanımlık plastik bardaklarda keyif çayları geliyor. Lezzetin bütün gelenekselliğini yerle yeksan ediyor. Sebebi cam bardakların yağlanması ve yıkanmasının zahmetli olmasıymış. Olmadı, Muammer usta!.. İşte Sivas’ın esnaflık anlayışı ile Kayseri’nin esnaflık anlayışı arasındaki nüans farkı. Kayserili siyah renkli ürününü datlı dile ile gökkuşağı renklerine boyayarak satarken, Sivaslı elindeki altının değerini tenekeye çeviriyor. Sonra da, ”gardaş, sucuk ve pastırmanın kralını Sivaslılar yapıyor, en büyük pastayı Gayserililer yiyor” diye hayıflanıyorlar. Öte taraftan 2 Temmuz 1993’te ”Madımak travması” geçiren Sivas, sıkıntılı günleri geride bırakmışa benziyor. Spor Toto Süper Ligi’nde futbol oynayan Sivasspor’uyla, 60 bine yaklaşan öğrenci potansiyeliyle âdeta marka şehir olma yolunda ilerliyor. Artık göç veren değil, göç alan Sivas’ta kira ve konut fiyatları el yakıyor. RAYBÜS’LE YOLCULUĞUN KEYFİ BAŞKA Artık tekrar yola revan olma vakti geldi. Sabah namazını edâ ettiğimiz Sivas Ulu Camii’den 180 kilometre uzaklıktaki diğer bir Ulu Camii’ye hareket saati yaklaşıyor. Şubat 20014’te hizmet vermeye başlayan “Raybüs”le Divriği’ye doğru

ilerliyoruz. 39 yıl süren 5,5 kilometrelik Deliktaş Tüneli’ni üç-beş dakikada geçerek, Sabahat Akkiraz’ın çok güzel yorumladığı ”Kara tren yol alıyor Cürek’ten…” türküsü eşliğinde Cürek’ten ilerleyerek, 2 saat 25 dakikada Divriği’ye ulaşıyoruz. NURİ DEMİRAĞ İMKÂNSIZI BAŞARMIŞ Geçtiğimiz yolların çetin doğa şartlarını gördükten sonra vatanın büyük sathını demir ağlarla birbirine bağlayan, havacılık tarihimize çığır açan damgasını vuran ”Nuri Demirağ”ı (1886-1957) hatırlamamak vefasızlık olur. Demirağ, 1920 ila 1945 yılları arasında Türkiye’nin ufkunu açacak yerli girişimlerle âdeta sanayi devrimine yön veren isimdir. Demirağ, ilk Türk sigara kağıdını üretir, ilk Türk demiryolunu yapar, ilk demir-çelik fabrikasını Karabük’te hayata geçirir, ilk Türk uçağını imal eder; “emperyalist zihniyet”in kumpaslarıyla başedemeyince, çok partili hayatın ilk siyasi partisini (Milli Kalkınma Partisi) kurar. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den Sivas milletvekili olur. 13 Kasım 1957 yılında şeker hastalığından vefat eder. Rahmetle anıyoruz. DİVRİĞİ’YE HAYAT VEREN MADEN Divriği Tren Garı’nda inip, demir tozlarına bulanarak kadim beldeye doğru yürümeye başlıyoruz. Divriği her ne kadar demir ve çelikle anılsa da, asıl değerini “Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği”nden alıyor. Yolumuzu kesen camiler, kümbetler, türbeler, bedestenler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, tarihi 57


Sivas Divriği Ulu Camii içi

ev ve konaklar bütün yorgunluklarına rağmen geçmişten geleceğe ulaklık yapıyor. Şehrin kalbine doğru ilerlerken, belde efsunlu bir perde gibi açılıyor. Divriği, Fırat’ın kolu olan Çaltı suyuna yakın yarı düzlük bir alanda Mengüceklerin başlattığı mimari şaheserlerin gölgesinde nefes almaya devam ediyor. Meliklerin bölgenin demir madenlerini işleterek büyük gelirler sağlandığı; bu gelirlerle de bugünkü Divriği’yi imar ettiği belirtiliyor. KALE CAMİİ HAYALPERESTLERİN YIKIMINA UĞRAMIŞ Şehrin en önemli silüetlerinden olan ve Mengücekoğlu Seyfeddin Şahin Şah Bin Süleyman tarafından yaptırılan “Divriği Kalesi” (1181); Moğol istilasının yapamadığı tahribatı yakın dönemde görmüş, dinamitlerle parçalanan sur taşları bazı yapıların temelinde kullanılmış. Türklerin Anadolu’daki ilk yapıtlarından olan ve 1180 yılında Süleyman Şah oğlu Emir İshak tarafından yaptırılan “Kale Camii”, hazine arayan hayalperestlerin yıkımına maruz bırakılmış. Divriği Kalesi’nin ileri karakolu konumundaki “Kestoğan Kalesi” ise, düşman saldırılarını defetmek için bir kartal gibi zirvedeki 360 derecelik konumuyla hâlâ etrafını kolluyor. ŞERHEDİLMEYİ BEKLEYEN TAŞLAR Zirveyi seyrederek, “Sitte Melik Türbesi”ne dualar göndererek, 19. yüzyıl şehir mimarisinin örneklerinden ve 20 yıl jandarma karakolu olarak kullanılan “Edegilin Evi”nin önünden geçerek, Kaleyolu Sokak’tan Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’na doğru tırmanıyoruz. Virane ve metruk olsa da, “Hamam-ı Bala” sayı//18// ocak 58

(Yüksek Hamam) önümüzü kesiyor; ruhumuzu dünyanın kirlerinden arındırıp huzura öyle çıkalım diye. Heyhat ki, dünyanın bütün kirleri içimize işlemiş; temizlenmek nafile. Ve Iğımbat Dağı’nın eteğindeki mucizevî özelliklerle bezenmiş şaheserin önündeyiz. Bir Cuma vakti, sanki Kâbe’deyiz. Divriği Ulu Camii ve Darrüşşifası; bir “kutsal kitap” gibi muhkem ve müteşabih hususiyetleriyle ruhumuzu sarmalıyor. Şerhedilmesi için taşa işlenmiş sonsuz sayıdaki mânâ figürü “oku”nmayı bekliyor. TAÇ KAPILARDAKİ MÂNÂ ÂLEMİ Benzersiz dört taç kapı; hangisinden girseniz Allah’a götürüyor. Ay ve güneş eşliğinde gökyüzüne değen Taç Kapı açılıyor; Darüşşifa’nın ortasından yükselen tılsımlı bir su sesi, sahnenin arkasındaki uhrevi ritimlerle ruhumuza dokunuyor. Berzah âleminde 15 sevdiğiyle yanyana olan “Melike Turan” yeniden hayat buluyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın himmetiyle Koca Mimar Sinân’ın dokunduğu minareden ezanlar okunuyor; Çarşı Kapı laleler, çift başlı doğanlar, küreler ve enva-i çeşit motiflerle zamandan ve mekândan münezzeh bir İlah’a açılıyor. Cennet Kapısı’ndan melekler süzülüyor; kapıların ardandaki kapılar, perdelerin ardındaki perdeler görülüyor. Gül ile bülbüle olan aşk; ulu kapıda cem edilip sonsuzluk âlemine saçılıyor.


Sivas Divriği Ulu Camii Mihrap ve Mimber

Şah Kapısı’ndan ârifler Allah’a kulluk bilinciyle eğilerek giriyor; önde caminin banisi Mengücek Beyi Ahmet Şah, arkasından başmimar Ahlatlı Hürrem Şah, Ahmed Nakkaş el-Hılâtî, Ahmet bin İbrahim el Tiflisî ve Ahmet bin Muhammed hünkâr mahfilinde diz çöküyor. MİHRABIN KALBİNDE SEMBOLLEŞEN SÖZLER Abanoz ağacının sanata dönüştüğü caminin kalbindeki sûre ve hadislerle nefeslenen minber, çalınan kapısına gelen imamı Hannâne gibi dile gelerek hutbesini irad etmesi için buyur ediyor. İlim, bilim ve imanla yoğrulmuş mekânda sadece bir ziyafet başlıyor. Mimarların Piri Sinan’ın zelzelelere karşı beslediği sütunlar arasında, üstü açık kubbenin ahengi bozulmuş aydınlığında dolaşan “kutlu sözler” bütün yönleri terk ederek sonsuzluğa açılan mihrabın kalbinde sembolleşiyor. Semboller mânâ âleminin sonsuzluk ikliminde BİR’leşiyor. 7 saflık Cuma cemaati ve dahi melekler secdeye gidiyor; kâinatta başka bir örneği olmayan mabed kendinden geçiyor. “Allah kendine hamdeden kullarını işitip” şah damarlarına bûseler konduruyor. “ANADOLU’NUN EL-HAMRASI”NA VEDA UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine alınmış, insan yapısı ilk İslâm eseri olan ”Anadolu’nun El-Hamrası” Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa’sına veda vakti geliyor. Evliya Çelebi burasını ziyaret ettiğinde, ”Üstad, mermer bu camiye öyle emek sarf edip, kapı

ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır” ifadesini boşa kullanmamış. Bağışla ey taşın aşk ile işlendiği ulu ma’bed; seni anlatmaya dilim lâl, aciz kaldı kalemim. Camiler yaşam alanlarının zihinsel kalbi niteliğindedir. Şehirlerin anası Mekke nasıl Mescid-i Haramsız, insanlık medeniyetinin merkezi Medine nasıl Mescid-i Nebevîsiz, miracın semaya açılan kapısı Kudüs nasıl Mescid-i Aksasız düşünülemezse; medeniyetlerin geçit merasimi yaptığı Sivas da Ulu Camilersiz düşünülemez. Sivas Ulu Camii şehri diri tutan en önemli mekân olarak hâlâ önemini korurken, “Anadolu’nun El Hamrası” olarak anılan Divriği Ulu Camii için aynı şeyi söylemek biraz zor. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası hem manevî, hem de maddî yapısında oluşan problemlerle başbaşa bırakılmış. Burada “medeniyet tasavvuru”nu ayağa kaldırmak için Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Sivas Valiliği tarafından yapılan protokoller kağıt üzerinden bir türlü hayata geçirilememiş. Bu konuların takipçisi olan sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Divriği’deki olumsuz gidişata bir kez daha el atması elzem gözüküyor.

Ay ve güneş eşliğinde gökyüzüne değen Taç Kapı açılıyor; Darüşşifa’nın ortasından yükselen tılsımlı bir su sesi, sahnenin arkasındaki uhrevi ritimlerle ruhumuza dokunuyor

SİVAS ULU CAMİİ Sivas Ulu Camii, Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı II. Kılıç Arslan’ın ülkeyi 11 oğlu arasında paylaştırmasıyla Sivas-Aksaray arasındaki bölgeye hükümdar olan Kutbeddin Melikşah saltanatı zamanında Kızılarslan bin İbrahim tarafından 1196-1197 yıllarında Kul Ahi’ye yaptırılmış. Anadolu’nun en eski camilerinden birisi olarak 59


Sivas Divriği Ulu Camii süslemelerinden detay

Caminin kuzey cephesindeki kıbleye açılan bezemeleriyle insanı büyüleyen görkemli Cümle Kapısı taç kapısı 14.5, Darüşşifa’nın taç kapısı ise 14 metre yükseklikte inşa edilmiş.

bilinen ve eğik minaresiyle dikkatleri üzerine çeken Danişmentli mimarisi özelliğini taşıyan Sivas Ulu Cami 817 yıldır tüm ihtişamıyla ayakta duruyor. Yaklaşık bin 674 metrekarelik bir alana oturan dikdörtgen planlı ve üst örtüsü düz dam şeklinde olan caminin güney duvarına dik olarak uzanan 11sahanlı asıl ibadet alanında toplam 50 tane kemerli dikdörtgen planlı yığma ayak bulunuyor. Minareden çıkılan hizada baştan ikinci direk olan Hızır Direği olarak biliniyor. Rivayetlere göre Hızır’ı görmek isteyen kimse, kırk gün ikindi veya sabah namazını Hızır Direği dibinde namaz kılarsa görüşürmüş. Camiden yaklaşık 3 metre uzaklıkta tuğla örgülü ve 116 basamakla çıkılan silindirik gövdeli minaresi, kendi eksenine göre 25 derece eğikliğiyle İtalya’nın Mucizeler Meydanı’nda bulunan Pisa Kulesi’ni andırıyor. Minare, Sivas Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce başlatılan çalışmayla yıkılma tehlikesine karşı uydu izleme cihazıyla takip ediliyor. Timur İstilası, Ankara Savaşı ve Mezid Bey ile Bayezıt Paşa arasında meydana gelen çarpışmada büyük hasar gören Ulu Camii kısmen yıkılır. Fakat tarihinin en büyük yıkım tehlikesini Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşar. Başbakanlık Cumhuriyet Arşiv kayıtlarında yer alan bilgilere göre; devlet 1940 yılında vakfa ait Ulu Camii’nin tamir edilebilmesi için kâfi miktarda tahsisat bulunmadığı için haline terk edilmesine, daha sonra 1948 yılında ise, Devlet Müzesi yapılması kaydıyla Millî Eğitim Bakanlığı’na tahsisi için karar vermiş. Bu nedenle Ulu Camii 1950 yılına kadar harabe halde ibadete kapalı tutulmuş.

sayı//18// ocak 60

1954’te başlayan tamirat 1955 yılında tamamlanmış olup, caminin çöken ahşap örtüsü ve üzerindeki toprak örtü alınarak çinko saçla kaplanmış. Bu onarım, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri’nin teşvikleri ve çalışmaları ile başarılmış, cami yeniden ibadete açılmış. Ayrıca bu çalışmalar esnasında, hem yapım hem de onarım yazıtı bulunmuş. 1955 yılında yapılan büyük onarım sırasında caminin inşa ve onarım kitabeleri bulunmuş, yapım tarihi ve yaptıranı ilim âlemine tanıtılmıştır. Yapım kitabesi Sivas Müze Müdürlüğü’nde muhafaza edilen kitabede şu ifadeler yer almaktadır: ”Cami, 1196-197 yılları arasında II. Kılıç Arslan’ın oğlu Kutbeddin Melik Şah’ın saltanatları zamanında Kul Ahi yaptırmıştır.” Ulu Camii’nin yerini Hızır a.s. gösterdi Sivas Folkloru denildiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Şair-Yazar Vehbi Cem Aşkun (1909-1979), Ulu Camii hakkında bir yazısında şu rivayetten bahsetmektedir: “Vaktiyle cami, istasyon civarındaki Gazhane denilen mevkiine yapılacak istenir; fakat bir türlü muvaffak olamaz. Caminin yapılması için icabeden malzeme gündüz akşama kadar Gazhane’ye taşınır, sabahleyin kalkıldığında aynı malzemenin caminin bugünkü yerinden olduğu görülür. Aynı hal 40 gün devam eder. Nihayet ihtiyar bir zât çıkagelir. Caminin Gazhane’ye değil, hâlihazır yerine yapılmasını söyler, nasıl yapılacağını da izah eder. Sonra gözden kaybolur. Bunun üzerine derhal ihtiyarın dileği yetire getirilir. O zâtın da Hızır olduğuna kanaat getirilerek, caminin ilk direği onun görüldüğü yere dikilir. Adına da ‘Hızır Direği’ denilir.”


Sivas Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa

DİVRİĞİ ULU CAMİİ VE DARÜŞŞİFASI Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası adıyla dünya sanat tarihine ismini altın harflerle yazdıran UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki eşsiz eser; Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği döneminde Mengücek Beyi Ahmet Şah(1228) ve eşi Melike Turan tarafından Ahlatlı Hürrem Şah’a yaptırılmış. Cami için hazırlanan vakfiyeden anlaşıldığına göre, külliye inşaatının başlanmasından ibadete açılmasına kadar geçen süre 14,5 yılı bulmuş. Caminin kuzey cephesindeki kıbleye açılan bezemeleriyle insanı büyüleyen görkemli Cümle Kapısı taç kapısı 14.5, Darüşşifa’nın taç kapısı ise 14 metre yükseklikte inşa edilmiş. Yapıdaki mükemmel üç boyutlu detaylı geometrik sitiller ve bitkisel bezemeler, kapı ve duvarlara işlenen asimetrik motifler, hiç tekrara düşmeden Allah’ın birliğini vurgulayan şaheser olarak vücuda getirilmiş. Şifahane Taç Kapısı, Cami Kuzey Taç Kapısı, Cami Batı Taç Kapısı ve Şah Mahfili Taç Kapıları’nın hepsi birbirinden farklı eşsiz üç boyutlu detaylı geometrik sitilleri ve bezemeleri mimarlık ve mühendislik harikası olarak dizayn edilmiş. Caminin kuzeybatı köşesinde yer alan asıl minaresinin yıkılmasından sonra, 1523 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle tekrar yenilenmiş. Ayrıca yapının bazı sütunları Mimar Sinan tarafından depreme karşı güçlendirilmiş. Külliyenin yapımında var olan; aşhane, konukevi, sundurma, mahkeme, namazgâh, musalla, kuyu ve sebil gibi yapılar günümüze maalesef ulaşamamış. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nın taç kapılarında güneşin geliş açısına bağlı olarak

oluşan; namaz kılan kadın, namaz kılan erkek ve Ahmet Şah silüetleri eseri görmeye gelenlerin ilgisini çeken unsurların başında yer alıyor. Külliye’nin cami bölümü, sütun dizileri ile belirlenmiş beş sahın içeriyor. Diğerlerinden daha geniş olan orta sahının merkezinde eskiden ortası açık, fakat şimdi kapatılmış (bu kadar uyumsuz ve zevksiz bir tamirata nasıl müsaade edilmiş orası da muamma) bir kubbe yer alıyor. Caminin minberi ahşap geçme işlemeleriyle, mihrabı ise biçim ve dekorasyonuyla türlerin tek örnekleri olarak yorumlanıyor. Tarihçiler, Ulu Camii’nin güneyine bitişik olan Darüşşifa’nın Anadolu’da kitabesinde “darüşşifa” tanımı geçen tek yapı olduğunu belirtiyor. 13. yüzyılda medrese, imaret, konukevi olarak kullanılan darüşşifalar; gezgin hekim ve cerrahların hastalarını muayene ettiği mekânlar olarak kullanılıyordu. Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Divriği’deki Darüşşifa bir “konukevi” işlevindeydi. ISITMA HAMAM BUHARIYLA SAĞLANIYORDU Rivayetlere göre Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nın temellerinin atıldığı sırada işçilerden birinin çalışmadığı fark edilir. Başmimar Ahlatlı Hürrem Şah, işçiden bölgede abdest alabilecek bir yer olmadığını öğrenince, caminin inşaatını hemen durdurur. Yapının 100 metre aşağısında “Hamam-ı Bala”yı inşa ettirir. Ayrıca hamamın bacasından çıkan buharla Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nın ısıtma problemi halledilir. “Cennet Kapısı” üzerindeki altıgenin, eserin alttan ısıtma sistemi planı olduğu kaydediliyor. Tarihi yapıdan günümüze ulaşan herhangi bir ısıtma sistemi bulunmuyor. 61


Hayallerimizin sofrasına bağdaş kuramayan yanımız, hiç düşündü mü acaba nedir bu sancının sebebi diye? Şehirlerin avlusunda öksüz hikâyeler dolaşmaya başladığı ân, bilin ki uğunmaya başlar zaman! Hikâyesi olmayan şehirler, kendi yok oluşunu kendi belirler…

ALİ DAĞI

Ali Dağı… Erciyes Dağı’nın püskürtmesi sonucu oluşan volkanik bir dağdır. Herkes Erciyes’i Kayseri’nin beyaz duvaklı gelini beller ama kimse bilmez; O gelini kimselerden habersiz emziren bir minik dağ vardır: Ali Dağı.. Mehtap ALTAN

ehirler birbirlerinin kopyası olmaya başladığından beri, farklı kültürlerin yansıttığı anıların yerini basmakalıp hayaller almaya başladı. Ki eskiden hayal kurmak bile başlı başına insanın iç dünyasına has zenginlik iken şimdi; ezberin koynunda uyutula uyutula büyütülmeye çalışılan bir mekanik mecburiyet oldu.

