Havletiyye Sabaniye

Page 1


HALVETİYYE-İ ŞABÃNİYYE AZîZÂNI’NIN HİKMETLİ SÖZLERİ VE

BÂZI HÂTIRALARIM Dr. M. Fatih GÜNEREN (Gözden Geçirilmiş ve İlaveler Yapılmış Baskı)


TEŞEKKÜR Bu kitabın hazırlanmasını teşvik eden, müteaddit basımlarını yapan sayın Hüseyin Salâhi Çiloğlu Beyefendiye teşekkür ve minnettarlığımı sunarım. Dr. M. Fatih Güneren

1. Baskı 14.08.2012 2. Baskı 17.09.2012

Kapak: Bülent ENGEZ Sayfa Düzeni: Esra AKBURAK Baskı: Seçil Ofset Ücretsiz Temin Adresi: 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No:77 Bağcılar-İstanbul TEL: 0212 629 06 15 www.secilofset.com info@secilofset.com


TAKDİM Muhterem Fatih Güneren Ağabeyime bu eserinin yeniden basılmasını, hatta yayınladığımız Ahmet Amiş Hz.’leri kitabı gibi aynı ölçüde olmasını rica ettim, sanırım fazla ısrar ettim ki beni kırmayıp, bilgisayarın başına geçip, uzun sıcak bu yaz günlerinde çok titiz çalışmanın nihayetinde Cenab-ı ALLAH’a Hamd olsun ki elinizdeki bu eseri yayınlama imkanına sahip olduk. Kendilerine sonsuz şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum. 1967 yılında intisap ettiğim, Mürşidim Mustafa Özeren Hz.’lerinin himmet ve dualarıyla bugünlere geldik. Ama önce tasavvufta olmazsa olmaz “EDEP” kuralını çok iyi öğrendik. Çünkü başımızda ki Muhterem Dr. Hamdi Amcam, Dr. Fatih Ağabeyim, Ahmet Erdem Ağabeyim, Fikret Ağabeyim, Besim Ağabeyim, Dr. Vahyi Ağabeyim, Fethi Ağabeyim ve diğer büyüklerimiz; Mürşid-i Kâmilin huzurunda nasıl “EDEP”le durulacağını bizlere hâl ve hareketleriyle öğrettiler. İncitmememizi ve incilmememizi, kâinattaki tüm varlıkların canlı olduğunu hatta “taş taş olmuş yere yatmış kaderinde basılmak var.” dediklerini dün gibi hatırlarım. Onu dahi hor görmememizi anlattılar. Halvetiye Azizan’ımızın sözlerini ve menkıbelerini anlatan bu eserin, tüm insanlığa ve gelecek nesillere feyizli olmasını bu mübarek gecenin hürmetine Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim. 14.08.2012 Kadir Gecesi Hüseyin Salâhi ÇİLOĞLU 3


İÇİNDEKİLER

BÖLÜM I Ahmed Tâhir Memiş (Hoca Efendi) Hazretleri İle İlgili Hâtıralarım .......................15 Mustafa Özeren Efendi Hazretleri İle İlgili Hâtıralarım ...........................................25 BÖLÜM II Azizân’nın Kelâm-I Âlîleri...............................44 Sertürbedâr Ahmed Amiş Efendi (ksa) Mehmed Tevfik Kayserî (ksa) Ahmed Tâhir Memiş Marâşî (ksa) Mustafa Özeren (ksa)

4


TAKDİM Bismillâhirrahmânirrahîm Allah’a sonsuz hamd ve şükürler eder, âlemlerin rahmeti azîz ve sevgili Resûlullâh (sav) ve Ehl-i Beyt Efendilerimize sonsuz salât ve selâm ederim. Bizleri, kendilerine açılan muhabbet ve hizmet kapılarından ayırmamalarını, şefkat ve şefâatlarını, himmet, himâye ve yardımlarını üzerimizden eksik etmemelerini âcizâne niyâz ederim. Hayat boyunca insanların kimine iyi, kimine kötü kişileri tanımak, bu fânî yolculuğu onlarla beraber yapmak nasîb olur. Çok az kişi ise, insanlığın en şerefli, en yüce mertebelerine ermiş kâmil ve mükemmil, âlî zevâta kavuşmak, onların mübârek ellerini öpüp himmetlerini kazanmak, onların güneş ışığı gibi oldurucu nazarları ve sohbetleri ile kimi az, kimi daha çok ölçüde nefislerini tanıyıp terbiye edebilmek mazhariyetine kavuşurlar. Bu talihli kişiler, Mustafa Özeren Efendim hazretlerinin “Büyük Azîz” den naklen buyurduğu gibi, “ Yedi göbek yukardan, yedi göbek aşağıdan kabul edilmiş ” bahtiyâr kullardır Derece derece, bu kişilerden kimi bilir, kimi bulur, kimi olur. En az nasîbdar olanı bile, bu yüce zevâtın nazarlarına mazhar oldukları için âkibetleri İnşâallah hayra çevrilir.

5


İnsanlar çeşit çeşit meşreblere sahip oldukları için için nefis terbiyesi ve mânevî kemâle giden yollarda takip ediilen usullerin de çeşit çeşit olduğu bildirilmiştir. Kimi tâlib mürşîd-i kâmilin bir nazarı ile ikmâl olmuş, kimisi nefislerini eziyetli riyâzetler ile yok etmeye çalışmış, kimisi de, zikir, tevâcüd ve vecd yollarında hakikat nûruna erişmeye gayret etmiştir. Takip edilen usuller değişik olsa da, varılmak istenen amaç aynıdır: Nefsini bilmek, ve onu arındırarak iyilik, güzellik, doğruluk yollarına sevk etmek, yaratılmış herşeyin fânî, yalnızca Allah’ın bâkî olduğunu idrâk ederek, kemâl mertebesine doğru, istîdâdı ölçüsünde, gidebildiği kadar yol almaktır. Zîrâ, “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû” (Nefsini bilen, Rabb’ini bilir ) buyurulmuştur. Acizâne müşahademe göre, nefsini ve Rabb’ini bilmeye yürümenin bir yolu da, muhabbet ve sohbet yoludur ki, Hoca Efendi Hazretleri ve Mustafa Bey Hazretleri, irşâd dairelerindeki tâlibleri muhabbet ve sohbet yoluyla tekmil ederlerdi. Nitekim Büyük Azîz Hazretleri şöyle buyurmuşlar: “Bizim yolumuz muhabbet yoludur” “En lezzetli üç şey vardır: Tilâvet-ül Kur’an, musâhabet-ül ihvân, mülâkat-ür Rahmân” Yine âcizâne müşahade edebildiğim kadarıyla, Ahmed Tâhir Memiş ve Mustafa Özeren efendilerim hazerâtı birer güneşe benzerlerdi. Daldaki ham bir meyva her gün güneş ışığına maruz kalarak nasıl yavaş yavaş olgunlaşıyor, rengi, kokusu, tadı mükemmel hale geliyorsa, nasihatlarından, ve hatta sükûtlarından feyz alır, farkında olmadan her gün biraz daha yol alıp, olgunlaşırlardı. Bundan 6


dolayı aziz efendilerimiz hayatta iken onların sohbet meclislerinde bulunma saadetine ermiş, davranışlarını, emir ve tavsiyelerini bizzat görmüş ve duymuş kişiler tarafından bunların genç arkadaşlara bir şekilde aktarılmasında büyük faydalar olduğunu düşünüyorum. Böylece onlar da Azîzânın mübarek kelâmlarının feyzinden istifâde etmiş olurlar. Hiç lâyık olmadığım halde, Ahmed Tâhir Memiş (Hoca Efendi) (k.s.a.) Hazretleri ve Mustafa Özeren (k.s.a.) Hazretlerinin ellerini öpmek, mübârek ağızlarından hayır dualarını duymak, sohbetlerinden yararlanmak, bazı hizmetlerinde bulunmak bahtiyârlığına erdiğim için Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ve şükür ederim. Mustafa Bey Hazretlerinin huzurunda bulunduğum günler, eve döner dönmez ilk iş olarak, kendilerinden duyduğum yüce kelâmı, eğer yaptılarsa açıklamalarını, ayrıca, kendilerine ait o günkü önemli olayları, mümkün olduğunca kelimesi kelimesine, aynen bir deftere yazardım. Azizâna bir şekilde erişmek mutluluğuna ermemiş olan genç kardeşlerimizin istifadesi için nâçiz bir hizmet olarak bu Zât-ı Âlî’lerin, bizzat duyduğum veya duymuş büyüklerimden dinlediğim mübârek sözlerini ve onlara ait bazı hatıralarımı bir araya getirmek ümidiyle başlattığım bu çalışmanın her adımında, insanın ayağını kaydıracak hatalardan korunmak için Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve yardımını ve aziz Efendilerimizin ruhâniyetlerinin himmet ve himâyelerini niyâz ediyorum. Haddi ve edebi aşmamak için kişisel yorumlar yapmaktan

kaçındım.

Ancak,

huzurunda

iken, 7


Efendimin o sözleri belli bir sebeple söylemiş olduğu, veya konuşmanın seyri esnasında bir konuya açıklık kazandırdığı durumlarda, defterime kaydetmiş olduğum bu çeşit tamamlayıcı bilgileri de verdim. Ayrıca, bu metinlerdeki Osmanlıca kelimelerin, genç arkadaşlar tarafından anlaşılabilmesi için sayfa veya bölümlerin altına lügat ma’nâlarını vermeye gayret ettim.

O zât-ı Şerîf’lerin söylemediğini söylenmiş gibi yazmak, kastedilen ma’nâlarının dışında yorumlamak gibi vahim hatâlara düşmemek için Cenâb-ı Hakk’a yalvarırım. Kasıt olmadan yanlış hatırlamaya bağlı kusurlarım olursa affımı o yüce zevâtın ruhâniyetinden niyâz ederim. Her türlü hatã ve noksanlarımın, niyetimin hâlisâne oluşuna bağışlanmasını ümit ederim. Burada genç kardeşlerime bazı öğütlerim var. Azizânın bu yüce sözlerinden büyük bir kısmı, özellikle de davranışlarımızda güzellik ve doğruluğa yönelme, edebe riayet , ihlâs ve ikrardan sapmama gibi apaçık olan emirleri hepimiz tarafından kolayca anlaşılabilir ve yoruma muhtaç değildir. Bu sözlerin bir kısmının ise, bir dış ( zâhirî ), bir de iç ( derûnî ) mânâsı vardır. Bu sözler etkisi keskin ilaçlara benzer ki, nasıl kullanılacağını ancak iyi bir doktor tarif edebilir, kendi başına kullanılırsa ölümcül, ciddi sakıncalar çıkabilir. Azizân’ın bu gibi sözlerindeki derûnî mânâyı da ancak, onlara erişmiş veya erişenlerden feyz almış, ve bizlere yol gösterici olan muhterem büyüklerimizin yorumları ile kavrayabiliriz. Aksi halde, Allah saklasın, insanın ayağı kayabilir,yanlış inançlara saplanabilir. Kendi aciz görüşümle böyle 8


bir yanılgıya sebeb olup vebal altında kalmaktan yüce Rabb’ime sığınırım. Benim bütün gayretim Azizlerimizin kelâm-ı şeriflerini, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı için ehlinin istifâdesine sunmaktır. “İlâhi ente maksûdi ve rızâike matlûbi” ( Yarabbi, bütün maksadım Sen’sin ve bütün talebim senin Rızâ-i Şerîf’indir ). Yarabbi, Senin hoşnutluğunu ve yardımını niyâz ediyorum, esirgeme bu âciz kulundan ! Dr. M. Fatih Güneren Teşvikiye, Mart 2003

İmlâ ve telâffuz hakkında not : â : Uzatarak ve inceltilerek okunur. “ İnkâr ” daki gibi. ã : Uzatarak, inceltmeden sanki iki “a” varmışcasına okunur. “ Bekã / Bekaa” gibi. û : Uzatarak incelterek okunur. î : Uzatarak incelterek okunur ‘ : Arada belli belirsiz bir “ğ ” varmış gibi okutur. Örnek : “te’lif” ( “elif” gibi kısa değil ) uzatarak, sanki “ teğlif ” gibi, “ğ” de vurgu yaparak okunur.

9


Takdim bölümünün lugatçesi : (Metinde yer alış sırasına göre ) s.a.v.= Sallallâhü aleyhi vesellem Azîzân = Azîzler k.s.a . = Kuddise sırruhû azîz / Kaddesallâhu sırrehû azîz ( Azîz sırrı mukaddes olsun ) Hikmet = Ahlâka ve hakikata faydalı kısa ve veciz söz. Salât = Namaz, Peygamberimiz (sav)’a yapılan dua. (Çoğulu = Salâvât ) Himmet = Mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardımı Kâmil= Olgun, eksiksiz, kemâl ve fazîlet sahibi Mükemmil = Tamamlayan, ikmâl eden, kemâle / olgunluğa ulaştıran Âlî = Büyük, yüksek, azîz olan Mazhariyet = Elde etme, nâil olma Mazhar olmak = nâil olmak, bir şeyle şereflenmek Mazhar = Bir şeyin göründüğü / açığa çıktığı / kendini gösterdiği yer / kişi Hazerât = Hazret’in çoğulu Meşreb = Huy, yaratılış, tabiat, mîzaç Tâlib = Taleb eden, isteyen İrşâd = Doğru yolu göstermek Mürşîd = İrşâd eden, doğru yolu gösteren Mürşîd-i kâmil = Olgun / kâmil mürşîd Riyâzet = Dünya zevk ve lezzetlerinden el çekerek nefsi terbiye etmeye çalışmak Vecd = Kendinden geçercesine heyecan Tevâcüd = Vecd halini elde etmeye çalışma Tekmil etmek = Kemâle / olgunluğa erdirmek Tilâvet-ül Kur’an = Kur’an’ı güzel sesle / usulüne uygun okuma Musãhabe / Musãhabet= Sohbet etme, konuşma, görüşme İhvân = Can dostlar / yol arkadaşları Musãhabet-ül ihvân = İhvânla sohbet Mülâkat = Kavuşma, buluşma, görüşme Mülâkat-ür Rahmân = Rahmân’la buluşma Nâçiz = değersiz, ehemmiyetsiz, önemsiz Kelâm-ı Şerîf = Şerefli / mübârek sözler Maksûd = Kasdolunan / amaç edinilen / istenen şey Matlûb = Taleb edilen / istenilen şey

10


GENİŞLETİLMİŞ YENİ BASKI İÇİN ÖNSÖZ Bu mütevãzı çalışmanın 2003 Yılında hazırlanmış ilk baskısı için elimde mevcut kaynaklar oldukça sınırlı idi. Yeni baskıya hazırlandığımız şu anda, özellikle Sertürbedâr Ahmed Amîş Efendi (ksa) Hazretleri hakkında çok değerli yeni kaynaklar elimizde mevcut. Bunlar Azîzânımız hazerâtının kelâm-ı Şerîfleri’ne önemli ilâveler yapabilmek imkânını bahşediyor. Ayrıca, daha önce hangi aziz efendimizin söylediği bence meçhul kalmış olan kelâm-ı âlilerin büyük ekseriyetinin Ahmed Amîş Efendi (ksa) hazretlerine ait olduğu da müşâhede ediliyor. Bu değerli sözlerin kendi aslî değerleri yanında, onları kimden işittiğimiz daha az önemli olduğu için, yeni baskıda Azizlerimizin hikmetli kelâmlarını, rivayet edenlere daha az vurgu yaparak, hangi konuda söylendiği, konunun önemi ve içeriğine göre bir sıralama yapılmaya çalışıldı. Mesela Allah (cc), Resulullah (sav) Efendimiz, Ehl-i Beyt, Kur’an-ı Kerim gibi konulardaki hikmetli sözler en başlarda, içerik yönünden göreceli olarak daha az önemdekiler daha sonraya alınmaya gayret edildi. Ancak, aşırı bir sınıflandırma ile ansiklopedik bir tasnifden kaçınıldı. Bu çalışmada hangi Efendimizden sãdır olduğu özellikle belirtilmeyen sözlerin hemen tamamı Ahmed Amîş Efendimiz (ksa) Hazretlerine aittir. Bu yüce Zât’ın halefleri, bazan “ Büyük Azîz buyururdu ki”, “Efendim Hazretleri buyururdu ki” diyerek o yüce 11


zât’ın emir ve nasihatlerini bizlere aktarmışlar, bazan da o’ndan duyduklarını, yeri geldikçe, kendi ifâde tarzları ve üslûbları ile telâffuz etmişlerdir. Bunları kesin olarak biri birinden ayırmamız şu an imkânsız görünmektedir. Zaten buna lüzûm da yoktur. Zirâ onların mübârek dillerinden dökülen değerli sözler, Mürşîd-i Âlî’leri Amîş Efendi Hazretlerinin, onların kalplerine üflemiş olduğu düşüncelerden ayrı değildir. İstifâde alanımıza giren yeni kaynaklardaki bazı imlâ, gramer ve ‘noksan alıntı yapma’ hatâlarından sakınmaya elimden geldiğince gayret gösterdim. Bu meyanda, bu mürşîd-i kâmil ve mükemmil zât’ların, sevdikleri bazı bendeleri ile bir baba-oğul samimiyet ve şefkati içerisinde konuşurken sarfettikleri lâtife yollu bazı hitaplarını; kendi aile mahremiyetleri içindeki hâdisãtı ve konuşulanları özellikle bu metne dâhil etmedim. Çünkü gãye, genç arkadaşlarımızın azîz efendilerimizin kelãmı ãlî’lerinden bilgi edinmeleri, ders çıkarıp örnek alarak onlara lâyık birer ‘insân’ olmaya yönelmeleridir. Eski baskıda Hoca Efendi Hazretleri ve Mustafa Özeren Efendim Hazretleri ile olan çok değerli hatıralarımı naklettiğim bölümler, çok ufak bazı ilâveler dışında, bu baskıda aynen alındı. Bu gibi manevi mes’uliyeti yüksek konularda ihmale bağlı hataların affının son derece zor olduğunun idrâki içinde elimden geldiğince dikkat ve itina göstermeye gayret ettim. Ancak hatâsız kul olmaz Hatâ ve noksanlarımın affını Cenâb-ı Rabb-ilÂleminden ve Yüce Azîzânımız Efendilerimizin rûhâniyetlerinden yalvararak niyâz ederim. Bütün 12


gayretim Azîzlerimizin kelâm-ı şerîflerini, Cenâb-ı. Hakk’ın rızâsı için ehlinin istifâdesine sunmaktır. “İlâhi ente maksûdi ve rızâike matlûbi” ( Yarabbi, bütün maksadım Sen’sin ve bütün talebim senin Rızâ-i Şerîf’indir ). Yarabbi, Senin hoşnutluğunu ve yardımını niyâz ediyorum, esirgeme bu âciz kulundan ! Dr. M. Fatih Güneren Teşvikiye, Temmuz 2012

Bu bölümün Lügatçesi: Sâdır olmak = (Burada) Sözün ağızdan çıkması Tasnif = sınıflandırmak, kategorilere ayırma Mükemmil = Tamamlayan, kemâle erdiren İnsân = Akıl, şuur ve îmân sahibi olarak Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en mükerrem (hürmete lâyık) mahlûk.

13


AHMED TÂHİR MEMİŞ ( HOCA EFENDİ ) HAZRETLERİ İLE İLGİLİ HÂTIRALARIM ve MUSTAFA ÖZEREN EFENDİ HAZRETLERİ İLE İLGİLİ HÂTIRALARIM


AHMED TÂHİR MEMİŞ (ksa) EFENDİM HAZRETLERİ İLE İLGİLİ HÂTIRALARIM Halvetiyye-i Şemsiyye’nin müessisi Şemsed-dîn-i Sıvâsi (ksa) Hazretlerinin onuncu nesilden torunu ve Sıvas’daki Şemsi Dergâhı’nın son post-nişin’i olan merhum babam Hüseyin Şemsi Güneren, tekke ve zâviyelerin kaldırılması ile ilgili kanunun yürürlüğe girmesi üzerine Tekke’yi kapatmış, özel işlerine vakit ayırmaya çalışmıştı. Ancak gerek mülklerimiz, gerekse vakıflarımıza vãki olan haksız müdâhaleler yüzünde geçim sıkıntısına düşmüştü. Dârülfünün’un Hukuk fakültesi mezunu olan Hüseyin Bey, önce Ankara’da Maarif Vekâletinde (Milli Eğitim Bakanlığı) memuriyet almış, 1935 de Konyada Mevlâna Hazretlerinin Türbe-i Şerîfinde o zamanki adıyla ‘Konya Ãsãr-ı Atîka (eski eserler) Müze ve Kütüphanesi’ne müdür muavini olarak tayin edilmişti. 1939 Yılı yaz başlangıcında Konya’daki görevinden, İstanbul’a, Beyazıt meydanında, Câmi ile karşı karşıya bulunan medresedeki ‘İnkılâb Müze ve Kütüphanesi’ne, ki (sonradan Belediye Kütüphanesi, şimdilerde ise Hat Eserleri Müzesi adını almıştır ) müdür olarak tayin edildi. Konyada, Hazreti Mevlâna’nın o ulu Dergâhının içinde ve bahçesinde geçirdiğim çocukluk günlerimi, Dergâhta yaşamasına müsaade edilmiş, son mevlevi dervişi olan ve arasıra kahvesini yapıp götürdüğüm Mehmed Dede’ nin nurlu yüzünü, hayır duãlarını hiç bir zaman unutamadım. İstanbula gelişimizden çok kısa bir süre sonra, Beyazıt, Soğanağa’da Derin Kuyu Sokağının üst köşesinde bir eve taşındık. O kısa süre içinde 15


babam, Hoca Efendi olarak tanınmış Maraş’lı Ahmet Tâhir Memiş Efendi Hazretlerinin elini öpüp, onun terbiye ve irşâd dairesine girmiş bulunuyordu. Bu, kanaatimce, babamın mânevi hayatındaki en önemli hâdise idi. Bu kadar kısa zamanda mürşîd-i Kâmil’i bulup bağlanması, tesadüflerle değil, ancak mâna âleminde bir talebde bulunulması, ya da, manevi bir dâvete ve bir kabul edilişe mazhar olması ile îzah edilebilir diye düşünüyorum. Zamanının yüce velisi olan Ahmed Tâhîr Memiş Marâşi (ksa) Hazretleri, önce Dârülfünun'un

(üniversite) Ulûm-i Riyâziyye ve Tabîiyye ( Fen ve Tabiat Bilimleri ) Şubesi İle Hukuk Şubesi'nden ikisini birlikte okuyarak mezun olmuş,. daha sonra Medresetü'l - Kudât'ı (kadılık mektebi ) bitirmiş, bir süre kadılık yaptıktan sonra istifa ederek İstanbul’da, (Beyazıt Câmii arkasındaki)

Beyazıt Devlet Kütüphânesinde Tasnif Heyeti Başkanı görevini üstlenmiştir. Babam Hoca Efendi Hazretlerine büyük bir sevgi ve ta’zim ile bağlıydı. Efendi Hazretleri, mesâi saatlerinden sonra sık sık babamın odasını teşrîf ederler, orada uzun süreler otururlar, bazan sohbet, bazan da sükût ederlerdi. Bir gün böyle bir ziyârete şâhit olan ablam Nuriye Hanım, gece babama “Acaba ben sohbetinizi mi böldüm ? Hiç konuşmadan oturuyordunuz” diye sorunca, babam : “Kızım sohbet etmek için konuşmak şart değildir. Bizim sükûtumuz sohbet gibidir” diye cevap verdi ki bu, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin “Benim sükûtumdan anlamayan kelâmımdan hiç anlamaz” buyuruşundan mülhemdir.

Bayram sabahları babam imam olur, ailece bayram namazını evimizde kılardık. Bunu ta’kiben önce babam Hoca Efendi Hazretlerinin Koska’daki devlethânesine 16


elini öpmeye gider, babam dönünce kahvaltıdan sonra bizler huzûra giderdik. Bir bayram sabahı babam çok uzun bir süre eve dönmedi. Merak ettik. Nihayet dönünce gecikmesinin sebebini şöyle anlattı. Babam elini öptükten sonra, Hoca Efendi Hazretleri, hırkasının cebini, sanki dokunmak istemiyormuş gibi, eliyle göstererek:“ Hüseyin Bey, bu paraları ..... Bey bu sabah cebime koydu. Bunları bekçilere, postacılara dağıt” buyurmuş. (Çok muhtemel olarak menşei helâl olmayan bir parayı, verenin kalbini kırmamak için reddetmemesi, fakat eliyle bile dokunmak istemiyerek fukaraya dağıttırması, bizlere verilmiş somut bir verâ örneğidir ). Babam, “ Hırkanın cebinde hepsi elli liralık banknotlardan ibaret bir tomar kağıt para vardı “ derdi. O sabah, Koska, Lâleli, Aksaray, ve Beyazıt civãrında bir iki saat dolaşarak bu paraları emredildiği gibi dağıttığı için eve geç kalmıştı. O zaman ( 1940’lı yıllar ) elli lira büyük kıymet taşıyordu.

Hüseyin Beyin Hoca Efendi Hazretlerine bağlılığı, sevgi ve saygısı o kadar büyüktü ki, ilerliyen yaşına ve şiddetli anfizeme bağlı nefes darlığına rağmen, muhterem büyüğüm Dr. Hamdi Hızalan Beyefendinin naklettiğine göre, “Hoca Efendi Hazretlerini Çengelköy tepelerindeki yazlık evde ziyârete giderken taksiye binmeyi edebe aykırı görür, o yokuşu yürüyerek çıkardı” Yine Hamdi Beyefendinin naklettiği üzere, Hoca Efendi Hazretleri, Mustafa Bey Hazretlerine, Hüseyin Şemsi Bey için: “Şemseddîn-i Sıvâsî Hazretlerinin tâc-ı şerîfini Bihamdillâh Hüseyin'e giydirdik Mustafa" buyurmuşlar. Böylece Hüseyin Şemsi Bey, pâk ecdâdının evlâd-ı sulbîsi olmak yanında evlâd-ı mânevîsi olmak şerefine de erişmiştir. Babam, Hoca Efendi Hazretlerine ikram edebilmek için, tramvayla 17


Bebeğe gider ve oradaki meşhur şekercinin badem ezmesinden alır; pişireceği sade kahve için çekirdek kahveyi özel olarak İstiklâl Caddesi’ndeki Rum kahvecide çifte kavurttururdu. Efendi Hazretleri teşrif ettiklerinde kahvesini kendi eliyle yapıp yanında bâdem ezmeleri ile takdîm ederdi. Hoca Efendi hazretleri babamın odasında, pencereden Beyazıt Meydanı’nı gören köşedeki koltuğa otururlardı. O sırada izinli olarak İzmirden gelen rahmetli amucam Dr. Nuri Şemsi Beyin de odada bulunduğu bir gün, Hoca Efendi Hazretleri amucama, “Nuri, yanında elli lira var mı ?” diye sormuşlar. Amucamın, “Var efendim” cevab ı üzerine, o zamanlar Beyazıt meydanında, Üniversite kapılarının hemen önünde bulunan fıskiyeli büyük havuz ile Kütüphane arasındaki kaldırımda yürüyen bir adamı göstererek , “Koş, o parayı şu adama ver” diye emretmişler. Son derece temiz ruhlu ve yardımsever birisi olan rahmetli amucam, hâlinden fakir olduğu anlaşılan fakat dilenmeyen birisini görünce, cebindeki parayı o kişiye öyle bir şekilde verirdi ki etraftan hiç kimse onun sadaka verdiğini anlayamazdı. Aldığı bu emir üzerine derhal koşan amucam, gösterilen şahsı, Beyaz Saray binasının önündeki adada bulunan ‘Acem’ in tütüncü dükkânı önünde yakalamış ve eline elli lirayı sıkıştırıp hızla geri dönmüş. Adam arkasından koşup ceketinden yakalamış ve iki gözünden yaşlar akarak : “Sen Hızır mısın ? Benim elli liraya ihtiyâcım olduğunu nereden anladın? Karım çok ağır hasta, eczâneden ilâç almak için elli lira eksik geldi, alamamıştım” diyerek amucamı sorgulamaya başlamış. Tabîi ki sırlar fâş edilemez. Amucam adamın elinden yakasını tatlılıkla fakat açıklama 18


yapmadan kurtarabilmek için çok zorlanmış. O akşam babamla eve geldiklerinde bizlere bunu anlatmışlardı. Hoca Efendi Hazretlerini her görüşümde beni bir heybet duygusu kaplardı. Efendi Hazretlerini bayramlar dışında, bazan Kütüphânede babamın odasında, bazan Küllük denen, Beyazıt Câmii yanındaki meşhur kahvede otururlarken, veya Nur Sokaktaki mescidin önünde, bazan da Koska ile Beyazıt meydanı arasındaki yolda görerek elini öper ve hayır duasına nâil olurdum. Özellikle fakülte yıllarında, zor derslerin imtihanlarından önce Efendi Hazretlerine mutlaka bir yerlerde rastlardım. Daha ben söylemeden kendileri, “İmtihanın var mı?” diye sorarlar, var deyince de, “Bildiğin yerden sorsunlar” diye dua ederlerdi. Hep de bildiğim yerlerden sorulurdu. Bayram sabahlarında ise, Koska Helvacısı’nın sırasındaki devlethânelerinin üst katında bulunan odada elini öpüp hayır duasına mazhar olurduk. Mübârek elleri, iri kemikli idi ve gül gibi kokardı. Dışarda, soğuk havalarda boyun atkısını kasketinin üzerinden dolardı. Fakülteyi bitirip Amerika’da ihtisas yapma arzumu kendilerine arz ettiğimde müsâãde edip bana hayır duada bulundular, ve “ Her zaman Salâvat-ı şerîfeleri, İhlâs ve Fâtiha sureleri ile Âyet-el Kürsî’yi oku ” diye emrettiler. Ayrıca , “Mide hastalıklarını iyi öğren” buyurdular. Bu emirdeki hikmeti çok sonra anladım Hem kendileri, hem babam ve daha sonra ağbeyim mide kanaması ile bekã alemine hicret ettiler. 19


Amerikada ihtisas yapmakta iken, babamın bana yolladığı 15.1.1954 tarihli mektuptan, Efendi Hazretlerinin iltifat ve hayır duaları ile ilgili bir bölümü aynen vermek isterim : “Evvelki gün annen, Tâhir Beyefendi ’ye kadın budu köfte yapıp götürmüştü. Senin, ellerini öptüğünü, hürmet ve tã’zimini söylemiş..Efendi Hazretleri dua etmiş,“ İnşallâh umduğumdan fazla muvaffak olur “ demiş. Dünde kendisi bizi teşrîf etmişti. Ben de ta’zimlerini, ve himmet ve duaları sayesinde iyi bir hastahaneye kabul olunduğunu yazdığını söyledim. Yine dua ettiler. “Kalbi temiz, ruhu âlîdir, umduğumdan fazla muvaffak olur. Mide ve bağırsak hastalıklarını daha iyi öğrensin, lâzım olur. Gözlerinden öperim” dediler. Bütün muvaffakiyetlerin onun himmeti iledir. Daima hatırından çıkarmamaya gayret et. Himmet ve ruhâniyetinden yardım istemeyi ihmâl etme aslanım.” Hoca Efendi Hazretlerinin Bekã Âlemi’ne hicreti babama çok büyük elem ve keder vermişti. 1954 Eylül’ünde bana göndermiş olduğu mektupdan da bir alıntı yapmak istiyorum: “Amucandan sonra Hoca Efendi de Rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Hastalığının ağır olduğunu yazmıştım. Ayağındaki kemik kırığından başka, bir mide kanaması neticesi kayıp ettik. Daha ilk hastalığında ziyâretine gittiğimde, “Hüseyin Bey, bu ızdırab çekilmiyor. Gitmek daha selâmet. O âlem buradan daha rahat” demiş ve bununla yolculuğa azmettiğini anlatmıştı. Tabii çok müteessir olduk. Şifâyâb olması için de 20


cân’ı gönülden dualar ettik. Alçıyı ve askıyı attıkları halde kemiğin vaktinden önce iyileşmesi bize ümit vermiş, sevindirmişti. Odanın içinde yürüyor, günden güne iyi oluyorken birden bire bir mide kanaması oldu. Hastaneye kaldırdık, kan verdiler fakat matlûb netice hasıl olmadı. Vefâtı günü gördüğümde, yine bermûtad, sizleri ve bilhassa seni sordu. Dualar etti. Bütün halinde yolculuk olduğu açık idi. O gece Hakk’a kavuşmuş. Çok iyi bir dinî merasimle kaldırdık.. Rûh-u revânı şâd, himmeti bâki olsun. Oğlum dünya hali bu. Allahın sünneti, âdeti de böyle. Sana olan şefkat ve nazarı son güne kadar fazlası ile bâki idi. Yine de onun ruhâniyeti bâkidir. Onlar hakikatde ölmemişlerdir, âlem değiştirmişlerdir. Sen hayatında olduğu gibi yine hatırından çıkarmazsın. Ruhâniyetleri hayatlarından daha fazla kuvvetli ve yardımcıdır. Hatırladıkça Fâtiha oku ve daima tavsiye ettikleri gibi ‘Allâhu lâ ilâhe’ ye devam edersin. Sana yazmıştım, hatırlarsın, “Fatih mide hastalıklarını iyi öğrensin. Burada mide doktoru yoktur. Gelsin şu midemize baksın” derdi. Bu, kendisinin mideden rahatsız olup bu sebeple irtihal edeceğine demek bir işâret imiş. Onlara her şey ma’lûm oluyor da, açıkça söylemiyorlar. Böyle kapalı anlatıyorlar. Allah himmetlerini üzerimizden eksik etmesin”. Beni bu mektupla teselli etmeye çalışan babamın, o yüce zât’ın kaybı ile nasıl üzülüp sarsıldığını, sonraları ağabeyimin ve merhum eniştem Sami Beyin bana yazdığı mektuplardan öğrendim Muhterem Dr. Hamdi Hızalan Bey’in anlattığına göre, Hüseyin Şemsi Bey, Mürşidinin vefâtının hemen ertesi günü, Ahmed Tâhir bey Hazretlerinden sonra 21


mânevi emânetin sahibi olan Mustafa Özeren Bey Hazretlerini ziyârete gitmiş, “Efendimin kokusu şimdi sizden neş'et ediyor, elinizi verin öpeyim " diyerek Hazretin ellerini öpmüştür. Hoca Efendi Hazretlerinin tabutu binlerce kişinin elleri üzerinde Beyazıt’tan Fatih Câmii şerîfine taşınırken de bu Muhammedî râyiha’nın pek çok kişi tarafından duyulduğu bilinmektedir. (Mustafa Bey Hazretlerinin vefâtından sonra bu kokuyu duyan bir hemşire hanımın sözlerini de ilerdeki bölümlerde vereceğim). Burada yeri gelmişken büyüklerimden dinlediğim bir vâkıayı da yazayım. Hazretin azîz na’şı taşınırken kalabalık tekbir getirmektedir. O devirde böyle bir hareket suç muamelesi görmekte olduğundan, merhum Prof. Abdülbâki Gölpınarlı, yol kenarlarında saf tutmuş polislerin müdâhale edeceği endişesini dile getirmiş. Fakat polisler, müdâhale bir yana, cenâze geçerken selâma durmuşlar. 1956 Yılının bir Mart gecesi Cleveland City Hospital’daki odamda şöyle bir rüyâ gördüm. Hoca Efendi Hazretleri bana, okumamı emrettikleri yukarda yazdığım duaları hatırlatarak: “Oğlum, bunları niçin okumuyorsun?” buyurdu. Uyanınca gönlüme, babamın vefât etmiş olduğu, ve onun ruhuna okumam için Efendimin beni ikaz ve emrettiği geldi. Evden o günlerde hiç mektup gelmiyordu. Ben de, sanki babam vefât etmiş gibi ruhu için her gün okumaya başladım. Bir gün başka bir hastanede çalışan (rahmetli) Dr. Mehmet Ali Carfi ve (rahmetli) Dr. Gürhan Ünlütürk 22


bana telefon edip, “Bizim hastaneye gel, oturup biraz konuşalım” dediler. Meğerse, ağbeyim, bu acı haberi alıştırarak versinler diye babamın vefâtını onlara bir mektup ile bildirmiş. Çalıştıkları hastahenenin kapısında beni karşılayan Mehmet Ali, asansörle çıkarken: “Sana bir şey söylemek istiyoruz” dedi. Ben de, “Babamın vefâtını mı söyliyeceksiniz ?” dedim. “Evet” cevâbını alınca, “Ben biliyorum” diyerek, ayni asansörle aşağı indim, dualar okuyarak kendi hastaneme gittim. Hoca Efendi Hazretlerine dair unutamadığım bir başka hâtıram da şudur: 1980 Yılı Şubatında, Berlinde, müteveffa eşimin defin merasiminde, teveccüh ettiğimde, önce Mustafa Bey Hazretlerinin nurlu yüzü gözümün önüne geldi. Daha sonra Hoca Efendi Hazretlerinin yüzü onun üzerinde belirdi, bıyıkları Mustafa Bey Hazretlerinin sîmâsının hemen üzerinden sarkmış olarak her ikisini de görüyordum. Bu görüş defin merâsimi sonuna kadar devam etti ve ben kendimi Efendilerimin muhafazasında huzur içinde hissettim.

