Kültür Çıkmazı Dergisi 12. Sayı

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Fatih Albayrak Kurtuluş Öztürk Kübra Sırmalı Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Serap Bozkurt Sibel Ayan

kulturcikmazi

Haziran ayının insana enerji veren o güzel atmosferinde yeni bir sayıyla daha karşınızdayız. Yazdığı şiirlerle her anımızda içimizden geçenlere tercüman olan, adalet ararken yazdıkları dilimizden düşmeyen birini andık bu ay. Edebiyatımızın Mavi Gözlü Dev’i, Nazım Hikmet Ran… İçeriğimize gelirsek aslında hepimizin tanıdığı ama görmediği biriyle yaptığımız bir röportaj var. Yazarlarımızdan Nebi Eren Bayramoğlu, seslendirme sanatçısı Özgür Özdural ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdi. Özgür Bey’e bizi kırmadığı ve seslendirme dünyasına dair bilgilerini bizimle paylaştığı için buradan teşekkür ediyoruz. Red Special köşemizde ise bu ay ilgi çekici bir grup var, “Camel”… Farklı tarzıyla, dinlerken herkesi bir şekilde etkileyebilmesiyle bilinen grubu yazarımız Özge Özgüner tanıttı. Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 9. bölümü ve “Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları” öykü dizisinin 6.bölümü, “Ray Harding” öykü dizisinin 3. bölümü ve geçtiğimiz sayıda başlayan “Mektup Ritüeli” isimli yazı dizisinin 2. bölümü okunmak üzere yerlerini aldılar. Tabi bunların yanı sıra yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor.


Dergimizin son sayfalarında yine sizler için bir adet sergiye yer verdik. Eğer vaktiniz olursa mutlaka değerlendirmenizi tavsiye ederim. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 13. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”

Misafir Yazarlar Barış Ünlü Bilal Maral Burak Zorlu Cemil Kobak Erkan Katırcı İbrahim Albayrak Neslihan Şahin Ömer Çelik Özge Taşdemir Ümmet Caner Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 6. “Mavi Gözlü Dev” - Benan Şahindoğan 8. “Seni Düşünürüm” Şiir İncelemesi - Selin Sabcıoğlu 10. “Özgür Özdural” Röportajı - Nebi Eren Bayramoğlu 14. Yarime Haber Salın - Sibel Ayan 15. Mem U Zin - Kübra Sırmalı 16. Telefon Kulübesi - Bölüm 9: Kamera - İlker Ardıç 21. Masiva - Bilal Çakıl 22. Karayla Karışık Uyarısı - Nebi Eren Bayramoğlu 24. Adım Çıkmış Mahallede - Serap Bozkurt 25. Yakarışımdır - Kurtuluş Öztürk 26. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 28. Şahsi Yalnızlıklarım 9 - Ali Koç 30. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 6: Jon? - Türker Ardıç 35. “Haşmetlimiz Çok Yaşa!” - Fatih Albayrak 36. Senli Şiirler I - Didem Onmuş 37. Betondan Olma Bir Köprü - İlker Ardıç 38. Paslı çakı Bilendi - Serap Bozkurt 39. Vertigo - Ayça İşbilen 40. Ray Harding - Bölüm 3: Sır Perdesi - Burak Karakaya 44. Gel - Birkan Akyüz 45. Uzun Zaman Oldu - Selin Sabcıoğlu 46. Mektup Ritüeli - Bölüm 2: Monoton Mektuplar - Fatih Albayrak 48. Red Special: “Camel” Tanıtımı - Özge Özgüner 52. Kehribar - Neslihan Şahin 53. Gidişlerin Saplandık Acısı - Bilal Maral 54. Uzaklar - Ümmet Caner 55. Saat Gecenin Kaçı - Barış Ünlü 56. Sonunu Düşünen Bir Balık - Özge Taşdemir 57. Emsal - Burak Zorlu

5 Haziran 2015

12. Sayı

58. Eyleme Gülşene - Cemil Kobak 59. Minyatür Ölüm - İbrahim Albayrak 60. Arabi - Ömer Çelik 61. Deniz Kabuğu - Erkan Katırcı 62. Karma Resim Sergisi: “Figür - Yorum” - Sergi

Keyifli Okumalar…



“Mavi Gözlü Dev” Nazım Hikmet’in Hayatı Romantik devrimci Nazım Hikmet, çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. İlk şiirlerinde hece ve aruz ölçülerini kullanmış daha sonralarda biçim ve içerik olarak daha özgün şiirler yazmıştır. Toplumcu - gerçekçi olan mavi gözlü dev, fütürist akımın temsilcisi, serbest nazım ve toplumcu şiirin öncüsüdür. Bu yönüyle günümüz şairlerini etkilemiştir. Serbest nazıma geçişinde Rus şair Mayakovski’den etkilenmiştir. Nazım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Birinci Kitap, İkinci Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. “Bir Dakika” adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır. Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Her şey, Her Ay gibi dergilerde yazan Nazım Hikmet cezaevine girdikten sonra yıllarca yayın yapamamıştır. 1940′lı yıllarda, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Yaşamın gerçeklerinden kaçan kendi kabuğuna çekilen, halkı küçümseyenlerden

oldukça uzaktır Nazım Hikmet. Sanatı halka yaklaştırmış, lirik ve epik şiirlerinde gerçek insanların kaderini yazıp halkın gururunu güçlendirmiştir. “835 Satır” kitabı yayınlandığında büyük şaşkınlık yaratmıştır Nazım Hikmet. İlerleyen zamanda Ahmet Haşim, Yakup Kadri gibi şairler ondan övgüyle söz etti. Kendisini izleyen genç şairler de serbest şiire yöneldi. En önemli


eserlerinden “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı 1941’de cezaevinde yazmaya başladı. Nâzım Hikmet cezaevindeyken, Ahmet Halit Kitabevi, Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla La Fontaine’den Masallar’ı yayımladı. Nâzım Hikmet en çok şiirle ilgilenmiştir. Şiir yazmadığı dönemlerde ise tiyatro eserleri, öyküler, romanlar ve senaryolar yazmıştır. Kendisinin ve ailesinin geçimi için de çok sayıda edebî çeviriler yapmıştır. Eserlerinin kaderi Nazım Hikmet’in kaderine benzer. Hürriyetinden mahrum kalan şair gibi şiirleri de yasaklanmıştır. Zor şartlarda eserler yaratmasına rağmen, Nazım Hikmet kendi yolundan caymamıştır. Geleceğin hep daha iyi olacağına inanmıştır. Bunu şiirine de yansıtmıştır: “Şiirler yazarım / basılmaz / basılacaklar ama...”. Nazım Hikmet her serbest anını şiir yazmak için kullanırmış. Şiire karşı tutkusunu şöyle ifade eder: “Ne binecek sırma palanlı bir atım, / ne bilmem nerden gelirâtım, / ne mülküm, ne malım var. / Sade bir çanak balım var. / Rengi ateşten al / bir çanak bal! / Balım her şeyim benim. / Ben / mülkümü ve malımı / yâni bir çanak balımı / koruyorum haşarattan...” Kemal Tahir‟e göre “...Nâzım, yaradılıştan dünyanın en büyük şiir gücü taşıyan mutlu şairlerinden biridir...” Fakat buna rağmen yeni bir şiire başlarken zorlanırmış. Kemal Tahir onun şiir yazmasını şöyle anlatır: “Bir sarı defter alır, ilk sahifesine şiirin adını, daha sonra ilk mısrasını yazardı... ikinci mısrayı bulduğu zaman ilk sahifeyi kopartır, yeniden şiirin adını, ilk mısrasını, altına da ikinci mısrasını yazardı. Bu böylece sahife dolana kadar, 20-30 kere üşenmeden sürüp giderdi. Bir tek virgül değiştirmek için bile, yeni bir sahifeye, bütün bir sahifeye baştan başlayıp yazdığını çok gördüm. Burada söz konusu olan, şiirin hazırlanışıdır. Bir kere havasını kendine yeter görecek şekilde tutturdu mu, ondan sonra artık tashih edilmiş sayfalardan sinirlenmez olur, şiiri bazen notalara çevirecek kadar çizip karalayarak yazar giderdi.” Nazım Hikmet hayatı boyunca Türkçenin ve Türk şiirinin gelişimini takip etmiş, bu uğurda hayatı boyunca çalışmıştır. Türkçesini hayat boyunca geliştirmiş, fakat Türkçenin edebi alanda gelişmesine de katkı sağlamıştır. Nazım

Hikmet’in en büyük başarısı, eserlerinin Türkiye’de yasak iken Rusya’da, Türkçe olarak yayınlanmasıdır. İlk önce dünyada, sonra kendi vatanında tanınmış olan ilk Türk yazarı Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet’in şiirleri farklı konularla zengindir. Nazım Hikmet şiirlerinde vatan, vatan hasreti, tarih, millet, savaş, barış, köy, şehir, işçilerin gücü, hapishane, aşk, sevgi, özlem, ayrılık, hayat, gündelik yaşam, doğa, insan sevgisi, kadın sevgisi, çocuk sevgisi gibi konulardır. Şiirlerinde işlediği konular aslında şairin düşünsel, siyasal, kültürel ve duygusal hayatını yansıtır. Eserlerinden bazıları; Memleketimden İnsan Manzaraları, Kafatası, Unutulan Adam, Taranta Babu'ya Mektuplar, Ferhad ile Şirin, Kuvayi Milliye Destanı, Kız Çocuğu, Tahir ile Zühre, Şeyh Bedrettin Destanı, 835 Satır, Saat 21-22 Şiirleri, Kan Konuşmaz, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşimdir.

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


“Seni Düşünürüm” Şiir İncelemesi Seni düşünürüm Anamın kokusu gelir burnuma Dünya güzeli anamın Binmişsin atlıkarıncasına içimdeki bayramın Fırdönersin eteklerinle saçların uçuşur Bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü Sebebi ne Seni bir bıçak yarası gibi hatırlamamın Sen böyle uzakken senin sesini duyup Yerimden fırlamamın sebebi ne? Diz çöküp bakarım ellerine Ellerine dokunmak isterim Dokunamam Arkasından camın Ben bir şaşkın seyircisiyim gülüm Alaca karanlığımda oynadığım dramın Nazım Hikmet


Bu şiiri okuduğumda aklıma ilk Candan Erçetin’in “Annem” isimli şarkısı geldi. “Annem annem Sen üzülme Sözlerin hep Yüreğimde” Bu şarkının özellikle nakarat kısmı kulağımda çınladı. Şarkının sonuna okunan şiir misali uyumlu ve her iki eserde yoğun hasret yüklü. Anne kokusu cennet kokusuyla eş değer denir. Anneye duyulan özlem paha biçilemez. Hayat zordur ama bir de anne hasreti var ise, hayat daha zordur. Her anda anne akıldadır ama kötü anlarda burunda olan tek koku anne kokusudur. Şair de işte böyle bir hasret ve yalnızlık çekmekte... Annesinin güler yüzlü halini az anımsadığı için, atlıkarıncaya binen insanlara benzetir. Hayal meyal bir suret ve o suret sürekli gözlerinin önünden gelip geçiyor. Ama aynı zamanda sitem de var. Annesi şairimizi bırakıp gittiği için ona kırgın ve sitem dolu. Bunca kırgınlığa rağmen içinde hala bir ümit var ve her sesi annesinin sesi olarak algılayıp bir ok gibi fırlıyor her defasında.

Belki de dizilerde, filmlerde ya da okuduğumuz romanlardan daha çok dram var şairin hayatında. Bir çocuk saflığıyla anne dizine yatma şefkatine uzun zamandır seyirci. Anne eli sıcaklığı başkadır. En masum yer anne dizidir. Şairimiz cam önünde bunların hayalini kuruyor. Ne kadar kırgın olsa da hiç gelemeyeceğini bilse de annesini bir çocuk aklı ile bekliyor. Kendi dünyasındaki sahnede oynadığı dramın başrol oyuncusu şairimiz Nazım Hikmet.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


“Özgür Özdural” Röportajı - Öncelikle yoğun temponuza rağmen bizleri kırmayıp dergimize konuk olduğunuz için hem kendi adıma hem de ekip arkadaşlarım adına size çok teşekkür ediyorum. Bugün “Dublaj” veya “Dublaj Sanatçılığı”ndan söz edildiğinde hiç şüphesiz akla ilk gelen isimlerdensiniz. Elbette dublajın yanı sıra, oyunculuk, sihirbazlık vb. daha birçok yeteneğinizin de olduğunu biliyoruz. Tüm bu çalışmalarınıza değinmek istiyoruz. Dilerseniz şimdi Özgür Özdural’ı kendisinden dinleyelim: - 22 yıldır profesyonel olarak seslendirme yapıyorum. Sinema-TV okurken bir yandan harçlığımı kazandığım bir ek işken mesleğim haline geldi. Ne kadar şanslıyım ki eğlenerek, keyif alarak, oynayarak yaptığım bir mesleğim var. Tiyatro ve Sihirbazlık ise asla bir “iş” olamayacak tutkular. O anda o sahnede olmayı, insanlara kendinizden bir şeyler verebilmeyi, kendi dünyanızı paylaşmayı istediğiniz için oradasınız. “Almak” için değil, “vermek” için.