Şehirlerin karakterini yansıtan en önemli unsurdur mimarî. Ama birçok şeyde olduğu gibi bunda da modernleşme, çağa ayak uydurma adına şehirlerimizin mimarîsinin kimliksizleştirildiği bir dönemi yaşamaktayız. Hikâyesi olmayan, ruhu olmayan kısacası, nabzı olmayan gökdelen denilen beton yığınları, gölgesini düşürmekte gökyüzüne hasret yanımıza! Hâlbuki şehirlerin karakterini oluşturan önemli unsurlardan biri de şehri hatıralarıyla kucaklayan dağları ve tepeleri değil miydi? Bilir misiniz, şehirleri hırkasında gizleyen o merhametli yükseltilerin eteklerinden ne hikâyeler doğurur zaman! Bazen düşük yapar, bazen sancısını zirvesinde yaşar şehirler. Mimari ve tabiatın birbiriyle barışık olduğu şehirler; tarihinin kokusuyla gelin güvey olmuş “Yarıngâh Süvarileridir!” Düşünsenize Osmanlı, büyük bir mimariyi miras bırakmış bizlere. Her eserinde hudutsuz bir mana ve emek var. Geçmişten beslenen, geleceğine katmerli sanat eserleri bırakan bir millet olmak yerine; geçmişinin de kıymetini bilmeyen, geleceğe kısır çıkmazlarla yürüyen bir garip mimarinin sahibi olduk şimdilerde. Meselâ, yüzyıllar önce inşa edilmiş bir eser Kayseri’deki Hunâd Hatun Külliyesi. Anadolu Selçukluları zamanında yapılan ilk külliyelerden. Câmi, medrese, hamam, türbe bölümlerinden oluşur. Külliyenin içine bile girmenize gerek yoktur, o medeniyetin izlerini bulmak için. Etrafında dolaşmanız, derin bir nefes almanız ve o büyük tarihî kapının eşiğinde durup, kesme taşların lisanına eşlik etmeniz bile yeterlidir; o muhteşem zenginliğin, huzurun sesini duymanıza. Peki, gelelim herhangi bir gökdelenin bizde bıraktığı manevi mirasa ya da hissettirdiği duygulara! Ticarî çıkarlar dışında kim ne için yapmış sizce; o dev metal yalnızlıklar doğuran binayı? O yüksek binalardaki beton soğukluk neyi nakşediyor sahi? Kesme taşların yıllara meydan okuyan lisanını dinledikçe korkuyorum, geleceğe bırakamayacağımız mirasın boşluğundan!.. Gelelim gönlümüzde göveren şehre… Herkesin bir şehri vardır geçici olarak ağırlandığımız bu dünyada. O şehrin yerini hiçbir şehir almaz, alamaz!.. Çünkü kundağınızın kokusu sinmiştir o şehre. Ki o şehrin her karışında, ruhunuzun her karışına taşınan emanetler vardır. Ve o emanetler mühür olur, basılır serçe parmağını yazgısı ile buluşturanın sabrına. Gönlümüzü,

sayı//18// ocak 62


çocukluğumuzu, hasretimizi verdiğimiz şehrin kaldırımlarındaki çizgiler, avuç içlerimizdeki çizgiler ile akrabadır. Dağlarının eteklerinde gönlünüzün göğüne düşen demler vardır. Sizin şehriniz hangisi bilmiyorum ama benim şehrim, benim sılam, hasretim, benim gurbetimdir Kayseri… Şehirlerin kimliğini belli eden en önemli unsurlardan biridir mimarî ve diğeri ise dağlar. Ali Dağı… Erciyes Dağı’nın püskürtmesi sonucu oluşan volkanik bir dağdır. Herkes Erciyes’i Kayseri’nin beyaz duvaklı gelini beller ama kimse bilmez; o gelini kimselerden habersiz emziren bir minik dağ vardır. Ali Dağı iki tepeden oluşan, bir açıdan bakıldığında sırtüstü yatan bir kadının göğüslerini tema eden koca bir kompozisyondur aslında. Erciyes’i emziren, Kayseri’nin ovasına bereketini sessizce sağan… Ne diğer heybetli dağlar ve ne de diğer hükümran şehirler gibi gösterişinde erimez Ali Dağı. Bağrında gelincikler, kekikler, sarıçiğdemler ve papatyalar vardır. Hatta Ali Dağı’nın eteklerinde o kadar çok kuş ötüşür ki kaç kuş çeşidi vardır onlarca makama namzet ses çıkaran, kimse bilmez. Erciyes’i emzirdiği gibi o kuşları da emzirir bu “anne dağ!” Yıllar… Yıllar öncesinde şimdi yamaç paraşütü yapılan Ali Dağı’nın zirvesine tırmanmak için yola koyulduğumuz o günü hiç unutmuyorum. Aileden birkaç büyüğümüz ve yaşıtım birkaç arkadaş. On üç yaşında bir kız çocuğuyum. Ve sol elimde kalınca bir ağaç dalı; benim zirve yolculuğumda yol arkadaşım olacak. Ki ona dal gözüyle falan da bakmıyorum. O bir âsa!.. Evet, evet mistik bir anlamı olan bir âsa benim gözümde. Tırmanırken arkasına hiç bakmayan ben, bir karıncanın ayaklarımın ucunda belirmesiyle duruyorum. Ona yol vereceğim derken arkama bakmam ile çığlık atmam bir oluyor. Ali Dağı’nın tam orta yerinde bir ağlama tutuyor beni, “İneceğim, ineceğim… Korkuyorum çıkmayacağım!” diye. İşte tam da burada başlıyor geleceğime ayna tutan ânın özeti. Ya inecektim ya tırmanacaktım. Durmak diye bir lisan yoktu hayatta! Korktuğum anda âsa elimden kayıvermişti. Dağın eteklerindeki dikenler kanattıkça ellerimi, sanki pes etmek yerine daha da asılıyordum menzilime. Saniyeler sonra aşağıya bakmadan tırmanmaya devam ettim. Zirve mi? Süt dişlerimdeki masumiyet kadar gerçekti!.. Ali Dağı’nın tarihi ile ilgili, benim anım dışında geçmişten günümüze zirvesinden yuvarlanarak kucağımıza düşen anıları da vardı elbet... Onlardan beni en çok etkileyen ve geçmişte büyüklerimden dinlediğim olanı ise; Mevlevi kaynaklarına göre Seyit Burhanettin Hazretlerinin

inzivaya çekildiği yer olduğuydu. Hz. Mevlana Celaledin-i Rumî’nin Hocası olan mübarek zata kucağını açan bu dağa her bakışımda, susmak susmak istiyorum içimdeki gürültüyü terbiye etmek için! “Şehirlerin karakterini oluşturan iki önemli unsur olan mimarî ve dağlarının bu anılarla ne alakası var?” dediğinizi duyar gibiyim. Erciyes’in heybetinin yanında minicik duran Ali Dağı benim hayata duruşumdaki ilk felsefi dostum olmuştu. Şimdi arabalarıyla Ali Dağı’nın zirvesine çıkanlar sizce bu anlamda hisleri biliyorlar mıdır? Lastiklerinin yorulması dışında, arabalarının kaputunun toz ve çamur olması dışında nedir onları düşündüren? Âh evet, zirveden Kayseri’yi izlemek! Peki, dağın eteklerinde sadece piknik için var olanlar; Ali Dağı’nın döşüne sakladığı o yer altı şehirlerinin sesini duyuyorlar mıdır?

Hz. Mevlana Celaledin-i Rumî’nin Hocası olan mübarek zata kucağını açan bu dağa her bakışımda, susmak susmak istiyorum içimdeki gürültüyü terbiye etmek için!

Yer altı şehirleri demişken; ‘Kayseri’nin Talas ilçesinde belediye ekiplerince tarihi konakların restorasyonu sırasında tesadüfen ortaya çıkarılan yer altı şehrinin turizme kazandırılması için çalışmalar başlatılmış ve yıllar süren emeğin ardından halka açılmıştır.’ Tarihi mirasımıza sahip çıkma sorumluluğunu insanımız yerine getiriyor mu işte bunu zaman gösterecek… Tarihimize ülkemizin genelinde sahip çıkmama gibi bir geleneğimiz var milletçe. Zira Ali Dağı’nın tam karşısındaki kesme taş ermeni evleri geldi aklıma ve kiliseler… Bugün çoğu nargile ve çay kahvehanesi olmuş! Gecenin merhametli karartısı sardığında şehri, Ali Dağı’nın gerdanlığındaki sıra sıra yol kenarı lambaları ile eteklerindeki ermeni taş evlerden yansıyan mücevher misali neon ışıkları meşke başlar, dertleşirler tarihin arka sayfalarında gizli kalmış sırlarını anlatarak birbirlerine… Eğer ruhunuz yoksa ve tarihi mirası sadece estetik bir görüntü olarak ele alıp değerlendiriyorsanız, anlamazsınız o eşsiz ritüeli. İsterseniz çıkın Ali Dağı’nı çevreleyen o yollara; kesme taşlardan oluşan evleri izleyin, isterseniz oturun o taş evlerin teraslarındaki tarihten nasibini alamamış metal sandalyelere; bakın Ali Dağı’nın dev cüssesine, rüzgârın hışırtıları arasından günümüz insanının vefasızlığını birbirlerine fısıldadıklarını duyacaksınız, hayıflanacak, üzüleceksiniz… Haydi, o vakit! Gözlerimizi kapatıp birkaç saniyeliğine bir dağa, bir medreseye, bir tarihi caminin avlusuna bırakalım ruhumuzu. Tarihin ve geçmişin o paha biçilmez sadakatine teslim olalım. Görelim, gölgesinde güllendiğimiz kaç hazine öpecek bakarken göremediğimiz yanımızdan… 63


AHNE TOZLARINDAN” DÜNYA TİYATRO PENCERESİ Bazen vücut, bazen de ruh insanlığın sanat ve kültür ile birlikte yaşamadığından dolayı yaşanan ömürden insanoğlu sağlıklı olarak faydalanmayı, yaşamayı unutmuştur.

KIRIM’DA

TİYATRO TARİHİ “Kırım Giray” izleyiyicilerin sempatilerinin ve ilgilerinin en üst seviyeye çıkması için parlak sahneler, muhteşem köstümler, çeşitli sahne için gerekli ihtiyaçlarını tiyatro için ne gerekli ise karşılıyordu. Bu yıllarda çok parlak yabancı ve Kırım Tatar piyesleri sahneye kondu Doç.Dr.Svetlana KERİMOVA*

Bedenlerimiz, doğuyor gelişiyor ve yaşlanıyor ölüyoruz. Beyinlerimiz sanat ve kültürden uzaklaştıkça hayat bizler için zorlaşır. Hayata ve sevgiye yabancılışıyoruz. Sahnede seyirci karşısına çıkıp, performans sergileyen kişinin ruhuna”sahne tozu girer” (Bu sanat aşkını sembolize eden bir deyimdir.) Tiyatro nedir? Bir öykü’yü sahne olarak ayrılmış bir yerde, oyuncuların sözlere hareketleri ile canlandırma sanatıdır.Üst paleolitik çağdan (İ.Ö.40-50 bin yıl önce)mağaralardaki kazılarda maske,köstüm ve ritmik hareketlerin resim ve figürlerine rastlanmıştır. Yaygın bir deyişle tiyatro; insanı insanla,insanca anlatma sanatıdır. Tiyatro,Yunanca (Theaton)yani” görme yeri”sözcüğünden gelmektedir Tiyatronun tarihi tiyatroda başka sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuştur. Daha sonra dinden ayrılarak, bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleri ile simgeleştirerek, temsil etme çabaları yatar. Günümüzdeki çağdaş tiyatro bağ bozumu, tanrı “Dianysos”adına yapılan dinsel törenlerde kadar gitmektedir Tiyatro akımları; klasikçi, romantik, doğaçlı (natüralist)simgeci ve dışa vurumcu olarak beş şekilde ayrıldığı görülmektedir. Vatan Kırım’da tiyatro çok eskilere zamanlarda yapılan bir sanat dalıdır Belli ki gelişmesi eski tarihlere ve zamanlara bağlıdır. Büyük SNG. bölgesindeki en eski tiyatro” Hersoneste” M.Ö. üçünçü asırda kurulduğu sanılmaktadır. Onun bilgileri ve fragmanları bu güne kadar” Hersoneste”saklanmaktadır 3200 kişilik seyirci için yapılmıştır.

*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi

sayı//18// ocak 64

Hanlık zamanlarına ait tiyatromuz hakkında meraklı ilmi bilgiler bulunmaktadır. Bunun için tiyatromuz tarihi ile bağlı bibliografiya çercevesi kaynaklarının kapsamaktadır. Bu çerçeve içersinde çok faydalı kıymetli belgelerden biri, bu çeşit seyahatlerin devamında Kırım hakkında yazılan yazılardır. Kendi kökleri ve kültürü yazılmaktadır. Mesela. Flamand seyahatçisi Villem Rubruk Kırım’a 1253 senesinde gelip, gördüklarini yazılı


şekilde bildirdi. Arap seyyahı İbni Batuta Kırım’a 1334 senesinde, Alman seyyahı İ.Şiltberger XV yüzyılın başında İspanya Seyyahı P.Tavur XV yüzyılında, katolik İoann Galilfonten XlV Yüzyılının ve XV yüzyılın başında Leh seyyahı Martin Bronevskiy XVl yüzyılda Kırım’da bulunup, gördüklerini tafsilâtlı, sürette yazıp bilgilerini anlatmışlardır. Fransız alimi ve seyyahı Jak de Lüknin 1625 senesinde Paris’te yayınladığı kitabında Kırım’ın duruşu, medeniyeti ve Bayrağı hakkında çok geniş yer vermiştir ve resimlerle göstermiştir. Dortelli d’Askolli Giyom de Boplan gibi seyyahlar 1634 ve 1650 senelerinde yayınladıkları Kırım hakkında kitapları ayrıca dikkate layıktırlar. Meşhur Türk seyyahatcisi Evliya Çelebinin (XVII) Onyedinci yüzyılda, 10 çiltlik seyahat kitabının, ayrı bir çildi Kırım için yazılmış ve Kırım hakkında mükemmel bilgiler içermektedir. Son derece faydalı olan bu kitap bir kaç defa Rus diline çevrilmiştir. Evliya Çelebi. Seyyahat kitabinda (Kniga püteşestviy).. Pohodı s tatarami i püteşestviya po Krımu. /Perevod s polskogo M.B.Kizilova/. Simferopol, “Tavriya”.-1996 (241 s.), Bahrevskiy. Elbet te; çeşitli ve yüzlerce böyle kitaplarda Kırım’ın başka sanatları ile beraber medeniyetide incelenmiş, eski Kırım tiyatrosu hakkında çeşitli şekilde bilgiler bildirilmektedir. Mesela Macaristan’lı Baron de Tott Fransız konsolosu sıfatında 1767-1769 senelerinde Kırım’da bulunması sebebiyle, Kırım hakkındaki yazılarını. Amserdam’da 1784 senesinde yayınlanmıştır. Bu kitap bir kaç yıl evvel Türkçeye çevrildi XVIII yüzyılda İstanbul’da Kervan kitapçılığın ofset tesislerinde neşir edilerek basılmıştır. Mezkur kitaptan medeniyetimiz ve tiyatromuz ile bağlı bir kaç satır misal getirirsek, İşte kitaptan bazı kısa alıntılar şunlardır: “Bahçesaray’da özel bakım ile ait bir çok eski ve değerli bir el yazması ilk yazarı tarafından saklanmış.” Sonrasında bu defter bir ailenin elindedir.” Son derecede kıymetli ve tarihi bilgileri içeren bir defter bulunmaktadır. Bu değerli dökümanı bulunan en eski geleneklerin, ananelerin yazımı ile başlayan bu yazma eserde günümüze kadar gelen olaylar kaleme alınmıştır. Kırım’a gelmem dolayısıyla Tarihi yazma defterin şimdiki sahibi bana gelip, bazı bilgiler isteyince bu değerli defterin mevcudiyetini öğrendim. Bütün ısrarlarıma rahmen onu elde edemedim. Teklif ettiğim 10.000 (on bin) altın bile ikna etmeğe (fayda etmedi). Çok vakit bulamadığımdan bu defterden bazı isimleri kopya edemedim. Kırım Giray’ın Bahçesaray’daki sarayı müzik ve

bilim kitapları ile doludu. Han, eğitimli insanları etrafında bulunduruyordu. Yurt dışından Kırım’a davet ediyordu. Saray Batı Avrupa da dahil olmak üzere kitap ve el yazısı eserleri ile kütüphanelerinde yer almaktaydı doluydu. Kırım Giray’ın Moliere, Montesquie’in büyük bir hayranıydı. Doğal olarak, o da Avrupa dillerini biliyordu. Orjinal kitaplaplar kendi okuyamadığı için tercümanları vardı. Bütün yabancı kişileri, ve kitaplarını toplardı. Avrupa dillerinden anlar, tercümanlarla daha ileri götürmeye çalışırdı. Kırım Giray, sadece mükemmel bir sofra ile yetinmiyordu. Her türlü eğlenceye açık bir insandı. Orkestra, müzik, soytarılar (Şaklabanlar) tuttuğu bilinmektedir. Gündüzleri onu meşgul eden siyasi meselelerden ve savaş hazırlıklarından hiç olmazsa onun uzak kalmasını sağlıyordu “Kırım Giray” izleyiyicilerin sempatilerinin ve ilgilerinin en üst seviyeye çıkması için parlak sahneler, muhteşem köstümler, çeşitli sahne için gerekli ihtiyaçlarını tiyatro için ne gerekli ise karşılıyordu. Bu yıllarda çok parlak yabancı ve Kırım Tatar piyesleri sahneye kondu “Ölüm cezası verdiği adamı serbest, azad ettikten sonra. Kıvançla komedileri seyretmeye devam etti. Gösteri boyunca Kırım Giray yeni duyduğu Moliere tiyatrosu hakkında bir dolu sorular sordu. İlgililere. Moliere’in komedilerinin tipler ve karakterler üzerinde münazara ettiği, tartıştığı tiyatro tarihinde meşhur Fransız komedigrafı Moliere ile Kırım Giray çok ilgi duymaktaydı. Fakat belli ki nemse tarihçisi Teodor Mundinin haberlerine göre 1760 senesi Bahçesayar’dan Paris’e yollanan bir mektupta Lüdovik XV-nin şahsi katibi. Rufinge Molierer’in”Tartüff” eseri

65


Kırım tatarcasına çevrilmesi istenmiştir. İtukİzvestiya Tavriçesköy, üçenoy Arhivnoy komedisi “Tartüff” piyesinin konusunu öğrendiğinde Kırım Giray ona ayrıca dikkati ve ilgisi daha çok olmuştur. Oyununun kısaca özeti böyle geçmektedir. Mademe Parnelle’nin evdekiler tek tek eleştiriyle başlar. Pernelle kimseyi beğenmemektedir, yaşlı kadın herkezde kusur bulan ve beğenmeyen bir kişiliktedir. Orgon kiliseye gittiğinde orada Tartuffe ile tanışır. Onun doğruluğuna ve çok iyi biri olduğuna, söylediği yalanlara inanarak kanmıştır. İlk başta maddi yardımlar yapar. Orgon saflık derecesinde dinine bağlanmış bir insandı. Tartuffe’nin her sözünün doğru bildiğinden onu evine getirmiştir. Daha sonra evin idaresini ona bırakır. Tartuffe oynadığı dindar yoluyla Orgon’u kendisine o kadar çok bağlamıştır ki, karısı Elmira’ya aşırı ilgilenmesi, gizli gizli aşkının ilan etmesini bire görememektedir. Bu yaptıklarını kendisine saygısından olduğunu düşünmektedir. Ebedi huzur kaynağını bulduğunu sanan Orgon, Kızı Mariane ile Tartufe’yi evlendirmeye karar verir. Fakat Mairane’nin ve Valeri ile birbirlerine sözleri vardır. Sevgilidirler. Tartuffe aile fertleri ile aynı evde yaşamaktadır. Orgon ne kadar güvensede kimse onun evde olmasını istememektedir. Orgon , Tartuffe’nin kızıyle evlenmesini çok ister. Çünkü tüm işini ve varlığını ona bırakmayı düşünmektedir. Zoraki bu evliliğe herkez karşı çıkar. Buna kızan Orgon tüm mal varlığını ve paralarını hepsini Tartuffe’ye bağışlar. Bir gün Orgon’un oğlu Damis,Tarfuffe’nin annesi Elmira’ya ilan aşk ettiğini duyar.Bunu babasına söyler. Orgon oğlu Damis’e inanmaz ve onu evden kovar. Bunun üzerine evdekiler ile Elmira bir oyun ile Orgon’a durumu göreceğini anlatırlar. Orgon bunu çok zor Kabul eder. Orgon gizlenir. Elmira ise Tartufee’ye güler yüz gösterince Tartuffee’de sayı//18// ocak 66

hemen ilanı aşkıın yeniler. Elmira’yı çok istediğini, ve sarkıntılık eder.. Bunu üzerine Orgon gizlendiği yerden çıkarak Tarfuf’u evden kovmak ister ki; Bunun üzerine Tartufe tüm evdekileri ile Orgon’u kovar.Çünkü ev onundur.Ev halkı için çıkış yolu kalmamıştır. Her şey Tarfufee’nin lehinedir. Tam bu sırada Kralın adamı gelerek Tarfufe’yi tuttuklar. Çünkü gizli gizli takip edilenen çok büyük sahtekar ve dolandırıcı olduğunu Kralın adamı anlatır. Orgon yapmış olduğunu yalnışının anlar. kızını sevdiğinle evlendirir. Oğlu Damis’de eve dönmesini ister. Beş perdelik bu oyun 1664 tarihinde ilk defa sahnelenmiştir. Türkçe tercümeleri 1881 yılında “Riyamı Encamı” ve “1944 Orhan Veli Kanık””Ahmet Vekif Paşa tarafından yapılmıştır. Tartuffe bir danışmanlık, eğitmenlik rolüyle Bir burçuvanın evine kapağı atan bir sahtekarın macerasıdır. İstanbul devlet tiyatrosunda sahnelenen bu oyun, ile Orhan Veli’nin çevirisi ile Moliere’nin kaleminden Tarfufee gibi insanlara bakışı anlatılıyor. Yaşadığımız çağda, doğru ve güzel ile yanlışların fazlasıyla ayrıldığı bir ortamda biz insanlara şartlarına göre çeşitli sanatların arasında Tiyatro güzelliği anlatabilecek, otururken sahnedeki oyuncularla birlikte oyunun içeriğini birlikte yaşamaktır. İki kutubun içersinde yaşayan insanlara, sanat ve estetiktiğin sunumudur tiyatro. Her Müslüman ülkelerde olduğu gibi Kırım’da da tiyatronun ilerlemesi zaman almıştır. Yaşantımız devamlı sanattan yana olursa, kültürümüzün güzelliği içersinde kimliğimizi kaybetmeyiz. Dönüşsüz bir hayattır tiyatro, Dönüşsüz bir nefestir ve güzel gül bahçelerinde renga renk çiçeklerdir.”


