Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Ergül Yılmaz Gizem Köprülü Kurtuluş Öztürk Kübra Sırmalı Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan
kulturcikmazi
10. sayımızda tekrar merhaba diyerek başlamak istiyorum. Derginin içeriğinden bahsetmeden önce tam tamına 10 aydır bize verdiğiniz desteklerden ötürü bütün Kültür Çıkmazı ailesine teşekkür ediyorum. Bildiğiniz gibi bu yola çıkarken “edebiyata katkıda bulunmak isteyen ve henüz farklı insanlar tarafından okunma şansı bulamamış yazarlarla, okumaktan ve keşfetmekten tat alan kitleyi buluşturmayı ayrıca yeni nesil gençlere edebiyatı sevdirmeyi, sanat dünyası ile ilgili bilgiler vermeyi” kendimize misyon edinmiştik. Bugüne kadar aldığımız geri dönüşler ve özellikle misafir olmak için gelen başvurular gösteriyor ki bu misyonumuzu her ay gerçekleştirmeye devam ediyoruz. Ama bu konuda her zaman herkesi mutlu edemiyoruz ne yazık ki. Bildiğiniz gibi her ay en fazla 10 arkadaşımızı misafir edebiliyoruz. Gelen başvuruların sayısını da düşünürsek olumlu yanıt vermediğimiz okuyucularımızdan anlayışlarını bekliyorum ve daha fazla uzatmıyorum. Dergimizin içeriğine gelirsek bu sayımızda, Türk edebiyatının usta kalemi Sabahattin Ali’yi andık. Hikayeleriyle, romanlarıyla, bestelenen birbirinden eşsiz şiirleriyle sayfalarımızdaki yerini aldı. Her ay olduğu gibi yine okunası röportajlarımızda var tabi ki. “İrfan Kangı” ile gerçekleştirdiğimiz sanat dolu keyifli röportajı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Ayrıca genç yazar “Çınar Kıyak” ile de yayın dünyası ve edebiyat üzerine güzel bir röportaj gerçekleştirdik. Red Special köşemizde ise her ay olduğu gibi rock kültürünün önemli bir ismini sizler için tanıttık. “Kurt Ronald Cobain”… Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 7. bölümü ve İnziva Yazıları yazı dizisinin 3. bölümü okunmak üzere yerlerini aldılar. Ara veren öykü ve yazı dizilerimiz de önümüzdeki ay kaldıkları yerden devam edecekler. Tabi yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor.
Dergimizin son sayfalarında yine sizler için üç adet sergiye de yer verdik eğer vaktiniz olursa mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Ayrıca misafir yazarlarımızdan Sevra Fırıncıoğulları’nın, “Bernarda Alba’nın Evi” oyunu ile ilgili incelemesini de mutlaka okumalısınız. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 11. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”
Misafir Yazarlar Ali Güleçyüz Bilal Maral Dilek Yapıcı Fatih Albayrak Muhammed Aktaş Murat Beyaz Muhammed Yiğit Sevra Fırıncıoğulları Ümmet Caner Yaşar Kazıcı Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan Kıvanç Cangülenç
Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com
İçindekiler 6. “Sabahattin Ali” - Kübra Sırmalı 10. “İrfan Kargı” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 14. Emanet - Kurtuluş Öztürkı 15. Yaşam Sanrısı - Bilal Çakıl 16. Telefon Kulübesi - Bölüm 7: Casus - İlker Ardıç 20. Aşkı-ı Meçhul - Sibel Ayan 21. Gibi - Merve Nur Doğan 22. Şahsi Yalnızlıklarım 7 - Ali Koç 24. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 25. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 26. İnziva Yazıları - Veni Vidi - Nebi Eren Bayramoğlu 29. Kimliksiz Kişili - Serap Bozkurt 30. Tek Hece - Kübra Sırmalı 31. Bir Kelebeğin Başucu Kitabı - İlker Ardıç 32. Bir Kuşun Yalnızlığına Tasvir - Didem Onmuş 33. Özlemin Dili - Murat Erdoğan 34. “Çınar Kıyak” Röportajı - Özgün Kabacaoğu 38. Sözler Mi Kalıcı, Yazılar Mı? - Selin Sabcıoğlu 39. Işık Oyunları - Özge Özdemir 40. Saniyeler Leylak - Serap Bozkurt 42. (Fotoğraf) - Kıvanç Cangülenç 43. (Fotoğraf) - Kıvanç Cangülenç 44. Red Special: “Kurt Donald Cobain” Tanıtımı - Özge Özgüner 47. (Fotoğraf) - Kıvanç Cangülenç 48. Ağlamak - Birkan Akyüz 49. Sallantılı Günlerden Bir Şiir Denemesi - Muhammed Aktaş 50. Yazadurmak - Murat Beyaz 52. Güvertedeki Kadın - Ali Güleçyüz 53. Yedi Şahıslı Şiir Denemesi - Bilal Maral 54. Adressiz Mektuplar 1 - Yaşar Kazıcı 56. Soruyorum; Umudun Rengi Mavi mi? - Dilek Yapıcı
5 Nisan 2015
10. Sayı
57. Uğur Böceği - Fatih Albayrak 58. Bernarda Alba Adlı Oyunda Baskılanmış Kadın Kimlikleri ve Ataerkilliğin Yeniden Üretimi - Sevra Fırıncıoğulları 62. Kelebek - Ümmet Caner 63. Bir Rüya, Bir Kadın, Bir Adam - Muhammed Yiğit 64. Nil Köken: “Gölgenin Fısıltısı” - Sergi Hatice Berrak Çiçe: “Büyülü Düşler” - Sergi 65. Özden Yarımca: “Hükümsüz” - Sergi
Keyifli Okumalar…
Sabahattin Ali “Bende hiç tükenmez bir hayat vardı, kırlara yayılan ilkbahar gibi... Kalbim her dakika hızla çarpardı, göğsümün içinde ateş var gibi…”
Kişisel Hayatı Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğar. Babası piyade yüzbaşısı Selahattin Ali Bey'in görev yerlerinin sık sık değişmesi, Ali’nin ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarda tamamlamasına neden olur. 1921'de göçtükleri Edremit, Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamaz ve aile çok zor günler geçirir. Ali, ilkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na girer ve beş yıl burada okur. 1926 yılında İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun olur. Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gider ve iki yıl orada okur. Yurda döndükten sonra, Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atanır.
Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapar. 1932 yılında Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanır. Bir yıl kadar mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar, 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla yeniden özgürlüğüne kavuşur. Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya gider ve Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını talep eder. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Ali, 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat
Müdürlüğü'ne alınır ve Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmaya başlar. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenir, 1936'da askere alınır. 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlar, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlar. 1940 yılında tekrar askere alınır, askerliğini yaptıktan sonra 1941-1945 yılları arası Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmaya başlar. 1946 - 1947 yılları arası Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarır. Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşır ve dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılır. Ardından yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılır. Ali, dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar ve karşılaştığı baskılardan bunalır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi". 1948'de ise başka bir dava nedeniyle Paşakapısı Cezaevi'nde üç ay yatar. Çıktıktan sonra işsiz kalır, yazacak yer bulamaz ve zor günler geçirmeye başlar. Baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verir ancak kendisine pasaport verilmez. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca
da Bulgaristan'a kaçmaya karar verir ve para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşır. Ancak Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle 2 Nisan 1948’de Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürür. Yazarın yakın çevresi ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse de bu hiçbir zaman kanıtlanamaz. Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.
Edebi Hayatı ve Eserleri Sabahattin Ali, yazı yaşamına şiirle başlar ve ürünleri Çağlayan dergisinde yayımlanır. 19261928 yılları arası Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazar, bu arada öykü de yazmaya başlar, ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" 30 Eylül 1930 tarihinde Resimli Ay'da yayımlanır. Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur:
“Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.”
Eserleri Dağlar ve Rüzgâr (şiir) Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler (şiir) Değirmen (öykü) Kağnı (öykü) Hanende Melek (öykü) Ses (öykü) Kağnı - Ses (öykü) Yeni Dünya (öykü) Sırça Köşk (öykü) Kamyon (öykü) Bütün Öyküleri 1 (öykü) Bir Orman Hikayesi (öykü) Zanaatkarlar (oyun) Kuyucaklı Yusuf (roman) İçimizdeki Şeytan (roman) Kürk Mantolu Madonna (roman)
Af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, 1934-1936 yılları arası özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" gibi öyküleriyle dikkati çeken Ali, Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirir ve aydınlar ile kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren "Dağlar ve Rüzgâr" (1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırır. Ancak, bu kitabından sonra şiiri bırakır ve sadece hikâye ve roman yazar. Varlık'ta Esirler (1936) adlı üç perdelik bir oyun da yazar ancak bu türü de bir daha denememiştir.
*Ali’nin, bu eserlerin yanı sıra birçok derlemeleri, çevirileri ve Leylim Ley, Aldırma Gönül, Geçmiyor Günler, Çocuklar Gibi, Göklerde Kartal Gibiydim gibi daha birçok bestelenen şiiri de vardır.
Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com
Satın Almak Için Tıklayınız…
“İrfan Kangı” Röportajı Daha çok televizyonda yaptığı çalışmalarından tanıdığımız İrfan KANGI, bizleri kırmadı ve bunca yoğunluğun arasında bize vakit ayırarak sorularımızı yanıtladı. Desteğinden dolayı kendisine teşekkür ediyor ve söyleşimize geçiyoruz. İsterseniz önce çocukluğunuzdan bahsedelim. O yıllarda elinize mikrofon olabilecek herhangi bir eşyayı alıp şarkı söyleyenlerden miydiniz, yoksa arkadaş ortamında ya da aile arasında bir şeyler anlatıp güldürenlerden miydiniz? İlginç bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız? - Aslında ne ile uğraşacağım o yıllardan belliydi adeta. 7 yaşından itibaren gittiğim ve videokasetlerden evde defalarca izlediğim oyunlar beni bu işe yönlendirdi. Hiç unutmam harbiye açık hava tiyatrosunda Devekuşu Kabare’nin oyunlarını izlerken sahne üzeri işlerin hayalini kurmaya başlamıştım. Sonra Nejat Uygur ve Ferhan Şensoy oyunları geldi. Dayım sayesinde sık sık gittiğim tiyatrolar hayatımın hayal kısmını doldurmaya başladı ve her çocuk
gibi TV’de gördüğüm şeyleri taklit etmeye ve bu taklitlerle yakın çevremdekileri güldürmeye başlayınca daha da zevk almaya başladım. Alkışlayan değil alkışlanan kısımda olmak ve insanların beni dinlemesi ve gülmesi zaten yolumu çizmişti. Okul yıllarımda özel günlerde şiir okuyan da bendim, sene sonu gösterileri hazırlayan da bendim. Öğrenim hayatım boyunca hiçbir zaman çok başarılı bir öğrenci olamadım ama bütün hocalar bu yeteneklerimi bildikleri için okulun temsili dahil birçok görevde beni seçerlerdi. İlginç bir olay olarak da lise yıllarında deli cesareti ile 3 arkadaşımı andırıp özel bir gösteri düzenlemek oldu. Nişantaşı Hadi Çaman tiyatrosunu kendi paramızla kiraladık. Ben tek kişilik Stand up yapıyordum. 2 arkadaşım enstrüman çalıyor biri de söylüyordu. Biletleri bile biz basıp sattık. İlk profesyonel sahne
tecrübemizde hınca hınç dolu bir seyirciye oynayınca çok mutlu olmuştuk. - Mikrofon demişken, radyoya nasıl başladınız? Birileri mi teşvik etti, yoksa ben önce radyodan mı başlamalıyım, sanat hayatıma dediniz? - Lise sonrası hem bu işlerin içinde olmak hem para kazanmak için radyoyu gözüme kestirdim. O dönem radyoların etkinliği ve popülerliği fazlaydı. İlk olarak Alem FM’de başladığım radyo maceram 6 ay sürdü. Hafta da 3 akşam gece 1 den sabah 7 ye kadar yayın yapıyordum. Daha sonra toplam 8 sene sürecek İstanbul FM maceram başladı. Neredeyse her görevi üstlendiğim bir radyo dönemi oldu. O dönemim reyting alan başarılı birçok programını gerçekleştirdim ve bu sayede piyasadan çok insan tanıma şansım oldu. - Müjdat Gezen’le nasıl tanıştınız? Sizce Müjdat Gezen nasıl bir eğitmen? - Sene 95. Konservatuar eğitimine kafayı taktım. Sınav dönemi bazı okulları denemeye karar verdim. Bilkent’te ilk sınav sonrası 2. sınavda burslu kazanamadım olmadı. Mimar Sinan’da eğitimli olduğumu düşündüler ama değildim. O dönem MSM Akşam okulu diye bir uygulama başlatmıştı. İlk öğrencilerinden oldum. Müjdat Hoca ile o dönem tanıştık. Benim sahne sanatlarımda tecrübe kazanmamda MSM’nin çok katkısı oldu. Müjdat hocanın başarısı ve iyi eğitmenliği yetişen öğrencilerinden belli zaten, lakin kendisinden öğrendiğim en önemli şey dünyanın eni iyi eğitimini de alsan kendini ne kadar eğittiğin önemli. Çok güzel akşam buluşmaları yapılırdı okulda. Bu arada o okulda ilk çiğ köfte yoğuranda benim:) - Bugüne kadar kaç tiyatroda rol aldınız? Hiç unutamam dediğiniz bir sahne anınızı bizimle paylaşır mısınız? - 2000 yılından beri profesyonel anlamda sahnedeyim. Sadece 1 sene ara verdim tiyatroya. Tam 14 senedir her sezon bazen 1, bazen 2, bazen 3 oyunla sahnede oldum. Totalde 20’den fazla oyunla sahnedeydim. Neler yaşadık neler. Sahnedeyken seyircinin sandviç
yaptığını da gördüm, benimle gizliden konuşmaya çalışmasını da. Birdman filmi gibi rol arkadaşımın çıplak salon dışında kalmasını da yaşadım, cep telefonuyla oyun esnası konuşanı da gördüm. Elinde bıçakla fasulye ve salatalık ayıklayan seyircide. Birini ciddi ciddi anlatmaya kalksam röportaj alanı yetmez. Ama en mutlu olduğum an Şener Şen ve Kayhan Yıldızoğlu gibi 2 değerli ismin oyunumu seyretmiş olmalarıdır. Yeni tiyatroya ya da radyo programcılığına başlayan ya da bu işlerde hevesi olup da bir türlü cesaret edemeyen gençlerin yapmaları gereken ya da yapmamaları gerekenler sizce nelerdir? - Hepsinden önce kendilerini objektif değerlendirip tanısınlar. Zira insanın olduğu yerle olduğunu sandığı yer arasında fark olunca travmatik oluyor. Kişi gerçekten yeteneği var mı önce ona baksın. Yeteneği olan konuda mutlak şekilde ister okuldan ister duayenlerden, ister kurs ister kitaplardan kendini geliştirmeye çalışsınlar. İnsanın yapacağı en iyi yatırım
Altan’ın hayatının karmakarışık oluşunu kahkahalarla izleyeceğiniz bir oyundur. Gerzek kuzeni annesi nişanlısı ve eli silahlı kadının arasında kalan Altan oyun sonunda öyle bir sürprizle karşılaşır ki... gerisi sürpriz :) Aşka Olan Meylim Senin Yüzünden yine Kayra’nın yazdığı ve yönettiği bir oyun. Kayra ve benim dışımda Hande Katipoğlu, Fatoş Kabasakal’la beraberiz. 2 evli çiftin bir gece başına gelenlerin anlatıldığı ve kadın erkek ilişkilerini seyirciyi de içine alarak anlatan komedi dozu yüksek bir oyundur. Oyunlarla ilgili ayrıntılı bilgi ve resimler internette mevcuttur.
