Kültür Çıkmazı Dergisi 13. Sayı

Page 1


Temmuz sayımızla, kısa bir ara vermeden önce yine karşınızdayız. Yanlış duymadınız, iki veya üç ay sürecek bir yaz arası vermeye karar verdik.

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör

Bildiğiniz gibi tam bir yıldır, her ay gününde ve zamanında karşınıza dopdolu sayfalarla çıktık. Her ay üzerine biraz daha koyarak devam ettik. Karşılığında da aylık 8000’e yakın okunma sayısına ulaştık. İsterseniz bu sürece birde sayısal

Sosyal Medya Yönetmeni Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ayça İşbilen Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Fatih Albayrak Kurtuluş Öztürk Kübra Sırmalı Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Serap Bozkurt Sibel Ayan

kulturcikmazi

olarak bakalım. 13 sayılık bu süreçte: - 406 yazı yayınladık. - 110 misafir yazısı yayınladık. - 30 fotoğraf, 3 çizim yayınladık. - 21 röportaj gerçekleştirdik. - 7 öykü ve yazı dizisi yayınladık. Ve bunların karşılığında on binlerce kez okunduk… Bütün bunların sonunda bizim de dinlenmeye ve tazelenmeye ihtiyacımız olduğunu düşündük ve sonuç olarak kısa bir yaz arası vermeye karar verdik. Bu kararımızdan dolayı bir sonraki sayı için gönderdiğiniz misafir yazılarını değerlendirmeye alamadığımız için ilgi gösteren misafirlerimizden de özür diliyoruz. Ama merak etmesinler, geri döndüğümüz ilk sayımızda hepsinin önceliği olacaktır.


Ve yeni sayımızın içeriğine gelirsek bu ay Türk sinemasının güldüren yüzü, usta oyuncu Kemal Sunal’ı andık. Yazarlarımızdan Selin Sabcıoğlu; Bulutsuzluk Özlemi grubunun bir üyesi olan gitarist Deniz Demiröz, ünlü oyuncu Yunus Günçe ve Rock müziğin yeni isimlerinden Erdem Sudabay’la röportajlar gerçekleştirdi. Bu keyifli röportajları sayfalarımızda bulabilirsiniz. Red Special köşemizde ise bu ay hepimizin bildiği bir grup var, “Iron Maiden”… Özge Özgüner, grubu sizler için detaylı bir şekilde anlattı. Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 10. bölümü, “Ray Harding” öykü dizisinin 4. bölümü ve “Mektup Ritüeli” isimli yazı dizisinin 3. bölümü okunmak üzere yerlerini aldılar. Tabi bunların yanı sıra yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. Kısa bir aradan sonra 14. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın.

Misafir Yazarlar Aybike Yıldırım Aze Sultan Bilal Acarözmen Cemil Kobak Çağla Aydın Erkan Katırcı Neslihan Şahin Ömer Çelik Sefa Pektaş Ümmet Caner Misafir Fotoğrafçılar Ali Niyazi Bozkurt Burak Erdoğan

“Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 6. “Ali Kemal Sunal” - Selin Sabcıoğlu 10. “Deniz Demiröz” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 16. Eksik - Kübra Sırmalı 17. Mor Bir Islık ve Sonbahar - Bilal Çakıl 18. Telefon Kulübesi - Bölüm 10: Tesadüf - İlker Ardıç 23. Beyaz Elbiseli Manifesto - Serap Bozkurt 24. Yerden Göğe Hak Bildirisi - Nebi Eren Bayramoğlu 26. Mektup Ritüeli - Bölüm 3: Dolaptaki Korkular - Fatih Albayrak 28. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 29. (Fotoğraf) - Ali Niyazi Bozkurt 30. “Yunus Günçe” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 34. Köşe Tadı - Ayça İşbilen 35. Veda… - Benan Şahindoğan 36. Unutmak - Bayram Kaynakçı 37. Mavi Damlalar - İlker Ardıç 38. Ray Harding - Bölüm 4: Sır Perdesi Aralanıyor - Burak Karakaya 44. Ha Geldi Ha Gelecek - Birkan Akyüz 45. Kuzum - Sibel Ayan 46. Bir Gören Var - Fatih Albayrak 48. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan (Fotoğraf) - Ali Niyazi Bozkurt 49. (Fotoğraf) - Ali Niyazi Bozkurt 50. “Erdem Sudabay” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 53. Zaman - Selin Sabcıoğlu 54. Gülün Cezbettiği Kadındaki Gül Adam - Serap Bozkurt 56. Alanya Gezisi - Özgün Kabacaoğlu 58. Red Special: “Iron Maiden” Tanıtımı - Özge Özgüner 64. Usta, Kukla, Sahibe - Sefa Pektaş 65. Gölge Oyunları - Ümmet Caner

5 Temmuz 2015

13. Sayı

66. Gecenin Hançeri - Neslihan Şahin 69. Anlatmak İstersin - Çağla Aydın 70. Uyan Uykudan - Cemil Kobak 71. Ben ve Hiç - Erkan Katırcı 72. Bütün Mezar Taşları Aynı Duayı İster - Aybike Yıldırım 73. Uçlarda Yaşamak - Ömer Çelik 74. Zweig ve İntiharını Anlamak - Bilal Acarözmen 76. (Şiir) - Aze Sultan

Keyifli Okumalar…



“Ali Kemal Sunal” Kemal Sunal’ın Hayatı Bu ayki konuğumuz bakışıyla bile bizleri güldüren, efendiliği ile hayran bırakan, Kemal Sunal. Tam adı Ali Kemal Sunal, 11 Kasım 1944 İstanbul Küçükpazar semtinde doğan oyuncunun babası Migros’tan emekli olan Mustafa Sunal, annesi Saime Sunal’dır. Kardeşlerinin adları, Cemil Sunal ve Cengiz Sunal’dır.

uzun boyundan dolayı basketbolcu olarak almıştır. Bunun ardından Ertem Eğilmez’in yönettiği kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başlamıştır.