- Dublaj sektöründe uzun yıllar boyunca faaliyet göstermektesiniz, peki bu sektördeki varlığınız ne şekilde hayat buldu? - Tüm ailem televizyonda çalıştığı için 5-6 yaşlarında TRT’nin seslendirme koridorlarında koşuşturduğumu, kayıtları dinlediğimi hatırlıyorum. Rabarba (fonda birbirine karışan konuşmalar) gerektiren kalabalık sahnelerde hep stüdyoya girerdim. Sonra galiba 13 yaşındayken, bir çocuk filminde ilk kez başrollerden birini verdiler. Ben yaşlarda 3 çocuk vardı hikayede, Oya Prosçiler ve Oya Küçümen’in yanında ben de diğerini konuşmuştum. 17 yaşımda artık profesyonel olarak mesleğin içindeydim. - Ülkemizde bazı karakterlerle özdeşleşen, hatta “o, olmazsa olmaz” dediğimiz seslendirme sanatçıları mevcut, siz de bizim için böylesi bir değere sahipsiniz, ses verdiğiniz karakterler arasından bazı isimler hemen sivriliyor; Gözlüklü Şirin, Garfield, Matt Damon, Leonardo Di Caprio gibi… Hal böyle olunca kulaklarımızın sesinizi aramasının sebebi, sizin ve bizim


seslendirilen oyuncaya karşı duyduğumuz sempatiden kaynaklı mıdır? - Elbette konuştuğunuz her işte yakalamanız gereken bir standart çizgi vardır. Ama sevdiğiniz, bağ kurduğunuz karakterlerde daha fazlasını ortaya koyup o çizginin üstüne çıkarsınız. Sesinizin, konuşma biçiminizin artık size değil, o karaktere, Gözlüklü Şirin’e, Matt Damon’a, Lapacı’ya ait olmasını istersiniz. Sanırım bu büyüyü yakalayabildiğiniz zaman dediğiniz şey gerçekleşiyor. - Biraz teknik bir soru sormak istiyorum. Bir dublaj sanatçısının seslendirmesinin başarılı olabilmesi için dikkat etmesi gereken unsurlar nelerdir? - Bana kalırsa başarılı dublaj, dublaj kokmayandır. Yani dublaj yapıldığı belli olan değil de, karakterin sesi, konuşma biçimi, nidaları gerçekten ona aitmiş gibi hissettirendir. Bunun için de stüdyodan içeri girip konuşmaya başladığınız andan itibaren, kendinize ait her şeyi o kapının dışında bırakmalısınız. Karakterin sözlerini Türkçe söyleyen bir başkası değil, onun sesi olmalı, onunla bütünleşebilmelisiniz. Sesi kirliyse benzer bir rengi aramalı, konuşmasında belirgin bir farklılık varsa bu farkı korumalı ve

seslendirdiğiniz oyuncu kadar oynamalısınız. Ne daha az ne daha çok. Bu işi egonuzun tatmin duygusuyla, beğenilme arzusu veya beğenilmeme korkusuyla yaparsanız asla belirli bir çizginin üstüne çıkamazsınız. Bunun yerine sahip olduğunuz kadarını sunmakla ilgilenip, kendinizi akışa bırakmalısınız. - Peki ülkemizde dublaj sanatçılığının değer bakımından artıp azaldığı zamanlar oldu mu? Daha doğrusu Türkiye’de seslendirme sektörüne ve sanatçılarına karşı tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? - Eskiden TRT’de yayınlanan filmlerin sonuna seslendirme kadrosu yazılırdı. Küçük bir çocukken özellikle kayarak akan bu isimleri çok dikkatle okuduğumu, duyduğum seslerin isimlerini ezbere bildiğimi anımsıyorum. Özel kanalların açılıp çoğalmasıyla birlikte seslendirmeye olan talep yıllar içinde öyle bir arttı ki iş giderek fabrikasyona dönüştü. Yapılan işin kalitesinden çok ne kadar hızlı ve çok yapıldığı önemsenir hale geldi. Kalite beklentisi düşünce de ne yazık ki sektöre verilen değer yıprandı. Stüdyolarda ve kanallarda “Ahmet olmazsa Mehmet konuşur” düşüncesi hakim oldu. Bu elbette sektöre en çok maddi açıdan yansıdı. Bırakın zam yapmayı, stüdyolar birbirleriyle yarışmak için sürekli fiyat kırmaya başladılar. Şimdi sektör öyle bir durumda ki, kimse tek bir stüdyoyla çalışıp geçinemiyor. Hatta 10 yıl öncesine göre çok daha az kazanıyoruz. Ama yavaş yavaş, özellikle sosyal medya aracılığıyla tekrar bir farkındalık gelişiyor. Seslendirmeleri takip eden, kadroları yazıp yorumlar yapan insanlar, sayfalar oluştu. Oyuncular sendikası kurulup mesleğin ilk kez resmi tanımı yapıldı (Mikrofon oyunculuğu). Bunlar geleceğe dair biraz da olsa ümit veren şeyler. Seslendirme sanatçıları kamera arkasındaki kahramanlardır. Ancak siz kameraların ve izleyicilerin önünde de oldukça başarılı işlere imza atıyorsunuz. Tiyatro oyunculuğu ve sihirbazlık alanlarında uluslararası ödülleriniz olduğunu biliyoruz. Kısaca birazcık projelerinizden bahseder misiniz? Yani önümüzdeki günlerde Özgür Özdural’ı nerelerde izleyebiliriz?


izleyerek uzun saatler ve aylar harcamaya hazır olmalarıdır. Kendinizi yetiştirmek için yapabileceğiniz şeyler ise dudak tembelliği ve artikülasyon sorunlarıyla uğraşırken, evde yüksek sesle kitap ve tiyatro metinlerini doğru tonlamaya (oynamaya) çalışarak okumak. - Konuyla ilgilenen arkadaşlarımızın size ulaşabilmesi için hangi internet sayfalarını ziyaret etmeleri gerekmektedir? - Facebook ve Twitter üzerinden “Tiyatro Dalga” sayfasını takip ederek haberdar olabilirler. İnternet sayfası henüz hazır değil ama çok yakında aktif olacak.

- 4 yıldır Tiyatro Akla Kara’da oyunculuk yapıyordum. 2015 mart ayında Tiyatro DALGA’yı kurdum. Sezon sonuna yetişsek de “Git-Gel Dolap” isimli iki kişilik bir oyunla seyirci karşısına çıktık. Şimdi en büyük çabam ve hayalim bu küçük dalgayı olabildiğince büyütmek, daha çok insana ulaştırabilmek. Gelecek sezonla birlikte, Kadıköy’de Tiyatro Akla Kara sahnesinde olacağız. Sihirbazlık ise benim en büyük tutkum. Şimdilik nerelerde olacağını tam kestiremiyorum ama eylül-ekim gibi, yeni sezonla birlikte mutlaka bir ya da birkaç bar/kabare mekanında sahnede olmak istiyorum. - Tüm bu parlak kariyer elbette müthiş bir tecrübe ile de doğru orantılı. Bu vesileyle şunu da soralım seslendirmeye merakı olan okuyucularımıza tavsiyeleriniz nelerdir? - Seslendirme ancak çok uzun süre izlenerek öğrenilebilecek bir iş. Sadece işin nasıl yapıldığını değil, ustaları izleyerek, konuşma tarzlarındaki nüansları fark ederek. Elbette sistem artık hız ve fabrikasyondan dolayı buna pek izin vermiyor. Piyasada sektörün doyurabileceğinden çok daha fazla insan var. Dolayısıyla sistem yeni insanlara pek açık değil. Ancak bu işi tutkusu edinmiş gençlere söyleyebileceğim şey, parayla seslendirme öğreten kurslara pek itibar etmemeleri, bir seslendirme stüdyosunda kenarda bekleyip

- Arzu ederseniz son sorumuza geçelim. Bugün Türkiye şartlarında başarılı bir dublaj sanatçısı olabilmek için feragat edilmesi gereken şeyler var mıdır? Ayrıca maddi ve manevi bir beklenti içerisinde bu işe adım atacak arkadaşlara uyarılarınız ve önerileriniz nelerdir? - Bugün özellikle televizyon piyasasında seslendirme yapmaya devam eden usta isimler, mesleklerine hala aşkla bağlı olan insanlar. Aldığımız komik ücretlere, telif hakkımız olmamasına, giderek kötüleşen çevirilere rağmen bu işi yapmaya devam ediyoruz, çünkü mesleğimiz bu ve şartlardan ne kadar şikayet etsek de o, mesleği icra etme anını çok seviyoruz. Maddi beklentiler içinde olup, Türkiye’de seslendirme yapmanın iyi bir meslek olduğunu düşünenlere bu sevdadan hemen vazgeçmelerini öneririm. Ama seslendirme sizin hayaliniz, tutkunuz halini almışsa çok emek ve zaman harcamayı, piyasadaki ağır rekabet ortamını göze almanız gerekir. Ve kişisel olarak benim inandığım şey şu ki, bir hayaliniz varsa, yürüyecek bir yolunuz var demektir. Yolunuzdan asla vaz geçmeyin. - Özgür bey zaman ayırdığınız için tekrar çok teşekkür ederiz. Kültür Çıkmaz’ı ailesi olarak başarılarınızın artarak devam etmesini dileriz. Yeniden görüşmek üzere…

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com



Yarime Haber Salın Ben dilimin beteriyim binlerce hüzün başımda mihman... Bir yağıza türkü çağırdım yanağında kızıl ben gülüşü bana han... Ateş gibidir ürkek sualimin teri gün yüzü gibidir bedende tanrı gibi teni... Göğsü lazım gelir otağı beni darlar aşığa sual olmaz dilimde yalnızca yar... Haber salın yarime nehir gibi çağlarım Musikide yaylanır ılgın ılgın akarım söyleyin sesim gürdür yatışsın bu şehrazat Gönlüne hapsetsin beni şu mahremden azat...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


MEM U ZÎN Bir adamın yüzüyle boyadığım bembeyaz parmak uçlarım... Yerin, gökten aydınlık olduğu tek an. Ki kum tanelerini bağışlıyor Tanrı, yıldızlara. Güneş, Ay’a evriliyor bin telaşla. Kıskandığı koca göğün, kendi yerinde bir suret. Bundandır, gündüz gözüyle göremem artık seni. Göremem sonsuzluğa dengini... Sen, gece yarım Sen, geceyi gündüze vardıranım “Ölüm bile yakışabilir sana Ama güzel olmamak asla”

Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 9: Kamera Tarık, merdivenlerde oturan Nazlı’nın yanına oturup elindeki suyu ona doğru uzattı. İçerideki manzaradan sonra ne kadar kötü hissettiğini tahmin edebiliyordu. - İstersen biraz yukarı çıkalım, hava almak iyi gelebilir. - Çok iyi olur, yardım eder misin. Tarık’ın elinden destek aldıktan sonra basamakları bir bir adımlayıp dışarıya çıktılar. İkisi de aşağıda gördükleri manzarayı çözmeye çalışıyorlardı. Tarık, oda aydınlatıldıktan sonra bir kez daha her şeyi incelemişti. İçerideki düzeneği çözdükten sonra geriye öğrenemediği tek bir şey kalmıştı, maktulün kimliği… - İlk defa öldürmediği bir kurbana rastladık. Sence bunun nedeni ne olabilir?

Nazlı, uzun uzun az önceki manzarayı düşündü. Gördüğü bütün detaylar yapacağı analiz için önemliydi. - Bence bu sefer ki kurban son bir şansı hak etmiş. Aslında bunu şu anda tahmin etmek çok erken olur. Çünkü kimliğini bilmiyoruz. Kurbanın kimliği, mesleği veya yaşam tarzı, her şey onun bu cezayı hak etmesine neden olmuş olabilir. - Doğru diyorsun. Resmen adama seçim şansı vermiş. Kapı aralıktı, yani kaçış için bir şansı vardı. Ama bunun için bir bedel hazırlamış, hem de ağır bir bedel. - Fark ettin mi, yemek ve suyun olduğu yere daha yakındı. Yani yemek yiyip kurtarılmayı beklemek istese yolu daha kısaydı. Dışarı çıkmayı seçse biraz daha uzun. Seçimi ne olursa olsun önündeki ilk engel yerdeki çivilerdi, tabi bir de göz kapaklarıyla ağzının dikili olduğu gerçeğini unutmayalım.


İkisi de sokaktaki kalabalığın yarattığı gürültü de bir süre etrafa bakındılar. Belki de İstanbul’un en kalabalık sokaklarından birinde bir adam canice hapsedilmişti ve kimsenin ruhu bile duymamıştı. Aradıkları adam sürekli yeni bulmacalar ve yeni ironilerle onları şaşırtmaya devam ediyordu. Tarık, son olaylardan sonra ona saygı bile duymaya başlamıştı. Kapıcı haricinde öldürülenler, sicil kaydı baya kabarık kişiler çıkmıştı. Bu Nazlı’nın da dediği gibi, adamın kendi adaletini aradığının bir işaretiydi. Binadan çıkıp nefes nefese onlara doğru koşan Ali, Tarık’ın yanına geldikten sonra alnındaki teri silip hemen konuşmaya başladı. - Komiserim aşağıda görmeniz gereken bir şey bulduk. - Neymiş Ali, yeni bir sürpriz daha mı? - Komiserim, duvarda gizlenmiş bir kamera bulduk. İnternet bağlantısı ile başka bir yere görüntü gönderiyormuş. Yani adamımız olay boyunca maktulü izlemiş. Hatta az önce bizi bile izlemiş olabilir.

bir durumda yanına sığınabilecek kadar samimi arkadaşları da hiç olmamıştı. Birden aklına gelen fikir hem korkmasına hem de merak etmesine neden oldu. Sabah uyandığında kendini bulduğu eve geri dönerse belki de o geceki adamla karşılaşabilirdi. Hatta bütün bunlarla nasıl bir bağı olduğunu öğrenebilir, neden daha önce bu yaşananları hatırlamadığını da sorabilirdi. Ancak ortada tehlikeli bir sorun vardı. Ya kendi ayaklarıyla tıpış tıpış ölüme gidiyorsa? Üzerinde oturduğu beton çıkıntıya saplanmış olan demire tutunarak ayağa kalktı. Dizlerindeki halsizliğin sebebi hem açlık hem de ölüm korkusuydu. Ama buna hiç aldırış etmeden buraya kadar geldiği yolu hatırlamaya çalıştı. Sonra caddeden geçen arabalara bakıp yolun karşısına geçti… *** - Hemen Bilişim’den buraya bir ekip isteyin. Nereden izlendiğimizi öğrenmek istiyorum. - Emredersiniz komiserim.

*** Aklını kaçıracağını düşünüyordu. Daha önce yaşadığını bile bilmediği bir anısını hatırlamak ona çok korkutucu geliyordu. Başını ellerinin arasına alıp soğuk betonun üzerinde bir süre oturdu. Caddede esen rüzgar sırtındaki terle birleşince içinin ürpermesine neden olmuştu. Farkında olmadan sesli bir şekilde düşünmeye başladı. - Peki ya başka anılar, hatırlamadığım başka şeyler de yapmış olabilir miyim? Bardaki o kadını ben öldürmüş… Sanki bunu söyleyen başka biriymiş gibi eliyle hızla ağzını kapattı. Artık dünya üzerinde güvenebileceği son kişiyi de kaybetmişti, kendisini… Bir süre boş gözlerle etrafına bakıp yanından geçen insanları şüpheyle süzdü. Acilen bir yerlere gitmesi ve saklanması gerekiyordu. Evine giderse anında yakalanacağını biliyordu. Böyle

Tarık, uzun bir süre kameranın bulunduğu duvara baktı. Tavandan sarkan örümcek ağlarının arasında duran kamerayı ilk başta görememeleri çok normaldi. Muhtemelen bunu yapan kişi bütün olan biteni görmek istemiş hatta gurur bile duymuştu. Nasıl bir işin içine girdiğini düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Hala kayıtta olan kameraya gözlerini dikip izlemeye başladı. Acaba hala ekranın diğer tarafında onları izliyor olabilir miydi? - Bana bak o… çocuğu! Bak bana, gözlerimin içine bak! Çok yakında seni bir hücreye tıkıp aynı böyle izleyeceğim. Ve bunu yaparken, emin ol senden daha fazla zevk alacağım! Nazlı, komiserin ne kadar sinirli olduğunu tahmin edebiliyordu. Bu dosyada her seferinde daha da küçük düşmesini, adamı yakalayamadıkça üzerinde oluşan baskıyı biliyordu.