kendine beynine ve vücuduna yapacağı yatırımdır. Okuyacak, izleyecek, danışacak ve tartışacaksın. Her hafta 1 tiyatro oyunu 3 sinema filmi izleyeceksin. Her ay en kötü bir kitap okuyacaksın. Günümüzde herkes TV’de görüneyim yırtayım derdinde veya onlar yapıyor bende yaparım aptal özgüveninde. - Ayıp Ettik ve Haftanın Sonunun Son Günü adlı tiyatro oyunlarında rol aldınız. Bizlere biraz bu oyunlarınızdan bahseder misiniz? İstanbul Komedi Tiyatrosu’nda sahnelediğiniz “Aşka Meyilim Senin Yüzünden” isimli oyununuzun konusunu kısaca anlatır mısınız? Bir de oyunda başka kimler yer alıyor? - Ayıp Ettik 2006 da başladığımız ve 9 senedir devam eden bir kabare. Cinselliğin kaydedilmemiş tarihi sloganıyla insanlık tarihine cinsellik konusu üzerinden bakan oyun oldukça komik bir oyundur. Türkiye’nin birçok starı bu oyunda oynamıştır. İlk kadrodan sadece ben ve Kerem Poyraz Kayaalp kaldık. Zeynep gülmez, Cem Kılıç - Fırat Çöloğlu, Nazlı Kar ve Berrak Güvem’de oynuyor. Oyunu yazan ve yöneten Uğur Yağcıoğlu’dur. Hafta Sonunun Son Günü ise Kayra Şenocak’ın yazdığı benim yönettiğim bir oyun. Bay J, Merve Sevi, Güneş Zavrak ve Aslı Omağ ile beraber oynuyoruz. Gecenin 3’ünde kapısı çalan ve içeriye eli silahlı bir kadının daldığı
- Bu oyunlar devam ederken bir de Figuran isimli bir sinema filminde yer alacaksınız? Projeyi kısaca anlatır mısınız? - Figuran benim konuk oyuncu olarak yer aldığım bir film. Ben tam bir ajans yalakası reklam yönetmenini oynuyorum. Filmde sevdiğim arkadaşlarımla beraber oynadık. Ceyhun Fersoy, Cem kılıç ve Umut Oğuz çok güldürecek. Bir de bu sene izleyeceğiniz EN GÜZELİ diye bir film yaptık. Yine dostlarla toplaştık. Fırat Çöloğlu, Cem Kılıç, Serhat Osman Karagöz’le beraberiz. Bir de babalar var filmde. Erkan Can, Tarık Papuçcuoğlu ve Mehmet Özgür abimizle güldüreceğiz. - Metin Uca’nın sunduğu “Passaparola” isimli yarışma programı başkaydı. Televizyon tarihine yazılan efsane programlar arasında yerini aldı. Siz de katıldıktan sonra bambaşka olmuştu. Keşke yine çekilse diyor musunuz? Yoksa her şey zamanında güzel diyenlerden misiniz? - İddia ediyorum bu ülkenin gelmiş geçmiş en güzel 10 yarışmasından biridir Passaparola. Metin Uca’da muhteşem bir adamdır. O dönemde daha da eğlenceli bir hale getirmeye çalışmıştık. Sorunuzdan anladığım başarılıda olmuşuz. O dönem kendi içinde güzeldi ama bugün yapsak yeni güzellikler yaparız. Passaparola Metin Uca candır.
- Samanyolu TV’de Lezzet Avcısı isimli bir yarışma programı ile neredeyse bütün ülkeyi gezmişsiniz. En unutamadığınız yer ve tat nelerdir? Bir de gezdiğiniz yerler arasında ileri hayatımda burada yaşayabilirim dediğiniz bir yer oldu mu? - Lezzet Avcısı sayesinde Türkiye haritası üzerinde 4-5 yer dışında gitmediğim yer kalmadı. Bu ülkenin her yeri güzel ama daha güzel olanı insanları. Elinde 3 lirası varken seni 5 liralık ağırlar. Evini sonuna kadar açar. Biz burada komşumuzun adını bile bilmeden hayvanca yaşarken hala Anadolu da insan gibi yaşayan insanlar var. İstanbul dışında bir yerde yaşamak söz konusuysa İzmir ve Bodrum’u çok seviyorum. (Bizim işleri yapıp da sevmeyen var mı?) - Sunuculuk var bir dönem, TRT’de program yaptınız, radyo programcılığı var, sinema ve tiyatroda var. Hangisini yaparken daha özgür olduğunuzu hissediyorsunuz? - Tiyatro benim için her şeyden önce gelir. Çünkü benim hayatımın merkezindedir ama söz konusu özgürlükse sunuculuk daha fazla özgürlük sağlıyor. Dikkat etmen gereken tek şey RTÜK kuralları. Tiyatroda belirli bir texti oynarken sunuculukta anonslarıma kimseyi karıştırmam. Program ekibi bana sadece akışı hazırlar geri kalan her şey benim insiyatifimdedir. - Bu kadar yoğunluğunuzun arasında bir de bir gece kulübünde “Canlı Karaoke Show” isimli program yapıyorsunuz. Bu proje nasıl oluştu? Bu kadar iş arasında yetişmek zor olmuyor mu? - 8 senedir devam eden bir iş Canlı Karaoke Show. Gece 1’den sabah 4’e kadar hiç ara
vermeden sahnedeyiz. Bu saatte hem de pazar akşamı kim gelir demiştim ama 4’de program bitiyor diye insanlar kızıyor bana. Bir ara haftada 3 gece yapıyordum ama vampire dönmeye başlayınca haftada 1’e düşürdüm. Gelenler masalarda bulunan şarkı menüsünden söylemek istedikleri şarkıları seçiyor ve benim onları sahneye çağırmamı bekliyorlar. Normal karaoke’den en öncelikli farkımız canlı orkestramızla şarkıları çalmamız ve söylememiz. Daha fazla ayrıntı için www.canlikaraoke.com’a bakabilirsiniz. Bu arada bir akşam sizleri de beklerim. - Öncelikle bize vakit ayırıp söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Projeleriniz hakkında söylemek istedikleriniz var mı? - Ben teşekkür ederim hazırlanıp güzel ve donanımlı sorular sorduğunuz için. İlerleyen zamanlarla ilgili proje bilgilerimi Twitter üzerinden paylaşıyorum. @irfankangi ismiyle bana ulaşabilirsiniz. Haaa bu arada @vinedrake adıyla Vine üzerinden Vine’larıma ulaşabilirsiniz.
Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com
Emanet Sevgili dost, Arhaveli’nin emanetini sevdiği gibi sevdim, Emanetimi. Dostumun yere basan kudretini, Gerek çok sevdiğimi, gerek sevmek istediğimi Selvi boylu güzelleri belki Belki o al yanaklı dilberi, Hiç dönmeyeceğini bilerek Ve yalnız terkettiğini severek Daha çok sevdiğine gidenler gibi, Sevdim, Emanetimi. Arhaveli’nin emanetini sevdiği gibi sevdim, Emanetimi. Dağlar ardından göz kırpan Turnaların kanatlarında yol alan Ve korkunç bir hata ile Gelip yüreğimi saran bulutları, İçip kendini, taşıp toprağı ağlatan Vadiler yarıp yarine akan ırmakları, Bir ananın yavrusundan çok doyurduğu Ve tanımadığı evlatlarına buyurduğu Kanlı bir arzuymuş gibi Sevdim, Emanetimi. Arhaveli’nin emanetini sevdiği gibi sevdim, Emanetimi. Fırat’ın Dicle’ye dokunabilme gayretini, Saçına aklar düşmeden ölenlerin hayretini Ve tüm bu yaşayabilme umudunun ortasında, Her şeyden habersiz hayatın oltasında Balık gibi sallanan, Kış kadar yürekli, Yaz kadar sevecen çocukların neşesini, Taze bir gelinin ışıltısıyla Ve sönmüş tüm ışıkların karartısıyla Sakarya’ya selam duranlar gibi Sevdim, Emanetimi. Arhaveli’nin emanetini sevdiği gibi...
Kurtuluş Öztürk kurtulusozturk@kulturcikmazi.com
Yaşam Sanrısı Sana gökyüzü kadar yakın, yeryüzü kadar uzağım Görebildiğim kadar yakın, dokunamayacağım kadar uzaksın Bedenim soyutlaşırken özleminde yansın Bakışlarında yaşayan hayatım rüzgarına karışsın. Rüzgar kadar gerçek varlığın, dokunabilirsem hissederim Duyamam göremem ama bil ki hep seninim. Yaşayamazsam bugünü senle, yarını neyleyeyim? Beklerken gözbebeklerini kutuplar kadar serinim. Derdim kışın soğuğu değil, bakışlarının ayazı Nedendir bakışların bu denli ayın pürüzlü yansıması Gönül bahçende yaşlanmalı, üç mevsim keder taşı. Üç mevsim sudur varlık, yaşam sanrısı. (07.10.2012)
Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com
Telefon Kulübesi Bölüm 7: Casus Ensesinden doğru bütün vücuduna yayılan ağrının nedenini hatırlamaya çalışarak gözlerini açtı. Bu acıyı hissetmesine neden olacak ne yaşamış olabilirdi ki? Son hatırladığı bir dükkanın vitrinindeki televizyondan haberleri izlediğiydi. Elindeki simidi ufak lokmalarla yerken çatıdaki kadının cesedini inceliyordu. Birden korkmaya başladı. Birinin onu seyrettiğini fark ettikten sonrasını hatırlamıyordu çünkü. Gözleri karanlığa alıştıktan sonra etrafına göz gezdirdi. Burnuna gelen yoğun küf kokusundan rahatsız olmaya başlamıştı. Yattığı yerden kalkıp elini ensesine götürdü. Başının arkasındaki şişliğe dokunduğunda hissettiği acı yüzüne yansımıştı. Etrafına biraz daha baktıktan sonra yakınındaki duvardan destek alarak ayağa kalktı. Buraya onu kimin getirdiğini bilmiyordu ama korktuğu bir tahmini vardı. Fazla ses çıkarmadan kapıya doğru birkaç adım attı.
Tam kapının koluna uzanıyordu ki, eski ve pas tutmuş kapı gıcırdayarak açılmaya başladı… *** Nazlı, musluğu iyice sıktıktan sonra duvardaki aparattan aldığı kağıt havluyla yüzünü kuruladı. Aynada gözaltları şişmiş olan kadına bakakaldı. Dün gördüklerinden sonra hala kendine gelememişti. Ağacın üzerindeki o adam gözünün önünde duruyordu. Yakalamaya çalıştıkları adam nasıl bir hayat geçirmişti de bu hale gelmişti. Aklındaki yüzlerce soru yüzünden bir türlü mantıklı düşünemiyordu. Koridorda başıboş adımlar atarak ilerlemeye başladı. Yanından geçen memurların hepsi onu süzüyordu. “Dışardan o kadar kötü mü görünüyorum.” diye geçirdi aklından. Sonra kapıyı çalmadan hızla Ali’nin odasına girdi. - Bence eve gidip biraz dinlenin Nazlı Hanım.
- Dün gece hiç uyuyamadım ki, sanırım gitsem yine boş boş tavanı izleyeceğim.
- Misafirimiz komiserim?