İlkokulu Mimar Sinan İlkokulu’nda, liseyi ise Vefa Lisesi’nde okumuştur. Hepimiz biliyoruz ki, Vefa Lisesi’nin Kemal Sunal’ın hayatında ayrı bir yeri vardır. Yüksek tahsiline Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde başlamıştır. Bu süre içerisinde Emayetaş Fabrikası’nda çalışmış ve elektrikçide çıraklık yapmıştır. 1964 yılında Ankara Bando-Mızıka birliğinde askerliğini yapmıştır. Sanat hayatı, Vefa Lisesi'nde amatör olarak "Zoraki Tabip" adlı tiyatro oyunuyla başlamıştır. İlk kez Kenterler Tiyatrosu’nda profesyonel oyuncu olarak çalıştıktan sonra uzun süre Ulvi Uraz Tiyatrosu'nda, kısa süre Ayfer Feray Tiyatrosu'nda, son olarak da Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda görev almıştır. Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda oynadığı bir oyunda Ertem Eğilmez tarafından çok beğenilmiş ve böylece beyaz perdeye transfer olmuştur. İlk rolünü 1972 yılında Ertem Eğilmez'in yönettiği Tatlı Dillim adlı filmde

Kemal Sunal kendi ağzında, ilk yıllarını ve komediye yönelişini şu sözlerle dile getirmiştir; "Nasıl oldu bilmem, ben kendimi sahici bir sahnede seyircilerin arasında buldum. Ses Tiyatrosu'ndaki ilk rolüm çok kısaydı. Üç dakika


sahnede ya kalıyor ya kalmıyordum. Öyle pek bir şey söylediğimi de hatırlamıyorum. Sahnenin bir ucundan girip öbür ucundan çıkıyordum. Ne yaptığımı da pek hatırlamıyorum; ama seyirci kahkahadan kırılıyor. Bu da benim hoşuma gitmişti. Bildiğiniz gibi o gün bugündür insanları güldürmeyi seviyorum” Ustalık dönemine geldiğinde birçok filmde “Şaban” karakteri ile rol almıştır. Yıllarca bu karakterle 7’den 77’ye herkesin gönlünde taht kurmuştur ve “Şaban” ismi adeta Kemal Sunal’ın üçüncü ismi haline gelmiştir. 1974 yılında evlenmiştir. Ali ve Ezo isimlerinde bir erkek, bir kız evlatları olmuştur. 1977 yılında, Antalya Film Festivali’nde En iyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştır. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nden mezun olmuştur. Tamamlamasından sonra “TV ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” adıyla kitap olarak basılan yüksek lisans tezinde kendi filmlerinin sosyolojik incelemesini yaparak iktidarların sanat alanına yaptıkları ideolojik müdahaleyi irdelemiştir. Hayatı boyunca toplam 82 filmde rol almıştır. 3 Temmuz 2000 tarihinde Balalayka adlı filmin çekimlerine başlamak için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiş ve İstanbul'daki Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedilmiştir. 2009 yılında Kemal Sunal ile anılarını anlatan Zeki Alasya, ölümünde korkularının kalp krizi geçirmesinde önemli etken olduğunu belirtmiştir. Rahmetli Zeki Alasya o

dönemde “Ne kadar bazı şeylerden korksa da belli etmezdi, çok kibar bir adamdı“ yorumunu yapmıştır. Unutulmaz Filmlerinden Bazıları Şunlardır: 1972: Tatlı Dillim rolüyle yer almıştır.

filminde

“basketbolcu”

1973: Güllü Geliyor Güllü filminde “Kiralık Katil” rolüyle yer almıştır. 1974: Mavi Boncuk filminde “Kaymakam Cafer” rolüyle yer almıştır. 1975: Hababam Sınıfı filminde “İnek Şaban” rolüyle yer almıştır. 1976: Meraklı Köfteci filminde “Zühtü Karışan” rolüyle yer almıştır. 1977: İbo İle Güllüşah filminde “İbo” rolüyle yer almıştır. 1978: İyi Aile Çocuğu filminde “KemalCemal” rolleriyle yer almıştır. 1979: Korkusuz Korkak filminde Sert” rolüyle yer almıştır.

“Mülayim

1980: Gol Kralı filminde “Sait Sarıoğlu” rolüyle yer almıştır. 1981: Kanlı Nigar filminde “Abdi - Narçın” rolleriyle yer almıştır. 1982: Yedi Bela Hüsnü filminde “Hüsnü” rolüyle yer almıştır. 1983: Çarıklı Milyoner filminde “Bayram” rolüyle yer almıştır.


Rol aldığı tiyatro oyunları ile de sinemada olduğu kadar sahnede de nasıl devleştiğini kanıtlamıştır. İşte yer aldığı tiyatro oyunları: 1966: "Fadik Kız" - Kent Oyuncuları. İki-üç değişik rolde yer almıştır. 1967: "İspinozlar" (Orhan Kemal uyarlaması) Ulvi Uraz Tiyatrosu. Taşkasaplı rolünde yer almıştır.

1984: Şabaniye filminde “Hem Şaban, hem de Şabaniye” rolleriyle yer almıştır. 1985: Sosyete Şaban filminde “Hem Şaban Ağa, hem de Dilaver Bey” rolleriyle yer almıştır. 1986: Garip filminde “Kemal Soylu” rolüyle yer almıştır. 1987: almıştır.

Yakışıklı filminde “Selim” rolüyle yer

1988: Düttürü Dünya Mehmet” rolüyle yer almıştır.

filminde

“Dütdüt

1989: Talih Kuşu filminde “Osman Abalı” rolüyle yer almıştır. 1990: Koltuk Belası filminde “Zühtü Kaya” rolüyle yer almıştır. 1991: Varyemez rolüyle yer almıştır.

filminde

“Ragıp

Elibol”

1999: Propaganda filminde “Mehdi” rolüyle yer almıştır. Bu film ne yazık ki O’nu beyaz perdede göreceğimiz son film olur. Diğerlerinden ayıran bir diğer yanı ise, oğlu Ali Sunal ile birlikte oynadığı tek filmdir.

1967: "Deli İbrahim" (Yazan: Turan Oflazoğlu, reji: Şükran Güngör) - Kent Oyuncuları. Cellât Hamal Ali, 1968: "Yalova Kaymakamı" - Arena Tiyatrosu, Ulvi Uraz Topluluğu, 1968: "Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım" - Arena Tiyatrosu, Ulvi Uraz Topluluğu. "Fermanlı Deli Hazretleri" - Arena Tiyatrosu, Ulvi Uraz Topluluğu, 1968: "Hamhumşarolop" - Arena Tiyatrosu, Ulvi Uraz Topluluğu, 1969: “Murtaza” (Orhan Kemal uyarlaması) Ulvi Uraz Tiyatrosu. Bekçi ve Kahveci rollerinde, 1969: “Yaz Bitiyor” Uraz topluluğu,

Arena Tiyatrosu, Ulvi

1972: “Dün Bugün” (Yazan - Haldun Taner) Devekuşu Kabare Tiyatrosu, 1972: “Gergedan” (Yazan- Eugene Lonesco) Devekuşu Kabare Tiyatrosu Bakkal ve Mösyö Papiyon rollerinde 1973: “Dev Aynası” (Derleyen - Haldun Taner) Devekuşu Kabare Tiyatrosu – Ankara Nergis Sineması’nda seslenmiştir. Vefatının 9. Yılında askerde olduğu için ne yazık ki törenlere katılamamış, Ali Sunal. Ama babasına bir mektup yazmış. Dört sayfalık mektuptan kısa bir alıntı ile yazımızı bitiriyoruz. Ama Kemal Sunal’a olan sevgimiz asla bitmeyecek. Son söz oğlu Ali Sunal’ın: "... Baktık ki bu iş böyle olmayacak, bir umut ışığı doğmayacak, bizden başkası bizi


anlamayacak, gururum, kardeşim de dönünce sen varmışsın gibi hayata, birbirimize bağlandık. Yaşamalıydık. Sen gittin ve biz burada kaldık. Merak etme rahat, huzurlu uyu. Yeni doğan, seni hiç tanımayan kardeşler de izliyor, Hababam'ı, Tosun Paşa'yı, Salako'yu... Bıraktığın eserler mutlu ediyor, hayata umutla baktırıyor bir ömür boyu. Koruduğun efsane soyadını milyonlar koruyor, milyonlara aktarıyor artık. Bir de yeni isim koydular 'Melek Şaban' diye, tarihe bıraktık. Sen gittin ve biz burada kaldık. Biz mi? Hala bir yanı kırık, ama gururlu, dimdik ayaktayız. Senin emanetinden hiç ayrılmadan yaşamaktayız. Bir tek bugünde ayrıyız.