- Tarık, sakin olmasın lütfen. Gel dışarda bekleyelim istersen, kamerayı gördükçe tekrar sinirleneceksin. - Tamam, gel bir çay içelim kendimize geliriz. Tarık, merdivenleri emin adımlarla çıkarken Nazlı’da onun peşine takılmış takip ediyordu. Eski binadan çıktıktan sonra Tahtakale’nin bozuk zeminli dar sokaklarında ilerlemeye başladılar. Etraftaki seyyar satıcıların bağırışları Tarık’ın başındaki ağrıyı daha da artırıyordu. Bununla baş edebilmek için kafasını önüne eğip yürümeye devam etti. Hatırladığı kadarıyla, çayı güzel olan kahveyi bulmak için peşi sıra iki sokak geçip bir sonraki köşeyi döndüler. Ufak ahşaptan taburelerin olduğu açık alanda oturulan bir kahveye geldiklerinde boş bir masa bulup oturdular. - Ne yapacağız Nazlı, bu adam her seferinde sınırı biraz daha aşıyor. - Önce bir sakin olalım. Hem bak farkındaysan her seferinde daha fazla risk almaya başladı. Belki de o kamera sayesinde adresini bulabiliriz. Öyle değil mi? - Bakalım, belli olmaz. Muhtemelen bir iki saat içinde hem maktulün kimliğini öğreniriz hem de kameranın nereye görüntü gönderdiğini. - O zaman bu iki saat boyunca sadece çayımızı içelim. Biraz olsun sakinleş lütfen yoksa bende yardımcı olamam sana. Tarık, gelen çayın yanındaki kesme şekerleri masaya bıraktıktan sonra bir yudum aldı. Sokağın hareketli havası zihninin kontrolünü ona veriyordu. Garipti ama gürültülü ortamlarda daha rahat odaklanabiliyordu. Belki de ortamdaki kalabalık sayesinde üzerindeki ilginin yok olduğunu düşünüyordu. Bu da onu fazlasıyla rahatlatıyordu. *** Köşeyi döner dönmez, hızlı adımlarla kaçtığı binaya gözlerini dikti. Sabah buradan çıktığında mümkün olduğunca uzağa gitmeyi diliyordu. Adımlarının onu tekrar buraya kadar getireceği aklına gelecek son şeydi. Ama gelmişti işte, ağır

ve ürkek adımlarla kaldırımda ilerledi. Binanın girişine geldiğinde demir kapının kenarına tutunarak bir süre bekledi. Girmekle girmemek arasındaki o son kararı veremiyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra demir kapıyı aralayıp alt katın merdivenlerine doğru yöneldi. Toz tutmuş korkuluklarda elini sürüyerek karanlığın içine doğru ilerliyordu. Sabah çıkarken aralık bıraktığı kapıdan içeriye adımını atıp koridoru dinlemeye başladı. Herhangi bir ses duyamayınca içeriye girip ağır adımlarla ilerlemeye devam etti. Sabah kontrol ettiği kilitli olan iki kapıyı es geçip uyandığı odaya girdi ve etrafı iyice kontrol etmeye başladı. Paslı kapıdan itibaren bütün duvara yayılan yosun benzeri yeşillik çok ağır bir koku yayıyordu. Bunun dışında duvarlarda tırnak izlerine benzeyen derin izler vardı. Poyraz, duvara yaklaşıp izlere daha yakından baktı. Çiziklerin birinin sonunda duvara saplanmış olan tırnağı gördüğünde artık hiçbir şüphesi kalmamıştı. O adam kaçırdığı insanlara burada işkence yapıyor olmalıydı. Peki ya kilitli olan diğer iki oda da ne vardı? Baygın halde yatan kaçırılmış iki kişi olabilir miydi? Belki de çoktan ölmüşlerdi. Poyraz, hiçbir şey yapmadan duramayacağını biliyordu. Eğer o odalarda birileri varsa onları mutlaka kurtarmalıydı. Bulunduğu odadan çıkıp koridorda birkaç adım attı. İlk kapının önüne geldiğinde sabah yaptığı gibi kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinlemeye başladı. Çıkacak en ufak sesi bile duymak için nefesini tutuyordu. Ama içerden hiçbir şey duyamadı. Tek bir nefes sesi bile yoktu. Yine de kapıyı kırmaya karar verdi. Geriye birkaç adım attıktan sonra derin bir nefes aldı. Vücudunda kalan son gücü sağ omzunda toplayıp var gücüyle kapıya yüklendi. İlk seferinde istediğini başaramadı ama eski kapıdan birkaç çıtırdama duymuştu. Geriye çekilip bir kez daha denemeye karar verdi. Sağ omzunu kasıp var gücüyle kapıya tekrar yüklendi.


Oluşan toz bulutuyla birlikte kendini, diğeri gibi küf kokan bir odada buldu. İçerideki toz bulutunun yavaş yavaş dağılmasıyla birlikte duvarın yanındaki masalarda bir şeyler olduğunu fark etti. Bir eliyle ağzını ve burnunu kapatıp diğer eliyle önündeki tozları dağıtarak, kendisine yakın olan masaya doğru ilerledi. Odadaki kir ve tozun aksine büyük bir titizlikle serilmiş bembeyaz bir örtüsü vardı masanın. Ama daha da önemlisi masanın altındaki kabarıklıklar bir şeylerin üzerinin örtüldüğünü söylüyordu. Poyraz büyük bir tedirginlikle masanın üzerindeki beyaz örtüyü kaldırmaya başladı. Örtü açıldıkça çeliğin parlak yansıması gözüne vuruyordu. Büyük bir çelik tepsinin içerisinde, bir ameliyat için gerekebilecek her türden malzeme vardı. Neşterler, makaslar, çengeller, her türden uzun iğneler… Gördüğü şeylerden sonra diğer odada neler olduğunu daha çok merak etmeye başlamıştı. Tozlu zeminde hızla arkasını dönüp diğer kapıyı da açmaya gitti. *** Yavaş yavaş kararan havayla birlikte hangi gelişmelerin yaşandığını öğrenmek için tekrar eski binaya girdiler. Tarık, merdivenlerden inerken gözleri Ali’yi arıyordu. Olay yerinde koşuşturan memurların arasında dikkatli adımlarla ilerlemeye devam etti. Çivili odanın girişine geldiğinde, önlerindeki dizüstü bilgisayarda bir şeyler yapan uzmanları gördü. Bilgi almak için yanlarına gittiğinde orada oturan Ali hemen komisere bilgi vermek için ayağa kalktı. - Komiserim, görüntülerin bulmamıza çok az kaldı.

gittiği

adresi

- Başka gelişmeler var mı? Maktulün kimliği belirlendi mi? - Evet komiserim, parmak izinden kimliğine ulaştık. Maktulün adı Serkan Arslan, çok sayıda sabıkası vardı. Dosyasını şubedeki masanıza koymalarını söyledim, istediğiniz zaman inceleyebilirsiniz.

- O kadar vaktim yok, hangi suçlardan kaydı varmış öğrendin mi? - Öğrendim komiserim, uyuşturucu kullanmak ve başkalarına temin etmekten birçok kaydı varmış. Tarık’ın arkasından kulak misafiri olan Nazlı sessizce mırıldanmaya başladı, “Demek çiviler bu yüzdenmiş.” Tarık, arkasını dönüp Nazlı’yla göz göze geldikten sonra tekrar Ali’ye döndü. - Adresi ne zaman öğreniriz? - Muhtemelen on dakika içerisinde öğrenmiş oluruz komiserim. - Tamam sen şubeye haber ver iki ekip hazırlanmaya başlasın. Adresi aldığımız anda yola çıkıyoruz. - Emredersiniz komiserim, bu arada bu da olay yerini inceleyen arkadaşların ilk raporu belki göz gezdirmek istersiniz. Tarık, dosyayı aldıktan sonra Nazlı’yla birlikte merdivenlere yöneldi. Basamaklardan birini eliyle kabaca temizledikten sonra oturup incelemeye başladı. Raporda yazılanlara göre maktulün üzerinde ve olay yerinde hiç parmak izi bulunamamıştı. Ayrıca ilk tahminlere göre ölümünün üzerinden bir ay geçmişti. Bu da bardaki kadından daha eski bir olay olduğunu gösteriyordu. Nazlı da kenardan göz ucuyla raporu incelerken Ali tekrar yanlarına geldi. - Komiserim adresi bulduk. - Hemen şubeyi ara hazırlanan iki ekip de yola çıksın gidiyoruz! Tarık, Nazlı’yı ve yanındaki adamları peşine takıp hızla merdivenleri çıkmaya başladı. Akşam olduğu için sakinleşen sokakta hızlı adımlarla arabasının olduğu caddeye doğru ilerliyordu. Arabanın yanına geldiğinde arkasından koşturan Nazlı ve Ali de hızla onun arabasına bindi. Sirenleri açıp kulakları tırmalayarak ellerindeki adrese doğru yol almaya başladılar. Tarık hiç konuşmuyordu. Sadece bir kereliğine Ali’den adresi isteyip nereye gideceklerini öğrendi. Katili


yakalayacak olmanın hırsıyla bakışlarını yola sabitleyip hızla açılan şeritten ilerliyordu. Adrese yaklaştıklarında cadde üzerindeki sokakların tabelalarına bakmaya başladılar. Aradıkları sokağı bulduklarında Tarık, sinyal vermeden sokağa sapıp kaldırım çalışması yapan ekibin yanından geçti. İki sokak ilerledikten sonra ekip arabası olduğunu anladığı iki beyaz sivil aracın

önüne durup hemen arabadan indi. Onu gören polislerde arabalarından inip Tarık’la birlikte gelen ekibe katıldılar. Komiser arkasını dönüp herkese hazır olmasını işaret etti ve eski binanın kapısından girip merdivenlerin tozlu korkuluklarına elini sürüyerek bodrum katına doğru yol aldı… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com Not: Telefon Kulübesi’nin bütün bölümlerini Wattpad üzerinden de okuyabilir beğendiğiniz bölümlere yorumlarınızı yazabilirsiniz.

Wattpad Üzerinden Okumak İçin Buraya Tıklayınız.


Masiva Bir sonbahar sabahıydı, yeryüzünün soğuk meltemleri mırıldandığı yalnızlığın başucumdan hiç mi hiç ayrılmadığı zamanlar... Güneşi ve solgun mavileri anlamaya çalıştığım anlardı belki şu geçip gitmeyen sonsuz dakikalar. Ömrümün en uzun en kısa saydam hisleri içerisinde güneşi yüceltircesine göğe yavaşça bakan gözlerle, tekrar solgun mavileri aramak bir çocuk umuduyla. Onun, kıskandıracak kadar güzel sesiyle. Gözlerini alamadığı mavilerden bakması gün aşırı şafaklara, yeni perçemlenmiş Sakarya gibi büklüm büklüm saçlarıyla. Rengi sanki mavinin tüm tonlarına karşı çıkabilecek kadar güzel olan gözleriyle. Sonsuz bir okyanusu gördüm gözlerinde, acı tatlı suların birbirine karışmadığı kirpiklerin, ay ve güneşin bir parçasından yaratıldığına inandığım güzel.

Onun mavisi denizi ve gökyüzünü birbirine düşürebilirdi. Sanki en bilindik şarkıydı o dilime dolanan ve zaman geçtikçe daha çok değerlenen. Sanki onun adımlarıyla mevsimler daha bir hızlı geçiyor ellerimden, güneş daha bir sıcak, yalnızlık daha katlanılmaz, sanki mavi daha bir sonsuzdu onunla. Ve o giderken kuşlar dahi terk ederdi bu şehri... Belki de bir kış gölgesinde saklı tüm özlemi. Ne kadar koşsa da gölgesinin hızına yetişemezdi, umut. Nisan yağmurlarına olan tutkumdu benim ona olan sevgim. En korktuğum şey duru bedeniyle okyanusa karışmasıydı. Çünkü o üzülünce bulutlar dahi ağlardı, ama onun gözyaşı toprağa karışamayacak kadar da saftı. Ve belki de onun gözyaşı meleklerin de ağlayabildiğinin en büyük kanıtıydı.

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com


Karayla Karışık Uyarısı Yağ karanlık, hıncınla doyur sıskalaşan bekleyişleri Boğ karanlık, cıvıldaşan tüm kursakları, çekinceleri ebesiz doğan bütün sevişleri boğ. Muhakkak suskunluğunda dirilen bir güruh kalmıştır yağarken sen, Onlar ki; taşı ürküterek, taş kesilmiş yüreklerden dilsizliklerinin övüntüsüyle çenelerini yollayacaklar sana. Sonra altına konmuş ellerin ufalıp fırlayacak yüzlerine taş. Ve senin karanlık, yalvarış çalınırsa kulağına, sakınasın aldırıştan. Laf benimkisi, ustalığını sorgulayacak çırak mıyım… Aldırışsız karan değil miydi ki “gece”sinde Bilge’liğe büründüren gözlüklüleri. Yağ karanlık; Otoyolun kara kenarından, mezarlığın ak duvarına, İmtiyazlardan bezen diplomatların kasketlerine, avuçlarından öylesinelik kokan sevgi böceklerine, Ak karanlık; Yuvarlanan bisikletlere Ve tekerleğine tutsak adamların

kadına bulanık saçlarına, kara kara ak, boynuyla birisinin, birisini kara kara, ak beklemeksizin. Akmak olsun artık eylemin. Defterinde dirilen kadınların, defteri dürülen yanaklarına, Gerçek ve yalan ıskaların, önemsenen kalabalığına, Kalemin yatağına sunuluveren söze, Gökkuşağının seni barındırmayan rengine, Ve senin karanlık; gözlerine, karanlık irisine bakmaktan senin, berrak gözlerde kulaçlanamayanın isli kalmış sırtına yağ. İşte şuradaki tepeye ve oradaki adaya, Andronikos’un suçunu sormadan daha, İoakime de yağ. Aforizmaların artistik sörflerini kes yarıda, ve süslenmiş alt metinlerin karışlayarak alınlarını, in tırnak uçlarımıza değin. cummings’in adına küçük başlaması kadar inancım yok senin acısız yitim söylemine, ırak şehirden gelenin mesajını sorgulamalar, gece lambasının özlemi prizlere, çikolatanın dişsiz ihtiyarda emenmesi tırnak uçlarının reddi imkansız mükafatıdır bize.