- Keşke dün bizimle gelmeseydiniz. Bu kadar etkileneceğinizi bilseydim götürmezdim.
- Ona da çorba getirin, duruma göre tekrar sipariş veririz.
- İnanın bu kadar kötü bir manzarayla karşılaşacağımı bende bilmiyordum. Normalde bu kadar etkilenmem, daha önceki vakaların bütün olay yeri fotoğraflarını incelemiştim. Ama canlı canlı görmek, o kokuyu almak…
Garson, selam verdikten sonra hızla siparişleri getirmek için içeriye gitti. Ali, bu mekanın müdavimi olduğu için özel olarak ilgileniyorlardı. Nazlı bir süre oturduğu yerden mekanı ve etrafta koşuşturan garsonları inceledi.
Ali, göreve ilk başladığı zamanlardaki halini hatırladı. İlk ceset kaldırmaya gittiğinde midesinin bulantısı üç gün devam etmişti. Evden gelen kokular yüzünden komşuları ihbar etmişti olayı. Kapıyı çilingir yardımıyla açtıklarında nefret cinayetine kurban gitmiş trans bir bireyi bulmuşlardı. Muhtemelen üzerinden bir haftadan fazla geçmişti. Salonun ortasındaki kokuyu hala unutamıyordu. Dokunmak zorunda kaldığı ilk ölüydü çünkü. Cesedin eline değdiğinde hissettiği soğukluk şimdi bile tüylerini diken diken ediyordu.
- Ciğer yer misiniz bilemedim ama İstanbul’da bulabileceğiniz en güzel ciğer de en güzel çorba da burada emin olabilirsiniz.
O günden sonra yüzlerce ceset kaldırmıştı. Hatta cinayet büroya atanmıştı. Ama ilkler hiçbir zaman unutulamıyordu işte. Nazlı’yı çok iyi anlıyordu. O yüzden kafasını dağıtacak bir şeyler bulmalıydı. - Karnınız aç mı? Bugün geldiğinizden beri hiçbir şey yemediniz. - Bilmiyorum. Aslında açım ama canım hiçbir şey istemiyor. - O zaman sizi bir yere götüreceğim. Yemek yemeseniz de İstanbul’da bulabileceğiniz en lezzetli çorbayı içebilirsiniz. - Gidelim o zaman size güveniyorum. Aksaray metrosunun yanıbaşındaki lokantaya girdiklerinde garsonlar Ali’yi hemen tanıdılar. Her zaman servis yapanlardan biri yanlarına gelip onları en uygun masaya oturttu. - Hoşgeldiniz, komiserim her zaman ki gibi donatalım mı? - Aynen, sen bana yine baştan bir çorba ver, sonra bir porsiyon ciğer getir.
ne
alır,
aynı
şekilde
mi
- Çorbamız gelsin, iştahım düzelirse mutlaka denemeyi düşünüyorum… Bu arada kafam dağılsın diye beni buraya getirdiğinizi biliyorum. Bu jestiniz için teşekkür ederim. - Rica ederim, sizi çok iyi anlıyorum o yüzden yardımcı olmak istedim. Garson masaya yanaşıp elindeki tepsiden çorbaları servis ederken kısa bir sessizlik oluştu. Ali, aklında dolanan soruları bir an önce sormak istiyordu ama bu durumdayken Nazlı’yı daha fazla da zorlamak istemiyordu. - Şeyy… Aslında bu dosya üzerine de konuşmak istiyordum sizinle. Kendinizi biraz iyi hissederseniz sormak istediklerim var. Nazlı, çorbasından birkaç kaşık aldıktan sonra kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı bile. Başındaki ağrı ve halsizliği yavaş yavaş geçiyordu. - Tabi buyurun, aslında önce ben size bir şey demek istiyordum. Eğer sorun olmazsa bu siz biz olayını bıraksak olur mu? Bana Nazlı diyebilirsiniz. - Siz nasıl… Sen nasıl istersen. - Aramızdaki resmiyet de kalktığına göre neydi sormak istediğiniz şey? - Cinayetlerin işleniş şekilleri ve anlamlarıyla çözüme ulaşabileceğimizi söylemiştiniz. Bu konu hakkında konuşmak istiyordum.
*** Olduğu yerde hareketsiz bir şekilde kapıyı açanın kim olduğunu görmek için bekledi. Odaya dolan loş ışıkla birlikte içeriye kafasını uzatan bir kedi gördü. O kadar çok heyecanlanmıştı ki, kalp atışını şakaklarında hissedebiliyordu. Kediye bir küfür savurduktan sonra yavaşça kapının aralığından koridora doğru baktı. Ortalıkta kimse yok gibiydi. Onu buraya getiren kişinin buralarda bir yerlerde nöbet tutması gerekmiyor muydu? Ya da onu bir yere bağlaması, odanın kapısını kilitlemesi? Cevabını bulamadığı sorularla küçük adımlar atmaya başladı. Hala ses çıkarmamaya çalışıyordu. Duvara sürtünürken çıkardığı hışırtıyı fark edip adımlarını durdurdu. Koridordaki tavana yakın küçük pencerelerden dışarıyı görmeye çalıştı bir süre. Muhtemelen bir binanın bodrum katındaydı. Dışarıda bir hareketlilik görmeyince yürümeye devam etti. Kapalı bir kapının önüne geldiğinde içeriyi dinlemek için durakladı. Hiçbir ses duymayınca yavaşça kapının kolunu ağır hareketlerle indirmeye başladı. Kapının açılmadığını fark edince sessiz adımlarla yoluna devam etti. Çıkışı bulana kadar bütün kapıları deneyebilirdi. Koridorun sonuna geldiğinde önüne bir kapı daha geldi. Aynı şekilde sessizce kolunu indirdi. Açıldığını görünce kalp atışları hızlanmaya başladı. Ses çıkarmadan biraz aralayıp dışarıya bakındı. Merdivenin basamaklarını görebiliyordu ve basamaklar dışında kapının önünde başka hiçbir şey görmeyince biraz daha aralayıp merdiven boşluğuna çıktı. Onu buraya getiren kişi gerçekten de gitmişti. Hemen basamaklara yöneldi. Yukarıya çıktıkça binanın girişinden gelen ışığı görebiliyordu. Etrafta kimseyi göremeyince adımları daha da hızlandı. Binadan çıktıktan sonra ne tarafa gittiğini bilmeden yürümeye başladı. Bir an önce nerede olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. O yüzden de bir ana cadde bulmalıydı… *** - Aaa evet, dün konuşurken yarım kalmıştı.
Aynen, en son ikinci cinayetten bahsetmiştiniz. Peki ya sonrakiler? Onlarla ilgili de bir fikriniz var mı? Nazlı çorbasından bir yudum daha aldıktan sonra zihninin derinliklerine bir yolculuk yaptı. Üçüncü cinayetin olay yeri fotoğraflarını hatırladıktan sonra konuşmaya başladı. - Üçüncü cinayet sanırım, kapıcı adamın öldürüldüğüydü değil mi? Ali, başıyla onayladığını belirttikten sonra sessizce dinlemeye devam etti. - O cinayet bence diğerlerinden çok farklı. Çünkü diğerlerine baktığımızda hep kendine zarar veren kişilerin intikamını almış. Ama bu vakada bir intikam veya cezalandırma yok. Sadece size vermek istediği bir mesaj var. - Ne gibi bir mesajdan söz ediyoruz? Yani birini öldürerek adalet heykeline çevirmek ne anlama gelebilir? - Aslında çok anlama gelir. Ama diğer vakalara bakarak bizi ilgilendiren anlamı bulabiliriz. Yani özetle vermek istediği mesaj şuydu, bütün bu cinayetleri kendi adalet sistemini yürütebilmek için işliyordu. - O zaman, o gün bizim orada olacağımızı biliyordu. Mesajın muhatabı bizdik yani. - Evet, tam olarak öyle. Kendince mantıklı olan sebebini bize anlatmak istedi. Hatta onu haklı bulup rahat bırakacağımızı bile düşünmüş olabilir. Ali, o adamın sırf bir mesaj vermek için öldürüldüğünü öğrendiğinde çok sinirlenmişti. Ama daha da önemlisi suçluluk hissediyordu. Çünkü bu mesaj onun içindi. İçini kaplayan suçluluk duygusu yüzünden iştahı kaçtı. Aklında bir şeyi atladığına dair bir his vardı. Neyi atlamış olabilirdi ki? - Peki... Nazlı, Ali'nin düşünceli ve şaşkın yüzüne bakarak diyeceği şeyi sessizce bekledi.
- Peki, bu adam bizim orada olacağımızı nasıl tahmin etti? Ya da daha da kötüsü, nereden öğrendi... *** Attığı her adımda arkasına tekrar tekrar bakıyordu. Hala içinde izlendiğine dair bir his vardı. Sonsuza kadar bu şekilde kaçarak yaşamak istemiyordu. Gidip polise sığınmak bile daha mantıklı gelmeye başlamıştı. Ana caddeye çıktığında bunu bir kez daha değerlendirmeyi aklının bir köşesine not etti. Köşeyi döndükten sonra girdiği sokağın sonunda akan trafiği görünce üzerindeki gerginlik bir nebze azalmıştı. Kaldırım taşı dizen işçilerin yanlarından geçerken hepsine şüpheyle baktı. Bu kadar paranoyak olduğuna kendi bile inanamıyordu.
Caddeye ulaştığında adımlarını yavaşlatıp derin bir nefes aldıktan sonra etrafına göz gezdirdi. Caddenin karşısında gördüğü kasabın önünde sıra sıra dizilmiş üç ankesörlü telefon kulübesi vardı. Adımlarını o yöne çevirip ilerlemeye devam etti. Sonucu ne olursa olsun, polisi arayacak ve teslim olacaktı. Belki de hayatta kalmasının tek yolu buydu. Telefonların önüne geldiğinde bir süre duraklayıp tekrar düşündü. Peki ya peşindeki kişi yıllarca yakalanamazsa ve suçsuz yere girdiği hapisten hiç çıkamazsa nolacaktı? Az önceki kararlılığından eser kalmamıştı. Korkuyordu… Telefon kulübelerinin önünde bir ileri bir geri volta atarken yine aynı şey oldu. En sağdaki telefon onun için çalıyordu... Devam edecek…
İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com
Aşk-ı Meçhul Bu migren sancılarına merhemdir belki Aşk nazarında Nasıldır ki besler faili... Tül arkası yalnızlığı taşımak genç işi Yüz sürdüğü bu kenti Kentin eşiği... Tut, Göğsümü yaran hançeri... Dökülsün meyler bereketli topraklara Utansın kadehler Yazılsın izobat verilsin alnıma karar Ben dem vururum irademe Bana mübah-ı demleme... Aşk niyazında Yüzüm Semerkand’da duman Sırtım kanatsızdır eyy asuman...
Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com
Gibi Bugün pek kötü bir gün. İnanın, üzüldüğüm başka günlerim oldu, ama bugün pek bir acımasız. bir sevgiliyi son kez gördüğünden habersiz, Vedalaşır gibi bir gün bugün. Bilirsiniz, hayatınızın geri kalan tüm günlerinde o sevgiliyi beklersiniz, Vedalaşmamışsınızdır. Dışarıda ya kar var ya yağmur. O kadar eminim ki bundan, Hiç olmadı tepsi gibi bir ay vardır O da yoksa yıldızlar. Sırf bunun için çıktım pencereye, gökyüzünü görmeye, Ağlamaya. Hem ben öyle her şeye ağlamam ki Ya hava hüzünlendirir beni Kapı gıcırdamıştır belki Veyahut elimdeki tabak düşmüş kırılmıştır Saat tik-takları sessizlikte yankılanıyordur Evet evet, etraf fazla sessizdir kesin. Eminim söylemişimdir gökyüzü en kadim dosttur diye Olabildiğine normaldi gökyüzü bu gece Gökyüzüydü işte, gece Nasıl gözlerim doldu onu öyle Efsunsuz görünce İnanın, inanın buna doldu gözlerim Gökyüzü en kadim dosttur demiştim size. Vedasız ayrılıklardan bahsetmiş miydim? Ayrılıklardan. Oysa pek ağır bir sözcüktür veda Olsa olsa bir şiir adı olur Yoksa bilse nasıl İnsan nasıl veda eder sevdiğine.