23


Bu Bölümün Lugatçesi : Dergâh = Tekke Zaviye =Küçük tekke, (geometride: açı) İrşâd = Öğretmek, yol göstermek Tasnif Heyeti = (burada) Kütüphanedeki kitapları sınıflandıran hey’et Ta’zim = Büyük hürmet, Teşrîf etmek = Şereflendirmek Kelâm = söz Mülhem = Bir şeden ilham alan / esinlenen Menşe = Başlangıç, orijin Verâ = En ufak şüphe olan şeylerden bile kaçınarak günahlardan sakınmak Anfizem = Nefes darlığı yapan akciğer hastalığı Edeb = Terbiye, güzel ahlak, hayâ İntikal = Bir yerden bir yere nakletmek / nakledilmek Tevâzuen = tevâzu gereği olarak Neş’et etmek = meydana gelmek, bir yerden çıkmak / kaynaklanmak Tâc-ı Şerîf = Mübârek Tac Bihamdillâh = Allah’a hamd olsun ki Evlâd-ı sulbî = Fizyolojik evlât, döl evlâdı Evlâd-ı mânevî = mânevî evlât Fâş etmek = Bir sırrı açıklamak Nâil olmak = Erişmek, ele geçirmek Bekã Âlemi = Sonsuza kadar kalınacak ãhıret âlemi Şifâyâb olmak = Şifâ bulmak Matlûb = İstenilen, talep edilen Rûh-ı revân = Rûhun ferahlığı, ruhun akışı, ruhun ortaya çıkması İrtihal etmek = vefât etmek, göçmek Müteveffã = Vefât etmiş

24


MUSTAFA ÖZEREN ( ksa) EFENDİM HAZRETLERİ İLE İLGİLİ HÂTIRALARIM Muhterem Dr. Hamdi Beyefendi ağabeyimin naklettiği üzere, Hoca Efendi Hazretlerinin Bekã Âlemi’ne intikãlinin ertesi günü pederim Hüseyin Bey Mustafa Bey Hazretlerini devlethânesinde ziyâret ederek elini öpmek istediğinde, ‘Mustafa Bey Hazretleri - tevâzuen - “Siz benden yaşlısınız, ben sizin elinizi öpeyim” deyince, Hüseyin Şemsi Bey cevâben, “Benim burnum koku almakta yanılmaz. Efendimin kokusu şimdi sizden neş’et ediyor. Elinizi verin de öpeyim, herkesin içinde bana ayaklarınızı öptürmeyin” diyerek Mustafa Bey Hazretlerinin ellerini öpmüştür ‘. Yine aynı hâtıratda, Hoca Efendi Hazretlerinin vefatından sonra, arkadaşları tarafından başka zatların elini öpmesi için kendisine ısrar edilen Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) reislerinden Osman Yeten Beyin, ‘Kime intisab edeyim’ diye tavsiyesini isteyen mektubuna Hüseyin Şemsi Beyin yazdığı cevabi mektupta : “ Benim burnum koku almakta yanılmaz. Hoca Efendi Hazretleri vefât edince, acaba şimdi bu koku nereden zuhûr ediyor diye teveccüh ettim ve zuhûr eden kokuyu takip ettim. Bu koku Mustafa Beyde nihâyet buluyor ve şimdi oradan neş’et ediyor. Onun için ben hemen Mustafa Beyin elini öptüm ve bîat ettim. Senin de burnun koku alıyorsa o kokuyu takib ederek nereden zuhûr ettiğini bul ve oraya bîat et; yok eğer bana soruyorsan, bu koku şimdi Mustafa Bey Hazretlerinden neş’et ediyor” dediği kaydedilmiştir. Yukarda bahsedilen Muhammedî râyiha’nın bazı 25


kimselerce koklanması, Bulgaristan muhaciri bir hemşirenin söylediklerini hatırlattı: Mustafa Bey Hazretleri, Bekã Âlemine göçtükleri 20. Ocak 1982 Çarşamba günü, Amerikan Hastanesi (eski binadaki) Yoğun Bakım Servisi’nde 546 no.lu camekânla çevrili odada idiler. Dışarda, nöbetçi doktorların oturduğu camlı ufak odada Doç. Dr. Tezer Ulusoy Hanımefendi ve eşi merhum Ayhan Ulusoy Beyefendi ile bütün gece bekledik. Dr. Hanımla sık sık efendimi yokluyorduk. Koma hâli devam ediyor ve ateşi yüksek seyrediyordu. Arkadaşlar üzgün ve merak içinde 5. kattaki servisin kapısından girip durumu soruyorlar, servisin kuralları icabı maalesef onları içeri alamıyorduk. Saat 09:50 de Efendim Hazretleri Bekã âlemine hicret ettiler Mübârek vücûdu ateş gibi sıcak ve ter ile ıslanmış idi ve güller gibi kokuyordu. (İsmini hatırlayamadığım Ehlullâh’dan bir zâtın kitabında, Allah’ın sevgili kullarının teslîm-i rûh esnasında çok fazla terlediklerini okumuştum). Gözümüz yaşlı ilk hizmetlerini gördükten sonra, perişân bir halde dolaşırken, o esnada görevli başhemşire olan ve kısa süre önce Bulgaristandan göçmen olarak gelmiş bulunan Başhemşire hanımın, bana baş sağlığı diledikten sonra, “Doktor bey, ben yıllardır hemşirelik yapıyorum, fakat hiç bir zaman böyle güller gibi kokan bir mevtâ görmedim” demesini hiç unutamadım Bu duygularla yazılmış bir şiirimi buraya alıyorum:

26


GÜZEL EFENDİM (Kuddise Sırruhû Azîz) Amucam, mânevi babam, herşeyim, Azîz'im, sultânım, Efendim, Huzûrunda kalbim sevgiyle dolar, Tarifsiz huzûru tadardım. Mübarek ellerin ipek gibiydi, Öperken huşû duyardım. "Evlâdım" deyişinde Heybet ve yakınlık beraberdi. Resûl'ün kokusu gelirdi, Güller gibi kokardın güzel efendim. O hüzün ve keder dolu günde, İlâhi huzura göçdüğün gece, Aziz meslekdaşım Tezer Hanım Ve Ayhan Bey kardeşimle Dualar ederek beklediğimiz Yoğun Bakım Servisinde, Gece nöbetçisi olan göçmen hemşire, Şöyle demişti bana : "Doktor Bey, ben senelerce Hemşirelik yaptım amma, Güller gibi kokan mevtâ Bu gece gördüm ilk defa". Sensiz öksüz ve yetimim güzel efendim. 18.05.97, Pazar, (11 Muharrem) Bahis açılmışken Efendimin son hastalığındaki hâdiseleri kendi müşâhedem çerçevesi içinde kaydedeyim. 1982 Ocak ayının ortasında Pfizer İlâçlarının bir toplantısı için eşim Güner ile beraber 27


Yeşilköy Çınar Otelde kalıyorduk. Bir kaç gündür Efendimi görmemiştim. Bir sabah kendilerini ziyâret etme arzusu belirdi. Eşim de gelmek istedi. Devlethaneye geldiğimizde, arkadaşların toplanmış bulunduğunu ve Efendim Hazretlerinin hasta yattığını görünce dünyalar sanki başıma yıkıldı. Orada bulunan Dr. Tezer Hanım ile bir daha yanından ayrılmadık. Bir merkezi sinir sistemi hâdisesi olduğu için, sınıf arkadaşım olan Dr. Ahmet Çalışkan’ı çağırdık. Onun tavsiyeleri sonucu belirgin bir düzelme olmayınca, uzun yıllardır tanıdığım olan Prof. Dr. Ayhan Songar Bey’i (Hakk’ın rahmeti üzerinde olsun) çağırdık. Mutâdı üzere gece yarısından sonralara kadar çalışan Ayhan bey, sabaha karşı eşi Hanımefendi ile beraber devlethâneye geldiler Ayhan Bey, efendime: “Nasılsınız ? Ne şikâyetleriniz var ?” diye sorunca, Efendim: “Cemî-i ahvalde Hak’kın tecelliyâtına rızâ şiãrımızdır. Şikâyet yok” buyurdular. Ayhan Bey muayenesini bitirip tavsiyelerini yapıp ayrılırken “Allaha ısmarladık” deyince, Efendim: “Allaha ısmarladık demeyiniz. Hoşca kalın deyiniz” buyurdular. Ertesi sabah durumu ağırlaşınca ambulans çağırdık. Dr. Tezer Hanımla birlikte Efendimi Amerikan Hastanesi Yoğun Bakım Servisine yatırarak elimizden gelen tıbbi tedaviye gayret ettik. Bizim için acı, fakat kendileri için âşıkın mâşûkuna kavuşması olan irtihalleri üzerine hepimiz yıkıldık, perişân olduk. Kabr-i şerîfleri’nin Fatih Câmii hazîresinde, büyük azîzimiz Ahmed Amiş Efendi Hazretleri ve Ahmed Tâhir Memiş Efendi Hazretlerinin yanıbaşında olabilmesi için Bakanlar Kurulu kararı çıkartmak üzere mürâcaat yapıldı. Hattâ kabir yeri kazılmasına da başlandı. Bu arada Ayhan Beyin odasında (o zamanlar Efendimin 28


önünde diz çöküp elini öpmekte olan) Yaşar Nuri Bey bir gazete ilânı kaleme almış ki, zannederim bu ilân, yersiz yorumlara ve kaygılara yol açarak, Bakanlar Kurulunca Fatih Camiinin haziresine defin müracaatının redd edilmesine sebep oldu. Esâsen, Mehmed Tevfik Kayserî Hazretlerinin “Mustafayı dünyada ve âhırette bırakmam” meâlinde kelâm-ı şerîfleri var imiş. Bunun tecellîsi olacak, mürşîdinin hemen yanı başında müsâit yer bulundu ve kabir hazırlatıldı. Ancak, Vilâyet izni olmadan cenâzenin hastahaneden alınmaması emri verilmiş, ön kapıya bunu temin için nöbetçi polis konmuştu. Hastahanenin çoğu personeli beni severdi. Morg kısmının görevlisi hademelere kapıyı açtırdım. Efendimin sarıldığı kefen bezleri hãlâ mübârek teri ile ıslaktı. Arka kapıya arkadaşların getirdiği cenâze arabasına aziz efendimin mübârek nâ’şını koyup Sahrâ-i Cedîd Câmi’ine getirdik. Bu haber alınınca gönderilen ve her hareketimizi dikkatle takip eden gözlemci sivil polislerin nezâretinde son hizmetleri yerine getirildikten sonra kılınan namazı müteãkıp gözyaşları, Kur’an-ı Kerim tilâveti ve dualarımızla kabr-i şerîfine tevdi edildi.

MUSTAFA BEY HAZRETLERİ İLE İLGİLİ DİĞER HÂTIRALARIM Pederimin vefâtı sonrasında rahmetullah ağbeyim Mehmet bey Amerikaya yazdığı mektuplarda, Hoca Efendi Hazretlerinden sonra babamın Mustafa Bey 29


isimli bir zâtın elini öptüğünü, yurda dönüşümde benim de bu Zât-ı âli’nin elini öpmemi bildirmişti. Yurda dönüşümden sonraki devrede askerlik, ihtisas imtihanı gibi işler dışında kalan kısıtlı zamanda kendilerini bir kaç defa ziyâret edip ellerini öpmek ve duasını almak nasib olmuştu. O zaman başımda kavak yelleri esiyordu. Bir yandan Amerikadaki yüksek tıbbi standartlardan sonra bizde o zaman câri olan ticârî tıp anlayışına ve özel hekimlik pratiğindeki bazı nahoş davranışlara duyduğum reaksiyonla yavaş yavaş ruhsal bir çöküntüye girmeye başladığımı da fark ediyordum. Depresyon belirtilerini fark eder etmez, ilk işim Efendime gidip çareyi onda aramak olmalıydı, fakat ben bunu akıl edemedim. O zamanlar Türkiyede revaçda olduğu üzere, Almanya’ya, Batı Berlin’e gittim. Bir süre sonra ağbeyim Y. mimar Mehmed bey, yüzü, gözü ve kafa kemiklerinin boşlukları ile karnına yayılmış çok tehlikeli bir böbrek tümörü (hipernefrom) teşhisi ile Berlin’e geldi. O günlerde şöyle bir rüyâ gördüm: Soğanağa Nur Sokaktaki evimizin kapısı çalınıyor. Ben biraz geç açıyorum. Kısa boylu, palto ve şapka giymiş bir zât geri dönmüş merdivenlerden iniyor. ‘Bu ya Hızır Aleyhisselâm ya da zamanın kutbu’dur’ diyorum. Arkasından koşup eteğine yapışıyorum. Duruyor ve beni kabul ediyor. Bu zatın yüzünü iyi göremiyorum ama Mustafa Bey Hazretleri olduğunu düşünüyorum. Bu rüyâyı, ‘Ağbeyimin hastalığında ilk işimiz Efendime haber vermek olmalıydı. Fakat yardımını istemekde geç kalmış bile olsak, bizlere yardım ve himmetini esirgemeyeceği ‘ şeklinde tabir ettim. İlk fırsatta elini öpüp arz etmeye karar verdim. Nitekim, tedaviler arasında İstanbula geldiğimizde huzura varıp ağbeyimin durumunu 30


ve bu rüyamı arzettim. Doktorların hiç bir yaşama şansı vermediklerini söyledim. Celâl ifadesi taşıyan yüksek bir ses tonuyla, ‘Mehmed’e bu olamaz’ diye reaksiyon verdiler ve dua ettiler. Bu duanın bereketi ile ağabeyim, hekimlik yönünden akıl almaz bir mûcize kabilinden, tedâvi sonrasında tam on yıl, mesleğini icra ederek, çoluk çocuğunun rızkını kazanarak yaşadı. On yıl sonra, vücudunda uykuya yatmış ayni tümörün uyanması ve kanama yapması sonucu vefât etti. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Altı yıla yakın bir Almanya serüveninden sonra yurda dönerken, bu rûhî fırtınalar sonucu olarak, berâberimde Margot isimli, dini Müslüman olmasa da İslâm ahlâkına ve tasavvuf zevkine sahip, hakikaten çok hanımefendi, merhametli, dürüst bir eşim vardı. Onunla beraber Efendimi ziyârete gittiğimizde elini öpmüş, Efendim onu, o da, Efendimi sevmişti. Bir sonraki ziyaretimde, Efendim bana: “Evlâdım, sakın eşine din değiştirmesi için baskı yapma” buyurdular. Kısa bir süre sonra Efendim “Anneni ziyarete gelmek istiyorum. Rahmetli Hüseyin Bey onu bana emânet etti, aşırı tesbih çekmeye temâyülü vardır, buna müsaade etmeyin diye vasiyyet etti” buyurdular. (Hakikaten annemin aşırı sofuluğa meyli çoktu. Babam, rûhî sıkıntıya girebilir diye belirli sayı ile ve aşırı şekilde tesbih çekmesine izin vermezdi. Mustafa Bey Hazretlerinin bana da bu hususdaki emrini ileride yazacağım). Tensib buyurduğu gün Baltalimanındaki evimizi teşrif ettiler. Eşim çok heyecanlanmış ve yemeğe alıkoyabilmek için çeşitli güzel yemekler hazırlamıştı. 31


Teşriflerinde hepimiz ellerini öptük, anneme, ibâdette aşırıya gitmemesi için telkinde ve duada bulundular. Rahmetli vâlidem Ayşe Sıddıka Hanım, öğrenmek istediği şeyleri sordu. Bu meyanda, çoraba mesh edilip edilemiyeceğini sordu. Esasen Hoca Efendi Hazretleri anneme çoraba mesh edilebileceği hakkında ruhsat vermişti. Mustafa Bey Hazretleri de aynı şekilde müsaade verince kalbi mutmain oldu. Mustafa Bey Hazretleri kahvesini içtikten sonra gitmek üzere kalktıklarında Margot yemeğe kalması için samimiyetle çok ısrarda bulunduysa da kalmadılar. Arabamla kendilerini Teşvikiyeye götürürken, eşimin ikrâmından çok memnun kaldıklarını belirttiler ve “Efendim ‘gönlüme gir de nasıl girersen gir’ derdi” buyurdular. O günden sonra Margot’tan hep “kızım” diye bahsettiler. Her ziyâretimde “Kızım nasıl? “ve” Kızıma selâm ederim” diye iltifat buyurdular. O günden Margotun vefâtına kadar, bilhassa arkadaşlarımızdan bazı kimselerin de bulunduğu (ve muhtemelen ayıplayarak, ‘Bu adamın karısı bir gayr-i müslim’ diye kalplerinden geçirdikleri zamanlarda), Efendim sözü Margot’a getirir ve, “Evlâdım, bana, gayr-i müslimden velî olur mu diye sorarlar. Allahın her lisandan velîsi vardır, ancak onlar yalnız kendilerini kurtarırlar, başkasına yardım edemezler” diye buyururlardı. Bu konuyu kapatmadan bir iki ilâve daha yapayım. 1980 Ocağında Margot aniden tedâvisi kabil olmayan bir kan hastalığına tutuldu. 22 Ocakta sabaha karşı vefât etti. Ben Efendimi rahatsız etmemek için sabah namazı vaktine kadar bekledim. Devlethâneye gittiğimde kapıya vurdum, içerden mübârek sesini 32


duydum. “Kapı açık, gir evlâdım”, dediler, girer girmez de, “Üzülme evlâdım, ben kızıma 150 bin Kelime-i Tevhîd hediye ediyorum” buyurdular. Daha sonra, “Almanyada kızları var, sen onlara annelerini nereye defin etmeyi tercih ettiklerini sor, buraya gelsin derlerse, hiç bir fedakârlıktan kaçınma, onların istediği yere defnedin” buyurdular. Emirleri gibi yapıldı. Berlindeki Defin merasimi sırasında önce Mustafa Bey Hazretlerinin mübarek siması gözümün önüne geldi, daha sonra onun üzerinde Hoca Efendi Hazretlerinin siması belirdi ve tören süresince bu rüyet devam etti. Gayr-i müslimlerle ilgili bir başka hâtıram da şöyle: Mustafa Bey Hazretleri bir kazã sonucu bacak kemiği kırığı için Amerikan Hastanesinde 434 no.lu odada uzun bir süre yatarak tedâvi edildiler. Hastanedeki odaları gece gündüz arkadaşlarla dolardı. Hiç usanmadan, bıkmadan yapılan bu hizmetlere kat hemşireleri hayret ederlerdi. Hatta bir gün başhemşire bana, “Aileler en sevgili insanlarının hastalığında bile 3-4 hafta sonra bıkar, usanırlar. Biz hayret ediyoruz, bu kadar insan her gün daha istekle ve seve seve amcanıza hizmet ediyorlar. Bunun sebebi ne?” diye sormuşlardı. Efendime gelen telefonlar da bazan hemşire istasyonuna bağlanırdı. Bir gün böyle bir telefon geldi, mûtad üzere ben cevapladım. Karşımdaki kişi çok bozuk ecnebi bir aksanla konuşuyordu. “Efendi Hazretleri nasıldır? Hürmetler ederim. Ellerinden öperim. Benden duasını eksik etmesin” dedi. Kim olduğunu sorduğumda “Mösyö dersiniz” cevabını aldım. Şaşırdım, tekrar sordum, yine ayni cevabı aldım. Varıp efendime arz ettim, ayrıca şaşkınlığımı da belirttim. Efendim gülümsiyerek Mösyö adındaki bu zâtın, Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğinde barınmasına izin 33


verilen, fakir, yersiz yurtsuz meczûb bir Fransız olduğunu söyleyerek şöyle buyurdular: “Evlâdım, Allahın her lisandan veîisi vardır. Ancak onlar, yalnız kendilerini kurtarırlar, başkalarına yardım edemezler “.

1970’li yıllarda bir gün Efendime bazı hallerimi, müşkillerimi, endişelerimi, üzüntülerimi arz ettim. Emirgân’daki evim ile işyerim arasında arabayla gidip gelirken, vaktimi boşa harcamamak için kendime göre bazı Esmâ ile tesbih çektiğimi arz ettiğimde şöyle buyurdular: “Kalbini temiz tut, berrak tut, Ehl-i Beyt’e muhabbetten ayrılma, Mustafâ ile Murtezâ ayrı değildir. Velâyet sırrı onda devam eder. Esmâ, müsemmâ ehline gerekmez. Her şey O’ndandır. Karagöz perdesindekilerin hepsini tek el oynatır. Onun için hiç bir şeyi kötü görme, ama tãbi de olma. Daha gençsin, inersin, çıkarsın, inersin, çıkarsın. Yavaş yavaş İnşallah hepsi olur. Yeter ki motor sağlam kalsın. Ben sana işin esâsını özünü söyledim. İçinden gelince üç defa “Yâ Allah, Muhammed Sallâllah” dersin. Daha senin için erken. Ben şimdi mesleğinde ilerlemeni, doçent olmanı istiyorum. Eğer mümkün olursa eski yazıyı da öğrenmeni isterim. Kitapları zevk için okursun. Diğer bazı doktorlar gibi ‘her şeyi ben yaptım’ gibi hareket etme. Herkese, hayvanlara bile yumuşak muâmele et, sakın incitme. Hepinizin birer ev sahibi olmanızı arzu ediyorum” buyurdular. Bir akşam çok aşırı yemek yedim ve, nefsime hâkim olamadım diye de üzüldüm. O gece rüyâmda bir yemek sofrasındayım. Misafiri olduğum yaşlı bir hanım bana, “ Nefs’in ‘N’ si, sabrın ‘S’ si “ diyor. 34


Ertesi gün huzura varınca Efendim Hazretlerine bunu anlattım. Aşırı güzel yemekler yediğim için kendimi ayıpladığımı arz ettim. “Yememene razı değilim. O balıklar bize rızık olmak için yarışırlar, onları yememiz için can atarlar. Yemeklerini, muntazam ve güzel yiyeceksin” buyurdular. Bir başka ziyâretimde, insanın kendi mânevî durumunu, hâlini, nereye kadar terakki etmiş olduğunu bilememesi gibi müşkil meseleleri Efendime arz ettiğimde şöyle buyurdular: “Bazı kimseler gidecekleri yere perdeler ile kapatılmış arabalarda giderler. Onları kimse görmez, kendileri de nereye gittiklerini bilmezler. Varacakları yere vâsıl olunca, kapıcılar koşar, perdeleri açar, onları karşılarlar”, ve sonra da şunları ilâve etmişlerdi: “Acele etmemeli. Aksi halde insan ya benliğine kapılır, veya meczûb olur “. Bir ziyâretimde, muntazaman namaz kılamadığımı arz ettim. “ Evlâdım, ihlâs ile ve maddî menfaat gütmeden hastalara hizmet etmen aynen ibâdettir. İlerde namazını da kılarsın” buyurdular. Bir Cuma günü ziyaret etmek istediğimde, neredeyse öğle ezânının okunma vakti olduğunu görerek, rahatsız etmemek düşüncesiyle kapıdan geri döndüm. Birkaç gün sonra huzura varıp bunu anlattığımda, adeta azarlar gibi bir ifadeyle, “Sizin gelmeniz size bağlı değildir. Biz istemeyince sizler gelemezsiniz ” buyurdular. Bir gün Sahaflar Çarşı’sından Mektûbât adlı bir kitap aldım. Gece okumaya başladım. Bir yerde Muaviye’den “Hazreti Muaviye” diye bahsedildiğini 35


görünce derhal kitabı kapattım. Ertesi gün huzûra varıp bunları naklettiğimde, Efendim şöyle buyurdular : “ Evlâdım, o, Mektûbat değil, Meşkûkat’dır. Efendim Hazretleri buyururlardı ki, okuyacaksanız Niyâzî-i Mısrî Divânını okuyun. Çünki o, divânını tekmîl-i merâtipten sonra yazmıştır. Bir çok velî kemâle ermeden yazdıkları şeyler için sonradan pişman olmuştur amma, yazılan silinmez “. (Buna benzer bir hadiseyi de muhterem Ağbeyim Hamdi Hızalan Beyefendi yaşamıştır. Ona da Hoca Efendi Hazretleri aynı mealde konuşmuştur) Almanya dönüşünü takip eden günlerden birinde, Vefa Lisesinden beri çok sevip saydığım değerli arkadaşım Prof. Dr. Naci Bor, elini öpmekte olduğu bir zâtı kendisiyle beraber benim de ziyâret etmem hususunda ısrar etti. Boş bulunup kabul ettim. Buluşacağımız gün içimde bir sıkıntı ile önce Cağaloğlu’ndaki kitap evlerine bakmak istedim. Ufak bir kitapçı vitrininde Abdülkâdîr-i Geylânî Hazretlerinin ‘Sırr’ül Esrâr’ ve ‘Fütûh’ül Gayb’ isimli eserlerini gördüm. İçeri girip eserleri tetkik ederken, içimden bir ses ‘Sen başka bir zâtın elini öpmeye niye gidiyorsun? Senin el öptüğün azîzin yok mu ?‘ diye beni ikaz etmeye başladı. Her iki kitabı da alıp doğru eve geldim ve bunları okumaya başladım. İlk fırsatta gidip Mustafa Bey Hazretlerinin ellerini öptüm. O zamandan beri, özellikle de Mustafa Bey Hazretlerinin emirleri doğrultusunda, İtikâdî yani inanç esasları ve dini kabuller konusunda yalnızca kâmil ve mükemmil ekâbir-i evliyâullâhın eserlerinden 36


başkasına itibãr etmem. ‘Bakalım ne demiş ?’ diye okuduğum çok kitaplar vardır ama , onları kendime rehber, davranışlarıma yön verici olarak hiç bir zaman kabul etmem. Zaten bir şey ancak zıddı ile anlaşılır. Acıyı tatmayan tatlıyı, soğuğu duymayan sıcağı bilemez. Doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi sağlayacak mihenk taşları ise Azîzânın hikmetli sözleri, emir ve tavsiyeleridir. Esasen bu nâçiz çalışmanın gayesi de, bu mübârek sözleri, o zât-ı âlilere erişememiş olan genç kardeşlerimize iletme arzusudur. Mustafa Bey Hazretleri, kılık kıyafet konusunda da çok titizdi. Ben efendimi, hastalık hariç, hiç bir zaman takım elbise giymemiş, kıravat takmamış, tıraşsız olarak görmedim. Bu yüce Zât-ı Âlî’ler, her haliyle bizlere güzelin, temizin, sağlıklı olanın, halktan ayrı olmamanın örneklerini vermiştir. Hoca Efendi Hazretlerinin de sakal tıraşı olmadan ziyaretine gelen Dr. Hamdi Beyefendiye “Bizim yolumuz kalenderlik yolu değildir. Seni bir daha böyle sakallı görmek istemiyorum” dediğini de muhterem ağbeyim nakletmektedir. İran’da Humeyni’nin iktidâra geldiği günlerde, Devlethânede huzûra vardığımda, mutadı üzere el radyosundan haberleri dinliyorlardı. Spiker İran televizyonlarında çalışan kadın spikerlere çarşaf giyme mecburiyeti getirildiğini söylüyordu. Efendim hazretleri, canının sıkıldığını belirten bir şekilde, “Evlâdım, böyle şey olur mu? Her asrın icâbına uymak gerekir” buyurarak bu uygulamayı tasvip etmediğini açıkça belirtmişti. (Yine halkın mutad kılık kıyafeti dışında giyim 37


konusunda muhterem bir büyüğümden şunu dinlemiştim: (meâlen) Bir arkadaşımız Paris’ten bere almış ve huzûra vardığında, (biraz da aferin bekleyerek), bundan böyle bere giymeye niyetlendiğini arz edince, Hoca Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlar : “ Bizim mesleğimizde halktan medâr-ı tefrik olan şeylere cevaz vermeyiz”). Bazı günler Kapalı Çarşıda bir kahvede Efendimin huzurunda toplanırdık. Sigara içen arkadaşlar için bir paket sigara açılıp kullananlara ikram edilirdi. Ancak, ağza alınacak filtre kısmına el değmesin diye, ikramı yapan kişi paketi ters tarafından açar, eli yalnız yanacak uca dokunurdu. Bir gün, huzura vardığımda Efendimin yüzünde bir gülümseme vardı. “Oğlum, senden biraz evvel buraya bir karı koca ve 7-8 yaşlarında kızları geldi. Beni herhalde birisinden duymuşlar. Kızları sarışın güzel bir çocuk. Benim hoşuma gider diye başını sıkı sıkıya örtmüşler. Kendilerine “Bu çocuğun başını niye örtüyorsunuz? Bakınız ne güzel saçları var. Başörtüsünü açın. Bu çocuğun mûsikiye de istidadı var. Ona bir müzik âleti çalmayı öğretin” dedim. Babası hiç beklemediği bu sözlerim üzerine acele kalktı, arkalarına bakmadan gittiler” buyurdu. Bir gün huzurunda iken şöyle buyurdu: “Biraz evvel ......... Bey buradaydı. Epeyceparası varmış, onunla mahallelerindeki câmi’ye yüksek bir minare yaptırmak istiyormuş. Benim fikrimi sordu. Yakınlarında, komşularında muhtaç durumda olan kimseler yok mu? Bu parayla onlara yardım et dedim ”. 38


Mustafa Bey Hazretleri, Amerikan Hastahanesinden taburcu olduktan sonraki günlerde halsizlik ve kansızlık için iğne şeklinde bir ilâç tatbik etmemi emrettiler. Böyle bir ilâca başladım. Haftada iki defa enjekte ediyordum ve kendilerini son derece iyi hissetmeye başladılar. O zaman tek kullanımlık enjektörler bulunmuyordu. Özel bir cam enjektörü evde iyice sterilize ediyor ve çok itina ile zerk ediyordum. Uzunca bir süre sonra, bir taraf enjeksiyon yerinde sertlik ve hassasiyet belirdi. Bir abse başlangıcı idi. Meslek hayatımın hiç bir döneminde bu kadar üzülüp utandığım, kahrolduğum başka bir olay yoktur. Efendim beni teselli etti. Şükür olsun ki problem kısa zamanda tedavi ile geçti ve operasyona lüzum kalmadan iyileştiler. Amerikan Hastahanesine yatmış olan Nurullah Kılıç Bey isimli, Merkez Efendi Hazretlerinin ahfãdından nurâni yüzlü bir zâtı dahilî yönden muayenem ve sonra takip ve tedavim istenmişti. Bu zâtın tedavisine evinde de devam edilmesi gerekti ve Fındıkzâde’deki evine bir çok defalar gittim. Bir ziyaretimde bana, kendisine biat etmemi teklif etti. Bunu Efendim Hazretlerine anlattığımda öfkelendiler ve: “Seni kimse benden alamaz” buyurdular. Ondan sonra Nurullah Beye yalnızca hekim olarak hizmette bulundum. Bir başka hâtıram da, nezâketin doruğunu simgeler. Bir gün huzûruna varıp elini öptüğüm (mübarek elinin hem dışını, hem de avucunun içini öptürürdü) esnada bir hanımefendi hazırlamış olduğu kahvesini getirdi. Efendim: “Doktor Fatih Beye de kahve 39


yapınız” dedi ve kendi fincanını sehpanın üzerine koydu. Hanımefendi benim kahvemi hazırladığı sürece de fincana elini sürmedi. “Efendim kahveniz soğuyacak” diye yalvarmama rağmen, benim kahvem getirilene kadar beklediler. Ondan sonra beraberce içtik. Böyle büyük bir zâtın bir naçiz bendesine karşı bile bu derece hassasiyetle nezâket göstermesi, bizler için emsalsiz bir davranış örneği olmalıdır. Bazan ziyâretim yemek zamanlarına rastlarsa, sofralarına dâvet buyururlardı. Bu mübarek sofrada ufak sahanlar içinde konulan yemekler çok bereketli ve lezzetli olurdu. Bazı arkadaşlar özel olarak lahmacun yaptırır, getirirlerdi. Efendim yeşil acı sivri biberleri çok severlerdi. Bir defasında bilmeden ağzıma attığım çok acı bir biberi nasıl yuttuğumu hala hatırlarım. O kadar acı olanını yiyemesem de, o sofrada tabak dolusu biber yeme alışkanlığını ve zevkini kazandım.Almanyalı eşimin vefâtından sonra, Efendim, sık sık bir çocuğum olmasını arzu ettiğini izhâr eder ve yeniden evlenmemi emrederlerdi. Bugünkü eşim olan Güner’le söz kesilmeden önce kendisine : “Seni Amucama götüreceğim, eğer o tasvib ederse bu iş olur, etmezse olmaz “ dedim. Beraberce devlethâneye gidip elini öptük. Efendim bizi karşısına oturttu. Memnun bir ifadeyle hal ve hatırımızı sorduktan hemen sonra Güner’e hitaben: “ Kızım insanı yanıltan nefsidir. ‘ Ben ‘ dememeli . Senin aleyhinde olan kimseyi buyur etmeli, bilhassa izzet ve ikram etmeli. İnsan ise anlar ” buyurdular. Nitekim her huyu çok iyi olan eşim, kötülük gördüğü kimseleri kolay affedemez. Bütün ısrarıma rağmen onlarla barışmakta zorlanır. Efendim bunu ilk nazarda görmüş ve tashih etmesi için nasihat etmişti. 40


Efendimin tasvibi ile evlendik ve yine onun himmetinin semeresi olarak vefatlarından yedi ay sonra bir kızımız, Fatma Deniz oldu ki, dünya gözü ile görmediği halde ‘ Mustafa Dede ‘ sine çok büyük bir sevgi ile bağlıdır. Derdini, şikayetini odasındaki dedesinin resmine anlatır, hatta beni ona şikayet eder ! Onun duası berekâtıyla bütün hayatınca ihlâs ve ikrârında sâbit olmasını dilerim. Babam Hüseyin Şemsi Beyin vefâtı hakkında Efendimden bizzat dinlediklerim : Babam 1956 yılı Mart’ında ãhırete göçtüğü zaman ben Amerikada idim. Vefâtından hemen önce Mustafa Bey Hazretleri babamı görmeye gelmiş ve babam, iki elini öptürdüğü annemi ve bizleri ona emânet etmiş. Bu ziyârete ait tafsilâtı, defalarca efendimin kendi mübârek lisanlarından dinlediğim şekilde aynen aktarıyorum (Bunu her anlatışında mübârek gözleri dolu dolu olurdu): “Evlâdım ben böyle ölüm görmedim. Eve girdiğimde doktorlar başucunda idi, kan veriyorlardı. Doktorlardan Cevat Bey, ‘Ben hiç böyle bir hasta görmedim’ diyordu. Kanı kestirttim. Doktorları dışarı çıkarttım. Baban, o hasta ve zayıf halinden beklenmeyecek şekilde doğruldu, oturdu. Arkasına yastık koydular. Bana ‘Haydi kardaşım beraber söyliyelim ‘ dedi. O ‘ Mürşid kişi niyetine ‘ dedi, ben “Mürşid kişi niyetine” dedim. Bir müddet konuştuk. Anneni ve kardeşlerini çağırttı. Elimi öptürdü. ‘Hepsini sana, seni de Hakka emânet ediyorum’ dedi. Sonra bana: ‘Kardaşım, müsaade edersen başımı Mehmed’in göğsüne yaslayayım’ dedi. Ağabeyinin göğsüne başını dayadı. Devamlı 41


Allah’ı zikrediyordu.” (Ağabeyim Mehmet Beyin

ifadesiyle: babam son anlarında devamlı “ Allah, Allah, ” ve “Haktan Hakka, Hû “ diye zikrediyormuş.)