Üryanlığımın sarp geçitlerine takılmadan, Kıskıvrak öpüşerek mıcırlarımla, Heykellerle bezemediğim ilime kon. Yerle bir ettiğin kentlerin tozlarını serp üstüme ve bir kürek as kanadına, sandalım hazır. O kent tozları ki senin iğretilediğin damlaları yetim kılmadılar, vahşetine direnç göstermeyenlerin senden esirgediklerdir o damlalar, onların kadrini bilecek olan benim, küreğinle salacağım kucaklarına sandalımı, incitmeden sıvılarını, sularını zedelemeden, Şarlo’nun sessizliğinden de öte ve hainlik riskini de şaçımdan tutturarak, fırsatlar ülkesinden ortalarına geçeceğim birliği olan o meşhur kıtanın. Kız karanlık, karana kara katsın dile getirdiklerim. Kus karanlık, bütün öfkeni, kesesinde saklandığın kibrin, seni manipüle etmesine cevaz veren yine sendin. Kus ve bil karanlık; Etnik farklılıklara cezayı, etik formatlarla kesen Ve babasının oğullarını kutsal ruhla göverten Vaad edilmiş toprakların mahsulüyle yetinmeyen Ölümün soğukluğunu katalitiklerle pazarlayan Adanmış bütün yaşamların kof olduğunu sandıran Ve lüzumsuz çabaları meşrulaştıran zihinler daima sevdi seni. Seni sevenleri sevmeyenler bizler, Mezopotamya’daki mevcut totemleri çokumsayarak gözümüzle güleceğiz sana. Dur karanlık; İnmeden henüz tırnak uçlarımıza,

Anlatacaklarımı dinlemen gerek, Dört gün önceydi, balkonuma turuncu bir kadın değdi, elinde Keskin Bir/Hanım vardı, kirpiklerinde göz açan ve bileklerinde son bulmayan ölmekten muaf sevisini dinletti. Yirmi beş dakika sürdü. Yirmi beş dakikada katmerlendi korkum. Az mı geldi karanlık? Palavradan sıyrılsan ya bir kerecik hangi köyde okşadın böylesi serzenişi tam tamına bin beş yüz saniyelik… Şimdi müsaade et karanlık, peşin sıra dolaşan muhtemel varlık ve kati yokluk sahasında belirene gitmeliyim. Söz akacaksın, söz yağacaksın, söz bırakacağım kendimi sana, söz katacaksın beni de dönütsüz kervanına. Ama önce içimden fışkırtmam gereken ve ona yalnızca akşamüstü kurabileceğim cümlelerime imkan tanı… Oradaki! Dinle, gelecekteki gelmesi muamma kadınım; Bana azami on iki buçuk dakikalık yaz ve beni asla turuncu kadar sevme; tahterevalli değilim... Son aydınlığın verdiği yetkiye dayanarak ifadelerimi toprak ilan ediyorum. Evet, sendeyiz karanlık,, karanl, ka kkk.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Adım Çıkmış Mahallede… Derdim devrimleri yıkmak değildir, aksine sağaltmak...

turuncuyum... Maviye kıydırmış bir turunculuktan söz ediyorum...

Devrimler de yavaş olur, dedi güneşin başağı bu akşam ona senden bahsederken, sendeki sığınamamayı anlatırken...

Ama yorulmadan hep dillerim "ben burdayım" diyor ki pulbiber tadında yansa da hep...

Yetinmemeliyiz, ne ile yetinelim bize verilen ne kadar tohumu filizlendirelim?..

Yüksekçe bir balkonda oturmuş şimdi içimi serpme bozukluğun sağlıksız içeriğiyle yıkarken saçlarım kazınıyor...

Bu gece bir fena içim... Bakamıyor, göremiyor hem de bakıp ve görürken... Adım çıktı mahallede ketenden bozma gömlekteki toprak parçalarını ararken... Köşe başından çıkan kıvırcık gibi boşaldı içim... Hem de kahkaha atarken... Rüyalara inansam seni oracıkta bırakmam lazım... Boynum sökülüyor bunu hissettiğimde...

Yağmur yağsa da yürüsem diyorum, o da yağmıyor. Yaz gelmişti değil mi?

Ben şunu demek isterim ki ben bir rengim evet kibritler çakıldığında yanan renk kadar

Serap Bozkurt

Çay soğumaya meyillidir, ben gitmeye... Devrimi tutmamış bu eller yaşamaya meyyal... Ne de olsa gece leyla, gece leylak, gece saçlar kadar kara...

serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Yakarışımdır Sevgili dost, Yakarışımdır. De ki: Hiçlikten gelenle hiç oldum ben, ışığı gözümü aldı kör oldum ben. Gerek ışık vurmayan uç oldum ben, gerek ışığı ıslatan yaş oldum ben. Sevgili dost, birin bin, binin bir olduğu yerden, Acıdan ve hazdan ve yekpare taştan örülü bin katlı devasa bir binadan, Kederden ve sevinçten ve ağaçtan ve sudan ve topraktan örülü gür bir ormandan, Akıldan ve vicdandan ve gerçeklerden örülü kapısız boş bir odadan Yazıyorum şimdi sana. Duy dost! Kalbimin çırpınışlarını, sevaplarımı, günahlarımı duy. Kırdıklarımı ve kırıldıklarımı duy. Ve süvarilerimle kaç kapılı şehirden içeri girdiğimi duy. Yakarışımdır. De ki: Yaşın kar olduğu don oldum ben, yerde donu çözdüren tuz oldum ben. Gerek tuz basılan yas oldum ben, gerek yasa basılan kor oldum ben. Sevgili dost, günahlarımın sevaplarımdan ağır bastığı yerden yazıyorum sana. Günü sorup güneşi aradım, ayı verip geceye koydular beni. Nehri sorup denizi aradım, apar topar kuyuya attılar beni. Hakkı sorup adalet aradım, darağacına nail buldular beni. Güllerle bezeli bahçemden, bilmem kaç kapılı şehrimden ve kapısız odamdan kovuldum, Yola revan oldum. Sevgili dost, çıkılan yolun sonu yok, bir adım attı mı artık onun ardı yok, umudun cismi yok. Umut saklı bir sende, sen ile sessiz bende, senin bile haberin yok.. Şimdiyse o bin katlı devasa binadayım, kapısı var odalarımın ve ziyaretçim imkansızlıklarım. Ne sen gelirsin ne de bir başkası Bin benden biri bile burada değil. Ne güneş doğar ne de ay Bin yıldızdan biri bile burada değil. Yakarışımdır. De ki: Kalpte koru kızdıran od oldum ben, Kaf’ta odu yaktıran han oldum ben. Gerek hanı işleten kul oldum ben, gerek kula bey diyen ham oldum ben. Sevgili dost, hatırlayamadığım bir hayattan yazıyorum şimdi sana Cenklerin evvelinde, unutulmuşların evlerinde Ben bile bilmem belki, Ama sen bil ki, Bin benden birinde belki Şehrim, bahçem ve odam hepsi benimle Kalbimde, Seninle birlikte, Belki.

Kurtuluş Öztürk kurtulusozturk@kulturcikmazi.com


- Burak ErdoÄ&#x;an -



Şahsi Yalnızlıklarım 9 Herhangi bir gün uyuduğunda artık bütün sesler durmuş olacak bedenin soğuk ve sıcaktan muaf turnalar yerine solucanlar aldığın her nefes tedavülden kaldırılacak Susacaksın sessizliğe İşte sen insan dediğim müsvedde bu kadar anlamlısın benliğim gibi çürüyünce Kalkıp silkeleyeceksin kendini ciğerlerin dökülecek kargalar uçacak üzerinden ellerinle yemleyeceksin ruhun asla uyuyamayacak

aldı mı hiç gözlerinden? ben yaralıyken vuruldum nasıl, nasıl da acıdı içim Şimdi bir ayrılık düşün kalan ve giden haklı ve anla anlayabilirsen hayatı kaç türlü ölüm var sayamıyorum artık bu ne zenginlik böyle Hayat boyu sürgün sürgülenen kapıların ardından para, aşk ve huzurdan başka ne ki gerisi koskocaman bir yalan

Herhangi bir gün giyindiğin son elbisen bembeyaz olacak rüzgar

Merak ediyorum; akıp giden bir ırmak kaldı mı ileride? umutlarımı yeşertmek için çoğalan söğüt dalı belki de kurumasa yatağı hayat taşırdı kenar boyu uzun yatıya misafir olmadan anasının diziden düşer miydi boynu?

Sahi;

Ah!

Sen hiç ölüme şiir yazdın mı? gökyüzüne sığmayan bulut yağdıramadığı yağmurun öfkesini

Sen deyince hava kararır şimşekler gelir bulur ağlamak geçer gözlerimden


çarpar kirpiklerim birbirine gözümden düşer sibel damlaları toprak hasretini kırar avuçlarım içinde ve göstererek ölü eti yiyen bembeyaz elleri bırak artık üzülmeyi terzilik baba mesleği olsa ne yazar dikiş istemez kefen Şiirler ne anlatabilir ki altı üstü kelimeler işte kalem ve kağıdı yok say nereden anlayacaksın ne halde yar? bak üç şiir yazdım sana bu dördüncüsü oysa değişen tek şey gecenin örtüsü Kapıyorum gözlerimi geçsin de göreyim ışığın hükmü Gidebilirsin hepsinin finalinden hatta ve hatta şarkıları da al kendi melodisini besteleyen rüzgar misali ıslık çalarak yürürüm ben teselli verip durma bana senin üzerine sessiz harf tanımam ne zaman adın düşse alfabeden dilim çıplak kalır hiçbir şeyden tat alamam

Artık beni yok say HAYAT! Hiçbir kadını eskisi gibi sevemiyorum artık kadınlar mı eskidi? yalnızlığa mı alışıyordum yoksa? seni severken... Pardon adı yalnızlık mıydı sevginin? Kadınlar ki yokken fark edilir varlıkları bir akşam çok geç saatlerde kollarının arasına alırsın yastığı aşk şaşırır menzilini Kadınlar ki Ahmet Haşim’in kafiyelerinden uzak bir sesle bulur seni gözleri bilmez acının ve cesaretin rengini kocaman dilekleriyle yıldızları toplarlar gök yüzünden

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com


- Ben… aa… Sadece biraz endişelendim. - Peki, iyi. O halde sarılmayı bırakır mısın artık? Nefes alamıyorum sanırım. - Oh, pardon. Sen içeri geç. Ben… Ben biraz dışarı çıkıp hava alacağım. Jon derin derin nefesler alarak sonuna geldiği sığınağın tünelinin ardından harabe binanın dışına çıktığında terini silip iyice bir gerindi. Aklında binanın karşısındaki gece kulübüne gitmek vardı ama gerinmesinin ardından gözlerini karşıya çevirdiğinde orada rengârenk neon tabelalarla dolu bir atari salonu gördü. Anlam veremese de son zamanlarda yaşadıklarından dolayı pek şaşıramadı. Sokağın hala aynı sokak olduğuna emin olduktan sonra atari salonuna girdi. İçeride Ninja kaplumbağa kostümlü birkaç çocuk ellerinde renkli plastik sopa ve kılıçlarla birbirlerini kovalıyordu. Makinaların büyük çoğunluğu boştu. Boş olanların birçoğu çalışmıyordu bile. Salonun iç kısımlarına ilerlediğinde duvar diplerinde gördüğü camların içerisinde korunan kâseler dikkatini çekti. Hemen hemen hepsi boştu. Sadece ikisinin içinde tuhaf görünümlü küller gördü. Kâselerin önünde dikilirken kostümlü çocuklardan biri yanına geldi. Elinde bir sopa bir kılıç vardı.

Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 6: Jon? Kate ile saatler süren sessiz bekleyiş Sophia’nın elinde keman ile kapıya dikilmesiyle sona ermişti. Kapının tıklanmasıyla birlikte Jon oturduğu yerden fırlayıp Kate’in rahatsız edici inceleyici bakışlarından uzaklaştı. Kapıyı açtı ve “Şükürler olsun!” diyerek karşısında sapasağlam duran Sophia’ya sarıldı. Sophia durumu garipsemişti. - Aklından neler geçiyordu?

