#09
‘‘Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.’’
Albert Camus
02
.. ..
EVE DONUS. Savaş fotoğrafçısı olacağımı söylüyordum bir zamanlar. Kolay mıydı bir ağaç altında terini kurutanı görmek? Bir savaş fotoğrafçısı olacağımı söylüyordum. Sonrası mı? Sonrasında doğruldu işte mercekler gözlerime. Bir dalgınlık almıştı yerimi. Hep doğrulmuştu da bana her yöreden mercekleri, anca yerimi alınca -sesi bir delik sesi- dalgınlığım, kırpınca gözlerimi kar ayazına, göz göze gelmişim. Vuruşmalar, sıçrayınca yaralayan çamurlar, şiddetiyle dünyayı dört duvara çeviren çığlıkların yankısı. Göz göze gelmişim. Benim kederli yirmi beşinci karem. Göz göze gelmişim, doğruldum. Ve doğrulttum ellerimi bir refleks gibi. Teni yeşile çalan bir adam şahitti, sordu: “O kan döken senin ellerin mi?” Evet, her yerinden kurban işte demeye kalmadan ağzına gül iliştirmiş bir kolsuz katıldı: “Hangi elin haritası aynı ki? Seni hangi evin hangi penceresi emanet etti bu göğüs ağrısına? Ben, dedim, kiremit rengi bir şehirden geliyorum Kiremit rengi şehrin, koyu renkli evinde, Ordudan bir adam bana gülümsemişti, hatırlıyorum Çok kalabalıktı, evin rengi birden açılmıştı Yapmayın, yapmayalım dedim Ucu acı anlar bunlar, yapmayalım Dinlemedi gözlerimi, ikiye bölüp ordusu arasına aldı beni Yapmayın, yapmayalım! Bak görüyorsun bu evin kapısı senden önce işaretlenmişti bir kırmızıyla Beni saran ordusu yüzümü tutmuştu Ordudan oluşan bu adam Baktı baktı baktı Bakmayın, dedim, bakmayalım! Bakmayın, ben hep gözlerimden aldım bu baskınların şiddetini Dinlemedi gözlerimi.
04
Ağzına gül iliştirmiş kolsuz gözlerini yüzümden aldı: “Burası fil mezarlığıydı eskiden. Koca koca filleri öldüklerinde bu topraklara gömerlerdi. Artık insanlar geliyor buraya ölmek için. Çünkü burada katil yok, insanın kendisi dışında. Dökülecek tek damla kalmadığından ölmek için geliyorlar. Hoşgeldin.” Kırmızı çarpı benim Onu süren el de benim Yüzümü kavrayan her ordu benim Her yöreden mercek de benim Ben bir savaş fotoğrafçısının çektiği bir kareyim Buradan ileri gidemem Benim kederli yirmi beşinci karem Göğsümün sol tarafındaki çarpıyı gösterdim. Eve geri dönüyorum
Merve Gülgü
05
RENK
!
ağzından çıkan yakıştırmalar bir silah gibi patladı ve seri bir şekilde vurdu kadını
A
B NG BANG - evet herkes benden etimi istiyor...
yaşlı bir moruk olup ruhumu darağacında sallandırırken, sen bedenimde yaprak olacaksın... kelamı renksiz bir yaprak... paronoyak ucuz bir kadının kasıklarından düşen piç kelimeler olarak kal ve savrul güzel kokuların var olduğu tümcelerde... sahi neye yarar ki tüm bu yazdıklarım, anı yaşayıp yüzeyi deşeleyen, söylediklerimi tanımlayamayan bir vücut şimdi kaldır kadehindeki penisi ve gülümse tüm yalınayak vajinalara... bir rengin içinde rengi olmayan biri vuruluyor, tonlarca ağırlığında bir renk kaldırılıyor yerden, duvarındaki rengin çizgileri kirleniyor, kaldırıp başını bakıyorsun, tüm tavan çöküyor, suratını kesiyor cam parçaları, elindeki bardak seni yansıtıyor, dibine geldiğinde kendini içiyorsun, afiyet olsun.