“Vedâlaştık, ben odadan çıktım. O esnada, holde bulunan, halan imiş, bir hanım, ‘Evliyâ gibi kardeşim ‘ diye ağlıyordu. ‘ Gibiyi kaldır hanım ‘ dedim. Ben bir kapıdan çıktım, Cennetmekân baban öbür kapıdan çıktı. Dr.Cevat Bey ve diğer doktorlar hayret içinde, Biz ne böyle bir konuşma, ne de böyle bir ölüm görmedik ‘ dediler .“ Efendim bunları anlattıktan sonra : “ Evlâdım, etrafına bir bak, baban gibi adam, annen gibi hanım kalmadı “ diye iltifatlarını esirgemezdi.

42


Bu Bölümün Lugatçesi : Devlethâne = Büyük bir zâtın evi için kullanılan deyim Tevâzuen = Tevâzu gereği olarak Neş’et etmek = Meydana gelmek, bir yerden çıkmak Râyiha = Güzel koku Zuhûr etmek = Ortaya çıkmak Teveccüh etmek = Bir şeye yönelmek Biat etmek = Birisine bağlılığını ve güvenini bildirmek Huşû = Yüksek bir huzurda duyulan sevgi ve korku Müşâhede = Gözlem Cemî-i ahvalde = Her hâl ve durumda Tecellî = İlâhî kudretin meydana çıkması (çoğul: Tecelliyât) Şiar = Ayırt edici güzel âdet Hazîre = Mezarlık, duvarla çevrili bahçe Müsâit = Uygun Tevdî etmek = Bir şeyi bir yere teslim etmek İptidâi = İlkel, geri kalmış Temâyül = Eğilim Taltif etmef = İltifat etmek İhvân = Yakın dostlar, candan arkadaşlar Esmâ = İsimler, (burada) Cenâb-ı Hakk’ın isimleri Müsemmâ = Bir isim ile isimlendirilen İstikãmet = Yön, (burada ) doğruluk Muhtevâ = İçerik Teeddüben = Edeb / terbiye icâbı Mektûbat = Mektuplar Meşkûkat = Şüpheli / şüphe edilen şeyler Tekmîl-i merâtip = Mânevi makamları tamamlama Müceddid = Yenileyici Müşevviş = İşi karıştıran, anlaşılmaz hale getiren Tasvîb etmek = Onaylamak Hâl = Allah’ın lütfuyla kalbe güzel manâların geldiği , fakat kalıcı olmıyan mânevi durumlar Makãm = Allah yolunda çalışarak kazanılan kalıcı mânevi mertebeler Halktan Medâr-ı Tefrîk ( olacak ) = Halktan kendini ayırt ettirecek, halktan ayrı olmaya sebep olacak şey Cevaz vermek = Olur vermek, izin vermek, Ârif = Hak’kı lâyıkıyla bilen, irfan sahibi Cennetmekân = Âhırette yeri cennet olan

43


AZÎZÂN’IN KELÂM-I ŞERÎFLERİ SERTÜRBEDÂR AHMED AMİŞ EFENDİ HAZRETLERİ MEHMED TEVFİK KAYSERÎ HAZRETLERİ AHMED TÂHİR MEMİŞ MARÂŞÎ HAZRETLERİ MUSTAFA ÖZEREN HAZRETLERİ


SERTÜRBEDÂR AHMED AMÎŞ EFENDİ (ksa) HAZRETLERİ’NİN KELÂM-I ÂLİLERİ “Allah’dan gayri bir şey yoktur. Allah’ın aynı da yoktur.”

1.

“Allahın takdîr etmediği vukûa gelmez. Takdîr ettiğinden korkmak da küfürdür .”

2.

3.

“Allah tecellisini tekrar etmez.”

4 . “Esmâ-ı İlâhiye, Zât-ı İlâhiye’nin libâsıdır. Her an bir libâs ile zuhur eder. Onun hükmü bitince diğer bir isimle telebbüs eder.” Esmâ = İsimler Esmâ-ı İlâhiye = Cenâb-ı Hakkın güzel isimleri, Esmâ-ül Hüsnâ Libâs = Elbise, kıyafet Telebbüs etmek = Elbise giyinmek, bir kılığa bürünmek 5. ”Allah bu dünyâda esmâ ile tecelli buyurur. Hangi esmâ ile zuhûr ederse, diğerleri ona tâ’bî olur.”

“İnsanların çoğu mâbûd-u mevhûma tapar. Esmâ ile müsemmâ ele gelmez. Önce müsemmâyı tanımalı.“

6.

Mâbûd = Kendine ibâdet edilen Mevhûm = Vehm olunmuş, aslında yokken kuruntularımızla var sandığımız Mabûd-u Mevhûm = Var olduğu sanılan ilâh

45


7, “Mütecellî

vâhid, meclâ müteaddittir .”

Mütecellî = Tecellî eden; Vâhid = Tek Meclâ = Tecellînin göründüğü / ortaya çıktığı yer Müteaddit = Birden fazla, bir çok, çeşitli 8. “UIûhiyet ile ubûdiyet sırlarına âşinâ olana Abdullah denir.” Ulûhiyet = Allah’lık sıfatı, kendisine kulluk edilen, kendisine ubûdiyet edilen Cenâb-ı Hakk’ın bir vasfı Ubûdiyet = Kulluk, kul olduğunu bilip Allah’a ibâdet etmek Âşinâ olmak = Tanımak, bilmek Abd-ul-lah = Allah’ın kulu, Allah’ın, kendisinde bütün Esmâ ile tecelli ettiği kul. Allah ismine mazhar olan insan. Bu isim Hazret-i Peygamber (sav)’e tahsis edilmiştir, O’na tâbi olan vârislerine de bu isim verilir.

“Nefhâ-i sırr-ı Hudâ’dan haberdâr olana ‘ârif’ denir.”

9.

Nefhâ = Nefes, üfürme Sırr = Gizli hakikat Hudâ = Rab, sâhip, Cenâb-ı Hakk Ârif = Cenâb-ı Hakk’ı hakkiyled bilen, irfan sahibi 10. “ ‘Kelâm-ı nefsî’ her lisandan sâdır olur. fakat lisân-ı Arab’a bürünmüştür” Kelâm-ı nefsî = Cenâb-ı Hakk’ın lafz ( söz ), harf, ve ses olmayan zâtî kelâmı Sâdır = Çıkan, meydana gelen

“Allah’ın akve’l kuvâ, â’ciz’ül â’ciz olduğunu anlayınca ‘hah ‘ dedim.”

11.

Akvâ = En kuvvetli Kuva = Kuvvetler Akve’l kuvâ = Güçlülerin en güçlüsü Â’ciz’ül â’ciz = Âcizlerin en âcizi

46


“Allah’ın öyle nedimleri vardır Muhammed’den (sav) dahî gizlidir.”

12.

ki,

Nedim = Sohbet arkadaşı

“İnnemâ yahşellâhe min ibâdihil ulemâ. (Fatır28) Bütün kullar Allah-ı Teâlâ’dan, O da âlim kullarından haşyet eder. Haşyet ederse titrer mi? Yok. Pâdişahın vezirini sayması gibi sayar.” Haşyet etmek = Korkmak 14. “Bütün ârifler Allah’da fenâ bulur. Allah’da kâmil’de fenâ bulur.” Fenâ bulmak = Bir şeyin başka bir şeyde (meselâ sâlikin Hakk’ın varlığında) yok olması ( Bekâ’nın zıddı )

“Cenâb-ı Hakk şerr-i cüz'îyi kullanır, altından hayr-i küllî zuhûr eder. Cenâb-ı Hak hayr-i cüz'îyi kullanmaz ki, altından şerr-i küllî zuhûr eder.” 15.

Şerr = Kötü iş, / kötülük. Şerr-i Cüz’î = kısmî şer Şerr-i küllî = Bütünüyle ( tümüyle ) şerr Hayr = Faydalı / iyi iş Hayr-ı cüz’î = Kısmî hayr Hayr-ı küllî = Bütünüyle ( tümüyle ) hayr 16.“..Ve

asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm, ve asâ en tühibbû şey’en ve hüve şerrün leküm...’ buyurdular. (Bakara, 216 : ...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır, ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir,,,)

47


17. (Ahmed Tahir Memiş Hazretlerinden rivayetle) “Allah benimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynar. Oynar oynar sonra ne yapar ? ... Yer”

“Ye Allah için , iç Allah için, otur Allah için, gez Allah ile”

18.

“Haydin haydin kapuları kakalım, yari can’da kıstırıp anda halvet edelim.”

19.

20. “Ahmed Amîş Efendi hazretleri” Tevâcüd , vecd, vücûd “ der, sonra eliyle diline işaret ederek “Hal dili ile buradan ötesi söylenemez ki” buyururmuş. Tevâcüd = Vecd haline geçmek için çaba sarfetmek Vecd = Kendini kaybedercesine İlâhi aşk’a dalmak Vücûd = Var olma, varlık, En mükemmel anlamdaki vecd hali, Hakk’ı vecd’de bulmak. 21. “Allah mükevvenâtı zulmette halk etti. Zulmet

vahdet demektir.”

Mükevvenât = Yaratılmış her şey, bütün mahlûkât Zulmet = Karanlık Vahdet = Bir’lik, Tek’lik 22.

“Allah sûretle zâhir oldu.”

Suret = Şekil, biçim. ( Tasavvufta ) Allah insanı kendi sûretinde yarattığından Kâmil İnsan Hakk’ın sûretidir. Zâhir olmak = Ortaya çıkmak, görünmek

“Ezelde hilkat yoktur, zuhûr vardır. Her şeyin ism-i âlî'sini bil, babanın verdiği isimle çağır “Hilkat = Yaratılış

23.

Zuhûr = Meydana çıkma

24. “ Cemî-i mevcûdât Hakkın zuhûrudur. Şuûnât-ı

48


İlâhiyye irâde-i Zâtiyye'dir. Allah hadd-i Zâtında ekberdir.” Cemî-i mevcûdât = Varlıkların tümü Şuûnât-ı İlâhiyye = Cenâb-ı Hakk’ın işleri, fiilleri İrâde-i Zâtiyye = Cenâb-ı Hakk’ın ‘Zât’ının irâdesi Hadd-i zâtında = Aslında Ekber = En büyük 25.

“Görünen mertebedir, hakîkatı Hakk’dır.”

Mertebe ( Çoğulu : Merâtib ) = derece, Basamak, rütbe. Varlık’da 6 mertebe vardır: Zât-ı Ahâdiyyet, Hazret-i Vâhidiyyet, Ruhlar, Nefs’ler, ( Misâl ve Melekût Âlemleri ), Mülk Âlemi, Kevn-i Câmi ( İnsân-ı Kâmil ).. Alttaki bir mertebe bir üsttekinin tecelligâhı’dır. En üstteki mertebe tecelligâh değildir, zira onun üstünde bir mertebe yoktur. (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü – Prof. Süleyman Uludağ ) 26.

“Allah hadd-i zâtında Ekberdir”

Hadd-i zâtında = Aslında

Ekber = En büyük

Bir gün Mecdi Efendi huzurda iken Efendi Hazretleri – çok muhtemel olarak vahdet-i vücûd inancında aşırılığa kaçanları kasdederek- “Ben Allah’ım, ben Allah’ım, ben Allah’ım” dedikten sonra “Ben Allah’ım demekle insan Allah olur mu ?” buyurmuşlar.

27.

Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin Tırnova’daki medrese hocası, Hazretin Ömer’ül Halvetî Hazretlerine intisâbına râzı değildir. Hocasının hatırını kırmak istemeyen Hazret üzüntülüdür, hocasının da Şeyhine biat etmesini arzular. Bir gün karşılaştığı Ömer’ül Halvetî Hazretleri şöyle buyurur: “Biz senin kalbine kancayı taktık. Ne tarafa dönsen delik Allah’dan tarafadır. Sonunda 28.

49


Medresedeki hocası da biat eder. ” ‘Tuz iki maddeden ibâret olup, her biri ayrı ayrı alınırsa birer semm-i mühlik olduğu halde, ikisinin bir arada alınması mûcib-i fâidedir ‘ diyen bendegânından bir doktorun bu ifâdesi üzerine,‘ Allah Celle Celâluhû ile Muhammed Sallâllâhû Aleyhi vesellem ve Ali de böyledir’ buyurdular.”

29.

Semm-i mühlik = Helâk edici zehir Mûcib-i fâide = Fayda sebebi Bendegân = Birisine bağlanmış kimse 30. “ ‘İnnallâhe lâtifün bi’l-ibâd’ (*) ‘Allah kullarına

lâtiftir ‘ değil, Allah kullarında lâtiftir. Çünkü evvelkisi isneyniyeti icap ettirir” (*) Şûra Suresi 19 : “ Allahü latiyfün bi’ibâdihi yerzuku men yeşâ ; ve hüvel kaviyyül’azîz “ (Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır; O kuvvetlidir, güçlüdür )

Lâtif =Çok lütfedici, hoş, güzel

İsneyniyyet =İkilik

“ ‘Bismillah’ın manası: Allah’ın bendeki taayyünü ile”

31.

Taayyün = Meydana çıkmak, ãşikâr olmak 32.

“Lâ ilâhe illâllâh’da ‘İlâh’ şâgil mãnãsınadır.”

Şâgil = Meşgul eden / edici, işgal eden, bir mülkte oturan 33.

“Hakk insân-ı kâmildir.”

“Taşı nur, toprağı nur, kâmil ölmez kab’tan kab’a boşalır.” (Hamami Tevfik Efendi Hazretleri bir süre ihvânı

34.

50


ile Kağıthanede teferrüce (gezintiye) çıkarlar. Bektâşi can’larından bir zat’da Karyağdı Tepesinde demlenir ve bu zevâta ‘hay huyenlar’ dermiş. Bir gün Hazret abdest alıp bu Can’ın yanına gider ve kulağına birşeyler söyler. Bunun üzerine o can hemen Hazret’in ayaklarına kapanıp. “Vallâhi budur. Billâhi budur, bundan başka yoktur” diyerek biat eder. Sorulduğunda şöyle der: 45 Sene önce şeyhim Âlem-i Cemâl’i teşrif buyururken “Senin kulağına kim ‘Kâmil ölmez, kabtan kaba taşınır’ sözünü söylerse senin sülukun onun yanında biter” buyurdu. Kırkbeş senedir bunu bekliyordum. “ ) “Hakikat-ı salât, insân-ı kâmil’e tek bir secdeden ibarettir. O secde, rûhun, rûh-u azîm’e inkiyâdından ibârettir.”

35.

Hakikat-ı salât = Namazın hakikati İnsân-ı kâmil = “Âlemlerin hepsini kapsayan İsm-i Âzam makâmındaki zât ki, benliğinde mülk, melekût, ceberût ve lahût âlemlerini camîdir“ (= toplamıştır ) (- Lübb’ül Lübb / Özün Özü, Muhiddîn-i Arabî, çev. İ. Hakkı Bursevî - M FG ) Rûh-u azîm = Yüce / en büyük ruh İnkiyâd = Boyun eğme, itâat etme, teslim olma 36. “ ‘Elestü birabbiküm’ de ruhun ‘belâ’sını burada izhardan ibarettir.”

(Cenâb-ı Hakk’ın “Elestü birabbiküm = Ben sizin Rabbiniz değil miyim ? ” sualine, ruhlar: “ Belâ“ ( belî ) yani “ evet Sen bizim Rabbimizsin “ diye cevap verdiler.)

“İlim irfan demektir; irfan Hakk’ı bilmektir. Eğer Hakk’ı bilmezse, ha bir kuru emektir.”

37.

51


38. “ ‘ Hayye alesselâh ’ mü’minleri salâte; ‘hayye

alelfelâh ’ münkirleri felâha dâvettir.“

Salât = Namaz Felah = Kurtuluş

“Allah’ın öyle kulları vardır ki, Allah’ın üzerine yemin verseler, behemehâl Allah onların yeminini icrâ buyurur.”

39.

Behemehâl = Mutlaka, her halde, ister istemez

“Zãhiren kaderiyyûn, bãtınen ceberiyyûn'dan ol “

40.

Zahiren = Dış görünüş itibariyle, görünüşte Kaderiyyûn ( Kaderiye ) = Kul kendi yaptıklarının hâlikidir diyen, cüz’i irâdeyi kabul eden doktrin Batınen = İç yüzü yönünden Ceberiyyûn ( Ceberiye ) = Cüz'i irâdeyi inkâr eden fatalist doktrin / mezheb

“ İrade-i Teklifiye , İrade-i Tekviniye’nin zuhûru içindir. İrâde-i teklifiye irâde-i tekviniye’nin aynı ise o kişi saîddir. Değilse şakîdir. ”

41.

İrâde-i teklifiye = Kulun kendi (cüz’i) özgür irâdesi ile yapıp yapmamakta serbest bırakıldığı İlâhî emirler / teklifler İrâde-i Tekviniye = Cenâb-ı Hakk’ın yaratma irâdesi İrâde-i Külliye = Allah’ın yaratılmış her şeyi kapsayan mutlak irâdesi Saîd = Allah tarafından sevilmiş, O’nun rızâsına ermiş kişi Şakî = Haydut ( ‘ a ’ kısa, ‘ î ’ uzun okunur )

“Allah’ın takdir etmediği vukua gelmez. Takdir ettiğinden korkmak da küfürdür.”

42.

52


” Allah’ın senin alnına yazdığı şeyin men’ine Muhammed (sav) bile kãdir değildir.”

43.

44.

“Mârifet Hak’tan râzı olmaktır.”

“Allah benden râzı olmasaydı beni dünyaya getirmezdi. Ben Allah’tan râzı olmalıyım.”

45.

“Sen Allah’a hizmet et; Allah tekmil kullarını sana hizmet ettirir.”

46.

47.“Âyete

bakılırsa, Allah “Kün” demedi. Bir şeye “Ol” demeyi murâd ettiği anda olur”

Kün = ‘Ol’ manasında emir. Cenab-ı Hakk bir şey için ‘Kün’ dese o şey vücuda gelir. Allah herşeyi ‘kün’ emri ile yaratmıştır.

“Ârifler için irâde-i cüz’iyye’yi tasdik etmek küfürdür. Mahcuplar için de irâde-i cüz’iyye’yi adem-i tasdîk küfürdür”

48.

Arif = Hakk’ı hakkıyla bilen İrade-i cüz’iyye =Kişinin kısıtlı iradesi Tasdik = Onaylamak , ( burada ) kabul etmek Mahcup =Perdelenmiş, anlayışı kısıtlanmış Adem-i tasdîk = (‘a’ kısa) kabul etmemek , (burada : inkâr mânâsına ) 49. “İrâde-i külliyye’nin efrâd-ı beşerde zuhûruna

o ferdin irâde-i cüz’iyyesi denir.”

Efrâd-ı beşer = İnsanoğlunun bireyleri, ferdleri

“‘ İyyâke Na’büdü ve iyyâke nestain’ irâde-i cüz’iyeyi silmiş süpürmüştür. “

50.

51. ( Kuşadalı Efendimizden ) “Şeyhimin mertebesi

53


HAKK, Resullüllah sallallahü aleyhi vesellem Efendimizin HAYY, Allah’ın mertebesi HÛ’dur buyurmuşlar.“ Hakk ( El Hakk) = Doğru, gerçek, her hakkın sahibi Allah (cc) Hayy (El Hayy) = Devamlı hayat sahibi Allah (cc) Hû = Allah’dan başka ilâh olmadığını ifâde eden ‘O’ mânâsındaki zamir ( Lâ ilâhe illâ Hû ) 52.

.

“Ben bazen, ben’siz Allah derim.”

Kuşadalı Efendimiz “Hakk ulûhiyeti kimseye vermez. Fakat bazen (bu) fakirden tecelli eder” buyururmuş

53.

“ ‘O, bu, hep O’ derler. ‘O, bu, hep bu’ imiş. Bunu anlayınca üç sene gökyüzüne bakamadım”

54.

(Bir gün mübarek parmakları ile enfiye alıp) “Ârif (bir başka rivayette kâmil) te bu zerreden bile Hakk’ı simâ eder. Rüzgar uğultusu, kapı gıcırtısı, sinek vızıltısı hep Hakk’tır. ”

55.

Simâ etmek = işitmek, kulak vermek

“Her ne zaman elimi duaya kaldırsam, bir de bakarım ki bütün mükevvenât dileklerini (bu) fakîre arz ediyorlar.”

56.

Mükevvenât = Bütün yaratılmış şeyler

“Nûr-i Nübüvvet Efendimize, ‘Seni kendim, âlemi de senin için yarattım’ buyuruldu. O, rûh-i pâki ile akdem, vücûd-u pâki ile hâtemdir.”

57.

Nûr-i nübüvvet = Peygamberliğin nûru Rûh-i pâk’i = Pâk / tertemiz / mübârek rûhu

54


Vücûd-u pâk’i = Pâk / tertemiz / mübârek vücûdu Akdem = Daha önce Hâtem = Son, en son

“Abdiyyet-i Muhammediyye’nin zerresini idrâk eden, başını yerden kaldıramaz .“

58.

Abdiyyet = Kulluk

”Bir yere giderken, ‘Resûl Efendimiz’in Mekke’den Medineye hicret buyurdukları gibi ben de hicret ediyorum’ deyiniz.”

59.

60. “Medine’de

olun, Medine’de oturmayın.”

Bey’den rivâyetle):Türbede bir gün Sakal-ı Şerif ziyâret edilirken, Salât'ü Selâm esnâsında: " Medine'ye gidip Muhammed'i (sav) toprağın altında aramayınız" buyurdular.

61.(Nevres

“Resûl’e muhabbet vâcibdir. Eğer Resûl’ümüze muhabbet aşk derecesini bulursa, o vakit “İnsan benim gizli hazinem, ben insanın gizli hazinesiyim” hadîsi vardır, onun sırrı tahakkuk eder. Aşk gönlü istilâ edince nefis ölür “

62.

Vâcib= Yapılması gerekli, terki câiz olmayan emr-i İlâhi.

“Kimin Resul’e muhabbeti fazladır, imânı tamdır. Kimin noksan ise imânı noksandır. Onun ahlâkını taklid edersek, onun muhabbeti kalbimize nüfûz eder. Zikir aşkı, aşk da visâli doğurur “

63.

Visâl = Vâsıl olmak, kavuşmak “Her saadetimiz 64.

mubabbetimizledir.”

Resûl-i

Ekrem’e 55


” Her velînin kemâli, Resûl-i Ekrem’i anlayışı nisbetindedir.”

65.

66. “ Ravzã-i Mutahhara’yı ziyâretle namaz kıldım.

Dua ediyordum. Hazreti Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem efendimizin, sağ tarafımdan zuhûr ile şu âyet-i kerîmeyi okuduklarını işittim:...felâ tes’elni ma leyse leke bihî ilm...” (Hud, 46 : Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme”)

Ravza-i mutahhara = Fahr-i Kãinat Efendimizin kabr-i şerîfleri ile Minber’in arasındaki sãha

Hazreti Azîzimiz Medine’de minber ile mihrap arasından teveccüh ettiğinde Resûlüllâh sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz zuhûr buyurup, bãzı iltifatlarda bulunurlar. Hazreti Azîzimiz de kendilerinden üç şey sual buyururlar. Bunlardan birinde Üveys-el-Karâni (Hz) ile mülâkatlarının hakikatinden sual buyurmuşlar. Resûlüllâh (sav) Efendimiz : “ O benim velâyet-i âmme’me kadehimiz gibidir “ buyurmuşlar.

67.

Teveccüh = Bir şeye doğru yönelmek Velâyet = Velîlik, ermişlik, Tanrı dostluğu Velâyet-i âmm = Bütün fertlere ve mallara geçerli olan velâyet.

“Diğer verese-i Enbiyâ kendi müridlerini dâirei mezûniyyetleri kadar terâkki ettirirler. Vâris-i Muhammed’e hudûd yoktur.”

68.

Verese-i Enbiyâ = Nebi’lerin vârisleri Dâire-i mezuniyyet = Sahip olduğu yetki / izin kadar Vâris-i Muhammed = Hazreti Muhammed (sav)’in varisi olan zat

56


“Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem efendimizin görüldüğü rüyânın sãhibi Muhammed sallallâhü aleyhi vesellemdir. Onu kimse tefsir edemez.”

69.

Tefsir etmek = (Burada: ‘O’nun yerine görünmek’ manasına ?)

“Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem efendimizi rüyâda gören, münkir ise müslim, fãsık ise sâlih, sâlih ise evliyâ’ya terâkki eder, (onlara) mülhak olur “

70.

Fâsık = Hak yolundan sapan, günahkâr Sâlih= Dini emirlere uyan, faziletli Mülhak olmak = İlhak olmak, birilerine katılmak 71.

“Her şeyin başı Ehl-i Beyt’ e muhabbetdir”

Ehl-i Beyt (Âl’i Abâ) = Peygamber Efendimizin (sav) ev halkı : Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz.

“Duaların en hayırlısı nedir? diye sorulduğunda şöyle buyurdular: ‘Yârabbi bizi Ehl-i Beyt kapısından ayırma ‘ ”

72.

“Hakîki Tevhîd: Allah, Muhammed, Ali’ dir. ALLAH, MUHAMMED, ALİ, HÛ.”

73.

Tevhîd = Allah’dan başka ilâh ve varlık olmadığına îmân etmek, birleme

“Mustafâ’yı, Murtezâ’yı şey-i vâhid bilmeyen azabtan kurtulamaz.”

74.

Murtezâ = Beğenilmiş, seçilmiş (Hazreti Ali’nin ( r.a. ) bir lâkabı ) Şey-i vâhid = Tek bir şey

57


“Efendim Hazretleri şöyle buyururdu: Aynada baktım özüme, Ali göründü gözüme”

75.

“Ehl-i Beyt’e çok muhabbet etmeli, çok sevmeli. Necât yolu Ehl-i Beyt’in yoludur.”

76.

Necât = Kurtuluş, selâmet

”Sahâbe-i Kirâm Efendilerimizin derecelendirilmeleri Ehl-i Beyt’ten sonra gelir. Ehl-i Beyt’i seven Peygamberini; Peygamberini seven Allah’ı sevmiş olur.” buyurdular.

77.

78.

“Her mü’min Alevîdir, ama her Alevî mü’min değildir.” “Sairleri halîfe-i Hakk’dır. Hazreti Ali Halîfe-i Resûl’dür.”

79.

(Nevres Beyefendi’den): “ Şeyhim bana sual buyurdu: “ Adem’den evvel din var mıydı? “Evet Efendim vardı. Din-i İslâm”. “Hazreti Muhammed kaç kişiyi irşâd buyurdu?” Ben de korktum, lisânen söyleyemedim. Şehâdet parmağımla işâret ederek “Bir” dedim. “Evet yalnız Hazreti Ali’yi irşâd buyurdular.”

80.

“Resulullâh sallâllâhü aleyhi vesellem buyururlar ki: “Biz Ali ile bir vücudduk. Bu âleme geldik, baş ayrıldı” 81.

“Diğer Sahâbe-i Kirâm tâlim ve terbiye ile Hazret-i Resulûllah (sav) Efendimizi anladılar. Hazret-i Ali (ra) aynaya baktı, kendini gördü.”

82.

58


Hazret-i Resûlullah (sav) Efendimiz tarafından Hazret-i Fâtıma’ya (sallallahu tealâ aleyhima ve alâ âlihima ) buyurulmuş ki : “Allah mükevvenâta nazar eyledi, iki kimseyi kendisine intihâb etti. Onun birisi senin baban, birisi de senin zevcindir.”

83.

Mükevvenât =Tüm yaratılmışlar İntihâb = Seçmek

84. “Bazı kişiler Hazret-i Ali (ra) efendimizi Hazret-i

Resüllâh (sav) Efendimize şikâyet ettiklerinde “Ondan bana şikâyette bulunmayınız. ‘ innehû mahsûsun fi zâtillâh ‘ (= O, Allah’ın zât’ına tahsis edilmiştir ) buyurdular” 85.

” Ebû Tâlib Radiyâllâhü anhü’dür”

Radiyâllâhü anhü = Allah ondan râzı oldu ( olsun )

(Nusret Hanımefendi rivâyetiyle) Hazreti Haticetü’l Kübrâ ( selamullâhi aleyhâ ) vâlidemizin vefâtı sırasında Resûlüllâh (sav ) Efendimizin şöyle demiş olduğunu buyurdular : “Ya Hatice, ortağın olan Hazreti Meryem’e benden selâm söyle.” 86.

87. ( Dilekleriniz olursa ) “Hazreti Fâtıma Anamız’dan

dileyin. O çok merhametlidir. Kendisinden niyâz edileni geri çevirmez. ”

Niyâz = Yalvarma, yakarma, dileme

(Mustafa Özeren Efendim Hazretlerinden) “Oğlum, Efendim Hazretleri, ‘beni iki direkli (bâzan da: ‘iki direkli oniki kapılı’) şehirde (=İnsanda ) bulursun’ buyururlardı.”

88.

59


89.

“Kâinat tek vücuttur, zübdesi ise insan.”

Zübde = Bir şeyin özü / özeti 90.

“Şu an, bu an, her an kemâkân.”

Kemâkân ( kemâ kâne ) = Eskiden olduğu gibi

“Elhamdülillâh, Elhamdülillâh, Elhamdülillâh, zuhûru kemâliyle tecelli etti.“

91.

Zuhûr = Görünme, ortaya çıkma Kemâl = Olgunluk, mükemmellik Tecelli etmek = İlâhi kudretin meydana çıkması / görünmesi 92. “Allah’ın tecellisi münkirden mü’mine geçti .”

“Güzel ses âlem-i ervâhtan haber getirir. Âşıkın aşkını, fãsıkın da fıskını artırır “.

93.

Alem-i ervâh = Ruhlar âlemi

“Melâikenin avâmı, havassı insanların havassına hâdimdir. Melâikenin avâmı, havassı, hass’ül-hasları insanların hass’ül-haslarına hâdimdir. İnsanların has’ları evliyâullâh ve hass’ül-has’ları enbiyâullâhtır. Melâike’nin hass’ül-hasları, İsrâfil, Azrâil, Cebrâil ve Mikãil aleyhümüsselâmdır.”

94.

Avam = İlim ve irfânı kıt olan kişiler / halk Havass = İlim ve irfânı yüksek, itibarlı kişiler Hass’ül-has = Has kişilerin en has olanları, en yüksek mertebedekiler Hâdimdir = Hizmet eder 95. “ Allah Hz Âdem’e hitab etmiş: ‘ Ya Âdem, sen

beni eskisi gibi göremezsin. Görmek istediğin

60


zaman, fer’in olan Havvâ’ya bak. Havvâ’ya hitâb etmiş: Ya Havvâ, beni eskisi gibi göremezsin. Görmek istediğin zaman aslın olan Âdem’e bak’.” Fer = Şube, kol, bir aslın neticesi, dal, budak

“Âdem’e inen ilk suhûf: Hesap, bir’den dokuz’a kadar rakamlar; ikincisi: hendese; üçüncüsü mimârî’dir. Onun için hesap kıyâmete kadar terakki edecektir .”

96.

Suhûf = ( Peygamberlere indirilen ) Sahifeler Hendese = Geometri

“Âdem bir tane değildir evlâdım. Şimdiye kadar 28.000 Âdem gelip geçmiştir.”

97.

“Hazreti Âdem’e bütün diller teklif edildi ama o, Türk lisânını seçti. Onun için Türk devleti ilelebed pãyidâr olur.”

98.

İlelebed = Ebediyete kadar Pãyidâr = Devamlı var olmak 99.

“Kur’ana gönül bağı ile bağlanmalı.”

100.

“‘Okuduğum Kur’anın ma’nâsına uygun yaşamayı nasib et. Kullarını onunla âmil kıl Allah’ım ‘ diye dua etmeli. “ Âmil = Yapan, işleyen

“Kur’an okurken veya salâvât-ı şerîfe getirirken, nefesinizin kesildiği zaman içeriye yutkunduktan sonra nefes alınız.”

101.

102.

“Kur’ân-ı Kerîm’de bazı kelimât vardır ki, 61


takdim te’hir olursa mânâ-yı hakîkîsi zuhûr eder. Bazan harfin takdim ve te’hiri icâb eder. Bunu ârif bilir.” Kelimât = Kelimeler Takdim ve te’hir = Sondakini başa, baştakini sonraya almak Mânây-ı hakîkîsi = Hakîkî mânâsı

“Hâtime Fâtiha’nın aynıdır. Saâdeteyn arasındaki şekâvete; şekâveteyn arasındaki saâdete itibâr yoktur.”

103.

Hâtime = Son, bir şeyin nihâyeti Fâtiha = Bir şeyin başlangıcı, Kur’an’ın 1. Sûresi Saâdeteyn = İki mutluluk Şekâveteyn = Bedbahtlık, bahtı kara’lık, haydutluk

Bir gün Kur’an okuyorlardı. “Ben alimim. Siz de Kur’an okursunuz amma benim gibi değil. Ben okurum, mefhûmu gözümün önünden geçer” buyurdular.

104.

Mefhûm = Sözün ifade ettiği mânâ

“Kur’an’ı kapatırken: ‘Yârabbi, cümle Ümmet-i Muhammed’le beraber ilmiyle âmil eyle’ diye dua etmeli.”

105.

106.

“Çok Kur’an okuyan bunamaz “

(Nevres Bey rivâyetiyle) “Namazda okunan Kur’an’ın her harfi (kelimesi) için yüz sevap, namaz haricinde abdestli okunan Kur’an’ın her kelimesi için elli sevap, namaz haricinde abdestsiz okunan Kur’an’ın her kelimesi için yirmibeş sevap verilir” buyurdular.(Hadisi şerif)

107.

62


Evliyâullah’dan bir zât Kur’an tilâveti yüzünden mazhar-ı velâyet olmuş,Sonra gözleri âmâ olmuş. Ne vakit Kur’an okurlarsa gözleri açılır, hitâmında yine kapanırmış.

108.

Tilâvet = Okumak Mazhar-ı velâyet olmuş = Velilik mertebesine erişmiş Hitâmında = Sonunda

“Kur’an okurken veya salâvat-ı şerîfe getirirken nefesiniz kesildiği zaman içeriye yutkunduktan sonra nefes alınız”

109.