Merve Nur doğan mervenurdogan@kulturcikmazi.com
Şahsi Yalnızlıklarım 7 - Hayat, basit bir şeyi imkansız hale getirebiliyor bazen. Mesela su içmek, basit bir durumdur, onu basitleştiren kolların varlığıdır. Fakat kolları olmayan biri için, ölümcül bir tehlikedir bu. Neden kollarım yokmuş gibi davranmamı bekliyor benden hayat? - Sen bardağı uzatan eli, sudan daha çok seviyorsun çünkü. Karanlığı seviyorsun. Karanlığı seven insanlar yaşama engellidirler. - Ya karanlığı sevmeyen, sadece seviyormuş gibi yapanlar? Sevmek zorunda bırakılanlar? - Onlar ölüdürler. - Hayat, ölü bir insanı acıtabilir mi? - Elbette... Ölüler mükafatı da cezayı da burada kazanırlar. Burası büyük bir kumbaradır. - Ne yapmam gerekiyor peki? - Hissetmeye başlamalısın. - Acıyı mı? - Her şeyi... Mesela, elini kestiğin zaman o kesiğin derin mi yoksa bir sıyrık mı olduğunu hissetmelisin önce. Daha sonra akıyorsa kanının sıcaklığını, akmıyorsa damarlarındaki heyecanı. Ardından bir yara bandının veya sargının sakinleştiriciliğini. Ve en sonunda da o yaraya zamanın etkisini... Kabuk bağlayıp kapandıktan
sonra yeni bir kesik olmadığı sürece yeni bir acının da olmayacağını anlamalısın. - Bazı yaralar geç kapanıyor ama. - Elini her gün aynı saatte aynı yerden kesersen o bir yaradan çok vücudunun bir parçası olur. Senin yaptığın bu. - Çünkü elimden gelen sadece bu. - Sen öyle sanıyorsun. - Ne yapmamı istiyorsun peki? Zaman kötü diye sevmekten vaz geçmemi mi? İnsanlar kötü diye unutmamı mı? - Hayır! Sadece zamanı geldiğinde vaz geçmeyi de sevmeni istiyorum. - Vaz geçmek istemiyorum. - Neden yalan söylemedin o zaman? - Nasıl bir yalan? - İsteseydin yalan söyleyebilirdin. Dünyadaki tüm yalanları çok büyük bir ustalıkla ayağının altına serer, eşi benzeri olmayan hayaller çizerdin ufkuna. İstediği gibi biri de olabilirdin. Şikâyet ettiği her şeyden vaz geçer ve onu ayrılığın sihrine inandırırdın. Yapmadın fakat... Neden?
- Onu bir yalancıyı terk etmenin huzuruyla değil, gerçek bir aşkın vicdan azabıyla baş başa bırakmak istedim. - Sen aklını kalbine kaçırmışsın, aşktan. Senin anlatmaya, unutmaya çalıştığın acının öznesi eksik. Gizli değil! Eksik... Sen hiç öznesi eksik bir cümle okudun mu? Okudun tabi... Duydun ve onayladın hatta. “Seni seviyorum...” dedin onlarca kez, tek kelimelik tasarruflu cevaplarla avuttun kalbini. Susmadın ve anlamadın... Yüzlerce kez söyledin bu defa, söylediklerinin yarısına cevap alabildin, tekrar anlamadın. Şimdi binlerce kez söylüyorsun fakat ortada sana cevap verecek kimse yok. Aslında hiçbir zaman olmadı. Diğer sorularına aldığın cevaplar da sadece içinin yankısıydı, işte bunu anlayamadın. Aşk öznesi eksik bir cümledir. Yoktur... - O aşkın öznesi bendim. - Öznesi falan değildin, kandırma kendini. Sen, karşındakinin sana kendini sevme özgürlüğü tanıyor olmasını kendi lehine kullanmaya çalıştın sadece, her bencil insan gibi. Oysa o, sana kendini sevme hakkını tanımadı hiçbir zaman. Şimdi bana ,onun mutlu olmasını istediğinden söz ediyorsun! Hayır sen onun mutsuz olmasını istiyorsun. Mutsuz ve sana muhtaç olmasını. Seni sevmek zorunda kalmasını! - Hayır ben onun kaderini yaşamasını istiyorum. Kaderini yaşarken de zorlamasını,
onun için doğru olan yolu bulmasını... Pes etmek yeryüzündeki hiçbir canlının kaderi değildir. Kaderi zorlamak, savaşmak, yok etmek veya yok olmak... Suçsa şayet; dünyada ki en büyük suçlar gökyüzünde işleniyor o. Güneşin her sabah kendi kaderini yaşamak için doğarken, Ay ve yıldızları yok etmesi gibi. Toprak yağmura ihtiyaç duyuyor diye gökyüzü neden kararır? - Gökyüzü, toprak yağmura ihtiyaç duyuyor diye kararmaz; yağmur bulutlara ihtiyaç duyuyor diye kararır. Toprağın kaderi yağmur, yağmurun kaderi ise bulutlardır. Bulutların kaderi de rüzgar... Kader kusursuz bir hayat değil, kusursuz bir mekanizmadır. Kader bazen yanlış bir yoldur! Senin doğru insan olman hiçbir şeyi değiştirmez. Kader, canlı cansız bütün varlıkların, aynı amaç doğrultusunda bilinçsiz bir şekilde hareket ettikleri, etkilenip etkilendikleri geniş fakat kısır bir döngüdür. Bir zincir gibi düşünülmeli. Peki gökyüzünde saklanacak hiçbir yer yokken, uçmak neden kuşların kaderidir? İşte kaderin seni asıl ilgilendiren tarafı bu olmalı. - Peki yalnızlığın hangi tarafı ilgilendirmeli beni? - Seni bırakıp gidenlerle değil, yanında kalanlarla ilgilen. Çünkü onlar, daha çok acıtacaklar canını. - Ölmeye devam diyorsun. - Ölümüne hem de...
Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com
2015 / İstanbul - Türkiye
Burak Erdoğan
2015 / İstanbul - Türkiye
Burak Erdoğan
“Veni, Vidi…” Merhabalar, Dilerim yeni bir yazıda buluşmuş olmanın mutluluğunu yaşıyorsunuzdur. Çünkü bizler, sen ve ben, yani “insanlar’’ olarak biz; yaşamın belli dönemlerinde muhtelif sorunlarla baş etmek durumunda kalırız. Evet, bunu belirtmemin hiç gereği yoktu. Ancak “doğal olarak’’ o dönemlerden birisini yaşadığımı da böyle bir girişten başka nasıl ifade edebilirdim açıkçası pek bir fikrim de yoktu. Dolayısıyla, bu evrede tesellim olan sizlere yazabilecek olmamın mutluluğunu idrak edebilmeniz amacıyla, öncelikle sizin mutluluk durumunuza atıfta bulundum. Yani bu, şu demek; an itibari ile mutlu iseniz kıymetini biliniz, değilseniz olabilmek adına çabasını gösteriniz. (Fatih’in meşhur fermanına benzedi) Çünkü hayatın sevimli dakikalarımızı iyi ağırlamadığını biliriz. Kimin daha güçlü olduğuna karar vermemiz ise menfaatimiz gereğidir. Velhasıl derdimden de dem vurduktan sonra bu ay ki yazım ile ilgili ufacık bir bilgilendirme yapmak istiyorum; yukarıda fazlaca adı geçen mutluluk kavramı yazımın teması olmasa da elbette yine ilintili. İlk iki ‘’İnzivâ Yazıları’’nı (okumuş olduğunuzu varsayarak), daha çok tavsiyeler, noksanlıkların giderilmesi hususunda naçizane çıkarımlar ve cereyan etmesi muhtemel durumların mikro da olsa önlemlerini bulabilme doğrultusunda kaleme almıştım. Ancak bu yazımda farkında olarak veya olmayarak, meydana gelmiş bir meseleyi, bir süreci, işlemek istedim. Buyursunlar;
"Doğal olmak insanın verebileceği en zor pozdur" Oscar Wilde. Sohbetimize bir aforizma ile başlayalım. Çünkü bazen aforizmalar, yolumuzu gece lambalarıyla arası bozuk sokaklara sapmaktan alıkoyar. Hakikaten Wilde’nin bu sözündeki hakikati etkilendiğimiz insanla yan yana fotoğraf çekinirken rahatlıkla görebiliriz. Bu olayın maddesel boyutu. Bir de manası var ki, anlatabilmem için irademin sınırlarını zorlamam gerekiyor. Bu mümkün mü? Bilmiyorum. Fakat elimden geldiğince… Aforizmalar demiştik; ''Bize ne oluyor ?'' sorularının en anlamlı geldiği süreçte, silkinip bir şeylerin başlangıcını tekrar hatırlamamızı sağlar. (Ki eğer hatırlamıyorsak zaten işin işten geçmesine az kalmış demektir.) Dünyada ve dünyamızda seçimler yapmak zorunda kalırız, gayet tabii. Ama yapılan seçimlerin belli bir külfetinin olduğunu ise ne yazık ki çoğu zaman en son düşünürüz. Ne acı… Artık insanlar değişimin farkında. Hala bir umut (yani sanılan-) cümlesi; ''en azından metamorf…“ tam kurulacakken beynimizin içinde; -şlaks!! Bir tokat gelir nöronlardan ve yarım kalır sözümüz. Sonra ekler: “sanki farklı bir şey’’. Aç da olsak martavallara karnımızı doyurmamız lazım, yoksa dindirilmeyecek bir ‘açlık’ bizi bekliyor olacak. Diyorum ki; başkalaşıyoruz. İster inanalım, ister inanmayalım.
Belirttiğim gibi bu yazıda öneri ve önlem yok. Hem böylesi bir soyutluğa nasıl yardım edilir ki? Kişi kendisi yaşar ve devam ettirir ya da bitirir. Çözümü yok… Böyleydi, böyle gidecek. ''İnsan dünyaya sadece yemek, içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı...''. Sabahattin Ali. Nur içinde yatsın. ''…İnsanca bir sebep…'' Güzel. Peki ya nedir bu insanca sebep? Sadece eğitim görmek mi? Yalnızca kitap okumak mı? Salt şiir ile uğraşmak mı? Yüksek tahsilli bireyler olup memleket kurtarmak mı ya da kendini? İfade etmem gereken bir şey var; bu sorular tepki ya da muhalefet gayesi ile yöneltilmiş sorular değil. Bilakis değişime açık, ucu, sonu olmayan sorulardır. Yardım edelim birbirimize. Önce ben öz yanıtımı sunuyorum; Evet, bunların birine yahut birden fazlasına vâkıf olabilmeli insan. Aksi halde fıtratına ters düşer. Nitekim olduk merak etmeyin, hatta şu an da. Ancak haricinde de belli ki gömleğimizi çekiştirenler var. Ama öyle cesaretsiziz ki bazen; bireysel olarak uyguladığımız hadisenin kolektif doğurganlığını ararız. Bunlar hep küçüklüğümüzden kalan alışkanlıklar; ''Ama ona da kız, o da yaptı…’' Tuttuk bir şeylerin ucundan diyelim; o ucundan tutulan her neyse ona göre halatlar asılmadı mı sırtımıza. Evet, bu bir bedeldir, olması gereken. Peki gömleğimizi çekiştirenleri ne zaman tanıyacağız… Şu; gereğini yerine getirirken ve bizi biz yaptığını düşündüğümüz niteliklerimizden ödün verirken, neticesinde şöyle bir realite ile karşı karşıya kalıp zangır zangır titriyoruz. ‘’Ademoğlusuluk’’ (Felsefî bir çağrışım derdim yok dostlar isim koyamama ızdırabımdan kaynaklı bir ifadedir.) Akıllar direk olarak servet harcayıp beden değiştiren, natürel et ve kemikten
farklı olan camialara gidiyor. Hâlbuki bahsettiğim bu noktadaki somut silsilelerin çok ötesi. Benim derdim ruhsal değişim... Yüreğimizden geçen nutuklar, cümleler, öylesine sıra dışıyken, kurallar çerçevesinde hep başka kelimeleri kılı kırk yararak söyleyebilme peşine düştük. Neyse o kurallar… Bizim koyduklarımız! Kendi kurallarımı tanımak istemiyorum, kendime muhalifim isyanım mütemadiyen kendime. Konu sapmasın, hal böyle olunca kırmadık ve kaybettik. Ben de işte tam bu sahada kaybedenlerdenim. Gerçekten üzgünüm, ama doğallımızı yitirdik. Fikrime iştirak edenleredir bu cümleler. Etmeyenler zaten bu yazınının oluşmasına katkı sağlayanlar ve imrenişime sebebiyet verenlerdir. Ne mutlu onlara. Edenler ve etmeyenler… Kabul ve ret… Fakat güzel olan şu ki; iki yönde bekleyenleri de yermek yok. İki yöndekiler de övülmeye değer. Edenler, haklı olarak diyeceksiniz ki; ''Toplumsal gerçeklerimiz var ve şartlar gereği böyle olmak durumundayız''. Evet, şartların gereği böyle olmak durumundayız. Ancak Tanzimat ya da Magna Carta vs. vs. vs. çok mu istenilerek imzalandılar sanki… Umarım, anlaşılabilmek noktasında sıkıntımız olmamıştır. Girizgâhta bahsettiğim gibi mazur görün yorduysam da. Yalnızca herhangi hususta muvaffak olduğumuzda ya da olamadığımızda bizim artık o eski biz olmadığımızın bilincine vardım. Bu demek değil ki köklü bir değişim gerçekleşti, hayır. Hayır mı ? Şer mi ? Zaman… Tahammülünüz için teşekkür ederim. Hoşça kalın.
Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoğlu@kulturcikmazi.com
Kimliksiz Kişili Her gün olay mahallindeyim. Her sabah “olay yeri girilmez” şeridini kaldırıp ellerimle bir yasağı çiğneyerek adımlıyorum basamakları… Uzun zamandır sen gittikten sonra senin içtiğin bardaktan çay içmedim… En büyük çaysızlığı o anda dindirirdim… Kurumuş, yazamamış kadın bu gece misafirim… Halbuki ne sözler eder onun dilleri… be adam biz bu gece çayda bardağı soğuttuk… Fark ettim ki nasıl sevmişim seni… Yıldırımlarda çarpık olmaktasın, gideceksen durmayacaksın…
neticede
Dur çaydanlık soğudu, şeker erimeyecek, çay kaşığı sararmış hadsizce…
Biz hörgüç sevicileri develer diyarından göç ediyoruz… Akılda takılı kalan kabuk kelimeler, küçük ellerde ufalanıyor, anlamadın sen beni… Kumlu birikintiler hikayelerini paylaşmadı patikli ayaklarımla… Ben Veda Umay sen Hikmet İnceişler, bu sevdalar zor… Boyumuzun ölçüsü bir karış bile edememişken tüm masalları tüketmişiz fenalıklarda… Hangi kibritin çakımıyız biz? Düşün taşın ben bıraktığın yerin köşesindeki parktayım…
Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com
Tek Hece Sen, kaburgalarımı içten içe zorlayan adam... Dinle. Duydukların, içinin paslı yanları sinsin içindi. Tekerrür ediyorken bunca tekdüze sağırlıklar, gözlerine anlatılan hem yerli, hem yabancı üç harf tek heceydi... Biliyorum, oyun değildi yaşamak. “Yaşamak, seni sevmek gibi ciddi bir iş”ti...
Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com
Bir Kelebeğin Başucu Kitabı Yarın ilk defa kanat çırpacaksın bu şehirde. Rüzgarı daha çekici, güneşin ilk ışıkları daha parlak görünecek gözlerine. Önce yalpalayacaksın hayatın karmaşasında, sonra kendine bir hedef arayacaksın. Bir tramvay durağında başlasın senin de hikayen. Beyazıt meydanında birkaç tur at önce, sonra dar sokaklarından Eminönü’ne kanat çırp. Bir simitçinin tezgahında soluklan, geçen vapurun sesiyle titre masumca. Galata kulesine çık bir de, bu kısa ömründe bütün şehri görsün gözlerin. Sonra Yıldız Parkı’na git, rengarenk lalelerin içinde dolaş biraz. El ele tutuşanlara imren, kırmızı şalına kon esmer bir güzelin. Tekrar bakıldığında bir damla gözyaşının düştüğü fotoğraf karesindeki yerini al. Dikkat et sevdiğini kıskandırma ama, bir de seni kovalamakla uğraşmasın.
Akşam vakti Sarayburnu’na in hemen. Denize karşı derin bir nefes al. Kurulan çilingir sofralarına sen de ortak ol. Dert dinle, olgunlaş kendi çapında. Sen de öğren kimin yalan kimin gerçekten sevdiğini. Gözlerin uzaklara dalsın, kendini Kınalıada’yı seyrederken buluver. Unutma, bugün el ele gördüğün herkes yarın başka bir eli tutuyor olacak. Hiçbiri hatırlamayacak bir gün önce üstüne sinen kokunun kime ait olduğunu. Çok fazla şey kaçırmış olmayacaksın onlar da bir güne sığdırıyor artık ömürlerini, hayallerini… Hee unutmadan ömrünün son saatlerine gelmişken, bu kitabı başka bir kozanın ucuna koy mutlaka. Kelebeklerin bir başucu kitabı olurmuş. Sen okudun, onun da bir şansı olsun…
İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com
Bir Kuşun Yalnızlığına Tasvir Bir kuş yalnızlığıydı benim ki... Eşsiz, çatısı olmayan, ürkek Kanatlı. Yavrusunu sarıp sarmalayan bir kuşun Pencere kenarı öyküsüydü. Fark edilmeyen hayatların güzelliğiydi. Yeni hayatların bedeniydi yazdıklarım. Soğuk havaların sığınağıydı bu dünya. Panjur altlarının macerasıydı şaşırtan Cam kenarının Islak buğusu... Gün ışığında atılan sevinç çığlıkları Karanlığa yumulan endişeli bakışlar. Bir kuş yalnızlığıydı benim ki Öylesine gülünç öylesine coşkulu...
Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com
Özlemin Dili Laçkalaşmış sevdalardan sıyrılıp gönlümü mesken eden sevgili! Bir bakışın ne kadar çatırdatıyorsa kalbimi, gülüşlerin de bir o kadar kurcalıyor zihnimi... Sen ki; benim miladım, dönüm noktam. Aslında güzel duyguların da olduğunu, mutluluğun yalnızca bir kelimeden ibaret olmadığını gösteren en değerli varlığımsın. Seni sevebilme ve kalbinde olabilme lütfu ise en büyük hediyem. Gözlerinin gözlerime, ellerinin ellerime kenetlenmesi emsalsiz birlikteliğin habercisi. Hayatıma usul usul attığın o ilk adım, sonsuzluğumuzun temellerini oluşturan yapıtaşları...
Sözgelimi değil, en içten duygularla söylüyorum sevdiğimi. Gönül penceremin süzgecinden geçirerek kuruyorum cümlelerimi. Öylesine bir sevgi yumağı var ki içimde, her biri senle dolu. İlmek ilmek işlemişsin adeta… Özlüyorum, Özledim, Özlerim birtanem! Hadi gel yanıma, yanı başıma. Kütür kütür çarpan kalplerimiz buluşsun. Sımsıkı sarılırken üst üste binsinler. Daha bir yakından hissedelim aşkın değerini. Anlatsınlar ne çok sevdiğimi. Gözlerin gözlerimle buluştuğunda daha bir yükselsin sesleri...
Murat Erdoğan muraterdogan@kulturcikmazi.com
“Çınar Kıyak” Röportajı Genç bir yazar Çınar Kıyak, kendisi ile güzel bir İzmir öğleninde buluştuk. Uzun uzun sohbet ettik. Yayın endüstrisi, Türkiye'de kitap basmanın zorlukları, Türk edebiyatının geldiği yer ve son kitabı Kayıp Nur Nefis... Türkiye'nin genç fantastik kurgu roman yazarı Çınar Kıyak… - İyi günler... İlk olarak sizi tanıyalım. Kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz, Çınar Kıyak kimdir? - Elbette... Yirmi yaşında bir yazarım. Muğla'da, Turizm bölümünde eğitim hayatımı sürdürüyorum. Elbette belirtmem gerekir ki edebiyat çalışmalarına odaklanmak için şimdilik okuluma bir süre ara vermem gerekti. - Sanat ve edebiyat çalışmaları için bir bedel ödediğinizi söyleyebilir miyiz öyleyse? - Evet, ödedim diyebilirim. Birinci önceliği şuan elinizde tuttuğunuz kitap oldu, yazmak, edebiyat oldu. Neden bunu yaptığımı soranlara da hemen cevap vereyim; belki yapabileceğim tek şey bu olduğu için, odaklanabileceğim, keyif aldığım tek şey yazmak olduğu için. Hayalimi
süsleyen, beni ben yapan şeyin yazmak olduğu için. - Elimde tuttuğum kitabınız; "Kayıp Nur Nefis" Biraz eserinizden bahsedebilir misiniz? - Fantastik bir roman, Gece kitaplığından çıktı. Eklemem gerekirse, bilindik, yani mitolojiye kaçan tarzda bir fantastik kurgusu olmadığı. Bunu şöyle açıklayayım: Benim, romanımı yazarken gerçekleştirmek istediğim, hem kendi benliğimizden ve kültürümüzden hem de dünyadaki birçok farklı olgunun öğelerini ve kültürlerini de harmanlayarak bir eser ortaya koymaktı. Bu sebeple de bu eseri ortaya koyarken kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim başta, hadislerimizin manaları ve de günümüzün evrensel değerlerini,
fantastik bir kurgu eşliğindeki örnekleri inceleyerek kitabımı kaleme aldım.
de
- Öyleyse, dünyada fantastik kurgular, mitolojik fantastik kurgu ağırlıkta ilerliyor. Siz ise bundan farklı bir şey yapmaya çalışmışsınız bize bundan da bahsedebilir misiniz? - Farklı olmasını özellikle istedim. Yine de benim örnek aldığım yazarlar var. Fakat bunlar dünyada ismini duyurmuş ve çok iyi başarıya imza atmış isimler. Hele ki fantastik edebiyatında. Bir şeyi farklı yapmak istediğinizde birçok öğeyi bütünüyle araştırmak gerekir. Kimin ne yaptığını, ne yazdığını ya da ne oluşturduğunu. En azından ben kendi ülkemde bu farklılığı kendime özgün bir şekilde yansıttığıma inanıyorum. Örneğin kahramanımızın adı Nefis! Bunun hem kendine özgün ve dünyada başka hiçbir romanda olmayan bir isim olması gerekiyordu. O yüzden bu ismi bulmakla çok uğraştığımı söyleyebilirim. Uzun bir süreç bu ismin niteliğini, onu zihnimdeki yaratmak istediğim karakterle kesinlikle uyum sağlamasıyla, nasıl bir bütünlük olabileceği üzerinde geçti. Bu ismi bulduğumda da kitabımı yarılamıştım ve Nefis isminin geçtiği yerleri genellikle tırnak içinde doldurmaya çalışıyordum. Tabi bu karakteri başından beri ismiyle hissedip yönlendiremediğiniz için problemler oluşturmuştu. - Öyleyse, birazda romanın kahramanlarından konuşsak...
diğer
- Nefis ve onunla ilgili Kayıp Nur... Aslında, Kayıp Nur dediğimiz "Arzu" isminde bir kız olarak dünyaya geliyor ilk başta. Nefis'i de bu açıdan sadece bir insan olarak da düşünmediğimi belirtmeliyim. Romanım bir hayal ürünü fakat rotasını sapmadan gerçeklerle, mantığa açıklayıcı gelen bir düzlemde ilerliyor. Bu yüzden kendi dinime en uygun olanı seçerek, mantık çerçevesinden çıkmamasına özen gösterdim. Ele aldığım şey ileride olabilecek şeyler ve şimdiden olasılığa yatkın bir hayal gücünün gelecekteki somutlamış bir hali gibi diyelim. - Peki, daha önceden de devamı olacak demiştiniz Kayıp Nur - Nefis'in. Neler bekliyor okurları bu açıdan?
- Üç romanlık bir seri çalışması içerisindeyim. İkinci kitabı yazma sürecindeyim. Üçüncü kitap da taslak olarak hazır elbette. Ama hedefimin üçüncü kitap olduğunu söyleyebilirim. İki kitabın geçmişini, taze bir aşkla, fantastik ve dinsel karışımı içerisinde dinlendiren ve heyecanlandıran bir hissiyatla geçiyor. - Çok genç bir yazarsınız ve ciddi bir çalışma içerisindesiniz. Ne kadar zamandır yazıyorsunuz. Roman çalışmanız ne zaman başladı. - Kayıp Nur - Nefis'e başladığımda lise üçteydim aslında. Yaklaşık üç yıllık bir çalışmanın ürünü. Henüz okurla yeni buluşuyor. Uzun bir uğraş verdim. Çabaladım. Çünkü bu bir hayaldi ve bir hayali gerçekleştirmek kolay olmuyor. - Klasik bir soru ama yazım serüveninizin anlamı sizin için nedir? Yazmak sizin için nedir? - Yazmak benim için tüm duygularımın ifadesidir. Beni ben yapan, mutlu eden ve her anlamda gözlerimin bakıp da, kulaklarımın işittiği her şeyde var olan bir şey. Beni içine alan,
göremediğim fakat sadece hissedebildiğim bir rüzgar gibi. Sadece maneviyatımda yatan bir şey. Beni geliştiriyor, bir şeyi yapabilme imkanı veriyor. Dünyaya ve onun ardındakileri hissedebilme duygusunu güçlendiriyor. İşte benim için yazmak böyle bir şey. - Peki ilk kitabın basım süreci nasıldı? Bu bağlamda, ülkemizdeki yayınevleri ve yayın endüstrisine nasıl bakıyorsun? - Bu kitabı çıkartma sürecim beni yazmaktan daha çok yordu açıkçası. Kitabın yayınlanma süreci de bu zorlu basım serüveni yüzünden uzadı. Bir buçuk yıl uğraştırdı beni. Açıkça söylemem lazım; bir editör ile çalışmaya başladım. Sürekli maddi taleplerde bulundu. Lise dörtte yaptığım stajdan elde ettiğim tüm birikimimi vermiştim mesela. Ve elimdeki kitapları ve bazı telefonlarımı da satmak zorunda kalmıştım. Belki biraz saflıktı ama inandığım şey uğruna basit bir fedakarlık gibi geliyordu gözüme. Fakat sözler yerine gelmedi, hem madden hem de manen çok yıpranmıştım. Sonunda Gece Kitaplığı ile tanıştım. Sağ olsunlar birlikte güzel bir yola çıkma şansı yakaladık. - Genç bir yazar olarak, Türkiye de sanatın ve edebiyatın geldiği yeri nasıl görüyorsun. Nereye doğru gidiyoruz? Yaşadığın şehri, bu noktada nereye koyarsın? - Sanırım edebiyat üzerinden cevap vermem en doğrusu. Bir insan kitap okumaya başladığı zaman kendi diline ister istemez yönelecektir. Fakat şunu da kabul etmeliyiz ki görsellik güçlenerek ilerliyor ve görsel sunumu iyi olmayan hiçbir şey insanları etkileyemiyor. Edebiyatımızda gelinen noktanın ne durumda olduğunu az çok biliyoruz. Genel olarak ele alınan bir yargı varsa oda artık her şeyin ciddi bir parasal kaynağa baktığı. Bir kitap yazan bir yazar eğer yeterli bir parasal kaynağa sahipse Türkiye'de tüm her yerde kitabını bulabilir ve
kitabı çok kötü olsa bile, onu artık bir yazar olarak tanıyıp kitabını alabilirsiniz. Talep insanların birbirinden etkilenmesi gibi bir şey. Siz kimi daha çok görüyorsanız ona sıcaklık duyar ve ilginizi ona göre biçimlendirirsiniz. Yaşadığım şehir, İzmir... İzmir yaşanabilecek bir şehir. Özgür, insanların birbirlerine durduk yere karışmadığı rahatlatıcı bir şehir. Sizi sıkan bir gün olduğunda sahile inip vapurla karşı tarafa geçerken stresinizi atabileceğiniz bir şehir. - Son sorumuz olsun. Kitabını merak edenler, fantastik kurgu sevenler, Kayıp Nur Nefis'e nereden ulaşabilirler? - İnternette bilinen tüm kitap satış sitelerinden ve büyük zincir kitapevlerinden sipariş yoluyla edinebilirler. Daha ayrıntılı bilgilere sosyal medya hesaplarımdan erişebilirler.
