Bu yüzyıl beni zamanın şafağına, Kaos’un son günlerine götürüyor. Maddenin inildediğini işitiyorum; Cansız’ın çağrıları mekânı katediyor; kemiklerim ilkçağlara gömülüyor, kanım ise ilk sürüngenlerin damarlarında akıyor. E. M. CIORAN, Burukluk(Syllogismes de I’amertume )(Sf.82)
03
. YATAGIN SONUNDAKI .. . SOKAGIN KOSESI -
Ben yatağımda oturadurayım. Söz gelimi o yatak, bir sokağın köşesini görürdü. Betimleye betimleye kelimeler yataktan çıkıp sokağa giderlerdi. Sonunda ise yürümeye başlarlardı. Harf harf peşinde koşarlardı, tinercilerin, torbacıların, fahişelerin. Yakaladıklarında ise her tinerci, torbacı ve fahişe de birer betimleme olup çıkarlardı. Şehrin ışıkları yüzlerine karanlık kusarak sönmeye başladığında eksik yazan bir kalemin yazışı gibi sokakta yürümeye başladılar. Bir kalemin hınca hınç doldurduğu kağıtlar gibi dolu sokaklardan geçtiler. Yazılmayan yerleri, çizilmeyen insanları gördüler ve kokladılar. Bitecek... Bu kovalama böyle süregelsin. Bir yandan da insanlar ve eşyalar dünyanın karşı konulmaz devinimi içinde şehirlere, ülkelere taşınıp duruyorlardı. Gidip geliyorlardı, uçaklar inip kalkıyordu, otobüs şoförleri duraklarda frengaz arası uçurumlarda yüzüyorlardı. Sanki her şey dünyanın ortasına denk gelmeyen görünmez manyetik alana doğru göç ediyordu. Kuşlar bile. Anadolu’dan her yıl Kıbrıs kadar toprak eksilir yalanını söyleyen insanlar, her yıl Kıbrıs kadar insanlıklarını kaybederek çoğalıyorlardı. Kelimeler harf harf sokaklardan çekildiklerinde, yapış yapış zevk suyu kokan sarhoşlar geliyorlardı. Bir çoğu ‘sokak köşesi kader avcılığı’ yapıyorladı. Her zaman mutsuz olmayı mutlu olmaktan daha basit zanneden bakışlarla şehrin üstünden kaderci hüzünler arıyorlardı. Büyük bir aşkın içinde boğulup boğulup sarhoş kalpleriyle tanrıtanımaz ayak izleri bırakıyorlardı. Sokağın sonunda onlar da yüzlerine maskelerini takıp, hayatın içine karışıp, kaderi sokağın sonunda unutup maskeli baloda salonun sonuncu masasına otururlardı. Son masadan, hayatın benmerkezine çok kez ruhsal yolculuklar yaparlardı. Bir fabrika gibi işleyen ruhları, bedenleri uyuduktan sonra esrarkeş bir manzaranın üstünde uçmaya başlardı. Bu ruhların bazen son yolculuğu olurdu, matem içinde. Milyonlarca yılın sorumluluğunu alan dünya, bir yanını karartıp bir yanını aydınlattığında herkes yerini alırdı. El kaleme, göz kağıda tekrardan kavuşurdu. Gün olurdu bütün hayatlar, kaderler, aşklar güneşin doksan derece açıyla geldiği şehirlerde kaderlerine terk edilirdi. Doğum-ölüm arasındaki zıtlıklar mesai saatleri içinde kaybolurdu. Herkes ölürdü. Ve mezarlıklara da artık mesai saatine müteakip ziyaretçi saatleri konulurdu. Yaşam-hayat arasındaki fark kravatlı adamlar tarafından önemsiz kağıt çöplüğüne atılırdı. Ve diğer tarafta dünyanın kokusunu içine çekip kendi kafası üstünde yaşayan yaz-kış farketmeden ölen-dirilen insanlar sıralanırdı sokağın ucunda. Sonra kadınlar. Anasonu buram buram işeyen erkeklerin tuvaletlerine koşarlardı.
04
Rakı sofralarının kusulmasına yetişirlerdi hep geç kalarak. Bir ayyaşın son dublesinin son damlasında ağlarlardı ve artık barlar da kapandığına göre hızlı adımlarla günahkar sevişmelere koşarlardı. Koşup koşup yürürlerdi, yürüyüp yürüyüp koşarlardı sonsuzluğun anlamsız olduğu yerlere...