Biz arkadaşlarla vatani görev için Mardin'de silah altındayız. Bu mektupla benim, annemin, Ezomun, sevenlerinin kalpleri birleştik başucundayız. Bize bıraktığın güzelliklere minnettarız. Çok özledik ama ağlamayacağız. Gözün arkada kalmasın, hiç ayrılmayıp seni sonsuza dek bizimle yaşatacağız. Tamam sen gittin ama biz burada kaldık." Ali Sunal’ın babasına yazdığı mektuptan...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


“Deniz Demiröz” Röportajı - Merhabalar, öncelikle sizi tanımakla başlayalım. Kendinizi birkaç cümle ile nasıl anlatırsınız? - Benim için çok önemli bir albüm olan ‘’Sanal Dünya’’ albümümde kendimi açıkça ifade ettiğimi söyleyebilirim. Merak eden müzik severlerin, müziğim eşliğinde duygu ve düşüncelerimi daha iyi anlayabileceklerini düşünüyorum. İnternet sitemden (www.denizdemiroz.com) şarkılarımı dinleyebilirsiniz. - Sizi müziğe iten en büyük etken neydi? Müzik olmasaydı aklınızda alternatif bir meslek var mıydı, yoksa “ben müzisyen olarak doğmuşum, müziksiz asla” mı dediniz? - Babam çok iyi bir müzik dinleyicisi ve de yorumcusudur. Pek çok Enstrüman çalabilmektedir. Batı Müziği, Rock Müziği, Türk Sanat ve Türk Halk Müziği, Türkülerimiz kısacası müzikle dopdolu bir evde büyüdüm. Babamın

albümleri arasında ayrıca Scorpion, Sting, Kenny G, Garry Moore, vb. müzisyen ve gruplar vardı. Dinlediğim tüm melodi ve eserler beni heyecanlandırıyordu. Hepsini yorumlamak ve de söylemek istiyordum. Ailem ortaokulu bitirdiğim dönemde yeteneğimin de farkında olarak beni Bolu Güzel Sanatlar Lisesi’ne müziğin eğitimini almam için yönlendirdiler. Daha sonra hayalimde İstanbul’u yaşamak vardı. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Öğretmenliği bölümünü kazandım ve mezun oldum. Geçmişe dönüp baktığımda çok şanslı olduğumu düşünüyorum, müzik olmasaydı eğer ben de olmazdım diye düşünüyorum çünkü müzik ile var olduğumu hissediyorum. Aileme çok şey borçluyum. - Lise ve üniversite yıllarınızda birçok enstrüman eğitimi almışsınız. Öğrenme açısından en zordan en kolaya sıralarsanız, listenin başında hangisi olur?


- Aslında öğrenme açısından zor Enstrüman diye bir şey yoktur. Her Enstrümanın kendine özgü zorlukları vardır. Siz bir Enstrüman ve müzik türü seçersiniz. Doğru bir eğitim ve etkili çalışma yöntemleri ile bunu başarabilirsiniz. Enstrüman arayışım Piyano, Keman, Klasik Gitar, Bağlama, Bas Gitar, Bateri ve son olarak Elektro Gitar ile son buldu. Enstrümanınızı ne kadar ciddiye alırsanız O da sizi ciddiye alır. Müzik böyle bir şeydir. Birçok sanatçı ve grup ile çalışmaktasınız, Bulutsuz Özlemi’ni bir kenara koyacak olursak, sizi en çok heyecanlandıran grup ve sanatçıyı bizimle paylaşır mısınız? - Whitesnake, Steelheart/SteelDragon, Skid Row, Metallica, Doug Aldrich, Zakk Wylde, Ozzy Osbourne, Him,Shinedown, Avenged Sevenfold, Gary Moore, Rolling Stones,Joe Satriani, Steve Vai, Malmsteen, John Sykes, Led Zeppelin, Pink Floyd, Sting, Yavuz Çetin, Barış Manço, Zeynep Casalini, Cem Karaca, Şebnem Ferah ve liste uzar gider… En çok heyecanlandıran grup veya gitarist bilinenlerin aksine bu sıralar yok. Gittikçe yozlaşan Ülkemizde ve Dünya’mızda müzik adına yeni ve kaliteli eserler ortaya koyabilecek efsane grup veya sanatçılar artık hayal olarak kalacakmış gibi görünüyor. - Bu sanatçılar arasında en ilginç ya da unutamadığınız tanışma hikayenizi anlatır mısınız? - Zeynep Casalini ile çalışma fırsatı buldum ve birlikte sahnede “Kamçıla Bebeğim” adlı şarkımı seslendirdik bağıra çağıra. Şarkıyı bu kadar keyifle söylediğim başka bir zaman olmadı. “Bunu yaparken kendimi tekrar keşfediyorum” dediğiniz hangisi? Çalmak mı, söylemek mi yoksa söz yazmak mı? - Hepsi diyebilirim. Tek bir müzik türüne bağlı kalamıyorum. Bestelerimin arasında Hardrock, Klasik, Akustik, Blues, Rock’n Roll vb. müzik türlerini bulabilirsiniz. Bazen çalmayı bazen söylemeyi bazen de yazmayı seviyorum.