- Büyükannemin dediğine göre onlar Anka külleriymiş. Diğer kâselerdekiler tekrar doğmuş fakat bu ikisi kalmış. Mavi ve kırmızı olan… - Donatello kılıç kullanmaz ufaklık. Jon çocuğun elinden silahlarını aldı ve kılıcın tepesini çıkarıp sopayla birleştirdikten sonra geri verdi. - Ama Donatello zekidir. Bir yolunu bulur. - Büyükannemin anlattığı başka bir hikâyeye göre bu küller uğruna doğacakları kişi gelene kadar öyle kalmaya devam edeceklermiş. Ne yazık? O camın ardından asla anlayamayacaklar. Çocuğun anlattıkları Jon’un kafasını karıştırmıştı. Salonda şimdiye kadar hiç görevli görmemiş olması da aklındaki fikri bir an önce


uygulamaya itiyordu onu. Camları bir hamleyle kaldırdı, hiçbir şeye sabitlenmemişti. Bir süre külleri izledi. Kafasını yaklaştırıp koklamaya çalıştı. Daha sonra kısa süren bir kararsızlıktan sonra onlara dokunmak için elini uzattı. Atari salonunun kapısından hızla giren Sophia koşuşturan çocukları iterek doğruca Jon’a ilerledi. Kolunu tuttuğunda Jon’un parmaklarıyla küller arasında birkaç santim mesafe kalmıştı. Kolunun tutulmasıyla şaşkına dönen Jon hiçbir tepki veremeden öylece kalakaldı. - N’apıyorsun sen? -… - Gitmemiz lazım. - Ne? Nereye? - Çabuk! Buradan bir an önce gitmemiz lazım! - Ne oldu? - Kate… Şimdi anlatamam. Hadi! Sophia, Jon’un kolunu bir an için bile bırakmadan onu dışarı çıkartıp doğruca arabaya bindirdi. Şoför koltuğuna oturdu ve marşa bastı. Derin nefesler aldı. Ardından el frenini indirip gaza asıldı. Yan koltukta şaşkınlıktan eli ayağına dolaşmış bir şekilde oturan Jon yıkıntıların arasına hızla dalan Sophia’yı, her dönemeçte daha da üzerlerine geldiğini fark ettiği tankları ve birkaç dakika sonra tüm gürültüsü ve kaba görüntüsü ile arkalarında beliren motorun üzerindeki kızıl saçlı ufaklığı izliyordu. Bir şeyler ters gitmişti ve olağanca hızlarıyla oradan kaçıyorlardı anladığı kadarıyla. - Keman? - Bende merak etme. Kısa süren kovalamacanın sonunda önleri askeri bir tank tarafından kesildiğinde umutsuzca başını öne eğdi Sophia. Yolun sonuydu onlar için. Başaramamıştı. Jon’a kaçmasını söyledi. Jon arabadan inip bir süre nereye gideceğini bilmeden etrafına bakındı. Kate, hemen arkalarına kadar gelmiş, motoru durdurmuş ama

inmemişti. Arabanın içine bakıyordu intikam dolu gözlerle. Tanka baktı Jon. Kulaklarına inceden bir ses geliyordu tam anlaşılmayan. Bir yerden tanıyacağım düşüncesiyle gözlerini kapatıp bir iki saniye bekledi. Sonra tanka yürüdü meraklı adımlarla. Ses içeriden geliyordu ama hala anlaşılmıyordu. Tankın namlusunun altından geçip ön bölmenin kapağına yaklaştı. Ses giderek artıyor ve sürekli bir şeyler söylemeye devam ediyordu. Ellerini yavaşça tankın soğuk metal yüzeyine dokundurdu Jon. *BAM!* Büyük bir gürültüyle topun namlusundan çıkan koca mermi yeri yerinden oynatacak bir sarsıntıyla ‘77 model anka kuşu işlemeli gümüş Pontiac’ın, Jim Morrison’un tavanını sıyırarak hemen arkasındaki motoru ve üzerindeki kızıl saçtı gotik cüceyi havaya uçurdu. Beyni patlayacakmış gibi hisseden Jon yere kapanmış, kulaklarını tutuyordu. Topun hemen yanında olduğu için bütün basıncı yemiş, vücudundaki bütün deliklerden kan gelmişti. Ama ölmedi haliyle. Uzunca süre kıvrandı yerde. Bulanıklaşan gözleri tankın kapağının açıldığını ve içinden uzun saçlı bir siluetin neşeyle zıplayarak oradan çıktığını ve ardından endişe içinde yanına geldiğini gördü. Görüntüyü seçemiyordu. Sesleri de algılayamıyordu. Göremediği o kişinin bir şeyler söylediğini uğultulu bir şekilde duyabiliyordu. Ne dediğini anlamak için daha fazla zamana ihtiyacı vardı. Kafatasının içindeki baskıya daha fazla dayanamayıp kendinden geçtiğinde kafası Morrison’un yönüne düştü. Bir anlık arabanın içindeki hareketi gördü ve rahatça gözlerini kapadı. *** - Jon? - …hım…hıms…..hh…. - Jon, uyan. - Hı? Neredeyim ben? - Güvenli bir yerde… Jon, neler olduğunu hatırlıyor musun?


- (Olumsuz şekilde kafasını sağa sola salladı) - Beni hatırlıyor musun? - Yüzün tanıdık. - Hadi ama Jon, sana kendi yaptığım tatlımdan yedirmiştim o gün. Nasıl hatırlamazsın? - (Yüzünü buruşturup bir süre düşündü) Isabella? Ryan’ın restoranındaki kız. - Evet! İşte bu. Beynin hala sapasağlam, bu yaşına rağmen hem de. - Sen… Burada ne arıyorsun? Hele ki o tankın içinde… - Seni kurtardım ya, bu kadarı yetmez mi? - A-ha, ödeşme vakti. Ehhehhe. - Aynen öyle. Hadi şimdi rahatına bak. - Dur. Sophia?

- Ben biraz daha uyuyacağım. Jon uyandığında kapının önünde tuğla kırmızısı 1980 model iki kapılı bir Volkswagen gitmeye hazır bekliyordu. Bütün eşyalar yüklenmişti. Arabanın yanına geldiğinde Sophia’nın elinde tuttuğu haritaya uzaktan bir göz attı. Haritanın üzerinde kırmızı kalemle iç içe iki daire içine alınmış noktaya baktı. Bir şey anlayamadı. - Orası neresi. - Gideceğimiz yer. - Bir yerleşim yerine benzemiyor. - Çünkü orası bir dağ. - Peki, nereden biliyoruz gitmemiz gereken yerin o dağ olduğunu? - New Orleans’tan kovalanarak kaçmamızla aynı sebepten.

- Canlı, sağlıklı, yorgun. Uyuyor.

- Söyleyecek misin?

- Peki.

- Sana işkence edebilirim.

***

- Ha ha. Ne komik?

Isabel’in evinde bir hafta kadar yarı baygın şekilde yattıktan sonra nihayet kalkacak gücü toplamıştı kendinde Jon. Kafasındaki boşlukları doldurmak üzere Sophia’ya ya da Isabel’e gitse de her ikisi de onu cevapsız bırakmış ve olanların üzerine birer örtü çekmişlerdi. Yola çıkmak için eşyalarını toplayıp arabanın yanına indiğinde çok acı bir görüntüyle karşılaştı Jon. Pontiac’ın tavanı erimiş ve içine göçmüştü. Camları ve aynaları kırılmış ve tahminen süspansiyonları da kırılmıştı. Kelimenin tam anlamıyla araba çökmüştü. Elinde çantalarla eve çıkarken kapıda Sophia’yla karşılaşınca “Yürümez mi bu?” diye sordu ümitsizce arabayı işaret ederek. - Buraya kadar tankla getirdik. - Yolumuza nasıl devam edeceğiz? - Isabel bize araba ayarlayabileceğini söyledi. Şimdi beraber bunu halletmeye gidiyorduk zaten.

- Kate’in görüşü (görme yeteneği)… Ben istediğimi aldığımda o durmadı. Fazlasını öğrendikçe hırslandı. Hırslandığı zaman tehlikeli biri oluyor. - Ah orası kesin. Colorado’nun güneyinde, 160. otoyolun üzerinde kalan Pagosa kasabasına girdikten bir süre sonra arabayı bırakıp yayan ilerlemek zorunda kaldılar. San Juan milli ormanlarının içinde ellerinde kör bir pusula ve bir harita ile Teal kamp alanlarına ulaşıp bir gün orada dinlendiler ve sonra kuzeydeki dağların ardında kalan bıçak sırtı (Knife Edge) denilen yere yürüdüler. Bıçak sırtına bu ismi vermelerinin bir sebebi vardı. Dağ o kadar inceydi ki diğer dağların arasında bir bıçak kadar keskin ve dik duruyordu. Tepesi yürünecek genişlikte olduğu için yürüyerek zirvesine kadar çıktılar ve bir şeyler olmasını beklediler. Yükseklik korkusu olan Jon olabildiğince kenarlardan uzak durmaya


çalışırken Sophia ayaklarını keskin yamaçtan aşağı uzatmış günbatımını izliyordu. Bir an için ellerini arkaya uzatarak destek alıp yaslanmak istedi ama sağ elinin altındaki yassı taş o kadar hızlıca kaydı ki Sophia’nın dengesini kaybedip sırtüstü yere düşmesine neden oldu. Elinin altından kayan taşı Jon yerden alıp incelediğinde şaşkınlıktan hiçbir şey diyemedi. Taşla birlikte kahkahalar atarak olduğu yerde daireler çizip zıplayıp dans etmeye başladı. Ne olduğunu merak eden Sophia’ya taşın altını gösterdi, “Jeff, 624m” yazıyordu. Sophia da sevinçten yerinden fırlayıp Jon’un dansına katıldı.

kalktığında duman gözlerinden akıyordu. Sophia meraklı bir ses tonuyla seslendi Jon’a:

Taşı keşfetmelerinin üzerinden saatler geçmişti fakat hala bir ses yoktu. Güneş yerini normalden üç kat daha büyük olan Ay’a bırakmış ve yeryüzü ay ışığıyla açık lacivert tonuyla parıldamaktaydı. Uzaklardan geçen uçakları ve yıldızları seyretmekten başka bir şey yapmıyorlardı ki keyiflerini şiddetli sayılabilecek sarsıntılar bölmeye başladı.

*Son*

Bulundukları tepenin genişliği çok değildi. Sarsıntılar artınca Jon ve Sophia ayağa kalkıp köşelerden uzakta birbirlerine tutunup geçmesini beklediler. Ayaklarının altından kopan kaya parçaları, ikisini birden dağın dimdik yüzeyinden sonu görünmeyen bir karanlığın içine sürüklediler. Bir mağaranın içinde uyanan Jon ve Sophia, fenerleri ve Jeff’i bulma umutları ile gidebildikleri kadar derine gittiler. En sonunda yolları bitmişti. Önlerinde bomboş beyaz bir duvardan başka hiçbir şey yoktu. Yanlış yerde olsalar bile onları duyabileceğini bildiği için babasına seslendi Sophia, yardım istedi. Aniden etrafındaki kayalardan gökyüzü kadar parlak ışıklar yayılmaya ve etraflarında mor ışıktan bir çember oluşmaya başladı. Mor ışıktan oluşan çemberin etrafında siyah bir duman geziniyordu Jon onu izlerken. Sophia kemanı Jon’a verip olan biteni izlemeye devam etti. Kemanla ne yapacağını bilmiyordu Jon, etrafında dönüp duran siyah dumana doğru uzatmak isterken keman birden elinden kayıp gitti ve boş duvara yapıştı. Ardından duman çemberden ayrılarak Jon’un içine girdi. Sendeleyip yere düşen Jon

- Baba? - Sophia, güzel kızım. - Baba, bütün bunlar ne içindi? Şimdi ne olacak? - Gördüklerimi sana da gösterebilirim. Sana sonsuzluğu verebilirim. Bunun için önce bir bedene ihtiyacım vardı. Onu da aldığıma göre... Seçim senin, her şeyi öğrenmek istiyor musun?

Sağına ve soluna birer yıldız koyduğu “Son” yazısını tam ortalayıp ortalayamadığını anlamak için daktilonun üzerine eğilip sol eliyle pedala bastırarak kâğıdı yerinden çıkardı. Sandalyesinde doğrulmuş şaheserinin son sayfasını gözlüklerinin üzerinden attığı ince bakışlarla süzerken eşinin ayak seslerinin yakınlaştığını duydu. Sesler solunda kalan kapıya ulaştığında başını hafifçe çevirip “Bitirdim.” dedi. Sonrasında ağustosun o zamana kadar ki en gürültüsüz gecesi topuk sesleriyle bir daha bölündü. Kıvırcık saçlarını saten geceliğinin üzerinden Nicholas’ın omuzlarına bırakıp kulağına yaklaştı eşi. “Bakabilir miyim?” diye sordu, izin vermese de o kâğıda bakabileceğini biliyordu. Kâğıdı kendisine doğru tuttuğunda kocasının omuzlarının üzerinden son paragrafı hızlıca okudu ve sonra alaycı bir gülümseme yerleşti dudaklarının kenarına. - Berbat bir yazarsın biliyorsun değil mi? - Bir yazar değilim. Yani en azından artık değilim. Önceden de değildim. - Niye yazdın peki? - Yazılması gerekiyordu. Başkası tarafından değil, benim yazmam gerekiyordu. Ve berbat yazılması gerekiyordu. Aldırış etmedi kocasının beylik laflarına. “Hıhımm” diyerek geçiştirdi arkasını dönüp


odadan çıkarken. O “Hıhımm”ın ardından ufak bir kahkaha patlatıp sandalyesinde döndü Nicholas. Natalie’yi izlemeyi pek severdi. Kalçalarının kıvrımlarıyla bütünleşmiş siyah geceliğin bir sağa bir sola kıvrılışını izlerken geceliğin Natalie’nin cildinin üzerinde çıkardığı ufak hışırtıların beyninin en derin noktalarında yaydığı titreşimi hissediyordu. Topuk seslerinin duyulamayacak kadar uzaklaşmasıyla beraber boşta kalan

gözlerini kapı eşiğinden asma kitaplığa, oradan da gecenin karanlık ihtişamlıyla buğulanmış pencereye çevirdi. Sandalyesinden kalkıp cama doğru ilerledi gökyüzünü daha geniş görebilmek için. Yorgunluktan ve uykusuzluktan acıyan gözleri, ay ışığının –olması gereken boyuttaki ay ışığının- masajıyla rahatlıyor, dolunayın siyahı laciverte, sarıyı da yeşile, hatta kimi zaman kırmızıya çeviren o griliğinde uykuya dalıyordu. Bitmedi, bir bölüm daha var…