06
BarSineği
Yani elbette ki yemeğin girdiği nokta ile çıktığı noktanın ayıptaki yeri komiktir, yemek ayıp değildir, sıçmak ayıptır kısacası. “Kimse” ağzı oral seks uzvu olarak görmez ama götünüzü açıkta gördüklerinde bu bir anal ikram olarak canlanır. Ne tuhaftır ki, bundan sebep toplu olarak yemek yer alkol tüketir lakin –uzun zamandır- ayrı ayrı küçük odalara hapsolarak sıçarız. Bu önce ailenin sonra toplumun sonra devletin sonrada onun tanrısının müthiş kurgusudur -sizin de bildiğiniz gibi en basit anlamda... Ki bu kurguya aileyi oluşturan her şey elbette dahildir; öğretmenlerinden analizcilerine. Diğer yandan az önce konuştuğumuz sadece ağızdan anüsten söz etmek bahsi değil, aynı “ayıp” ansızın sessiz sedasız yaşamı değişen diğer uzuvlarımız için de geçerlidir; elimiz mesela parmaklarımız. Ayıbı, günahı yoktur lakin işaret ve orta parmağınızı bir araya getirdiğinizde parmaklarınız V olur, yani politik olur, başparmağınızı katlayıp 4 yaptığınızda bu siyasi olur, orta parmak meydana çıkarsa bu ayıp olur, küfür olur, ağzınızı açmadan “şlak” ettirerek baş parmağınızı işaret ve orta parmağınızın arasına alırsanız işin içine kolunuz da girer ve bu pornoya kadar gider. Ki dış uzuvların argo ve de değil ata denilen insanların sözlerinde ki çokça kullanımı noktasında verecek örnekten bol bir şey yoktur. Hah ne diyordum, mesele ne ette ne götte...
Şenol Erdoğan
08
.
MIS SOKAK
Mis sokakta… Mis gibi şarap ve kusmuk kokuyor… Ki eğer duvarları, kapıları kaplayan küfür kokuları varsa. Mevsim, terk edilmiş sevgililerin mevsimidir. Kokular ve yağmur, şarap şişeleri derken, Erken terlemeye başlamış dudaklar dolusu öpüşmeler. Biri yavaşça, uyuşmuş dudaklarından öpemezken, Elinden attığı her zaman mutlak kırılacak, şarap şişesi yere düşüvermiş. Aynı anda İstanbul’un en güzel ücralarında bir adam acı içinde boşalmış. Ve dudakları uyuşan, öpülmeyen kadın, bir an sarhoş rüyasından uyanmış. Elleriyle toplamış şişenin kırık parçalarını, sanki göğsüne batırır gibi, doldurmuş göğüslerine. ‘Ah kalbi ne temiz ve ne kanlı,’ demişler o sokağın sonundayken. Eve gittiğinde acılar içinde ölmek istediğinde adam sokağa fırlamış rüzgarda sallanan penisiyle. Aynı anda sokağın, değil caddenin, tam ortasında... Hayır çarpışmamışlar. Rüzgar adamın penisini hoyratca sallarken, kadının göğsünden kırmızı sütler akmaya başlamış. Sadece bakıştılar. O an o kadar kısaydı. Kendileri ve bakışan istemsiz ve hayasız gözleri bile inanamadı. Sonra yolun sonunda akıllarında şu vardı : ‘Eve gittiğinde intihar et. Velhasıl bazı oyuncaklar biz kendimizi kolayca öldürelim diye var olmuşlardır. Bacaklarından as kendini boynundan değil.’ Koşup kendini penisinden asan adam kadar haşin ol. Ve kapıyı aç artık.