Nerialuka Chirinka
05
KADIN Dicle ‘yim ben, unutulmuşların sesi. Kâh bugün sana akarım avaz avaz, kâh dünüm nem kaldı. Sesim ben, sevdaların rengi. Bir zaman maviye çalar kavalım, âhir zaman koyun sürüsü. Zaman örterken üstünü, Cumaların ertesi bir ana türküsü. Karayım ben, el değmemiş siyah. Karayım ben gök ile bitişik, toprak örtmüş üstümü. Martılar aç… Ve kokuyum ben, burcu burcu; direği sızlar burnumuzun da, yüreğimiz gam yemez. Şimdi bir ekmek tortusu. Kadınım ben, kimi zaman avrat, ahretlik karıların hası. Bel bükülür, yaralar bağlar bağır. Arsızım, hem yer hem yemez. Ve kadınım ben, bilmeden severim. İsmim dillere şayan. Alım, sarıyım ve yeşilim. Başkaldırırım, bu zulüm hür başlar içindir. Nicedir fistanıma çiçekler ekmişim, koparmışlar, sürmüşler oğulları, bu ağıtlar yitenler içindir. Sesim ben, yitenlerin sesi. Savaşın ve aşkın, tohumun ve toprağın. Oğulun, kızın. Sesim ben, erbane ve zılgıtın, nice halaylar tutulur… Sesim ben, bir gökkuşağı damlası. İlle de aşk için. Yasağım ve sorgusuz sualsiz asılırım. Ve sesim ben bir on beşlik gelinin arı namusu. Anamın ak sütü gibi helalim yetmişliğe. Sesim ben, bir feryattır şimdi sek sek günlerim. Sesim ben, tabağındaki cinayetin. Ezilmişim. Dövülmüş, lime lime elim ayağım. Ölüm sırasız olur mu, önce kuzum. Sesim ben, dilime işlemiş, çevir kazı yanmasın. Körüm, sağır ve kimsesiz. Dilim dönse, bir âh derim, dağlanır mı ciğerin? Sesim ben, görünmeyenlerin sesi. Gömsen de taşa, toprağa, gömsen de içerindeki mezarlığa, bir gün nam salacak acılarım aydınlığa.. Sesim ben. Kadınım. Ve sesim ben döndükçe dilim, aşkın gölgesinden kalkar başım. İlmeğim satır satır…
Sîya Evînê
06
... Karar veremiyorum. Bazen kulaklarımı ceplerime koyuyorum, Gözlerimi beynime itiyorum, Ağzımı boş bırakmıyorum. Yemek bulamazsam sakso çekiyorum Sonrası zaten sigara. Ama yine de karar veremiyorum. Güneşi ben doğurmak istiyorum. Feodalite bana anaçlığı dayatan, diyorlar. Çantamı bile yüreğimde taşıyorum. Şıngır mıngır bileziklerle donatıyorum kollarımı, Boyuyorum dudaklarımı, Bir adamın karşısına geçip saçımı sola sağa savura savura iffet naraları atıyorum. Ama yine de karar veremiyorum. Avuçlarıma sular doldurup yüzüme çarpıyorum, Uyanamıyorum. Belki de uyuyamıyorum, karar veremiyorum. Mülkiyeti reddediyoruz karton toplayan kadınlarla. Kaldırımlarda cigara sarıp 3. sınıf bir dünya ülkesinde nefes alabiliyor olmanın ayrıcalık sayıldığına içiyoruz.
Övgü Kaya
08
ÇIBAN Bir çıban sızısı var sağ kasığımda. Ellerimde neyin açtığını bilmediğim yaralarım var. Bunlar öyle yaralar ki görünmezler. Çay bardağını tutunca biliyorum var olduklarını. Yangın yeri oluyor ellerim birden. Bu ellerle, el yordamıyla gözlerimi bulup göz kapaklarımı açmak istiyorum. Sarsılan otobüsün camına çarptığım başım hafif zonkluyor ve kasığımdaki zonklamayla kalp atışına benzer bir ritim tutturdular şimdi de. Gözlerim hala kapalı evet. Ama bak, istersem açabilirim onları. Açtım da… Parmaklarım bir uçurumun kenarına sıkışmışlar. Uçurumun kenarına ne zaman geldim? Hayır uyumuyorum, gözlerimi açmıştım ben. Rüya bu. Tamam rüya ve ben istersem gözlerimi gerçekliğe de açabilirim. Bak şimdi açtım işte. Eteğim yukarı sıyrılmış, hemen düzelteyim birileri görmeden. Fakat… Üzerimde pantolon mu var? Tamam pantolonmuş… Bir saniye… Hangi anda gerçekliğe uyandım şimdi ben? Eteğimin sıyrıldığını sandığımda duyduğum utanç mı yoksa pantolon giydiğimi görüp hissettiğim derin rahatlama mı gerçekti? Nereden geldim ki bu konuya? Ha evet. Asıl soracağım şey şuydu: Bir kadına etek mi yoksa pantolon mu yakışır sizce?