- “Her Şey Yalanmış” isimli ilk stüdyo çalışmanızı 2011 yılında, “Sanal Dünya” isimli çalışmanızı ise 2013 yılında çıkarmışsınız. Bir de söz ve müzikleri size ait. Peki bunların hiçbirini yapamayanlar her gün televizyonlarda. Seyrederken “ben neden müzik kanallarında ve programlarda yokum?” dediğiniz oluyor mu? Çünkü hep aynı sesler duymaktan bıktık TV’lerde. Sizi TV’lerde göremeyecek miyiz? Böyle gittiği sürece de sanırım göremeyeceksiniz. Bu konu beni de çok fazla üzmektedir. Nedenlerini hepimiz iyi biliyoruz. Düşünen, hayatı sorgulayan ve tüm bunları eserlerine yansıtabilen sanatçılar, kapitalist sistemde maalesef ekranlarda yer bulabilmesi pek mümkün değildir. Aydın insanlar, kitap okuyan ve araştıran kimseler pek ilgi göremezler. Televizyonlardaki yayınlara bakar mısınız? Kalitesiz ve zevksiz diziler, insanları maymun yerine koyan yarışma programları, bilim ve sanattan çok uzakta haber programları, spor sadece futbol programlarından ibaret, kavga , gürültü, ağızlarda sakız olmuş leş gibi bir siyaset, mal satın alır gibi evlilik programları, ne giymeli, ne yemeli, nerde olmalı, ne yapmalı gibi abzürt tv programları. Kısacası benim izleyebileceğim hiçbir şey yok! Zaten izleyemiyorum. Özgür internet ortamında bile pek farklı bir dünyanın yaşanmıyor olmasına kızıyorum. Paylaşılan şeylerin yüzde 95’i yine aynı şeyler. Siyaset, spor, komik hayvanlar, şunu giydim, bunu yedim, şunu içtim, şununla yattım, şununla kalktım, tam şuraya … oldu! Tam bir çöplük ve özenti bir yaşam şekli. Ben çok sıkıldım. Cehalet diz boyu akıyor. Bu şekilde devam ettiği sürece hayatlar maalesef tükeniyor ve de kararıyor. Söylenecek aslında çok şey var ama sizler ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Böyle bir toplumun içinde yaşamak zorunda kalmak, gittikçe umutlarımı tüketiyor. Bu yüzden şarkılarımı Televizyon kanallarında veya Show programlarında çalıp söyleyecek bir ortam bulamıyorum. Kimsenin umursadığı da yok zaten. Kanalların sürekli kimleri çıkarttığı ortada. Buna dur demek hepimizin elinde. Hala sıkılmadınız mı aynı müzik türlerinden, aynı


Grup ismi benim fikrimdi. Gerek şarkı sözleri, gerekse grubun duruşunu en iyi anlatan isim olduğunu düşünmekteyim. Grup arkadaşlarımın da hoşuna gittiği için bu isimde karar kıldık. Grubumuz dağılmadı fakat bir Sponsor’a ihtiyacı olmaktadır. Eğer böyle bir girişimci bulabilirsek bir albüm çıkarmayı düşünüyoruz. - İleride kendi grubunuzla mı yola devam edeceksiniz, yoksa ikinci bir grup olarak böyle mi devam edecek? - İkisiyle de devam etmeyi düşünüyorum. - Zeynep Casalini ile aynı paylaşıyormuşsunuz. Nasıl bir arkadaşı? Tanışmanız nasıl oldu?

seslerden, aynı insanlardan, aynı fikirlerden, aynı düşüncelerden ? - “Oyun Bitti” adında bir de müzik grubunuz var. Faaliyetlere hala devam ediyor musunuz? Yoksa grup dağıldı mı? Bir de grubun isim babası kim? Bize grubun hikayesini kısaca anlatır mısınız? - Aklımda bir ‘’Hardrock’’ grubu kurma düşüncesi hep vardı. Öncelikle grubun davulcusu Arda Uyar ile tanıştım. Çalışmalarını internet üzerinden takip ediyordum ve sonunda bir araya geldik. Grubun bas gitaristi Tutku Demir ile internetten verdiğim bir ilan sayesinde tanışmıştık. Birçok bas gitarist arasından anlaştığım isim o olmuştu. Son olarak Teoman Caferoğlu ile Kadıköy Shaft Bar’da tanışmıştık. Grubu ile sahnede şarkı söylediğinde işte aradığım ses bu demiştim. Birlikte sözü ve müziği kendime ait olan ‘Herkes Kolay Para Peşinde’ ve ‘Her Şey İki Dudak Arasında’ isimli 2 Single şarkımızı kaydettik ve kliplendirdik, ‘’Youtube’’ kanalım üzerinden müzikseverlerin beğenisine sunduk.

sahneyi çalışma

- Zeynep Casalini’nin müzikalitesi ve müziğe kattığı yorumları olağanüstü. Çok güçlü bir ses, harika bir çalışma arkadaşı. Sahnede birbirimizi tamamladığımızı söyleyebilirim. Tanışmamız Sunay Özgür sayesinde oldu. Sunay Özgür ‘Kedi Müzik’te yapımcı ve Bulutsuzluk Özlemi grubunun bas gitaristidir. Bir gün Sunay beni aradı ve Zeynep Casalini’nin yeni bir grup kurduğunu ve konserleri için bir gitariste ihtiyacı olduğunu söyledi. Bende seve seve kabul ettim. Tek bir prova ile yaklaşık 30 şarkı ile sahne almıştık. Harika geçti ve ben çok eğlendim. Ayrıca kendi albümümden 3 şarkımı sahnede birlikte seslendirdik. Bu fırsatı bana verdiği için kendisine ayrıca teşekkür ederim. - 2014 yılında “Hepimiz İyi Biliyoruz” isimli single çıkarmışsınız ve Enstrümantal Gitar Solo çalışmalarınız var. Tepkiler nasıl? Sizce internet üzerinden mi yoksa müzik marketlerde mi daha çok rağbette? - Tepkiler genel olarak güzel ama benim için yeterli değiller. İzlenme sayıları, yorumlar ve paylaşımlar çok az. Bu da haliyle motivasyonumu yok ediyor. ‘’Hepimiz İyi Biliyoruz’’ adlı single çalışmam üzerinde yaklaşık 1 yıl kadar çalışmıştım. Davul haricinde tüm enstrümanları yine kendim icra ettim. Kayıt, Mix ve Mastering işlemlerini, duyurmak istediğim soundu kendim yarattım. Gezi Parkı, Taksim meydanı ve Kadıköy’de klip çekimlerimizi tamamladık. Eşim


bu konuda beni çok desteklemektedir. Fotoğraf ve Klip çekimlerimizi pek çok isimle çalışmanın yanında birlikte yapmaktayız. Enstrüman Gitar Solo çalışmalarım üzerinde yine çok emek harcıyorum. Bestelerimi çektiğimiz video klipler ile müzikseverlerin beğenisine sunuyoruz. Albüm satışları ise internet ve müzik marketlerde maalesef rağbet görmemektedir. Albüm masrafları ve video kliplerim için bu güne kadar harcadığımız tutarın yüzde biri karşılanmış değildir. Bunca zorluğa rağmen hala üretmeye çalışıyorum ancak tam bir kafese sıkışmış durumdayım. Çaldığım tüm kapılar vs. Sponsorlar yüzüme kapanmaktadır. Ayrıca Facebook tam bir kapitalist olmuş durumda. Binlerce hayranım için paylaştığım gönderileri sadece 50/100 kişiye gösteriyor. Parayı basmadan hiçbir şey yürümüyor. İnternette fos anlayacağınız. - “Müzik zor bir dönemden geçiyor” deniyor hep. Sizce bu dönemde müzik ne durumda? Hak edilen değerin verildiğini düşünüyor musunuz? - Bu palavralar aynı ekonomik krize girdik bahaneleriyle malı mülkü katlayan patronların, iş adamlarının ve politikacıların hikayelerine benzer şekilde sürekli işitiyoruz. Piyasa zor, şartlar şöyle böyle söylemleriyle umutlarımızı çalan kimselerle doldu taştı her yer. Ama işler öyle yürümüyor arka tarafta görüyorum.