10
Neria Lukachirinka
Olduramamışlar için olmuş bir yazı… Umut ettiğim bir şey daha bitmişti işte bu gün. Ne olduğunun çok önemi yoktu. Bir umudun daha sonuna gelmiştik işte sevgili seyirciler. Yine kulağımda aynı laftı çınlayan, ortaokulda hem matematik dersine hem de beden eğitimi dersine gelen öğretmenimin 19 Mayıs şanlı bayramına hazırlanırken ettiği o laf : “Sen hiçbir şeyi beceremez misin?” Beceremiyordum işte. Ne matematiği becerebilmiştim ömür boyu ne de öyle çevik hareket edip cicili bicili kıyafetlerle ortada salınmayı. Matematik beynimin sınırlarında yoktu ve benim için yaşam hiçbir zaman iki artı ikinin sonucu kesinliğinde olmamıştı. Milli bayramlar, marşlar hiçbir zaman içimde coşku uyandırmamıştı. Hep olmayan bir şey vardı ama neydi bilmiyorum. Bu çağa ait olmadığımı düşünürüm hep, kızarım hatta birçok dönem yazarına “Ama bunu da yazmışsınız,” diye söylenir dururum. Yanlış zaman, yanlış insan der ya bir pop şarkısı işte o benim ya da Babam ve Oğlum filmindeki babanın o cümlesindeki “Senin her şeylerin hep yanlıştı be Sadık.” Olabilir mi? Benim her şeylerim hep yanlış olabilir mi? Oluyor be Emek işte. Hep çok idealist olmakla suçlandım. Belki de suçluyum. Bu nedenle bilmiyorum. Kim ister ki mesela doktor, avukat, öğretmen falan olmak dururken Eski Çağ Dilleri okuyup beş tane Eski Çağ Dili öğrenip ve bunun için gece gündüz çabaladıktan sonra bu konudaki tüm kapıların suratına kapanmasını kimse istemez? Ben de istemezdim. Bu benim idealim değildi. Olması gayet normal olandı. Ben herkes gibi bir şey olmak istemiyordum. Sadece okuduğum Sumerli Ludingirra kitabının etkisiyle bu eski uygarlığı tanımaktı amacım. Evet sadece buydu. Öncesinde tarih okumaya kalkıp “adım yüzünden yaşamadığım kalmamıştı” kısmının ayrıntılarını eklemiyorum bile. Yani bu yaşananların öznesi ben değildim ki. Beni belirleyen benim varoluşuma etki eden şey hep dışarıdaki normallik durumlarıydı. Onlar gibi olamamak onlardan olmamaktı. Biraz kafa tutan olmakla ilgiliydi belki de, kendi cümlelerim yoksa ben de yokum diyebilmekti. Şimdi bu cümleleri yazıyorum. Bireysel acılarından bize ne diyebilirsiniz. Emin olun bu acıların hiçbirisi bireysel değil. Ne Pavese’ nin çektiği acılar bireyseldi ne Kafka’ nın ne de Tezer Özlü’ nün değildi. Çünkü bu insanlarda normal değillerdi ve
12
normalliği belirleyen şeye karşı oldukları için acı çekiyorlardı. Pavese’ yi düşünün. Bir “piç” ti kendi deyimiyle. Daha bebekken terk edilmiş ve sadece devletten yardım almak için bir aile tarafından evlat edinilmişti. Sevgisizliğin, acının, şevkatsizliğin her türlüsünü çekmiş ve en sonunda bir otel odasında kendisi gitmişti dünyadan. Neden gitti diyebilir miyiz? Ya da bu yaşadıkları bireysel acılar mıydı sadece? O dönem İtalya’sında onu para için evlat edinen aileyi ne kadar suçlayabiliriz? Böyle bakınca hiçbir acının bireysel olmadığını düşünüyorum, kendi acılarımın da, etrafımdaki herhangi birisinin de veyahut çok ünlü bir yazarın da. Ali İsmail’ in bakışlarını unutamıyorsam benim suçum değil ya da tecavüze uğramış elbisesinin yarısı olmayan o Ermeni kız çocuğu ile yaşıyorsam kabuslar görüp uyanıyorsam da benim suçum değil, Ceylan’ ın kocaman bakışları kocaman bir yarık açmışsa belleğimde benim suçum değil, daha bu yazıyı yazarken bir anne oğlunu toprağa kavuşturmak için göz yaşı dökerken bireysel acılar mümkün mü zaten? Değil. Bu nedenle düzeninize uyum sağlayamıyorsam, sizin isteklerinizi karşılayamıyorsam, matematik öğrenemiyorsam bile benim suçum değil, bizim suçumuz değil. “Dışarıda yaşam devam ediyor.” Biliyorum şimdi biriyle konuşsam öyle der çok açık. O zaman ne diyebilirim ki? Camus demiş ya, hani varoluşçuluk felsefesini en iyi anlatan lafıymış aynı zamanda; “Hayat hiç bir şey değildir, itina ile yaşayınız.” Oldurabiliyorsanız öyle yapınız.