ermintrude
10
.. KUS SABAH’A rüya tek olasılık seni görmek için canım yanmaz bu sadece böyle kalsa belki haberim yok belki sırf dünya sırf dünya tek olasılık diye seni görmeye başka aşklara neden oldum ne bileyim ne bileyim yalnızca yüzünü sevmek için tadın çok olasılık belki belki sonraki aşklar için. hatıramın belleğisin sırtımın haçı bulut tanık olsun ki seni günün karanlığında yüzün güneş eminim yüzün sır gibi aklımda yüzün erimek unutulmak bilmeyen bir vicdan vicdan her yerimi sarmış aşk, ciğerim tanıktır ki ritimlerim bozulur bazen nefes alırım bazen vermem sırf unuturum devam etmek için herkesi yüzün, güzelliği, biraz da altın uçlu saçın ah sırf bu dünyada varsa diye korkarım ben korktuğumda yine seni özlerim hep bellek için. -yüzünden- sayesinde olasılığın üç yüzüsün belki, ben, tekrar. sırtımdaki rüya güneşi yerle bir ediyor.
Buğra Kavukçuoğlu
12
. ESRIK Bir sokak kedisinin ardında bıraktığı tırnak izleri gibi Ne çok iz taşıyoruz kolayca taşınamayacağımız bedenlerimizde. Kayıp gidiyorsun gecenin içinde, Kayba uğruyorsun, Kayboluyorsun terli avuçlarımda sıkıca tuttuğum gece gibi. Öyle güzel susuyorsun ki… Belki de bir otobüsün camına dayamış başını uyukluyorsun. Gözlerimi kırpmaktan sakınıyorum, İçimden geçip sana akacak bir tren bekliyorum. Beklediğim bir vapur oluyor, Beklediğim bir kadın… Bir kadın ki hiç gibi duran vücudunda Sonsuza dönen düşlerin düşüşleri… Bir kadın ki gidişleri kıyamet sessizliği, Dönüşleri kulakları yırtan bir çığ gibi Büyüyor içimde özlenen öznesi saklı cümleler; Başı bozuk, devrik, çokça eksik, Ekseriyetle esrik. Bir şaire emanet etmeli özlemi, Yoksa dil varmıyor bir yerden bir yere, Ses bürünmüyor özlenen yüze, Yalnızlık yayılıyor içimize içimize. Gözlerimi kırpmaktan sakınıyorum, İçimden geçip sana akacak bir tren bekliyorum. O tren ki gelmek bilmiyor, O tenin ki kayıp bir kıta gibi Keşfedilmeyi bekleyen. Oysa keşfedilemiyor, fethedilemiyor, yağmalanamıyor. Dudakların bu gecede Şehri ucundan dişleyen bir çocuk gibi, Terk ediyor, sayısız kere terk ediliyor.