Kaynaklar:

1. Vatan MT Tiyatro // TSB. - M:. Sovyet Ansiklopedisi, 1969-1978. (Родина М. Т. Театр // БСЭ. — М.: Советская энциклопедия, 1969—1978.) 2. Tiyatro //Tiyatro Ansiklopedisi (ed. AP Markov). M:. Sovyet Ansiklopedisi, 1961-1965. - T. 5. (Театр // Театральная энциклопедия (под ред. А. П. Маркова). — М.: Советская энциклопедия, 1961—1965. — Т. 5.) 3. DzhivelegovA., G. BoyadzhievMucize // Batı Avrupa tiyatrosunun tarihçesi. Kuruluşundan itibaren 1789. - M:. Batı Avrupa tiyatrosunun Sanatı, 1941 (Дживелегов А., Бояджиев Г. Мистерия // История западноевропейского театра. От возникновения до 1789 года. — М.: Искусство, 1941.) 4.Dzhivelegov A., G. Boyadzhiev Gizem // Tarihi. Kuruluşundan itibaren 1789. - M: Sanat, 1941 (Дживелегов А., Бояджиев Г. Миракль // История западноевропейского театра. От возникновения до 1789 года. — М.: Искусство, 1941. ) 5. DzhivelegovA., Batı Avrupa tiyatrosununG. BoyadzhievRönesansTiyatrosu // Tarihi.. Kuruluşundan itibaren 1789. - M:. Sanat, 1941 (Дживелегов А., Бояджиев Г. Театр эпохи Возрождения // История западноевропейского театра. От возникновения до 1789 года. — М.: Искусство, 1941.) 6. Dzhivelegov A., G. Boyadzhiev Batı tiyatrosunun profesyonel tiyatro tarihinin doğuşunu //. Kuruluşundan itibaren 1789. - M: Sanat, 1941 (Дживелегов А., Бояджиев Г. Появление профессионального театра // История западноевропейского театра. От возникновения до 1789 года. — М.: Искусство, 1 941.) 7. DzhivelegovA., Batı Avrupa tiyatrosununG. Boyadzhiev RönesansTiyatrosu // Tarihi.. Kuruluşundan itibaren 1789. - M:. Sanat, 1941. ( Дживелегов А., Бояджиев Г. Театр эпохи Возрождения // История западноевропейского театра. От возникновения до 1789 года. — М.: Искусство, 1941.) 8. Tiyatro// Tiyatro Ansiklopedisi (ed AP Markov.). M:.Sovyet Ansiklopedisi, 1965 - T. 5.( Театр // Театральная энциклопедия (под ред. А. П. Маркова). — М.: Советская энциклопедия, 1965. — Т. 5.) 9. Kültür bağlamında tiyatro: / Editorial kurulu Bildiriler. SK Bushueva, LS oves NA Tarschys, önsöz. SKBushuyeva. - L., 1991. - 154, s. (Театр в контексте культуры: Сборник научных трудов / Редкол. С. К. Бушуева, Л. С. Овэс, Н. А. Таршис, предисл. С. К. Бушуевой. — Л., 1991. — 154 с.) 10. M. Epstein, Moskova “yaşam ve sanat // Sovyet drama oyun”, 1982 № 2. ... 11.Orijinalı göster (Эпштейн М. «Игра в жизни и искусстве // Советская драматургия», Москва, 1982 г. № 2.) 12. Toutmaile sitesinde,Moliere eserleri. Onlına(Fransızca)15 Aralık 2010 13. “Site-Moliere sitesi, Moliereeserleri. Onlına(Fransızca) 15 Aralık 2010

Molière 14. Prusakov AA, Kozlov ED Kırım: Simferopol rekordov.- kitap: Sonat.- 1999.- 288 S.-S. 195. 15. Evliya Çelebi’nin. Kitap seyahat. Yürüyüş ve Polonya M.B.Kizilova / den Çeviri Kırım’daki Tatarlar / ile seyahat. Simferopol: Tavriya.- 1996.- 241 p;. Kitap seyahat. Kırım hakkında Türk yazar Evliya Çelebi’nin (1666 -. 1667 gg) / Tercüme ve Şerhi EV Bakhrevskiĭ /. Simferopol: DAR.- 1999.- 144, s. 16. Baron de Tott. Türkler 18 y.yılda. İstanbul: Kervan Kitapçılık A.Ş. Ofset tesisleri.- 1994.- 327 s. Sınır bölgelerinde Rus politikasının Tavrichesky Bilimsel Arşivi Komissii.- 1909.- № 43. 5. Krichinsky A. Eskiz 17. Bildiriler. Kırım Tatarlarının dini zulüm tarihinin. / Uygulama: gizli belgeleri /. Bölüm 1 Baku.- 1919.pagination: 1 - 58 1 - 295.- s 128 - 133. 18. Seit Muhammet Rıza. Asseb üzerinde seyyar geçmişi krymskih Hanov içeren veya yedi gezegenler, ... Kazan: universiteta.- Yazdırma 1832.- pagination: 1 - XXX 1-348; Halim Giray. Gyulbyunyu Han. İstanbul 1870. 19. Seit Muhammet Rıza. Asseb üzerinde seyyar geçmişi krymskih Hanov içeren veya yedi gezegenler, ... Kazan: universiteta.- Yazdırma 1832.- pagination: 1 - XXX 1-348; Halim Giray. Gyulbyunyu Han. İstanbul 1870. 20. Kırımda Karagöz oyunları hakkında V.V.Ügrinoviçin” Kırım Tatarlarının eski gelenekleri” makalesinde de bilgilere rast gelmekteyiz.19.mart 1994. 21. Tartuffe - Maarif Matbaası - Ankara 1944 22. Zubar VM tanrılar ve antik Khersonesosu’ndan kahramanları. - Publishing House “Stylos”, 2005. - 188 s.( Зубарь В. М. Боги и герои античного Херсонеса. — Издательский дом «Стилос», 2005. — 188 с). 23. CADE VI Chersonesos. Yaşam ve Kültür (I-III yüzyıllar.MÖ. E.). - Kharkov: JSC “İş bilgilendirin”, 1996. - 212 s. ( Кадеев В. И. Херсонес Таврический. Быт и культура (I—III вв. н. э.). — Харьков: АО «Бизнес Информ», 1996. — 212 с). 24.Iinortasındayarımada.MÖ.e. - VIyüzyıl.n. e. Tarih ve kültür üzerine denemeler. - Kharkov: Bağımsızlık, 2004. - 732 s. (Херсонес Таврический в середине І в. до н. э. — VI в. н. э.: Очерки истории и культуры. — Харьков: Майдан, 2004. — 732) с.

67


undan yirmi yıl öncesine değin Kafkasya, dünyanın kalan kısmı için Şark masallarındaki Kaf Dağından daha fazla bilinir bir coğrafya değil idi. Çoğu için Kars’ın ötesiydi, kimine göre Azerbaycan, kimine göre Orta Asya… Soracak olsak memleket ahalisinin yarısı, soyunu şeceresini bu isimin büyüleyici çağrışımıyla ilişkilendiriyordu ama sırdı Kafkas, Demirperde’nin arkasında, masallarda, tarih kitaplarında.

BÜYÜK ŞEHİRDE, BİR YALNIZ KALEMİN ÖYKÜSÜ

TARIK CEMAL KUTLU Tarık Cemal imzalı yazıları daha dikkatle okumaya başlamıştım. Kafkas – Rus savaşları hakkında yazılıp çizilmiş bir çok makaleleri vardı, Çeçen yazı diline vakıf olmasından dolayı Çeçen dilinden metinler çevirebiliyordu. Türkiye’de asli kaynağından Kafkasya’ya dair bilgi edinen nadir kişilerden biri idi. Hulusi ÜSTÜN

Türkiye’deki Kuzey Kafkasyalılar bakımından da durum farklı değildi. Yüz yıldan fazla zamandır gidilemeyen, görülemeyen, biraz masala, biraz efsaneye, biraz seraba karışmış, kimileri için vazgeçilmiş bir atayurt... Tarık Mümtaz Göztepe’nin hamasi tasvirlerinden ibaret bir coğrafya bilgisi ve dedelerden ninelerden duyulmuş birkaç mitolojik hatıra… Kafkasya bu… Maraş’ın Çardak kasabasından çıkmış, İstanbul’da okumuş, öğretmen olmuş Tarık Cemal, ta o zamanlar bölgeye dair müktesebata sahip olan nadir insanlardandı. Bütün bilgi birikimini kendi imkanlarıyla edinmişti, kitaplarda satır satır aramış, indeksler taramış, kütüphane raflarından, tozlu arşiv odalarından derlemişti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuydu. Fakülte kütüphanesinde uzun zaman görev yapmıştı. O zamanlar başlı başına bir ekol olan tanınmış liselerde öğrencilerine Türk Dili ve Edebiyatı anlattı. Yetmişli yılların Istanbul’undaki entelektüel ortamın içinde kendisine yer edindi. O zamanlar Türkiye’de tamamına yakını taşrada yaşayan, şehirlisi, entelektüeli bulunmayan Çeçen halkının çocuğuydu. İstanbul’daki Çerkes cemiyetlerinde karşılaştığı yazar çizerlerle el ele verip Kuzey Kafkasyalıların cemiyetlerinde ve yayın organlarında görevler aldı. Bitmek bilmeyen bir merakla okudu, araştırdı. Çeşitli dergilerde yayınlanan öyküleri ile isimini duyurdu. Daha sonra Çeçen dilinden yaptığı çevirilerle... 1990’lı yılların başında Hukuk Fakültesi talebesi iken tanıdım kendisini. El örgüsü krem rengi kocaman bir atkı vardı boynunda. Nüfus kağıdında yazdığından daha genç olduğu konuşmasından belli oluyordu. Sesini yükseltiyor, heyecanlanıyor, yumruğunu sıkıyor, kaşlarını çatıyordu. Halkının enerjisinden bahsediyordu. İşte çatırdayan Sovyet enkazının altından Çeçen halkı başkaldıracaktı. Varlıklarını dünyaya duyuracaklardı, geçmişte çekilen bütün sıkıntılar unutulacaktı.

sayı//18// ocak 68


Bu tanışıklığın ardından Tarık Cemal imzalı yazıları daha dikkatle okumaya başlamıştım. Kafkas – Rus savaşları hakkında yazılıp çizilmiş bir çok makaleleri vardı, Çeçen yazı diline vakıf olmasından dolayı Çeçen dilinden metinler çevirebiliyordu. Türkiye’de asli kaynağından Kafkasya’ya dair bilgi edinen nadir kişilerden biri idi. Zelimhan adlı roman onun tarafından başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmıştı. Kafkasya konulu neşriyatın pek çoğunda onun ismi imzası yer alıyordu. ... Halk bir avuçtu, anayurt uzaktaydı, veri yoktu, araç yoktu, dil ölüyordu, kültür eriyordu. Bu sebeple çok sorumluluğu vardı Kafkasyalı yazar çizer takımının. Tarık Cemal de bu sorumluluğun farkındaydı. Hem filolog, hem tarihçi, hem siyaset uzmanı, hem sosyolog, hem edebiyatçı idi. Böyle olmaktan başka şansı da yoktu. Çünkü Türkiye’deki Çeçen halkının bir başka yazarı çizeri yoktu. Türkiye’deki diğer Kuzey Kafkasya halklarının durumu da Çeçenlerden farklı değil idi. Onların da edebiyatını, sanatını, dilini, tarihini yazıp çizebilecek kimsecikleri kalmamıştı. Şehirli ve aristokrat zümre erimişti, taşradakilerin de elinde kültür ve kimlik namına armonikadan ve güftesi unutulmuş şarkılardan başka bir şey kalmamıştı. Derken Dudayev adı duyulmaya başlandı, Grozni, İnguşetya, Yeltsin… bütün dünya gelmiş geçmiş tüm devlet adamlarından daha karizmatik bir lider görünümündeki Dudayev’e dikkat kesilirken 1994 yılında savaş patlak verdi. Tarık Cemal, ne yapacağını bilmeyen bir yığın insanın örgütlenmesine yardımcı oldu. Kamuoyunun

bilgilendirilmesi, savaş mağdurlarına el uzatılması ve daha bir çok iş... Bunların hepsi küçük bir topluluğun gücünü çok aşan zorluklardı. 1994-1996 yılları arasında sürüp giden savaş boyunca Çeçen Komitesiyle ilgilendi, çok şey biliyordu ve bu yönüyle çevresini rahatsız ediyordu. Hele halkı... halkı en çok bilenden nefret ediyordu. En çok düşünenden... ‘Tarih boyunca onun halkından hiç kimse bir başka soydaşının düşüncesine katılıp uymamıştı’ demek can sıkıcı ama doğruluk payı içeren bir ironiydi. İnsanlar heyecanlıydı, savaş sürdükçe savaşanların onurundan kendilerine pay çıkartıyorlardı. Memleketin yarısı Çeçen olup çıkmıştı. Hamaset zihinleri teslim almıştı.

Kanser olduğunu öğrendik… Çapadaymış. Elime bir çiçek alıp gittim, hanımıyla görüştüm önce, içeri almıyorlarmış. Kendisini ziyarete gelenleri bir deftere kaydediyormuş, dostlar onu çok memnun ediyormuş.

Tarık Cemal, Çeçenlerin cephede en başarılı olduğu günlerde bile itidalli idi. Ölen her insanla birlikte o da ölüyordu besbelli. Öte yandan Kafkasya’nın tamamı yansa umurunda olmayacak insanlar cihat çığlıkları atıyordu. Bu hengamenin içinde Tarık Cemal’in sesi bomba sesine, yaralı çığlığına, savaş narasına, tekbir sedasına karışıp gitti. Savaşın birinci dönemi zaferle kapanırken, Çeçen varlığını ve bağımsızlığını Rusya resmen tanırken Tarık Cemal’in inziva dönemi çoktan başlamıştı. Çünkü savaşın Çeçen halkına ne büyük bir bedele mal olduğunu layıkıyla görebiliyordu, çünkü bağımsızlık denilen belirsizliğin ne büyük bir fatura çıkardığını anlayabiliyordu, çünkü bu savaşın halkına ait ne çok değeri silip süpürdüğünü kestirebiliyordu. O yıllarda zaferin silahla değil kalemle 69


kazanılacağını, bu savaşı cephesinin kitaplar, bilgisayar ekranları ve okullar olduğunu anlamış ve tamamen fikri üretime adamıştı kendisini. Dört yıl aradan sonra savaşın ikinci perdesi patlak verdiğinde Tarık Cemal’le tanışıklığımız ilerlemişti. Malta çarşısında buluşuyor ve uzun soluklu sohbetler yapıyorduk. Eskisi gibi heyecanlı değildi. yumruklarını sıkmadan konuşuyor, sesini yükseltmeden söyleniyordu. Halkının sürdürdüğü savaşla bu kadar yakından ilgilenmem karşısında şaşırdığını söylediği zaman derin bir uçurumdan aşağıya düşmüştü zihnim. Ona bu savaşın bir Çeçeni ilgilendirdiği ölçüde Kabardey’i de, Abhaz’ı da ilgilendirdiğini anlattım. Güldü; - Çeçenlerin savaşı Japonları ne kadar ilgilendiriyorsa Kabardeyler’i de o kadar ilgilendirir. Çeçen halkı ile Kabardeylerin ya da diğer Çerkeslerin yakınlığı ancak Japonlar kadardır. Diye cevap verdi. Tarif edilemez bir şaşkınlık oldu bu benim için. Koca bir bölge yanarken, insanlar ölürken, binlerce yılda inşa edilmiş kültür yok olurken halkın aydını böyle mi demeliydi, buradan mı bakmalıydı, ufku bu kadar mı olmalıydı. Onun bu sözünü tevil edemedim. Daha sonraki günlerde beni birçok kereler Sarıgüzel taraflarındaki evine çağırdı. Uzun uzun sohbetler ettik. Bildiklerim onu şaşırtıyordu, Çeçen dili hakkındaki tespitlerim, Çeçen dili ile diğer Kafkas dilleri arasında ortak kök kelimeler bulmam, yardımcı fiillere, eklere, fiil çekimlerine dair tespitlerim karşısında hayrete düşüyordu. Fark ettim ki aslında ne Kafkasya’da ne Türkiye’de Kafkas halkları birbirleri anlama yolunda hiçbir gayret sarf etmemişlerdi. Bu sebeple aynı ağacın sayı//18// ocak 70

meyvesi olmalarına rağmen birbirlerini farklı görüyorlardı, bu yüzden bir elmanın iki yarısı olmalarına rağmen uzaklaştıkça uzaklaşıyorlardı. Bir gün Çeçen klanları ve Çerkes sülaleleri hakkında konuşurken ona Çeçenler ve Çerkesler arasındaki bazı kabile ve klanların ortak ataya dayandığı fikrimi anlattım. Gunoy adlı Çeçen sülalesi ile Guney adlı Çerkes sülalesi, Gendrgnoy adlı Çeçen boyu ile Kandurey adlı Çerkes ailesi, Merjöy ile Merzey, Gun ile Hun, Borağan ile Brağun… binlere yıllık ortak tarih, ortak kültür ve sesler ortada iken nasıl olur da Kabardey Japon’un olduğu yere atılır. Tarık Cemal’le enine boyuna konuştuğumuz bu konu aslında Kafkasya’yı değerlendirmeye başlarken tanımları yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyordu. Hayatımın en hoş, en unutulmaz tartışmasını yaşamıştım Tarık Cemal’le o gün. Urartulardan ve Hititlerden başlayarak, Kimmerlere, Hazarlara, Osmanlı’ya, Pers’e, Çar’a, Zelimhan’a, Çermoyev’e Şenibe’ye, Dudayev’e uzanmıştık. Sözcükleri sesleri yan yana koymuştuk, Sanskritçe’den, Farsça’dan, İngilizce’ye kadar dilleri yoklamıştık. Sonra savaşı kritik etmiştik, başlangıçta Çeçen halkının aydınlarının ve ileri gelenlerinin de savaş kavramını tam olarak algılayamadığını düşünüyordu Tarık Cemal. Henüz Sovyetler yeni dağıldığında karşılaştığı soydaşlarına özgürlük için ölmek yerine barış için yaşamayı anlatmadığı için üzülüyordu. ‘Bu halk savaşmamalıydı. Varlığını sürdürmek ve güçlenmek için gayret göstermeliydi. Çeçenya din, mezhep cemaat savaşlarına mekan olmamalıydı. Her şeyden daha aziz olan yaşam hakkıdır.’ Dediğini kulaklarımla işittim.