110. “Efendim Hazretleri ‘Beni bu türbenin türbedârı zannederler, oysa ki biz bütün bu âlemin türbedârıyız’ buyururdu.”

“Rahmân ve Rahîm isimleri esmâ-i Muhammediye’dendir. Onunla zuhûr edince tadından yenmez” buyururlardı.

111.

“Hazret’i Resûlullâh sallallâhü aleyhi vesellem’ den bana gelinceye kadar bu tecelliye kimse mazhar olmadı. Ben Rahmânirrahîm tecellisine mazharım. Benden şer beklemeyiniz” buyururdu.

112.

Tecellî = İlâhî takdirin meydana çıkması, kader Mazhar = Sahib olma, nail olma, şereflenme

Bir gün Hazret-i Azîzimizi ziyârete gelen bir hanım, Efendimizi Kur’an okurken gördüklerinde “Efendim, ne zaman gelsem sizi Kur’an okurken buluyorum” demiş. Azîzimiz de: “Hanım, ben başka kitapları da okudum, aradığımı bunda buldum” buyurmuş.

113.

63


“Kabire toprak atılırken Sure-i Rahmân’ı okuyunuz.”

114.

115. Ahmed Amiş

Efendi Hazretleri 1877'de ikinci defa İstanbul'a geldiği zaman, Fâtih türbedârı Niğdeli Bekir Efendi Hazretleri irtihâl-i dâr-ı bekâ etmeden önce Amiş Efendi Hazretlerine "Benim vaktim tamam, benim yerime sen türbedâr olacaksın, Evkafa git muâmeleni yaptır" buyurmuşlar. İlk iki gün muâmele tamamlanamamış. Üçüncü gün "mutlaka üç saat içinde muâmeleyi ikmâl ettir" buyurmuşlar. Söylenen zamanda muâmele tamamlanmış ve huzûra girdiğinde, Bekir Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlar: "Ahmed! Benim vaktim tamam, artık gidiyorum. Senin yanında ölürsem belki dayanamazsın. Bir kaç dakika dışarı çık, bir dolaş" buyurmuşlar. Emri yerine getirip tekrar içeri giren Amiş Efendi Hazretleri, Bekir Efendi Hazretlerinin aynen yerinde oturduğu vaziyette ebedî âleme göçtüğünü görmüşler ve bunu şöyle anlatmışlar: "Ahh... O ölmedi, ben öldüm... Yaşayan O!"

İrtihâl-i dâr-ı bekâ = Bekâ (ebediyet) âlemine göçmek

Ahmed Amîş Efendi Hazretleri Şehzâdebaşında dâmâdı Ahmed Naim Bey'in hânesinde irtihâl-i dâr-i bekâ buyurduğunda gasil işini o semtteki Şehzâdebaşı Câmii imâmı yapması gerekirken, o zât bulunamadığı için Fâtih Câmii imâmı Bekir Efendi yapmış. Bekir Efendi bu gasil işini tâ'zim ve i'tinâ ile yaptıktan sonra Hazret'in elini ve yüzünü öpmüş. Ahmed Avni Bey ve Evranoszâde Sâmi Bey'in ısrarla sorması üzerine olanları anlatmış. Şöyle ki ondan

116.

64


10 sene önce Sarıgüzel Hamamı'nda yıkanırken, zayıf, nahif bir zât olan Türbedâr Hazretlerini görünce yıkanmasına yardımcı olmayı teklif etmiş. Bunun üzerine Amiş Efendi Hazretleri teşekkür ettikten sonra şöyle buyurmuşlar: "Sen beni şimdi kendi hâlime bırak. Fakat inşâallah bilâhere beni iyice yıkarsın." Gasil ( gasl ) = Mevtayı yıkama, gusül

Ahmed Amiş Efendi (ksa) Hazretleri Âlem-i Bekâ'ya hicret buyurduklarında yedlerindeki kutsal emâneti Mehmed Tevfik Kayserî Hazretlerine teslim etmişlerdir. Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri, sarayda Sultan Abdülhamid Hân'ın sofra hizmetlerini görmekle vazîfeli iken Abdülhamid Hân'ın hal' edilmesini tâkiben mânevi arayış içersinde olmuşlardır. Bizzat kendinden işiten Nevres Bey tarafından nakledildiğine göre, bir gece rüyâsında Ayasofya ile Sultanahmed câmileri arasında büyük bir kalabalık toplandığını görür. Tellâllar "Hazreti Muhammed (sav)'e kurban olacak kimse yok mu?" diye bağırmaktadırlar. Kayserili Azîz hemen "Ben varım" deyince onu kurulmuş bir tahtın önüne getirirler. Elinde kılıç tutan yaşlı bir zat: "Muhammed'e (sav) kurban olacak sen misin?" diye sorar. "Evet benim" cevâbını alınca kılıcı ile Mehmed Tevfik Efendi'yi kurban eder. Ertesi gün Fatih türbesine giren Mehmed Efendi Hazretleri, ma'nâ âleminde kendisini kurbân eden zât ile karşılaşır ki bu Ahmed Amiş Efendi Hazretleridir. Amiş Efendi Hazretleri "Gel bakalım Muhammed’e (sav) kurbân olan!" deyince Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri derhal elini öperek Türbedâr Hazretlerine teslim olmuştur.

117.

65


(MFG'nin Notu: 17. Asrın büyük velilerinden Abd'ül Ehad Nûri Hazretleri'nin, Ayasofya'da vaaz esnâsında kendisine Kutb-ul Aktâb'lık makâmı ihsân edilmesi üzerine irticâlen okuduğu meşhur manzûmede, yukarda zikredilenlerle tevâfuk teşkil eden şu beyitler vardır: "Salâdır ehl-i irfâna, Getirsin cânı meydâna Bugün başını kurbâna Koyan gelsin bu meydâna" ) Yed = El Kutb’ul Aktâb = Kutub’ların Kutbu İrticâlen = Hazırlık yapmadan güzel söz veya şiir söylemek Tevâfuk = İki şeyin birbirine uygun düşmesi. Salâ = (Burada:) Meydan okuma, ‘ kendine güvenen varsa çıksın ‘ diye bağırma

Nevres Bey'in rivâyeti ile Mehmed Tevfik Kayserî Hazretleri şöyle buyurmuşlar: Bir gün Efendi Hazretleri "Abd'ülehad Nûri'ye git, benden selâm söyle" buyurdu. Ben de gittim, türbeye yaklaştığımda türbedâr kapıyı açtı, bana "Buyurunuz" dedi. Kendisi girmedi. Ben girip : "Kutb'ul - ârifin, gavs'ul - vâsılin birâderiniz Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin selâmı var" dedim. Onlar da "Aleykümselâm ve aleyhisselâm" buyurdular."

118.

Buna benzer olarak Ahmed Tahir Memiş Hazretlerinin naklettiğine göre, Ahmed Amiş Efendi Hazretleri, Kastamonu'ya giden bir bendesine: “Şâban'ı Velî'yi ziyâret et, benden selâm söyle, redd-i selâm oluncaya kadar ayrılma " buyururlar. O zât da ziyâret eder, Hazret'in selâm-ı âli'lerini

119.

66


tebliğ eder. Biraz bekledikten sonra Şâban-ı Velî Hazretleri zuhûr ederler ve " ve aleyhisselâm " buyururlar. Redd-i selâm = Selâm'a selâm ile karşılık vermek

(MFG'nin NOTU: Yukardaki her iki rivâyet'de de cevâbî selâm (redd-i selâm) da "ve aleyhisselâm" lâfzı kullanılmaktadır. Abd'ül Ehad Nûri Hazretleri selâma hem 'aleykümselâm' diyerek hem de ve aleyhisselâm' olarak karşılık vermiştir. Bunun bir sebeb-i hikmeti olmalıdır. Bir müslüman diğerinin selâmına karşılık verirken "aleykümselâm" der. Fakat nebi mertebesinde bir zât'ın selâmına karşılık verirken "ve aleyhisselâm" denir. [Türkçe - İngilizce Redhouse Sözlüğü'nde ve Ferit Devellioğlu'nun ' Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lugat'ında , 'aleyh-is-selâm' sözcüğü, "O'na selâm olsun mânâsında Peygamberlerin adı anılırken kullanılan bir söz " olarak verilmiştir.] Haddimi aştı isem yüce efendilerimizin affına sığınırım. )

(Nevres Bey’den rivayetle): Türbedar Hazretleri bir bendesine "Sadık'a yaz, yanına gelenlerin kimine cehren, kimine kalben benden selâm söylesin. Kalben selâm verdiklerinde 've aleyküm selâm' diyene rastgelir" buyurdular.

120.

121. (Ahmed Tahir Memiş Efendi Hazretlerinden rivayetle) : Hazret-i Ali (r.a) buyurdu ki: "Dünya'da iki şeyden korkmam. Biri Allah'ın takdir ettiği, diğeri de etmediği şeyden." Bunu bir yerde okudum. Efendim Hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki " Allah'ın takdir etmediği vukua gelmez, takdir ettiğinden korkmak da küfürdür." 122. "Sekerât-ı mevt'e düşenlerin yanında dilindeki kuvvete göre ya 'lâ ilâhe illâllah' veyahut 'Allah' deyiniz. Bir defa 'lâ ilâhe illâllah'

67


veya 'Allah' derse lafı kesiniz. Şâyet o adam bundan sonra dünyâ kelâmı ederse yine tekrar 'lâilâhe illâllah' deyiniz. Yine bir defa 'Allah' deyince kesiniz " buyurdular. Sekerât-ı mevt = Can çekişen kişinin kendinden geçmesi hali

( Abdülbaki Gölpınarlı şöyle naklediyor: ) - "Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi Hazretleri derdi ki: "Ahmed Amîş Efendi Hazretleri Üsküp'e gidip Nûr'ul Arabî'den icâzet almışlardı. Bu icâzet meselesini anlatırken Nûr'ul Arabî için şöyle derdi: "Bre, icâzeti verirken mühürünü Besmele'nin 'Ba' sının tam üstüne bastı."

123.

(Not: Gölpınarlı'nın babası Ahmed Agâh Bey ile Amîş Efendi hazretleri'nin oğlu Ahmed Hakkı Bey, Evkaf tahsilât kaleminde beraber çalışırlarmış ) 124. (Nevres Beyden rivâyet) Birgün abdest almışlardı. Kurulanmadılar. "Hazret-i Muhammed (sav) bazen böyle yaparlardı" buyurdular.

125. (Nevres Bey rivayetiyle, Amiş Efendi Hazretleri):

“Ben gençliğimde mutaassıbdım. Lisan okuyanlara itiraz ederdim . Şeyhim bir gün: “Ahmed, bir İngiliz, bir Fransız, bir Rus geldiler, Fatiha-i Şerif’i kendi lisanlarında okursan Müslüman olacaklar” buyurdu. Ben de durdum kaldım.” Bir gün huzurda bulunuyordum. Namık Kemâl Bey'in 'Vatan Yahut Silistre'sinde askerlerin "Allah muinimiz olsun" sözlerine karşı Abdullah Çavuş'un " Allah'ın işine karışmayacağız, yoluna gideceğiz" dediğini arz ettim. Ellerini vurarak "Tam söz budur" buyurdular.

126.

68


"Elinizden bir şey giderse yerinme, bir şey gelirse sevinme" buyurdular. Ben de gayri ihtiyâri" Efendim bu Allah mertebesidir" dedim. "Evet Allah mertebesidir" buyurdular. "Bunlardan birini yaptım, birini yapamadım" buyurdular. Lâkin hangisini 'yapamadım' buyurmuş olduğunu hatırlamıyorum.

27.

128. (Mustafa Bey Hazretleri’nden:) “Efendim ‘İhvânıma kötü ruhlar musallat olamaz. Aman deyecek kadar hastalanmazlar. Seyr-i sülûku itmâm etmeden bu dünyadan göçmezler’ buyururdu”. Seyri sülûk = Hakk’a ermek için bir kâmil rehberin yol göstereciliğinde yapılan mãnevî ve rûhî yolculuk. İtmãm etmek = Tamamlamak

“Efendim buyururlardı ki : ‘İhvânımı seven bendendir, seveni seven de bendendir’.” ( Mustafa Bey Hazretleri de şöyle buyururdu: “Seveni seveni sevenler de ..“ ) 129.

İhvân= Kardeşler, sadık arkadaşlar, ( burada : ‘İrşad dairemde bulunanlar’ ) 130. “Buyururlardı ki: ‘İhvânımdan biri şarkta, biri

garpta olsa ân-ı vâhidde imdâdına yetişirim’.” ( Muhterem Dr. Hamdi Beyefendi, Hoca Efendi Hazretlerinden şöyle nakleder: “Hamdi, hani o mürşîd-i kâmil ki, ihvânından biri şark okyanusunda, biri garp okyanusunda sıkıntıya düşse, ân-ı vâhidde ikisinin de imdâdına yetişir”).

Şark = Doğu, Garp = Batı. Ân-ı Vâhid = Tek bir an

69


131.

“Bir bardak suyu bile ücretsiz içmeyiz”

“Talep yok. Talep etmeyiz, geleni de geri çevirmeyiz.”

132.

133. “Bu niçin böyle oldu ? Bu böyle olmamalıydı” gibi sözler câiz değildir. Çünki bundan Allah’a akıl öğretmek çıkar .”

Ahmed Amîş Efendi Hazretleri damatları Naim Bey’e buyurmuşlar ki: * Dağı dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın; * ‘Şu şöyle olsun, bu böyle olsun’ dan kurtuluncaya kadar şeyhe muhtaçsın; * Kendinle konuşuncaya kadar şeyhe muhtaçsın; * Gelene sevinmeyinceye, gidene yerinmeyinceye kadar şeyhe muhtaçsın; * Yer taban, gök tavan arasındaki cümle mahlûkãtı kendinizden mukaddem ihvân bilmedikçe şeyhe muhtaçsın ‘.”

134..

Mukaddem = Birşeyden daha önce / daha önde gelen İhvân = Kardeşler, sâdık arkadaşlar

“Yer taban, gök tavan arasındaki kâffe-i mahlûkãt ihvânınız olmayınca tevhid kokusu duyulmaz”

135.

Kâffe-i mahlûkãt = Bütün yaratılmışlar

“İnsan geçmiş eyyâmı düşünerek bugününe şükretmeli.” 136.

Eyyâm = Günler, zamanlar 137. “Dünyada eşini bulamazsan, işini bilemezsen

rahat edemezsin .”

70


138.

“Aradığını vücud dükkânında bulursun .”

139.

“Mârifet, Hak’dan râzı olmaktır ”

140. “ Gittiğiniz yerde gönül safâsı bulabiliyorsanız

oraya devam ediniz. Gittiğiniz yer burası dahi olsa, gönül safâsı bulamıyorsanız sizin için buraya gelmenin bir faydası yoktur.” “Biz kabul ettiğimizi yedi göbek yukarıdan, yedi göbek aşağıdan kabul ederiz .“

141.

“İyi bir iş yaparsan vücûd giyer. O, senin hâdimin olur. O bir melâikedir. Fenâ bir iş yaparsan o vücûd giyer, o senin zebânindir”

142.

Vücud giyer = Varlık kazanır Hâdim = Hizmetçi Zebâni = Cehennemde görevli melek

“İleri gitme, geri kalma, âdet etme, âdeti bozma.”

143.

“İleri gitmeyin, ayağınıza basarlar; geriye kalmayın tekme atarlar ! Saf’da duracaksınız, namazda nasılsa öyle... Hizâyı muhâfaza edeceksiniz” ( Hadîs-i şerîf: “Hayr’ul umûri evsatuhâ“

144.

= her şeyin hayırlısı ortasıdır )

“Kimseye nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun diye sormak câiz değildir. Eğer birisi sorarsa, şuradan geliyorum, buraya gidiyorum deme. Daha doğrusu: “Minhü ileyh” (= O’ndan geldim, O’na gidiyorum ) dersin .”

145.

146.

“Kâfir yoktur. Sen kâfir dediğin için kâfirdir 71


“Sâlik ne sofu, ne sefîh, ikisi ortası olmak gerek .”

147.

“Ve mâ’rifet ehli, eşyânın ilmi ne üzerine ise hakikatle bilmiş ve görmüştür. Mahbûb şânında buyurur: ‘...Kul hel yesteviyllezine yâ’lemûne velleziyne lâ yâ’lemun‘ (Zümer,:9, De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ) ‘ ... Ve ülâike hümül müflihûn’ ( Bakara, 5 : Ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır ( ‘ ... Ve hümül mühtedûn’ ( En’am, 82 : Ve onlar doğru yolu bulanlardır ) ‘ ... Ve lâ hüm yahzenûn’ ( Bakara 262 : ve onlar üzülmeyeceklerdir ? ‘ ... İnne ibâdiy leyse leke aleyhim sultân...’ (İsra, 65: Muhakkak ki benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiç bir hâkimiyetin yoktur ) ‘ Ve alleme âdem’el esmâe küllehâ...’ (Bakara, 31 : (Allah ) Âdem’e bütün isimleri öğretti ... ) Ve nice bunun gibi âyât (ayetler) inmiştir. İmdi tasarrufa mâil olanlardan olmayasın ! ‘Kellâ innehüm an Rabbihim yevmeizin lemahcûbun. Sümme innehüm lesâlülcahîym’ ( Mutaffifin, 15,16: Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (O’nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar kuşkusuz Cehennem’e gireceklerdir ) Ve mâ’rifet ehli şânında buyurur : ‘Ma’siyetullahi illa biinayetillah ve la kuvvete ala ta’atillah illa bitevfikillah’ (Ancak Allah’ın inayeti ile günah işlenir ve ancak Allah’ın mıvaffak kılması ile Allah’a ibâdete güç yeter)

148.

Mâ’rifet = Bilmek, irfan sahibi olmak (Mâ’rifet’in zıddı inkâr’dır ) Mahbûb : Muhabbet edilen, sevilen Şân = (burada :) Hakkında, hâli, keyfiyeti. ( mahbub hakkında, marifet ehli hakkında gibi )

72


( Mahbûb şânında = Muhabbet edilenler hakkında ) Mahcûb = Üstü perdelenerek gizlenmiş olan, utangaç Tasarruf = (Buradaki mânâsı ) : Kerâmet göstermek, Allah’ın, velî kuluna eşyâya ve varlıklara hükmetme yetkisi vermesi – (Not : Hakikatta tasarrufda bulunan (mutasarrıf ) Allah (CC)’dır, velîler de Allah’ın lütfu ile kerâmette bulunurlar.) Mâil olanlardan = Meyledenlerden Tâ’at = İbâdet etmek, Allah’ın (CC) emirlerini yerine getirmek, itâat etmek 149. “Bizim yolumuzun esâsı, Allahdan gãfil olmamak, kimseyi incitmemek.”

“Gıyâben biat vermek âdetimiz değildir. Fakat yüz kere istiğfar, yüz de salât’ü selâm okusun; bir de : ‘Eser-i eseri’ş şey zâlike’ş şey Nûr-u nûru’ş şey zâlike’s şey ‘ olduğunu bilsin” (Bir şeyin eseri kendisi olunca, nûr’un karşılığı da yine nûr’dur) Buyurdular

150.

Eser = Bir şeyin varlığına delalet eden şey, Birinin meydana getirdiği şey, yazılan kitap Zâlik = Bu,şu,o ; kezâlik, bunun gibi, böylece

(Nevres Bey’den rivâyet) “Eğer senin sırrında işret etmek yoksa, kimse senin yanında işret edemez” buyurdular. 152. “Tabiatinde sekir vermek istidâdı olan bir şeyi içmekten, içmemeği tercih ederiz .” 151.

Sekir ( Sekr ) = Sarhoşluk

“Yapmakla yapmamak arasında muhayyer bırakıldığımız bir şeyde yapmamayı tercih ederiz.”

153.

Muhayyer = Seçmesi / seçilmesi serbest olan

73


“Yanınızda birisi Kur’ân-ı kerimi yanlış da okusa tashih etmeyiniz. ( Doğrusunu okuyarak ) Biz böyle biliyorduk deyiniz .”

154.

Kayserili Aziz (Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri) iki tavuk alıp Amiş Sultan'a götürmüş. Amiş Efendi "hangisi iyi ise onu pişir" demiş. Mehmed Tevfik Efendi "Efendim birini kırk paraya, öbürünü elli paraya aldım" demiş. Amiş Efendi Hazretleri tekrar "Hangisi iyi ise onu pişir" demiş ise de Kayserili Aziz aynı cevabı tekrarlamış. Bunun üzerine Amiş Efendi: "Aferin köftehor, Hakk'ın mahlukları arasında tefrik yapmamayı öğrenmişsin" buyurmuş.

155.

” Tenezzül ayn-i terâkki’dir.” (Nevres Beyin rivâyetiyle Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri şöyle buyurmuş): “Tuizzü idim, tüzillü’ye geldim” ( = Azizlikten zelilliğe ; Allah-ı Tealâ’dan kulluğa indim) (Ahmed Tâhir Marâşi Hazretleri de şöyle buyurmuş:” Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri ölecekleri gün kapının eşiği önüne uzanmış, perişan bir halde ağlıyorlarmış. Sormuşlar: “Ya Abdülkâdir, niye ağlarsın? Senden bahtiyâr kimse var mı? Sen zamanın kutbu’sun.”. Cevaben “İşte en son mertebeyi burada zillette buldum” buyurmuşlar. Bizim Türbedâr Efendi Hazretleri de zillette buldular.” )

156.

Tenezzül = Alçalma, aşağı inme Ayn-ı terâkki = Yükselme / ilerleme’nin ta kendisi.

Vazifeyi yaparken, “Yârabbi, Sana hizmet ediyorum” demeli.”

157.

74


“Sizden, birinin hâlini sorarlarsa, tek bir iyi hâlini biliyorsanız, onu söyleyiniz.”

158.

159. Harbiye Mektebi Fransızca hocası olan Nevres Bey’e: “Karşınızda ders okumak üzere gelenler indallâh sizden büyüktür.” İnd-Allâh = Allah yanında, Allah katında

“Siz derse ders hazırlayarak girmeyiniz. Kalben talebeye biat ediniz. Onlar lâzım olan şeyi size söyletirler.”

160.

Biat ( bey’at ) = Birisine bağlılığın bildirilmesi

“Kaç numara verelim ?” diye mümeyyizlere sorduğun zaman, ne derlerse onu vermeyecek isen, sorma ! Sözün nereden geldiğini bil.“.

161.

Mümeyyiz = Sınav odasında bulunup talebeyi değerlendiren kimse.

Şeyhim bana : “Ahmed, sen huzurdasın, diz otur” buyurdular.

162.

Bir kadın Ahmed Amîş Efendi Hazretleri’nden Medinede Resulüllâh (sav) hazrerlerinin Ravzâ-i Mutahhara’sına konmak üzere bir dua yazmasını rica eder. Hazret bir pusulaya bir iki satır yazıp verir. Kadın “ Ama bu kadarcık olur mu?” deyince “Hadi git be kadın. Ben onu zâtımdan Muhammed’ime yazdım. Elbette olur” buyururlar.

163.

“Bir kahvede otururken yanınıza biri gelirse kahve ısmarlayınız. Osmanlılık budur.”

164.

75


“Bir yere girdiğiniz zaman kapuyu nasıl bulursanız öyle bırakınız”

165.

“Kimseyi incitme, avcılıkla uçan kuşlara bile dokunma.” 167. “Bizi sevenleri sevenler imânlarını kurtarmadan ãhırete gitmezler.” ( Mustafa Beyefendi Hazretleri : “Seveni seveni sevenler de” buyururdu.) 166.

“Yaptığınız kabahati kimseye söylemeyin, hüküm giyer, çünkü şâhit oluyor.”

168.

“Karşınıza bir adam geldiği zaman yüzünü gördüğünüzde Hakk’ı hatırlatıp zikr ettirirse, o, mü’mindir.”

169.

170. “Vazifeniz başında benden size selâm getirip

de bir şey teklif ederlerse yapmayınız.“

171.

“Eve girersen halvet, çıkarsan celvet.”

(İnsân-ı kâmil mertebesindeki bazı ehlullâh o halvet hâli üzre kalmak arzu eder. Kimisi de Haktan halka döner ve irşâd makâmına geçer. Bu zâtlara celvetî denir. Bunlar celvette halvettedir, yani, zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olurlar. Niyâzi-i Mısrî Hazretlerinin halveti, Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerinin celveti tercih buyurdukları rivâyet edilir - MFG ) Halvet = Yalnızlık, tek başına kalmak Celvet : Fenâfillâh olan sâlikin halvetten çıkması

“Olmuş olmuştur, olacak da olmuştur. Olacak bir şey yoktur.”

172.

76


“Taşı nur, toprağı nur; kâmil ölmez, kalpten kalbe boşalır.”

173.

“Zât görünür, görünmez.”

174.

bilinmez;

sıfât

bilinir

“Kalbini daima Hakla bulundur. O vakit her şey Kur’an olur, için dışın Kur’an olur. ”

175.

“Ağlayamıyorum. Eğer gözyaşı dökseler benim de gözlerim yaşarır. Küçüklerin gözyaşları büyüklere gelir, onları müteessir eder. Anlar da ilticâ ederler. Allah da kabul buyurur.”

176.

İlticâ etmek = Sığınmak 177.

“Hüner, ikiyi bir etmektir”

“Her şeyin ism-i âlî’sini bil, babanın verdiği isimle çağır.”

178.

“Mecdi, söz ağzımdan çıkar, unuturum. Fakat ben ne söylersem hâdisât ona göre zuhûr eder”.

179.

“İnsanda en son kaybolan, mânevî saltanat hırsıdır.”

180.

181.

“Yokuşu severim, inişi sevmem.”*

“Nefsi öldürmek o kadar zordur ki, ben nefsimi öldürdüm diyen evliyânın daha köşeyi dönmeden nefsi karşısına çıkar. Yendim sanırsın, yere atarsın, bir de bakarsın ki yine karşına dikilir. ”

182.

77


183. “Gerçek kurban, tüm mâsivadan benlik bakiyyesini ifnâ etmektir. ” Mâsivâ = O’ndan gayrısı ( Allah’dan başka herşey ) İfnâ = Mahvetmek, yok etmek 184.

“İslâmda vefâ esastır.“

“İnsan gönlü, sırr-ı mübhemdir. İnsanla oynamaya gelmez.”

185.

Sırr-ı mübhem = Belirlenemeyen gizli hakikat 186. “A’mâ diye, gözü görmeyene denmez; didâr-ı

Hakk’ı görmekten mahrûm olana denir.”

Didâr-ı Hakk = Hakk’ın yüzü

“Kader bahisleri akıl ile halledilemez ve anlaşılamaz, ‘hâl’ ile anlaşılır. Onun için ehlullâh kader meselesinin konuşulmasını yasak etmişlerdir. ”

187.

Hâl = İnsanın irâde ve çabası olmadan Allah’ın lütfu olarak kalbe gelen güzel ma’nâlar.( Hâller geçicidir, halbuki mücâhede ile kazanılan mânevi makamlar kalıcıdır.)

“Mükevvenât bütün teferruatıyla insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber. ”

188.

Mükevvenât = Bütün yaratılmışlar, bütün mahlûkât

“Namazı kılmazsan işine şeytan, kılarsan Rahmân karışır. ”

189.

“Namaz olmazsa niyâz olmaz. Niyâz olmazsa münâcat, münâcat olmazsa rü’yet, rü’yet olmazsa hakikat olmaz. O da olmazsa Hak bulunmaz. ”

190.

78


Niyâz = Yalvararak isteme, yakarma, dua Münâcaat = Allah’a yalvarmak, Yalvarış konulu manzume Rü’yet = Göz ile veya kalb gözü ile görmek 191.

“Bizim yolumuz muhabbet yoludur.“

“İnsan şişmemeli, ibâdetine mağrur olmamalı. Tâatin işlenişine değil, kabûliyetine bakılır.”

192.

193

“En büyük ibâdet, Hakk ile daim olmaktır

194.“Muhabbette

fâni olan, vuslatta bâki olur.”

“En büyük ibâdet ve sevâb, bir kalbi şâd etmek, sevindirmektir. En büyük günah da, bir gönül kırmak, ihtizâz ettirmektir.“

195.

İhtizâz ettirmek = titreştirmek , deprendirmek (incitmek)

“Vücûduna sözü geçmeyenin başkasına sözü geçmez.“

196.

197.

“Maddeden geçmeyen mânâyı bulamaz.”

“İnsanların bazıları, kendilerini kurtarmadan başkalarını kurtarmaya kalkışıyor.”

198.

“İrşâda mezûn olmadığı halde başına adam toplayanın, Müseylemet’ül -Kezzâb ile haşrından korkulur.“

199.

Müseylemet’ ül - Kezzâb = Yalancı Müseyleme. Asr-ı Saâdette peygamberlik iddia etmiş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür. 200.

“ Münâfık esfel-i sâfilîn’in esfelidir.“

Sâfil = sefil , düşük ahlâklı, karaktersiz ( çoğulu : Sâfilin ) Esfel = En sefil, en alçak, en aşağı

79


201. “

Ma’siyete rızâ aynıyla ma’siyettir.“

Ma’siyet = İtaatsizlik, günâh, isyân

“Tedbir, takdîre muvâfık düşerse muvaffak olunur.“

202.

Takdîr = Kaderde yazılan

Muvâfık = Uygun

“Tedbirde kusûr edip de takdîr-i İlâhiyeyi itham etmemeli.“

203.

204.

“Nâs lâyık olduğu idâreyi bulur.“

Nâs = İnsanlar, ahali 205.

“Nâs’a hizmet, Hakk’a ibâdet gibidir.“

“Mal ve can emniyeti ile huzûr; doğruluk, emniyet ve insâf ile mümkündür.“

206.

“Aşağı başa bağlıdır. Bütün kötülükler yukardan gelir.”

207.

208. “Vâli ismi Esmâ-i Hüsnâ’dandır. Vâli halka hizmetle mükelleftir. Rızık sıkıntısı çekmekten berî’dir.” Beri’ = Kurtulmuş, yük altında olmayan 208. “Zulüm ve itisâfın cezâsı evlâda intikal eder.” İtisâf = Haksızlık ve zulüm

“Sahâvet sıfât-ı enbiyâdır. Sahî adam cennete girer. Cennet de burada başlar.”

210.

80


Sahâvet = Cömertlik, el açıklığı Sahî =Cömert, eli açık, Sıfât-ı enbiyâ = Nebîlerin / peygamberlerin sıfatları 211. “Her mazhar yalandan ictinâb etmeli. Çünkü

yalan insanı hacil eder, kepâze eder.”

İctinâb etmek = Kaçınmak, sakınmak, çekinmek Hacil = Utanmış, utanan ( ’a’ kısa okunur ) 212.

“Makam, servet ve ilim ucûb vermemeli.”

Ucûb = Kibir, gurur

“Biz evlâd-ı sulbiyyeye maneviyyeye îtibâr ederiz.”

213.

değil,

evlâd-ı

Evlâd-ı sulbiyye = Döl evlâdı

“İnsanı şaşırtan nefsidir. Nefsiyle ölçer, aklıyla muhâkeme eder.”

214.

“İstikâmet üzere devam edilirse mukadderattaki şer hayra tebdil edilir.”

215.

İstikâmet = Doğruluk, namuslu hareket, Allah’a kulluk etmek

“Câhil inat eder, inkâr eder; kâmil sabreder; ârif seyreder.”

216.

“Câhil, bilmeyendir.”

217.

bilmeyen

değil,

bilmediğini

“Her alınan kitabın üç defa okunmak hakkı vardır “

218.

81


(Yüksek hakikatlara ulaşmayı kastederek şöyle buyurdular ): Bu iş kitapla olmaz, fakat kitapsız da olmaz “

219.

220. “Bundan

böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur’an okuyun, Hadis okuyun, Mesnevî okuyun. (Niyazi-i Mısri Divanı için de ayni beyanları vardır). Başka kitaplarla uğraşmayın. Tasavvuf kitaplarını yazanların çoğu (henüz) yolda iken yazdılar. Neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur. Sizi şaşırtır. Ama Mevlâna gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı “

221.

“Dünyada rahatlık gönül hoşluğuyladır.”

“Kimsenin eksiği ile uğraşmayınız; rahat edersiniz.“

222.

223.

“Benim yanımda kimseyi zemmetmeyin.”

Zemm etmek = Kötülemek, birisinin ayıplarını söylemek,

“Bir şeyin olması için çok ısrar etmeyiniz. Gönlünüzü ona takmayınız. Siz ısrar ettikçe o sizden uzaklaşır.”

224.

“Size zararı dokunan bir iyilik, başkasına iyilik sayılmaz.“

225.

“Bana bir şey sorduğunuzda söylediğimi aynen yapın.”

226.

“Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden daha hayırlıdır.”

227.

82


228.

“İvazlı ve maksatlı ibâdetten hayır gelmez.”

İvaz = Bir şeye karşılık olarak verilen şey / bedel 229.

“Allah’ı an da nasıl anarsan an, yeter ki an !”

230.

“Kalb safâsı, beden hafifliği iste“

“Maksad safâ-i kalb, hiffet-i bedendir. Maksad bu safâ-i hakîki-i kalb’i getirmektir”.

231

(Mustafa Özeren Efendim Hazretleri bu fakire şöyle dua etmeyi emir buyurmuştu : “Yarabbi, iki cihan saâdeti, kalb neş’esi, gönül huzûru, beden hiffeti lütfeyle” (MFG ) Hiffet = Hafiflik Safâ-i hakîki-i kalb = Kalbin hakîki safâsı / huzûru 232.

“Bize nisbeti olanlarda bunama olmaz”.

“Biz bir binayı tamir ederken kiremitlerini bile sallamayız .”

233.

“Biz her işde müsebbib-i hakikîyi görür, vâsıta olana müteşekkir kalırız.”

234.

Müsebbib-i hakikî = Bir işde esas sebeb olan Müteşekkir = Şükreden, teşekkür eden

“Zâlimler Allah’ın sıyrılmış kılıcıdır. Hangi milletler, hangi kullar O’na âsi ise ona müstevlî kılar. Mutî olandan Cenâb-ı Hak bunu kaldırır. Düşmanın kafasına irâdeyi veren Allah’tır.”

235.

Müstevlî = İstilâ eden, galip gelen, zapteden Mutî = İtaatkâr, isyân etmeyen

83


“Yüzmeyi öğrenmeden denize girerseniz boğulursunuz.”

236.

237.

“Kendi işini kendin gör. “

“En ziyade sabra muhtaç olduğumuz ân, sabrımızı kaybettiğimiz ândır.”

238.

239.

“Kâmillere en makbul hediye, ahde vefâdır.”

240.

“Dış kapuyu kapa, iç kapuyu aralık bırak.”

“İbrâhim-ül meşreb olunuz. Ama İbrâhim olmadan da kendinizi ateşe atmayınız.”

241.

İbrâhim-ül meşreb = Huyu, ãdetleri Hz. İbrâhim gibi olan 242.

“Göçmüşe râbıta olmaz “

Râbıta = Bağ, ilişki, (Burada, ruhâniyetinden feyz almak için bir mürîdin mürşidini düşünmesi, onun sîmâsını zihninde canlandırması ifade ediliyor)

“Şeyhim bana buyurdu ki: ‘Kaya gibi olmalı. Kımıldatan olursa kımıldamalı.”

243.

244. “İşi kendi haline bırak. Allah en iyisini yapar.”

“Biz illet’ten, kıllet’ten, zillet’ten âri olmayız. Yalnız yatacak derecede hastalık vücudumuzu istilâ edemez.”

245.