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com


“Haşmetlimiz Çok Yaşa!” İkindinin can çekişleri devam ederken, yine her zaman ki gibi sırtımı ihtiyar bir ağaca dayamış, oturduğum yerden olanları izliyordum. Ağaçlar, kendilerinden uzun olan gölgelerini giyinmişti bile. Güneş, bir günün daha öldüğünü ilan ederken zorla giydirmişti aslında. Ay'sa daha Güneş'in batmasını beklemeden, padişahını tahtından indirmeye hazırlanan bir şehzade gibi belirmişti çoktan semada. Farkettim ki bizim hiç dikkat bile etmediğimiz doğada, çok fazla şey yaşanıyordu. Keder, sevinç, korku umut ve hatta soğuk savaş... Hepsine ev sahibiydi. Siz benim yazdıklarıma bakmayın. İyi bir yazar, bu olaylar silsilesinden nitelikli bir roman dahi çıkartabilirdi. Evet, hava iyice içine kapanmaya başlamıştı. Hani umut demiştim ya, tam da lafımın üstüne; karanlık çökerken ateş böcekleri peyda olmuştu. Bunlar çok ufak umutlardı, hatta devamlılıkları bile olmayan... Yine de tüm dikkatleri üzerlerine çekerlerdi ve siz ilk onları fark ederdiniz. Sanki bizlere ertesi günün parlaklığını vahyediyorlardı. Ay artık tüm saltanatı eline almıştı. Karanlığı tam göbekten yaran halesi, otoritesini simgeliyordu. Güneş devrilmişti ve Mehtap bizden biadımızı bekliyordu. ''Haşmetlimiz çok yaşa!'' Ne de çabuk unutmuştuk Güneş'i. Biz bu Dünya'nın yarısını kaplayan karanlığa değil bir avuç korkumuza yenilmiştik. Aslında hemen yatıp uykuya sığınabilirdik ama rüyalarında yarısını kabuslar kaplamıyor muydu? Birçoklarımız, bunu göze alamadığından fincanların huzurunda

sabahlamıyor muydu? Bakın, yapraklar bile titriyor. Onların da rüzgar bahanesi, bizim gözlerimize kaçan tozlara benziyor. Oysa ki rüzgar da eserken tir tir... Kendimce doğayı böylesine fişlerken vakti hepten unuttuğumu fark ediyorum. Karanlık içime kadar oturmuş. Artık oturup kaldığım bu yerden evim gözükmüyor. Korkudan kıpırdayamıyorum da. Vakit ilerliyor, ilerliyor... Rüzgarın da içine bir kurt düşmüş olsa gerek ki uludukça uluyor. Ürkekliğimden tüm kuşlara ''Bay'' diye hitap ediyorum. Sanki mağaralarına götürecek beni yarasalar. Sanki kırk haramiler... Daha önce geceye hiç bu denli aşina olmamıştı gözlerim. Şuan karanlık, en derin uyanıklığında. Yani şafaktan hemen öncesinde. Güneş şimdi ihtilale hazırlanıyor olmalı. Bizde isyana hazırdık tabi. Bizim devrimimiz sadece yeni bir güne, yeni bir otoriteye. Ve sonunda doğuyordu Güneş! İlk ezan kulaklarına okunmaya başlamıştı bile. Bizse her güce, yüce demeye alıştığımızdan, bileklerimizden daha kolay bükülüyordu boynumuz. Neyse ben aklınızı bulandırmayayım. Şimdi siz unutun tüm söylediklerimi. Geceyi de sanki bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi unutun. Hatta gelin şimdi balıklarla beraber Güneş'i selamlayalım. ''Haşmetlimiz çok yaşa!''

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com


Senli Şiirler I Sussam, yağmurun sesisin Ağlasam, gözyaşısın yanağımda. Koşsam, seninle bütünleşecek bütün yollar biliyorum. Sevsem, yarınsın; karanlıksız heybetli. Başımı kaldırsam senin yıldızın çarpacak başıma, Buğulansa camlar, adın kalacak sımsıcak. Tahta bir masa, bir ağaç kavuğu belki… Hatırımın en güzel yanında bağdaş kurmuş biri gibi. Söylenmemiş cümlelerim kaçacak delik ararken Sisli bir havada... Bir yansımaya takılıp kalır bedenim.

Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com


Betondan Olma Bir Köprü Ağla şimdi… Kapalı çarşının sulukları dolana kadar ağla bu gece. Beyaz şeritler akarken altından onu götüren arabanın, peşinden bir damla gözyaşı dökmeye halin kalmasın. Kalmasın ki, bir damla gözyaşını göremesin elveda derken. İçindeki kuytulardan saçılmasın ortalığa hissettiklerin. Kör kütük sev saçının her bir telini, ama körmüşçesine görme gidişini bu sabah. Koca bir köprü, duvar niyetine dursun aranızda. Geçmek o kadar kolayken ne sen geç, ne o gelebilsin. Günü birlik yolculardan mektuplar yollayın birbirinize. İki kıtayı değil, iki yüreği bağlasın her bir metresi; betondan olma bir köprü, aşktan olma duygular taşısın. Her gün lanet oku kendine sakladıkların yüzünden. İçine attığın her duygu için

pişmanlıklar sıraya girsin dert sofralarında. Kokusu mezene karışsın her gece, yediğin hiçbir şey tat vermesin. Gün doğumu genizini yaksın her sabah, miden allak bullak, damağında bir tek onun tadı olsun. Rakamlar değişmez olsun takvim yapraklarında. Yelkovan yalnızca ömründen eksiltmekle yetinsin. Zaman sadece senin için akarken, onun gelişi hep sonralara kalsın. Sen ise korkmaya devam et duygularının adını koymaktan. Büyüsü bozulur diye; isimsiz, izinsiz, içinden sev sürekli. Susmak tek çare kaybetmenin pırıltısı…

gözüksün,

konuşmak

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Paslı Çakı Bilendi Yağmur ardından açar şairler...

Bana masal anlat, zaman olmasın içinde. Özlemeklik olsun da beklemeklik olmasın...

Kalbin damıtılması kaderdir! Sen istersen yönetirsin filmini, yazgını yeter ki korkutma. Ellerin dizlerinin üzerinde olmalı kendinden bahsederken, gözlerin göklerde... Sen morsun! Hüzün, hazan, gerçek, soyutluk, maviliği ve griyi göbek deliğinde dinlendiren mor! Sen morsun adam... Sen bilir misin renklerle konuşmayı? Konuşurken onlarla, kımıldar renkler, tıpkı suyun dalgalanması gibi. Yavaş yavaş usuldarlar tende... Aynaların mumları parlatması gecelere hastır, günler istese de yapamaz bunu. Elleri bu mayaya cevval değildir. Bu sebepten ötürü sabırsızlığım. Sosyoekonomik sınıflar senin olsun, sevgi benim. Tam da bu sebepten ötürü gel sevelim birbirimizi; aç sevelim, yoksul sevelim, yarım sevelim, ama sevelim. Mordaki turunculuğu yaşat bana. Yaşat ki ovalardan uçsun sesim. Yaşat ki dağlardan kanatlanabileyim. Sonrasını deniz halleder. Anlatır sana tren raylarındaki küf yenilenmeyi. Sesin geçmeli tenimden, diplerimden fısıltılansın! Ben duyarım sesini!

fısıltıların

kulak

Kent şarkılarındaki kentlerin denizleri aksın saçlarımızdan gayrı... Penceremde fena martı sesleri ve umut yenileniyor. Ağladığıma yanıyorum artık. Gülüşleri yaşat saç diplerime, çakılarla çiziklenmiş dizlerime... Ellerimdeki yaşlılık gençleşsin... Umut yenilen değil, Öğrendim bunu seninle.

yenilenen

bir

şeydir.

Rabbim alma elimden suyumu. Bu saka daha fazla susuz sakilik yapamaz. Şarap henüz harcımız değil, mayalanmaktayız zamanın zembereğinde... Umudumuz gökyüzü, beklentimiz gökkuşağı... Yağmurun ıslatıp seni toprak gibi kokmanı isterim avuçlarımda... Adım, temizledi tüm intikamları... Gömlek kolları artık aklandı zaman makinesinde. Bir tek geriye elini alıp elime, kokunu sürmek kaldı yüzüme... Sıvamadan, bir tüy hafifliğinde geçsin hayat denen meşrepsiz mahlukât. Karar 2: Ebemin elleri kınalı, annemin beklentileri pamuklu, benim sevgim bekçili, senin davan devrimli...

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Vertigo bize özgü bir hoşluktur "out-run" bir çift çırpı bacağın koşarak alıp yediği salçalı tostun ardında... etüt etmeden sevmişim, muattar hanım teyzenin, çamaşır ipine çamaşırları buruşmasın diye bir kez silkerek astığı balkonu. bârân yerine dürr ü güher yağarken semadan ben o bahçedeydim. basketbol topuyla serçe parmağım inciniyordu ve "capri-sun" ile iktifa ediyordum... aksülameli; içtiğim oraletin parasını benden almadıklarında öğrendim. evet işte burası benim dünyam! benim zamanım. mütenekkiren oraya gitsen de seni hislerinden tanırlar. çünkü onlar, küçük hesapların değil; küçük hislerin, büyük insanları. ve seneler sonra tekrar anladım ki; bize özgü bir hoşlukmuş vertigo "prince of persia"nın ardındaki ilk göz ağrısı gibi...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Ray Harding Bölüm 3: Sır Perdesi Harika, şahane, harikulade… İşte bunların hepsi Ray’in kafasından geçen kelimelerdi. Bir hafta öncesinde olsa bütün torbacıların ve onlara teminat yapanların canına ot tıkamak için ailesi dışında her şeyi feda edebilirdi. Her şeyi. Hayatını bile… Ancak şimdi devletine hizmet etmek ve çökertmek istediği bir şebekeyi çökertmek için onların içine girecekti. Onlardan biri gibi hem de. Gece boyu sadece ve sadece bir şeyi düşünmüştü. Ve o da bugüne kadar sövdüğü torbacıların da polis olma ihtimaliydi. Şimdi kendisi de torbacıydı ve çaylaktı. Ama bu çaylak haliyle, şebekenin önde gelenlerinden bir polis dahi görmüştü. Sonrasında ise Tottenham’a gitti. Yeni görev yeri orasıydı ve eşine biricik eşi Rona’ya bundan hiç bahsetmemişti bile. Ne de olsa resmi olarak Manor House polis teşkilatına bağlıydı. Şu an ise yeni iş yerine varmıştı bile. Dursley’nin özel olarak tarif ettiği adamla buluştu. Adam, dilsizden biraz daha konuşkandı. Sadece biraz daha… Vardıklarında herkesin gözündeki o endişeyi

görmek için medyum olmaya da gerek yoktu. Ve nasıl deseydi bilemiyordu ama Ray, bir türlü rahat hissedemiyordu orada. Bütün uyarılar sonucu Dursley’i hayatında hiç görmediğini biliyordu sadece. Evet görmediğini… Soran olursa görmedim ama pek fena bir adama benziyor. Tuttuğunu bırakmayan, tutkulu, inandığı yolda arkadaşlarını satmayacak kadar takımına sadık… Derin bir sessizlik sonucu şebekenin en büyük lideri Beton James kalktı ayağa. “Hoş geldin delikanlı, biraz kendinden bahset bize. Kimsin? ” dedi ve ekledi. - Ağabeyim telefonda senden bahsederken çok heyecanlı ve umut doluydu. Sana çok güveniyor olmalı. Öyle değil mi? (Ağabey mi o da nerden çıktı) - Tabi öyledir efendim. - Güzel pekala. Daha önce tecrüben var mı? - Tabi ki var efendim. Takdir edersiniz ki doğrudan ağaca atlanmaz.


- Pekala öyle olsun. Rob, çabuk gel buraya! Rob’u çağırma sebebi belliydi. İşin kanunlarını bilen yeni elemana buranın kanunlarını öğretmesini emredecekti. Tabi emredecekti. Dilekçe yazacak değildi ya. Tüm gün orada çevreyi gezdi. Baktı. Sadece baktı. Kimse onunla konuşmuyordu ki. Aslında bu bir tavır değil bir savunmaydı. Ona karşı değil, pot kırmaya karşı. Beton James, bir pot kıranı affetmezdi. Kendi kendine o kadar çok şey düşünüyordu ki. Bir hafta önce şehrin en elit ve sakin bölgesinde polis memuruydu. Sonraysa “Manor House” gibi sorunlu bir bölgeye atanmıştı. Şimdi ise Tottenham’da torbacılıkla uğraşıyordu. Peki ya ağabey? Kimdi kendinden uzun uzun bahseden ve de muhtemelen işe alınmasını sağlayan ağabey? Nereden bakarsanız bakın çok ilginç bir durumla karşı karşıyaydı. İşin garibi bu adam Michael Dursley de olamazdı. Olamazdı çünkü ona duyulan güvenin azalmasından dolayı Ray’e duyulan güvenin az olmasını istemediklerinden dolayı bunu gizleme ihtiyacı duymuşlardı. Ve zaten güveni bu kadar az olan bir adamın övdüğü kişiyi sorgulamadan işe almak, kulağa pek uygun gelmiyordu. Bütün bu somut nedenlerin ardından Dursley’nin aralarındaki ilişkiyi söylememesini istedikten sonra, gidip bütün bunları anlatması da Ray’in aklına uymuyordu. Şimdi Rob yanına yaklaşıyordu. Ve elinde bir kağıt vardı. - Al bunu ve bu adrese git. Siparişler tamam mı bir bak bakalım. - Tamam dostum. Bu arada, ben Ryan. Bundan sonra sepetçi Ryan. - Pekala sepetçi. Beni biliyorsun zaten Rob. Beton James’in sağ kolu Rob. - Memnun oldum Rob. - Unutma! O adresten dönüşte direk buraya gel. Daha gidecek yer çok. - Hay hay…

Oradan ayrıldıktan sonra direkt adrese gitmeye niyetlendi. Yola koyuldu. Yürürken kağıdın üstünde yazan adrese baktı. Kağıtta “18 Kelvin Road NW1 6SP” yazıyordu. Hayırlı işler diye diledi kendi kendine. Tabi bu iş ne kadar hayırlı olabilirdi. O kadar çok soru vardı ki cevaplanması gereken. Nasıl bilgi toplayacaktı. Kimse ona ser veriyor ancak sır vermiyordu. Üstelik toplasa bile, o bilgiyi nasıl ulaştıracaktı onlara. Amir Hamilton’a… Vakit kaybına hiç tahammülleri yoktu. Adresten direk olarak mekana geri dönmesi emredilmişti. Tüm bu bilmeceler kafasında uçuşurken, nasıl olduysa adrese varmıştı. Kapıda bir adam bekliyordu. Uzun boylu, çatık kaşlı, esmer, her haliyle bir Türk’e benziyordu. Adam, telefonda Ray’in hiç anlamadığı bir dilde konuşuyor ve ara sıra da etrafına bakıyordu. Tüm bunlara rağmen, oldukça da sakin görünmeyi kendine bir borç biliyordu. - Hey sen bu adresin sahibi misin? - Evet! Sen de şu Ryan olmalısın. James geleceğini haber vermişti. Geç içeri. - Geçemem. Geri bekliyorlar. - Geç içeri sen. Gerisini bana bırak. İçeri geçtiğinde gözlerine inanamıyordu. Birçok soru, bir anda kendini yok etmişti. İçeride Michael Dursley vardı. Bir sallanan sandalyede keyif yapıyor ve aynı zamanda akşam haberlerini radyodan dinliyordu. Ray şaşırdı ama Dursley söze girdi. - Merhaba, Ryan ya da Ray. Bu herif Cenk. Bizim kadim dostumuz. Türk istihbaratından. Burada görevli. Bundan sonra seninle onun aracılığıyla iletişim kuracağız. O, James’in en büyük teminatçısıdır. Onun aracılığı ile Ortadoğu’dan getirttiği yüksek miktarda eroini piyasaya senin aracılığınla sürecek James. Ve onun evi bulabileceğin en güvenli ev çevrede. Muhtemelen senin evinden bile. - Neden? Nasıl benim evimden bile güvenli olabilir? Çabuk bir şeyler söyle?