Emek Erez
13
KÜF ne vardı bucaklarda ne arıyordun oralarda elimize geçen koca bir özlemden başka... karın tokluğuna kaybettik zamanı ne bulduysan sende kalsın ben bula bula koca bir yitik buldum ikimiz adına kır düğünlerinde üstüne basılmış çimen oldun asfaltların altında ezildin dağları sırtına aldın otogarlarda bekleyen sigara... valiz içinde iki şehir arasına sıkıştın kala kala geride kaldım topuklarım kaldırım eskitti şu bankta kokuyordum kokan adem elma’sıyım tozu dumana kattı günlerimiz kan revan içindeyiz, revani değil görmüyor musun? mavi büyük siyah büyük kulaç attığın hiçlikte boğuluyoruz geride kala kala özlem kana kana lanet güle oynaya göz yaşı kaldı bucaklar, geldiğinde sana ne kadar uzak görünüyor ama düşeyim mi parmak uçlarından ruhuna? olmaz öyle şey bize kala kala... ben gidiyorum.
14
GABRIEL
... Bugün istediğini yapıyorum baba. Sözde ruhuna kadeh kaldırıyorum. Tabi ki istediğin gibi şaşalı ve pahalı değil. Dolaptan güzel anılarla sarılı rakımı çıkartıp yanına tarihinin geçip geçmediğinden emin olamadığım bir kalıp peynir alıyorum. Küflü bardaklardan birini yıkayıp rakımı koyuyorum. Portakalı kestiğim bıçak biralı suyun içinden çıkma. Portakalın her tarafına pislik yapışıyor. Anlayacağın üzere annemi alıp Galata Köprüsü’ne gitmedim. Tepeden tırnağa toparlanmaya çalışan bir evdeyim. Kadıköy’deyim. Maalesef hala Parlament içmiyorum. Üç lira on beş kuruşa getirdiğim tütün, kağıt ve filtrem ile bir sigara oluşturup kibritimle yakıyorum. Bizim şarkımız çalmıyor. Dinlemiyorum artık. Nedendir bilinmez 25.05.1994 akşamı bana yazdığın satırlar geliyor aklıma; ‘’Ben gidiyorum oğlum. Bu bir kaçış değil. Zorundayım. Hayatın boyunca hükmeden sen ol. Seni seviyorum.’’ Hükmetmiyorum baba. Çalıntı bir defter ve ödünç bir kalemle yalnız başıma oturup yazdıklarıma bile hükmetmiyorum. Hükmetmiyorum ama esirgemiyorum. Ortalama bir buçuk saniye alan ‘’çok’’ kelimesini esirgemiyorum. Çok kızgınım. Neyse.
Alp Tayfun Kökten
16
Ölmek bile bir ses’e sığınıyor Ev sessiz… Bir tek kendi gürültüm var, nefes alışverişlerim damarlarıma kan pompalayan kalbim kulaklarımdaki o uğultu… Bu gürültü hem hoşuma gidiyor hem de sinirlerimi bozuyor. İnsan çok sesli çalışan bir makine gibi. Kendimi kapatmak istiyorum, kendimi daha fazla duymak istemiyorum. Yoksa istiyor muyum? Bundan saatlerdir emin olamıyorum ve saatlerdir bu koltuğa oturmuş kendi kendimi dinliyorum. Sahi insan oturup neden kendini dinler ki? Belki de yaşadığımın belirtisi olan sesler duymak hoşuma gidiyor. Keza ne zamandır gördüğüm tuhaf rüyalardan ötürü hiç var olmamış olabileceğim düşüncesi geziniyor kafamın içinde. Sanırım bundan deli gibi korktuğum için oturup kendi kendimi dinliyorum, bir başkasını değil bir şarkıyı değil, bu kocaman sessiz evin içinde çıt çıkarmadan sadece kendimi dinliyorum. Sonra karar veriyorum ya da karar verdiğimi sanıyorum. Gözlerimi açıyorum, üst kirpiklerim alt kirpiklerimden o kadar sessiz ayrılıyor ki pencereden gelen ışık gözümü almasa gözlerimin açıldığına inanmayacağım