İllet = Hastalık, dert Kıllet = Kıtlık Zillet = Horluk, hakirlik

“Her şeyin muhabbeti fenâ bulur, mürşid muhabbeti fenâ bulmaz, gittikçe artar.”

246.

Fenâ bulma = Yok olma

84


“Vâhid’ül Ehad’in arzu ve irâdesine muhâlif hiç bir şey istemem ve kabul etmem.”

247.

Vâhid = Bir, tek, eşi benzeri olmayan, parçalanıp bölünemeyen, ortağı olmayan ALLAH ( cc.) Ehad = Bir, tek, eşi benzeri olmayan, henüz âlemleri yaratmadan ve isim ve sıfatları ile tecelli etmeden önce kendi Zât’ı ve kemâli ile var olan ALLAH (cc.) Bu mertebede ( Lâtaayyün Âleminde ) ‘gizliden daha gizli’ ‘ Zât-ı Ehâdiyyet’dir.

“Zât-ı Hakk’ın mahrem-i esrârı olmağa bakmalı.” 248.

Zât-ı Hakk = Cenâb-ı Hakk’ın zâtı Mahrem-i esrâr = Gizli sırlara vâkıf olan ( bilen ) kimse 249.

“Mâ’na kadîmdir. Kimsenin olmaz.”

Kadîm = Eski, başlangıcı olmayan (‘a’ kısa okunur) 250.

“Havâtıra itibâr edilmemeli.”

Havâtır = Hâtıralar, (burada ) düşünceler, fikirler

“Haddenin bütün deliklerinden geçirmeden insanı kemâlâta erdirmiyorlar.”

251.

Hadde = Tel imâl etmeye yarayan delikli madeni levha 252. “ İş başında olanlarda mes’uliyet-i mâneviye

olmalı. Sonra, kãnunu nizâmı bilmeli ve sonra da istikãmet üzere olmalı.”

İstikãmet = Doğruluk, namuslu hareket 253. “Mes’uliyet-i mâneviye cezâsız kalmaz, ancak zaman alır.”

85


“Varlıktan yokluğa düşmüş olanlardan birisine muãvenet etmek isterseniz kut yevmiye muãvenette bulununuz.”

254.

Kut yevmiye = Yaşatacak kadar günlük ihtiyaç Muãvenet= Yardım

“Tevekkül bâbında durmazlarsa, biraz şey verip savarlar.”

255.

Tevekkül = Elinden geleni yaptıktan sonra işin sonunu Allah’ a bırakmak, verdiğine âazı olmak Bâb = Kapı, konu 256.

“ Sen Allah’ın işine karışma.”

257. “ Sen verdin, biz yidik , vermezsen ne yirdik.”

“ Benim ihvânım bahtiyârdır. O bahtiyârlığı, zuhûrunda görürler.”

258.

“Bendendirler, halka ne halktandırlar, bana ne gelirler.”

259.

karışırlar;

260.

“Ben neşeleneyim ki âlem de neşelensin.”

261.

“Allah tecellisini tekrar etmez.”

“Beni put yap tap. Ya sen bana bir tekme atarsın, sen kalırsın; ya ben sana bir tekme atarım, ben kalırım.”

262.

263. “Kâmilin kabulü, şefâat-i hassaya nâiliyettir.” Şefâat-i hassa = Özel şefâat 264. “Gökten düşenin parçası bulunur. Gönülden

düşenin parçası bulunmaz.”

86


265.

“Nasîb olursa, nasîbini yer altında bulur.”

266. “Helvaya şeker konulacak zamanı helvacı bilir.”

“Durayım deme ha! koparırsın. Nasıl bulursan öyle çal.”

267.

“Ben kırk senedir çalarım. Lâkin bulduğum gibi çalarım.”

268.

“İşiniz varken bırakıp bana gelmeyin.” “ ‘Söyleyene bakma, söyletene bak’ derler. Doğrusu, ‘ söyletene değil, söyleyene bak’tır.”

269. 270.

“Selâm göndermeyenden bana selâm getirmeyiniz. Birisi sorarsa, ‘selâmı vardır’ deyiniz.”

271.

272. (Mehmed Tevfik Efendi Hazretlerinden): “Bir gün

huzurda iken gönlümden ‘ Fakirde de keşf-i kerâmet olsa ‘ diye geçirdim” “Keşif meşif ne olacak? Sen bana bak, ben sana bakayım. Bu sana yetişmez mi?” buyurdular.”

“ ‘Efendim emret’ deyip durmayın” (fem-i saâdetlerini göstererek) “ Buradan bir şey çıkar. Yapamazsınız. mes’ul olursunuz.”

273.

Fem-i saâdet = Mübârek ağız 274.

“Her ne yirseniz, ‘sadaka’ deyiniz, yiyiniz.”

275. Birine bir şey verirken. ‘hediye’ veyâ ‘sadaka’

deyiniz.”

87


“Osmanlı’dan sözünü, ârif’den gözünü, evliyâullâh’dan özünü saklayamazsın.”

276.

“Birisi yeni bir ev yaptırırsa, rütbe alırsa, yeni bir elbise giyerse onu tebrik etmeyiniz.”

277.

“Yeni bir gömlek bile giyseniz iki rekât namaz kılınız”

278.

“Kıyâmette ( mahşerde ) içler dış, dışlar iç olacak.”

279.

“Rüzgâr iniltisi, kapı gıcırtısı, sinek vızıltısı hep Hakk’ındır.”

280.

281.

“Bulmalı, duymalı, doymalı.”

“Küllü musallin imâmün velev kâne münferiden” hadîsinin manâsında şöyle buyurmuşlar: “ İmam, metbû demektir. Cemâat de kendi vücûdudur.”

282.

Metbû = Kendisine tabi olunan / uyulan

“Süt içerken ağzınızda iyice dolaştırın, luâb ile karışsın.”

283.

Luâb = Tükürük 284. “Gör

geç, belle geç, durma geç. “

(Hoca Efendimiz’in nutk-u âlîleri) Vazifeyi yaparken ‘Yâ Rabbi, sana hizmet ediyorum’ demeli.

285.

286.

88

“Kişi sevdiği ile haşr olur.”


“Bakkal dükkanında duruyordum. Bir meczûb bana ‘Ahmed’ diyerek elime bir metelik koydu. ‘Sıkı tut’ dedi. Hayatımda bu cihetle parasız kalmadım.”

287.

“Birinci sene imâm, ikinci senede tamam, üçüncüde kalpaklı Yuvan, dördüncüde bir kalbur saman olmayın.”

288.

Bir gün sinn-i âlîlerini soran bir zâta hitâben : “Şeyhim bana derdi ki: ‘Ahmed, senin tarihin meçhûldür“ buyurmuşlar.

289.

Sinn = Yaş

“Mâneviyâtta ilerleye ilerleye, evvelâ adını, sonra tadını, sonra huzûrunu, ve nihâyet kendini bulursun.”

290.

“İnsan yolunda yuvarlanmalı. Yuvarlandıkça toparlanır.”*

291. 292.

“Muhabbette fâni olan, vuslatta bâki olur.”

“Bazı insanların gözü, bazılarının sözü, bazılarının da özü değer. Özü değenler evliyâullâhtır.”

293.

“Hepimizin hatâsı var. Hiç kimse hatâdan münezzeh değildir. Tövbekâr olunursa Allah affeder. İrtidâd başka; tövbe edilse bile kabul olunur mu bilmem.”

294.

Münezzeh = suç ve noksanlıklardan uzak tutulmuş İrtidâd = Dinden dönmek, İslamiyetten çıkmak

89


“Dâire-i tevhîdde gelene sevinmek, gidene yerinmek noksanlık alâmetidir.”

295.

Dâire-i tevhîd = Tevhîd âlemi

“Bizde gelene ‘niye geldin’, gidene ‘niye gittin’ demek yok.”

296.

297.

“Taleb de yok, red de yok.”

“Bizde nimeti reddetmek yoktur. Emekli olmadan ayrılma. İstifa yok.” 299. “İkrâm ve iltifata itibâr etmemeli.” 298.

“Biz ‘Tebbet Yeda’ suresini hatim tamam olsun diye okuruz.” 300.

301.

“Muhabbet hilkati değiştirir.”

302.

“Aşk gönlü istilâ edince nefis ölür “

303.

“İtibâr ağyâra olur.”

Ağyâr = Yabancılar, başkaları

(Hazret-i Aziz Efendimiz, hâne-i saadetlerinde Makbule ve Nusret Hanımefendilerle aşağıdaki ilâhiyi söylerlermiş)

304.

Ne tâlib-i dünyayız Ne rãgıb-ı ukbãyız Biz âşık-ı şeydâyız Hû Hû yâ men Hû Leysel Hâdi illâ Hû Tâlibin matlûbundur Âşıkın seyrânı Hû 90


305. (Miralay Hilmi Bey Rivâyetiyle) Hazret-i Azîz’i ilk ziyâretimizde ‘ Bu milletin hâli ne olacak?’ diye sordum. “Gâvurlar girer, yine çıkar. Allah dinini hıfz eder” buyurdular. Hıfz etmek = Saklama, koruma, muhafaza etme 306. Ahmed Amîş Efendi Hazretleri eve âcilen ekmek

alınması icâb eden bir gün, refikası Hanımefendiye bakkala gidip almasını söyler. Hanımefendi cevâben çarşaflı olmadığını biraz sonra gelecek birini yollayacağını söylerse de, Hazret-i Azîz beklemek istemediği için “Böyle çık al, beis yok” der.Hanımefendi başına bir örtü örterek ev kıyafeti ile gider alır. Ertesi gün Türbe’de Abdülaziz Mecdi Bey’e bu hâdiseyi anlatarak şöyle buyurur: “ Bir defa ağzımdan çıkmış bulundu, söylememeli idim. Fakat her halde söylediğim gibi olacak, çarşaf kalkacaktır .”

(Kâzım Bey, Bulgar ihtilâli sırasında yaşadığı mâceraları ve Manastır’dan Beyruta, Üskübe, Görüceye ve tekrar Manastır üzerinden Selânık yoluyla İzmire ve İstanbula geldiğini anlattıktan sonra şöyle devam ediyor: “Hazret-i Amîş Efendim’e ancak 14 sene sonra kavuşmuş oldum. Mübârek ellerini öptükten sonra ismimi sordu. “Kâzım” dememle “Bizim Kâzım mı?” diye sordu. “Neredesin Kâzım, Kendini çok özlettin” buyurdular. “Ancak şimdi geliyorum efendim “ dedim. Rumeli ahvâlinden sorması ile, vekâyii muhtasaran arzettim. Merhamet-i İlâhiye’nin bu ümmet-i merhûmeye has bir şefkatle tecellisâz olmasını diledim. Kalbimden söyleyerek “Bu işlerin başında hep Rus fırıldağı vardır “ dedim.

307.

91


Cevâben “ .... ve katele Dâvudü Câlût ...” ayetini (Bakara. 251) okudu. “En nihayet Tâlût Câlût’u katledecek ve ancak o zaman ferahlık olacaktır” buyurdular ve elimden tutarak Fatih Camii avlusunda beraberce yürüdük. Esnâ-i râh’da, eski arkadaşım Veli’yi sordum. “ Kimbilir nerede sürtüyor “ buyurdu. “ Talebeliğimde beni onun rehberliğine vermiştiniz “ dedim. “ Biz ihvânımızı kendimiz terbiye eder, başkalarına vermeyiz “ buyurdular. Ve artık Hâne-i saadetlerine giderken müsaade istiyerek tekrar vedâ eyledim ” Ahvâl = Haller Vekâyi =Vakıalar,olaylar Muhtasaran = Kısaca, özet olarak Ümmet-i merhûme (Millet-i merhume) = Rahmete mazhar olmuş Müslümanlar / İslâm milleti Tecellisâz =Tecelli etmiş Tâlût, Câlût : ( Bu konuda Bakara Suresi, 246, 247, 248, 249, 250 ve 251. ayetlerine bakınız ) Esnâ-i râh’da = Yol esnasında

“Hâtıratı redd ile uğraşma. Hâtırat, ilham, vahiy hepsi birdir”

308.

Hâtırat = Hâtıralar, anılar ( Burada : akla gelen şeyler )

“İrşâd, neş’e-i Muhammedî ile olur. O da şimdi Halvetî’lerde vardır. Biraz da Kãdirîler’de var.”

309.

310. Ahmed Amiş

Efendi Hazretleri, dünya ahvâlinin bozulduğundan şikâyette bulunan müridlerinden Halil Efendiye,” Halil baksana bana, ben bir çalgıyı bozar tekrar yaparım ve çalarım Senin bu işlere aklın ermez “ buyurmuşlar. Bu zâta huzurlarında ileri geri laf söyletmezlermiş.

92


311. (Mustafa Özeren Efendi Hazretlerinin rivayetiyle)

Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri “Bir arifin gönlüne girmek için ya siyim siyim ağlamalı, ya haline acındırmalı, ya da peşin peşin saymalı” buyururmuş.

“Sâlihler yollarını doğrultmuşlardır. Bize küp dibindekiler lâzımdır.” 313. “‘Siz kimlerdensiniz?’ diye sorarlarsa, “Ahmed Amîş kullarıyız” dersiniz”. 312.

Ömer’ül Halvetî Hazretleri bir gün “Ahmed, sen çok ricâle mülâki olursun. Onlarda benim meslekimi ara, meşrebimi arama” buyururlar.

314.

Mülâki olmak = Buluşmak, görüşmek 315. (Beykozlu Ali Bey rivayetiyle) “Ben sağ iken kimseden korkmayın, kimse size bir şey yapamaz. Ben öldükten sonra hepten korkmayın. Mahşerde içlerimiz dış, dışlarımız iç olacak” buyurmuşlar. 316. “Tuttuğunuz bir hizmetçi namaz kılmasını bilmiyor ve okuması da yoksa, ‘Bismillâhirrahmanirrahîm’i öğretiniz, namazı kıldırınız. Sonra ‘errahmanirrahîm’i, sonra ‘mãliki yevmid-dîn’i ....ilâ ãhir öğretiniz” ( Azar azar, her seferinde birer ãyet öğreterek )

“El ile men et, dil ile men et, kalb ile men et. El ile men zâhiriyyun’un ; dil ile men ulemânın; kalb ile men evliyâullah’ın vazifesidir. Ez’âf-u iman (*) yani en kuvvetli iman budur “

317.

Zâhiriyyun = Görünüşe göre hüküm verenler, iç yüzünü / hakikatini bilmeyenler.

93


Ulemâ = Alimler, bilginler

Ez’âf =Bir şeyi iki misli yapan fazlalıklar / katlar / pek çok.

( zı’f’ ın çoğulu )

(*) Bu kelimenin eski yazı imlâsında ‘f’ harfinden önce ‘elif’ vardır. Elifsiz olan ‘ez’af ’ da ise, ( a ) uzatmadan okunur ve bu kelime ‘zaif ‘den gelmektedir.. Referans alınan bazı metinlerde bu hatâlı okuma çelişkili yorumlara yol açmıştır. MFG.)

“Bir yere misafir gittiğiniz zaman, sigara verirlerse içiniz. Menhiyyât’dan bir şey olursa, ‘haramdır’ diye reddetmeyiniz, ‘mideme dokunuyor, doktor men etti’ gibi bir bahâne bulunuz,

318.

Menhiyyât =Şer’an haram / yasak edilmiş şeyler

“Evliyâullah’dan iki sınıf bahtiyârdır. Biri, hayât-ı câvidânî’ye mazhar olanlar (yani hayât-ı zâtiyye ile ‘hayy’ olanlar), diğeri, sîne-i Resulullâh’ı (muhammediyeyi) saran âdemler”

319.

Câvidânî = Sonu olmayan, sonsuz, dâimi Hayy = Canlı, diri, devamlı hayat sahibi Sîne = Göğüs

(Nevres Beyefendi’den rivâyet) Bir gün üzüm alıyorduk, üzümcü taneleri koyuyordu. Ben itiraz edip koyma dedim. “Bırak, taneleri kime verecek” buyurdular.

320.

321. (Hoca Efendimizden) “Havf ve Recâ kaydından kurtulmadıkça insan insân-ı kâmil olamaz. Meselâ yüz evliyâullâhı idam etseler kılı kıpırdarsa, veya kendisine kutbiyyet ve gavsiyyet arzusu gelirse fakr’ı-tam sahibi olamaz.” Havf =Korku Recâ =Emel, ümit

94


Havf ve Recâ = Hem Cehennem korkusu hem de affedilip Cennete gitme ümidi Kutub (Kutb) = Zamanının en büyük evliyâsı Kutbiyyet =Kutub olmak Kutb-ul aktâb = Zamanındaki Kutubların en büyüğü Gavs = Zamanındaki Evliyaullah’ın en büyüğü Gavsiyyet =Gavs olmak Fakr’ı-tam =Tam fakirlik. Cenâb-ı Hakk’a mutlak muhtaç olduğunun tam bir teslimiyetle bilinmesi.

“Mürşidin vazifesi müridini küfür ve imân ve havf ve recâ kaydından kurtarmaktır.”

322.

“Mürşide mülâki olmayanlar şeriatın tarifi veçhile kızgın sacda kalırlar. Mürşide mülâki olanlar rahat kalırlar.”

323.

Mülâki olmak = Kavuşmak, buluşmak

“Hak yolunun kapısı mutlaka bir velidir. Bu yola her halde böyle bir kapıdan girilir. “Ben ilmi-İlâhi şehriyim. Ali de şehrin kapısıdır “ hadîsi bu mânâya işarettir. Bilverâse onu zamana da tatbik mümkündür “

324.

Bilverâse = Varislik yoluyla 325.

“Veli ile konuşan velidir”

“Görüyorsun ya evliyâullah ne kadar mütehammildir”

326.

Mütehammil = Tahammül edici 327.

“Allah râzı oldu mu her şey oldu demektir”

“Enbiyânın maddiyatta da tesiri olur. Evliyâ yalnız ruha tesir eder”

328.

95


“Biz nübüvvet’in velâyeti’nin sırrı’nın neş’esine me’mûruz. Şimdi bu neş’e yalnız halvetîlerde, biraz da kãdirî’lerde kalmıştır.”

329.

Nübüvvet = Peygamberlik. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gelen peygambere ‘Resûl ‘, Kendinden önceki Resûl’ün getirdiği kitap ve şeriati devam ettirene ‘ Nebi ‘ denir. Velâyet ( Vilâyet ) = Velilik, ermişlik. Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâ’sını dost edinmesi’dir. Her peygamber aynı zamanda Allah’ın velisi, dostudur. İbnü’l Arabî gibi bazı büyük mutasavvıflara göre peygamberlerin velâyeti onların nübüvvetinden üstündür. Çünkü velâyet peygamberlerin Hakk’a dönük yüzü, nübüvvet ise halka dönük yüzüdür. Ayrıca ‘ el-Veliy ’ ismi, Allah’ın Güzel İsimlerindendir (Esmâ-i Hüsnâ), ve velâyet O’nun sıfatıdır. Peygamberlik ise insanın sıfatıdır.. (Prof. Dr. Süleyman Uludağ – Tasavvuf Terimleri Sözlüğü ).

“Maziye karışanın hâli teşrih ve tekrir’dir. Mesâlik-i evliyâullah’dan değildir “

330.

Teşrih = Bir şeyi anlaşılır şekilde açıklamak Tekrir = Bir sözün etkisini artırmak için tekrar tekrar söylemek Mesâlik-i evliyâullâh = Evliyâullâh’ın meslekleri./ yolları. 331. (Kuşadalı Hazretlerinden ): “ Altın sırr-ı velâyet,

gümüş sırr-ı nübüvvet’e işârettir. Mürşid’in el ayası da sırr-ı Zât’dır. Mürşid, sâlikin teşri’ini muhâfaza içindir.” (Mürşidin elinin içini öpmek levh-i mahfuzu öpmektir’ derler )

Teşrî = Yeni hükümler getirilmesi ve kanunlar konulması, şeriata ait emir ve yasaklar ( “Sâlik’in teşrii’ni muhafaza“ = ‘Sâlik’in hukukunu koruma ‘ manasına ) Levh-i mahfûz = Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı olduğu mânevî levha, İlâhi ilim.

96


“Bizim fabrikaya düşen paslı demir bile olsa 24 ayar altın ederiz. Bazan bakırın üstüne bir altın cilã vurur altın ayarında kullanırız. Gelen domuz ise, tuzlamız vardır, oraya atarız. Mürûr-u eyyâm ile tuz olup her yemeğe çeşni verir.”

332.

Mürûr-u eyyâm’la = Geçen zamanla

Efendi Hazretleri bir gün Hazret-i Azîzimiz Sultanımız Efendimize “Efendim, sizin karşınıza günde bu kadar zevât gelir, onların ne ahlâkta olduğunu nasıl anlarsınız?” diye sorunca gülmüşler ve “Onlar kendilerini bana anlatırlar” buyurmuşlar.

333.

334. “Kapalı kutuya mal konmaz. Domuza inci takılmaz” 335. (Evranoszâde Sãmi Bey rivâyetyle) “Karabãş’ı Velî Hazretlerinden sonra Kuşadalı hazretleri sâhib-i zuhûr’dur. İki üç yüz senede bir zuhûr eder” buyurdular. Hazret-i Azizimiz, Sultanımız bir gün Ömer’ül Halvetî Hazretlerinin huzurlarında bulunurken Kuşadalı Efendimiz Hazretlerinin sohbetlerinden bahis buyurulmuş. Hazret’i Azîzimizde zevk-i derûni hasıl olmuş. Böylece zevk ve tefekkürde iken Kuşadalı Efendimiz zuhûr buyurmuşlar. Mübârek vücutlarının sadr-ı âlî’lerinin (mübârek göğüslerinin) yemin ve yesar (sağ ve solundan) ve fevk-i taht’larından (yukarı ve aşağısından) birer şems (güneş) zuhur ederek hepsinin şuaları Hazret-i Azîzimizin üzerinde toplanmış. Bunu Ömer’ül Halveti Hazretlerine arz ettiklerinde, müşârün-ileyhin gözleri yaşarıp “Ahmed, bu hâli nice ehlullâh arzu ederler, muvaffak olamazlar. Cenâb-ı Hakk sana nasib

97


buyurdu. Kuşadalı’nın ayniyyeti kemâli ile sizde zuhûr edecek “ buyurur. Zuhûr = görünmek, meydana çıkmak Zevk-i derûni = Kalb / gönül zevki , kalb neş’esi Tefekkür = Fikr etmek, düşünmek Sadr = Göğüs Yemin = sağ Yesar = sol Fevk = üst Taht = alt Şems = güneş Şua = Işık, ışın Müşârün-ileyh = İsmi daha önce söylenmiş olan, Ayniyyet = Tã kendisi olarak Kemâl = Kâmillik, olgunluk

(Kuşadalı Hazretleri) “Kıyâmet yaklaştıkça, enbiyâ vârisleri bulunan evliyâ gittikçe, makamları münhal kalır. Gitgide yalnız vâris-i Muhammedî kalınca ona da biat eden bulunmayınca, alâmet-i kübrâ’yı kıyâmet yer yer başlar.” buyurmuşlar.

336.

Münhal = Boş / açık me’muriyet pozisyonu Biat ( bey’at ) etmek = Bağlılığını bildirmek Kübra = En büyük ( Ekber’in dişil formu ) Alâmet-i kübrâ’yı kıyâmet = Kıyametin en büyük işaretleri

“Va’büd Rabbeke hatta ye’tiyeke’l yâkıyn” (Hicr, 99 : Ve sana yakin gelinceye kadar Rabbine ibâdet et) Yâkin gelince kendisi eder “ buyurdular.

337.

Yâkin = Şüphe olmadan kesin şekilde bilmek. 338. (Naim Bey rivâyetiyle: Ömer’ül Halveti Hazretleri

Aziz Sultan Efendimize buyumuşlar ki ): Ahmed, Ahmed ! Rübûbiyyetin ubûdiyyetine; ubûdiyyetin rubûbiyyetine mâni’ olmasın”

Rubûbiyyet = Cenab-ı Hakk’ın her zaman her yerde her yaratılmışa muhtaç olduğu her şeyi vermesi Ubûdiyyet = Kul olduğunu bilip Allah’a itaat etmek.

98


“Hâtime Fâtiha’nın aynıdır. Saãdeteyn arasındaki şekãvete; şekãveteyn arasındaki saãdete itibâr yoktur.”

339.

Saãdeteyn = İki Dünya saadeti Şekãveteyn = İki dünya şekaveti (‘a’ inceltmeden uzun ) Şekavet = Her çeşit kötülük, haydutluk 339.

“ Huzurda teveccüh olmaz.”

Teveccüh = Bir yere (mürşide) doğru (kalben) yönelme

Hamâmi Tevfik Efendi azîzimizin müridânından birine râbıta halinde iken semâvat münkeşif olmuş râbıtadan gaflet etmiş. Huzûra girdiğinde Efendi Hazretleri “Siz rabıtâ-i şerifi bir temâşâya fedâ ettiniz” buyurmuşlar.

340.

Mürid = İrade edip isteyen, Şeyhine bağlanmış olan Müridan = Mürid’in çoğulu Semâvat =Semalar, gökler Münkeşif olmuş = Keşfolunmuş,, apaçık olmuş Temaşa = Seyretmek, seyir

(Kuşadalı Efendimizden) “’Râbıta’ Râbıta’ derler, Hak’tan gãfil olmamak demektir .“

341.

Râbıta = Bir şeye bağlanma, dervişin kalben mürşîdine yönelmesi; Resulullâh’a / Allah’a kalbi bağlamak / rabt etmek 342.

“Asıl râbıta, şeyhi’nin uluhiyyetini tasdiktir.”

Ulûhiyyet = Allah’lık sıfatı, Tanrı’lık vasfı

(Kuşadlı Efendimizden) “Âhirete intikal etmiş mürşîd’e râbıta olmaz. Eğer olsaydı, Resûl Efendimizden başkasına olmazdı.” (İsmail Hakkı Altuntaş’ın derlediği ‘Ahmed Amîş “Efendi’ adlı eserin, 8.baskı, sayfa 73 deki dip not’tan

343.

99


– bazı düzeltmelerle - naklen ) “ Kuşadalı Hazretleri mânevî irşâda izin verdiği kişilerin her biri(ne) âlem-i velâyeti vermişse de, rãbıta telkinine salâhiyet vermemiştir. Bu âlî yolda râbıta telkin etmek her asırda sãhib-i vakit’de tecellî eden bir lütf-i kübrâ’dır. Kuşadalı Hazretleri hâl-i hayatta iken kendileriyle şeref-i mülâkata nail olmayanların râbıta etmelerini men buyururlardı. Bu gibiler, biat ettikleri vekilin delâletiyle âlem-i sülûke dâhil ve istidâdı olanlar velâyete bile vãsıl olurlar. Ancak kemâl bâd’el kemâl bulmak, nâib-i ekmel-i Muhammedî’ye mülâkat ile olur “ denilmektedir”. Âlem-i velâyet = Velilik (evliyâlık ) âlemi Sâhib-i vakit = Yaşanan zaman’ın ( manevi ) sahibi Lütf-i kübrâ = En büyük lütuf Mülâkat = Yüz yüze buluşma, kavuşmak Şeref-i Mülâkat = Mülakata erişmenin şerefi Sülûk = Bir tarikata bağlanmak Âlem-i sülûk = Tarikatlar Kemâl bâd’el kemâl = Kemâl üzeri kemâl Nãib-i ekmel-i Muhammedî = Muhammedî yolun en mükemmel vekili

Kuşadalı Efendimiz Mehmed Can Efendi’ye şöyle buyurmuş : “Hicaz’da taş atarken taşlayan ile taşlanın kim olduğunu gördün mü?”

344.

“Yetmişbin kelime-i Tevhîd îmansız gitmiş adamın imânını kurtarır.”

345.

“Benim yanıma gelip li-vechillâh beş dakika oturan imânını kurtarmadan gitmez “

346.

Li vechillâh = Allah için, Allah aşkı için

“Kâmillerin irtihalden sonra da sâliklerine feyzi devam eder. Sülûk’da vefât edenlerin terakkiyâtı devam ettiği gibi.”

347.

100


Efendimiz Hazretleri buyurdular ki, “Bir gün huzûra girdim. Baktım Efendi Hazretleri gitmek arzu buyuruyorlardı. İçimden ‘Aman Efendim’ diye feryat ettim. O zaman “ Ulan, tecelli-i kemâl’dayım, makâm-ı müntehîde’deyim. Bu akşam baktım Hacı Ahmed ikileşmiş. Birini yükün önünde gördüm. Artık bana gitmek lâzım geldi. Elemlenme mahcûb değilsin, muhtaç değilsin, hocan yok, ne demleniyorsun “ buyurdular.

348.

Tecelli-i kemâl =İlâhi kudretin kemâl ile (bütün güzel sıfatlarla ) ortaya çıkması Makâm-ı müntehîde = En son, her şeyi tamamlayan makâm. Mahcûb = Perdelenmiş, üstü örtülmüş

Hazreti Azîzimiz, Âlem-i Cemâl’e intikalleri yaklaştığı zamanlarda “Benden sonra benim gibisini bulamazsınız” bir kaç defa da “Nefesimi içeri alacağım, dışarı vermeyeceğim “ buyurdular. 349.

Âlem-i Cemâl = Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsân ile tecelli ettiği Âhıret Âlemi.

(Nusret Hanımefendi rivâyetiyle) Efendi Hazretleri buyururlardı ki, “Bu âlemden giderken insanı kuruturlar yahud limon gibi sıkarlar”

350.

Mahdûm-u âlî’leri Ali Beyin vefâtı sonrası kabir yeri belirlemede ihvân arasında müzâkereler olurken, ‘ Efendi Hazretlerine de bir yer ayıralım’ denir. Nevres Bey huzura girmek için daha kapıyı açar açmaz Hazret-i Azîz şöyle buyurur: “Onların kabirleri teslim-i ruh ettikleri mahaldir.” (Nebiler ve Allah dostları teslîm-i ruh ettikleri mekânda ( makamlarında ) sırlanırlar.)

351.

Sırlanmak = Ölen bir ârifin toprağa verilmesi.

101


352. (Halil Efendiye buyurmuşlar ki) “Sen beni görünce cezbeleniyorsun. Dağı taşı gördüğün zaman da cezbeleniyor musun?” Halil Efendi “hayır” demiş. “Öyle ise olmadı. Ne zaman, neyi görürsen hakikat-i İlâhiyyeyi müşâhade ile cezbelenirsen o zaman” buyurmuşlar.

(Birgivi Mehmed Efendiye) “Bana sarılsaydın daha iyi olurdu ama Halil’e sarıldın. Ben’den Halil’e, Halil’den sana” buyurmuşlar. (Mustafa Özeren Efendimizden tamamlama: “Ya yol verir, ya vermez” )

353.

354. (Kâzım Bey rivâyetiyle) Mektep Arkadaşlarımdan

Remzi isimli birisi Nakşibendî Hâlidî tarîkine intisâb etmişti.Bir gün bu zât “ Seni şeyhime götüreyim gelir misin ?” dedi. “Gidelim” dedim. Tekkeye gittik. Bizi o tarîke mensûb olmadığımız için zikirlerine sokmadılar. Zikir sonuna kadar hariçte bekledik.Bir gün de ben Remzi’ye, “Bu hafta da benim şeyhime gidelim “ dedim. Muvafakat etti. Her ikimiz huzûra vardığımızda Hazret, bana hitâben : “Muhabbet iki türlüdür. Birisi, hiç bir itiraz ve illet kabul etmeyen muhabbettir ki, illâ fillâh sırf Hakk için muhabbettir. Bu, Allah Tealâ’nın ‘Yâ Vedûd’ isminden alınmıştır. Ehlullâh buna ‘meveddet-i hakîkiye‘de derler. Diğeri sãdece muhabbetdir ki her türlü avârıza mâruzdur. İllet peydâ eder. Meselâ sevgilisinde gördüğü ve beğendiği her hangi bir şeyin zevâli ile o muhabbet mahkûm-u inkirazdır. Birinin hüsnüne, parasına veya mansıbına muhabbet gibi. Bunlardan her hangi birinin zevâliyle muhabbete ârıza gelmiş olur ki, bu kısım muhabbet doğru değildir.” Sonra bana dönerek “Sen zanneder misin ki senin

102


muhabbetin gibi herkes de seni öylece seviyor? Bu öyle değildir, aldanmağa gelmez “ buyurdular.Nitekim o arkadaş ile muhabbetimiz bundan ileri gidemedi. O benden, ben de ondan uzaklaştık. İntisâb = Bir kimseye bağlanmak Mensub olmak = Bir kimseye bağlanmış olmak. Muvafakat etmek = Râzı olmak, uygun bulmak İllet = Maksat, gaye, esas sebeb, vesile, İlla fillah = Sırf Allah (CC) için Meveddet = Muhabbet, sevgi, dostluk Avârız = Ârızalar Zevâl = Sona ermek, gitmek Mahkûm-u inkıraz = Sönmeye / kaybolup gitmeye mahkûm Hüsn = Güzellik Mansıb = Devlet hizmeti, memuriyet 355. (Kâzım Bey zâbit olunca taşraya tâyin edilir. Hazreti Azîz’den ayrılmak çok güç gelir. Vedâ için bir hafta huzura çıkar ve her seferinde ağlar. Bir gün Hazreti Azîz “Ne ağlıyorsun be çocuk?” diye sorar. “ Efendim ben ağlamayayım de kim ağlasın ? Gözlerimin kapanıklığı henüz zail olmamış iken pürtaksir sizden ayrılıyorum. Teessüfüm bu yüzdendir ” dedim. Hazret Cevâben: “Helvacı helvaya şeker katacağı zamanı bilir, ne sıkılıyorsun be. Senin isteğinle olmaz o’nun isteğiyledir. Her şeyin zamanı vardır. Kederlenme” buyurdular ve nereye tayin edildiğimi sordular. “Üsküp’e “ dedim. “Oh, desene, Mekke’ye gidiyorum desene. Oraları Muhammed Nûr’ul Arab’ın ( Koca Arabın ) ayak bastığı mübârek yerlerdir. Ne güzel, güle gül git, ferahlanırsın. Biz sizden asla münfek değiliz ki. Nereye gidersen git bizi kendi nûrunda, kendi ruhunda, mânevî varlığında bulursun” diyerek izhâr-ı teselli ve beşâret buyurdular. Tekrar ve doya doya mübârek ellerini öperek arz-ı vedâ eyledim. “

103


Zâbit = Subay Pürtaksir = Kusur dolu olarak Teessüf = Esef etme, üzüntü Münfek = Ayrı Beşâret = Müjde

“Bütün hocalardan elif okudum. ( Seyyid Muhammed ) Nûr’ul Arab’dan bütün okudum” 357. “İbrâhim Aleyhisselâm ile müşerref olduğumda uzun yaşayacağımı tebşir buyurdular” 356.

Tebşir = Müjdelemek

“Eski peygamberler zamanında ümmetleri, kendilerini unutmamak için resimlerini yapıyorlardı. Fakat Muhammed sallalâhü aleyhi vesellem bunu men etti. Çünkü ümmet-i Muhammed’den bir adam eğer çalışırsa her istediği peygamber kendisine temessül eder (görünür ) ve peygamberin kendisi ile de görüşür. O halde resme hacet kalmaz”

358.

Kuşadalı Efendimimizin müridânından birisi adalardan birine vâli tayin edilmiş. Oradan “Efendim buranın ahâlisi gâvur, hayvanları domuz” diye mektub yazar.Hazret cevaben: “Ben de ‘beni onlarda da görsün’ diye gönderdim “ buyururlar.

359.

360.