Özgün Kabacaoğlu ozgunkabacaoglu@kulturcikmazi.com
Satın Almak Için Tıklayınız…
Sözler mi Kalıcı, Yazılar mı? Sözler uçmuyor, aslında Yazıdan daha kalıcı oluyor, hatta. Kimi zaman Hiç bitmeyen deftere yazılıyor, Yani akla… Öyle bir anda, Öyle bir çıkıyor ki karşımıza, Karıştırıyor, bütün duygularımızı. Sözler uçmuyor, aslında, Yazılarda bir zamanlar Akılda herhangi bir Söz dizesinden ibaret değil miydi? Yazarız sayfalarca Şiir olur, roman olur, destan olur, Ya çok değerlenir, ya da kaybolur. Bazen tozlu raflarda yerini bulur. Yazılara lafım yok elbette ama, Sözlerle başlar yaşam, sözlerle biter. Siz söyleyin, şimdi, Hangisi daha kalıcı? Yazılar mı, sözler mi?
Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com
Işık Oyunları Gece karanlıkmış, doğrudur Uykusu kaçanlar bilir Bir de geceleri uyuyamayanlar vardır Bu ahvalde onlar âlimdir Durun, boşuna yakmayın ışıkları Karanlık lambaların suçu değil Düşünüp duranlar bilir Bir de şiir kitaplarında kaybolanlar vardır Şiirin birini okuduklarında Yahut bilmem kaçıncı kez okuduklarında Aydınlığa erişeceklerini sezerler Bu ahvalde onlar da âlimdir Güneş doğunca her yer aydınlanırmış, laf! Gündüz vakti baştan aşağı kapkara gezenler bilir Bir de azala yok ola gölgeye dönenler vardır Yalan da olsa bir ışık yakmazsanız Yok oluverirler Ahvallerini bilirler mi bilmezler mi orası meçhul Belki bir tek şairler bilir Şairler ışıktan, karanlıktan, gölgedendir Kahvelik olur Göğe bakar İnanabilirler bir boşluğa Dahası dizeleriyle ışık olabilir Yahut itebilirler büsbütün karanlığa Bu ahvalde onlar büsbütün âlimdir
Özge Özdemir ozgeozdemir@kulturcikmazi.com
Selin Çelen
Saniyeler Leylak Yudum yudum içilen günle başladım bugüne… Diyor ki dönüyorum plaklar gibi… Ya bozuk saatlerin kaderi ne olacak? İşte ben o’yum… Günde iki kez doğru vakti yaşatan bozuk saatler… Ben bir kez gösterdim doğruluğun işaretini… “Masal bitti” cümlesi geçiyor içimdeki garlardan hep… Sonra her zaman yaptığım gibi leylak kelimesini tekrarlıyorum durmadan… Leylak, leylak, leylak, leylak leylak leylak lak lak lak lakley, lak lak lak leylak, lak lak lak… Tıpkı tik tak tik tak tik tak gibi… Saniyeler leylak… Oturduğum tahta masadan atsam kendimi çimenler sarar beni, dizler çamur, hayat devam… Yani olmaz bir bok… Anladım ben binlerce kez bu sicimli ipi… Wittgenstein’ın metresi yoldaşım olur, arabayla dolaşırız tüm ırmakları… Sahi sen hâlâ kurumadın mı? Gördüm yaralarla yaşıyorsun… Görenler kendi kendine konuşuyordu, geçen, caddede diyorlar… “O hep konuşurdu” demiyorum… Susuyorum… Susmak kader oldu biraz… Bende… Çocuk bahçesinden daha yeni çıkmışken ruhum yine yaralandı bile diyemiyorum… Çocuklar hep güler, ağlamaları sahte, gülmeleri gerçektir… Benimse her şey sahtelikte varlık edinmiş bir dünya ellerimde... Tırnak tiplerim çok acı yemiş gibi yanıyor, toprak parçalarını kapatamıyor koyu renk boyalar… Burnumun bir yanında taşıdığım ağaç, dallanmış bu sabah fark ettim… Çiçek açan bir ağaç değil benimkisi, bahar bana gelmedi…
Çay istiyor canım bu sabah, ben bir sigara nefesleniyorum… “Aaaah ah aaaaaah ahhh” diye bağırmak istiyorum, haykırıyorum… Ve normalleşiyorum… Anahtarlarını kaybetmiş kilit dolaşıyor ortalarda, sen hâlâ uykuda… Kağıtlar beni beklemekte… Bu biraz balık değil, balıklama; aşk değil, aşklama; özlem değil, özlemeklik; saymak değil, sayıklamak; demek değil, demeklik; susmak değil, susmaklık… Dün küçük taş bir kulübede bir fanus içinde yaşayan mavi bir balıkla tanıştım… Yakınlardaki bir nehirden az önce kaçmış sığınmış o fanusa… Fısıldıyor bana, “Canavar uzak nehirlerde…” “… yaşıyor mu o?” diye şaşırsam da, Canavar her daim yaşamaklık olduğunu kanıtlıyor, mavi balığın gözlerinde… Bacaklarım titriyor tomurcuklu çayın bardak gölgesinde, durdurmak istemiyorum hiç… Bir çay daha içmem, sigara nefesleneyim ben… Özetle bunlar hep gitmeklik, “bir sarhoş balık olsam kırılan kadehlerde” şarkısı çalıyor işte o saniyede… Bu yeni bir şarkı piyasalarda… Dinle bak seveceksin sende…
Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com
Kıvanç Cangülenç
Kıvanç Cangülenç
“Kurt Donald Cobain” Mükemmeliyetin insan vücudunda can bulmuş hali. Yaptıklarında samimi olan, kimseyi kandırmaya çalışmayan ve işte bu yüzden çok sevilen bir adamdı Kurt. Doksanlı yıllarda yapılan müziğin “Nirvana”sı, Courtney Love’un eşi, Frances Bean’ın babası ve arkasında gözü yaşlı binlerce hayran bırakan Nirvana’nın Frontman’ı… Müzisyenler ve dinleyiciler tarafından bu kadar sevilmesinin sebebi sadece mükemmel sesinin ve insanı kendisine hayran bırakan bir dış görünüşünün olmasından kaynaklanmıyordu elbette. Ölümünün 21. yılını doldurduğumuz bugünlerde müzik piyasasına baktığımda Kurt Cobain’in müziklerindeki gibi bir samimiyet bulamıyorum ve onun gibi çığlık atabilen vokalistin olmadığını görüyorum. O, müzik dünyasına sadeliği getirdi. Kurt giderken bize üç şeyi miras bıraktı; samimiyet, gösterişsizlik ve müzik kalitesi… İçindeki nefretin gerçekliğini ve dünyaya olan öfkesini göstermek adına yırtılan boğazdaki samimiyet ve milyonların hatta milyarların izlediği bir müzik kanalına sıradan
hırkasıyla çıkacak kadar gösterişsizlik… Onun bu tavırları müziği değiştirdi. Müzikten anlamayan ama her fırsatta onu eleştirmekten çekinmeyenlere göre o gitar çalmayı bilmeyen ve bu yüzden müziği değiştiremeyeceğini dile getirip durdular. Kurt Cobain çok iyi bildiği ve hayatın glam rocktaki kadar görkemli olmadığını gösterebildiği, hayatın aydınlık kısımlarının yanı sıra karanlık taraflarını da gösterdiği için müzikte yeni bir çağ açtı. Bana göre bu müzikte bir devrimdi fakat bu devrimin içinde akan tek kan Kurt Cobain’inkiydi…
sarı saçları kanla beraber her yere saçılmış biçimde düşünmemek için çok çabalıyorum. Ölüm o kadar gerçek ve sebeplidir ki sorgulamak, sıradan ve anlamsızlıktan ibarettir. Bu sıradan ve anlamsızlığı keşfettiğiniz anda Kurt Cobain’in müziği çıkar ortaya. Bugüne kadar yaptığınız onlarca anlamlı şey bambaşka boyut kazanır. 5 Nisan 1994 yılından beri bitmek bilmeyen olay…
Tüm yaşantım boyunca ister çok yakınımda olsun, ister uzağımda olsun hiç fark etmez ama bir daha asla hiçbir adamın beni bu kadar etkileyebileceğini düşünmemekteyim. Ölümünün üzerinden değil yirmi bir yıl, altmış bir yıl geçse dahi hala aynı sevgi ve aynı acı dolu gülümseme ile anmaya devam edeceğim. Keşke “Come as you are”da dediğin gibi silahlar olmasaydı, bugün ölümünü değil de 48. doğum gününü kutluyor olacaktık. Onu o halde, kafası dağılmış, o güzel gözleri yok olmuş, altın
İntihar mı yoksa cinayet mi? Hatta bir dönem öyle bir hal aldı ki müziğinden çok ölümüyle gündeme gelmeye başladı. Evet, o uyuşturucu bağımlısıydı ve defalarca bundan kurtulmak için tedavi gördü. Fakat hepsi hüsranla sonuçlandı. Belki de bu kadar eleştirmesinin nedeni de buydu. Ölümündeki gizemlerle uğraşmak yerine bize miras bıraktığı ve üzerinden elli, altmış yıl geçse bile dinlemekten bıkmayacağımız şarkılarını dinleyerek onu anmamız daha uygun olacaktır. Dünyanın en iyi elli şarkı listesinde birçok şarkısı bulunmaktadır. “In Utero” ve “Nevermind” albümlerinin ölümsüz yaratıcısı her ne kadar aramızdan ayrılmış olsa da müzikseverlerin ve benim en hayran olduğum kişilerden biri olarak kalmaya devam edecektir. Aramızdan ayrılışının yıl dönümünde saygı ve özlemle anıyoruz.
Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com
Kıvanç Cangülenç
Ağlamak Sevgiye hasretim gülmüyor yüzüm Kalbimde sitem var ağlamaktayım Anamı babamı görmüyor gözüm Derdimi bilen yok ağlamaktayım Yatağım kaldırım, yastığım taştır Karanlık geceler son arkadaştır Gökteki yıldızlar bana sırdaştır Derdimi bilen yok ağlamaktayım Hasretle bakarım istikbalime Melekler kan ağlar mahzun halime Gözyaşım katarım sevda selime Derdimi bilen yok ağlamaktayım Sahipsiz insanlar, ıssız bu çöller Akıttım gözyaşım doldu bu göller Merhamet bilmiyor bu garip eller Derdimi bilen yok ağlamaktayım Uykular girmiyor gece gözüme Selam söyle mazi benim özüme Dostlarım sitemim kendi sözüme Derdimi bilen yok ağlamaktayım
Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com
Sallantılı Günlerden Bir Şiir Denemesi Bir ikindi vaktiydi Kelimeler bana geldiğinde, Yağmur duralı on dakika olmamıştı. Terziler kepenklerini kapamış Pazarlar boşalmıştı. Kapımda içeri girmeyi bekleyen kelimeler Gürültülü anlamlarından kaçmıştılar, Üryandılar. Sessizce aldım onları içeri, Islanmıştılar. Teker teker kuruttum her birinin Duman kokusu sinmiş saçlarını. Sildim bedenlerini, doyurdum karınlarını. İçlerinde genç olanlar, çocuk olanlar vardı, İçlerinde dış dünyaya yabancı olanlar vardı. Çekingendiler Bu her hallerinden belliydi. Büyükler her ne kadar alışkınsa da Küçükler korkularını gizleyemiyordu. Tedirginlikleri gözlerinden okunuyordu. Belli ki insanlar onlara kaba onlara sert Belli ki yine duygusuz yine gayesizdi. Onlar suskundu, ben suskun Onlar kızgındı, ben kızgın Onlar bitkindi, ben… Ben varlığını yoklukta bulan Yokların sokaklarını adım gibi bilen, Yokların yoğu…
Muhammed Aktaş Misafir Yazarımız
Yazadurmak Sözlük tanımına baktığımızda söz ve düşünceyi özel işaret veya harflerle anlatmak olarak karşımıza çıkan bir eylemdir; yazmak. Görsel bir davranış biçemi. Çeşitli sanat dalları ile farklı izahat şekillerinin mevcut olduğu anlatma, ifade etme isteğinin alfabe ile dillendirilmesini tercih edenlerin “duruş” sergileme çabası uğruna verdikleri işçilik ürünleri toplamı; yazmak. Bilcümle “tasalanmaları” duygu, düşünce ve fikirleri görünebilir, duyulabilir, aktarılabilir kılmak adına kalem veya türevi araçlar ile kağıt veya muadili materyaller kanalı ile somut metinler oluşturmak adına verilen harcanan mesaidir; yazmak. Bu metinler edebiyat başlığı altında çeşitli isimler alırlar. Roman, hikaye, şiir, günlük, anı ve makale ilk akla gelenleri. Resim, sinema, tiyatro, minyatür vb. şu an tamamını sayamayacağım görsel sanatların oluşumunda ne kadar farklı araçlar kullanılsa da temel gayenin bir şeyler anlatmak olduğu fikri ile yola çıktığımızda yazı dolayısı ile edebiyatın da görsel bir sanat olduğu görülecektir.