Bay Pisuar
14
15
Edip Kapımızı Çaldı, Korktuk I -kapı çalınıyor bir kapımız var bizim -aç oğlum ! bir de oğlumuz var,adı Bahtiyar Ahmet Kaya dinlerken yaratmıştık sora uzayıp kaçmıştık masumiyetin arasından sahi bir kapımız var bizim kapımızın aralığı uzandıkça bir dolup on taşmışlığımız -taşan mı var bize huu ellerinde extacy ile -yok! yoksa kapıyı çarparak mı gitti ayıklığımız yoksa yoksa yine mi yalnızlığımız II bir tekerleme vardı hatırlayın köprü altlarında boy-boy senin ananı sikenamerikan kovboy ulan hala kişniyormuş meydanda iliği kurumuş kovboy yahu boş verin kovboyu siz kapıyı açın bu saatte kim gelir siyaseti bırakın
18
III - kapı çalınıyor evet bir kapımız var bizim -Teyze korkuyorum ! teyzemiz de mi vardı ? sabah kapkaça çıkacağız erkenden -uyku mu kaldı hani sefilliğimize ekmek-duman tüneyecekti el hızıyla, ardından kaldırımlar, kaldırımda bacaklar bakmalar-bakmalar ve yine bakmalar sahi Orhan Veli gelecekti bir şişe beleş havayla aralara sığınpistanbulu dinleyecektik gözlerimiz açık sövecektik içip içipatına,kovboyuna, anasına,avradına istanbuluna sövecektik içlisi dışlısı bedava ah bedava ulan şu kapı da olmasa IV -tekerlemeyi bırak kapı çalınıyor -bir kapımız vardı -bir kapımız var mıydı -bir kapımız varken bizim -kapı çalınıyor yahu -kesin Edip gelmiştir masasıyla -hangi Edip,hangi masa -lan kaç Edibimiz var bizim -kaç masamız
Lokman Kurucu
19
KORK iplere bağlı hamile kadınların kasıklarına yediği baltalardan istemediği insanlara dönüşen adamlara kadar herkes hatırlıyor bağırsağı elinde bir böcek tüm bu anılara dans ediyor çok doğunun damak tadı kemanların kiracılarını evden kovmak için yeterince bayrak yakmaya çalışıyorlar sanki kökleri hiç koparılmamış sanki hiç yokmuş sanki telefonla hiç konuşulmamış gibi kırmızı ruhların dallanmış hapları elini kolunu sallaya sallaya sinekleri öpüyor hala şişmiş bedenimin arkasından geliyor cinler tarafından uğratılmış bütün marketler ve polis bütün mezarları boyarken sarışın ahmetin kafasına darbe geliyor ali’yle karıştırmayın onun bedeni kurtçuklardan dayak yiyor hala üç beş geçmişin varken sana kitap okumak zorunda bırakma beni ölmeni isteyenler de var biliyorsun zaten
Yusuf Aba
20
Memento
Nietzsche Ağlarsın Mantığım demir ustası, Duygularım demir, Yıllardır dövülüyor duygularım kafatasımın içinde. Yüzüm neden hep gülüyor? Gülümsemem İnsanlığın dövülmüş şeklidir belki. İki kişilik hava soluyabilecek bir buruna sahipken nasıl oluyor da her mevsim tıkalı. Boyutu değil işlevi mi? Nefes alsın yeter mi? İşe yaramayanlar niye yaratılır? Neden çektirdim ben yirmiliklerimi? İşe yaramayan insanları da illa birileri çekmeli miydi? Göğsümde hep bir heyecan hep bir karmaşa? Anlaşılmak, anlatmaya çalışmak ne de zordu. Hiç de önemli değildi! İkiye böldüm insanlığımı. Üstü düşünen, altı hayvan, düşündükçe hayvanlaşan, Hayvanlaştıkça düşünen. Arzuladıklarım düşüncelerimi, Düşündüklerim arzuladıklarımı gerçekleştirdi. Duymazlıktan, görmezlikten geldim. Ölüm zordu Ama en zor en çaresiz zamanlarda Düşünmesi en kolay şey oydu. Yeri gelmedi, zamanı da değildi Ama öldüm. Ölmezlikten geldim ! Öldükten sonra yaşam var mı kimse bilmedi, Ölümden önce yaşamı bilen var mı ki? Sokaklar hep yorgundu, beni sadece gideceğim yere bıraktılar. Yalnızlığım da ‘bir’di, özgürlüğüm de. İkisi de ‘bir’ başıma kalınca yürürlüğe girdi. Ben mi bir şeylerin olmasını bekliyordum, bir şeyler benim olmamı mı bekliyordu? Para ihtiyaçları karşıladı, Zaman insanları, İnsanlar boşlukları doldurdu. Bazıları zamanla boşluklar oluşturdu yine Ama zamanla dolacak gibi değildi. Hiçbir şey hemen düzene girmedi. Her şey beynime, beynimden koluma, kolumdan parmaklarıma, Parmaklarımdan kaleme, kalemden kağıtlara girdi.
Sequoia
Kafatasım senelerdir sağ kolumdan boşalıyor.