“ Fatih İstanbulun Medinesi’dir “

361. Şemseddin Paşa Bükreş’den “Efendim iki karpuz bir koltuğa sığmıyor ” diye Kuşadalı Hazretlerine müracaat ederler. Azizimiz Efendimiz de “İki karpuzu bir etsin “ buyururlar.

“Hareket-i arz (deprem) geçtikten sonra kendimi şu ayeti okurken buldum: ‘.. Rabbena

362.

104


ma halakte haza batıla, sübhaneke fekina azabe’n-nar ‘ (Al-i İmran, 191: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi ateşin azabından koru ) . “Cemaatla namaz kılarken, imam cehren okursa dinleyiniz. Cehren okumuyorsa kendi virdinizle meşgul olunuz”

363.

Cehren = Açıktan, yüksek sesle

“Vuslat hakiki olmadan evvel Azizimiz Sultanımız dört defa kendilerini envâr-ı Ahmediye’leri ile bana gösterdiler”

364.

Envâr = Nurlar 365. “Şükr-ün nimet , rüyet’ül mün’im” (Nimete şükür. nimeti vereni görmektir ) Mün’im = Nimet veren

Abdülaziz Mecdi Bey, Giritte iken talebesi olan Hariciye Nazırlığı yapmış Giritli Ahmet Nesimi Bey’i Amîş Efendi Hazretlerine götürmek istermiş. Bir gün bu düşüncelerle huzûra vardığında Efendi Hazretlerinin elinde bir mıknatıs olduğunu görmüş. Türbedâr Hazretleri bu mıknatıslı demir çubuğu çivilere uzatınca çivileri çekmiş. O zaman Hazret : “Bak mıknatıs çivileri nasıl çekti. Ben istersem istediğimi böyle çekerim. Siz ötekini berikini getireceğiz diye neye uğraşırsınız” buyurmuşlar.

366.

Yine bir gün Mecdi Efendi’ye: “Bu adamları getirip durma. Herkes buraya giremez, biz istemeliyiz. Biz isterken de istediklerimizi getirmeye muktediriz “ buyurmuşlardır. 105


367.

“Her ne yerseniz ‘sadaka ‘ diyerek yeyiniz”

Şeyhleri kendilerine buyurmuşlar: “Ahmed açlığın aklına gelirse benden değilsin”

368.

Hazreti Azizimiz su içerken sudaki tecelli-i Hakkî’ye (Hakk’ın tecellisine) işâreten: “Sana çok şükür “ buyururlardı.

369.

Ahmed Amîş Efendimiz Hazretleri, lafza-i Celâl zikrine “Minel âbâd ilel âzâl ilâ mâ-lâyetenâhin müstecmiu bi cemiis-sıfat” ( Ebedlerden ezellere, sonsuz olan bütün sıfatların hepsini toplayan Allah) diyerek başlarlardı.

370.

Lafza-i Celâl ( ismi Celâl ) = ‘ Allah ‘ lafzı

“Nevres Bey rivâyetiyle ) Rüştü Bey ile bir gün huzûr-u saâdete gittik. Hazret: “Ulan bana boza getirdin mi?” buyurdular. Ben de: “Getireyim efendim” dedim. “ Boza der demez aklınız bozacı dükkânına gitmesin. Mürşid ne demek istiyor onu anla, sözünü anla. Onlar boş söylemezler” Ben de “Evet efendim. ‘ve mâ yentiku an-il hevâ” ( Necm, 3 : O (Resulüllah (sav) hevadan konuşmaz). Mübârek şahãdet parmaklarını ağızlarına götürerek işãretle “Sus” buyurdular.“ O yalnız Muhammed (sav)’e mahsustur. Mürşidler hakkında da öyledir. Biz ihvãnımızdan böyle söz sudûrunu severiz. Lâkin herkesin yanında söylenmez “ buyurdular.

371.

Hevâ = Nefsin isteği / arzuları Sudûr = Sâdır olmak, çıkmak, meydana gelmek

Gümüşsuyu Askeri Baştabipliğinden emekli Albay

372.

106

Hastahanesi Doktor Hamdi


Hızalan Beyefendi’den naklen) Edirnekapı dışındaki Bekir Niğdevi Hazretlerinin kabri şerifi yanında, Çanakkale Savaşında Fransız zırhlısını batıran meşhur asker Miralay Hilmi Şanlıtop Bey’in de kabri vardır. Ahmed Amîş Efendi Hazretleri kendisine şöyle buyurmuşlar: “Siz harbin fecaatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin fecaatini yakinen bilirim. Sakın harbi temenni etmeyin “ Bir bayram günü bayram namazını edâ ettikten sonra türbede ziyaretine gittim. Türbeden çıktılar, ben de beraberdim. Cami etrafında nöbet bekleyen askerler nöbetlerini bitirmiş, gidiyorlardı. Türbenin Akdeniz cihetindeki zincirli kapıdan geçtiler. O zaman Hazret-i Azîz şöyle buyurdular: “Siz camide iken bunların beklediği nöbet senin yetmiş senelik ibâdetinden efdaldir.”

373.

Efdal = Daha faziletli, daha iyi 374. Ahmed Amîş Efendi Hazretleri Tırnova’da bir camide imamlık yaptığı sırada, sokakta fazla alkol alıp yere düşmüş bir adam görür. İnsanlar toplanmış hakaretler etmektedir. Hazret “Onu benim sırtıma bindirin, evine götüreyim” der ve sırtladığı adamı evinde yatağına kadar taşır. Adam sabah ayıldığında annesinden olanı biteni işitir ve çok utanır. “Tevbeler olsun, bir daha içmeyeceğim” der ve bu alışkanlıktan kurtulur. 375. Bir gün yanında dâmâdı Dâr-ül-fünûn müderrislerinden Ahmed Naim Bey (Baban) bulunduğu sırada huzûruna bir genç gelir, elini öper ve karşısında durur. Ahmed Amîş Efendi Hazretleri bu gence hitâben: “Haydi git, yine eskisi gibi

107


kârhânelerde, meyhânelerde gez dur” der. Genç tekrar elini öper, gider. Ahmed Naim Bey bu sözler karşısında hayretler içinde kalır. Bunu anlayan Amîş Efendi Hazretleri, “Bu gencin a’yân-ı sâbite’sinde ( Levh-i mahfûz’da) kârhânelerde, meyhânelerde gezmek vardır. Nasıl olsa bunu yapacak. Ben böyle söylemekle hiç olmazsa günahdan kurtulmuş olur. Çünkü bu takdirde yaptıklarını emirle yapar ” buyururlar. Bunu nakleden Abdülaziz Mecdi Efendi bu şahsın hala bu yolda gezmekte olduğunu söylerdi. Dâr-ül-fünûn = Üniversite’nin eski adı A’yân-ı sâbite = İlâhi ilimde eşyânın ezelden beri sâbit olan suret ve hakikatları. Levh-i mahfûz = Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı olduğu mânevi levha ; İlâhi ilim 376. (Beykozlu Ali Bey’den)” Amcam Miralay (Albay) Hasan Bey’i, ma’iyetindeki Salih Bey jurnal eder. Amcam da üzüntüden felç oldu. Hazret-i Azîz’imiz’e teşriflerini rica ederek fakirhane’ye getirdim. Evde diğer bir odada Hasan Bey’in kızı son nefesinde hasta yatıyordu. Hazret-i Azîz Hasan Bey’in odasına girdiler ve secdeye kapanarak biraz durduktan sonra hastayı yukarı kaldırın buyurarak diğer hastanın odasına teşrif buyurdular. Halbuki biz kendilerine ondan hiç bahsetmemiştik. Kızcağıza: sordu: “pelte yapacak mısın?” “Evet efendim”, “Kendi elinle getirecek misin?” “Evet Efendim”, “Ben börek de isterim” “Peki efendim” Efendi Hazretleri teşrif buyurdular. Komşumuzdaki bir kız çocuğu vefat etti. Bizim kızcağız kurtuldu. Jurnal eden Salih Bey kapının önünden geçerken, orada bulunan çavuşa “ Bey nasıl oldu ?” diye sorar. Çavuş: “Elhamdülillâh iyileşti “ der. Salih Bey:

108


“Bekle, onun müddeti kırk gündür. Kırk gün sonra ölür” der.Lâkin üç gün sonra kendisi öldü gitti.” Hoca Efendimiz Hazretleri buyururlardı ki, “Vuslat hakiki olmadan evvel Azîzimiz, Sultânımız dört defa kendilerini envâr-ı Ahmediyye’leri ile bana gösterdiler”

377.

Vuslat = (Sevgiliye ) Kavuşmak,

Envar = Nurlar

Meşrutiyeti müteakip Mehmed Efendi Hazretlerine bir kaç kere kova ile su getirtip leğene döktürerek badehu ellerini ayaklarını suyun içinde biraz zaman durdurduktan sonra “Al bunu el ayak değmez bir yere dök” buyurmuşlar.

378.

Badehu = Bundan sonra

Evranoszade Sami Bey, o zaman Rüşdiye öğretmeni olan Şerafettin Yaltkaya’yı Hazret-i Aziz’in sohbetine getirmiş. İki saat bounca Efendi Hazretleri hiç konuşmamış. Sami Bey Efendi’nin böyle gelenlere dua edip bazan müjdeler verdiğini bildiği için merak eder. Ertesi gün tek başına huzura girer ve “ Efendim Şerafettin için bir müjde vermediniz, sebebi nedir” diye sorunca Efendi Hazretleri “O bulunduğu mesleğin en yükseğine çıkar” buyururlar. (Hakikaten Şerafettin Bey profesör ve Diyanet İşleri Reisi olur, ancak İslam’a hizmet bir yana bazı sorunların çıkmasına da sebeb olur. Onun için icraatını bilenler ona “ Telefüd-din Haltkaya “ adını takmışlardır.) 379.

Dr.Hamdi Hızalan Beyefendi’nin Ahmed Tahir Memiş ve Mustafa Özeren Efendilerimiz Hazeratı ile ilgili bazı hatıraları : 109


(Aşağıdaki bölüm, muhterem ağbeyim, büyüğüm Dr. Hamdi Hızalan Beyefedi’nin, Tâc-ül Ürefa, Ahmed Tâhir Memiş Mârâşî (Hoca Efendi) Hazretlerinin irtihâl-i dãr-ı bekã buyurmasından sonra, emânetin Mustafa Özeren Efendimiz Hazretlerine intikal etmesi sonrasında bazı densizlerin nifak çıkarmaya kalkışması üzerine kaleme aldığı, neşredilmemiş ve bir nüshası bu acize lütfedilmiş hâtıratından, şifâhen muvafakatları alınarak iktibas edilmiştir. Bu lütuflarından dolayı kalbî şükranlarımı arz eder, bu a’ciz’i gönülden çıkarmamasını, dualarını eksik etmemesini niyâz ederim. – MFG) Nevres Bey, Temmuz 1937’de, o zaman 17 yaşında olan Hamdi Beyi Hoca Efendi Hazretlerinin elini öpmesi için Bursa’dan İstanbul’a gönderir. Dönerken Hoca Efendi Hazretleri “Nevres Bey’e benden selam söyle, gönderdikleri hediyeyi aldım, kabul ettim. Heybenin arka gözünde idi, aldım ön gözüne koydum” buyururlar. Hamdi Bey, söz konusu ‘hediye’nin kendisi olduğunun ve kabul edildiğinin henüz farkında değildir. Hazret-i Aziz bir defa da şöyle buyurmuştur: “Asıl marifet heybenin ön gözüne girmektir.” Hamdi Bey Hoca Efendi Hazretlerine son derece muhabbetle bağlanmıştır. Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: “ Bir insan şeyhinin uluhiyeti’ne kail olmazsa, ondan ahz-ı feyz edemez “

380.

Ulûhiyet = Kendisine kulluk edilen Allah-ü Azimüşşan’ın bir vasfı Kãil olmak = İnanmak Ahz-ı feyz = Feyiz almak

“Vefatlarına yakın bir gün Hoca Efendi Hazretlerini ziyârete gitmiştim. İkimiz yalnızdık. Bana dediler ki: “Oğlum, bir gün Mehmet Efendi Hazretleri ile beraber Divan Yolu’nda Âlem

381.

110


Beğendi Terzihânesi’nden çıktık. Beyazıt’da kahvehaneye gidecektik. Türbe’ye (şimdiki Çemberli Taş’a) geldiğimizde Mehmet Efendi Hazretleri orada duran bir otomobili tutmamızı istediler. O devirde otomobiller yeni çıkmaya başladığından ve nâdir olduğundan, şöför 5 Lira (bu günkü ile takriben 100 ila 150 Lira) isteyince, ben “Efendim Beyazıt iki adımlık yer, yürüyüverelim” dediğimde “Hoca, sen gelmezsen gelme” dediler ve hemen – Mustafa Bey’in tuttuğu – arabaya bindiler. Şöför hareket ederken “Dur, dur, Hoca kaldı, Hocayı alalım” dediler Hoca Efendi Hazretleri bu hikayeyi anlattıktan sonra bana “Oğlum dikkat et, bu meşrebde olan şeyhe hizmet etmek zordur” buyurdular. Hoca Efendi Hazretleri mâzide kalmış olan bu vakıayı bana niçin anlattılar diye çok düşünmüş fakat işin içinden çıkamamıştım. Vaktâ ki vefatlarından sonra bir hâdise ile karşılaşınca bu hikâye aklımı başıma toplamaya yetti. Aynı günde Mustafa Bey Hazretleri “Benim meşrebim Mehmet Efendi Hazretlerinin meşrebine benzer” dediklerinde Hoca Efendimiz Hazretlerinin bu vakıa’yı anlatışlarındaki hikmete ve beni hatâdan muhafaza edişlerine hamd ettim.” 382. “Hoca Efendi Hazretleri her zaman her yerde ve

herkesi şu nutukları ile ikaz ve irşâd buyururlardı:” “Bu yolda meşrebe değil mesleğe bakılır” “Hüküm zâhirdekindedir” “Râbıta zâhirdekine olur. Eğer gayba râbıta olsaydı doğrudan doğruya Resulüllâha olurdu”

Hoca Efendi Hazretlerinin kerimesi Perran Hanım’ın bir arkadaşının çocuğu sık sık havale

383.

111


(bir nevi sara nöbeti geçirmektedir ve annesi çok üzgündür. Perran Hanım : “Efendi babam hastalara okumaz ama bir rica edeyim” demiş. Hoca Efendi Hazretleri kabul etmiş Mustafa Bey Hazretlerini de çağırmış. İkisinin yalnız olduğu odaya çocuğu almışlar. Bir müddet sonra Mustafa Bey’in “HAAAY” diye bağırdığını duymuşlar. Çocuk o günden sonra bir daha havale nöbeti geçirmemiş. “Ve münezzilel Furkane ma hüve şifaün ve rahmetin lilmü’minin “ ( Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak inzal ettik ) Ve Hüve ala külli şey’in kadir .” “Bir gün Hoca Efendimiz Hazretlerinin devlethânelerinde huzurda idim ve yalnızdık. Bizi kimse rahatsız etmesin diye oda kapısını içerden sürgülettiler. Bu arada diz dize bâzı esmâları tâ’lim ile beraberce zikr ettikten sonra, kulağıma bazı sırlar ve nefhalar üflediler ve ilâve ettiler : “ Oğlum, Mürşidin nefhası – Nefha-i sırr-ı Hudâ – müridin kulağından ilkah olur ve müridin kalbinde tomurcuk husûle gelir. Buna ‘veled-i Kalb ‘ (kalb çocuğu) denir. Bu zamanla büyür. O zaman sen aradan çıkarsın, o kalır “ dediler ve ilâve ettiler “Onun için sağırdan ne mürid olur, ne de mürşid” buyurdular. Allah cümlemizi sağır olmaktan muhâfaza buyursun.”

384.

Esmâ= İsimler (Cenâb- Hakk’ın güzel isimleri ) Nefha = Üfürük, üfürmek, rüzgârın hafif esişi Nefha-i Sırr-ı Huda = İlahi sırların esintisi Hudâ = Cenab-ı Hakk, Hâlik ( Hüdâ = Doğruluk, hidâyet. Kur’an-ı Kerîm’in bir ismi ) İlkah = Aşılamak, döllemek 385 .“Bazı

arkadaşlar Hoca Efendi hazretlerinin bir cephesini görerek bütün vecih’lerini anladıklarını

112


sanıyorlar. Halbuki Hoca Efendi Hazretleri bütün mükevvenâtı muhît olup onu anlamak hiç birimizin kârı değildir. Onu hüvesi hüvesine ancak vârisi anlayabilir. ....... Zaten Allah’da Kur’an-ı Kerîminde ‘fesemme vechullâh’ yani ‘ Her vecih Allah’ındır’ buyuruyor.... Nevres Bey Rahmetullah’dan işitmştim. Bir gün aziz Sultanımız buyurmus ki : “Nevres şimdi ben sana hakîkatini gösteririm amma zarf küçük mazruf büyük” Yine Nevres bey’den dinlemiştim. Bir gün Amiş Efendi Hazretleri: “Padişahlar bazan tebdil-i kıyafet gezerler. O zaman onun padişah olduğunu bilmeyenler karşısına geçer dangıl dungul konuşurlar. Amma o zaman padişahlığı ile bir tecelli ederse korkudan herkesin dudağı patlar” buyurmuşlar “ Vecih ( Vech ) = Yüz, görünen yüz Mükevvenat = Bütün yaratılmışlar Muhit = Etrafını kuşatan, ihata eden Hüve = ( Arapça’da ) ‘ O ‘ manasına işaret zamiri Zarf = Kab, mektup konulan kılıf, Mazruf = Zarf içine konan / konması istenen şeyler Tebdil-i Kıyafet = Kıyafeti değiştirmek 386. ( Hoca Efendi Hazretlerinin hijyen ve kılık kıyafete

olan titizliği hakkında Hamdi Beyin hâtıraları-özetle) Hamdi Bey 2 ay önce diktirdiği resmi elbisesi ile Hoca Efendi Hazretlerini Çengelköydeki yazlık köşkde ziyâret eder. Biraz sohbetten sonra Hazret “Hamdi Bey, senin bu elbisen ağarmış, sen Ankara’ya dönünce yeni bir elbise diktir” buyurur. Hamdi Bey eve dönünce hakikaten yakasının altının ağardığını görür. Ertesi gün huzûra ancak 10-15 defa kullanılmış bir sivil elbise giyerek gider. Hoca Efendi Hazretleri’nin ilk sözü “Hamdi sana bir de sivil elbise lazım. Ankara’ya gidince bir de sivil 113


elbise diktir” olur. Hamdi Bey Ankara’ya döner dönmez en iyi kumaşlardan bir sivil, bir de askeri elbise diktirir. Yine birgün Çengelköy’e acele gittiği için sakal tıraşı olamayan Hamdi Bey’e, Hoca efendi Hazretleri “Ne o Hamdi Bey, sakal tıraşı olmamışsın. Bizim yolumuz kalenderlik yolu değildir. Bir daha seni böyle sakallı görmek istemiyorum” buyurmuşlar. 387. “Söz sıfat-ı Resüllullâh

olan ümmî’lik bahsinden açılmışken şu hâtıralarımı da kaydedeyim. Hoca Efendi Hazretleri söylerlerdi ki, Ahmed Amîş Efendi Hazretleri (gençliğinde medresede zamanının en yüksek ilm-i zâhiri’sini tahsil ettiklerinden) “Ben bildiklerimi unutuncaya kadar ne çektim” derlermiş. Yine hoca Efendimiz Hazretleri; “Benim en son kurtulduğum kayıt, hoca’lık kaydıdır” buyururlardı.”

Ümmî = Mektep ve medresede okumamış kimse, okuyup yazma bilmeyen kimse ( câhil ise, okuma yazması olsa bile bir şey bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen kimsedir ) İlm-i Zâhiri = Maddi aleme ait ilimler 388. “Hoca Efendi Hazretlerinin huzurda yazdırdıkları

uzun nazmın ilk dört mısraı : Unutup bildiğini ârif isen nâdân ol Bezm-i vahdet’te ne ilim ne âlim isterler Dergâh-ı pir’e varıp dirliğini arz etme Anda hergiz ne sipâhi ne zâim isterler

Nâdân = Câhil, haddini bilmez Bezm = Sohbet meclisi, muhabbet yeri Bezm-i vahdet = Vahdet meclisi Dirlik = (burada ) Geçim için sahip olunan varlıklar Hergiz = Aslâ, kat’iyyen, hiç bir suretle Sipâhi = Zeamet sahibi, kendilerine verilen araziden öşür (yani yetişen mahsullerden onda birini ) alan ve Sipâhi denen,Osmanlı askerleri Zâim = Zeamet sahibi

114


Nûr-u Nübüvvet’den zamanımıza kadar vârisiMuhammed pek çok ehlullâh zuhur etmiştir. Bütün bu evliyâlar zinciri mertebelerini, şeyhinin önünde diz çökmek, ona kul olmak ve şeyhinin hâliyle hallenmekle bulduklarını söylemişlerdir. .... Bu iş kitap okumakla olmaz. Bilakis zahir ilimleri bazan insanın sırtına yük ve ayağına bağ olabilir. Hatta ‘her şeyi ben biliyorum kaydından kurtulmak da pek zor olabilir. ... Ehlullâh, ‘” ben ne öğrendi isem şeyhimden öğrendim, her türlü hâli ve makâmı Efendimden devr aldım “ demişlerdir. Bunun da sermayesi Hulûsu kalb, teslimiyet ve mutlak itaattir. Bu o kadar mühimdir ki onun için Ahmed Amîş Efendi Hazretleri (Nevres Beyefendi’den rivâyetle ): “Askerler söz dinlemeye ve mutlak itaata alışkındırlar. Onun için askerler kolay derviş olurlar ve çabuk terakki ederler” buyurmuşlardır.

389.

Hoca Efendi Hazretleri bir arefe günü ben kuluna “Oğlum sen hakiki bayram nedir, bilir misin?” diye sorup, “Hakiki bayram mürid’in mürşid’i ile bir olmasıdır” demişler ve “Haydi bayramın mübârek olsun” diyerek ellerini uzatıp öptürmüşlerdi. Elhamdülillâh”

390.

(Ali Âli Bey’in zevcesi Hulkiye Hanım’ın rivâyetiyle) Hoca Efendi Hazretleri vefatlarından kısa bir süre önce, Çengeköyde aynı köşkte ikãmet ederken, Ali Âli Bey’e “Seni sıddıkiyet makâmına irsâl ediyorum” dedikten sonra Mustafa Bey Hazretlerini göstererek “Aliyyül Murtezâ da budur” buyurdular.

391.

Sıddııkiyet = Son derece dürüst ve doğru olma makamı, Hz. Ebubekir’in makamı İrsal etmek = Göndermek, yollamak

115


Hoca Efendi Hazretlerine muhalefet eden ve aleyhinde tezvirat yapan kimseler Hamdi Bey’i çok üzdüğü günlerde Hazret şöyle buyurmuştur :

392.

“Oğlum sen üzülme, yüksek dağların başı dumanlı olur”; bir seferinde de : “Oğlum, büyük dağların başından hiç bir zaman duman eksik olmaz” buyurmuşlardır. Tezvirat = Yalan dolan ve iftira etmek

“Bir gün Hoca Efendi Hazretleri ile Veliyiddin Efendi Kütüphanesinde yalnızdık. Sohbet arasında buyurdular ki: “Oğlum, nefsi öldürmek o kadar zordur ki, ben nefsimi öldürdüm diyen evliyânın köşeyi dönerken nefsi karşısına çıkar.” Büyüklerimden işittiğime göre, sıfâtiyyun mertebesindeki bir evliyâullah bile şeytanın ve nefsinin şerrinden kendini kurtaramaz. Kurtulabilmek için Zâtiyyun mertebesinde makâm-ı müntehî ehli olmak gerekirmiş.”. (Not : Tevhid’in üç mertebesi vardır.1) Tevhid-i Ef’ãl : Hakk salike fiilleriyle tecelli eder, bütün fiilleri Allah’dan görür. 2) Tevhid-i sıfât : Hakk sâlike sıfatları ile tecelli eder, sadece Allh’ın sıfatlarını görür. 3) Tevhid-i Zât : Hakk sâlike zât’ı ile tecelli edince, mevcûd olarak sadece Allah’ı görür. ‘ Lâ mevcûde İllâllah’ (Allah’dan gayrı hiç bir şey yoktur) der .Bu, Zatiyyun makamıdır ki makamların en sonu, en yücesidir. – MFG )

393.

Sıfâtiyyun mertebesi = Tevhid-i sıfât ehlinin mertebesi Zâtiyyun Mertebesi = Tevhid-i zât ehlinin mertebesi Makâm-ı müntehî = Erişilebilecek en son makâm

116


“Hoca efendi Hazretleri buyurdular ki, Bir gün Abdülaziz Mecdi Beye rastladım. Bana dedi ki: “Mânâda Ahmed Amîş Efendi Hazretlerini gördüm. Bana: ‘Vekilim, mahbûbum, nedîmim Mehmed Efendidir’ buyurdular. Siz Mehmet Efendi Hazretlerini görüyorsunuz. Lütfen kendilerine bu rüyâmı söyleyiniz. O benim metbû’um (yani tâbi olduğum zât), ben onun matlûb’u (yani taleb ettiği) olayım” dediler. Ben de, Türbe’de Mehmet Efendi Hazretlerinin huzûruna vardığım zaman hâdiseyi anlattığımda, Mübârek ağlayarak “Hoca, hoca, ben bu rüyâyı görseydim başımı gider onun ayakları altına koyardım. Verilen geri alınmaz, amma, Mecdi buraya gelip diz çökmedikten sonrada menzil alamaz “ buyurdular.” Mehmet Efendi Hazretleri zâhirde ümmî oldukları için ara sıra “Hoca, nedîm ne demek, mahbûb ne demek” diye sorarlar ve ağlarlarmış. Fakat ne yazık ki, gördüğü açık işarete rağmen, derin zâhiri ilmi ayağına bağ olduğu için Abdülaziz Mecdi Bey, ümmî olan Mehmet Efendi hazretlerine gidip teslim olmamıştır. Verilen geri alınmaz, fakat olduğu yerde kalmıştır.”

394.

Mânâ = Rüyâ Mahbûb = Muhabbet edilen, sevilen Nedîm = Sohbet arkadaşı Menzil = konuşlanılacak yer, alınacak mesâfe 395. “ Rüyaların zahiri, batıni ve bir de tahtında müstetir

hakiki manaları vardır.Bunları ancak ehli bilir. Onun için Resulü Ekrem Efendimiz “Rüyalarınızı ehline tabir ettiriniz” buyurmuşlardır. Bilhassa Efendi’lerin görüldüğü bir rüya başkalarına söylenmeden ilk olarak kendilerine arz edilmelidir. Bunun için Hoca 117


Efendi Hazretleri “İçerisinde benim görüldüğüm rüya bana aittir, bana söyleyiniz“ derlerdi.” Tahtında müstetir = Altında örtülü olan, içinde gizlenmiş olan

“Hoca Efendi Hazretleri eskiden Ramazân-ı şerifde Ayasofya’da vaaz ederlermiş.Benim yetişdiğim devirde Cuma günleri Cuma namazından sonra Sultan Ahmet Camii’nde, Pazar günleri öğle namazını müteakip de Nûr-u Osmaniye Camii’nde vaaz’u nasihatla herkesi irşâd ederlerdi. Son zamanlarında yalnız Nûr-u Osmaniyede vaazlarına devam ediyorlardı. Son bir kaç sene, vaazlarında üst üste hep Bakara Sûresinin baş tarafındaki, felâha eren mü’minlerin hallerinden bahseden âyetleri (Elif, lâm, mim, zalikel kitâb lâ reybe fiyh, ellezine yü’minûne bilgayb,ve yukiymünessalât ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn) çeşitli mâna ve misallerle tefsir ve izah ederlerdi. Bu âyetı kerimenin sonunda 3 defa “ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn, ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn, ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn” diye her seferinde üç defa tekrar ederlerdi.Bu üç defa tekrar edişte her halde pek büyük hikmetler olsa gerektir.... (ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn) (= Onlar...kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler) âyet-i kerimesini çok uzun olarak müteaddit vaazlarında izah ve tefsir ettiler. Âyet-i kerime’de geçen ‘yünfikûn’, ‘infâk’ın çoğuludur ki, infak’ın lügat manası da malın elden çıkarılması, harc ve sarfı demektir. ...... Hoca Efendi Hazretleri bu âyet-i kerime’yi izah ve tefsir ederlerken, verilen rızıklardan başkalarına infâk’da en yakınlarından başlamayı, bilhassa ana, baba, hısım, akraba, komşu ve derece derece diğerlerine de infâk etmeyi izâh ettiler ve bilhassa ana baba hakkı üzerinde ısrarla durdular “

396.

118


“Ana baba deyince aklıma şu hâtıra geldi Hoca Efendi Hazretleri ben kullarına möüteaddit defalar “Senin anan da, baban da benim “ diye buyurdular. Yine ben kullarına yazdıkları bir mektupda aynen: “Vâlidene hürmet ve muhabbeti de daima titreyerek gözet. Cennet ve Dünya uğurları onların rızâsındadır. Benim de rızâmı unutma, manevi ebeveyn dahi maddî’den mukaddem olabilir” yazmışlardır.” İnfâk = Nafaka vermek, beslemek, geçindirmek, harcamak Mukaddem = daha önce olan

“Bir gün Hoca Efendi Hazretleri ile Boğazda vapurla tenezzühe çıkmıştık. Vapur Beşiktaşa yanaştığında bazı yolcular çıktılar. Biz üst güverteden çıkanları seyrederken Hoca Efendi Hazretleri: Oğlum, maneviyat yolu da böyle iskele iskeledir. Sırası gelen o iskelede çıkarılır. O zanneder ki burası son iskeledir. Halbuki ilerde daha çok iskele vardır.” Buyurdular.

397.

398. Ahmed Amiş Efendi Hazretleri: “Kapıdan kovulup bacadan giren bizdendir” buyururmuş.

Hoca Efendi hazretleri şöyle buyurmuşlar. “Allah muhammed’de Ekber’dir” 400. “Nevres Bey Rahmetullah’ dan dinledim ki: “Makam-ı müntehi ehli evliyaullah her şeye muktedirdir, fakat her şeyden müstağnidir “ 399.

Muktedir = Bir işe gücü yeten Müstağni = Kimseden bir menfaat beklemeyen

“Hoca Efendi Hazretleri ve İmam Ziya Beyden dinledim: Kuşadalı Aziz zamanında tekke sebepsiz

401.

119


yere yanınca, ihvan aralarında para toplayıp tekkeyi yeniden inşa etmek isteyince Kuşadalı İbrahim Efendi Hazretleri . “ Bu tekke bi-sebebin yandı. Bunda bir hikmet olsa gerek. Tekkeler Allah’ın saltanatının remzi idi. Orada istidadı olanlar seçilir ve yetiştirilirdi. Bundan sonra nerede ihvan, nerede mekan, orada irşad “ buyurmuşlar.” Bi-sebebin = Sebepsiz yere Remz = İşaret, işaretle anlatmak

(Nevres Bey Rahmetullah Hakkında Hamdi Beyefendi şunları anlatıyor): ”1946 Senesinde vefat eden Nevres Bey’le hal-i hazır ihvan içinde benden başka hiç kimsenin yakın teması yoktur. benim ise 1932 yılından itibaren Nevres Beyle baba – evlat gibi yakın münasebetim vardır.. ..... Resul-u Ekrem sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz müteaddit defalar zuhur edip kendisine “Oğlum Nevres” diye hitab etmişlerdir. ..... .Ahmed Amiş Efendi Hazretleri Nevres Beye “Nevres, seni ONBAŞI yaptım” diye velâyet tevcih buyurmuşlardır.Bu sebepten Soy Adı Kanunu çıkınca Nevres Bey de soy adını ‘Onbaşı’ olarak almış ve ‘mütekaid Binbaşı Hasan Nevres Onbaşı’ olmuştur. Bir gün Hoca Efendi Hazretlerinin huzurlarında Nevres Bey’den bahsediliyorken “ Efendim Onbaşı ne manaya gelir ?” diye sorduğumda, Hoca Efendi Hazretleri “Oğlum, 40’lar, 10’lar diye evliyâlar meclisi vardır. İşte Nevres Bey onların başıdır” diye velâyetini tevsik etmişti. Nevres Bey Rahmetullah’dan müteaddit defalar dinledim. Nevres Bey hatim sürerken bir gün ‘Kıyamet’ Suresini okuyunca, orada zikredilen azab ayetlerinden teessüre kapılarak günlerce ağlamış.. Bir gece mânâda Resûlü Ekrem Efendimiz zuhûr ederek “Oğlum, üzülme, o sûre avam için nâzil olmuştur.” buyurmuşlar.

402.

120


Tevcih etmek = (Burada ) Rütbe vermek Tevsik etmek = Belgelendirmek Nâzil olmak = inmek 403. (Hamdi Beyefendinin, Hoca Efendi Hazretlerinin

çok sevdiği ve ‘Hanım Efendi’ diye hitâb ettiği Nüzhet Hanım Efendi ile ilgili bazı hâtıraları) Hoca Efendi Hazretleri bir gün bana “Nüzhet Hanımefendiyi ziyâret ediyor mu sunuz, Sözlerini hap yapıp yutuyor musunuz?” diye îkazda bulunmuşlardı. Bir defa da: “Nüzhet Hanım Efendi mürşid değildir, amma irşâd edebilir” buyurmuşlardı. Bir gün Hoca Efendi Hazretleri: “Kadından mürşid olmaz. Yer yüzüne dört büyük kadın gelmiştir. Bunlar da geliş sıralarına göre: Hazreti Âsiye, Hazreti Meryem, Hazreti Hatîce ve Hazreti Fâtıma’dır. Kadınlar en fazla bu dört kadından birinin makâmına kadar yükselebilirler” buyurdu.”. Hoca Efendi Hazretleri bir gün yüksek ateşle hastalanıp bir kaç gün medresedeki odasında kendinden geçmiş bir halde yattığı zaman Nüzhet Hanımefendi merak edip gelmiş ve Hoca Efendi Hazretlerini alıp eve götürerek iyileşene kadar bakımını yapmış.Nekahat devresini geçirene kadar da bırakmamış. Hoca Efendi Hazretleri bunları ağlayarak anlatmış ve “Oğlum ben bu Nüzhet Hanımı nasıl unuturum” buyurmuş. Hamdi Beyefendi, Hoca Efendi Hazretlerinin başka hiç bir ihvanı arkasından ağladığını görmediğini ifade ediyor. Nüzhet Hanımefendi’nin irtihal-i dar-ı beka eylediği hastalığında da Hamdi Beyefendi Nüzhet 121


Hanımefendiye gece gündüz ihtimamla hizmet etmişler. Nüzhet Hanımefendi Mehmed Efendi Hazretlerine de büyük hizmetler yapmıştır. Mehmed Efendi Hazretleri de hastaladığında Nüzhet Hanımefendi “Efendim ben size bakarım” demiş, Efendi Hazretleri de kabul edince Göztepedeki köşkte bakım ve hizmetini yapmışlar. Kendi evlerine dönen Hazret bir süre sonra yine rahatsızlanınca tekrar Nüzhet Hanımefendinin evine dönmüş ve orada teşrif-i darü-bekâ eylemişler. Bu son hastalıkda Mehmed Efendi Hazretleri kendi evinden Nüzhet Hanımın köşküne nakledilirken, Hoca Efendi Hazretleri arabadan sırtlarına almış ve yataklarına kadar taşıımışlar. İşte o zaman ne oldu ise olmuş ve Mehmed Efendi Hazretleri Hoca Efendi Hazretlerinin gözlerinin içine bakınca Hoca Efendi Hazretleri kendilerinden geçip oraya yığılmışlar. Kendilerine gelince, Mehmed Efendi Hazretleri “Hoca olan oldu. Kalk iki rek’at şükür namazı kıl” buyurmuşlar. Hoca Efendi Hazretleri bu vakıayı anlatırken “İşte ben o zaman emâneti Mehmed Efendi Hazretlerinden devr aldım” buyururlarmış. Abdullah Kucur Beyefendi’den naklen Ahmed Tâhir Memiş Efendi hazretlerinin bazı kelâm-ı Âlî’leri : 404. “Mürşid-i kâmil’i bulmak müşkildir. Bulduktan

sonra onu bilmek daha güçtür. Onun gibi olmak, onun hakikatine ermek ise en güçtür”

122


“Şeriat-i garrâ-i Ahmediyye’nin müzdâdını her an müyesser eyle Allah’ım”

405.