İnsanoğlu anlatma, ifade etme ihtiyacını klişe bir tabir olsa da tarihe not düşmek adına hangi sanat organı ile olursa olsun yazadurmuş ve yaza da duracaktır. Yazma eyleminin özünü oluşturan fikir-beyan her ne ise zihinde yer eden, oluşan içsel dürtü ve kodları dışa vurmak adına kullanılan araçlarınkolların fazlaca da ehemmiyeti yoktur. Önem arz eden vasıtalar değil ortaya çıkan eserin kendisidir. Yazımızın genel anlamda konusunu teşkil eden “yazmak” fiili üzerine, birkaç yazarın niçin yazdıklarına dair görüşlerine göz atalım. En iyi yazının “samimi” yazılan yazı olduğunu söylüyor King. King’in yazma nedeni ise oldukça basit: “Sabah kalkmak, iyi olmak ve bir şeyleri aşmak. Mutlu olmak, anlatabiliyor muyum? Mutlu olmak.” Stephen King Benim amacım gördüklerimi ve hissettiklerimi en basit haliyle kâğıda dökmek. Ernest Hemingway Bir şeyler söylemek istediğiniz için yazmazsınız; yazarsınız çünkü söyleyecek bir şeyleriniz vardır. F. Scott Fitzgerald
Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım. Sait Faik Abasıyanık Yazmak; kişinin deşarj olması, kimi zaman kendini hasım kimi zaman da dost kabul ederek içten içe konuşması, aynadaki yüzü ile değil de aynalara yansımayan kendi ile hasbihal içinde olmasıdır. Yazma eylemi öncelikle zihinde oluşur, gelişir ve edebi-sanatsal kimliğe ulaşır. Yazı aracı olarak kullandığımız kalem, teknolojik gelişmeler ile öncelikle ki çok revaç görmüş daktilolara günümüzde de bilgisayarlara dönüşmüş bulunmakta. Yine de en kolay erişilebilir olan yazmak adına kalem ve kağıdın yaşıyor olması tartışılmaz bir güzellik, sadelik, naifliktir. En yakınımızda ve rahatlıkla bulduğumuz tükenir, tükenmez veya dolar, dolmaz bir “fırça” ile bir peçeteye not almak, şiir-söz karalamak gibisi var mı?
Hilmi Hoca’nın o nefis dizesi gibi “hüzün ki en çok yakışandır bize”. Yazmak ki en çok yakışır kağıt ile kaleme… Her insan bir şeyler yazar zaman zaman, zaman içinde. Kimi yazar durur; bildiğimiz türlerden bir veya birkaçı ile kaldıramadığı taşları kağıda yükleme derdi ile… Yazar durur kimi de; yaşın önemi yok elinde baston, sopa, çırpı eşeler durur toprağı. Zihninin tek kişilik hücresinde geçmişi, geleceği, hasret ve hayretlerini. Farklı tatlarla harmanlanmış hayatının kesitlerini. Yazdığını bilmeden yazarda yazar belleğinde… Düşünce ve tefekkür ikliminde. Söz uçar yazı kalır derler. Peki neredeler? Düşün kalemiyle suya yazılmış sözler… Neredeler? Belleğe yazılıp da kalem ve kağıdın şahitlik edemediği, mahrem kalan soyut metinler…
Murat Beyaz Misafir Yazarımız
Güvertedeki Kadın Belki de mavi bir yalnızlıktır liman dediğin Ağlamaktan başka hiçbir şey ifade etmez çocuk olmak Umutsuzluğunun tamamı gözündeki bir damlaya sığdırırsın Motoru çalışan geminin üçüncü katında, rota fark etmez Bir kadının hüznü nereye gidiyor diye sorarsın Göğüsleri beyaz korkuluklara yaslı Soğuk ve bütün duygulardan uzak o an Geçmişini döküyor üçüncü kattan ana güverteye Kendi açtığı yırtıktan bir anda boşalıveriyor “hiç” diyor, “hiç” kalıyor Biri de dönüp bakmıyor kadının varlık ile yokluk çatışmasına Denize dalmış sigara içen bir erkek var kırklı yaşlarda Telaşını gizlemek için uğraşmayan bir kadın Biri sağında duruyor öbürü solunda Ortada duruyor olması koskoca dünyada, en çekilmez dert gibi yükleniyor omuzlarına Göğüslerini daha bir bastırıyor demirlere, dökülecek bir şey kalmamasına rağmen “hiç” diyor sonra “hiç” kalıyor Bunu her dakika tekrarlıyor Boşaldıkça birikiyor Boşaldıkça daha da artıyor Güvertenin üçüncü katında kadın vazgeçiyor kadın olmaktan Aklının terazisi, dengesini şaşırıyor Güvertenin ucunda iki demir çarpıyor birbirine defalarca Kefelerden gelen sese benzetiyor Bir yenilgiyi hazmetmek buna mal oluyor kadına Siliyor bir damlayı Yanındaki adam bir sigara uzatıyor Kadın sigarayı yakıyor dumanına son kez bir mana yüklüyor. Adam bir şeyler soruyor Kadın” hiç” diyor “hiç” kalıyor Güvertenin üçüncü katında bir hesap görüyor kadın Adam güvertenin ucuna gitmeyi teklif ediyor Beraber güvertenin ucuna yürüyorlar Güvertenin üçüncü katında korkuluklar tekrar soğuyor Dalgalı bir denizin ortasında kadın; “hiç” diyor “hiç” kalıyor
Ali Güleçyüz Misafir Yazarımız
Yedi Şahıslı Şiir Denemesi Ben; Ormanın heybesinde saklı sisli bir salıncak manzarasında. Sen; Selvi boylu bir çınarın yellenmiş saçlarında. O; Yağmurlu deniz kenarında şemsiyesiz yürüyen ihtiyar ayak izlerinde. Biz; Ele ele tutuşmuş suda çırpınan farklı ten renklerinin kardeşliğinde. Siz; Işıklar altında aynalı camlarda. Onlar; Oralarda bir yerlerde. Birde sen güneşin ayçiçeklerine dönüşündesin. Ki sorma. En çokta; Yirmi birinci yüzyılın en bilinen şarkısındasın, sevgilim. Yalnızlıkta.
Bilal Maral Misafir Yazarımız
Adressiz Mektuplar Günler oldu... Nasılsın diye sormayı geçtim, bir merhaba bile demeyeli. Son sıralar seni ne kadar sevdiğimi anladığım kadar, ardından bir umut deyip hiç mola vermeden delice koşmamın da hiçbir sonuç veremeyeceğini anladım. Bunca çırpınış ve bir şeyleri değiştirmek için her şeyini ortaya koymaya hazır bir duruş karşısında kılını bile kıpırdatmamış olman; beni öyle yordu öyle üzdü ki vazgeçmek değil de kaçmak istedim artık senden. Bu kadar duygusuz olabilmeyi, karşında en temiz duygularıyla bütün sevgisini sere serpe ayaklarına sermiş bir insana karşı tepkisiz kalabilmeyi nasıl başarabiliyorsun gerçekten merak ediyorum. Ve öfkeyle imreniyorum bu vurdumduymazlığına. Sensiz geçen zaman içerisinde bir şey daha öğrendim. Aslında ben seni değil bende ki seni seviyormuşum. Benim için ifade ettiğin anlamı seviyormuşum, bende doldurduğun yeri seviyormuşum. Zaten seni seviyor olsaydım senin bu denli vurdumduymazlığın, sevgimi görmezden gelen duygusal körlüğün karşısında; şimdiye kadar çoktan pes edip bırakmıştım ardından koşmayı. Ama bende ki sen; hep umut dolu olduğu için, peşinden sürüklemeye devam ediyor beni.
Şimdi saat, Allah'ın belası! Beni düşünmediğini bildiğim halde; şu vakitler yine seni düşünmekteyim. Seni düşünmediğim vakit mi var sanki, benim ki de laf işte. Sonra düşünüyorum da; konuşmalarımız nedense hep aynı kapıya çıkıyor. Kapıyı mı değiştirsek diyorum, yoksa kapıya giden yolu mu? Ne dersin? Bu arada duygusal körlüğünü neye borçlusun bilmiyorum ama bir doktora görünsen iyi edersin? Çaresi vardır elbet; hem teknoloji ve bilim gelişti diyorlar. Bir de şu aşk denen hastalığa bi çare bulsalardı iyiydi. Bu hastalık öldürecek beni yoksa. Gözlerim, sabahın puslu rengine alıştı. Uyku vakitlerimi; saate göre değil kafama göre ayarlıyorum artık. Gecenin zifiri karanlığı uyutmuyor insanı, huzursuz ediyor; gökten boşalan yağmur gibi kelimeler, kağıda boşalsın istiyorum. Sonra bir bakmışım volkanlar patlamış, duygularımın tam orta yerinde; durduramıyorum elimi, kağıdın üzerinde dans eden kalemimi. Şimdi sen; her zaman olduğu gibi dertsiz, tasasız benim neler çektiğimden, sancılanmalarımdan habersiz uyuyorsundur yatağında bu vakitler. Umut dolu güzel cümlelerle süslemek isterdim geceni, ancak biliyorsun ki bizde geceler hep
hüznü, yokluğu çağrıştırır. İlham kaynağım güneşin doğuşuna kurulu çalar az sonra, onun yarattığı aydınlık altına kurarım soframı, düşlerimi, umutlarımı... Bizde düşler gece görülmez; gecelerimiz kabuslara eşlik eder. Sonra tavanda asılı olan gökyüzü lambamın ışınlarından; birer ikişer sözcükler, tümceler düşer soframa, işte o zaman başlarım umudun şairi, yazarı veyahut sıradan bir vatandaşı olmaya. Seni sevmeden önce; sevmek gibi güzel bir duygunun, acı hissi veren bir duyguya dönüşeceği hiç aklıma gelmezdi. Sonra Ahmed Arif'i düşünüyorum. Ne kadar da ortakmış kaderimiz onunla. Her şeyiyle sımsıkı Leyla'sına bağlı ama; Leyla'nın umurunda mı Ahmed Arif! Sanırım bende senin umurunda değilim. Platonik aşkların mutlak sonu yalnızlık, sevdiğin kadına
uzaktan bakmak ve başkasının olacağı gerçekliğine yavaş yavaş alışmak oluyormuş. Leyla Erbil de evlenmedi mi başkasıyla? Pekala sende biri ile evlenebilirsin! Ama ben; Ahmed Arif gibi kocanı tebrik edemem, seninle dost kalamam. Eğer birini seveceksen, seni en çok ben hak ediyorum çünkü. Başkasının olacağın gerçeği; tahta parçasını yiyip bitiren bir kurt gibi; yüreğimi yiyip bitiriyor. Düşünüyorum da seni bu kadar severken, senin tarafından sevilmeyi en çok hak edenin ben olduğumu düşünürken, nasıl olur da bir başkasıyla birlikte olabilme ihtimaline saygı duyabilirim ki... İki ucu b.klu değneğin en somut hali seni sevmek...
Yaşar Kazıcı Misafir Yazarımız
Soruyorum; Umudun Rengi Mavi mi? Uçsuz bucaksız, maviden de mavi bir denizdeyim şimdi İçim karanlık, bir tenha, bir yabancı kendime Duruyorum öylece, bekliyorum Ve dalgalar hızlıca çarpıyor geçmişime Sarsılıyorum... Biraz deniz tutuyor beni, senin tutman gerekirken Üzerimden martılar geçiyor; cıvıl cıvıl yaşama sevinciyle Hiç kirlenmeyen, beyaz renkli Avucumda ufalıyorum hepsini, Sonra küçük parçalar halinde serpiyorum Yavaş yavaş hayallerimi denize. Şimdi benim değil, martıların hayalleri Mecalim yok artık ne yürümeye, ne yüzmeye, ne koşmaya Bedenim ayrı bir yorgun artık bana Kalbimi çıkartıp atasım geliyor bu soğuk sulara Boğulurcasına... Bakıyorum son bir kez daha Beni kurtaracak bu mavi sulara En dipte sıkışmış, yosunlar arasında Benim onu almamı bekleyen, Bir küçük umut görüyorum sonra...