22
DÜNYA’YA MEKTUPLAR- I Sevgili Dünya, mektubuma başlarken tüm samimiyetimi ve şeffaflığımı yüzüne çarpmaktan onur duyarım. Fazlasıyla sinsi ve korkaksın. Yaşamak denen zaman silsilesi içinde süregelen bütün sonlar ve hikâyeler sana mal edildi ve acı, bu senaryoların başrolünü kazanabilecek en etkili duyguydu. Bitmek bilmeyen savaşlar ve çok da uzun süremeyen barışlar ve dahi ölen binlerce güzel şey, aynı sıradanlıkta devam ederken bizler bu karmaşanın içinde sürüklendiğimiz kaoslarla başa çıkma yolları arayıp duruyoruz. Büyümek diyoruz bunun adına. Büyürken çocukluğumuzu bıraktığımız arka bahçelerin yeşeremeyen nemli topraklarında eski adımlarımızı atıyoruz en olağan hafiflikte. Düşünüyoruz varım demek için tarihin yazdığı adamlardan kopyalar çekerek ve yok oluyoruz var olduğumuz için böbürlendiğimiz her zaman dilimi içinde. En ateşli anları yaşıyoruz, en kederli ve en bok kokan kaderleri. Bunun adına da ömür diyoruz. İsim vermediğimiz tek bir şey yok sen dönerken bilmem kaç kilometre hızda. Sen dönerken bilmem kaç kilometre hızda birbirimizin canını acıtmaya devam ediyoruz. Hüzünlü bir tiradın en olmadık yerinde kahkahayı basarak ironinin Allah’ını yapıyoruz perdelerin ardında. Perdeler… Perdeler ve ışıklar nasıl da muamma! Her şeye rağmen ışıkların altında olağanüstü devleşen bayağı kimliklerimizi saklayabildiğimiz karanlıklar ve maskeler olduğu için şükrediyoruz. Şekil verdiğimiz binlerce beynin sorumluluğundan sıyrılarak sigaralarımızı tüttürüyoruz ve küllerinin nereye savrulup bulaştığını umursamadan kalplerimizi beceriyoruz. Yitip giden binlerce ses küme halinde bozguna uğratmak için geleceğimizi bir araya geliyor ve yaptıkları planlar içinde mağlubiyetlerinden habersiz galibiyet nidaları fırlatmaya devam ediyor. Nasıl da acınası! Yüzündeki renklerin mevsimlere bölünmüş ruh halini yansıtan kareleri günden güne kırışıyor ve buruş buruş olacak o günü görmek için sabırsızlanıyoruz hepimiz. Dahası coşkuyla çirkin bir kadına döneceğin zamanı alkışlara boğmak adına kalbine tükürüp, saçlarını çekip canına okuyoruz. Binlerce piç ve fahişenin daha onurlu olduğu zengin tabakadan arta kalan kaymağı yalama zulmünü keyfe çevirmeyi biliyoruz. Milyonlarca yitik var. Milyarlarca kırgınlık ve belki sonsuz umut… Yıldızlar hala bakireyken Meryem’e ne kadar da benziyorlar, doğurduğu ışıkların kaynağından bi:haber bizler için, değil mi? Lağımda yaşayan farelerin midemizi bulandırdığı gerçeği… Ve onlarla aynı zaman dilimi içinde aynı gökyüzünü kullanacak olduğumuzu bilmek, dahası bunun bir çözümünün olmaması ve doğa denen bütün bu döngülere bağlı olma zorunluluğu bizleri fazlasıyla güçsüz kılıyor. Yazmak kurtarır mı? Sevmek? Bize verdiğin dersler arasında en hazmedemediğim samimiyetsizlik sanırım. Bunu normalleştirmek öylesine basit ki senin için. Aynı fabrikadan seri üretimle aynı beyinleri ve kalpleri doğuruyorsun. Rahminde beslediğin genlerin diziliminde tek bir farklılık yok. Yalvarıyorum bir tane üretim hatası çıksın diye. Özün orijinalliği akla gelsin diye… Bütün bu sıradanlık ve rutin kaderler beni çıldırtıyor. Mide bulandırıcı! Yapmacık gülümsemeleri en samimiyetsiz yerlerinden vurup, paslanmış beyinleri dağıtmak istiyorum. Hain gibi kokan bütün muhbir kalplerde soykırım yapmak ve faşizmi, güzelliği kurtarmak adına meşru kılmak! Çirkinin kaderi var olsun diye güzeli yaşatma mecburiyeti ve belki de tezatların düşmanca görülen dostluğu… Karmaşanın içinde yatan ve bir türlü göremediğimiz yalın basitlik. Sonu ve başı olmayan miller. Pas ve kan kokan tutkular. Ve sen, Dünya! Nasıl da korkaksın.