Çeçen halkının görkemli tarihinin kronolojisi olan ‘Çeçen Direniş Tarihi’ adlı eser, ancak Tarık Cemal gibi halkına ve kültürüne aşık bir kalem erbabının elinden çıkabilirdi. Bu muhteşem eser tamamlandıktan sonra baskısı için çekilen sıkıntılar başlı başına makale konusu. Türkiye’de Kafkasya hakkında yazılıp çizilen kitapların, makalelerin okuyucusu, takipçisi üç yüz kişiyi geçmiyordu. Bunca ilgisizdi insanlar Kafkasya’ya. Savaş çığırtkanlığına gelince sokaklara dökülenler bu halkın değerlerine ve kültür ürünlerine geldiğinde yok oluyorlardı ortadan. Yine de yılmıyordu Tarık Cemal. Bir kızın güzelliğinden bahseden on beşlik bir delikanlı heyecanıyla anlatıyordu bulduğu, ulaştığı bilgileri. Üç yüz kişi değil, üç kişi olsa aynı heyecanla anlatmaya devam edecekti. Tarihi hezimetleri anlatırken hayıflanarak, başarıları anlatırken coşkulanarak konuşuyordu. Hani bütün ömrünü bir davaya vakfetmiş insanların ortak özelliğidir, neye bakarlarsa baksınlar davalarını görürler, ne ile karılaşırlarsa karşılaşsınlar davalarıyla bir ilgi ararlar. O da böyle idi. Van, Kars, Ani, Nahçivan sözcüklerinde Çeçencenin izini büyük bir merakla arıyordu. Bunun bir pratik faydasının olup olmamasıyla ilgilenmiyordu, sadece ilişiklendiriyor ve büyük bir heyecanla bu bölük pörçük verileri birleştirip yazılması yüz yıl gecikmiş Çeçen tarihini yazıyordu. Hece hece, harf harf arayarak. ... Büyük halkların zorba kahramanları vardır. Tarihe adlarını politik ve askeri güçleriyle yazdırmışlardır aslında. Onlar küçük bir halkın ferdi olsalar başarılarını ve dehalarını hiç kimse umursamayacaktır belki, belki hep zorbaların ve

Bu halk savaşmamalıydı. Varlığını sürdürmek ve güçlenmek için gayret göstermeliydi. Çeçenya din, mezhep cemaat savaşlarına mekan olmamalıydı. Her şeyden daha aziz olan yaşam hakkıdır.’

kazananların yazdığı koca tarih kitaplarında adları da olmayacaktır. Tarık Cemal, sayıca az olan onurlu bir halkın değeri idi. Edebiyatçısı, filoloğu, tarihçisi, etnografı ve sosyologuydu. Bu ünvanların her birini son derece liyakatle taşıdı ve üretti. Halkı için yazdı, yaşadı, üretti, düşündü. Sayıca az olan halkının her ferdinin yerine o kafa patlatırcasına düşündü. Halkının kaybettiği her fertle birlikte o da eridi. Kanser olduğunu öğrendik… Çapadaymış. Elime bir çiçek alıp gittim, hanımıyla görüştüm önce, içeri almıyorlarmış. Kendisini ziyarete gelenleri bir deftere kaydediyormuş, dostlar onu çok memnun ediyormuş. Bir kardvizitin arkasına şu notu yazıp çiçeklerle birlikte eşine verdim. “Daha yapacak çok işin var senin! Bu halkın sana daha çok ihtiyacı var. Yerine oturtacak birini bulmadan delilik edip bir yere gitme… acil şifa, selam, hürmet… Birkaç gün sonra haber aldım. Vasat bir ömre onlarca kitap, yüzlerce makale, deneme ve çeviri sığdırdıktan sonra tükenivermiş. Dela Geş Doyla Tarık Cemal, Dela geş Doyla ! 71


erleşim yerleri, yapılarıyla, insanlarıyla, gelenek ve görenekleriyle olduğu kadar iklimleriyle de kimlik kazanır ve şehirleşirler. Güzel ülkemizin her bir şehrinin kendine özgü nitelikleri vardır. Bazı şehirler verimli topraklarıyla, ürettikleri meyve ve sebzeleriyle tanınırken, bazıları da mevsimlere göre farklılık gösteren iklim özellikleriyle tanınır. Sözgelimi yaz aylarında çok sıcak olan bazı şehirlerimiz, kış aylarını da ılıman bir şekilde geçirirken, yazın çok sıcak, kışın çok soğuk olan şehirlerimiz de vardır. Anlatacağım şehir bu ikinci kategoriye dâhil olan kadim şehirlerimizden biridir.

KAR VE ŞEHİR Güzel ülkemizin her bir şehrinin kendine özgü nitelikleri vardır. Bazı şehirler verimli topraklarıyla, ürettikleri meyve ve sebzeleriyle tanınırken, bazıları da mevsimlere göre farklılık gösteren iklim özellikleriyle tanınır. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

Şehrin soğuk olmasının nedeni, kurulduğu coğrafi yapının rakım olarak denizden çok yüksekte oluşundandır. Bu şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle “Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 34. Baskı, İstanbul, 2015, s. 62.) Bu rakım, böyle bir yükseklikte kurulmuş bir şehre, soğuktan başka ne getirebilir ki? Soğuğu artıran ve katmerlendiren ise ‘kar’dır. Ancak sözünü ettiğim şehir, kar ve soğukla müsemma olduğu ve dahi bu durum kadim zamanlardan bu yana hep böyle olduğu için, bu şehre kar da soğuk da çok yakışmaktadır. Şehrim, ülkemde kar ve soğuğuyla şöhret bulmuştur. Eski zamanlardan bu yana bu şehrin adı anıldığında soğuk ve kar akla gelmiştir. Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi’nin ‘Seyahatname’sinde de şehrin bu niteliğine vurgu yapılmıştır. Evliya Çelebi’nin bu şehre gelişi, bir kış mevsimine rastlamış. Şehre girerken rastladığı bir dervişe buranın nasıl bir yer olduğunu sormuş. O da ‘burası, ere zulüm olan bir yerdir’ demiş. Çelebi yine sormuş ‘burada kış ne kadar sürer?’ diye, o da ‘ben on bir ay yirmi dokuz gün kaldım, hala yaz gelecek diye bekliyorlardı’ diye cevap vermiş. Demek ki kar ve soğuk, bu şehrin kaderidir. Bu anlatım, oldukça abartılı olsa da hakikatten tamamen de uzak değildir. Çünkü bu şehirde kış mevsimi, normal takvimden önce başlar ve her yerde ilkbahar başladığı halde bu şehirde kış devam eder.

*T.C. Atatürk Üniversitesi

sayı//18// ocak 72

Bazı yerlerde Güneş’in doğuşu, bazılarında batışı seyredilmeye değerdir. Bu şehirde de karın yağışını, yağdıktan sonra başlayan aşırı soğuğun oluşturduğu estetik manzaraları seyretmek güzeldir. Gecenin ilerleyen saatlerinde kar yağışını seyretmek ayrı bir güzellik, sabahın ilk saatlerinde seyretmek ayrı bir güzelliktir. Geçtiğimiz yıl,


sabahın altısında lapa lapa yağmaya başlayan karın, yere ilk dokunuş anını görme şansını ilk kez yakalamıştım. Yıllar yılı karın değişik yağış biçimlerini görmüştüm ama doğduğum ve hiç ayrılmadan yaşadığım şehrime çok yakışan beyaz örtüyü oluşturan kar tanelerinin gökyüzünde süzülerek nazlı nazlı yere konuşunu görmeyi hep arzu etmeme rağmen görememiştim. Hep görmek ve dahası uzun uzun seyretmek istediğim o anı, bir tevafukun neticesinde gördüm. Önce tek tük düşen kar taneleri, kısa bir zaman sonra artmaya ve yoğunlaşmaya başladı. Lapa lapa yağıyordu. Birbiri ardına yere düşen kar tanecikleri, çok değil birkaç dakika sonra her tarafı kaplamıştı. Kısa bir süre sonra karda yürüyen insanların ve yolda ilerleyen araçların ayak ve tekerlek izleri belirginleşti. On dakika sonra ise şehrim, artık beyaz elbisesiyle, bu mevsimde tam kendine yakışan görünümündeydi. Aslında yaşadığım şehre kar, birden bire yağıp sakinlerini aniden esir almaz. Önceden kendini iyiden iyiye hissettirip, ‘tedbirinizi alın!’ der gibi uyarıda bulunarak, halk arasında söylendiği gibi önce ‘yeddi dağa’ yağar, sonra ‘bir de bağa’ yağar. Bu ‘yeddi dağa, bir bağa’ ifadesi, hemen hemen her sene gerçek olur. Bunu, kar önce şehrimin etrafını Tanrı dağları gibi sarıp sarmalamış sıra dağlara yedi kez yağdıktan sonra ovaya yağar şeklinde anlayabileceğimiz gibi, bu dağların yedisine de yağdıktan sonra ovaya ve şehre yağar şeklinde de anlayabiliriz. Her iki durumda da kar önce dağlarımızı süsleyip bizi beyazlığına ve soğuğuna alıştırır, sonra ovaya yağar. Böylece herkes gününden önce tedbirini alıp kışa hazır hale gelir. Şehrimin dağları, ağaçtan ve ormandan yoksun olduğu için yaz aylarında çoraktır ve pek de güzel görünmez, ama karla kaplanınca adeta boyna

takılan inci gerdanlığı andırır. Adeta bir sanat eseri meydana getirir. Kar, dağları estetize ettiği gibi, şehrimi de güzelleştirir. Yağınca kiri pası örter. Havalar soğumaya yüz tuttuğunda başlayan nezle grip gibi ‘ortalığın hastalıkları’nı bile ‘ah bir kar yağsa da şu hastalıklardan kurtulsak!’ diyerek kar yağışına havale ederiz. Sert soğuklar başladığında ‘keşke biraz kar yağsa da havalar ısınsa’ deyip soğuktan kurtulmak için yine kara sığınırız.

Her iki durumda da kar önce dağlarımızı süsleyip bizi beyazlığına ve soğuğuna alıştırır, sonra ovaya yağar.

Kar, yağarken herkeste farklı duygu ve düşünceler meydana getiren bir güzelliktir. Bazen akşamın geç saatlerinde başlayan kar yağışını sadece seyretmesi değil, yağan karın altında yürümesi de çok zevklidir. Her adımda ayakkabı ile toprak arasında sıkışan taze kar tabakasının çıkardığı gıcırtının ahengi, çoğu kişide emsalsiz duygular meydana getirir. Kar üzerinde atılan her adım, sanki başımızdaki dertleri, içimizdeki hafakanları alıp götürür. Çocukluk ve gençlik yıllarımda şehrim, şimdikinden daha mazbut bir alana sahipti. Bir ucundan öbür ucuna yürüyerek kırkkırk beş dakikada ulaşılabilirdi. Akşamları akraba ziyaretlerine gidip de dönüşte kar yağıyorsa bunun keyfini doyasıya çıkarır ve adımlarımızı küçültüp yavaş yürümeyi tercih ederdik. Kar, çocuklar ve gençler için bir oyun ve eğlence anlamını taşır. Karların içerisinde yuvarlanmak, kartopu oynamak, kardan adam yapmak, kızakla kaymak, kayak yapmak ilk akla gelenler. Sevgililerin, nişanlıların, evlilerin kar altında yürümelerinin ise ayrı bir anlamı var; yıllar sonra çoluk çocuğa karışıp yaşlandıklarında kar altında nasıl da yavaş yürüyüp birbirlerine ilan-ı aşk etmelerini anlatıp dururlar. 73


meyveli buz veya meyveli kar demek daha doğru olurmuş. Yaz aylarında Akdeniz, İç Anadolu ve Ege bölgemizde yaptığımız gezilerde bunun sadece şehrime özgü olmadığını, hatta yıllardan beri unuttuğumuz bu tadın oralarda devam ettiğini, doğal bir halde yol kenarlarında satıldığını görmek bana unutulmaz bir nostalji yaşattı. Bizim çocukluğumuzda tattığımız bu lezzetler şimdi artık doğallıktan uzak paketlenmiş halde, alış veriş merkezlerinde de satılıyor, ama maalesef aynı lezzeti vermiyor.

Kar, ilk yağdığında hava soğusa da sonraki yağışları adeta iple çekilir ki soğumuş havayı biraz da olsa yumuşatsın. Karın tekrar yağacağının en önemli nişanesi, önceki karın erimeye yüz tutmasıdır. ‘Erisin ki yeni kara yer etsin’ ifadesi, bunun için söylenmiştir. Fakat her kar yağışının sonunda havalar geçici ısınmanın sonrasında sertleşir ve sazak başlar. İşte bu sazakla birlikte kızak kayan çocukların, mesleği gereği dışarıda çalışmak zorunda olanların, lastik tamircilerinin elleri çatlar ve çatlaklardan adeta kan sızar. Ama meslek sahipleri evlerine ekmek götürebilmek için, çocuklar da oyundan kendilerini alamadıkları için sazağa katlanırlar. Eskiden bu şehre bardan bardan (bembeyaz anlamında olduğu gibi iri taneler halinde de anlaşılabilir) yağardı kar. Çatısı olmayan, tek ve en fazla iki katlı olan evlerin bacalarından kürünen kar, sokak aralarını doldurur, bacaların seviyesine ulaşan kardan tabyalar oluşurdu. Bu kardan tabyalar, evler arasındaki iletişimi kestiğinden dolayı, evler arasında geçiş sağlamak için tüneller kazılırdı. İşte o kar tabyalar, kış günlerinde çocukların oyun alanları olurdu. Lapa lapa yağan karın üzerindeki bir katı sıyırarak onun altındaki en temiz yerinden alıp yemenin lezzetine doyum olmazdı çocukluğumuzda. Böyle katıksız ve katkısız yenen karın katkılısını da biliyorum. Değişik meyvelerin yoğunlaştırılmış halinin katılmasıyla meyveli kar yemenin de ayrı bir tadı olsa gerek. Eskiden kar, dağların kuytu yerlerinde depolanıp yazın sıcak günlerine ulaştırılır ve yaz aylarında sözgelimi şehrimde bu karın içerisine vişne veya limon suyu katılıp meyveli buz olarak satılırdı. O yıllarda buna dondurma denirdi ama şimdi anlıyorum ki buna

sayı//18// ocak 74

Karın öğrenciler ve okullar bakımından önemine temas etmeden geçemeyeceğim. Kar yağınca bütün öğrenciler, daha çok yağsa diye dua ederler. Çünkü karın çok yağması demek, okulların tatil edilmesi anlamına gelir. Okulların tatil edilmesinin nedeni, öğrencilerin okula gelip giderken olumsuz hava şartlarından etkilenip hasta olmalarını önlemek içindir. Ama bu iyi niyetli girişim hiçbir zaman beklenen sonucu vermez ve öğrenciler, kar tatilini sokaklarda kartopu oynayarak, kızak kayarak veya kardan adam yaparak değerlendirirler. Karda yapılan mahalli sporların en ünlüsü kızakla kaymaktı. Eskiden kızaklar tahtadandı ve çoğunlukla kendimiz yapardık; şimdilerde ise onların yerini plastik kızaklar almış durumda. Eskiden motorlu araçların yok denecek kadar az olması dolayısıyla şehrimin eğimli sokaklarında ve hatta ana caddelerinde kayılan kızaklara artık şehirden uzak mekânlarda tanık olunabiliyor. Eski tadı veriyor mu diye yıllar evvel dağda kızaklar için ayrılmış bir yerinde eşimle birlikte kızak kiralayıp kaymayı denedik. Çok da eğlendik ama o eski sokak aralarındaki yokuşlarda kayarken aldığım zevki bulamadım. Çünkü her şeyin doğal olanı güzel. Motorlu araçların çok az olduğu bundan yaklaşık kırk beş elli yıl kadar öncesinde, şehrimin içerisinde kayakla bile kayılabilirdi, çünkü yaşadığım şehir, hafif eğimli oluşuyla kayakçılara bu imkânı tanırdı. Şimdi kayak, ancak şehrimin sembolü olan dağın pistlerinde yapılabilmekte... Kar üzerinde top oynamanın ise ayrı bir tadı vardı. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, kar üzerinde az top oynamamışımdır. Yer yer buzlanmış olan sahada ayakta durabilmek ayrı bir maharet ister. Soğuğa ve buza karşı dayanıklı olanların kazandığı böyle bir ortamda futbol oynamak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Gerek kızakla kayarken, gerekse top oynarken pantolonumuzun paçaları donardı. İyice üşüdüğümüzde eve koşar ve sobanın etrafında pantolonumuzun açılmasını ve kurumasını bekler, sonra tekrar sokağa koşardık.


Karın çok yağması, aynı zamanda şehirlerin birbirleriyle bağlantısının kesilmesi anlamını ifade eder. Yollar kapanınca şehre ne sebze gelir ne meyve, hatta bundan otuz kırk yıl önce gazete de gelemezdi. İki ya da üç gün öncesinin gazeteleri geldiğinde de zaten eskimiş olurdu. Tabii çok daha eski zamanlarda daha değişik olaylar cereyan etmiş veya halk muhayyilesi bazı kar efsaneleri üretmiştir. Her şehirde benzerleri olabilecek kar efsanelerinden birisi de şehrimde anlatılır. Geçmiş zamanlardan birinde maiyetiyle seyahate veya sefere çıkan bir padişah veya bir bey, aşırı kardan dolayı yollarını kaybetmişler. Her taraf karla kaplı olduğu için nerede şehir var nerede köy var onu da bilememişler. Karlara bata çıka yürüme gayreti içinde ümitlerin yok olmaya yüz tuttuğu bir sırada, uzaklarda bir duman görünce ümitlenip oraya yönelmişler ve yönetici “orada umudum var” diyerek yürümeye devam etmişler ve umdukları gibi bir köye ulaşmışlar. Beyin söylediği “umudum var” sözünden orada da söz ettikleri için köy halkı da köylerine o günden sonra Umudum demeye başlamışlar. Eskiden şehir içi ulaşım, faytonlarla sağlanır, daha uzak yerlere ise zanka denilen atlı kızaklarla gidilirdi. Bu araçlar durduklarında, atlar üşümesin diye üstlerine kilim, kepenek veya battaniye türü şeyler örtülürdü. Şimdi artık bu tarz araçların yerlerini otomobiller aldı. Ama otomobillerin de atlardan bir farkı yok. Arabalarını çok seven bazı insanlar, geceleri otomobilleri üşümesin, sabah çalışmakta güçlük çekmesin, soğuğa karşı dayanıklı olsun diye kaputun veya akünün üzerine battaniyeler örterler. Ne yapsınlar, eksi otuzlarda, eksi kırklarda demir büzüşüp kalır da motorun içindeki yağ adeta buz keser. Kar, bütün güzelliklerine rağmen soğuk demektir; kimilerinin kar deyince içi ürperir ve daha yağmadan, adını duyar duymaz üşümeye başlar. Bu, psikolojik bir ürküntüdür ama kimileri kardan fiziksel ve ekonomik olarak korkar. Öyle ya, kış demek aile bütçesine ek bir yük demektir. Odun, kömür, soba, kışlık kıyafet almak az dert midir? En az altı ay sürecek soğuklara dayanmak kolay mıdır? Evin damını kürümek az iş midir? Oysaki maddi durumu iyi olanlara göre kar demek, kayak yapma mevsiminin gelmesidir. En güzel pistlerin bulunduğu kış merkezlerinde sabahtan akşama kayak yapıp eğlenmektir kar; bu nedenle bir an önce kar yağmasını bekler kayakla ilgilenenler. Yoksullar ise keşke kar yağmasa, kış gelmese diye dua ederler. Oysaki kar, sadece zenginlerin değil, gariplerin de eğlencesidir. Kartopu atmanın neresi zenginlikle ölçülebilir ki? Zengin kadar fakir de kartopu yapıp atmaz mı, eğlenmez mi? Kardan adam yapmak, herkesin ortak eğlencesi değil mi?

İlk bakışta kardan adam yapmak da, kartopu atmak da herkeste aynı duyguları oluşturur, herkes karda eğlenir desek de durum sandığımız kadar eğlenceli olmayabilir. Ayağında sağlam botları, elinde kalın su geçirmez eldivenleri ve başında kürklü başlığı bulunan biriyle başına geçireceği başlığı olmadan, altları kaygan ve ince olan ayakkabılarıyla düşe kalka kardan adam yapmaya çalışmak, eldivensiz çıplak elleriyle kartopu sıkmaya çalışmak herkese aynı eğlenceyi yaşatmasa gerektir. Birinin eğlencesi, neşeyle olurken diğerininki soğuktan dona yazan elleri, ayakları ve kulaklarıyla ıstıraba döner. Yaptıkları kardan adam bile farklı değil midir? Fakirin kardan adamı çıplakken, zenginin kardan adamı bile soğukta üşümesin diye üzerine atkı vs. örtülür.

Oysaki maddi durumu iyi olanlara göre kar demek, kayak yapma mevsiminin gelmesidir.

Kar yağıp da havalar iyice soğuduğunda evde sobanın başında bulunmanın keyfine payan olmaz. Evin içinde sıcak, dışarıda dondurucu soğuk, evin camlarında doğal bir sanata dönüşür. Buharlaşan camlardan akan sular, gecenin o en soğuk vakitlerinde buza döner ve camda, kâğıt üzerinde bile çizmekle elde edilemeyecek kadar güzel buzdan desenler oluşturur. Bu desenler, havalar ısınıncaya kadar kaybolmaz. Hele, çatıların saçaklarından sarkan buzdan sarkıtlar, sanki mağaralardaki arkıtları andıran doğal sanat eserleridir. Birkaç metreyi bulan bu sarkıtlar, altından yürüyenler için bir tehlike oluştursa da estetik açıdan harika manzaralar oluşturur. Hatta bu sarkıtlar, bazen erkeklerin bıyıklarından aşağı doğru bile uzayabilir. Şehirler, barındırdıkları niteliklerle tanınır ve anılırlar. Bazıları kızgın kum ve deniziyle, bazıları yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle, eşsiz doğal güzellikleriyle bilinirler. Bazı şehirler ise bahsedilen bu özelliklerden hiçbirine sahip olmamakla birlikte yine de adı geçtiğinde herkes tarafından tanındığı anlaşılır. İşte yaşadığım şehir, böyle bir şehirdir. Bu anlatılanlardan sonra artık ‘burası Erzurum’dur’ demekten başka şansımız var mı? Bu şehirde bazen kar, yağmur yağacakmış gibi gök gürültüsüyle gelir, bazen tipiden hemen sonra güneş açar. Ama her durumda kar ve kış bu şehre olabildiğince yakışır. 75


er şey, bir okulun isminin değiştirilmesi ile başladı. Değiştirilen ismin, kalplerde bıraktığı izin incinmesiyle devam etti. İsim ve Kalp, iki denizin buluşmasından doğan heyecanın iki yakasıydı.