Şeriat-i garrâ-i Ahmediyye = Kudsi Muhammedî şeriat. Müzdâd = Çoğaltılmış, ziyâdeleştirilmiş

nurların

parladığı

“Yarım hoca dinden, yarım hekim candan, yarım şeyh de imândan eder”

406.

407.

“Hakk’ı yerinde kullanmamak israftır”

“Her maraza Cenâb-ı Hakk bir devâ halketmiştir”

408.

“Hakk’ı yıkmağa sa’y edenlerin hepsi fir’avundur. Kim olursa olsun”

409.

Sa’y etmek = Çalışmak, gayret etmek

“Nefis nâr’dan halkolunmuştur, imân nur’dan. Cinsi cinsine çeker; nefis Cehenneme, imân Cennete. Nefs’e muhalefet ede ede nihâyet nefis sana mutâvaat ve hizmet eder, Cenneti kazanır. Nefis öldürülürse Hakk bulunur. Cihâd-ı ekber budur. Hind fakirlerinin yaptığı muamele gibi değildir. Mağaralara falan çekilme yok. Nefsi, yıllarca aç durmak öldürmez. Nefsin yola gelmesi ancak peygamberlerin, evliyânın sayesinde mümkün olur. Onun ilacını onlar bilir. Onu akîm bırakırlar. Nefis akim bırakılınca perde kalkar. Dünyâdan giderken amelini elbise yaparlar, onun içine koyarlar. Hangi ameli fazla ise kefeni ondan dikerler, onunla gider. Ondan yapılan kafese o ruhu koyarlar. Asıl kabir budur. Muhabbet-i Resûlüllâh hangi kalpte bulunursa, o yanmaz “

410.

123


Nâr = Ateş Mutâvaat etmek = İtaat etmek Cihâd-ı Ekber = En büyük cihâd ( savaş ) Akîm bırakmak = Sonuçsuz hale getirmek

Yerine kâim olan Mustafa Özeren Hazretleri, Ahmed Tâhir Hazretlerini . “Temkîn’in kemâlinde idi, hilmiyyet-i Muhammediyye sâhibi idi” diye tavsif ederlerdi.

411.

Kâim olmak = Yerine geçmek, Temkîn = Ölçülü olmak, izzet, iktidar, kudret Kemal = Olgunluk, kâmillik Hilm = Vakar, Huy güzelliği, Tavsif etmek = Anlatmak, vasıflarını söylemek

Mustafa Bey Hazretleri’nden bizzat duyduğum Kelâm-ı Âlî’ler’den bazıları: (Mustafa Özeren Hazretleri) “Anadolunun Evtâd-ı Erbaa’sı şunlardır: Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri , Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, Şeyh Şâbân-ı Velî Hazretleri. Okurken bu sıra üzere okuyun.”

412.

Evtâd-ı Erbaa = Dört direk : Bir yöreyi dört yönden koruyan en büyük dört velî 413. (Mustafa Özeren Hazretleri): “İmtihanımda Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri de vardı.” 414. (Mustafa Özeren Hazretleri) Altının kalpı olduğu gibi evliyânın da kalpı vardır. Bazısı benliğe kapılır. Verilen geri alınmaz. Ancak böylesi kendini kurtarır, başkasını kurtaramaz.” 415. (Mustafa Özeren Hazretleri) “Büyükler herşeyi rümûzla söylemişler.” Rümûz = Remizler, manası gizli olan işaretler

124


Muharrem’lerde Mustafa Bey Hazretleri “Gene gönlüme gam çöktü” buyururdu. (Bu esnada mübârek gözleri dolu dolu olurdu.)

416.

“Oku yaydan çıkarmamak lâzım. Bir seyi ya sormadan yapmalı, ya da sorarsan söyleneni yapmalı.”

417.

418. “Mustafa Bey Hazretleri “Efendim Hazretleri, “Bize kapalı kapı olmaz” buyururdu. (Bunu, ziyâretlerinde kapalı olan Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesinin kapısını nasıl açtırdığını anlatırlarken nakil buyurmuştu - MFG)

(Mustafa Bey Hazretleri’nden naklen): “Bir gün Naim Bey rahmetli (Baban Zâde Naim Bey: ‘Zamanın sahibini buldum, gel seni oraya götüreyim’ dedi. Bir teneke yağ hazırlattım. Ceketimin iç cebinde de 130 lira param vardı. Naim Beyle Unkapanında eski ahşap bir eve gittik. Kapıyı çalınca içerden cılız bir ses: “Hanım, kaç gündür evde yağ yok diye eziyet ediyordun. Kapıyı aç, yağ geldi” diye bağırdı. Kapı açıldı. Yağ tenekesini verdim. Hanımı bizi Sait Efendinin yanına çıkardı. Sait Efendi bizi çok iyi karşıladı. Ufak tefek yaşlı ve a’mâ bir zât. Elini öptük. Minderinin altına da otuz lira koydum. Sait Efendi parmağını ceket cebimin üstünden geri kalan paramın üzerine koydu. “Ya bu?” dedi. Bunun üzerine paramın geri kalan yüz lirasını da kendisine verdim. O gün çok güzel vakit geçirdik. Bize Esmâ ta’lim etti. Yine gelin dedi. Ertesi gün yine gittik. Hayli güzel sohbetten sonra o tarihde en önemli pozisyonda bulunan bir zat için, ‘ kendisi sağ olduğu sürece

419.

125


hiç bir ferd veya devletin karşı duramayacağını ‘ söyledi. Bunun üzerine itirazla Resûlün nizâmını bozduğunu söyledim. ‘Tecellî iktizâsı’ dedi. ‘Efendim, Tecellî değişemez mi?’ dedim. (Bu esnada Mustafa Bey Hazretleri sağ elinin işaret ve orta parmaklarını önce bitişik olarak yukarıya kaldırıp, sonra bunları ‘V’ harfi şeklinde birbirinden açmış, böylece bir velinin tecelliyi değiştirebilmek için Hakka yürümeyi tercih edebileceğini göstermek istemişti - M.F.G.) Bunun üzerine A’mâ Sait Efendi çok hiddetlendi. “Huzûrumda bî-edebâne kelâm ettiniz. İkinizi de kovuyorum. Bir daha gelmeyin” dedi. Sonra bana: “Seni de, azlediyorum” dedi. İkimiz süklüm püklüm çıktık. Yol boyunca Naim Bey bana: ‘Yaptığını beğendin mi?’ diye sitem etti. Oradan Nûr-u Osmaniye Câmiine geldik. Câmiin avlusunda, her zaman sadaka verdiğim bir meczûb vardı. Onu gördük. Ben yine bir miktar para vermek istedim. Fakat, “Biz ma’zulden para almayız” diye sadakamı reddetti. Nitekim iki üç gün sonra Vekâletten bir telgraf geldi, ‘Görülen lüzûm üzerine‘ memuriyetten alındığımı tebliğ ettiler.“ A’ma = İki gözü de görmiyen kör Esmâ = Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimleri Tâlim etmek = Öğretmek, alıştırmak Tecellî = İlâhi kudretin ortaya çıkması İktizâsı = Gereği icab Bi-edebâne = Edebe aykırı şekilde Meczûb = İlâhi aşkla aklını kaybetmiş kişi Ma’zûl = Azledilmiş, işinden çıkarılmış Vekâlet = Bakanlık

“Bir sabah Efendimin huzuruna girdiğimde: ‘Mustafa ne haberler var?’ diye sordular. O

420.

126


sabahki gazeteler Yunanlıların Bursayı işgal ettiğini yazıyordu. Arz ettim. ‘Gelen kitãbî, biz değiliz ‘ buyurdular. Gazeteyi kendilerine verdim. Gazetedeki resimde bir Yunan zãbiti Orhan Gazi’nin sandukasının üzerine oturmuş, elindeki kamçı ile sandukaya vuruyordu. Bunu görünce mübârek gözleri doldu. Hiddetle: ‘Bu kâfirler Anadolu’dan çıkacak! çıkacak! çıkacak! Onlar nasıl kaçtıklarını; kovalayan nasıl kovaladığını bilemiyecek ‘ buyurdular. Her bir ‘çıkacak’ lâfı bir seneye tekãbül etti. Üç yıl sonra Yunanlıları Anadoludan kovaladık. Onlar nasıl kaçtıklarını, bizimkiler nasıl kovaladıklarını bilemediler ” Kitabî = Mukaddes Kitaplardan birine tabi olan Zãbit = Subay Tekãbül etmek = Bir şeyin karşılığı olmak (‘a’ uzun fakat inceltmeden okunur )

(Mustafa Bey Hazretlerinden)“ Bir Süreyya Bey vardı. Efendim Hazretleri: ‘İlmimi Süreyya’ya verdim’ buyururdu. Bir gün Beyazıt’da rastlamıştık. Beyaz sakallı güzel bir yüzü vardı. Efendimin elini öptü, “Efendim her zaman kalbimdesin’ dedi. Efendim de :‘Ah Süreyya, kalbindeyim ama bilsen orada nasıl kalabiliyorum’ buyurdu. Bir sabah Efendim: ‘Süreyya her sabah benden süt istemiye (*) gelirdi. Bu sabah gelmedi. Bakın, acaba başına bir şey mi geldi?’ buyurdular. Gittik tahkik ettik ki, vefât etmiş. Kabrine Makâm-ı Süreyya derler.”

421.

Tahkik etmek = Doğruluğunu araştırmak (*) ( Efendim, bunun ‘ilim istemek ‘ manasına olduğunu tavzih buyurmuştu. MFG )

127


422.- Bir gün Süreyya Bey ile Mehmed Efendimiz huzurda bulunurlarken, Mehmed Efendi Hazretleri Hazret-i Aziz’in sohbetinde cezbelenmişler. Süreyya Bey bir iki defa Efendi Hazretlerinin yüzüne muterizâne bakmış. Hazreti Aziz “Ne bakıp durursun. Onun velâyetinin nübüvveti zuhûr edecek, vücûd-u mutlak olacak. Onu kimse anlamayacak” buyurmuşlar. Muterız = İtiraz eden, beğnmeyen

Makbule Hanımefendi huzuru saadet’de iken, yine huzurda bulunan Süreyya Bey, “ Ben yağan kara dur diyorum, duruyor ...şöyle ediyorum, böyle ediyorum “ diye konuşuyormuş. Efendimiz de “Ben de kimsesizlere merhamet ederim “ buyurmuşlar. 424. (Mustafa Bey Hazretlerinden) “Bir gün Efendim: ‘Mustafa, bir araba çağır. Fakir üç gündür yolumuzu gözler’ buyurdu. Arabaya bindik. Âdetleri veçhile sağa sola selâm vererek Eyüb’e vardık. Küçük bir sokağı tarif ettiler. Ahşap, harap bir evin önünde indik. İçeri vardık ki, ihtiyar, cılız bir zât bir hasırın üzerinde yatıyor. Üzeri bit kaynıyor. Efendim kürkü ile hasırın üzerine oturdu. Tevhid’i tâlim ettirdi. Sonra adama: ‘Korkma, bu iş bir odadan ötekine geçmek gibidir’ buyurdular, vedalaştılar. Arabayla Zeyreğe doğru gelirken içimden alıp veriyorum. ‘Kürkü bitler sardı, şimdi bunu nasıl temizleteceğiz’ diye düşünüyorum. Efendim bana döndüler. ‘Mustafa, oğlum, o adamın tokluları ondan başkasına gitmez. Gitse de yaşamaz’ buyurdular. Seneler sonra camide gençten bir adam gördüm. Hemen gözümün önüne o sokak ve o ev geldi. Adama sokağı ve evi tarif ettim. Hakikaten o ev baba evi imiş.” 423.

128


Veçhile = Üzere, gibi Tevhîd = Birleme, Allahın BİR olduğuna inanıp kabul ve tasdik etmek Tâlim ettirmek = Öğretmek, alıştırma yaptırmak*

( Mustafa Özeren Efendim Hazretlerinden ) “Bir gün Efendim (Hoca Efendi Hazretleri) “Mustafa, Abdülbaki Bey (Abdülbaki Gölpınarlı) ağır hasta imiş, beraber görmeye gidelim. Sen bir şişe Taşdelen suyu al götürelim” dedi. Bir şişe su aldım. Beraberce Maçka semtinde bir yakınının evinde yatmakta olduğu haneye geldik. Kapıyı bir hanımefendi açtı, Abdülbaki Beyi ziyarete geldiğimizi öğrenince, çok hasta olduğunu, rahatsız edilmemesi gerektiğini söyleyerek içeri almak istemedi. Bu arada yattığı yerden bu konuşmaları duyan Abdülbaki Bey, seslenerek içeri buyur edilmemizi istedi. Efendim, sağlığına kavuşması için duadan sonra kendisine aldığımız suyu içmesini tenbih etti. Kısa süre sonra hasta tamamen iyileşti”

425.

(Mustafa Bey Hazretleri bu fakire) “Evlâdım, Yalova’ya giderken sağına soluna selâm ver” buyururdu.

426.

Ömer Lutfi Toygar Bey’in ‘Muhabbet Üzerine’ adlı kitabından: Hoca Efendi Hazretlerinin Edip Can Bey tarafından not edilmiş bazı kelâm-ı şerifleri: Hoca Efendi Hazretleri Ömer Lutfi Beyin ilk ziyâretiinde “Din ne yapar?” diye sormuşlar. “insanı insan yapar efendim“ cevabını alınca şöyle buyurmuşlar: “Din, irâde-i cüz’iye’yi irâde-i külliye’ye götürür. İrâde-i külliye’ye ulaştın mı, buradan Bağdat’a bakarsan görürsün”

427.

129


“İnsan bir tramvaya benzer. Tramvay cereyan kesilince durur. O cereyanın bir merkezi vardır, kesilen cereyan oraya avdet eder. İnsan da böyledir. Ondaki ruh tramvaydaki cereyan gibidir. Ruh çıkar merkezi neresi ise oraya gider ve insan hareketsiz kalan tramvay gibi işlemez, durur. İşte bu da ölümdür.”

428.

“İnsanlar Allah’a birçok yoldan varırlar. Hüsn-ü hulk, ibâdet, zikir, iyilik vs. gibi. Fakat en kısa ve kestirme yol muhabbettir.”

429.

Hüsn-ü hulk = Ahlâk güzelliği

“Namazı huzurlu kılabilmek için namaza başlamadan önce çok çok ‘Lâilâhe illâllah Muhammedin sallâlah’ demeli ve namaza ondan sonra durmalı, çünkü ‘lâilahe İllâllah’ kalbin süpürgesidir, orasını temizler.“

430.

431.

“Namaza baş açık durmamak iyidir”

432.

“Nefis ölmez, nefiste ilerleme olur”

433. “Herkesin şeytanı başka başkadır. Resulüllâh

‘Benim şeytanım bana iyilikten başka bir şey söylemiyor’ buyurmuşlar. 434. “Namazlardan sonra ‘ Beden afiyeti, ruh afiyeti; kalb safâsı, ruh safâsı ihsân eyle Yâ Rabbi’ diye dua etmeli.” 435.

“Fatiha ölülerin gıdasıdır.”

436. “Sağ tarafa ‘lâ ilâhe illâllah’, sola ‘ Muhammedin sallâllah’ diye zikir çekmeli.”

130


“Gece yatakta zikir çekerken uyunursa, sabaha kadar gönül zikir ile geceyi geçirmiş olur.”

437.

“Zikir çok çekmeli, bağıra bağıra gönül kapısını zorlayıp içeri girmeye çalışmalı. Nasıl ki bir arkadaşınıza ‘Necmi, Necmi’ diye çağırırsanız sağır dahi olsa nihayet bir an dönüp ‘Efendim’ diyecektir. İşte gün gelir bu kapıdan da ses gelir. O sesi işittin mi tamam.”

438.

“Hoca Efendi Hazretleri Hazreti Mevlânâ’yı çok severler. Kendilerine Nûr-u Osmaniye’deki vaazlarında Mevlânâ’dan çok bahsettikleri için, arkadaşlar ‘ Siz Mevlevi misiniz ?’ diye sormuşlar. “Ben Mevlevi değil, Mevlânâvi’yim” demişler.” 439.

“İnsân-ı kâmil o adamdır ki, başını göğsü üzerine eğdiği zaman kendini huzurullâh’da bulur.”

440.

“Şeyh’in ruhu da Allah gibi her yerde hâzır ve nâzırdır. Mürid her zaman her yerde, sıkışık anında şeyhine sığınabilir.”

441.

Hâzır = Huzurda olan, göz önünde bulunan, âmâde Nâzır = Nazar eden, bakan, idâre eden

“Şeyh müridini öyle yetiştirmeli ki Allah’la arasında olan her şey silinip temizlenmeli. Bir altının üzerindeki toprak ve çamurun tasfiyesinden sonra saf altını meydana çıkarmak nasılsa bu da öyledir. İnsanla Allah arasında ‘hırs, hayal, kin, şehvet vs.’ vardır. Şeyh bunların tasfiyesi ile uğraşır. ”

442.

Tasfiye = Saflaştırmak, temizlemek

131


443. Kendileri her zaman sesli olarak “Lâ ilâhe illâllâhü hüverrahmânnirrahîm” zikrini tekrarlardı “ 444.

“Mü’minlerin sıratı, mizânı bu dünyâdadır.”

Mizân = Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adalet ölçüsü , Terazi, tartı, 445. “Mü’minlerin çektiği azâb, hastalık, günâhlarını azaltır. Ona karşılıktır. Bu adamına göredir. Bazılarında da mertebe değişir.”

“Namazlarda şu iki duayı okumalı: ‘Yâ Rabbi, hakkımda hayırlı tecelliler ihsân et’ ‘Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle ‘

446.

İfnâ = Mahvetmek, yok etmek

“İnsanda aşk-ı İlâhi okadar fazla olmalı ki, ateşi yakmalı.”

447.

448. “Allah’ın kanûnu icâbı, bir dalâlet, bir hidâyet

diye zamanlar hüküm sürer. Bu devrin en sonu dalâlet ile bitecek. Kıyâmet o zaman kopacak...” 449. Aziz ağabey Efendi Hazretlerine sordular: “Bu zamanda Evliyâullah az mıdır, yoksa çoklar da kendilerini göstermiyorlar mı ?” Cevaben şöyle buyurdular: “Evliyâ çoktur, fakat zamanımız dalalet zamanı ve Allah’ın ‘Celâl’ ismi hüküm sürüyor, onun için kendilerini göstermiyorlar. Sanki zenginler fakat paraları ellerinde değil, ya da güneş var fakat arada bulut var, ziyâsı mestûr” Mestûr = Örtülmüş, gizlenmiş

132


“İnsan Allah’ın binasıdır. Bir insan öldürmek kâinatı yıkmaktan fenâdır.”

450.

451. “Bir arkadaş şu hikâyeyi anlattı: “Şeyhin birisi dervişine sormuş: “Allah sana 100 yıl ömür verse ne yaparsın?” Derviş “İbâdetle geçiririm” dediğinde, “Ben olsam 99’unu ihlâs ile, bir yılını da ibâdetle geçiririm” demiş. Arkadaş bundan bahisle ihlâsın mânâsını ve bu kadar mühim olup olmadığını sordu. Efendi Hazretleri: “O kadar mühimdir evlâdım. İhlâs, insanda Allah’dan gayrı her şeyin temizlenmesi, yalnız aşk-ı İlâhi’nin kalmasıdır. Daha doğrusu ‘hâlis’ olmaktır ki, bu da Evliyâullah’ın son mertebesidir.” buyurdular.

“İnsan iki defa doğmadan insan olmaz. Birincisi anasından doğar. İkincisi de ruhun doğumudur. İkincisinin ebesi mürşid’lerdir.”

452.

“Meleklere verilen ömür defteri uzayabilir. Lâkin Allah’ın indindeki ecel sabittir.” Türbedar hazretleri, “Benim ecelim altı sene önce geldi, sizler için bekliyorum” derdi.

453.

“Ehlullâh kâinata hâkim olurmuş, doğru mu? diye sordular. “O, kâmiller içindir evlâdım, hepsi için değil. İşte ben onlardan bir tane gördümki, kâinatla mum gibi oynardı” buyurdular.

454.

“İnsan nefse at gibi binerek Allah’a gider. Onun da yemini fazla kaçırmamak üzere vermeli.”

455.

(Nefis için ) “Yendim zannedersin, bir yerden karşına pehlivan gibi çıkar. Burada yere atarsın

456.

133


kapının önünde eskisinden daha azılı karşına çıkar.” 457. “Zikir çeke çeke içerde bir şeyler kaynamaya

başlar, muhabbet doğar, zevk duyulur. İşte o zevki yakalamak ipin ucudur. İpin ucunu elde ettikten sonra yavaş yavaş dürmeye başlamalı.” “Zikir çekerken gözleri kapayarak sağa sola ırgalanmalı. Irgalandıkça yayığın içindeki yağın toplanması gibi, ruhtaki muhabbet yağları da bir araya gelerek toplanır. Onun zevkine doyum olmaz.”

458.

“Aziz ağabey, Necip Fazıl’ın ‘Çöle İnen Nur’ ismi altında Resûlullâh (SAV) Efendimizin hayatlarını yazdığını söyledi. Hoca Efendi Hazretleri: “Resûlullâhın hayatını yazabilmek için onun ahlâkı ile müeddep olmak lazımdır. Allah-ı Tealâ da bulanıklık ister amma Resulüllah’da kat’iyyen. Allah’ın sıfatları arasında sarhoşluk, gaddarlık her şey vardır. Resûlullâhda bulanıklık olmaz, tam durulmak lâzımdır.” buyurdular.

459.

Müeddep olmak = Edeplendirilmiş olmak 460.

“Resûlullâh (sav) Allah’ın harem dairesidir”

461. “Maneviyatta dahî sâlikin Allah’a varması bir

derece kolaydır. Fakat Resûlullâh’a varmak için aşk ister, ahlâk ister, sa’y (çalışmak) ister.”

462.

“ Bir dışardan, bir de içerden adam olunur”

“Tarîkat-ı halvetiyye’nin gayesi fâni’liktir (fenâ), fâniliğin gayesi zâtiyyet’dir. Ricâl-i Halvetiyye mazhar-ı zât’ dırlar.”

463.

134


464. İmtihanlardan bahsolunuyordu “Bu imtihanlar kolay evladım. Asıl imtihan Allah imtihanıdır. Orada da iki büyük imtihan vardır: -Tevhid -Amel-i sâliha . Ben bunlardan birincisini çabuk verdim. İkincisinde hayli uğraştım.” Amel-i sâliha = Allah rızâsına uyan hayırlı iş

“Allah insanın gönlünün derinliklerindedir ve daima insanla beraberdir. Uykuda da, uyanıklıkta da. İnsan Allah’ı orada, gönlünün lâyetenâhi’sinde aramalı.”

465.

Lâ-yetenâhî = Sonsuz, nihayetsiz

“Mürşîd odur ki hasta kalpleri tedavi etsin, ameliyat etsin. Zira her kalp hastadır, tedâviye muhtaçdır. Tedâvi görmüş bir kalp ile hasta bir kalbin ‘Lâilâhe İllâllah’ demesi başkadır. Birinde ‘Lâilâhe İllâllah’ yalnız ağzından çıkar. Diğerinde ağzı da, varlığı da zikir çeker, hatta karşıdaki eşyalar da aynı kelimeyi söylerler.”

466.

“Rüyada büyüklerle münâsebet-i cinsiyede bulunmak, ilerde onlardan feyz alınacağına işarettir. O hal, ruh’un ruh’a ilkahıdır.”

467.

“His akla hâkimdir. Hisse hâkim olacak tek şey de imân’dır.”

468.

Bir ağabey kendilerine “Efendim bana manevi zevk kafidir. Evlenmesem olmaz mı ?”diye sordular. “Hayır, biri ruh zevki, öbürü kalıp zevkidir. ikisi de yerine gelecektir.” Buyurdular. Bir gün de: “Kalıp zevki tamam olmadan kalp zevki tamam olmaz “ buyurdular.

469.

135


“ Ruh zevki başka, beden zevki başkadır. Beden zevki, ruh zevkine hâildir. İkincisinde perhiz etmeli. Onda tenzil olunca öbüründe tezyid olur.”

470.

Hâil = Perde, mânia Tenzil = Azalma

Tezyid = Artma, çoğalma

“ İnsanın ruhu Allah’a yakın, bedeni uzaktır. Asıl mesele ikisini yaklaştırmaktır.”

471.

472. “Gurûb’dan ve güzelliğinden bahsolunuyordu. “Asıl tulû ve gurûb insandakidir” buyurdular” Tulû = Gün doğuşu 473.

Gurûb = Gün batımı

“Düstûrumuz, Gönülde muhabbet, elde iş”

“Peygamberimizin (sav) doğumları, nübüvvete ermeleri, vefatları hep Pazartesi’ne rastlamıştır. Onun için tarikatımızda Pazartesi, Perşembe oruç tutmak sünnettir.”

474.

Ahmed Amiş Efendi (ksa) Efendimiz Hazretlerinden ve diğer Azîzân Efendilerimiz’den muhtelif konularda sâdır olan kelâm-ı Âli’ler ve hatıralara devam : Ahmed Amîş Efendi Hazretleri Bursa’yı teşrif ettiğinde, tekmil ervâh-ı evliyâ kendilerini ziyârete gelmişler. En sonra ‘Rûh-ul Beyân ‘ sahibi İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gelmişler.

475.

Ervâh-ı evliyâ = Evliyâların ruhları

“ Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri Allah ile çok uğraştı. Nihayet, ‘...kul küllün min indillâh ... dedi, işin içinden çıktı “ buyurdular.

476.

136


(Kul küllün min indillâh (Nisa, 78) = De ki: her şey Allah’dandır) 477.

İsmail Hakkı hazretlerinin şeyhi Osman Atpazari Hazretleri, rihletleri zamanında İsmail Hakkı Hazretlerini yanlarına çağırarak “Kalbimi yokladım. Senin kalbin gibi kalbimi dolduran bulamadım, nefesimi sana veriyorum “ buyurarak dillerini çıkarmışlar, İsmail Hakkı Hazretleri öptükten sonra göçmüşler. Abdülmecid-i Sıvâsî Hazretleri buyurdu ki “Kâdir’i anlamayınca kader anlaşılmaz, kâdir anlaşılınca da kader mestûr kalır “

478.

Kãdir = ( ‘a’ uzun ) Her şeye kudreti yeten (Allah cc ) Mestûr = Örtülmüş, gizlenmiş. 479. Ömer’ül

Halvetî Hazretleri bir gün Ahmed Amîş Efendiye şöyle der: “ Ahmed, Marko hastalanmış. Benim adıma git kendisini ziyâret et, şu pusulayı da ver “. Marko gayr-i Müslim olmasına rağmen özellikle Müslümanlara hoşça muamele eden bir doktordur. Ahmed Amîş Efendi ziyâret eder ve Efendi’nin selâmını söyler, pusulayı da verir. Marko kemâl-i ta’zim ile aldığı pusulayı öper, başına koyar ve derhal açar. Pusulada kelime-i şehâdet yazılıdır. Marko bunu görünce “Biz ona çoktan inandık ve iman getirdik “ der.Bir hafta sonra da hayata gözlerini yumar.

Kemâl-i ta’zim ile = Son derece saygı ile

(Abdülaziz Mecdi Bey’in, Ahmed Amîş Hazretlerinden naklen rivâyeti) Türbedâr Bekir Efendi Hazretleri ömürlerini kuru ekmekle 480.

137


geçirmişler. Fakat kutbiyyeti ve mânevi dereceleri itibariyle ne dileseler anında olurmuş. İstediği an fakiri zengin, zengini fakir yapabilirlermiş. Fakat kendi durumunu hatırladığı zaman “ Yâ Rabbi, ben senin üvey kulun muyum ?” diye nâz edermiş. Şemseddin Paşa türbede Kayserili Mehmed Tevfik Hazretlerini görüp “Efendim, Türbede bir zât var, kimdir ?” diye sorunca Ahmed Amîş Efendi Hazretleri “O, benim vekilimdir, bedelimdir. Bedel, mübeddel-i misl’in aynıdır” buyurmuşlar:

481.

Bedel = Bir şeyin veya bir kimsenin yerine verilen ve yerini tutan şey veya kişi. Mübeddel-i misl = Yerine bedel tutulan kişi 482.

(Ahmed Erdem Bey’den ) Fikret ve ben, Hoca

Efendimiz (Ahmed Tahir Memiş) Hazretlerinin huzurunda idik. Fikret’e “Saatin var mı?” diye sordu. Fikret “ Yok” dedi. Hazret elleri ile Fikret’in bileğini tutarak “İşte saatin çalışıyor ya” buyurdular. Fakire de: “Senin saatin de çalışır çünkü ben kurdum” buyurdular. Kuşadalı Efendimiz Beypazarlı Ali Efendimize hizmetleri esnâsında, bir gün kahve ocağında yemek yerken “İbrahim” diye seslenmişler. Lokmalarını yutmadan hemen koşmuşlar. “İbrahim yemek mi yiyordun? Tevekkeli değil benim de ağzımdan iki lokma geçiyordu. İki vücud bir oldu, artık burada durman olmaz. Şimdi iskeleden binip gideceksin” buyurmuşlar. O da, Mısır’a giden bir vapura binip Mısır’a gitmişler. Sonra Beypazarî Hazretlerinin teşrîf-i Bekâ buyurdukları gün İstanbul’a gelerek namazlarına yetişmişler.

483.

138


(Hoca Efendi’miz Hazretlerinin rivâyetiyle) Meşrutiyetin ilânında bir takım kendini bilmezler Mehmed Efendimiz Hazretlerini rencîde ettiklerinden, huzûra geldiklerinde Aziz Sultan “Cenâb-ı Hakk yerden taşları alır, gökten yağdırır. Nitekim ümem-i sâlife’de olmuştur. Ne yapalım. Allah ‘.. Fe-câsû hilâle’d-diyâr ve kâne va’den mef’ûlâ’ (İsrâ, 5: ‘Onlar evlerin arasında dolaşarak sizi aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi.) buyurur. Memleketine git, gel deyinceye kadar otur” buyururlar. Mehmed Efendi Hazretleri de köylerine giderler. Üç sene kadar kalırlar. Bir gün o civardaki bir tepede bulunurken Aziz’imiz zuhûr ile “Gel” diye işaret buyururlar. Mehmed Efendi Hazretleri “Ben İstanbula gidiyorum” diye vedâ ederken efrâd-ı aileleri gitmemeleri için ısrar ederlerse de, dinlemezler. İstanbula gelirler. Huzûra girdiklerinde Hazret-i Azîz “Daha vakit de vardı. Seni benim misafir etmem gerekirse de evin müsaadesi olmadığından seni Hasan’a misafir edeyim” buyurur ve “Orada nasıl geçindin?” diye sorarlar. “Efendim evvelâ bilezik, küpe gibi zinetleri, sonra halıları, ondan sonra bakırları sattık” deyince, “Desene Allah’ın keyfini getirdin” buyururlar. 484.

Ümem-i sâlife = Geçmişteki ümmetler

(Nevres Bey rivayetiyle) “Bir gün Ömer’ül Halveti Hazretleri abdest alacaklardı. Su dökmek üzere ibriği almaya koştum. Benden evvel Bulgar Ayvaz ibriği kaptı. Ben almak istedim. Hazret “Bırak” buyurdular ve aynı zamanda Ayvaz’a bir nazar buyurdular. Gece oldu, benim odamın kapısı çalındı. Baktım bir Bulgar “Büyücü müsünüz bizim Ayvaz deli oldu” dedi. Gittim baktım. “ Allah Allah “ diye zikrediyordu.”

485.

139


(Ahmed Erdem Bey rivâyetiyle) Kuşadalı Efendimiz Hazretlerini ihvândan bir paşa davet eder. Namaz zamanı ev sahibi seccâdeyi serer. Kuşadalı Efendimiz Kıble’ye tam müteveccih olmak üzere seccadeyi biraz çevirmesini emir buyurur. O zat “Efendim Kıble bu tarafadır” der, seccâdeyi yine aynı tarafa serer. Hazret tekrar emir buyururlar fakat o zat yine ısrar edince, bütün oradakilerin keşifleri açılır. Kâbe-i Muazzama’yı görürler ve Kıble’nin Hazret-i Aziz’in tayin buyurdukları yön hizasında olduğunu müşahade ederler. Kuşadalı Hazretleri: “Kâbe sizi ziyârete geldi. Hepinize Hac farz oldu.” ve Paşa’ya hitaben “Bunların parasını sen çekerek hepsini Hac’ca sen götürüp getirirsin” buyurmuşlar.

486.

487. Ahmed Amiş Efendi Hazretleri “Bu yolun sermâyesi kuru muhabbettir. Muhabbetin yaş’ı da olur mu? Olur ya; Tarîkat şeyhlerini görmüyor musun ?” buyurmuşlar. 488. Ahmed Amiş Efendi Hazretleri “En lezzetli üç şey vardır: Tilâvet-ül Kur’an, musâhabet-ül ihvân, mülâkatür rahmân” buyurmuşlar. Tilâvet-ül Kur’an = Kur’an’ı güzel sesle / usulüne uygun okuma Musâhabet-ül ihvân = İhvânla sohbet Mülâkat-ür Rahmân = Rahmân’la buluşma

“Sohbet için üç şart vardır: Zaman, mekân, ihvân”

489.

“Ene a’refüküm Billâhi ve ahvefüküm min’hü.”

490.

(Allah’ı en çok ben bilirim, en çok da ben korkarım ) 491.

140

(Ahmed Amiş Efendi Hazretleri, Abdülazîz


Mecdî Tolun Bey’e şöyle buyurmuşlar ): ‘Zât, lâ-taayyünât’a girmedikçe olmaz ‘ “ Taayyün = meydana çıkma, aşikâr olma, somut (müşâhhas ) hâle gelme ( çoğulu Taayyünât:)

(NOT: Lâ-taayün Âlemi = ( Lâhût Âlemi / Gayb-ı Mutlak / Gayb’lerin gayb’ı / Mutlak Âmâ / Sırf Zât ) “ Yukarda zikredilen isimler tek bir mertebenin adıdır. Hak Teâlâ bu makamda tam bir izzet ve her şeye karşı istiğnâ ( hiç bir şeye muhtac olmama ) ile anılır .... Bu makamda Zat-ı İlâhi her şeyden tenzih edilir. Çünkü henüz esmâ ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir . “Muhakkak ki Allah âlemlerden ganidir” âyet-i kerimesi ve “Allah-ü Teâlâ öyle bir halde idi ki O’nunla beraber olan şey yoktu” ve “ Gizli bir hazine idim...” hadisleri .... bu âlemi anlatır.”) (Özün Özü – Lübb’ül Lübb, Muhiddîn-i Arabî Hz.; çeviren: İ. Hakkı Bursevî Hz., sadeleştiren: A. Akçiçek; Rahmet yayınları, İst.1968 den iktibâs edilmiştir. – MFG )

“Tevhid lâstik gibidir. Uzatırsan Kâinatı içine alır. Daraltırsan bir çok şeyi almaz.”