ama bir şekilde inanıyorum ya da inanmak zorunda hissediyorum. Pencerenin önünden geçen ayakları izliyorum daha doğrusu ayakkabıları. Sonra fark ediyorum ki yerin bu kadar altında yaşarken var olmamış olabileceğim düşüncesinin önce rüyalarıma sonra da tüm bedenime bu denli hızlı yayılması gayet normal. Yaşadığım bu ev, bu sessiz ev bir mezardan farksız. Tüm bedenimle toprağın altındayım. Varlığımdan hiç haberdar olmayan insanların ayaklarını ve ayakkabılarını izlemeye devam ediyorum. Öylece yürüyüp gidiyorlar: Yeni ayakkabılar, eski ayakkabılar, yaşlı ayaklar, genç ayaklar, yeni boyanmış cilalı ayakkabılar, yırtık ayakkabılar, şık ayakkabılar, terlikler, topuklular, ruganlar, köseleler, çizmeler, botlar… Bir süre sonra sadece ayak bileklerine kadar gördüğüm insanların yüzleri belirmeye başlıyor kafamda. Bunu seviyorum. Kafamı meşgul ediyor. Varlık ve yokluk üzerine düşünmekten alıkoyuyor beni. Hiç var olmamış olabileceğimi düşünmüyorum artık, kendimi dinlemeyi bırakıp ayakkabılardan insanlar yaratıyorum. Yaratmak hoşuma gidiyor. Yeraltı tanrısı oluveriyorum bir anda. Ayaklar, ayakkabılar… İnsanların yüzlerinden daha çok anlam taşıyor adımları, ayakları, ayakkabıları… Kendi çıplak yorgun ayaklarıma bakıyorum; biçimsiz ayak parmaklarıma, uzamış tırnaklarıma. Senelerdir bu yükü taşımak zorunda bırakılmış çirkin ayaklarıma… Ayaklarım unuttuğum bir şeyleri anımsatıyor bana. Hiçbir yer sessiz değil, insan çok sesli çalışan bir makine, ağaç testeresi, çamaşır makinası, kettle, buzdolabı, matkap ya da
18
one benzer bir şeyler… Freud diye bir şey var ama sessizlik diye bir şey yok. Bunca zamandır kendimi kandırıp durmuşum. Sessizlik yok, sürekli işleyen bir şey sessiz olamaz, sürekli dönen çarklar, sürekli çarpan kalbim, ciğerlerime dolan hava, dönen dünya, öten kuşlar, bir yerden bir yere gitmeye çalışan insanlar, adımlar, adamlar, kadınlar, yaşamaya çalışanlar, anlatmaya çalışanlar, aldatmaya çalışanlar, yazmaya çalışanlar, alışmaya çalışanlar, hep çalışanlar, küçük karıncalar, büyük filler… Ev sessiz filan değil. Hiçbir yer sessiz filan değil. Her yer duyduğum ya da duyamadığım bir gürültü ile kaplı ama en çok gür+ültü kendi içimde, damarlarımda, kanımda, bölünüp çoğalan hücrelerimde, kafamda, kafatasımın içinde, beynimde… Ayaklarım unuttuğum bir şeyleri anımsatıyor bana. Buna son vermek elimde. Ev sessiz, bir tek uzamaya devam eden ayak tırnaklarımın sesi var. Saçlarımdan, sakallarımdan, kasık kıllarımdan daha hızlı uzuyor ayak tırnaklarım. Yerin bu kadar altında hiç var olmamış ya da taze ölmüş bir varlık gibi her şeyden sesli uzamaya devam ediyor ayak tırnaklarım. Benden önce kalkıyor oturduğum bu koltuktan, kapıyı aralıyor, dışarı çıkıyor, pencerenin önünde durup bir çocuğun salıncakta pır pır eden kalbi gibi pencerenin önünde durup boşlukta sallanmaya başlıyor. Arada bir pencereye vuruyor, çıt çıt çıt… Hayır yağmur yağmıyor, ayak tırnaklarım tozlu cama bir resim çiziyor. Çok sesli sessiz bir resim… Ölmek bile bir sese sığınıyor.
Bay Pisuar
19
...