ŞEHİR’DE DEĞİŞEN İSİMLER ÜZERİNE

Elbette isimleri kutsamamak gerekir, kimi isim değişiklikleri bazı durumlarda ihtiyaç olabilir. Ancak bu örnekteki gibi bireylerin tarihinde önemli bir aşamaya işaret eden eğitim kurumlarının isimleri üzerindeki tasarruflar, sadece o dönemin İl Milli Eğitim Müdürünün ve diğer bürokrat zevatın inisiyatifinde olmaz, olamaz, olmamalıdır. Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

1966 yılında açılan Pamukkale Ortaokulu’nun ismi, 12 yeni derslik yaptırarak okulun kapasitesini ve olanaklarını arttıran Denizli’nin yardımsever ailelerinden birine mensup Sevil Kaynak Hanımefendi’nin ismi ile değiştirildi. Kaynak ailesinin, Denizli ilinde bunun dışında da okul yaptırarak eğitime ve topluma verdikleri hizmette, hiçbir olumsuz yön yoktur. Bu aile gibi nice aileler, topluma benzeri hizmetlerle katkılar vererek engin bir teşekkürü hak etmektedirler. Olumsuzluk; Bugünden tam 50 yıl önce açılmış bir okulun isminin değiştirilerek, onunla eğitiminin bir dönemini geçirmiş binlerce insanın hafızasında ve eğitim hayatında önemli bir yeri olan bu mekânın, bireylerin, toplumun ve şehrin hafızasında yankılanan kırık dalgalarının sesidir. Olumsuzluk; Bir incelik yaparken, başka inceliklerin hiçe sayılmasıdır. Olumsuzluk; Bir isim değiştirilirken, o isimle hemhâl olmuş dillerin sözünü kesmek, belleğini silmek, boşluklar kurmaktır. Olumsuzluk; Bir isim değişikliğinden ne çıkar diyerek, o isme meftun kalplerin ve gönüllerin rızasını aramamaktır. Sokakların, caddelerin, mahallelerin, şehirlerin, kasabaların, köylerin, mezraların, her neresi olursa olsun, hangi sebeple olursa olsun, yapılan her isim değişikliği o mekânın, kurumların, coğrafyanın misafirlerinin kalplerinde çentikler atar. Kanaması; atılan çentiğin derinliğine, mânâ, anlam ve önemine göre değişen çentikler. Ya da unutuluverir eski isimler, geçmişte bırakılmak istenen bir utangaçlık ân’ı gibi. Hiç soruluvermez, hatırası yitip giden isimlerin. Belki hatırlanır arasıra aile, eş, dost, arkadaş meclislerinde, hepsi o kadar. Ne ismin isimliği, ne ismi söyleyenlerin cümleleri, ne ismin tarihi. Artık, zaman yeni isme alışma, onu sevme, tutup elinden yürüme zamanıdır.

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//18// ocak 76

Dönersek, değişen okulumun ismine, elbette ki yardımseverlerin yaptıkları hayırlara isimlerinin verilmesinden daha doğal ve anlamlı bir durum


olamaz. Ancak, bu yardımların ve desteklerin mevcut bir eğitim kurumun isminin tamamen değiştirilmesi olarak tezahür etmesi, geçmişe, isme, hatıralara, kimi yönleriyle toplumsal kimliğe, o mekâna o ismi uygun görenlere, o isimle büyüyenlere, o isimle diplomalar alanlara, o isimle yıllarını tanımlamışlara karşı incitici yönler içerebilir. İncindim, çocukluğumun buğulu yıllarından 3 yılımı verdiğim güzel isimli okulumun, benden habersiz, benden izinsiz, benden koparılarak isminin değiştirilmesine. Yaklaşık 20 yıl önce gerçekleşen bu uygulamayı, ömrüm müddetince kabul etmem mümkün değildir. “Pamukkale Ortaokulu”, benim için her zaman “Pamukkale Ortaokulu” olarak kalacaktır. Daha birkaç yıl öncesinde hâlâ eski tabelası duran okulumun kapısının üzerinden artık bu eski tabela da sökülmüş; geçmişten ne bir iz, ne bir renk, ne bir çerçeve bırakılmıştır. Yaşanılmış hiçbir hatırayı isimleri değiştirerek silemezsiniz, ortadan kaldıramazsınız, yok edemezsiniz. İsimlerin hatırası, canlıdır her zaman isimlerin satır aralarındaki gizli yaşanmışlıklarla. Okuduğum dersliklerin halen canlı bir şekilde kullanıldığı Pamukkale Ortaokulu’ndan mezun bir birey olarak, bu isim değişikliğinin, niyetinin iyiliğine ve yapılan düzenleme olumlu unsurlar içermesine rağmen; kişisel tarihime, dolayısıyla şehri taşıyan toplumsal tarihe karşı yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Bu türlü uygulamalar yerine, yaptırılan ek binaya, spor salonuna veya okulun bir başka birimine ilgili maddi yardımında bulunan kişi ve/veya kurumların ismi verilerek bu türlü hizmetler kesintisiz yürütülebilir. Bu

konularda, daha hassas işleyen bir yaklaşım geliştirilmelidir. Elbette isimleri kutsamamak gerekir, kimi isim değişiklikleri bazı durumlarda ihtiyaç olabilir. Ancak bu örnekteki gibi bireylerin tarihinde önemli bir aşamaya işaret eden eğitim kurumlarının isimleri üzerindeki tasarruflar, sadece o dönemin İl Milli Eğitim Müdürünün ve diğer bürokrat zevatın inisiyatifinde olmaz, olamaz, olmamalıdır. Okulun ismi değiştiğinde, verilen binlerce diploma ne olur? Diplomalar, “Bu diploma, eskiden ismi şu olan okulun diplomasıdır” denilerek Milli Eğitim Bakanlığı’nın dijital ortamında düzeltilince, düzelmiş olur mu! Belki, kağıt üzerinde düzelir. Bu okulun ismiyle yıllarını geçirmiş kişilerdeki anılara ne olacak! Şehirlerin kimliği de böyle değil midir? Oradaki her bir nesne, sokak, isim, mahalle, ağaç, yol ve ne varsa şehri taşıyan, şehre bir anlam vermez mi? Şehirlerde yapılan her değişiklik hafızları etkiler. Şehirlerin hafızaları, insanların hafızalarından daha derin, güçlü ve kalıcıdır. Buna rağmen şehirlerin hafızaları insanların hafızaları ile canlı kaldığından yapılan her değişikliğin, dönüştürmenin ve müdahalenin şehirlerin hafızalarını etkilediğini bilerek, dikkatle, özenle ve bilinçle hareket etmeliyiz. Kişisel yaşantımla ve kişiliğimle çevrelenen toplumsal hafızam, bu müdahaleyi, yasal da olsa asla benimsemiyor, kabul etmiyor, içine sindirmiyor. Çünkü kimlik yasalarına aykırıdır, bir ismin kimlik verdiklerinden izinsiz değiştirilmesi. Elbette, bireysel ve toplumsal hafızayı canlandıran isim değişiklikleri olabilir. Bu kapsamda 77


Denizli’deki güzel uygulamaları da vurgulamak hakkaniyetli olmak için gereklidir. Yıllar boyunca “Kayhan” olarak kullanılan mahalle isimi aslına çevrilerek “Kayıhan”, “İlbadı” olarak geçen mahalle ismi de “İlbade” olarak aslına uygun biçimde düzeltilmiştir. Bunlar gibi; tarihi, kültürü ve toplumsal hafızayı canlandıran uygulamaların olumlu örnekler, okul isimlerinin değiştirilmesinin ise olumsuz örnekler olarak gelecek uygulamalarda düşünülmesini umut ediyorum. İsim değiştirmek, tefekkürün değil “yaptım oldu” anlayışını göstergesi olursa, hangi amaçla olursa olsun orada mutlaka bir kabalık, görgüsüzlük, hafıza kıyımı gerçekleşir.

Olumsuzluk; Bir isim değiştirilirken, o isimle hemhâl olmuş dillerin sözünü kesmek, belleğini silmek, boşluklar kurmaktır.

Toplumsal hafızayı oluşturan kurumlardaki en küçük tabela değişikliklerinin dahi, önemli bir karar olduğunun bilincinde olmak zorundayız. Kişilerin özel mülkleriyle ilgili tasarruflarda bile özenli bir şekilde şehir planlaması yaparken, bunun aksi yönünde dikkatsiz biçimde okulların isimleri, sokakların biçimleri, parkların planları, cami, han, hamam, türbe, çeşme, ev gibi yapıların tarihi ve kültürel kimlikleri korunmadan yapılacak her uygulamanın şehirlerin ve toplumların ortak hafızasını aşındırması, onu zayıflatması ve zaman içinde yok etmesi kaçınılmazdır. Bu olgu, istisnasız tüm Türkiye’deki şehirlerin, kasabaların, köylerin, kurumların, mekânların ve coğrafyanın sorunudur. Tarihi evlerin korunması bunun en küçük örneğidir, bütün isimleri ve kimlikleri ile. İsimleri korumak; bir nesnenin, kurumun, mekânın, coğrafyanın, toplumun kimliğini korumanın başlangıcıdır. Başlangıç adımından feragat eden uygulamaların, gelecek adına neleri koruyabilecekleri düşündürücü hale gelir. Bir şeyi yaparken yıkmamak, tarihini ve kültürel kimliğini aşındırmamak gerekir. 50 yıllık bir eğitim kurumunun, bu basit gibi görünen, ancak gerçekte üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken isim değişikliğinin; geçmişi korumak, sahip çıkmak ve bugüne taşımak amaçlı birçok faaliyetlerimizdeki eksik, hatalı ve yanlış uygulamalarımızla ilişkisi vardır: Camilerin, eski evlerin, hanların, hamamların, yolların, meydanların, ve kitapların, ve hikayelerin, ve kelimelerin, ve kağıtların, ve anlatıların, ve hülasa her şeyin yeniden düzenlenmesinde, restorasyonunda, ele alınmasında, kullanılmasında, anlamlandırılmasında, dönüştürülmesinde, eskiye ait, kendine ait, geçmişe ait ne varsa, ona yönelik bir yaklaşım ile ilişkili bir sorundur bu aynı zamanda: “Tarihini ve Kimliğini koruyamamak anlayışı” olarak adlandırabileceğimiz bir zihniyet.

sayı//18// ocak 78

Tarihi mekânların restorasyonlarında orijinaline sadık kalmamak, camilerdeki incelikleri fark edemeden sıvalarla kapatmak, binalardaki özelliklerin yitirilmesine sebep olacak inşaat teknikleri uygulamak, yolların kadim anlamlarını bozmak, ağaçların dizilimini değiştirmek, yeni binaları eskilerin varlığını esir alacak şekilde tasarlamak, şehirlerin eski değerlerini yok ederek ve daha birçok kimliğimizi, hafızamızı, tarihimizi, değerimizi ortadan kaldıracak “yenileme altında yeniden tarihi ve kültürel akışı kıran bir uygulama yapmak”, “kökü mazide olan ati” anlayışına uygun değildir, layık da değildir. Tek tek, fert fert oluşturulan tarihler, toplumsal tarihten ve şehrin kimliğinden bağımsız değildir. Bir şeyi değiştirmeden evvel, onunla neleri değiştirdiğimizi doğru tanımlamalıyız. 50 yıllık bir okul olan Pamukkale Ortaokulu’nun isminin değiştirilmesi ile yok sayılan hafıza nasıl yeniden yazılacaktır? Onca eski şehri, antik yapıyı korumaya çalışırken, neden bugünümüze bu denli hoyrat davranıyoruz, şimdisine/mevcuduna hoyratça davranan nesiller, geçmişine ve geleceğine incelikli davranabilir mi? Mezarlıklarını korumada başarısız, tarihi binalarını korumada ve kullanmada beceriksiz, tarih, kültür ve kimlik değerlerinin derinliğini kavramaktan yoksun kişilerin, kendi kişisel tarihlerinin katmanlarını bilmekte ve anlamakta geniş ufuklu olmaları beklenebilir mi? Bunların hepsi iç içe, bağlı ve ilişkilidir. Her şey, önce bir “ismi” korumakla başlar; tıpkı, bir caminin bahçesine caminin yapımında dikilen bir ağacı korumanın, en az camiyi korumak kadar değerli olduğunu idrak etmek gibi. Yüzlerce yılın tarihini gövdesinde taşıyan bir ağaç, size birçok şeyi anlatır; kovukları, dalları, kabukları, yaprakları ya da sadece gövdesiyle. İsimlerin de yıllarla derinleşen inceliklerini unutmadan yaşamak; işte tam da onunla varlık kazanan bireysel ve toplumsal tarihimizi korumak için gereklidir. Ben, kişisel tarihimi elimden alanların her zaman takipçisi olacağım! Sen, sen, sen! Hepimiz; tek tek tarihimize, kültürümüze, kimliğimize, isimlerimize sahip çıkalım! Bu toprağı, bu coğrafyayı, altındakilerini ve üstündekilerini, hülasa bu vatanı bize ait kılacak olan özelliğimiz; “ona sahip çıkma becerimiz” olacaktır.


Resim Sergisi / 4-22 Şubat 2016 -GALERİ SELVİN-

953 Sofya doğumlu olan sanatçı, Sofya Sanat Akademisini bitirdikten sonra mastırını Prof. Al. Poplilov yönetiminde tamamladı. 1983 yılından beri Yunanistan’da yaşamını ve sanatını sürdürmektedir. İstanbul’daki üçüncü kişisel sergisini gerçekleştirecek olan Krastev’in eserleri 4-22 Şubat 2016 tarihleri arasında Galeri Selvin’de görülebilir. Sanatçının bu sergisinde konu aldığı “Çocuklar, oyunlar, kent” isimli sergisi ile ilgili Dr. Evelina Minev’nın yazısı aşağıda yer almaktadır. Şehrin başa çıkılmaz çekiciliği, ebedi ve şimdiki zamanın ahengine bağlıdır.Kentin eski sokaklarında, sütunlarında, basamaklarında, ahşap balkonlarında, kafesli pencerelerinde, kubbelerinde yüksek minarelerinde ve sessiz kulelerinde efsanelerle, Doğu ile Batının hikâyeleri bir arada bulunmaktadır. Yolda gezinen biri için beklenmedik bir zamanda kaldırımlarda çocukların sürükleyici kahkahaları ve sevinç dolu çığlıkları lastik topların sağa sola savrulmaları, patenlerin kayması, oyunlardan ürken kedilerin ve kuşların kaçışması ortaya çıkabilmekte ve duvarların

karanlık tarafları çocukların üfledikleri parlayan sabun köpükleriyle ışıklanmaktadır.Martin’in resim sanatında en çok sevilen motif, çocuk ve oyundur.Tatlı ve nostaljik bakışı bunları keşfeder veya onları hayatla dolu oldukları için karamsarlığın kara havasını teneffüs etmeyen,genellikle eski yerlere ve zamandan dolayı aşınmış sahnelere götürür.Ancak hayatı, koyu renkli ve güneş görmeyen bir kent peyzajı içinde bitkilerin ve çiçeklerin yeşilinin ve tazeliğinin görüldüğü tabiatın şekli ile değil, insanın görünümü içinden anlatmaktadır. Martin’in eserlerinde çocuğun şekli,insan tabiatının en masum ve en iyi verisini somutlaştırarak, tarihin ve kaderin sonsuz yıkıcılığına rağmen, hayatın devam ettiği hakkında teşvik edici inancını ifade etmektedir. Bu bize, çocuklar olduğu sürece, bir ülkenin ölmeyeceği ve her zaman sevgiye, güzelliğe, nimete ve mutluluğa sahip olunacağını göstermektedir. GALERİ SELVİN Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy /Beşiktaş / İstanbul Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında.

SERGİ

ÇOCUKLAR, OYUNLAR, KENT

ŞEHİR

MARTİN KRASTEV SERGİSİ

79


MEDENİYET VE TÜRKÇE

İKİ ORJİNAL TERİM

”Ben bir ilim adamı değilim... Bir alanın âlimi değilim. Kendimi bir cumhuriyet münevveri olarak algılıyorum ve ben buyum. Bir düşünce adamıyım. Ben düşünürüm ve vardığım fikrî sonuçları da yazıyorum. Her zaman düşüncelerimi değiştiririm... Elbette ilim yapmıyorum diye İlmî metoda, ilkelere, kurallara sırtımı dönecek değilim. Ama ben ilim adamı olmadığım için ahkâm kesemem.” Dr. Ayhan GÜLDAŞ

oplumun, milletin hatta insanlığın sorunlarını, sıkıntılarını kendisine dert edinenlere ne mutlu! Yiyip içmek, gezip dolaşmak, eğlenip coşmak da insanı mesut eder, ama başkalarına yardımda bulunmanın, özellikle medeniyet ve kültür meselelerinde kafa yorup üretken olmanın hazzı bambaşkadır. Türkçemizin birkaç bakımdan tehlikelere maruz kaldığı son devirlerde konuyla ilgili düşüncelerini sözle veya yazıyla ortaya koyanlar bu çetin ve karmaşık yumağı çözmeye çalışmaktadırlar. Gayret gösterenler arasında değerli dostum, hemşehrim, felsefeci Recep Arslan da vardır. Kitabına “Medeniyet Türkçesi” adını koyan Recep Arslan, çok sayıdaki kısa fakat doyurucu fikir ve eleştiri yazılarında hem cesur hem değişik bir üslûp kullanmıştır. Kitabın değerlendirmesini yaparken yazardan sayfa numaralan belirtilmiş bolca alıntılara yer vermeyi uygun gördüm. Kitaba ad olan “Medeniyet Türkçesi” deyiminden başka “Irk Türkçesi” deyiminin de kendisine ait olduğu kanaati ağır basmaktadır. “...Irk Türkçesi ve Medeniyet Türkçesi deyimlerinin yeni olduğunu ve bu satırların yazarına ait olduğunu düşünüyorum (s.71) Yazar, kitabının birkaç yerinde şahsiyetini, görüşlerini, fikirlerini samimiyetle ortaya koymuştur. Doğru ve yerinde konuşma isteğinin, hassasiyetinden kaynaklandığını şu iki cümlesinden öğreniyoruz. “Yıllardır Türkçe konusunda hassas bir tavır sahibiyim. Hem doğru, hem yerinde konuşmayı arzu ederim.” (s.72) Kendisinin bir ilim adamı olmadığını, Türkçe merkezli dil felsefesi yaptığını belirten yazar, “düşünürlerin vasıflarını saydıktan sonra İlkeli, düzenli iddiaları bulunduğunu da bu arada söyler. “Ben bir ilim adamı değilim... Bir alanın âlimi değilim. Kendimi bir cumhuriyet münevveri olarak algılıyorum ve ben buyum. Bir düşünce adamıyım. Ben düşünürüm ve vardığım fikrî sonuçları da yazıyorum. Her zaman düşüncelerimi değiştiririm... Elbette ilim yapmıyorum diye İlmî metoda, ilkelere, kurallara sırtımı dönecek değilim. Ama ben ilim .adamı olmadığım için ahkâm kesemem.” (s.85) Ben Türkçe merkezde olmak şartıyla dil felsefesi yapıyorum. Amacım insanları anlamak, insanların kullandığı dil ile birbirlerine neyi anlatmak istediklerini tespit etmek.(s. 257) “Sistemli bir biçimde düşünce üreten bir kişiye düşünür diyoruz. Recep Arslan’ın bu konularda ilkeli, düzenli iddiaları vardır. Kendinden önceki düşünürlerden istifade etmiştir. İnsanlara ufuk açacak görüşler ileri sürmek gerekir. Düşünür,

sayı//18// ocak 80


Recep Arslan

aynı zamanda ilkeli, namuslu, ahlâklı, imanlı ve cesur olmalıdır. Her insanın görüşlerine kulak vermelidir. İyi bir dinleyici olmalıdır, sonra da duyduklarını, öğrendiklerini tahlil ederek sistematik düşünce örgüsü örmelidir. Dağınıklık, bir düşünürde olmaması gereken bir kötü huydur. Düşünceler berrak, her insan için çözüm üreten nitelikte olmalıdır. Bu özellikleri olan kişiye düşünür diyebiliriz, yani mütefekkir.” (s.256) Dil felsefesi deyince aklımıza hemen şu sorular geliyor: Dil filozofları ne ile uğraşırlar? Dil felsefesinin konusu nedir? Felsefenin edebiyata bakış tarzı nasıldır? Merak edilen bu sorulara Recep Arslan şöylece cevap veriyor: “Dil filozoflarına göre dil felsefesi, doğruluğu test edilemeyen öğretilerle ilgilenmez. Bu durumda dille ilgili her hangi bir varlık ve değer yargılarıyla ilgili hiçbir söylem dil felsefesinin konusu olamaz. Dil felsefesinin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Dil felsefesi açık ve seçik önermeleri, bunun için de tek anlamlı kelimeleri tercih eder... Tek mânâlı kelimelerle edebî sanatların hiçbiri yapılamaz. Zaten felsefe, edebiyatı açık seçik bir bilgi olarak kabul etmiyor. Dil felsefesine göre dili kullanmak, dili anlamak insani diğer var olanlardan, yaratıklardan farklı kılan özelliklerdir.” (s.17,13; Lisanımız gücünü, zenginliğini dünya üzerindeki yaygınlığı ile ispatlamıştır. Pek çok ülkeyi gezip dolaşanların Türkçe konuşan insanlara rastlamakta fazla zorluk çekmedikleri bilinmektedir. “Dillerin gücü, hangi ırkın dili olduğu ile değil, dünya üzerinde kaç kişi tarafından ortaklaşa konuşulduğu ile ölçülür. Bu dili konuşan

insanların ekonomik, ticarî, edebî, İlmî tesiriyle ölçülür.” (s.29) İslâm medeniyeti içerisinde yer alan milletimiz elbette yüzyıllar boyunca Arapça ve Farsça’nın etkisinde kalmış; bu dillerden çok sayıda kelime almıştır. Halkımız kimisini aynen korumuş; kimisini kendi söyleyiş tarzımıza göre telaffuz etmiştir. Bunlar artık bizim hayatımıza girip Türkçeleşmiştir. Bu konuya ve bununla ilgili hususlara vurgu yapan yazarımıza kulak verelim: “İslâm medeniyetinin ana dilleri Arapça, Farsça ve Türkçe’dir. Müslüman olan her milletin dilinden kelime alınabilir ve bu kelimeler millî söyleniş kalıplarına sokulur. Her millet kendi millî ağzıyla, şivesiyle o kelimeyi telaffuz eder.”(s.251) “Dil bir medeniyettir. Bir medeniyetin ifadesidir. Türk milletinin dini, tarihi, ahlâkı, hukuku, sanatı bir medeniyettir.”(s.l74) “Türk milleti, Türk insanı Müslümandır; İslâm medeniyetine dahildir. İslâm olmasından dolayı din sebebiyle diline girmiş olan kelimeler yabancı olmaktan çıkmıştır.(s.H9) Dil canlı mıdır? Her dilden kelime alınabilir mi? Alınabilirse bunun ölçüsü ve ilkesi ne olmalıdır? Bu ve benzeri soruları Recep Arslan şu tarzda cevaplamaktadır: “Dil canlıdır. Yeni kavramlar, terimler, isimler her zaman dile dahil olur ve her zaman dilden bazı kelimeler yerini başkalarına devreder.”(s.68,69) “Nesillerin dilleri ve kelimelerin miatları var. Bir neslin dilinden düşmeyen kelimeler bir başka neslin hiç bilmediği kelimeler hâline gelebiliyor.”(s.l5) “Her dil başka dillerden kelime alır. Sınır komşuluğu, ticaret ve savaşlar milletleri birbiriyle ilgili hâle getiren iki unsur. Bu ilişkiler arasında milletler birbirini

"Dil filozoflarına göre dil felsefesi, doğruluğu test edilemeyen öğretilerle ilgilenmez. Bu durumda dille ilgili her hangi bir varlık ve değer yargılarıyla ilgili hiçbir söylem dil felsefesinin konusu olamaz. Dil felsefesinin görevi dildeki kavramları çözümlemektir.