Olmaz tabi ne bekliyordunuz? Popüler müzik gerçekte beş para etmez. Bir dönem para kazandırır size sadece. - Bir de müzik öğretmenliğiniz devam ediyor. Öğrencilerinize ilk derste neler anlatıyorsunuz? Müzik yapmak isteyen ve yeni yeni müziğe başlayan gençlere neler tavsiye edersiniz?

Ben ayrıca ortalıkta müzik falan görmüyorum. Müzikler hep aynı ritim kalıpları üzerine kurulu, şarkı sözleri ise hep aynı. Siyaset gibi aynı suratları her gün ekranlarda cicili bicili özenti kliplerini ve bom boş müziklerini dinliyorsunuz. Dinlemeye de devam edeceksiniz. Yukarıdakiler gayet mutlu ve huzurlu merak etmeyin. Ne de olsa karşılarında müzikten anlamayan bir kitle olduğu için, onların gücüne güç katıyor.

- Öğrencilerime Türk ve Batı Müziği Tarihini, Türkiye’nin ve Dünya’nın en iyi müzik gruplarını, sanatçılarını tanıtıyorum. Amacım iyi bir müzik dinleyicisi ve yorumcuları olmalarını sağlayabilmek. Aynı zamanda orkestra ve gitar dersi veriyorum. Bugüne kadar Liselerarası müzik yarışmalarında çalıştırdığım orkestra gruplarım Türkiye çapında 1.lik 2.lik ve 3 ‘lük ödüllerinin sahibi oldular. Yurt dışında ve Türkiye’de müzik okullarını başarı ile kazanıp mezun olanlar oldu.

Özetle çok sıkıldığım bir konu şu ki; tek tip bir müziğin pazarının olması ve herkesi içine çekme çabaları. İçine giremiyorsanız eğer size bir fırsat zaten verilmiyor. Ondan sonra neden Dünya’ca tanınmış grup veya sanatçılarımız yok deniliyor.

Müziğe başlayan gençlere tavsiyem öncelikle Türkiye’nin ve Dünya’nın bir çok sanatçı ve müzik gruplarını takip etmelerini, bir enstrüman eğitimi almalarını, ardından bir grup kurmalarını ve birlikte müzik yapmaya başlamalarını öneririm.


Merak eden dinleyicilerim www.denizdemiroz.com adresimden bağlanarak videolar bölümünden çalışmalarımı takip edebilirler. Yakında çalışmalarını tamamladığım yeni bestelerimi, kliplendirerek sizlerin beğenisine sunacağım.

Aynı zamanda sevdikleri grup veya sanatçılarının hayatlarını araştırmalarını ve okumalarını da önereceğim. Eğer Enstrümanınızda veya şan derslerinizde ilerleyemiyorsanız asla pes etmeyin. Farklı çalışma yöntemleri ile kendinizi geliştirmeye ve keşfetmeye çalışabilirsiniz. Çalışmalarınızı mutlaka sosyal medyada paylaşmanızda çok önemli. Son olarak elektro gitar çalmak isteyen gitaristler için başlangıç ve ileri düzeyde hazırlamış olduğum Deniz Demiröz Elektro Gitar Eğitim DVD’sine www.denizdemiroz.com adresimden ulaşabilir, dnzdemiroz@hotmail.com adresimden sipariş edebilirsiniz. - Vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için tekrar teşekkür ediyoruz. Yeni çalışmalarınız var mı? Mesela yeni bir albüm, bizimle paylaşmak istediğiniz konser tarihleri olabilir. Son söz sizin... - Ben teşekkür ederim. Ayrıca Kültür Çıkmazı Dergisi’ne de bu güzel röportajımızı sizlerle buluşturduğu için teşekkürler. Albüm çıkarma fikrine artık sıcak bakamıyorum. Tüm masrafları kendim karşıladığım ve geri dönüş alamadığım için mantıklı gelmiyor. Eğer bir Sponsor bulabilir veya doğru dürüst bir müzik şirketi ile anlaşabilirsem hazırlayabilirim. Bunun yerine tekli/single şarkılar üzerinde çalışıyorum. Ardından hayalimdeki gibi bir video klip ile müzikseverlerin beğenisine sunuyorum.

Son söz olarak eklemek istediğim; Dünya’nın en iyi gitaristleri arasına adımı yazdırmayı ve Türkiye’de bir Gitar Akademisi açmayı istiyorum. Bu hayalime ulaşmak için 20 yıldır emek harcamaktayım. Bu süre boyunca pek çok ünlü sanatçı ve gruplar ile sahne aldım. Bulutsuzluk Özlemi grubunun üyesi ve gitaristi oldum. 6 Stüdyo albümü, yüzlerce konser tecrübesi ve onlarca Enstrümantal şarkılar besteledim. Elektro Gitar Eğitim DVD’si yayınladım. Güzel Sanatlar Liselerine ve Üniversitelere (Müzik) pek çok öğrenci kazandırdım. Türkiye’de bir Gitar Akademisi açabilirsem eğer çok başarılı öğrenciler yetiştireceğime inanıyorum. Onlarca stüdyo albümü hazırlamak için can atıyorum. Bu konuda sizlerin desteğine çok ihtiyacım var. Zaman benim için en büyük problem. Demek istediğim içimdeki azmim, hırsım ve umutlarım törpülenmeye başlandı. Albümlerimin gereken ilgiyi görmemesi, konserlerimde dinleyicilerimle buluşamamam, video paylaşımlarının ve izlenme oranlarının yılda 5-10 bin gibi komik rakamları geçmemesi en büyük engel olmaktadır. Eminim birçoğumuzun ortak sorunu elbette ki bu. Ben böyle gelmiş böyle gider gibi söylemleri kabul etmek istemiyorum. Bunun için hala direniyorum. Pek çok yetenekli genç müzisyenlerle tanıştım. Çok yetenekli müzisyenler ile çalışma fırsatım oldu. Kendimizi ifade edecek bir ortam yaratmamız gerekiyor. Sürekli negatif söylemler ve negatif paylaşımlar ile bir yere varılmaz. Her gün sosyal medyada bunlar paylaşılıyor. Sponsorlara evet çok ihtiyacım var. Ama en çokta sizlerin yorumlarına ve paylaşımlarınıza ihtiyacım olduğunu söylemek istiyorum. Buna hepimizin, üreten tüm sanatçılarımızın, genç yeteneklerimizin ihtiyacı var.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com



Eksik Sıkılmadın mı içinin kalabalığından? Gel, Biraz da benim kabuğuma çekilelim, Biraz da benim kimsesizliğimi dinlendirelim. Her şey dilediğin gibi. Demlikte çay oturmuş, Kitaplar masanın üzerinde, İçlerinde yıllar öncesinden kalmış sevda sözleri… Pencere önü çiçekleri yeni filizlenmiş, Fesleğen kokusunu salmış göğe, Şimdilik tenha burası ama Gündüzleri iki kumruya yuva... Gel, Bir eksiği sen kaldın bu saatlerin Bir de deliksiz cebinde biriktirdiğin Uzun soluklu zifirî dizelerin…

Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com


Mor Bir Islık ve Sonbahar unutulmuş bir mevsimdeyim yapraklar dahi terk ediyor ağaçları turuncu kaldırımlarsa, dar sokakları köşe başında ürkek bir ışıksa umursamıyor geceyi ve sabaha karşı yürüyoruz, sol yanımda sonbahar, sağımda bir şafak ateşi mor bir ıslık dilimde, ellerimde rüzgarlar susuyoruz sonsuzluğa, susuyoruz hayatın yeşiline inat bir bulut olamadık diye öfkeleniyoruz sonra veyahut bir gökyüzü…

sahi bunun var mı bir sonu?