Gece giriyor perde arası Ne kadar uzak mesafeler Ah! Kahrolası kilometreler Zaman öğretiyor sensizliği -zormuşGece Geceler Geceleri Daha da zormuş sensiz 711 Aramızdaki mesafelerin rakamsalı Oysa ki Ne kadar yakınsın bana -tenim kadarHadi gel gir Şu kapı arkası Sonrası Gülüşmeler Sevişmeler
Şair Ceketli Kız
20
TAZE FASULYE
Sırtımı dayadım oturuyordum bir camiinin çeşmesine. Yanımda tespihçiler, yanımda ayakkabı boyacıları, yanımda imanlı güvencinler. Eminim, evlerde su kesilse bile cami çeşmelerinde sonsuzmuşçasına akar. Belki bazı evlerin bazı çocukları ellerinde bidonlarla koşarlar camilere. Ki ibadetin en seyrek olduğu günlere dönüşür, o günler. Belki bundandır, yasladım sırtımı cami çeşmesine. Yanıma da müdavimlerini aldım çeşmenin, güvence altında tüketeyim diye zamanımı. Bağdaş kurmak daha kolay oluyor benim için kısa süreli oturmaya gelmişliklerimde. Yerçekiminden arındırılmış bir şehirde yaşamak istiyorum çünkü. Birleşimsizliği sonsuz kılabilmek için buna ihtiyacı olduğu düşünüyorum insanların. Birleşimlerin çok önemli olduğunu sanıyorlar. Özün yeklikte olduğunu kavrayamadıklarından olsa gerek. Bu uzun bir oturuş oldu sanırım, sağ ayağım bileklerime kadar karıncalanmaya başladı. Ayağa kalkıp sağ bacağıma biraz ağırlık verip tekrar otursam güvercinler kaçar, ayakkabı boyacıları ve tespihçi amcalar gözlerinin yanıyla bakar, bu da beni rahatsız eder. Ya burada, bu uyuşuklukla oturmalıyım ya da gitmeliyim. Ancak gitmek için henüz çok erken. Hâlâ akşama taze fasulye pişiren tombul elleriyle eşarbına tek düğüm atan teyze basma eteğiyle tozları yelleye yelleye geçmedi caminin önünden. Kundurasını silip evden çıkan şapkasının içindeki gazetenin kokusu terle birleşince eşsiz olana dönüşen, elindeki tek ekmek ve yemekten sonra yenilecek olan kavun ile eve dönen amca gelmek üzeredir. Tüm bunları görmeden gitmek istemiyorum. Onları önümden geçerlerken görmeliyim ki zifiri karanlıklarda tanıyabileyim. Bazen dolmuş ile eve giderken ışıkları yanan evler beni ürkütüyor. Çünkü biliyorum içeride yemeğini yemiş, çayı ocakta kaynayan, bulaşıkları yıkanmış, televizyon karşısında gece tüketen bir aile var. Sabahları başlarında gece bulantısıyla uyanmaları hep bundan. Gece geçiyor başlarına, sabah mahmurluğu hep bundan. Taze fasulyeyi pişirip sokağa çıkmaları bu yüzden. Taze fasulyeyi akşam yemeği diye addetmeleri. Pişirdikten sonra yemeden önce sokağa çıkıp omuzlarındaki çantayı tek elleriyle sıkıca kavrayarak yürümeleri olmamalı. Ağaçların gölgeleri yalnız güneş için sanıldı. Bilmiyorlar sanki gece de dahil güne. Gideyim artık. Çöküyor akşam. Akşam dediğim bir demlik çayın tüketimi uzunluğunda. Zira gece kalıyor çay telvesi katranında. Geceye yaraşan, güneşlikleri çekilmiş pencerelerin ardındaki hayatlar imiş gibi… Bineyim ben dolmuşa, dolmuştan
22
bakayım güneşliklere. Geceliklerini giyen kadınlardan değilim, güneşliklerin çekildiği geceyim. Adı üstünde; güneşlik. Bir nevi gece önlemi. Uyuşmuş bacağım, yürümek zor olacak. Sırtımı sağlam yere dayamak yetmedi kendimden korunmama.
Pijamalı Lama
23
Ölmek bile bir sese sığınıyor. Hiçbir şey her şeye bulaşıyor ucundan, Yalın ayak bir yansımada buluşarak. Yeni yalanlar söylüyoruz sayısız intiharın Heykelsiz meydanlarında, Bir kadına bir adama bir ağaca, Onların kanından besleniyoruz, Onların leşleri üzerinde yükseliyoruz, Yükümüzü hafifletip Yerden yüksekten düşüyoruz; Bir yüzün üzerine, Bir yüksüğün, Bir adı yok ölümsüzlüğün. Bu gümüşlüğün tepsisinde, Hepimiz babalarının testislerinde, Tedirgin bir tetrissizliğin Utancına bile sığınamadan Sığ sularda yüzüyoruz. Ölüyoruz küçüğüm. Hiçbir şey çok sevmeye değecek kadar uzun yaşamıyor, Eskiyor yüzün, Evrenin rahminde birikiyor ölümsüzlüğün…
Bay Pisuar
24
.