81


Orhun yazıtları

“Türk milleti, Türk insanı Müslüman'dır. İslâm medeniyetine dahildir. İslâm olmasından dolayı din sebebiyle diline girmiş olan kelimeler yabancı olmaktan çıkmıştır."

sayı//18// ocak 82

tanırken birbirlerinden etkilenirler de.”(s.66) “Yabancı kelime derken, Türk milletinin inancından, dininden, ahlâkından dolayı Türkçe’ye girmiş olan kelimeleri kastettiğimi açıkça söylüyorum... Bu medeniyetin kaynakları, beslendiği kollar dikkate alınmadan Türkçe’nin hangi kelimeleri yabancı, hangi kelimeleri kendi malı sayılacağı anlaşılamaz.”(s.l74)

içtimaiyât diye kullanmışız. Ekonomi yerine iktisadiyât deyimini kullanmışız. Geçmişi olan bir milletiz. Geçmişimize bakarak Frenkçe’nin esaretinden, sömürge dilinden kurtulabiliriz. Eski ile pek aranız iyi değilse tarihinizden, bin yıllık mazinizden utanıyorsanız bile bu söyleyişler yerine günümüze uygun isimler üretebilirsiniz. Bu her Türk’ün görevidir.”(s.l35)

Lisanımıza Avrupa dillerinden çok sayıda kelime girdiği bir gerçektir. On dokuzuncu yüzyıldan bu yana diğer dilleri saymazsak önce Fransızca’dan daha sonra İngilizce’den akın eden kelimeler, dilimizi adeta istilâ etmiştir. Bu tehlikeli gidişe yazarımız da dikkatleri çekmekte ve Frenkçe’den giren kelimelerin dilimizi yozlaştırıp neredeyse “Sömürge Türkçesi” hâline getirdiğini, her Türk’ün bu hususta uyanık olması gerektiğini söylemektedir: “Türkiye’yi eğitim, ekonomi, dış politika gibi çeşitli alanlarda sinsice sömürgeleştirme çalışmalarının her geçen gün arttığını biliyoruz. Bununla eş zamanlı olarak “Sömürge Türkçesi” diye adlandırdığımız, yüksek oranda yabancı kelime ihtiva eden karma bir dil ortaya çıkmış bulunmaktadır.”(s.l65) Bizim ülkemizde, sömürge olmadık Allah’a şükür; ama dilimiz sömürge insanının diline benziyor. İş yerlerinin isimleri, ürettiğimiz malların isimleri, birbirimizle Türkçe konuşurken Türkçe yerine kullandığımız kelimeler hep Batılı ülke insanlarının kelimeleri.”(s.l56) “Frenkçe’den gelen kelimeler bir başka medeniyete ait oldukları için Türk gibi, Müslüman gibi düşünmemize imkân vermiyor.”(s.l45) “Dilimizi, lisanımızı Frenk kelimeler taunundan korumak her Türk insanının, her Türkçe âşığının görevidir.”(s.49) “Sosyoloji yerine toplum bilimi kullanırken bunu önceleri

Lisanımızın zenginliği dilimize, gönlümüze, hayatımıza girmiş kelimeleri özellikle Arapça veya Farsça’dır diyerek atıp yerine uydurmalarını alıp kullanmakla meydana gelmez. Aksine dil zenginliğimiz, deyimlerimize, deyişlerimize, atasözlerimize yerleşmiş, kısacası ruhumuza sinmiş o cânım kelimelerimizi muhafaza etmekle oluşur. Derinliği, anlam çeşitliliği, çağrışımları olmayan kelimelerle konuşup yazmanın ne zevki olur ne de toplumu kucaklayan tarafı. “Medeniyet Türkçesi”nde bu düşüncelerin etrafında dönen örneklere bir göz atalım: “Bir kelimenin başka başka mânâlar için söylenebiliyor olması bir dil için nakise değil, bilakis zenginliktir. Edebiyat ve felsefe bu zenginliğin kullanılmasıyla yapılabilir.”(s.50) “Vazgeçilen bir kelimenin yüzlerce akrabası, tedaî alanı vardır. Bilinmeli ki vazgeçilen kelime asla bir kelime değildir. Bir düşünme biçimidir. Hayat anlayışıdır. Hayat felsefesidir.”(s.69) “Dili zenginleştirmek için bir duygu ve düşünceyi kaç değişik kelimeyle ifade edebildiğimizi dikkate almak zorundayız. Kelimeler akrabalarıyla birlikte yaşatılırsa zenginlik muhteşem olur. İmkân, mümkün akrabadır, ihtimâl, muhtemel akrabadır. Fikir, mütefekkir akrabadır. Ürettiğiniz kelimenin akrabası yok ise o kısır bir insan gibidir. Geleceği yoktur.”(s.l36) “Bir kelimenin menşei nereden olursa olsun, herkes


tarafından aynı mânâ yükleniyor ve anlaşılıyorsa o kelime Türkçe’dir.”(s.218) “Bir yeni kelime üretildiğinde yapılacak iş, o kelimeyi yazılarınızda, eserlerinizde sık sık kullanarak insanların zihninde yerleşmesini sağlamaktır. Ama buna rağmen yıllar sonra o kelime yerleşmezse üzülmek gerekmez. Her teklifi toplum kabul etmek zorunda değildir.”(s.l06,107) Recep Arslan dinimiz sebebiyle dilimize girmiş cihat, mücahit, gazi, şehit, cennet, cehennem, araf, melek, hac, oruç gibi kelimeleri bir grupta, fetih, fütuhat, gazi, ganimet, gaza gibi kelimeleri, bunlarla ifade edilen mânâ artık yaşanmadığını, bundan dolayı toplumun da hayatında çıktığını belirterek başka grupta toplamaktadır. Kanaatime göre ikinci grup olarak gösterilen bu kelimeler, isim, sıfat, unvan ve benzeri çeşitlilikle söz ve yazılarımızda yer almaktadır. Daha önemlisi manevî değerlerimizin ayakta tutulması bakımından yeni yetişenlere, gençlerimize Allah’ın ismini yüceltme ruhu doğrudan veya dolaylı yollardan dün olduğu gibi bugün de aşılanmaktadır, aşılanmalıdır, Düşüncelerine saygı duyduğum yazarımızın iki değişik yerdeki görüşlerini buraya aynen alıyorum: “Cihat, mücahit, gazi, şehit, cennet, cehennem, araf, melek, hac, oruç daha binlerce dinî kelimeyi yabancı diye attığımızda İslâm ile ilgili hayatınızda ne kalır? Bu yüzden şu zemini kabul etmekte fayda var. Türk milleti, Türk insanı Müslüman’dır. İslâm medeniyetine dahildir. İslâm olmasından dolayı din sebebiyle diline girmiş olan kelimeler yabancı olmaktan çıkmıştır.”(s.H9) “Nesiller arasında, günlük hayatta yer alması bakımından çok ya da az kullanılan kelimeler vardır. Bugün fetih, fütuhat, gazi, ganimet, gaza kelimelerine rastlanmaz. Toplum hayatında bu kelimelerle ifade edilen mânâ artık yaşanmıyor, o yüzden de bu kelimeler kişilerin de toplumun da hayatından çıkmıştır.”(s.97) “Medeniyet Türkçesi”nde dikkat çeken başka bir husus ahlâk-etik karşılaştırılmasıdır. Yazarın da belirttiği gibi zaman zaman bazıları tarafından “ahlâk” yerine “etik” kelimesi kullanılmaktadır. Halbuki ahlâk başkadır, etik başka bir şeydir. Etik mânâca tam olarak ahlâk kelimesini karşılayamaz. Çünkü ahlâk, insanın manevî niteliklerini, huylarını ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünüdür. İslâm ahlâkı, asıl kaynağını Kur’ân ve onun ışığında oluşan sünnetten alır. Etik ise bir toplumda yaşayan insanların iyi veya kötü meselelerini ortaya koyan, onların uymak zorunda oldukları kuralları değişik açılardan inceleyen bir töre bilimidir. Üzerinde durduğumuz kitapta konuyla ilgili şu satırlar var: “Ahlâktan rahatsız olanlar bunun yerine etik denen mefhumu koydu.

Harita - Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lûgati Türk

Etik, asla ahlâk değildir. Töre bilim demektir. Bilim ayrı, ahlâk ayrıdır. Bilim öğrenilir, ahlâk uygulanır. Bilim kişiye karakter kazandırmaz, ahlâk bizatihi karakterdir, kişiliktir.”(s.l02) “Ahlâk kelimesini sözlüğümüzden atarak iyi huydan da vazgeçtik. Onun yerine etik diye bir kelime yerleştirildi. Etik için sözlük açıklaması ise şöyle: Töre bilimi. Peki töre ile ahlâk aynı mı? Hayır!... Ahlâk, hiçbir kötü huyu, ahlâksızlığı, insanlara eza, cefa vermeyi öğütlemez. Ama töre öğütler... Ahlâk bir yaşama biçimi, etik ise bir bilmeden ibarettir. O hâlde bunu onun yerine koyanlar hangi maksadın peşine düştüler.”(s.l73) Kitapta yazarın düşünce, görüş ve endişelerini dile getirdiği diğer hususlardan da kısaca örnekler vererek değerlendirmemizi sonlandıralım: “ (Sözlükten) eski kelimeleri çıkaranlar gerçek maksatlarını söylemiyor... Maksatları lâik bir dil oluşturmak.(s.H7) “Türkiye’de hemen her dönemde dil yani lisan tartışmaları yapılır.... Esef verici bir durum, her iki taraf için de vardır. Hiçbirinin evinde, kitaplığında iyi bir kamus, muhteşem bir lügat, aklı başında bir sözlük yoktur. Bu, tartışmaların ilim kaideleri içinde yapılamayışının en temel sebebidir. Bir başka açmaz ise, insanlar lisan veya dil tartışması yaparken düşüncelerini asla sistemli ilkelere dayandırmadıkları gibi, bir zeminleri de yoktur.”(s.82) “İnsanlarımıza dinî kaynakların asıl dili olan Arapça’yı, tarihimizin belli döneminde ilim, edebiyat ve sanat dili olmuş, Türk yazarlarının şaheserler ortaya koyduğu Farsça’yı, 700 yıllık tarihimizin muhassalası Osmanlıca’yı öğretmeliyiz.”(s.43)

“Bir yeni kelime üretildiğinde yapılacak iş, o kelimeyi yazılarınızda, eserlerinizde sık sık kullanarak insanların zihninde yerleşmesini sağlamaktır. Ama buna rağmen yıllar sonra o kelime yerleşmezse üzülmek gerekmez. Her teklifi toplum kabul etmek zorunda değildir.”

“Medeniyet Türkçesi” adlı eserinde kalemini mertçe kullanan, birkaç genellemesi dışında, fikirlerini doğru, tarafsız ve samimiyetle ortaya koyan değerli dostum Recep Arslan’ı candan kutluyor; daha nice başarılı çalışmalara imza atmasını temenni ediyorum. 83


GÜÇ MÜCADELESİNE DÖNÜŞEN

HİLAFET KURUMU /

FERD VE CEMİYET

Osmanlı Sultanı I. Murad Hüdavendigâr(1362-1389) halife unvanını kullanmaya başlamış ve gelenek olarak daha sonraki Osmanlı sultanları bunu devam ettirmiştir. Prof.Dr.Ali ARSLAN*

b-Mısır’daki Abbasi Manevi Hilafeti (1260-1517) Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılması Bağdat’taki Abbasi Manevi Halifeliği tarafından tekrar dünyevi işleri de ele alma fırsatı olarak değerlendirilmişti. Ancak Selçuklular yerine siyasi iktidarı ele alan Harzemşahlar bunu kabul etmemiş ve Selçuklu döneni uygulamasının devamını istemişlerdi. Girdikleri rekabet ikisinin de sonunu getirmişti. Doğu Asya’da büyük bir devlet olarak ortaya çıkan ve Çin’i de ele geçiren Moğollar, Harzemşahları tarih sahnesinden silmiş ve 1258 yılında Bağdat’ı ele geçirmişlerdi. Abbasi Halifesi Mustasım Billah ve oğullarının öldürülmesiyle Bağdat Abbasi halifeliği sona ermişti. Hülagû, Şam ve Mısır’ı istila için harekete geçmişti. Memluklulardan Baybars, Ayn Calut Savaşı’nda Moğolları yenerek genişlemelerine engel oldu. Vaad edilen Halep valiliği kendisine vermeyince Sultan Kutuz’u bir av sırasında öldürttü ve Memluk Sultanı oldu. Kıpçak Türklerinden olan Baybars, üç yıllık halifesizlik dönemi ardından Abbasi Halifeliğini ihya kararı aldı. Bağdat’taki son Abbasi Halifesi Müstasım Billah’ın Şam’a sığınan amcası Abu’l-Kasım Ahmed’i Kahire’ye davet etti. İlim adamları, devlet adamları ve kadıların huzurunda Ahmed’in Abbas b. Abdülmuttalib’e kadar uzanan şeceresi okunmuş ve Abbasilere mensup olduğu Kadılkudat Taceddin Abdülvehhab b. Bintü’l-Eaz tarafından onaylanmıştı. Böylece Kahire’de Memluk Sultanlığı kontrolünde Abbasi Halifeliği başlamıştı. Adı halife olsa bile gerçekte dünyevi bir yetkisi bulunmamaktaydı. Sadece adları Memluk Sultanları ile birlikte paralara darb edilmekte ve hutbelerde anılmaktaydı. Memluk Sultanlığı’nın devlet başkanı Abbasi halifesi değildi. Memluklularda yaşanın bir kargaşa sırasında bir Abbasi Bir halifenin devlet başkanlığı yetkilerini kullanması ise o halifenin ölümü ile neticelenirdi. Mesela Sultan Nasır’ın 1412 yılında ölmüş ve Halife Âdil kendine sultan ilan ederek devlet başkanlığı görevini üzerine almıştı. Âdil’in sultanlığı ancak üç gün sürmüş ve Müeyyed Şah sultanlık görevini üzerine alan Abbasi halifesini öldürmüştü . Çünkü Kahire’deki Abbasi halifelik müessesesi sadece manevi bir makamdı.

*T.C. İstanbul Üniversitesi

sayı//18// ocak 84

Kahire’deki Abbasi halifesinin İslam dünyasında bir manevi nüfuzunun olduğu da bilinmektedir. Bu nüfuzunu devlet başkanlarına gönderdiği menşurlarla göstermekteydi. Mesela Niğbolu zaferini kazanan Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’e Abbasi Halifesi I. Mütevekkil-Alellah tarafından bir menşur gönderilmiş ve sultan unvanı verilmişti . Kısacası Kahire’deki Abbasi


halifeliği sadece manevi bir halifelikti. Çoklu halifelik döneminden sonraki süreçte ortaya çıkan Manevi Abbasi Halifeliği’ni şu şekilde analiz edebiliriz: 1-1055’ten 1517 yılına kadar Bağdat ve Kahire’deki Abbasi halifelikleri, çok kısa süreler hariç sadece manevi halifeliklerdi. Abbasi Halifeliği ayakta kaldı ama manevi şekle dönüştürüldü. Esasında bu devlet başkanlığını da uhdesinde bulunduran İslamî Halifelik anlayışına uygun değildi. Böylece halifelik mahiyetini kaybetti ve manevi hale dönüştü. 2- Manevi halifelik döneminde de halifelerin ehil olması maddesine uyulmamıştır. Halifeler sadece Abbasiler içinden seçilmiştir. Oysa manevi bile olsa halifelerin ehil olmasını sağlamak gerekirdi. Bunun için veraset usulü uygulanması yanlıştı. Hükümdar halife seçimine göre manevi halifeleri ehil olanlar arasından seçilmesi daha kolay bir şekilde gerçekleştirilebilirdi. 3-O dönemki İslam dünyasındaki birçok devlet hükümdarı kendisine halife unvanı vermiş ve bunu kullanmıştır. Esasında bunların adları halife olsa bile bu gerçeği ifade etmemektedir. Zira bunlar küçük halifeler bile olamazlardı. Zaten uzun süredir emirülmüsliminlikler halifenin dünyevi yetkilerini kullanmaktaydılar. 4-İslamiyet’in devlet sınırlarından daha fazla geniş alanı kapladığı için bütün Müslümanları tek bir merkezden, tek idare altında birleştirmek mümkün olamamıştı. Çoklu halifelik dönenden itibaren özellikle Abbasi halifeleri bazı coğrafyalar için manevi halifeler olarak faaliyet göstermişlerdi. 1255- 1517 tarihleri arasında İslam dünyası genel olarak emirü’l-müsiliminler tarafından yönetimliye başlanmış ve manevi halifeye ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Esasında Abbasi manevi halifeliği bu ihtiyaca cevap vermişti. İslamî hilafet kurumu özelliği taşımasa da emirü’l-müslimînliklerin İslam medeniyeti içinde bulunmaları, İslam hukuk, iktisadi, eğitim ve sosyal hayatının tatbik edilmesi dolayısıyla ciddi bir eleştiriye tabi tutulmamışlardı. V-OSMANLI HALİFELİĞİ Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir beylik olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlılar KuzeyBatı Anadolu’da bir bağımsız devlet olarak yükselmeye başlamışlardı. Osmanlı Sultanı I. Murad Hüdavendigâr(1362-1389) halife unvanını kullanmaya başlamış ve gelenek olarak daha sonraki Osmanlı sultanları bunu devam ettirmiştir. Bu “hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı

uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatı kullanabilirler” anlaşışına uygundu . Aslında Osmanlı sultanlarının halife unvanı sadece devlet başkanlığını simgeleyen bir ifade idi. Zira 1396’da Nigbolu’da Haçlı ordusunu yenen Yıldırım Bayezıd’a Abbasi Halifesi I. Mütevekkil-Alellah tarafından bir menşur gönderilmiş ve sultan unvanı verilmişti. Yıldırım Bayezıd da Abbasi Halifesi’nin bu tebrikini kabul etmişti.

Böylece Kahire’de Memluk Sultanlığı kontrolünde Abbasi Halifeliği başlamıştı.