ediesedgwick
24
25
Kambur adam
Doğduğundan beri hiç konuşmaz
Matarasına koyduğu Konyakta yaşarmış Hayatı
Tek ve en büyük serveti Yastık altına sakladığı Düşünceleri imiş Geceleri üşüdüğünde
Mutfak dolaplarında Ruh yalnızını arar Terk edildiklerini Suya atar kaynamasını izlermiş Kaldırım taşlarına homurdanır Derdini otobüs duraklarına anlatırmış İşerken
En sevdiği ama hiç dillendirmediği
“Hay ben bu düzene sokayım” cümlesini Hayat felsefesi yapmış Küçük çaplı eylemlere konyağını yudumlayarak Eşlik etmiş. Homurdanmış yine kaldırım taşlarına Bir gaz bulutu yalnızlığına isabet etmiş
Tam
“Hay ben bu düzene sokayım” İlk ve son cümlesi olmuş.
Maja Mingo
26
-hey houston we have a problemnedir abi? bir adam. genç bir adam. 22yıllık hayatının ilk senelerini hep aşağılanmakla,geçirmiş. bu aşağılanmanın karşısına geçememiş, hep yalnız bırakılmış.okula giderken r’leri söyleyemiyormuş, doğru düzgün konuşamıyormuş. insanlar soyadını sorar diye insanlarla tanışmaya bile çekiniyormuş. sonra r’leri söylemeye başlamış, konuşması düzelmiş. hitabeti kuvvetlenmiş. bununla inceden gurur duymuş. o kadar alay edilmeye bu kadar gururdan birşey olmaz demiş. ama sınırını aşmış, bu defa konuşamadığı yılların acısını, bağıra bağıra, çıkarmaya başlamış. etrafındaki insanların takdiri onu daha da azdırmış. yanlışa düşmüş. takdir görmeyi sevmiş, tenkit edilmekten nefret etmiş. anlamamış ki “arkandan yüz köpek havlamıyorsa gerçek bir başarın yok demektir” liseye başlamış başta gülümseyen insanlar yakın zamanda kendisinden sıkılmış.hayır arkadaş canlısı olmadığından değil geçmişte de hep böyleymiş.etrafında kimse yok. mededi alkolde,esrar çekmekte aramaya başlamış. her gün ya bir şişe şarap, ya 35’lik viski. akşamdan başlayıp geceye kadar takılıp sabahı balat’ta ,fatih’in arka bir sokağında karşılamaya başlamış.ne ailesini umursamış ne hocalarının uyarılarını.ne de arkadaşlarının.. pardon arkadaşı yokmuş ki. (mış-lı muş’lu konuştuğuma bakmayınız evveliyatı yok, geçelim.) bu adam yolunu bir türlü bulamıyormuş.2-3 insan tanıyormuş onlarla zaman geçiriyomuş.yeni biriyle tanıştığı zamanlarda mutlu gibi gözüküyormuş. ama aslında olamıyormuş. insanlardan uzaklaştığı zamanlarda canı sıkkın oluyormuş. yalnızlığı bile doğru düzgün beceremiyormuş. adam, aynı adam.hep kendini birileriyle kıyaslamaktan vazgeçemiyormuş.kolay arkadaş edinmek değil kolay düşman edinmek ona cazip geliyormuş.herkesle bir kavgası varmış, kendiyle bir kavgası varmış ,hayatla bir kavgası varmış. pusulası kırılmış ,okyanusun ortasında yolunu kaybetmiş bu hilkat garibesi (garibe kadın için kullanılır birader garib deseydin bari) artık kendini hiçbir yere ait hissetmiyormuş. hiçbiryerli olmuş. memleketini soranlara -ne memleketi?- cevabını vermeye başlamış. yalnız kaldığına pişman olduğu günler sürekli kendine soruyormuş yapılacak ne kaldı geriye? beled nistem. beled nistem. (ne diyorsun oğlum, bilmiyorum demek istiyorum biraderan bilmiyorum). bir dakika bakar mısın birader? geçmişine bakıyoruz. çöplükten hiçbir farkı yok. iğrenç böcek hayatı. insanlara tam tersini söyleyip, insanlara ettiği ikazların büyük çoğunluluğunu uygulamakta büyük sorunlar yaşayan bir adam. psikiyatristin söylediğine göre bir “disconnectus erectus “ oğuz atay’ın deyimiyle “tutunamayan”.yalnız bırakıldıkları zaman hayvan gibi ulumaya başlarlar, senin gibi tutunamayan adamlar diyor ve cümlesini devam ettiriyor; hayatta başarılı olma şansı yüzde 40’tır. (rakam verme aslan kral) başarısız olma şansları yüzde 60’tır. (bak yine rakam veriyorsun) başarılı olurlarsa çok başarılı (kim ezberletti sana bu lafları), başarısız oldukları zaman da çok başarısız (hadi canım sen de, yok yok doğru söylüyor, hayır inanmıyorum) oluyorlarmış. Gel zaman git zaman, keloğlan bir gün... tutunamayan damgası yemek ya da kaybedenler kulübü’nü oynamak birçok zavallı entelektüel geçinen, çürük şahsiyetli insan için onore edici bir yakıştırma olabilir. onun için değildi. bu tabirden hiç hoşlanmadı. aksine, üzüldü. ağladı. güldü. gülermiş gibi yaptı. o kadar sert takılıyordu ki artık kimseyi yanına yaklaştırmıyordu bu vahşi hayvan. çok yalnız kaldığı gecelerde şiirler ,yazılar yazdı ciddiye alan olmadı. ha pardon, küçük iskender zatı hakkında “felsefi altyapısı çok geniş demişti.
28
kırk yıl yağmur yağsa, bir şey olmaz mermere... daha uzun yazmak isterdim, ama yorgunum, takatim kalmadı. ruhen ve fiziken kendimi tıkanmış halde görüyorum. girdap değil, gökyüzünde dönen kasırga gözünün içinde kalmış gibi hissediyorum kendimi. şu hayatta yaptığım bazı işlerin,kendine münhasır bir başarı payesi olabilir. ama karakterin oğlum, karakterin öylesine oturmamış ki, tasmasından boşalmış vahşi köpek gibi etrafına saldırıp durmaktan, kendine zarar vermekten başka bir şey yapamaz hale gelmişsin. peki, neden. canını çok mu acıttılar? -allah hüzünlü kalbi sever der kuran da. ( inançsız yaşayıp kuran’dan iktibas yapmak da nesi?) bırak acısın. bunun acısını zaten gelecekte tam aksi bir şekilde çıkmayacak mı? ben, kendindeki marazı görmeyip, başkalarının hastalıklarına kulp takan adam, ben, ruhundaki gedikleri umursamayıp, başkalarının gediklerini aşağılayan adam, ben, yaptığı rezilliklerin farkına varmayıp, başkalarının rezaletlerine kepazelik diyen adam. bu kadar “ben” dersen, kendinden başkasını göremezsin ki oğlum. kibirli biri olup çıktın. sana kibir elbisesi hiç yakışmadı oğlum. çıkar üstünden. neyin varsa çıkar. sen, dolu olduğun zannına kapılırken , ilkokuldaki havuz problemleri gibi, bir yandan suyunu hep boşuna akıtmışsın. artık, mecranı bulmaya bak oğlum. burhan toprak’ın deyimiyle “ya ol, ya öl” oğlum. ama bir şeyler olmaya bak. inan, oğlum. abdülhakim arvasi’nin dediği gibi ‘’istersen kuru bir odun parçasına inan, ama inan’’ ahmed arvasi’nin dediği gibi ‘’tereddüt edersen ayakların seni taşımaz. yürüyeceğim de ve yürü’’
29
.. .. .. sarap gokyuzu ve ömer . Dar sokaklardan geçerken camlardan sarkan çocuklarını içeriye çeken yaşlı teyzeler görüyorum. Eski bir dokusu var bu semtin. Manavlar rengârenk, binalar buz gibi. Bir meyhane keşfediyorum kendime. Bir meyhane de keşfedeceğime eminim kendimi. Bir meyhane bir meyhane daha derken mey seviyemi bir hayli aştım diye düşünüyorum. Hesabı isteme vakti geldi sanırım. Kapılar ardına kadar sokağa açılıyor. Bütün kapılar sokağa açılsa, samimiyet daha bir meşru olur diye düşünürken Ömer ağabeyi görüyorum. Sallantıda olan vücudum sebep olsa gerek koluma giriyor selam vermeden: -Aman sabahlar