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 10: Tesadüf İki polis kapıyı kırdıktan sonra Tarık hiç beklemeden içeriye girdi. Namlusunu boş koridora doğrultup kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Önce ilk kapının önünde durup derin bir nefes aldı. Arkasından gelen polisler kapının iki yanında konumlandıktan sonra bir tanesi yavaşça odanın kapısını açtı. Aralanan kapıdan ilk adımını attığında, elindeki neşterini ona doğru doğrultmuş bir çift gözle karşı karşıyaydı…

yaptıklarını anlamamıştı ama filmlerden öğrendiği kadarıyla bu bir uyuşturucu olmalıydı. Emin olduğu tek bir şey vardı ki, bunu yaptıkları zaman ayakaltında dolanmak onun pek de yararına olmuyordu. Bu yüzden, biraz sonra başlayacağını tahmin ettiği bağrışmaları duymamak için kulaklarını tıkayıp yorganın altında hemen uykuya dalmayı diledi.

*** *** Salondaki adam son zamanlarda sıklıkla evlerine gelmeye başlamıştı. İlk zamanlar annesiyle salonda neler yaptığını anlamasa da bir önceki gelişinde merakına yenik düşüp onları izlemişti. Salonun ortasındaki sigara yanıklarıyla dolu halının tam ortasına koyulmuş sehpaya bir şey dökmüşlerdi. Adam, işinde usta olduğunu belli eden hareketlerle masaya döktüğü tozu ince ve uzun şeritlere bölmüştü. Daha sonra sırayla önce annesi sonra da adam masaya döktükleri tozu koklamışlardı. Hala tam olarak ne

- Tamam Tamam, teslim oluyorum! Poyraz, elindeki neşteri duvarın kenarına atıp ellerini başının üzerine kaldırdı. Ayak seslerini duyduğunda katilin geldiğini düşünerek neşterle kapının arkasında beklemeye başlamıştı. Ama içeriye giren kişinin katil değil de, kaçmak zorunda olduğu komiser olduğunu görünce donup kalmıştı.


Arkadan gelen iki polis memuru Poyraz’ı yere yatırıp ellerini tersten kelepçelediler. Odadaki herkes katili yakalamanın coşkusu içerisindeydi. Ama aynı zamanda hepsi Poyraz’ı öldürmek istiyorlardı. Nefret dolu gözlerle odanın ortasında duran adama baktılar. Tarık bunun olacağını hiç beklemiyordu. Bu adamı tam aklındaki listeden çıkaracakken suçüstü yakalamak onu oldukça şaşırtmıştı. - Alın bunu ekip arabasına götürün, bir olay yeri inceleme ekibi istemeyi de unutmayın! İki memur aynı anda “Emredersiniz!” dedikten sonra Poyraz’ın birer koluna girip başını aşağıda tutarak odadan çıkardılar. Nazlı önünden geçen adama baktığında garip bir şekilde katilin o olmadığını düşündü. Daha sonra odaya girip Tarık’ın yanında etrafı incelemeye başladı. Odanın içerisinde duvarın kenarına konumlandırılmış bir bilgisayar masasından başka hiçbir şey yoktu. Yerdeki ve duvarlardaki tozun aksine masa ve bilgisayar oldukça temiz görünüyordu. Tarık, tahmin ettiği şeyin doğruluğunu kontrol etmek için eldiven taktığı eliyle monitörün açma düğmesine bastı. Ekrandaki görüntü tam da beklediği gibiydi. Çivili odada çalışan polis memurlarına baktı bir süre. Sonra arkasına dönüp Nazlı’yla göz göze geldi. - Sence de artık bitti mi? - Öyle görünüyor ama yine de ben şüpheliyim. - Nasıl yani, o değil mi diyorsun? - Bilmiyorum ama az önce önümden geçen adam bütün bu cinayetleri işleyen kişi değilmiş gibi hissediyorum. - Aslında… Yanlarına gelen bir memur Tarık’ın lafını kesip hemen konuşmaya başladı. - Komiserim yandaki odayı da görmeniz lazım. Tarık ve Nazlı hızlı adımlarla koridordaki tozları kaldırarak yandaki odaya doğru ilerlediler. Kapıdan girdiklerinde bütün bu toz ve kire zıt bir

manzara karşılarında duruyordu. Yarı açık demir tepsilerin üzerine örtülmüş bembeyaz örtüler sanki “biz bu odadan değiliz” der gibiydiler. Tepsilere birkaç adım daha yaklaşıp içindekileri incelemeye başladılar. Bir ameliyat için gerekli olan her türlü malzeme burada mevcuttu. Tarık, cinayetlerdeki titizlikle atılan kesikleri gözünün önüne getirdi. Bu adamın işinde fazlasıyla profesyonel olduğunu biliyordu, ancak bu kadarını o da düşünememişti. - Her yerden parmak izi alınsın, dikkat edin hiçbir kanıtı bozmayın. Nazlı’yla birlikte çıkıp koridorun sonundaki diğer odayı da gezdiler. Bir ekip de bu odada çalışma yapıyordu. Herhangi bir eşya olmasa da duvarlardaki izleri en ince detayına kadar fotoğraflıyorlardı. Bütün teşkilat bu olaya o kadar çok kafayı takmışlardı ki, herkes büyük bir titizlikle ve özveriyle çalışıyordu. Tarık da bu özveriyi görünce fazla ayakaltında dolaşmamaya karar verdi. Gereksiz yere kimsenin başında durup konsantrasyonunu bozmak istemiyordu. Aslında bunlar kendini inandırmak için içinden geçirdiği bahanelerdi. Asıl isteği bir an önce merkeze gidip o adamla baş başa kalmaktı. Arkasını dönüp Nazlı’ya kafasıyla dışarıyı işaret edip yürümeye devam etti. Binanın dışına çıktıklarında arabaya binmeden önce derin bir nefes aldı. Sağ elini başına götürüp bir süre ensesini kaşıdı, stresli olduğunda hep bunu yapardı. Sonra arabaya binip merkeze doğru yol almaya başladılar. Nazlı, hala o adamı gördüğünde hissettiği şeyin nedenini düşünüyordu. Yapılacak olan sorguyu o da çok merak ediyordu. Bütün bu cinayetleri nasıl işlediğini, özellikle de neden işlediğini öğrenmeliydi. Merkeze geldiklerinde koridordaki koşuşturmacanın içinden hızlı adımlarla geçtiler. Asansöre binip ofisin bulunduğu kata çıktıklarında aşağıdakine nazaran daha sessiz bir kat onları bekliyordu. Ama bu sessizlik gereğinden fazla gerilim yaratmıştı. Tarık, ofisine doğru ilerlerken rapor vermek için yaklaşan memur konuşmaya başladı.