Osmanlıların Yavuz öncesi hilafeti kavramını kullanmalarından dolayı Osmanlı hilafetini 1517’den önceye götürmek doğru değildir. Zira bu dönemki Osmanlı yönetiminin esas hilafet kurumu ile özdeş tutulması imkânsındır. Bu dönemki hilafet kavramının devlet başkanlığı ile ilişkilendirmek doğru olacaktır. Bu manada Osmanlı sultanları halife değil bir emirü’lmüslimîndir. Osmanlılar manevi olarak ta Abbasi Halifeliği’ne bağlıydılar. A-Yavuz Sultan Selim’in Saltanat Halifeliği İhyası Yavuz Sultan Selim, Safevi Hükümdarı Şah İsmail’i yendikten sonra Mısır için harekete geçmişti. Yavuz, Haleb’e geldiğinde Abbasi Halifesi III. Mütevekkil-Alellah’ı kabul etmiş ve Kahire’ye girene kadar da yanında bulundurmuştu. Böylece Abbasi Halifeliği’nin himayesi Memluklulardan Osmanlılara geçmişti. Mısır’da Osmanlı idaresi kurulmuş Memluklu toprakları da Osmanlı Devleti’ne tabi olmuştu. Mısır’dan İstanbul’a dönen Yavuz Sultan Selim, Abbasi Halifesi III. Mütevekkil-Alellah’ı da beraber getirmişti. İstanbul’da halifeliğin devri ile ilgili bir merasim yapıldığına dair o dönem kaynaklarında bilgi yer olmamakla birlikte bu hususta daha sonraki dönemlerde ortak bir kabul oluşmuştu. Fakat yakın dönem kaynaklarından Hoca Sadeddin Efendi’nin “Libas-ı hilafeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervişâne kisvet ve libası ihtiyar eylemişti” ifadesi de mevcuttur. Esasında halife olmak için bir merasime ihtiyaç yoktu. O dönemde Osmanlı Halifeliği için tartışılan konu halifenin Kureyşli olması hususudur. Bu konuda Sadrazam Lutfi Paşa, halifenin Kureyş kabilesine mensubiyet şartının mevcut olmadığını izah ederek, Kanunî Sultan Süleyman’ın dönemin imamı olduğunun bütün Müslümanlar tarafından tasdik edildiğini belirtmişti . Teorik olarak Abbasi halifeliğinin sona ermesinden sonra Yavuz Sultan Selim tek halife olmuştu. İslam dünyası ve hatta dünyada en güçlü devlet konumunda olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin padişahları halifeliklerinin hem içeride hem de siyasi hâkimiyetleri dışındaki ülkelerde kabul edilmesi için çalışmalar yapmışlardı. 85


Kısacası Kahire’deki Abbasi halifeliği sadece manevi bir halifelikti.

B-Osmanlı Hâkimiyeti Dışındakilere Osmanlı Halifeliğini Manevi Olarak Kabul Ettirme Çalışmaları a-Osmanlı Halifeliğinin İslam Dünyasında Kabul Görmesi Osmanlı Devleti, Yavuz Selim döneminde bir küresel güç haline gelmiş İslam dünyasının büyük kısmı bu devletin sınırları içine dahil olmuştu. Bu durum Osmanlı Halifeliği’nin İslam dünyasının büyük kısmında kabulünü kolaylaştırmıştı. Özellikle hac farizası noktasından her Müslüman için önemli olan Mekke ve Medine’nin Osmanlı Devleti’nin sınırlarına dahil olması Osmanlı Halifeliği’nin kabulünü kolaylaştırmıştı. Zaten Yavuz Sultan Selim’in “hâdimü’l-Haremeyni’şşerîfeyn” unvanını alması da İslam dünyasında halifeliğinin kabul edilmesi için uyguladığı stratejinin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır. Osmanlı padişahlarının Mısır’ın ilhakından sonra halife unvanını kullanmaya başladıkları görülmektedir. Mesela Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan dönüşünün akabinde Kafkasya’daki Şirvan Şah İbrahim’e gönderdiği mektubta kutsal beldeler ve civarlarında düzeni sağlamayı Allah’ın kendisine nasip ettiğini bildirmiş, buna ilave olarak ta kendisinin halifeliğini kabul etmesi ve hutbeleri adına okutmasını istemişti(Feridun Bey,I, 437-444). Aynı şekilde Türkistan, Hindistan ve Doğu Asya’daki sultanlardan gelen mektublarda Osmanlı padişahları için halife unvanı bir hitab olarak kullanılmaya başlanmıştı(Özcan, Panİslamizm s.11-20). Yavuz Sultan Selim’den sonra Kanuni Sultan Süleyman tahta çıktığında Osmanlı topraklarına dahil olan Mekke Emirine gönderdiğe

sayı//18// ocak 86

mektubunda Allah’ın kendisini saltanat ve hilafet tahtına çıkardığını belirtmişti. Mekke Emiri de yazdığı cevapta bu ifadeleri tekraren teyit etmişti(Feridun Bey,I, 500-501). Kanunî ve III. Murad, Kuzey Afrika devletlerinden Sa’dilere gönderdiği mektublarda Osmanlı halifeliğini kabul etmelerini istemişlerdi . Sadece Yavuz Sultan Selim’in değil artık Osmanlı Devleti’nin halifeliğin kendilerine ait olduğunu benimsedikleri ve bu statünün İslam dünyasında kabul edilmesi için çalışmalarında başarılı oldukları anlaşılmaktadır. b-Gayrimüslim Devletler Nezdinde Osmanlı Halifeliğini Kabul Ettirme Teşebbüsleri 16. yüzyılın başlarından itibaren büyük güç olarak Akdeniz’de İspanyol ve Hind Okyanusu’da ise Portekizliler hakimiyet kurmaya başlamışlardı. Bundan dolayı İslam dünyası büyük tehdit altına girmişti. Bu dönem mücadelede zayıf kalan Safevilerin etkisiz ve Memluk Devleti’nin de ortadan kalkması üzerine hilafeti de uhdelerinde bulduruan Osmanlıların yeni sorumlulukları da ortaya çıkmıştı. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Süleyman dönemlerinde hem Akdeniz’de hem de Hind Okyanusu’nda bu devletlerle mücadeleye başlanmıştı. Portekizlilerin Hindistan’a yönelik tehdidinin artması üzerine Kanuni, Hind Müslümanlarını korumak amacıyla Portekiz Kralına yazdığı mektubta; Allah’ın yeryüzünde kendisini halife kıldığını ifade etmiş ve bu faaliyetlerini durdurmasın istemişti. Kanunî, Portekiz kralına yazdığı mektubta, Allah’ın ‘inayetiyle şimdiki


halde hilafet-i ru-yi zemin kabza-i tasarruf ve iktidarında” olduğunu da(BA MD, nr. V, s. 70) bildirmişti . Kanuni’nin bu tavrından da anlaşılmaktadır ki halife sıfatını taşıyan Osmanlı padişahları sınırları dışında yaşayan Müslümanları korumak için gayret göstermektedirler. C-Osmanlı Saltanat Halifeliği’nin Özellikleri Abbasi Manevi Halifeliği’nin sona erdiren Yavuz Sultan Selim’den itibaren oluşan Osmanlı Halifeliği’nin özeliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: 1-Osmanlılar; Emevi, Abbasi ve Fatimiler gibi seçimle değil siyasi güç ve iktidarla hilafeti üzerlerine almışlardır. Bu da halifenin ümmet tarafından seçilme veya tasdik edilmesi ilkesini karşılamamaktadır. Ancak Emevi, Abbasi ve Fatimi halifelerinin halifelikleri ne kadar geçerli ise Osmanlı halifeliği de o kadar geçerlidir. 2-Osmanlılar, halifeliğin kendilerine Allah tarafından ihsan edildiğine vurgu yapmışlardı. 3-Abbasi Manevi Halifeliği’ne son vererek tekrar saltanat halifeliğine dönülmüştür. Devletin dinî ve dünyevi işleri ile manevi temsil tek halifede toplanmıştır. Bu açıdan hilafet kurumu yeniden oluşmuştur. Seçim usulü ve veraset dışında halifelik büyük ölçüde asli haline dönmüştür. 4-İslam dünyasının büyük kısmını kapsayan Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde manevi ve dünyevi alanın birleştirilmesi, bu alan için, gerçek bir halifeliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu bakımdan Abbasi, Fatimi ve Edülüs Emevi halifelerinden daha geniş ve etkin sahada uygulanmıştır. Ancak Osmanlıların bütün Müslümanları hâkimiyetleri altına alamadıkları için dört halife ve Emevi dönemine gibi bütün Müslümanları tek bir halifelik altında birleştirmeleri mümkün olmamıştı. Fakat Osmanlı Halifesi, Şiiler hariç Osmanlı sınırları dışındaki diğer Müslümanların manevi halifesi de olmuştu. Bu da Osmanlı halifelerinin bir küresel lider olmasına yardımcı olmuştu. 5-İlk halife seçilirken sahabeler halifenin Kureyş dışından seçmek üzere iken Hz. Ömer’in teklifi ile Kureyş’ten halife seçilmişti. Dünyevi ve manevi özellikleri taşıyan Emevi, Abbasi ve Fatimi halifelerinin tamamı Kureyş’ten olmuştu. Esasında bu süreç, ehliyet sahibi Müslümanların tamamının halife olabilmesi anlayışına ters bir şekilde cereyan etmişti. Osmanlı Halifeliği, halifelerin Kureyş’ten hatta Araplar dışından da olabileceğini ispat etmişti. Böylece Medineli sahabelerin İslam’a

uygun olarak Kureyş dışından bir halife seçme niyetlerini Türkler tatbike koymayı başarmışlardı. Bu uygulama ile halifeliğin bir gruba ait olma anlayışı yakılmıştı. Esasında bu İslamiyet ve halifelik kurumu açısından uygun bir icraattı. SONUÇ Halifelik Hz. Peygamber’in vefatı üzerine ortaya çıkan bir müessesedir. Aynı zamanda bir devlet başkanı olan Hz. Muhammed’den sonra bu vazife devam ettirmek ve devlet işlerinin aksamamasını sağlamak üzere bir devlet başkanı olarak halife seçilmiştir. Halifelik kurumu dört halife döneminde oluşmuştur. Halifelik ehil olanlar arasından halkın onaylaması ile seçilmiştir. İlk dört halifenin seçiminde halkın seçime iştiraki de devamlı artmış ve Hz. Ali aday bile olmadan halk tarafından seçilmiştir. Emeviler, hilafeti güç ile elde etmiş ve saltanatı dönüştürmüşlerdir. Ancak bütün Müslümanların halifesi olma özelliğini korumuşlardı. Abbasi halifeliği de güç ile elde edilmiş ve saltanat olarak sürmüştür. Artık tek bir halifelik değil çoklu halifelik dönemi başlamıştı. Fatimilerin de bir halifelik kurmaları üzerine halifelik mezhepsel olarak ta ayrılmıştı. İslamiyet’in hızlı yayılması ve halife devletlerinin zayıflamaları üzerine yeni devletler ortaya çıkınca daha önceki dönemlerde görülmeyen manevi halifelik dönemi başlamıştı. Abbasi Halifesi’nin bütün yönetim yetkilerini Büyük Selçuklu Devleti’ne devretmesi üzerine halifelik manevi bir makama dönüşmüştü. Bundan sonra her hükümdar bir emirü’l-müslimîn olarak devlet başkanı olmuş ancak manevi olarak Abbasi Halifeliği’ne bağlanmıştı. Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı ele geçirdikten sonra hem Memluklu Devleti’ne hem de onun himayesinde olan Abbasi Halifeliği’ne son vermiş ve kendisi ilk Osmanlı Saltanat Halifesi olmuştu. Böylece halifelik Osmanlı toprakları için asli haline dönüştüğü gibi siyasi sınırları dışındaki Müslümanları için de bir manevi bir makam haline gelmişti. Bu statü niteliğindeki değişmelerle beraber Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmişti. Kaynakça

1- Casim , 545. 2- Casim , 545. 3- Casim , 546. 4- Casim , 546. 5- Casim , 546. 6- Casim , 546. 7- Casim , 546.

87


2734 NUMARALI

SÜRGÜN “ Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar ” İmdat AKKOYUN

nsanlar vardır sürgüne gönderilir. İnsanlar vardır sürgüne gönderir kendini. Mehmet Akif Ersoy ikincilerindendir. Sultan Vahdettin bunlardandır. Enver Paşa bunlardandır. Kendine sürgüne veren ve bir istasyonda hayata gözlerini yuman Tolstoy bunlardandır. Bir memleketin kurtuluşu, bir ailenin, ya da kendinin, bir neslin varoluşu için gitmenin kalmadan ağır bastığını hissedenlerdendir onlar. Haklarında verilmiş bir sürgün kararı, ispatı vücut bulmuş bir cezai müeyyideleri olmaksızın yapmışlardır bunu. Bütün gizli ve açık şiddeti içine çekerek, gecenin örtme niteliğine bürünerek, aydınlığı karanlıkta saklamayı yeğleyerek sürgünü tercih edenlerdendir. Coğrafyaların sürgünü olduğu gibi gönüllerin sürgünü de vardır ki, bu en zorudur. Allah kimseyi bu tercih dışı durumu nasip etmesin.

sayı//18// ocak 88

Sürgünlük bir tecritlik. Bedeli ağır bir cezai müeyyide. Metanet, koşulsuz destek, çekilir tarafı olmayan bin bir türlü halin sineye çekilmesi gibi bahusus şeylerin katlanılmasıdır sevdikleri tarafından sürgünlük. Kötülüğün iyilikle örtülme girişimi. Erdem bunu gerektirir. Dünkü yaşamınla bugünkü yaşamın arasındaki zamansal ve mekânsal uçurumun iki yakasını bir arya getirme çabasıdır daha çok. Uzaklarda kalmış ve deneyler yumağını yeni baştan kurmaya soyunma. Sürgün günlerinde günle doğan bir güneştir mektuplar. Medrese-i Yusufiye’de dam aralıklarından, pervazlardaki yarıklardan sızıp gelerek loş odayı aydınlatan bir hoş ışık. Bir muştu menendi alıp koklana, yüze sürüle, koyna koyula. Koyna koyularak yatılan mektuplar. Sadece bununla da kalmaz, görünenin arkasındaki görünmeyen yönleri açık eden. İçli satırlar, içtenlikler, sararmış mektuplar, sınanmış dostluklar, aziz hatıralar, emekler, eserler, güzel ve buruk günler. Sevdiğinden alınıp saklanan kurutulmuş gül gibi hatırda saklanan unutulmayan sevdiğin, sevdiklerin. Yokluğu burnunun direğini sızlatan her daim yarenlikler, eş, dost ve ahbabın iç yakan özlemleri. Mektuplar. Ucu yanık, sararmış mektuplar. Bağra konulup sıkı sıkıya öpülüp koklanan, ceviz ağacı sandıklarda saklanan yıllar yılı, gelmeyen, gelemeyen sevdiklerin izleri. “gerçeğin evine ön kapıdan değil de arka kapından girilebiliyor” der Garcia Marquez. Ön kapı görünendir. Açık ve aleni olandır. Olayların gözlemlendiği ve fotoğraflandığı yerdir. Hakikatler ise çoğu zaman görünen değil de, görünenin arkasında saklıdır. Çıplak gözün göremediği yerlerde gerçekleşir. Mektuplar derinliklerdir, görülmeyeni gösteren, gizemli yanı açık eden, mahrem olanı dile getiren satırlardır. Gösterişten, riyadan yana uzak samimi ifadelerin yeridir. Bu yüzden gerçeği yakalamak ve gerçeğin dili olmak adına ehemmiyetlidirler. Malta’dan Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi’nin yazdığı mektuplar sansüre uğramış, sansürün izin verdiği ölçüde ifade edilmiş, sansürün izin verdiği ölçüde ulamış mektuplardır. Uzayan zamanlar, gelmeyen cevaplar can sıkıcıdır. Hafta da ısrarla iki kez yazılması istenilen mektuplar bazen ayı bulur gelmez. Özlem de ona keza şiddetle şiddetlenir. İhtimal sansüre uğruyordur. İnsan düşünce hayattan mededi kesilir. Gurbette hele bir de sürgündeyseniz sizin için en kıymetli ve en çok aranan şeydir para. Bu yüzden hemen her mektup da aksatılmadan gönderilmesi istenen bir şeydir o. Hayatın maddi güçlükleri, gözlerinden sıkı sıkıya öpülen çocuklar, refikalara nasihatler, bazı şahıs ve hadiselerle ilgili bilgi ve temas talepleri. Tembihler . Ve bolca selam. Esenlik adına, selamet adına,


yarınlar adına. Mutlu ve huzurlu bir gelecek adına bolca selam. Aileye, eşe, dosta ev soranlara. Ve Malta. Ve adalar. Osmanlı’nın son dönemlerinde sürgün/lük/lerin adıdır bir yönüyle. Limni bir yönüyle sadece Niyazi Mısri’dir.”Kadrimi bilmeze eyledim minnet/ Derdimi artıran görmesin cennet/ sarraflar verdiler yâre bin kıymet/ Benim kıymetimi nere yazdılar” diyen Âşık Sümmani’nin deyimiyle kadre uğramışların yeridir Malta. Osmanlının son dönemlerindeki sürgün yerlerinden. Fakat aslında sadece İngilizlerin sürgün yeridir demek daha doğru gibi. Denizlere hâkimiyeti olan bir ülke için kara ulaşımın olmadığı, kontrolü kolaylığından olsa gerektir. Osmanlının sürgünlerinin çoğu İngilizlerin isteği doğrultusunda olduğu gibi, İngilizler dışarından sürgünler getirirler buraya. Mesela Hindistan’da İngilizlere karşı gelenlerin başında gelen muhalif Müslüman Şeyh Mahmut Hasan Sahip ’de buraya getirilenlerdendir. 30 Ekim Mondros mütarekesinden yaklaşık yirmi gün önce Ahmet İzzet Paşa kabinesi istifa etmişti. Yerine ittihat ve terakki tarafından Ahmet Vefik Paşa kabinesi getirilmişti savaşın kesin bir hezimetle sonuçlanmasının ardından. 2 Kasım gecesi İttihat ve Terakki alel acele kendisini feshetti. Başta Enver, Talat, Cemal paşalar olmaksızın ileri gelenleri bindikleri Alman torpidosuyla soluğu bir gece yarısı Sivastopol’ da alırlar. Savaş kazanmış bir kahraman edasıyla 13 Kasım 1918’de, 55 parçalık düşman donanmasıyla Çanakkale Boğazı’ndan geçip, Dolmabahçe önünde demir atarlar. Oysa günlerce yedi düveli arkalarına alarak geldikleri Çanakkale’yi geçememişlerdi. Şimdi entrikalarının getirdiği sahte kahramanlıklarla gelip demir atmışlardır boğazın mavi sularına. Artık sorgulamalar, tutuklamalar, sürgünler ardı ardına gelecektir. Onlardan biridir Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi’nin hikâyesi. İlk iş olarak, yalnız İstanbul’da değil bütün Türkiye’de bir insan avı başlatırlar. Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi başta olmak üzere önemli Türk komutanların yakalanıp cezalandırılmalarını isterler. Bunlar arasında 6.Ordu komutanı Ali İhsan Paşa, Medine’yi savunan Fahrettin Paşa, Kafkasya Ordusu komutanı Nuri Paşa, Azerbaycan Ordusu komutanı Mürsel Paşa, Kafkasya 9.Ordu komutanı Şevki Paşa, Pozantı’da ikinci ordu komutanı Nihat Paşa, Yemen 40.Tümen komutanı Galip Paşa ve Yemen’de 7.kolordu komutanı Tevfik Paşa’dır. Görüldüğü gibi bu isimler, savaşta İngilizleri yenen veya onlara güçlükler çıkaran, vatanlarını kahramanca savunan Türk ordusunun komutanlarıdır. Görülen o ki İngilizler cephede yenemediklerinden bir intikam almak istemektedirler. Bunu da Damat Ferid P aşa

hükümeti eliyle yapmak istemediklerini. Kendi elleriyle kendilerine boğdurmak maksadı. SALVADOR KALESİ 28 Mayıs sabahı kalkan vapur 29 Mayıs gecesi rıhtıma demirler. 8 Kasım sabahın gerçekten de tebşir olduğu ana kadar on yedi aylık sürgün güleridir artık başlayan. İlk durak ve en uzun durak Salvador kalesidir. Her sürgüne bir numara verilir Mustafa Efendi’nin numarası 2734 ‘tür. Malta sürgünleri arasında kimler kimler yoktur ki. Eski sadrazam Sait Halim Paşa, Meclis başkanı Halil Menteş, Mebusan Meclisi Reisi Hacı Adil Bey, Şeyhülislam Hayri Ürgüplü, bakanlar: Mithat Şükrü Bleda, Rauf Orbay, Kara Kemal, Ahmet Şükrü, tanınmış milletvekilleri: Zülfü Tigrel, Arif Fevzi Pirinççioğlu, Ali Çetinkaya, valiler: Hasan Tahsin Uzer, ordu komutanları: Ali İhsan Sabis, Fahrettin Türkkan, büyük yazarlar: Süleyman Nazif, Aka Gündüz, seçkin profesörler: Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, gazete başyazarları: Celal Nuri İleri, Hüseyin Cahit Yalçın gibi tanımış isimlerin hepsi bir arada idi.

Coğrafyaların sürgünü olduğu gibi gönüllerin sürgünü de vardır ki, bu en zorudur. Allah kimseyi bu tercih dışı durumu nasip etmesin.