- Senin evin takip ediliyor. An an izleniyor. Dikkatli ol. Şüpheli hareketlerde bulunma ve sana tavsiyem ailenden uzak dur. Onları gönderebileceğin bir yer var mı? - Var annesi Paris’te yaşıyor. - Güzel ilk işin bir bahane bul ve onu yolla. - Peki ya ağabey? Kim beni tanıyan bu ağabey?

- Bunu sana ben söyleyemem. Vakti gelince öğrenirsin… Sır perdesi aralanıyor derken bir anda tekrar artmıştı. Üstelik hayatına durduk yerde bir de Cenk diye bir Türk girmişti. Karısından kopmuştu. Ve ona bunu nasıl açıklayacağını da bilmiyordu. Bildiği tek şeyse asla yıkılmayacağıydı. Devam edecek…

Burak Karakaya burakkarakaya@kulturcikmazi.com



Gel Yolunu gözledim bir ömür boyu Hasretin başıma taç olmadan gel Aşığa cevretmek güzelin huyu Seni sevmek bana suç olmadan gel

Gözümde giz oldu hırçın denizler Bir bilsen bu bağrım neleri gizler İçimde yer eden bu derin izler Karışıp yokluğa, hiç olmadan gel

Sakla bu sevdamı duyurma ele Yen içinde kalsın düşürme dile Koşar adım gidiyorum ecele Gülüm, ötelere göç olmadan gel Gülüm, bende vakit geç olmadan gel

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com “İçime Gül Damladı” kitabından.


Uzun Zaman Oldu Çok yıl oldu, seni görmeyeli, Görürsen günün birinde Yüzümü hatırlar mısın? Seslensem, hatta bas bas bağırsam, Sesimi duyar mısın? "İşte onun sesi, buralarda hatta çok yakınımda" deyip etrafına bakınır mısın? Sahiden aklında suretim kaldı mı? Bilmiyorum. Çok zaman oldu, şiir yazmayalı, Kelimeler beni unutmuş olabilir mi? Onun için mi, ıssız ıssız süzülmüyorlar, defterlerimin arasına? Kalemim, onların istediği dokunuşu, duyguları veremiyor mu, artık? Onlara "gelin" desem, "Yanınızda O'nu da getirin." desem, Hatta orta yerde bağrınsam, Sesimi duymaz mısınız? Etrafınıza bakınmaz mısınız? Sahiden aklınızda suretim, kalbinizde sevgim, dilinizde ismim ve kulağınızda sesim kaldı mı? Bilmiyorum.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Mektup Ritüeli İkinci Mektup: Monoton Mektuplar Bu mektupların hiçbir zaman mutlu bir sona kavuşamayacağı aşikar. Hayatımın son günü de bir mektup sonundan farklı olmayacak. Sanırım her şey hep aynı olacak. Ben monoton olarak hep seni seveceğim. Zaten bu monotonluk öyle bir raddeye vardı ki, sürekli olarak seni seyrettiğim rüyaların bile sonunu ezberledim artık. Hep aynı bölüm, sürekli aynı sahne... Aylardır geçmek bilmeyen monoton bir öksürükte yer buluyor bu mektupta kendine. Güne sürekli olarak aynı saatte uyanan ihtiyarlardan daha dakiğim. Gerçi bunu monotonluktan çok bir ritüel sayabiliriz. Sonuçta bu, bile isteye... Çünkü seni kalbime ve düşlerime fısıldadıkları o zaman saygım var. Hatta bu vakti bir tılsım diye belledim. Sonrasında da uyuyamadığımı zaten biliyorsun. Bazen kargalara anlatıyorum kahvaltılarda seni. Anlatırken hep aynı yerde takılıyorum, hep aynı yerlerde gözlerim buğulanıyor ve sesim nedense

hep kibritçi bir kızı kıskandıracak kadar titriyor. Ancak bu kargalar seni o kadar merak ediyorlar ki, bıkmadan usanmadan her defasında aynı şeyleri dinliyorlar. Benim adıma da olsa, hep seni diliyorlar. Bazen 5.23'te uyanamadığım da oluyor ama affet beni. Çünkü her gece uykuyla dinmiyor. Bazen hayaller görüyorsun bir gece boyu. Üstelik yıldızlarda olmuyor kimi zaman yerlerinde. İşte o zamanlar, havadan çok için kapanıyor içine. Konuşacak bir dostu bırak, sayacak koyun dahi bulamıyorsun. Ben yine de inanıyorum ama bulutların ardında ki yıldızlara. Göremesem de biliyorum dilek vaktinin ne zaman geldiğini. İşte sana da aynen öyle inanıyorum. Son mektubumda da hala sana inanıyor olacağım. Nasip olursa, hedef 23 monoton mektup. Tabi muhtemelen ben çok daha fazlasını yazacağım. Arzu edersen bunları tek tek okurum sana ama bu mektupların büyük bir kısmı, yalnızca bana


kalacak gibi. Belki birçoğu ben ölünce ifşa olacak. Sana bunca şeyleri yazmama rağmen şu da bir gerçek ki, soğukluğunda kalbim de biraz üşüttü gibi. Hala bir kırgınlık var üzerinde, bir halsizlik... Daha doğru düzgün adım bile atamıyor ama hep adınla atıyor. Çünkü sen benim sol duyumsun sonuçta, gerisi mühim değil.

Hem belli ki sen de kırılmışsın, saç uçlarına kadar hem de. Mahzun yüzünden bin parça düşüyor ve biliyor musun? Yeryüzüne Ay yağıyor. Herkesin kendini gecenin ritüeline kaptırdığı şu saatlerde bir nöbetçi aşık, hala seni yazıyor ve hala sana... Dedim ya Allah biliyor. Ne kadar isterdim ruhuna fatiha olmak, Bir mezar taşına iki isim olmak, Olmak seninle ya da olmamak...

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com



“Camel” Geçenlerde internette dolaşırken gözüme çarpan bir cümle ile başlayacağım. O arkadaşın deyimiyle “Ekmek gibi, su gibi grup.” Dinleyince gerçekten de böyle bir grup olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü şarkılarını dinleyince bir doygunluğa ulaşıyorsunuz.

ve grup, plak şirketini Decca’s Gama olarak değiştirdi.

Sevdiğimiz şeyler hakkında düşüncelerimizi ifade etmek, en az onu tanıtıp bir başkasına anlatmak kadar zordur. Bu grup da tam olarak bu noktaya oturuyor. Camel’ı sizlere tanıtırken asla Pink Floyd’la karşılaştırma hadsizliğini yapmayacağım. O halde daha fazla lafı uzatmadan bu sayımızda Camel’ı tanıyalım.

1975 senesinde piyasaya sürülen ve dikkatleri üzerine çeken “The Snow Goose” yayımlandı. Albümde lirik olmaması nedeniyle bazı eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler alırken, bazı eleştirmenler tarafından da bir o kadar olumsuz eleştiriye maruz kaldı. Albüm konsept ve senfonik olması dolayısıyla pek çok müzik severin de beğenisini topladı.

Camel, 1971 yılında Andrew Latimer (vokal/gitar/flüt) liderliğinde Survey/İngiltere’de kurulan progressive rock grubudur. Daha sonra Andy Ward (Bateri), Doug Ferguson (Bas) ve Van Morrison’nın grubu Them’den klavyeci Peter Bardnes’ın da katılımıyla grubun ana kadrosu şekillendi. 1972 yılının Ağustos ayında MCA Records ile imzalanan antlaşmadan 6 ay sonra grup ile aynı adı taşıyan ilk albümleri olan “Camel” piyasaya sürüldü. Bu albüm istenilen başarıyı sağlayamadı

1974 yılında ikinci albümleri olan “Mirage”ı yayımladı. Eleştirmenlerce beğenilen bu albümde Latimer flütte ne kadar usta olduğunu gösterdi.

1976 yılında dördüncü albümleri olan “Moonmadness” yayımlandı. Grup bu albümle birlikte Amerika vizesini aldı. Caravan ve Soft Machine ile birlikte bir dizi konserde yer aldı. Basçı Ferguson’un ayrılmasıyla yerine Caravan grubundan Richard Sinclair geçti. Ayrıca saksafoncu Mel Collins’de gruba dahil oldu. 1977 yılında “Rain Dances” albümünün kayıtları sırasında Latimer ve Bardnes arasında anlaşmazlıklar yaşanmaya başladı.


saksafonu ile yer aldı. Ayrıca albümde ki tüm parçaların sözleri Latimer ile yakın ilişkisi olan Susan Hoover tarafından yazıldı. Bir sonraki albümün kayıtları sırasında Latimer tarafından, Paul Burgess (Bateri), Ton Scherpennel (Klavye) ve yine eski dostlardan Colin Bass resmi grup elemanları olarak ilan edildiler. Parçaların sözleri yine Susan Hoover’a aitti. Lead vokalde ise David Paton’ın yer aldığı “Dust and Dreams” 1984 yılında piyasaya çıktı ve çok olumlu tepkiler aldı.

Bu anlaşmazlıklar 1978 yılında “Breathless” albümü sonrası Peter Bardnes gruptan ayrılması ile sonuçlandı. Yeni albüm çalışmalarına devam ederken grupta yeni değişiklikler oldu. Bardnes’ın yokluğunu kapatmak için gruba Kit Watkins ve Jan Scheelhaas alındı. Richard Sinclair’ın ise yeniden Caravan’a dönmesi ile bas gitara Colin Bass geldi. Bu kadro ile grup 1979 tarihli “I Can See Your House From Here” isimli albümü kaydetti. Bu albümde de ilk albümlerinde olduğu gibi istedikleri başarıyı elde edemediler. Latimer bunun nedeninin konsept albüm dışına çıkmasına bağladı ve bir sonraki albüm için yine tek hikaye üzerinde yürüyen şarkılar yazmaya başladı ve 1981 yılında “Nude” albümü yayımlandı. 1981 yılının ortalarında Andy Ward’ın uyuşturucu ve alkol nedeniyle bagetlerini bırakmaya karar verdi. Andrew Latimer bir sonraki albümü için sadece stüdyo müzisyenleri ile çalışacağını duyurarak diğer elemanların da işlerine son verdi. “The Single Factor” albümünde aralarında David Paton, Chris Rainbow (her ikisi de Alan Parsons ile çalışmıştır), Francis Monkman (Curved Air), ve Anthony Phillips (exGenesis) bulunduğu kalabalık bir müzisyen ordusu çaldı. Bu müzisyenler arasında bir de sürpriz bir isim vardı: Peter Bardnes. Camel tam anlamıyla bir grup olamadan, yine bir önceki albümde yer alan stüdyo müzisyenlerinin bir kısmı ile 1984 yılında “Stationary Traveller” adlı albümünü yayımladı. Bu albümde yine eski bir dost Mel Collins

7 senelik bir suskunluğun ardından Latimer, 1991 yılında “Harbour of Tears” ile Camel’ı yine ayağa kaldırdı. Grup artık Andrew Latimer ve Colin Bass’tan oluşuyordu. Gruba daha önce ki albümlerde eşlik eden müzisyenlerin yanında yeni isimler de katkıda bulundu. Albümdeki vokalleri yine David Paton üstlendi. 1996 yılında Latimer yeni grup elemanlarını açıkladı. Latimer (Gitar/Lead Vokal) ve Colin Bass (Bas Gitar) ile birlikte Ton Scherpenzeel tekrar gruba çağrıldı. Davula ise Dave Stewart geçti. Daha önce Mel Collins’ın sağladığı nefesli desteği bu sefer celloda Barry Phillips ile sağlandı. Yeni albüm 1999 yılında “Rajaz” adı ile piyasaya çıktı. Bu albüm bazı Camel hayranları için Camel = Rajaz mantığına neden olsa bile 1973 yılından beri birçok mükemmel albüme imza attılar. Bu albüm sonrasında Camel bir kez daha eleman değişikliği yaşadı. 2002 yılında “A Nod and a Wink” albümü yayımlandı ve 2002’nin Ocak ayında ölen Peter Bardens’a adandı. Son yıllardaki bazı sorunlu turların ardından, 2003 yılında Camel Productions, grubun “Farewell Tour”u duyurdu. 2006 yılında Rogers Water “Dark Side of The Moon” konser serisinde gitar/vokal rolü için Andrew Latimer’i davet etti. Fakat daha sonra bu zorlu görevi Dave Kilminster üstlendi. 2007 yılında Susan Hoover Camel Productions web sitesinden ve haber bülteni aracılığıyla 1992’den beri Latimer’in nadir


rastlanan bir kan hastalığı olan polycythaemia vera hastalığı olduğunu duyurdu ve sağlığının çok iyi durumda olmaması nedeniyle hızlı müzik yazıp kaydedemediğini açıkladı. Latimer kemoterapi gördü ve 2007'nin Kasım ayında ilik nakli yapıldı. Latimer yavaş yavaş gücünü kazanmaya başladı. Camel’ın bir stüdyo albümü ve mini tur yapmayı düşündükleri duyuruldu. Camel, 2015 Temmuz ayında Avrupa turuna çıkacağını açıkladı.

Albümleri 1973 – Camel 1974 – Mirage 1975 – The Snow Goose 1976 – Moonmadness 1977 – Rain Dances 1978 – Breathless 1979 – I Can See Your House from Here 1981 – Nude 1982 – The Single Factor 1984 – Stationary Traveller 1991 – Dust and Dreams 1996 – Harbour of Tears 1999 – Rajaz 2002 – A Nod and a Wink

RED SPECIAL • “The Snow Goose” albümünü dinlemeden önce Paul Gallico'nun yazdığı ve aynı adı taşıyan kitabı okunmadan dinlenmesi albümdeki çoğu şarkıyı eksik bırakabilir. Öncelikle o kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

• Grup, tarihi boyunca pek çok dava ile karşı karşıya geldi. Özellikle 1979 tarihli “I Can See Your House from Here” isimli albümlerinin çarmıha gerilmiş, uzaydan dünyaya bakmakta olan astronot temalı etkileyici kapağı bunun sebeplerinden biriydi.