492.

493.

“ Şerîatı tut, hakîkatı yut, selâmet ondadır.”

484.“

İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn (Yalnız

Sana ibâdet / kulluk ederiz, yalnız Sen’den yardım isteriz)

irâde-i cüz’iyyeyi silmiş süpürmüştür.”

Mecdi Bey, komşusu olan Beyoğlu müftüsü Recep Arusan ile Ahmed Amîş Efendi hazretlerini ziyârete giderler. Hazretin ‘Allâhü Ekber’ hakkında sorduğu soruyu Recep Bey doğru cevaplayınca ona ve Mecdi Beye birer tutam enfiye verir. Enfiyeyi çeken Mecdi Bey cezbelenip Hazrete sarılır ve kendinden geçer. Efendi Hazretleri, Recep Beyin “hangi tarikdensiniz ?” sorusunu şöyle cevaplar: “Halvetî tarikindenim, sulûkümü Ömer-ül 495.

141


Halvetî’den gördüm. Daha ilerisini sorar isen, Şâbânî tarikine ve Şâbân-ı Velî’ye müntesibim” buyurur. Recep Bey “Sizin için Arab Hoca ile görüşmüştür ve Melâmi’dir diyorlar” sözüne cevaben: “Melâmet adında bir tarîkat yoktur. Bununla beraber, umumiyet ile tarikatta ‘Melâmet’ büyük bir makamdır. Tarîkat-ı Seyyid’e bak. Arab Hoca dediğiniz Seyyid Muhammed Nûr’ül Arab ise çok büyük bir zât idi, ben onunla görüştüm. O benim sohbet şeyhimdir” buyururlar. “Yetmişbin kelime-i tevhîd, îmansız gitmiş adamın îmânını kurtarır”

496.

“Çan sesini işittiğiniz zaman, ‘Rabbenâ lâ tüzi’ kulübenâ bâ’de iz hedeytena veheb lenâ min ledünke rahme, inneke entelvehhab ‘( Âl-i İmrân, 8: ‘Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan Sen’sin Sen‘) deyiniz”

497.

“Bir veli Îsâ aleyhisselâm kademine varınca kendisine mâide-i Îsâ iner. Bana da (filan mahalde) indi. Lâkin inen mâide’yi sana söylemem, yalnız çift olsun” buyurmuşlar.

498.

Kadem = Ayak, adım Mâide = Yemek sofrası Mâide-i Îsâ = Hazret-i Îsâ (as) ve havârilerine gökten indirilen sofra. Havâri = Hazret-i Îsâ’nın oniki yardımcısından her biri 499. (Hoca Efendimiz rivâyetiyle) “Ehlullah

yanında kerâmâtın celî ve azîmi tâ’atle telezzüz eylemektir. Halvet ve Kesret ve dahî her nefeste hâzır olup Allah’ı zikreylemek kerâmâttandır. Ve dahî vâridât olup inşirãh hâsıl oldukça vakar ve

142


sekînesi ziyâde olup edeb ve hayâ üzerine olmak kerâmâttandır. Ve cemi’i ahvâlde Allah Teâlâ’dan râzı olmak kerâmâttandır. Yoksa mücerred hırkada zuhûr eylemek kerâmet değildir, zira tasaavvuf ehli mahcûbdur.” Kerâmât = Kerâmetler Celî = Âşikâr, meydanda Azîm = Büyük, yüce Tâ’at = İbãdet etmek Telezzüz eylemek = Zevk ve tat almak Halvet = Yalnızlık, tek başına kalmak Kesret = Çokluk, sıklık, bolluk Vâridât = Hatıra gelen, içe doğan, kâr / gelirler İnşirãh = Ferahlanmak Vakar = Ağırbaşlılık, heybetli oluş Sekîne = Nefis’deki telaşın kesilmesi, kalb huzûru Cemi’ = Bütün , hep Mücerred = Yalnızca, tek başına Hırka = Tarikata intisab edenlere giydirilen bez yelek Zuhûr eylemek = Ansızın görünmek, Mahcûb = Perdelenmiş, üstü örtülmüş, utangaç

“Bu neş’e-i Muhammediye bir zamanlar Arabistan’da çalkandı, nihâyet meczûb’luğa müncer oldu. İran’a intikãl etti, orada da ilhâd’a müncer oldu. Türkistan’a intikãl etti, orada da taarruzlara müncer oldu. Yine Arabistan’a intikãl edecektir.”

500.

Meczûb = Cezbeye tutulmuş, Aşk-ı İlâhi ile kendinden geçmiş Müncer olmak = sonuçlanmak, neticelenmek İlhâd = Dinden çıkmak, dinden dönmek İntikãl = Bir yerden bir yere geçmek, göçmek

“ Velînin namazında Hak ile arasındaki hâil kalkar. Hak ile karşı karşıya şühûda gelir. Bu şühûd da mutlaka namazda olur.”

501.

143


Hâil = Mânia, iki şey arasını ayıran perde Şühûd = Görmek, müşâhede etmek, şâhid olmak

“‘Küllü musallin imamün velev kane münferiden’ (Hadîs-i Şerîf: Her namaz kılan tek başına bile olsa imamdır) İmam metbû demektir, cemaat da kendi vücûdudur”

502.

Metbû = Kendine uyulan 503.

“Rüyet başlayınca rüyâ kesilir.”

Rü’yet = Göz ile veya kalb gözü ile görmek

“Hakîki kurban, nefsini Hak için ifnâ etmek, kurban etmektir.”

504.

İfnâ = Mahvetmek, yok etmek

“Kapalı kutuya mal konmaz, domuza inci takılmaz”

505. 506.

“İmân ile İslâm, ihlâs ve ikrârdan ibârettir.”

507.

“İhlâsınızda, ikrârınızda sabit olun.”

İhlâs = Samîmi riyâsız, yalnız Allah rızâsı için ibadet İkrâr = Açıktan kabul ve tasdik etmek 508. (Mustafa Bey Hazretleri bu fakire şöyle buyurdu) “İbâda hizmet ibâdet gibidir. Hastalarına ihlâsla hizmet edersen ibâdet etmiş gibi olursun..” 509. “Alan da sen olacaksın, satan da sen olacaksın.” 510.

“ İnsanı yanıltan nefsidir.”

511.

“İnsan gurura kibire kapılmamalı.”

144


“Hakîkatı söylemek kãbil değildir. Eğri olduktan, yâ’ni hakikat olmadıktan sonra istediğini söyle.”

512.

“Ne kadar terakkî edersen et, üstünde yine fahâmet vardır.”

513.

Fahâmet = Ululuk, itibâr, değer, kıymet 514.

“Kul, kul olmayınca, âdem, âdem olmaz.”

515.

“Sözün gelini, nikâh edebildiğindir.”

“Girdiğin unutma.”

516.

517.

kapıyı,

geldiğin

yolu

sakın

“Elin işde, gözün oynaşta olsun.”

“Siz çalışırsanız ben size gelirim. Çalışmazsanız yorulur bana gelirsiniz.”

518.

519.

“Zurnacı nasıl çalarsa ona ayağını uydur.”

520.“Âdeti

bozmayın, âlemi günahkâr etmeyin.”

“Her alınan kitabın üç defa okunmak hakkı vardır.”

521.

“Ayının otuziki türküsü varmış, onun da hepsi ahlat üzerine imiş. Tâlib de böyle olmalı.”

522.

Ahlat = Yabâni armut

“Nezâfet-i şer’iyenin dışındaki nezâfetten Allah’a sığınırım.”

523.

145


Nezâfet-i şer’iyye = Şeriatın emrettiği Temizlik, paklık

“Muhabbetin sâlikindir.”

524.

galeyânı

hâlinde

hüküm

Galeyan = Coşup taşmak Sâlik = Bir tarikatın yolında giden 525. (Kâzım Bey’den): Ahmed Amîş Efendi hazretleri sordu: “Dersine çalışıyor musun?” “Evet Efendim çalışıyorum” Halbuki mektep derslerine çalışıp çalışmadığımı sormak istiyormuş. “Evvelâ mektep dersi, ikinci derecede rûhî feyz-i irfân” buyurdular. Feyz-i irfan = İlâhi hakikatleri anlama bereketi 526: “Şeyhim beni demirci dükkânına götürdü. Kızgın demiri örsün üzerine koyduktan sonra beş altı çekicin aynı noktaya düştüğünü gösterek,” İşte Ahmed, sülûk böyle olacak” buyurdular. Sülûk (seyr-i sülûk) = Bir yola (tarikata) girme, manevi mertebelerde terakki etmek 527.

“ Bütün tecelliyâta rıza göstermeli.”

“Her hâl’ü kârda Allahın tecellisine rızâ göstermeli.”

528.

Her hâl’ü kârda = Hangi durum ve şart altında olursa olsun 529.

“Şikâyet yok. Aman deme yok.”

530. “Derdim 531.

146

bana derman imiş.”

“Bak, sana kısaca söyleyeyim: ‘Allahü


halifün biibâdihi yerzüku men yeşâ’. Ama rızık, yalnız yemek değildir. Söylemek, dinlemek, görmek, oturmak, yatmak vs. hepsi rızıktır .” Halif = Yemin ederek sözleşenlerden her birisi Biibâdihi = İbâdına, kullarına Yerzüku men yeşâ’ = dilediğini ırzak eder, rızıklandırır 532.

“En alâ rızık, rızk-ı mânevîdir .”

533. “ İnsanın rızkı da eceli gibi takdîr olunmuştur.

Eceli insanı nasıl gelir bulursa, rızkı da öyle gelir, bulur.“ “Rızkın onda dokuzu ticârettir.“ “Ortaklık kaderin teşrîkidir. başkaları ile teşrîk etmeyiniz.“

534. 535.

Kaderinizi

Teşrîk etmek = Ortak etmek, iştirâk ettirmek

“Kazancın helâlinde hesap, harâmında ikab vardır.”

536.

İkab = Şiddetli azâb, cezâ, eziyet ( ’a’ kısa )

“Parayı kazanırken dikkat etmeli. O nasıl olsa gideceği yeri bulur.“ 538. “Parayı kazanın. Sevgisi gönlünüze girmesin.” 537.

539.

“Satarken alıcı gibi olmaya bakmalı.”

540. “Para

kazanma sevdâsı adamı perişân eder, şöhret de.”

541.

“Tâcir merzûk, muhtekir merdûddur.” 147


Merzûk = Rızıklanmış, ihtiyâçları verilmiş Muhtekir = İhtikâr yapan, vurguncu, kıymetlensin diye malı toplayıp satmayan saklayan Merdûd = Reddolunmuş, kovulmuş, kabul edilmemiş

“Yüz kuruş tasadduk etmeli.”

542.

kazanılırsa

on

kuruşunu

Tasadduk etmek = Sadaka vermek, ihtiyâcı olana Allah rızâsı için bir şey vermek 543. “‘ El-fakru fahrî ’ hadîs-i şerîfi ulemâ-yı zâhirin

manâlandırdığı gibi değildir. Erkân-ı İslâm’ın ikisi varlıkla, zenginlikle kãim (*). Fakriyyet: ef’alinde, sıfatında, zâtında kendini Hakk’a tefviz etmektir.“ (“ El-fakru fahrî ve bihî eftahırü” = Fakirlik benim övüncümdür. Ben onunla iftihâr ederim )

Ulemây-ı zâhir = Kur’ân-ı Kerîm’in zâhir manası ve hükümleri ile uğraşan âlimler Erkân-ı İslâm = İslam’ın esasları, temelleri, Fakriyyet = Fakirlik Ef’al = fiiller Tefviz = İşini Allah’a (cc) havale etmek (*) ( Zenginlikle kãim olan iki rükün : Zekât, hac )

“Fakriyyet, Fakriyyet-i Muhammediyye’de fâni olmaktır.”

544.

“Güneş yevm-i kıyâmette cehenneme gidecek, çünki güneşe tapanlar Allah’sız kalmasın.”

545.

Yevm-i kıyâmet = Kıyâmet günü

“Cehennemde bazısı beşbin, bazısı altıbin sene durur.”

546.

148


(Nevres Bey’den rivayet) “Cennet’lik misin, cehennemlik misin bilmek ister misin? Bulunduğun hale bak. Bulunduğun hal Cennetlik ise Cennetliksin, Cehennemlik ise cehennemliksin” 547.

“Allah senin için ahırette odun kömür yakmaz.”

548.

549. “ İnsan ayak altındaki seccade gibi mütevâzı

olmalı.”

“İnsan kalp kırmamalı, kimsenin gönlünü incitmemeli.”

550. 551.

“İnsan binâullâhı yıkmamalı.”

(Mustafa Özeren Efendim Hazretleri şöyle anlatmıştı: Velâyet mertebesinde bir zât, fırın önünde kalabalık kuyrukta beklerken bir münakaşa sonucu kendisine tokat atan kişiye nazar eder. O kişi bir ‘ah’ diyerek olduğu yerde can verir. Bunun üzerine o velî zâtın mânevî mertebelerde ilerlemesi durur. Efendim şöyle buyururdu: “Verilen geri alınmaz ama daha ileriye de yol alınmaz”) Binâullâh = Allah’ın binâsı. (Efendim burada İnsan vücudunu kastediyordu)

“Âhiret dünyada başlar. olmayanın âhireti de iyi olmaz.”

552.

553.

iyi

“Herkes iyi yaptığını zanneder.”

“İnsanlar mecburdur.”

554.

Dünyası

zâhirde

muhtar,

hakikatde

Zâhir = Dış görünüş Muhtar = İstediğini yapmakta serbest olan

149


“Her türlü vazife Tanrıdan bir atâdır. Bundan kaçınmak ayniyle hatâdır.”

555.

Atâ = Bahşiş, lütuf, ihsan 556. “Ammenin hukukundan sakınmalı. Şahsa ait

olsa helâlleşilir. Vakıf veya ammeye ait hakları kiminle helâlleşeceksiniz? Ona çok dikkat etmeli”

Amme = Herkese ait, genel olan, kamu

“Vakfın çivisini çakan ihyâ, çivisini söken imhâ olur.”

557.

“Vakfa, ya ihânetten, ya da cehâletten kötülük edilir.”

558.

559. “Vakıf mala ihânet eden cehennem azâbından

kurtulamaz .” (Mustafa Özeren Efendim şöyle anlatmıştı - Mealen - Evkaf Müdürlüğü yaptığı sırada bunları söylediği bir zat bunu şüphe ile dinler. O gece rüyasında kendini cehennemde görür. Zebaniler ateş üzerinde kor haline gelmiş demir çubukları boğazına sararak sıkarlar ve ‘ Vakıf mala ihanet edenlerin cezası budur ‘ derler. O zat ertesi günü bunu Mustafa Bey Hazretlerine pişmanlık içinde anlatır – MFG) ) “Vakıfa etmemeli.”

560. 561.

(vakıf

mala)

kat’iyyen

ihânet

“Kat’iyyen beyt-ül mal’a tecâvüz etmemeli.”

(Mustafa Bey Efendim, bu konuya vergi kaçırmanın da dahil olduğunu hissettirmişlerdi. – M.F.G. ) Beyt-ül mal = Devletin hazinesi / malı

150


562.

“Her mazhar kârını icrâ eder.”

Mazhar = Bir şeyin göründüğü / ortaya çıktığı yer. Cenâb-ı Hakkın isim veya sıfatlarından bir veya birkaçının etkilerinin kendini gösterdiği kişi Kâr = (Burada): Kişinin mazhar olduğu isim ve sıfata göre yapması gereken iş / fiil

“Efendim ‘Gönlüme girsin de nasıl girerse girsin’ buyururdu”

563.

564.

“Mirasta kaybeden kazanır.”

565.

“Efendim ‘Hediyeleşin’ buyururdu.”

“İşini bilen değil, eşini bulan bu dünyada rahat eder.”

566.

“Allah gelin kaynana yaratmamıştır. Zorlamamalı”

567.

arasında

sevgi

Üç beldenin (*) halkından hayır gelmez. İçlerinde az da olsa iyisi vardır, amma, nâdir ma’dum gibidir.”

568.

Nâdir = Çok az bulunan. Ma’dum = Mevcut olmayan (*) ( Adalılar, Yanya’lılar, Selânik’liler )

“Bakkal yahut diğer birine borcunuz olursa, aylığınızı alır almaz borcunuzu ödeyiniz. Çünkü bu para ile bir iki el devreder ve kâr eder. Eğer parayı vermezseniz haramdır”

569.

(Mehmet Tevfik Efendi Hazretlerinden naklen): Bir gece Asım Beye gidiyordum, yatsı’ya yakındı. Hazret-i Azîz’e Hâfız Paşa Caddesinde, Kumrular Mescidi’ne yakın bir yerde rast

570.

151


geldim. Asım Beye gideceğimi söyledim. Selâm söyle buyurdular. Sonra anladım ki, Efendim Hazretleri Karagümrük’den geliyorlarmış. O gün buyurdular ki: “Evkaf’dan maaşım geldi. geç vakit eve geldim, kapıyı çaldım, ‘beni yemeğe beklemeyin’ dedim. Karagümrüğe gittim, bizim bakkalın evini buldum ve borcumu verdim. Ben bu parayı ödemezsem bana haramdır dedim.” “Bakkal kilisede vaaz eden papaza. ‘Papaz Efendi seninkiler lafta kalıyor, Müslümanlar yapıyor. Parayı evime kadar getirdi’ demiş.” ( Hamdi Hızalan Beyefendi’den rivâyetle:) Bir Ramazan günü Nevres Bey Ahmed Amîş Efendi Hazretlerini iftara dâvet etmek ister. Şu cevabı alır: " Sen her sene Ramazan alışverişini mahallendeki Rum bakkal'dan yapardın. Bu sene ucuz olsun diye Balık Pazarı'ndaki toptancı bakkallardan alış veriş yaptın . Rum bakkalın iki eli böğründe kaldı. Eğer o Rum bakkaldan şu kadar kuruşluk alış veriş edersen dâvetine icâbet ederim."

571.

572.

“ Alış veriş ederken ilk önce parayı veriniz.”

“Adab-ı Muhammediyye’dendir. Bir yere girdiğinizde namaz kılınıyorsa cemaatle namazı kılmış da olsanız oradakilerle beraber namaz kılınız “

573.

574. Birgün huzurlarından çıkarken mumu eliyle söndüren Nevres Bey’e “Öyle yapma, ‘HU’ diye söndür “ buyurmuşlar. 575. Kâzım Bey şöyle anlatıyor: ”(Hazret-i Aziz’in) Su

içme tarzı da başka türlü idi. Bardağı iki avucu içine

152


alır ve evire çevire ısıtır sonra üç yudumda bitirirdi. Sonunda “Yâ Rabbi sana çok şükür “ derdi. “Yemeği ağzımıza koyarken ‘sabret seni makâm-ı insâna getireceğim’ deyiniz”

576.

Yediğim yemek Allah’ı zikretsin. Ben de telezzüz ederek şükredeyim “

577.

Telezzüz etmek = lezzetini tadmak 578.

“Her ne yerseniz ‘sadaka ‘ diyerek yeyiniz”

“Mürşid buna ‘sigara iç’ der, o bırakamaz. Birine ‘içme’ der o da içemez.” buyurdular

579.

“Onlar muhavvil-ül ahvâldırlar. Harâmı helâle tahvil ile içerler.”

580.

Muhavvil = Bir şeyi başka hale değiştiren Ahval = Haller, durumlar Muhavvil-ül ahval ( Muhavvil-ül-Havli ve’l Ahval ) = Halleri ve kuvveti değiştiren, başka şekle sokan Cenab-ı Hakk ( CC ) Tahvil = Bir şeyi başka bir şeye değiştirme / dönüştürme

“Kadınlar, Ilâç, sağlık vermek üzere taraf-ı Risâletten me’mûrlardır .”

581.

Taraf-ı Risâletten = Peygamberimiz (sav ) Hazretleri tarafından Me’mur = Bir şeyi yapmak için görevlendirilmiş kimse

“Kadınlara dikkat ediyor musun ? Onların içinde erkekleri vardır. Onlara iyi dikkat et.”

582.

583. “İnsanın, dışarının sıkıntısını unutturacak içeride hanımı olmalı.”

“Analar Allahın ‘Rahîm’ sıfatına, babalar da ‘Rezzak’ sıfatına mazhardırlar.“

584.

153


Rahîm = Rahmet / merhamet edici, muhafaza eden Rezzak = Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan

“Ricâl, önünde kantarı bulunan demek değildir, onlar ‘Ricâlün la tülhihum ticâretin velâ bey’in an zikrillãhi ve ikaãmissalati ve lã iytãizzekãti ...’ (Nur, 37 : Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır..) ayeti ile tarif olunanlardır. Erkekten olduğu gibi kadından da olur.” 585.

Ricâl = Erkekler

Kantar = Argoda tenâsül uzvu

(Nevres Bey rivâyetiyle) “Lüzûm hâsıl olup da hareminizle (eşinizle) ayrılırsanız, diğer bir ere varıncaya kadar ; ere vardıktan sonra sizdeki rahatı bulamazsa onun kadar ( sizinle evli olduğu zamanki kadar) rahat ettirecek derecede yardım etmeye mecbursunuz.

586.

587. “Şifâ, ilâçta meknûz olan kudret-i İlâhiyyedir.” Meknuz = Gömülü define, örtülü, gizli olan

“Şifâyı ilâçtan değil, anda mütecellî olan Hak’dan beklemeli.” (Onda Allahın kudreti tecellî ve tezâhür eder )

588.

Mütecellî = Tecellî eden, ortaya çıkan, görünen 589. “Her nebatın (bitkinin) bir derde devâsı vardır,

bilen bilir.“

“Şifâ lutf-i İlâhîdir. Bir tabîb-i hâzıka görünmeli; ama rahatlıkla Hakk’a inkiyâd etmeli.”

590.

154


Tabîb-i hâzık = İşinin ehli / uzman doktor İnkiyâd = Boyun eğmek, teslim olmak

“Hastayı sık ziyaret ediniz. Yanında çok durmayınız. Kendisine hissettirmeden okuyup alnını okşayarak çıkınız.”

591.

“Hastanın yanında en hafif lisanla bile konuşmayınız. Çünkü işitir.“

592.

“Hastalandığınız zaman, ağır gelmiyecek, yapabileceğiniz bir nezir ( adak ) yapınız.”

593.

“Hastayım. Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz yanımda oturuyorlardı. Ben ‘Aman Yâ Resulullâh, aman Ya Resulullâh ‘ diyordum. Yanıma gelenler beni sayıklıyor zan ediyorlardı “

594.

“Hasta idim. Doktorlar geldiler, muyene ettiler. Yavaş sesle ‘Beş dakika kadar yaşar yaşamaz dediler. (Hastanın yanında en hafif lisanla bile konuşmayınız. Çünkü işitir) Bunu işitince kendi kendime ‘ Tu... sana çatal bıçak Ahmed, herkes senin öleceğini biliyor da senin haberin yok ‘ dedim. O anda Resulullâh sallallâhi aleyhi vesellem Efendimiz ‘ Sen daha huzurda bulunacaksın ‘ buyurdu. Ben kalktım, oturdum ve ‘Bana pirzola getiriniz ‘ dedim. Doktorlar da kaçtılar”

595.

( Hafız Bekir Efendi rivâyetiyle ) “Bir gün Doktor Talat Bey’le birlikte rahatsızlıklarını müteessifane haber aldığımız Hazret-i Aziz’in devlethanelerine gittik.Kapıyı Cici açtı. İsimlerimizi söyledik, arz

596.

155


ettiler. ‘Gelsinler‘ buyurmuşlar. Huzûra girdik. Kendilerini kesb-i afiyet etmiş bularak mesrûr olduk. Derecesi 43’e çıkmış, (Dr) Nafiz Paşa’yı getirmişler. “ Muayene ederek ‘Allah sizlere ömür versin, hasta artık gitmek üzeredir ‘ dedi. Kendisini kovdum. ‘Evdekilere böyle söylenir mi ‘ dedim. Derken Hazret-i Resûl Efendimiz (sav), Hazret-i Ömer (ra) ve Hazret-i Osman (ra) ile birlikte zuhûr ederek şuraya oturdular. “Size bir kadın lahana turşusu suyu getirecektir red etmeyin için “ buyurdular. Hakikaten ertesi sabah bir hanım kapıyı çalarak ‘Efendi Hazretlerine ilâç getirdim, lahana suyu getirdim’ dedi. Evdekilerin almak istemediklerini işittim. ‘Getir, getir’ dedim, içtim. 43 Derece hararet hemen 37 dereceye indi.” buyurdular. Sonra da doktora (Talat Bey’e) tevcih-i hitab ederek “Doktor, sakın şeyhime iyi geldi diye her hastaya lahana turşusu suyu tavsiye etme “ buyurdular Müteessifane = Üzüntü ( esef ) duyarak Kesb-i afiyet etmiş = Sağlığına kavuşmuş Mesrur = Sevinçli, sürurlu Tevcih-i hitab = Konuşmayı o yöne döndürmek 597. Bir gün Makbule Hanım kerimesi Nusret Hanımla

huzura girer. Hazret-i Aziz rahatsızlarmış. Doktorlar zat-ü-ri’e demişler. Hanımlar müteessir olmuşlar. Büyük hanıma hitaben: “Korkma, merak etme, hastalık bu vücudda hükmünü icrâ edemez. Size merhameten duruyorum” buyururlar.

zat-ür-ri’e = Pnömoni, akciğer iltihabı (enfeksiyonu )

“Açlıktan ölme tehlikesi olursa, köpek etini yiyip kurtulmak varsa köpek etini yiyecek, yemez ölürse mes’uldür. Domuz eti olursa

598.

156


yemez ölürse mes’ul değildir, yer kurtulursa yine mes’ul değildir, çünkü nass-ı kati’ vardır. Nass-ı Kati’ = Kat’i, kesin, tevile imkan olmayan, manası açık ve Kur’an ayetlerinden delil gösterilen söz. 599.

“Yerde gökte büyük değişiklikler olacak”

“Semâvatta büyük değişiklikler olacak. Bir yıldız peydah olacak.”

600.

Semâvat = Semâlar, gökler 601. “ Paris şehri semâvî bir hâdise ile mahvolacak.

( Kuzey Avrupa’yı da harap edecek ). İslâm âlimleri Paris şehrinin yerini arayacaklar.”

Semâvî = Gökyüzü ile alâkalı

“Üçüncü Dünya Harbi çıkacak. Efendim Hazretleri buyururdu ki: ‘ Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline gelecek. Anadolu ahalisine dua ettim, bu bãdirede onlara ziyan gelmeyecek.‘ “ (Bu esnada mübarek avucunu sıkar gibi yaparak, “Rusyayı küçülttüm, küçülttüm ” buyurmuşlar MFG )

602.

Bâdire = Felâket, musîbet 603. “İngiltere ve Yunanistan mahva mahkûmdur.

İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta edecekler, hayıflanacaklar.”

604. “Ona memnunum ki sizi çok iyi günler bekliyor.

Efendim (Ahmed Amiş Efendi Hazretleri): 60 – 70 sene büyük iyilik olacak Memleket selâmla idare edilecek. Ben görmem ama sen görürsün’ 157


buyururlardı. Efendim de (Hoca Efendi Hazretleri) orada idi ama kemâlâtından ötürü ona değil bana söylerlerdi.” Kemâlât = Fazîletler, mükemmellikler

“Efendim Hazretleri: ‘Gelen defterle gelir, İnce elenip sık dokunmaz Ortalık 60-70 sene selâmla idare edilir. Ben görmem ama sen görürsün Mustafa ‘ buyururdu.”

605.

“Anadolu ahâlisi esmâya, Rumeli ahâlisi ef’ale mazhardır.”

606.

Esmâ = Cenâb-ı Hakk’ın isimleri Ef’al = Cenâb-ı Hakk’ın Fiilleri 607.-

“Anadolu toprağı evliya tarlasıdır.”

“Verâset-i Muhammedî, Araplardan Acemlere, Acemlerden de Türklere geçmiştir” buyuruldu.

608.

609. “Benî Kureyşden birisi (bir defasında: Evlâd-ı

Resûlden birisi) zulüm ve îtisafa mâruz kalınca Kayı Aşireti’ne ilticâ etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat kendileri de bilmez.”

Îtisaf = Haksızlık ve zulüm İlticâ = Sığınmak Mürûr-i eyyâm ve zaman = günlerin ve devirlerin geçmesi

“Fatih ile Yavuz Selim han, İmâmeyn silkindendir.”

610.

İmâmeyn ( İki İmam )= Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin radiyallâhü anh Efendilerimiz. ( Bazen İmâm-ı Âzam ve

158


İmâm-ı Şâfii; ve bazan, İmâm-ı Ebu Yusuf ve İmâm-ı Muhammed için de bu tâbir kullanılmıştır - MFG ) Silk = Tutulan yol, tarik, meslek 611. (Hoca Efendi Hazretleri rivâyetiyle, Ahmed Amiş

Efendi hazretleri, Fatih için) “Kırk sene huzuru ruhu ile güleştim (güreştim). En nihayet bana muti oldu (itaat etti)” buyurdular. “Türk devleti (bir defasında da: Türk Milleti) ilâ yevmi’l - kıyâme bâki kalır, payidâr olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden şekile tahavvül eder.”

612.

İlâ yevmi’l-kıyâme = Kıyâmet gününe kadar Bâkî kalmak = Ebedi kalmak Pâyidâr = devamlı, sağlam Şekl-i idaresi = İdare şekli Tahavvül = Değişme 613. “Dâhilde muhtâr, hâriçde müttehid, hükûmãt-i

müttehide-i İslâmiye tahakkuk edecektir.”

Dâhilde = İçeride, içişlerinde Muhtâr = özgür, istediğini yapmakta serbest olan Hâriçte = Dışarıda, dış münasebetlerde Müttehid = İttihad içinde, bağlaşmış, birleşmiş Hükûmãt = Hükümetler

“Hilâfet, ya sahîhun neseb-i bi’l istihkãk, ya bîat-ı âmme ve tâmme, ya da kahr’ı galebe ile istihlâf olunur. Yavuz Selim Han’da bu üçü de tahakkuk etmiştir.”

614.

Sahîhun neseb-i bi’l istihkãk = Doğru ( hakîki ) nesebe (soya ) göre kazanmak suretiyle Bîat-ı âmme ve tâmme = Kamunun tamamının bağlılık ve îtimâdını bildirmesi ile Kahr-ı galebe = Zor kullanarak üstün gelmek suretiyle İstihlâf = Birinin yerine geçmek, halef olmak

159


615. “ Harbi temennî etmeyin. Siz harbin fecâatini

bilmezsiniz. Ben yaralıları sırtımda taşıdım. Onun için durup dururken harb temenni etmeyin.” Zâbit muharebeye gönüllü değil, emirle gider.”

616.

Zâbit = Subay

“Harbe gidiyorum denmez. Harb bir emr-i azîmdir. Bilâ taleb tâyin edilirse ‘tâyin edildim’ denir.”

617.

Emr-i azîm = Büyük bir olay / iş / şey Bilâ taleb = Taleb edilmeden, kendisi istemeden

“Şam, Bağdat, Mısır; birisi su’dan, birisi saika’dan, biri de hareket-i arz’dan harab olacaktır. Türk kavmi ebâbil kuşu ile helâk olacak. Türk tenassur edecek.”

618.

Saika = Yıldırım Hareket-i arz = Deprem, zelzele Ebabil kuşu =(Fil suresi, ayet 4-5 ) Mekke’yi yıkmak isteyen Habeşli Hristiyan Ebrehe, fillerle hücum edince üzerlerine pişirilip sertleştirilmiş balçık taşları atan Ebabil (sürüler halinde kuşlar ) onları çiğnenmiş ekin haline getirdi, mahvetti ) Tenassur etmek =Hristiyan dinine girmek 619. “ Allah’ın yarattığı hiç bir şeyi hor görmemeli.

Bastığın taşa bile taştır diyerek , hakir görerek basmamalı. (Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin yanında yürümekte olan Nevres Bey, yoldaki bir taşı, başkaları takılıp düşmesinler diye ayağı ile yolun kenarına ittirmiş. Bunun üzerine Efendi Hazretleri: “Nevres, taş taşlığını bilmiş, yere yatmış, kaldıracaksan elinle kaldır, kenara koy” buyurmuşlar. )

160


“Üzkürullaha inde külli hacerin ve şecerin” (Her taşın ve ağacın altında Allah’ı (CC) zikredin.) (Hadis-i Şerif )

620.

621 .“Taşda

hayat-ı İlahi olmasaydı, Hazreti Musa’nın esvâbını alıp kaçar mıydı ?” “Güvercinler ile örümcekler Allah’ın rahmet askerleridir. Bir çok enbiyâya hizmet etmişlerdir.

622.

623. “Bir hayvan keserken, elinize bıçağı aldığınız

zaman ‘ Dur hayvan, şimdi seni makam-ı insan’a getireceğim ‘ deyiniz, bıçağı vurunuz”

624. Merâtib-i hayvaniyyede insana en yakın olan

beygirdir.

Merâtib= Mertebeler, dereceler, kademeler, basamaklar

Mehmed Efendimiz buyurdular ki, köpekleri topladıkları zaman Hazret-i Azizimize arz ettim. “Allah yerden taşları alır, insanların üzerine yağdırır. Allah insanlara gelecek belâyı bunlara yükletti, sus” buyurdular. 625.

161


KAYNAKLAR Altuntaş, İsmail Hakkı - Mürşid-i Kâmil Ahmed Amîş Efendi –Seçil ofset, İstanbul, 2011 Azamat, Nihat – Ahmed Amîş Efendi ( R.H )(Makale)- Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları –Şûle Yayınları, İstanbul, 1996, Cilt 9,sf. 337-341 Barkçin, Savaş Ş. –Ahmed Avni Konuk - Klasik yayınları, İstanbul, 2011 Erdem, Ahmed – Fatih Sertürbedârı Ahmed Amiş Efendinin Kelâmı Âlilerinden Zaptedilen Bazıları – Ankara, ISBN 975-7852-85-6. (Tarihsiz ) Hızalan, Dr. M. Hamdi – Ahmed Tâhir Memiş [ Hoca Efendi ] Hazretleri ve Mustafa Özeren Hazretleri ile ilgili Hâtıralarını muhtevî yayınlanmamış kitap. Küçük, Hafız Hasan – (Risâle) Tarîkat-ı Halvetiyye-i Şâ’baniyye’de Silsile ve Evrâd – Seçil Ofset, İstanbul, 2011 Kucur, Abdullah – Hoca Ahmed Tâhir Memiş Efendi (R.H)- (Makale)- Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları –Şûle Yayınları, İstanbul, 1996, Cilt 10, sf. 44-54 Memişoğlu, Erdem- Fatih Sertürbedarı Ahmed Amîş Efendi (k.s) Hazretlerinden ve Abdülaziz Mecdi Tolun Beyden Seçme Hatıralar ve Rivâyetler- İmaj Yayınevi, Ankara, 2004

162


Özdamar, Mustafa – Ahmed Amîş Efendi – Kırk Kandil Yayınları, İstanbul, 1997 Öztürk, Yaşar Nuri – Büyük Türk Mutasavvıfı Muhammed Tevfik Bosnevî - Fatih Yayınevi, İstanbul, 1981 Toygar, Ömer Lutfi – Muhabbet Üzerine – Seçil Ofset, İstanbul, 2009

163


164


Mehmet Tevfik Kayseri (Hz.)

165


Ahmed Tahir MaraĹ&#x;i (Hz.)

166


Mustafa ÖZEREN (Hz.)

167


168


169


170


171



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.