- Komiserim, şüpheliyi muayeneden geçirip sorgu odasına aldık. Her şey hazır sizi bekliyoruz.

- Uzun bir süredir peşinde olduğumuz bir seri katil olduğunu düşünüyoruz Poyraz. Bu konuda ne düşünüyorsun?

- Tamam geliyorum.

dakikaya

- Beenn… Ben kimseye zarar vermem, öyle biri değilim.

Odaya girip hemen ceketini çıkardı. Bu sorgu için oldukça sabırsızlanıyordu. Elindeki ceketi koltuğuna astıktan sonra masanın üzerinde günlerdir bekleyen dosyayı koltuğunun altına alıp Nazlı’nın meraklı bakışları arasında koridora çıktı.

- Peki istersen en başından başlayalım. Dosyadaki ilk cinayetin suç mahallinde seni bizzat kendim de gördüm. Orada ne yapıyordun?

Burak,

bekleyin

on

- Sorguyu bende izleyebilir miyim? - Tabi ki, bir şey fark edersen de mutlaka beni odanın dışına çağırın. - Anlaştık, sakin olmaya çalış. Sorgu odasına girdiklerinde camın arkasında sessizce bekleyen adama baktılar. Hayatının en zor gününü yaşıyor gibi görünüyordu. Şakaklarından akan ter damlaları o mesafeden bile görülebiliyordu. Poyraz, bakışlarını masaya sabitleyip az sonra ona yöneltilecek suçlamaları aklından geçirdi. Ona inanıp inanmayacaklarını bilmiyordu ama belki de hapse atılırsa peşindeki katilden bir şekilde kurtulmuş da olurdu. Ondan kurtulmak için bu kadar ağır bir bedel ödeyebilir miydi, bilmiyordu. O yüzden çok az bir şansı da olsa karşısındakileri suçlu olmadığına inandırmaya karar verdi. Tarık, sorgu odasına girdiğinde ağır adımlarla tam ortada duran masaya doğru ilerledi. Oda o kadar sessizdi ki, attığı her adımda ayakkabısının altındaki toz parçacıkları zeminle buluştuğunda duyulabilecek çıtırtılar çıkarıyordu. Masanın yanına geldiğinde Poyraz’ın karşısındaki sandalyeyi biraz çekip sakince oturdu. Bundan yarım saat öncesinde söyleyeceği yüzlerce şey varken, şimdi söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. Klasik bir giriş yapmaya karar verdi ve olayı akışına bıraktı. - Öncelikle adını ve soyadını söyle. - Poyraz Salık.

Poyraz hayatının bir anda karışmaya başladığı o günü sanki tekrar yaşıyor gibiydi. Böyle bir günü nasıl unutabilirdi ki. O kadının canice öldürülmesini, ağzından çıkan gözü ve onun için çalan telefonu… - Ben sadece işe gidiyordum. Orada toplanan kalabalığı görünce de merak edip bakmak istedim. - Başka bir şey olmadığına emin misin, atladığın veya sakladığın bir şey? Poyraz, telefondaki sesi karşısında oturan adama söylemek istemedi. Zaten söylese de ne fark ederdi ki? Uydurduğunu düşünüp ona inanmayacak bir adam vardı karşısında. Bu yüzden cevap vermek yerine sessizce başını iki yana salladı. - Dosyadaki ikinci cinayet de ne tesadüf ki senin çalıştığın iş yerinde gerçekleşmiş. Hatta o gün de seni olay mahallinde gördüm. Peki buna ne diyorsun, hepsi birer tesadüf mü? Olay anında neredeydin, ne yapıyordun? - Ben o gün uyuyakalmışım. Arkadaşlarım öğle yemeğine çağırmamışlar. Uyandığımda mesai saati başlamak üzereydi, zaten ne olduysa arkadaşlar yemekten dönünce oldu. Bir çığlık duyunca hemen aşağıya indim. Sonrasında da siz geldiniz. - Yani olay anında tek başınaydın öyle mi? Yanında kimse yoktu. - Evet, dediğim gibi uyuyakalmışım. - Bana doğru söyle be adam! Patron yalakası olduğu için ondan nefret ediyordun değil mi! Dayanamayıp kimsecikler yokken otoparkın orta


yerinde deştin adamı! Ama hakkını vermek lazım, hayatımda hiç bu kadar yaratıcı bir cinayet görmemiştim o güne kadar. Poyraz, söylenenler karşısında öylece komisere bakıyordu. Söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Her şey o kadar özenli ayarlanmıştı ki, bütün deliller onu gösteriyordu. Üstelik kendini savunabileceği ne bir kanıtı ne de bir şahidi vardı. Bir gün önce hatırladığı bardaki geceyi ve telefonu söylemediği sürece bu işten paçasını kurtaramazdı. - İtiraf ediyorum! Poyraz’ın sesi bir anda bütün odada yankılandı. Camın arkasındaki herkes dikkat kesilmiş Poyraz’ı dinliyorlardı. Hepsi sonunda bütün olup biteni katilin ağzından dinleyecek olmanın heyecanı içindeydiler. - Size az önce olan biten her şeyi anlatmadım özür dilerim. İzninizle ilk günden itibaren anlatayım. Tarık bu itiraftan sonra sadece başıyla onay verebildi. Yılların getirdiği tecrübesi hiçbir işine yaramıyordu. Sanki ilk kez bir olayı çözüyormuşçasına heyecanlıydı. Biraz sonra duyacağı şeylerin dünyanın en acımasız cümleleri olacağını düşünüyordu. - O gün işe giderken barın önünde toplanmış kalabalığı gördüm. Sabah sabah o kadar insanın neyi izlediğini merak edip bende bakmaya gittim. Sonrasında sizi ve kadını gördüm. Ama olanlar