• “The Snow Goose” albümünde Doug Ferguson'ın yün paltosu, Latimer ve Ferguson tarafından kanat sesi çıkarmak için kullanıldı. İlgili ses, “Epitaph” parçasının 32. saniyesinde, çok dikkatli bir şekilde dinlenildiğinde fark edilebilir.

• “Nude” alınmıştır.

• Albüm, "The Snow Goose" etiketiyle piyasaya sürülünce, romanın yazarı Paul Gallico, "telif hakkı ihlali" gerekçesiyle grubu uyarmış, bu yüzden albümün ismi "Music Inspired by The Snow Goose" olarak değiştirilmiştir. •

“Moonmadness” albüm kapağında ne

Birbirine sarılan iki kişi mi, bir dağ mı, yoksa devenin hörgücü mü? Farklı benzetmelere de açığım... • Lunar Sea parçasının girişindeki su seslerini çıkarmak için Andy Ward, bir kova dolusu suyun içine hortum sokarak üflemiştir.

albümü

gerçek

bir

öyküden

• Opeth grubunun kurucusu, vokalist ve gitaristi Mikael Akerfeldt, Camel'dan çok etkilendiğini pek çok röportajında dile getirmiştir. Lamentations isimli DVD'sinde de Ending Credits parçasına başlamadan önce "Bu parça tamamen Camel'dan arak" şeklinde bir anons yapmıştır. Grup, Mikael Akerfeldt'in yanı sıra Dan Swanö gibi pek çok İsveçli müzisyenin de ilham kaynağıdır. • Ward’ın alkol ve uyuşturucu kullandığı dönemlerde intihara kalkıştığı yıllar sonra ortaya çıkmıştır.

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com


Kehribar Kehribar gözlerinde görülmemiş ufku düşlersin, Sonsuz suskunluğun ardındadır kelimeleri, Öyle ki; gidenler bir daha gelmemiştir geri. Bilirim… Kapının kenarında gitmeye hazır bir valizin var.

Çünkü; Düşmeyecekse gözyaşlarım avuçlarına, Görmeyeceksem o kehribar gözlerini, Koklayamayacaksam limon çiçeği kokunu, Ve hissedemeyeceksem yumuşacık ellerini, Yaşayabileceğimi düşünmen aptallık!

Görüyorum… Cennet’in ırmaklarıdır gözlerinden süzülenler, Saçlarında benden ayrı esen hüzün rüzgârları, Dudaklarında sakladığın bana dair yarım bir buse var.

Bana gitmekten bahsetme sevgili! Kaldır o kapının yanındaki valizini, Ruhuna yağan yağmurlarında ıslatma beni, Görmediğim ufuklara gözlerinde dalıp gitme! Titretme içindeki sevdanın umutlarını.

Ama biliyorsun; Gücünü tüketmiş nefeslerinde bir parçayım işte. Karanlığın odasında bile olsam yapayalnız, Olası bir aydınlığı kucaklayacak pencerem var. Masamda ışığını yitirmiş bir mum olsa da, Bana verdiğin çakmağın hep avuçlarımda.

Bana ıslak ıslak bakma ne olursun! Dökülür yaz ortası açan çiçeklerim, Bir küçük kar tanesi düşer avuçlarıma, Eriyip gider göz bebeklerim… Küçük bir çocuk gibi parçalanır dizlerim Ve sızmaya başlar içinin acısı.

Görüyorsun işte; Yanaklarına dokunamayan parçalanmış ellerim, Kehribara değmedi diye kanlanmış gözlerim, Isıtamadı seni diye buz tutmuş bedenim, Saramadığım için sızlanan bir kalbim var. Bana gitmekten bahsetme sevgili! Seninle olmayacağım bir şehrin sokaklarından, Seni uğurlayamayacağım bir yolculuktan, Seni göremeyeceğim bir dünyadan kes ümidini!

Bana elveda deme sevgili! Nasıl şahitlik ederim nefesinden ayrılmana? Nasıl uğurlarım seni benden uzaklara? Ve söyle! Hangi toprak utanmaz, üstünü kapatmaya? Hangi Azrail cesaretli, seni benden kopartmaya? Ve hangi ruh dirayetli, nefessiz yaşamaya?

Neslihan Şahin Misafir Yazarımız


Gidişlerin Saplandık Acısı Sana bakmak varken Neden kızıl tuğla boşluklarında kaybettim bakışlarımı Yoksa böyle mi istemişti tanrı? Bir kuğunun suya eğilişi gibiydi Yanı başımda Parmaklarının masaya dokunuşu Bir şairin en güzel göreni Senin o halini görenidir O hal ki; Sanki bir kelebeğin duruşu Sanki bir yıldızın yanaklarında oturuşu Hani “şiir gibi kadın” dedikleri Sanki… Lakin başının üzerinden bir saat geçer Durdurulmaz Dilimde çözülmez bir kördüğüm Söylenmez Belki vazgeçebilmek için Görmem gerek bilmem kaçıncı kez gidiyor oluşunu Ve görmem gerek Sen gitmeden şiirimin Boynunda asılı duruşunu

Bilal Maral Misafir Yazarımız


Uzaklar Uzaklar Ne kadar uzaktır Uykunda ağır bir boşluk çöker ya üstüne Bağırmak ister bağıramazsın, Sesin sende kalan karınca çığlığıdır. Kaçmak istersin yahut rüyanda bir şeyden, Dizlerin çözülmüştür bir adım atamazsın Bir adım... Uzaklar Ne kadar uzaktır Mahpusken arasında dört duvarın Belki on, belki on beş yıl Eşinden dostundan, toprağından ayrı Bir uçurtmadan, bir gülüşten, güneşin doğuşundan Bir tenin dokunuşundan ayrı. Kala kala son bir gün kalmıştır, Bir gün… Uzaklar Ne kadar uzaktır Henüz hayat ağacının tazecik dalıyken Vakitsiz gelir ya hani bir sonbahar Benzi sapsarı saçları dökülmüştür Bir kundak gibi sıkmıştır ilaçlı pembe duvar Bir çocuk yeni bir yıl için gülmüştür, Bir yıl… Uzaklar Ne kadar uzaktır Kanadı bağlıyken altın kafeste Gökyüzünden çağıldayıp göçer ya kuşlar… Ağır ağır silinir gözlerden bir gemi Yoluna çıksa da keskin yokuşlar Bir ömür o rengin ardına düşmüştür Bir ömür…

Ümmet Caner Misafir Yazarımız


Saat Gecenin Kaçı Saat gecenin kaçı bilmiyorum. Aslında çok da önemi yok, Yalnızlık denen masal: Saçlarımı bir babanın şefkati misali Usulca okşarken. Şimdi, Sensizlikle boyanmış, Şu lanet olası şehirde: Yine gecenin adımları dolaşıyorken; Yüreğim, Aşkın hasadında Yenik düştü: Ayrılık denen doymak bilmeze… Saat gecenin kaçı bilmiyorum. Pek bir önemi var mı ki, Sen, o otuz iki dişi tekmili birden gülümseyen hayallerini: Yüzüme bir küfür misali esen Serseri rüzgârlarda, Benden koparıp gitmişken. Zaman, O kahrolası zaman Hiçbirimizi haklı çıkarmayacaktı. Sen başka tenlerin coğrafyasında Yanık tenli bir mutluluk olurken Öyle sere serpe; Ben, her gece Evet, her gece Yanıp duracaktım.

Selam verdiğim sokak köpekleriyle birlikte Öylece ağlayacaktım! Beter halime. Sonra bir sarhoş gelecekti yanıma: Halindeki esrarı bilmeden, Paylaşacaktı benimle kendine ait şeyleri Ve bende, Senden belki de o güzel günlerden parçalar bulacaktım. Gözlerimdeki yaşların kalemiyle birlikte Sana şiirler yazacaktım! Islak satırlara… Saat gecenin kaçı bilmiyorum. Hiç umurumda da değil. Gece, her gün yaptığı gibi Devir teslim törenini yapıyorken Gökyüzünün tahtında; Ben, uykusuz gecenin gözbebeklerime emanet bıraktığı Türlü kırışıklıkta, Seni özleyen her hecemle birlikte Kapıyordum ışıkları! Yine gelmediğine üzülerek Ve hala bilmiyorum, Saatin kaç olduğunu…

Barış Ünlü Misafir Yazarımız


Sonunu Düşünen Bir Balık Uzun yazılar ardından yazdım, sonunu önceden tasarladığım uçurum dolu intihar aşkımı Uzun bir günün ardından tükettim gözlerinin altındaki ince çizgileri, Bir kül, Bir sigara, Bir uçurum... Bir damla rakıdan sonra açtım gözlerini, Kendimi tekrarladım bir damla rakıda. Dayanılmaz bir hafiflik var üzerimde. Şimdi sen bana gidiyorsun, Eminönü'nden Kadıköy'e. Şimdi ben İstanbul'dan gidiyorum sonunu düşünen bir balık gibi, Bir damla rakıda tekrarlıyorum sevişemediğimiz geceleri. Bir sigara dumanında nefes alıyorum. Bir dumanda parçalıyorum senin kokunu çekmiş ciğerlerimi.

Özge Taşdemir Misafir Yazarımız


Emsal Mecnun'un Leyla'yı, Kerem'in Aslı'yı sevdiği gibi değil; Nazım'ın Piraye'yi sevdiği gibi sevdim seni... Uzaktan uzağa; görmeden, fakat duyarak. Sesinin cıvıltısına hasret, dokunmadan; Fakat soluğunun hararetiyle, her an kavrularak.

Gökyüzü gözlerindi, mavi gözlerin; Ve en kalın parmaklıklar, hemen önündeydi yüreğinin. Nazım'ın Piraye'yi sevdiği gibi sevdim seni; Ellerinde güvercinler, saçların gün ışığı rengi... Ve ben, yalnızken hiç göremedim güneşi.

Burak Zorlu Misafir Yazarımız


Eyleme Gülşene Kâh süregelen asi bir serime Har içine düştüm de hak kerime Kar ile boran doldurdu ciğerime Neylesin ki keder eder gülşene

Hüda neyler benim garip halime Gamı yuttum hanı nerde salime Kâhı ağlar kâhı güler halime Feryadı figanı kalmış gülşene

Çıkmaza ar-ı doldurmuş külfete Uzaklara dalan seyri halvete Dillerde divane yârı gam dertte Varma cahile eyleme gülşene

Cemili dünyama kondu kaside Evvel hayıf dertli dertli seside Ne eksik hor-u nede silleside Felek vurdu es vermedi gülşene

Cemil Kobak Misafir Yazarımız


Minyatür Ölüm Talih sunarken kimilerine kahkahasını Aklı selim ile deli arasında say eden kayıp kimsesiz bir yakup Kışlıktan nefesi kokan sonbahar kimsesizler için yetim bir yakut, Hüküm süren lanetli bir kuyu, Hükümsüzce üzerine yaftalanmış korku ile masum bir kurt, Kim ile güldüğünü hatırlasa hatalarına ağlardı günah işlemeli kut. Herkes doğduğu gün girmiştir ölüm için erinliğine Sorumlu muyuz bu işten Evvela sorun yaşama hissinde Ölümün uykularında dişi dökülmüş talih Gayyasına bile merhamet sunan bir yudum yalaz içimizde Kayıp, Çamurdan bozma insanlık Yüzünde kalmış çamur Manadan bozulmuş ayıp Bununla birlikte mayasızlık mayalanmış. Kitabın orta yerinde uykuya dalmış lal bir sanık Karanlık karmaşık. Şenlik ayıklanmış ışık ile Mağrurluğu ile Memnun dokunaklı adamın yılan misali dilinden. Katip kılınmış bu yüzden Bin yıllık yılan Bin yaşadığı işinde…

İbrahim Albayrak Misafir Yazarımız


Arabi Oysa ben seni Arapça sevdim İnadına, ötekileştiren tüm kelimelerin, köprü niyetine birleşen iki dilin, ıslaklığında seni sevdim. Ben seni Arapça sevdim. Kızgın ateşine ve kurak toprağına, coğrafyasında bakir dokunulmaya, vaha olup akmaya geldim. Toprağına bereketi aşılamaya geldim. Ben seni Arapça sevdim. Acemim köküm değmez toprağına. Toprağında devinip yetmez kavrulmaya. Habibim çölüne köle olmaya geldim. Ey Arabi ben seni Arapça sevdim. Kırık kanadın incindi soluğun. Ötenden geçti sana susuzluğum. Yansın bedenim çölünde kavrulsun. Ben senin olmaya geldim. “İştaktu ileyki kesîran” Ben seni Arapça sevdim.

Ömer Çelik Misafir Yazarımız


Deniz Kabuğu Biliyorsun bak bu Galata Kantosu Bilmiyorsun ki Üvercinka'nın sessizliğini Bak çoğalıyor duraktaki o kadının sesi Bilemezsin Meryem'i ahh Meryem'i Söyle bana İvan Milinski Kimin için alıyoruz nefesi? Bilir misin, Ay gecenin karanlığına kafa tutuyor resmen Tesadüf mü? Sen, aşk kokulu kadın, Cezayir menekşelerine küsmen? Vatan sevgisi, Ey bu artık bir memleket meselesi Dudaklarında bir uçurum, kimi asıp kimi kesmeli? Ah Milena, biralar gelip giderken garsonun sesinde seni aramak Hoş mu sanıyorsun, her Allah'ın günü aynada saçını taramak. Görmüştüm, dudaklarıma değen hafif ıslıklarını Görmüştüm, çiçeksiz bir çiçekçi dükkanındaki kadın fısıltılarını. Biz insanlığa kadar alçalmayalım göğe bakalım Gözlerimiz buğuludur abiler bırakalım yeryüzünü göğe bakalım Yüksek doz aşktan öldürdüler Süreya'yı vatan sevgisinden Hikmet'i Keşke yalnız bunun için sevseydim seni Anımsıyorum, Edip bir can sevdi yükü fazla geldi Hatırlıyorum, aşk bir çocuk gibiydi susmak bilmedi Unutuyorum hep sana küstüğümü Sahi en son ne için küsmüştüm sana? Fakat merak etme fazla sürmüyor Bir anne çocuğuna ne kadar küsebiliyorsa benden de o kadar işte Gitmeden önce, son bir şey daha Seni elimden kaçırdığım gibi Vapuru da kaçırdım bugün, Galata üstüme üstüme geliyor Bak hayat kısa, kuşlar ölmek bilmiyor... Ustalara ithafen...

Erkan Katırcı Misafir Yazarımız




#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kulturcikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.