Birinci cihan paylaşımı sonrası başlayan bu tutuklamalar Mustafa Hayri Efendi’yi kapsamamalıydı aslında. Zira o bu savaşın bitiminden iki yıl evvel görevinden istifa etmişti. Fakat onun İngilizler nezdindeki en büyük acısı “Cihad-ı Ekber” gibi bir fetvayı verme cesaretini göstermiş olmasıdır belki de. İman sözden evvel bir eylemse –ki öyledir-bunu vakti zamanından yapmak iman sahibi bir insana düşendir. İşte o ruhun adıdır Mustafa Efendi. Ve o imanın ete kemiğe büründüğü kimselerden olması cezalandırılmaya yeter sebeptir İngilizlerin gözünde. İtirazlar, dilekçeler, yazışmalar. Nihayet çoğunluğunun Salvador kalesine geçen bir buçuk yıllık esaret günleri Ankara hükümeti ve Hint Müslümanlarının yoğun protestolarıyla sona erdirilir İngilizler tarafından. Hind Müslümanları demişken onlara bir parantez açmak yerinde olacaktır. Zira Hint Müslümanlarının bu kayda değer tavırları kurtuluş savaşı boyunca devam edecektir. Yardımları salt yardım olarak değil de bir tavır, yerinde ve cesaretli bir İslami tavır olarak okunmalıdır. “Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar Mendilimde kan sesleri. “ diyen, ucundan aşk damlayan, ıstırap damlayan, keder damlayan mektuplardır Mustafa Hayri Efendi’nin mektupları. El hak, doğrudur. Dünya bir sürgün yeridir herkes bir şeylerin sürgünüdür. Hani diyor ya şair: “senin kalbinden sürgün oldum ilkin” ya sen kimin sürgünüsün ey gönül? 89


ŞEHRE ÖZGÜ ZİYAFET;

BİR SİMİT, BİR ÇAY VE GAZETE

İstanbul’un taş fırın simidi de meşhurdur. İstanbul’da her şeyin olduğu gibi simidin de sayısız çeşidi çıkar karşınızı. Önemli olan taş fırın simidini bulmaktır. Mustafa UÇURUM

ehirlerarası otobüs terminali. Hava hafiften aydınlanmaya başlamış. Şehrin yüzünü tam olarak görmek mümkün değil. Hafif karartılar arasında ancak seçilebiliyor şehir. Evler, sokaklar, tek tek açılan lambalar evlerin, şehrin sülietini varlığını daha da belirginleştiriyor. Terminalde köşelere büzülmüş kalmış yolcular, uyuklayanlar, uyanmaya çalışanlar. Canlanmaya başlayan terminalde insanı uyandıran ve kendine getiren bir koku kaplıyor etrafı. Önce susamın kokusu değiyor insanın içine. Sıcaklığı kokusundan bile belli. Sonra tazelik veren koku. Tezgaha itina ile dizilmiş simitler. Uzaktan bile cezp edici bir hali var simitlerin. Sıcak, insana değen sıcak. Huzur kokan, bereket kokan bir sıcak. Şehrin ilk önce simidiyle buluşur bir yolcu. Terminallerin değişmez ev sahibi, simitçiler, simitler. Bir şehre adım atar atmaz ilk önce simidin tadına bakarım. İlk karşılayanım olan simidin halinden haller çıkartırım. Şehirlerin birçok şeyleri ünlüdür de simidin yeri ayrıdır bende. Simit özen ister, insana her haliyle bir huzur verir. Bol susamlı, kızarmış, gevrekliğinin yanında yumuşak simitler; Ankara simidi gibi. Tokat’ın sarı, pekmezli simidinden sonra Ankara simidini görünce; “Yazık, yakmışlar bütün simitleri.” demiştim. İlk kez alıp da tadına bakınca meğerse bu rengin onun susamından ve kızarmışlığından geldiğini anlamıştım. Simitler içinde Ankara simidinin yeri özeldir. Ankara dışında birçok şehirde de “Ankara simidi” tabelasına rastlamak mümkündür. Çok katlı simit sarayları şehri kuşatsa da Ankara simidi bildik tadından ödün vermeden karşılar misafirlerini. Adapazarı’nın simidi de meşhurdur. Daha büyük, daha dolgun, bol susamlı. İzmit’te de aynı simite rastlarız. Kokusu bile farklıdır Adapazarı ve İzmit simidinin. Bir kez bu simidin tadına bakan kişi uzun süre uzak kalamaz bu tattan. Samsun’un neyi meşhurdur diye bir Samsunlu’ya soracak olsanız ilk sıralarda simidi sayar. Hatta simitlerini tescilleten yegâne şehirlerdendir Samsun. Gevrekliğiyle, çıtırlığıyla Karadeniz’in kıyıya vuran dalgalarına eş bir güzelliktedir Samsun’un simidi. Karadeniz’de “kel simit” de meşhurdur. Trabzon, Giresun, Kastamonu gibi illerde susamsız simit vardır ve bu simide o bölgelerde kel simit derler. Bayatlamayan bir simittir bu. Giresun’da alıp da

sayı//18// ocak 90


çantamda iki gün gezdikten sonra bile gevrekliğini koruyan bir simit Karadeniz’in simidi. İstanbul’un taş fırın simidi de meşhurdur. İstanbul’da her şeyin olduğu gibi simidin de sayısız çeşidi çıkar karşınızı. Önemli olan taş fırın simidini bulmaktır. Daha gevrek, susamlı ve dolgun. Osmanlı’dan bu yana özenle yapılan İstanbul simidinin yeri daha bir özeldir. Simidin yanında gittiğim şehirlerde bir de yerel gazetelerden arar bulurum. Şehrin kalbi olan yerel gazeteleri de şehir hakkında ilk intibalarımı belirginleştirmek için alırım. Özellikle Anadolu’da bir şehre gitmişsem şehrin gazetelerini alırım, okurum, özenle çantama yerleştiririm. Şehirde olup biteni en saf ve içten bir dille bu gazeteler anlatır bana. Köşe yazıları, küçücük sokakların haberleri, şehrin spor takımlarında olup bitenler, şehirde yaşanan tartışmalar hep bu gazetelerin sayfalarında yer alır. Birçok kişiden öğrenilemeyecek bilgiler bu yerel gazetelerde vardır. Samimidir yerel gazeteler. Öyle boylarını aşan işlere girişmezler. Şehri merkeze alarak bir mozaik oluştururlar kendilerinden başlayan. Büyük şehirlerin görmediği, göremeyeceği nice güzel işlere imza atar bu gazeteler. Her şehirden bir güzel tebessüm olarak biriktiriyorum yerel gazeteleri. Hepsi de şehirlerinin yüzü olan gazeteler. Sayfalarını

çevirdikçe şehrin gün yüzüne çıkmamış sokakları ve yüzleri karşılıyor beni. Bir simit, bir çay ve gazete. Şehrin havasını solumak için bize sunulan birbirinden değerli güzellikler bunlar. Çay nasıl ki içimizi ve ruhumuzu ısıtır, bize esenlik sunar eşsiz tadıyla; simit de çayın öz kardeşi gibidir. Bu ikiliyi birbirinden ayırmak hiç içime sinmez. Bir şehre ilk kez gittiyseniz bu üçlüyü ihmal etmeyin. Şehri tanımaya ve yaşamaya bunlarla başlarsanız gerisi zaten gelecektir.

91


aptığı hizmetler, düzenlediği kurslar, yayımladığı eserler ve muhtelif faaliyetleriyle temayüz etmiş kıymetli kuruluşlarımızdan biri de Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’dır. Vakfın kuruluş amacı şöyle hülâsa edilmektedir:

ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ

TÜRK KÜLTÜRÜNE

HİZMET VAKFI

Kurulduğu günden itibaren; belgesel filmler, seminer, panel, sempozyum, yaşayan bilim ve sanat dünyamızın öncü isimlerinin ödüllendirilmesi, kültürel yarışmalar, sergiler, fuarlar, müzecilik, restorasyon çalışmaları, geziler ve çok yönlü ilmî, kültürel yayınlar vakfın çalışmaları arasında bulunuyor. Mehmet Nuri YARDIM

“Türk Kültürünün korunması, geliştirilip yüceltilmesi, iç ve dış dünya’ya tanıtılması ile Kültür sahasında hizmet sunan kamu kurumları, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile işbirlikleri yapmaktır. Bunu tamamlayan bir başka nokta, Türk medeniyet ve kültür hayatının çok önemli temel taşlarından biri olan Vakıf anlayışının sorumluluğunu taşımak, taşıyabilmek ve buna talip olmaktır. 1985 yılında Türk Kültürüne Hizmet Vakfı bu düşünce ve hedeflerle kurulmuştur. Vakfın, 30 yıllık çalışmalarına baktığımızda, yeterli olmasa da Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın büyük hizmetlere talip olduğu ve bunların önemli bir kısmının sonuca ulaştığı görülecektir. Şurası muhakkaktır ki Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın önemli ve mümeyyiz vasfı, yaptığı bütün hizmetlerde ‘öncü’ bir rol oynamış olmasıdır. Geleneksel sanatlarımızın tanıtımında ve uygulama atölyelerinin açılımı yanısıra, yüzlerce ilim adamı ve sanatkârlarımızın ilmini, emeğini, gönlünü koyarak gerçekleştirdiği, esas itibariyle bir devlet hizmeti olduğuna şüphemiz bulunmayan 12 ciltlik Türk Dünyası Kültür Atlası projesi başlı başına büyük bir hizmettir.” Kurulduğu günden itibaren; belgesel filmler, seminer, panel, sempozyum, yaşayan bilim ve sanat dünyamızın öncü isimlerinin ödüllendirilmesi, kültürel yarışmalar, sergiler, fuarlar, müzecilik, restorasyon çalışmaları, geziler ve çok yönlü ilmî, kültürel yayınlar vakfın çalışmaları arasında bulunuyor. DEĞERLİ ESERLER NEŞREDİYOR Türk Kültürüne Hizmet Vakfı bünyesinde birbirinden değerli eserler kültür hayatımıza armağan ediliyor. Bunlar arasında özellikle Türk Dünyası Kültür Atlası son derece mühim bir hizmeti ifa etmiş ve büyük bir boşluğu doldurmuştur. Türkçe ve İngilizce olarak yayımlanan 12 ciltlik bu devâsâ eserde İslâm Öncesi Dönem (1 cilt), Selçuklu Dönemi (2 cilt), Osmanlı Dönemi (6 cilt), Türk Devlet ve Toplulukları (1 cilt) ve Cumhuriyet Dönemi (2 cilt) ayrı ayrı ele alınmıştır. Diğer kitapların isimleri ve müellifleri şöyle: Fatih Dönemi, Prof. Dr. Selahattin İçli, 50. Yılında Prof. Dr. Nevzad Atlığ, Türk Müziğinde Besteler ve Kompozisyonlar (Prof. Dr. Alaaddin Yavaşça), Oryantalizm ve Türkiye (Türkçe ve İngilizce), Maden Sanatı, İstanbul Ufku (Necat

sayı//18// ocak 92


Birinci), Tarih Boyunca Türklerde İnsan Hakları (Türkçe, İngilizce, Rusça), Ressam Osman Hamdi, Ressam Malik Aksel, Gelenekten Geleceğe Örf ve Adetlerimiz (2009), Kültür Başkenti İstanbul (2010), Sürgün ve Göç (2015), İpek Yolu (2015). Vakfın yayınlarından amaç geçmişten günümüze intikal etmiş olan sanatlarımızı yaşatmak, geliştirmek, tanıtmak ve en ileri düzeyde temsil edebilmek… ÖDÜL TÖRENLERİ Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın düzenlediği ödül törenleri, son derece önemlidir. Vakıf, kültür ve sanat konularında emek harcamış, kültürümüzün tarihî gelişimini incelemiş ve bu birikimlerini yeni nesillere aktaracak çalışmalara, ömürlerini vermiş şahsiyetleri ödüllendirmeyi bir borç olarak kabul etmiştir. Bu görüş ve düşüncelerle manevî, tarihî ve kültürel değerleri araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak, değerlendirmek, yaymak, tanıtmak amaçları ile ilim, kültür ve sanat alanlarında kültür değerlerimize hizmet veren yaşayan kültür ve sanat insanlarına kurulduğu yıldan itibaren ödüllendirmeyi hedeflemiş bulunmaktadır. Vakıf, 5 yılda bir edebiyatımız, tarihimiz, örf, adet, gelenek, görenek, sanatımız, müziğimiz gibi konularda hizmet vermiş şahsiyetlere duyulan saygı ve önemi belirtmek, genç nesilleri özendirmek amacıyla “Türk Kültürüne Hizmet Şükran Ödülü”nü veriyor. Ayrıca “Türk Dünyası Türk Dili Şeref Ödülü” de takdir gören bir ödül kurumu. Bu tören, büyük dil grupları içersinde yerini almış olan Türkçemizin yaşayan hizmet ehillerini hedefleyen bir uygulama olarak, Türk Dili ile ilgili çalışmalarını uzun yıllar yürütmüş,

yaygınlaştırılmasında emek sarf etmiş, bu konuda eserler vermiş Türkolog ve Türk dili ustalarına “Türk Dünyası Dili Şeref Ödülü”nü vermektedir. TÜRK SANATLARI YAYIN PROJESİ “Türk Sanatları” başlığıyla projelendirdirilen ve 12 sanat konusunu geçmişten gelen birikimleriyle, sanatın evrensel dilini kullanarak, millî ve milletlerarası seviyedeki gelişmeler ışığında sanata farklı bakış açıları kazandırabilen, aynı zamanda köklü Türk kültürünü benimsemiş, paylaşımcı, katılımcı, özverili, modern imkânları birleştirebilen, çok yönlü, istikrarlı, araştırmacı ruha sahip, yetenekli, sanatçılar/araştırmacılar yetiştirilmesine katkı sağlamak amacıyla değerli projeler hayata geçirilmektedir. CAFERAĞA’DAKİ İHTİŞAM VE ZARAFET Şüphesiz sanat kursları deyince akla ilk gelen müesseselerden biri de Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’dır. Vakfın uzun zamandan beri Ayasofya’nın hemen yanında mekân olarak kullandığı Caferağa Medresesi, bir bakıma klâsik sanatlarımızın, geleneğe dayalı uğraşlarımızın köklü bir merkezi konumundadır. Caferağa Medresesi, Mimar Sinan’ın vefatının 400. yılında yeniden restore edilmiş ve canlandırılmıştır. Mimar Sinan’ın harap, miskinler ve berduşlar yuvası halinde bulunan Soğukkuyu (Caferağa) Medresesi restore edilmek üzere Vakıflar İdaresi’nden tahsisi alınmış, yapılan çalışmalarla hayırsever insanlarımızın katkıları sağlanmış ve 1989 yılı içinde 26 Mayıs 1989 taririhinde hizmete açılmıştır. Medrese bugün, Geleneksel Türk Sanatları Eğitim Merkezi olarak hizmet vermektedir. Bu merkezde düzenlenen 93


kurslar her geçen yıl türleri çeşitlenmekte ve zenginleşmekte, öğrenci sayıları artmaktadır. Vakıf, işinin ehli uzman hocaların nezaret ettiği bu kurslar sayesinde âdeta akademik bir sanat eğitimi vermektedir. Bu kurslardan bazıları şunlardır: Seramik, Mozaik, Çini, Keçe, Ebru, Hat, Tezhip, Minyatür, Kuyumculuk, Porselen Desenleme, Kâğıt Yapımı, Katı’ Sanatı. Vakfın Genel Merkezi’nde ve Caferağa Medresesi’nde haftanın her günü Geleneksel Türk Sanatları konularında 1989 yılından itibaren başlatılan atölye çalışmaları devam ediyor. Uzman hocalar tarafından sürdürülen atölye çalışmaları Vakıf merkezini ve Caferağa Medresesi’ni halka hizmet eden önemli birer merkez haline getirmiştir. Önemli bir boşluğu dolduran böylesi bir hizmette amaç, insanlarımıza beceri kazandırarak bir taraftan ev ekonomisine, diğer taraftan kültür değerlerimize katkıda bulunmaktır. Böylece, Vakfın amaçları arasında bulunan geleneksel sanatlarımızın yaşatılmasına katkıda bulunmak ve devamını sağlamak hedefi de gerçekleştirilmiş oluyor. Vakıf, bugüne kadar sanat ve müzik konularındaki atölye çalışmalarında yaklaşık 10 bin mezun vermiş bulunuyor. ESKİ ESERLERİ CANLANDIRMAK Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın önemli faaliyetlerinden birisi de restorasyon hizmetleridir. Restorasyonun ülkemiz için taşıdığı önemin idrakinde olan yöneticiler, vakıf bünyesinde 1991 yılından itibaren Türkiye çapında bir araştırma yapmaya başlamışlardır. Bu düşüncelerle yörelerinde eski eserlerin restorasyonuna önem sayı//18// ocak 94

veren idarecilerin araştırılması ve ödüllendirilmesi kararlaştırılmıştır. İkişer yıllık dönemlerle gerçekleştirilen bu faaliyet içinde bugüne kadar 23 ilin Valisi ödüle lâyık görülmüştür. “Türk Tarihi ve Coğrafyası Milli Parkı” da vakfın dev projelerinden biridir. Amaç, “Tarihin derinliklerinden günümüze kadar Balkanlar ötesinden Çin Seddine uzanan çok geniş bir sahada yaşayan Türklerin, asırlar boyu kurdukları medeniyetlerinin başta yeni kuşaklarımız olmak üzere bütün insanlığa görsel nitelik içinde örneklerle sunmayı sağlamak” olarak özetleniyor. Vakıf yöneticileri, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında çeşitli fuar, sergi ve festivaller düzenlemekte ve kültür sanat dünyamıza hizmet etmeye devam etmektedir. Yurtdışında sanat eserlerimizin götürülüp tanıtıldığı ülkeler arasında Estonya, Amerika, Belçika, Norveç ve Tayvan da bulunuyor. Geleneksel hâle getirilen “İZ’LER” sergisi, farklı temalarla, Hat, Tezhip, Minyatür, Mozaik, Seramik, Porselen Desenleme, Kuyumculuk gibi sanat bölümlerimizin katılımıyla İstanbul’un farklı sergi salonlarında düzenlenmektedir. Vakfın hazırladığı çeşitli kültür konularında sözlü, yazılı ve görüntülü Yayınlar da bulunuyor. Bunlar arasında Özel Gün gazeteleri önemli yer tutuyor. Bu gazeteler, okura geçmişi yaşatıyor ve üçü şunlardır: Onüçüncü Yüzyıl (Yunus Emre) ve Onaltıncı Yüzyıl (Mimar Sinan), onbirinci Yüzyıl (Kaşgarlı Mahmut). TÜRKÇENİN DOĞRU TELAFFUZU Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nda musiki çalışmaları da büyük önem arz ediyor. Türkçenin


güzel telâffuzuna kaynaklık etmek üzere Şemseddin Sami’nin Kâmus-ı Türkî lugatı kasetlere okutulmuş ve “Türkçenin Doğru telâffuzu” bir set halinde hazırlanarak sözlü yayın yapan kurumlara gönderilmiştir. Prof. Dr. Nevzat Atlığ gibi üstatlara bazı albümler hazırlatılarak klasik musikimizin büyük eserleri koruma altına alınmıştır. Bu albümlerde tarih içinde çalışmaları bulunan büyük bestekârların eserleri seslendirilmiştir. Vakıf, 2006 yılında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda üye olmaya hak kazanmış bulunuyor. Vakfın 30 yıl boyunca aldığı ödüler arasında şunlar da bulunuyor: IX. Milli Türkoloji Kongresi’nde Türk Kültürü Alanında Türkolojiye Üstün Hizmet Ödülü, Türk Ocakları Genel Merkezi’nce Galip Erdem Şeref Armağanı, Gebze Ticaret Odası’nın Özel Kültür Ödülü, Motif Halk Oyunları Derneği’nin Büyük Ödülü, Kosova-Prizen’den Bay Dergisi Ödülü, TUREB (Turist Rehberleri Birliği)’nin “Otantik /Yerel Etkinlik” dalında birincilik ödülü, Tripadvisor mükemmellik sertifikası. CAFERIYE TEKKESİ Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, Caferağa Medresesi Geleneksel Türk Sanatları Eğitim Merkezi’nin açılışından tam 20 yıl sonra, vakfın kendi bünyesinde Sanat Galerisi açmak gayesiyle, Nisan 2009’da Türk El Sanatlarının en güzel (en özel) örneklerini sergilemek üzere Caferiye (Sinan Erdebîlî) Tekkesi Sanat Galerisi’nin kapılarını sanatseverlere açtı. Mütevelli Heyeti ve Yöneticileri arasında Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal,

Prof. Dr.A. Haluk Dursun, Dr. M. Sinan Genim, Prof. Dr. Necat Birinci, Av. Şerafettin Yılmaz, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Tevfik Yamantürk, , Prof. Dr. Fahameddin Başar, Dr. Cezmi Bayram, Prof. Dr. Cevdet Küçük, Ayla Ağabegüm, Prof. Dr. Hikmet Üçışık, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali, Prof. Dr. Mustafa İsen’in bulunduğu Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Elektronik posta: tkhv@tkhv.org Web: www.tkhv.org Adres: Küçük Ayasofya Mah. Akburçak Sokak No11 Sultanahmet 34122 Fatih- İstanbul. 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.