.
SAFIR ZEMHERI
Kesif bir ağırlık… Tam şuracıkta, kalbimin sağına doğru… Bana göre sağına… Ekseriyetle yokluyor beni. Her yoklama çektiğinde bir sigara yakıyorum. Yılan gibi göğüs kafesimin içinde kıvrılıp duran o kurşuni… Yok hayır barut rengi… Hayır hayır koyu yeşil… Evet o koyu yeşil, kimi anlarda da safir rengi beneklerle bezeli ağrıyı bir nefes dumanla boğmaya çalışıyorum… Çipil çipil yanan lekelerle kaplandığı o anlarda bu ağrıyı daha çok seviyorum. Bir de hayattan nefret etmeyi seviyorum. Ona garezlenmeyi, küfür etmeyi… Samatya’dan, Karaköy Vapurundan, Galata Kulesi’nden iğreniyorum misal… Ben Boğazdan da nefret ettim zamanında. Denizi olmayanın hayatı mı olur derdim ama maviden bile nefret ettim… Kışın sevdim denizi. Deniz griledi ben onu daha çok sevdim. Kanlıca’ya zemheride gittim hep, kar burnumun ucuna da şileplere de aynı anda dokunurken… Kıyıdaki kahvede oturdum, yine çay söyledim, yine yemedim Kanlıca yoğurdunu. İnat değil mi? Yine çay söyledim. Bir demlik getirdiler. Boğazın aksini gördüm buharı tüten çelik çaydanlığın aynasında. Bir de kendimi gördüm ara sokaklardaki cumbalı evlerde, avlularında koştururken kederden iki büklüm olmuş belim. Boğazın Doğu Yakasının da kederden beli bükülmüş gibi… Yalılarının bile boynu bükük sanki… Bu öksüz duruşu hüzünlendiriyor insanı… Ben hüzünlenmek istemiyorum ki… Bana nefret lazım diye bağırıyorum bir gün Salacak’ta Boğaza karşı… Bana huzur verme diyorum ona, seni sevemem… Nefret gerek bana, kin gerek, garez gerek ! Ben hiç kin tutamadım, bana kin tutmayı öğret…
Ermintrude
26
... Azalarak bitmeyeceğinin farkındayız ikimiz de. En çok satanlar rafında bulunan az bilinen yazarın pahalı kitabı gibi bir şey değil çünkü sevgi. Azalarak bitmesini istediğimiz tek şey ağırlığı ile bizi yavaşlatan kafası karışık koalalar da değil elbet. Balkanlardan gelen soğuk havanın bile dalgalanıp durulamadığı bu günlerde teslimiyetin manasızlığını tartışacak kadar gelgit akıllıyız işte. Poğaça fırını hijyenine bile sahip olamamış ruhlara küfrü kaçınılmaz sayıyorsak ne olmuş? Bermuda şortlarımızı giyip şekerli leblebi kemirirken iç acıları toplandığında bize kalansız bölünemeyen üçgenin geleceğini konuşmamız takdire şayan yine de. Kumaşını dolgun dudaklardan aldığın öpücüklerle dokuduğun deli gömleğini çıkarıp mantık elbisesine sığma çabaların boşa çıkıyor üstat. Hayat zihnimize erken yaşta diyalektik materyalizmi yaslamaya çalışırken biz papatyadan fal bakmayı reddedip güzel bir kadına taç yaptık. Geçmişle hesaplaşmadan geleceğe mevduat hesabı açmaya çalıştığımız için mi sesimize kulak kabartmıyor mutluluk denen adi yaratık? Silah yerine keman yayını tercih ettik diye üç Ferrari parası yemiş kıllı göbeklere eyvallah demek gerekmiyordur umarım. Müsaitseniz akşam size ölmeye geleceğim aksi halde. Lütfen bir şeyler hazırlamaya zahmet etmeyin efendim yeterince yara izim var. Zamanı yeniden dekore edince hayatımızdaki boşluğun azalmadığını fark ettiğimizden beri konuşma balonlarının içini taşla dolduruyoruz. Balık etli yalnızlığımı iri kemikli acılarımla tanıştırıp baş göz etmeyi planlarken aklıma biz geliyoruz birden. Beyin kıvrımlarını vücut kıvrımlarından daha fazla önemseyen nadir insanlardanız değil mi?
Meryem Altındağ
28