Dilek Yapıcı Misafir Yazarımız
Uğur Böceği Bir rüya kurşunuyla vurulmak sana En uğurlu lanetimdir şüphesiz En şanssız böcek, uğur böceğidir Vaad edilenlerden habersiz Bırakır kendini içimdeki boşluğa Bir uğur böceği diyorum, aslı sensindir Karanlığı katleden bense ateş böceği... Ateşim diyorum aşktan bir gömlektir Sırtındaki benek benek yıldızlarla Ay ışığı baştan yaratılmış Ay, seninle diyorum Baştan çıkartılmış Sen helak eden bir mucize... Gözlerimde yaşlar yeşerten efsunuyla Gün boyu sevilesi bir şey, öylesin... Bilmiyorsan bu nasıl bir şey, Git kelebekler söylesin Kalkış pisti sandığın parmaklar, evindir Yokluğunda diyorum ellerimde evsizdir Annem sana pabuç değil de Bize çeyiz alsa Uçmasan diyorum sevgili böcek Hem uçmak bu kadar elzem midir? Yoksa boşuna mı israf ediyorum deniz suyunu? Biliyorum gitme nidalarım yersizdir En güzel uçan diyorum, Yine sensindir
Fatih Albayrak Misafir Yazarımız
Bernarda Alba Adlı Oyunda Baskılanmış Kadın Kimlikleri ve Ataerkilliğin Yeniden Üretimi F.G.Lorca İspanya’lı yazar, şair, oyun yazarıdır. Üst sosyoekonomik seviyede yaşamış bir ailenin çocuğudur. Ailesinin olanakları ile özel eğitim alarak yetişen Lorca içinde yaşadığı toplumun genel olarak kadın gerçekliğini tüm çıplaklığı ile oyunlarında sergilemeyi başarmıştır. Oyunlarının genelinde göze çarpan ortak özellik kadın karakterlerin erkek karakterlere göre daha çok kullanılmasıdır. Oyunlarında yer alan kadın karakterler son derece güçlü ve erkek karakterlere göre oldukça baskın kişilik özellikleri taşımaktadırlar. Yazarın, oyunlarında yarattığı karakterlerin kimliklerinde (toplumun genel özelliklerine bağlı olarak) güçlü bir Tanrı inancı ve kadercilik anlayışı ilk etapta göze çarpar. İspanyol toplumunun katı değer yargıları ve gelenek biçimleri oyunlar içinde serimlenirken, bu katı gelenek yapısı içinde bireylerin farklı özlemlerinin olduğu ve geleneklerin
dayattıklarından farklı yaşam biçimlerini arzuladıkları vurgulanır. Lorca’nın oyunlarında ataerkil anlayışın katı kuralları ile kuşatılmış İspanyol toplum yapısının bütün özellikleri derin izleri ile verilir. Toplumsal değer yargılarının özellikle kadınlar üstündeki baskısı üzerinde duran Lorca, erkeklerin de belli ölçüde (daha az olsa da) aynı baskıyı yaşadıklarını karakterlerin diyaloglarında okuyucuya hissettirmektedir. Sevgisiz yapılan evlilikler, kadına biçilen roller ve kadın üzerindeki toplumsal baskılar, kadının sosyalleşme sürecinde ne kadar büyük bir rol oynadığı, kadın ve erkek üzerinde cinsel anlamda baskının bir yoksunluk hissi yaratması ve bu doğrultuda toplumda bir ahlaki çöküntü oluştuğu yönündeki vurgular Lorca’nın oyunlarında ortaya çıkan ortak özellikler olarak sıralanabilir. Lorca, her oyunda yarattığı güçlü ve sert kadın karakterlerle (Bernarda, Ana, Yerma)
kadının sosyalleşmede ve toplumsal ilişki biçimlerini yeniden inşa edişinde büyük bir önem taşıdığını vurgulamaya çalışır. Ve her oyunun sonunda kadın karakterlerin son sözü söylemesi ile değişimi yaratacak olanın kadın olduğu özellikle vurgulanır. Hem kadın-erkek özgürleşiminin, hem de toplumun katı değer yargılarının kadın aracılığıyla ve kadın eliyle değişebileceği yönündeki mesaj tüm oyunlarında vardır.
Lorca yazdığı oyunları kendisine bakan dadısıyla evde düzenlediği küçük kurgularla oynamaya başlamıştır. Bu durum Lorca’nın sosyalleşme sürecinde kadına yönelik bakış açısının biçimlenişinin ilk işaretlerini göstermektedir. Lorca’nın daha çocukluğundan başlayarak kadına başat bir rol verdiği, ya da toplumun şekillenmesinde baş aktörün kadın olduğunun farkına vardığı söylenebilir.
- Bernarda Alba’nın Evi Lorca’nın oyunlarının genel özellikleri ve vermeye çalıştığı mesajlar (mutsuz evlilikler, cinsel baskı, kadının sosyalleşmedeki rolü, kadının hem bir kadın, hem de bir anne olarak toplumdaki rollerinin baskı içeren katılığı) bu oyunda da yer almaktadır. Üst sosyoekonomik seviyede rahat bir yaşam sürdüren Bernarda Alba geleneksel toplum anlayışının bütün katılığını taşıyan en güçlü kadın karakterdir. Lorca bu oyununda İspanyol toplumunda üst sosyoekonomik seviyede yaşayan insanlarında sosyalleşme sürecinde gelişen hayat anlayışlarının toplumun genel yapısıyla aynı özellikleri taşıdığının çarpıcı bir örneğini vermektedir. Lorca’nın diğer iki oyunundan farklı olarak sınıf farkının oldukça hissedilir bir şekilde işlendiğini görmekteyiz. Bernarda’nın yoksulluğu tanımlayışında ve hizmetçileri ile konuşmalarında bunu açık bir şekilde görmek mümkündür. Hizmetçisi ile konuşurken Bernarda: “Yoksullar hayvanlara benzerler sanki başka çamurdan yaratılmışlardır” (Lorca, 1995: 151). Lorca toplumun ataerkil ve sınıf farkı gözeten özelliklerini Bernarda karakterinde somutlaştırmıştır. Toplumun bireyleri baskı altında tutan yapısı Bernarda’nın kızlarına uyguladığı baskı ile örtüşmektedir. Bu baskı içinde yaşanan ahlaki çöküntü ve değerlerdeki çözülme, bireylerin kuşkucu ve sevgisiz yaşantıları, kısacası toplumun bu anomik yapısı Bernarda’nın kişilik yapısı ile benzerlik göstermektedir. Bernarda Alba’nın evi de zaten toplumsal yapının genel özelliklerini gösteren bir ayna gibidir.
Oyunda bir cenaze töreni betimlenir. Cenazede erkekler yakın çevrede yaşanmış olan bir tecavüz olayından söz etmektedirler. Ve konuşmalar içinde ayıplanan tecavüze uğramış kadınlarıdır. Bernarda’nın olayla ilgili yorumlarında ortaya çıktığı şekliyle kötü olarak nitelenen kadındır. İspanyol toplumunda oldukça yoğun yaşanan cinsel açlık ve bu süreçte yaşanan tecavüz olayları Loca oyunlarında sıkça işlenen olaylardır. Toplumda namus anlayışı, baskı altında tutulması gereken kadın ve onun cinsel kimliği üzerinden tanımlanmaktadır. Lorca, İspanyol toplumunun bu anlayışını oyun içinde Bernarda karakteriyle ve yan karakterlerin duruma bakışı ile gözler önüne sermektedir. Bernarda’nın evi toplumun genel özelliklerini barındıran toplumun minyatür bir görüntüsü olarak tanımlanabilir. Evin içinde büyük bir baskı vardır. Bernarda kızlarını toplumun beklentilerine göre yetiştirmiştir. Katı bir disiplin ve büyük bir baskı ile büyümek her biri üzerinde farklı etkiler yaratmıştır. Örneğin Bernarda’nın ortanca kızı Martario hem kadınca özlemleri ve istekleri olan hem de erkeklerden korkan ve tiksinen otuzlu yaşlarını süren bir genç kızdır. Lorca daha çok cinselliğin bastırılması üzerinde dursa da, İspanyol toplumunda kadının her yönden baskı altında tutan sosyalleşme anlayışını yarattığı karakter örneklerinde ısrarla vurgular. Çok gülmek, üzüntüsünü fark edilir şekilde yaşamak, bir erkeğe ve onun sevgisine ihtiyaç duymak, aşık olmak gibi pek çok şey ayıp sayılmakta ve yasaklanmaktadır. Kısaca
kadınların altındadır.
duyguları
her
bakımdan
baskı
Evin beyi, yani Bernarda’nın ölen ikinci eşi tarafından cinsel istismara uğrayan evin hizmetçisi Poncia kadının sosyalleşme sürecinde ataerkil sistemi nasıl yeniden ürettiğinin en çarpıcı örneğidir. Poncia, Bernarda’nın kızlarına oğlundan söz etmektedir. Oğluna bir kadınla birlikte olması için para verdiğinden söz etmektedir. Erkeklerin ara sıra bu tür ihtiyaçlarının olmasının doğal bir durum olduğunu anlatmaktadır. Erkeklerin cinsel arzuları doğal karşılanırken evden dışarı çıkması tamamen yasak olan ve erkekleri başka şekilde tanıma olanağı olmayan kızlar ataerkil anlayışın çarpıklığını en açık şekilde ortaya koyar. Erkeğin para karşılığı başka kadınlarla birlikteliğini normal karşılayan ve oğluna bunun için para veren Poncia ise, bunu anlattığı kızların babası tarafından cinsel istismara uğramış bir kadındır. Yalnızca hizmetçi Poncia karakterinin yaşadıklarıyla bütün çarpık, sağlıksız ve baskıcı sosyal ilişki tarzlarının nasıl yeniden kadınlar tarafından üretildiğini açıkça ortaya koymaktadır Lorca. Bu doğrultuda bu oyunda ve diğer oyunlarında vurgulanan toplum içinde yaşanan tecavüz olayları, gayri meşru çocuklar, cinsel istismar vakaları aynı üretim sürecinin örnekleridir. Bernarda’nın evlenme hazırlığı içinde olan ve kırk yaşlarını süren en büyük kızı Anqustias kendisinden oldukça küçük yaşta olan Pepe ile evlenmek üzeredir. Ancak Pepe evin en küçük kızı Adela ile birlikte olmaktadır. Adela’da onu sevmektedir. Oyunun sonunda Bernarda durumu öğrenir. Annesinin tepkisinden korkan Adela kendini asarak intihar eder. Bernarda kızının
ölümünden çok çevrenin ayıplamasından korkmaktadır. Kızının bir bakire olarak öldüğünün bilinmesi ile daha çok ilgilenmektedir. Ölümüne sessizce katlanmaları gerektiği konusunda diğer kızlarına öğütler verir. Bu konuda da duygularını açıkça yaşamalarını yasaklar, susmak ve beklendiği gibi sessizlik içinde yas tutmak gerektiğini belirtir. Bernarda duyguları saklamanın, bastırmanın, yok saymanın ve toplumun beklentilerine göre tavır takınmanın güçlü ve onurlu davranış olduğunu düşünmektedir. Bernarda, oyunun sonunda kızının ölümüne üzülmekten çok bir bakire gibi gömülmesi için yapılması gerekenlerle ilgilenir. “Kız oğlan kız öldü benim kızım. Başka bir odaya kaldırıp kız gibi giydirin. Kimse bunun sözünü etmeyecek! Kız oğlan kız öldü. Söyleyin de, tan ağarırken çanlar iki kez çalsın. Ağlamak da yok. Ölüme sessiz katlanmak gerekir, bağrına taş basarcasına, susun! Göz yaşı yalnız kalınca dökülecek! Yas denizine gömüleceğiz. O Bernarda Alba’nın en küçüğü, kız oğlan kız öldü. İşittiniz mi? Susun, susun dedim. Susun!” Lorca oyunlarının çoğunda olduğu gibi bu oyununda da ataerkil yapının kadın eliyle yeniden güçlendirilerek üretildiği açıkça ortaya konulur. Değişimin imkanının da nasıl gerçekleşeceğine dair gizli bir mesaj verilir. Bu anlayışın değişmesi ataerkil zihniyeti normalleştiren kadınların insan anlayışında bir dönüşüm gerçekleşirse olanaklıdır. Lorca Bernarda’nın son sözleriyle kadının zihniyetinde bu çarpık anlayışın devam etmesi durumunda toplumdaki trajedilerin de devam edeceğinin vurgusunu yapar.
Sevra Fırıncıoğulları Misafir Yazarımız
Kelebek Yaşama tutunmak isteyen çocuklar için… Siz annenize neden küstünüz Dondurma almadığı için mi bakkaldan, Ya da oyuncakçıdan bir bebek… En son ne zaman nazlandınız Tatlı uykunuzdan uyandırdığında mı Yanağınızdan öperek... Ben bir ipek böceğiyim Kozamı örüyorum duvarları mavi Pencereleri bazen sonsuzluğa açılan bu yerde İnanın çok sıkıcı, acı verici Benim küsmüşlüğüm bu yüzden… Hayaller kuruyorum öyle pembesinden Öyle imkansızından falan değil Annem babam ve kardeşimle Bazen güneşli bazen yağmurlu Afacan sabahlara uyanmak gibi… Rüyaları çok seviyorum rüyaları Yüzlerce bebeğim oluyor benim Bir Karlar ülkesinde, Bir bulutlar üstündeyim Rapunzel saçlarımı kıskanıyor gülümseyerek… Sonra uyanıyorum başucumda annem Yine ağlamış usul usul sabaha kadar. Bundanmış yüzümdeki serinlik, Meğer bundanmış dudağımdaki nem Sakın demeyin emi, mevsim sonbahar Belki yanlış oluyor, dilim sürçüyor, Dualar okuyorum çocuk kalbimden Allah’ım diyorum çok değil isteğim Öyle şeker bahçesi, dondurma dağları değil Sadece annem, babam, kardeşim Ve arkadaşlarımla olsun büyümekliğim…
Ümmet Caner Misafir Yazarımız
Bir Rüya, Bir Kadın, Bir Adam Bir ekmek gibi konuşuyordu kadın Adam bir kuş gibi kondu dudaklarına, özlenmiş sevdalar hatrına Öylesine usul ve kanatsız bir kuş gibi Geceden gelen bir aşk mızrağı delmişti göğüslerini Mızrağın yarası ikisinin de dermanıydı, Acıyı acı kapatıyordu aslında Adam susmuştu sevdasının gözlerinde Kadın eğilmiş duruyordu aşkın önünde Bir memlekete yazılmış şiir gibi duruyordu sevdaları yüreklerinde İkisi de çalan sevda şarkısını duyuyordu Sonra sonra adam uyandı rüyasından kadın hala uyuyordu...
Muhammed Yiğit Misafir Yazarımız
#kulturcikmazi
kulturcikmazi /
www.kulturcikmazi.com /
kulturcikmazi