olmasın diyorsun he? -Aman Ömer ağabeyciğim, sabahlar olsun tabii de. Gece bu kadar kısa sürmese daha iyi olacak gibi. -Gece senin için nihayete eriyor belli ki. Son cümlesini tamamlamadan yürümeye başlamıştık. Salahatım için olsa gerek eşlik etme gereği duymuş. Naif adamdır Ömer ağabey. -Eşlik ettiğin için teşekkür ederim Ömer ağabey. Birde şu sadeleşme işinde esnek davransan? -O konuya girmenin sırası değil. Naif adamlar naif karşılıklar almalı. Bu sebeple teşekkür ederek veda ediyorum kapının önünde Ömer ağabeye. Her ne kadar benden teşekkür beklemeyecek kadar kibar olsa da. Eve girmeyip gökyüzünü izlemek üzere deniz kenarına yürürken, geç vakitte dükkânı kapatan berber Seyfettin dayıyı görüyorum. Ermeni asıllı bir berber olan Seyfettin dayının dedesi, vakti zamanı ile göçmüş buralara. 4 koltuklu dükkânında 2 kalfası ile birlikte çalışıyor. Sıcakkanlı adamdır vesselam. Her tıraş olmaya gittiğimde çay ikram eder. Mahallenin en eski esnaflarından biri sonuçta. Edebi mükerrem insandır. -Seyfettin dayı! Sahile iniyorum. Şarap alacağım. Gel. -Deli oğlan. Evde hanım bekliyor. Kıza görücü gelecek sonra ki akşam. Ona hazırlık var. -Hayırlı olsun Seyfettin dayı. Evlendiriyorsun he kızı? -Bakalım. Kısmetse olacak. Hayırlı olması pek güç bir durumdu. Sonuçta çocukken tüm akranlarımla aşık olduğum Sabiha’yı istemeye geliyorlar. Diğer ihtimalle Seyfettin dayı büyük bir sapıklıkla 17 yaşında ki kızına görücü kabul ediyor. İlk ihtimal daha güçlü.
30
Sahile vardığımda şarabı açmak için tirbuşonumun olmadığı acısı, dirseklerimden şakak kemiklerime kadar vuruyor adeta. Bunu soğuktan dolayı da hissediyor olabilirim. Ama tirbuşonumun olmayışı bir gerçekti. Bir kaç kedi ve balıkçı teknesinin içinde uyuyan uzun sakallı bir adamdan başka kimse yoktu. Kedilere danışmak ne kadar mantıklı olsa da şarabı benimle paylaşamayacakları için teknenin içinde uyuyan adama sorma gafletinde bulundum: -Dayı uyuyor musun? -Yok evlat, uzanıyordum. Yaşlılık hali. Eklemler ağrıyor bir süre sonra. Buyur? -Tirbuşon var mı dayı? Şarabım var. Tirbuşonun varsa tüketelim mereti. -Tirbuşon yok ama üstesinden geliriz ver hele şişeyi bana. Zulasından 2 tane bardak çıkardı dayı. Şişenin ağzını taşa vurarak 2 hamlede kırdı. Bardakları doldurdu. Susamış olsa gerek. Büyükçe bir yudum aldı. -Evlat, büyük yaşanmışlığım var gibi gösteren sakalım üçkâğıttan ibaret. Beyaz olması, tecrübe kutusu görünümü katsa da kendi kararım ile beton binaları değil sokakları tercih etmiş biriyim. Senin, şarabını benimle paylaşacak kadar geniş bir yüreğin olsa da benim seninle paylaşacak acıklı bir öyküm yok. -Samimiyetin var ya. O yeter dayı. -Ne getirdi seni buraya bu saatte? -Gökyüzünü izlemeye geldim. -Çok sık gelir misin? -Çok sık gelmem. Gökyüzü sonsuz bilinmez benim için. Ara sıra bilinmez içinde kaybolmak iyi geliyor. Belki Ömer ağabeyim gibi şiir yazabilirim diye düşünüyorum gökyüzünün büyüsü ile. Fakat şimdilik böyle bir ilham vuku bulmadı. -Şarap için sağ olasın. Öyküm yok belki ama sessizliği paylaşabilirim. -Sen sağ ol dayı. Sessizlik içinde gökyüzünü izleyip şarap içerken, acaba bir gün bende bu kadar dürüst olabilecek miyim diye düşündüm. Umarım demekten başka çıkar yolumun olmadığı aşikârdı.
Ufkum Ç.
31