bu kadar değildi. Gördüğüm şeyin şokuyla kendimi kötü hissettim. Yenilir yutulur cinsten bir manzara değildi. Sonrasında bir telefon çaldı hem de ankesörlü bir telefon. Biliyorum bana inanmıyorsunuz ama olay yerinin hemen sağındaki ankesörlü telefon ben açana kadar çaldı. Açtığımda ise donuk bir ses sadece “Görüyor musun?” dedi. - Bana masal anlatmayı bırak! Bak senin ne kadar zeki bir adam olduğunu biliyorum. Ama şu detayı atlıyorsun, kimse bir ankesörlü telefonla seni aramaz. Bu çok mantıksız. - Biliyorum, kulağa fazlasıyla mantıksız geliyor. Ama ben bu kişiden iki kere daha telefon aldım. Hatta son aramasında bir şeyleri hatırlamam gerektiğini söyledi. Bardaki olayla ilgili hatırlamadığım bir şey olduğunu ima etti. Sonrasında ufak tefek şeyler hatırladım. Poyraz şakaklarından akan teri elinin tersiyle silip, tişörtünün yakasını dalgalandırdı. Oda bir anda çok ısınmış gibi hissediyordu. Anlatmaya devam etmeden önce bir süre komiserden onay bekledi. - O kadın ölmeden önceki gece barda bende vardım sanırım. Ama yemin ederim ki hiç hatırlamıyorum. Yani ben gece olunca yatıp uyumuştum, aynı zamanda nasıl orada olurum aklım almıyor. Yine de bir şeyler hatırlıyorum. O gece bardaydım ve oturduğum masada ölen kadınla birlikte iki kadın daha vardı ve birde yüzünü hatırlayamadığım bir adam… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Kullanıcı Adı:

ilkerArdic

Hikayeye Buradan Ulaşabilirsiniz.


Beyaz Elbiseli Manifesto Hisler, kanım, hisler altıncı ayın altısı gibi bazen hiç sekmez. Suyun üzerinde seken taş, taşlığından; su suluğundan bir şey kaybetmediği gibi hisler de hisliğinden bir şey kaybetmez zaman makinası içinde. Unutmamak nihai. En görünür yerinden katladım seni çizgili olmasa da sarı sayfalara kitledim talihini... Aklım kitlense de mumumun fitili erimedi. Sormadan ilerlersek cevapların kaderi kederimizin sancısını dindirir... Mefhumlar iki ihtimalli olsa da fincanımız bir olunca telvemiz temiz ve şekilli... Birlik, dirsek çürütmece yazgılı... Kilidin elimde desem sana? Şaşırma, sen verdin kitap sayfalarında... Ve ben aldım yine senden anahtarımı taktığım parmaklarından... Velhâsılıkelâm ben çok değiştim bu dört koca kayıplı senede annem... "Sen iyiysen, ben de iyiyim" dediğinde gönlümün bam teli inceldi bu akşamüstü... Ahh, benim uçurum çiçekli, kısa saçlı, kalem yüzlü annem... Aslında en çok sana sığınmam var, senin de benden çok yargıların... Gökteki yıldızın sabitmiş meğer...

şirazesi

kaymış,

dileği

Yanaklarım okşandıkça yanaklığımdan, saçlarım peruklaştıkça düzlüğünden geçer oldum da kıyımı hep ruhumun merdiven altlarına gizledim... O'ndan sonra fark etmeden kıvırcıklar biriktirmeye başladım... Sarıların Hakan'ı, karaların Betül'ü... Biri sözlerime değdi, diğeri telveme... Beyaz fincana konan parmaktaki kara telve yine yolları bir kıldı... Nihayetinde sesim yetişmiyor, bakışlarım karşılanmıyor, ellerimin nemi silinmiyor... Ben bekliyorum da gelen giden kalmıyor ceplerimde... Dualarım dualanmıyor, kırıklanıyor, saçlarım uzamıyor...

tırnaklarım

Ve gözlerim en çok yuvalarında küçülüyor... Ve soruyorum: Nereye uçar turnalar? Başımda göğün yakıcı ateşi, ayaklarımda toprağın teskinliği... Ve ben bulutlarımı topladım, rüzgârı sırtladım, şimdi mataralı bir ezgide secde etmekteyim...

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Yerden Göğe Hak Bildirisi Parmağından gök damlatan kadın haklısın; zaman kiraz zamanı ve dehlizinden gocunmayan bizler, her seferinde ayrı damdan düşüyoruz aynılıkla beden bulmuş bu deme. Yeşil samanlar ve çöplükler, bütün bağnazlığın hengamesinde ucu sivri menteşelerin en çiçekli köşesinden çiçek yeşerteni de serperekten masaya geçiyoruz akşamın bir saatinden. Akşamın bir saatinde bize kalan sokağın her selamında yargıladığımız akşamı yine kendinden sıyırarak usulsüz mahkemelerde ve celselerin tarihlerini beklemeden ve hüküm vermeden istikbaline, kaçıyoruz. çünkü sığ idi onun ceplerinde yokluğumuz beraberken yoksuluz bize biat edenlerden. yorgunuz ballandırılmış bütün kelimelerden arı kovanlarına yılmadan çıngıraklar takıyoruz. Çomaklar sokuyoruz adım aralarına tek tek Aza kanaatleri hepten sek olarak devirmek kırkı bitmez çilenin şimdi kırk birincisine denk. Sanki ne kazandırır bizi din ve devlet gibi görmek ve laik bir yıldızın kayışını izletebilmek nehir göğsündeki balığın hıncı henüz dinmeden, Kronosoğullarından yeni bir tanrı talep etmek neye yarar yılgın hendeseye tutsak olmaktan gayrı Sormak, elzemdir artık kirpikte tıkanmış gidere Sophia Loren bir görse, hala kazanır üstümüzden.

ve biliyoruz ki İ.H.M de yüce değil mahkememizden, ve şimdi bizi bizden yüksündürerek bana ben'le dönüyorum, ey muzdaripler, oku! Engizisyondaki adamı tanıyorum hani şu boynuma giyotini geçiren kadı palalarını da cilalayan aynı adam ve bense iki hüküm arasında bir tüyüm gidip gelen. Vakitlice terk ediyorum denize vurmuş kıyımı. Peynir gemisini laflarımla yürütürken aşık ettiysem de ekmek teknesini gemiye yine de yetişemiyorum koyların okyanusa değdiği yere. Bunlar belki baharın bir lira olduğu zamanlardı, Neden sonra büyüdüm tasalarımı sürükleyerek derdim sesini işitebilmek kokunu çiçek tacirlerinden sökebilmek için için için benden çok şey bekleyenlerin beni yerle bir ettikleri hallice vakitler öldürdüm... Teklifleri değerlendirdim zerre üşenmeden insanı cezbeden ve reddine mavi boncuk veren yani karşı konulmaz ama çarşı da kurulmazları. En münasibini bir adım öne doğru çıkararak ve gerileterek ufaktan bir adım da kendimi dönemeçli kaydırakta çakılı kalmış bebeğin anasını bir an eli cebinde görmüş olması gibi Yüzümdeki o tedirgin ve kahve bilyelerle


yöneldim bulutlarla aydışan yamacına Oysa salt bir ortaklık teklifiydi benimkisi, ismi dertti bu işin, kârı, yiten her gülüşten arta kalmış bir melal... Parmağından gök damlatan kadın beni bu cümleyle bastı ya bağrına göğünde şarkı dilerdim suskun uçurtmalarına. Bana ben'le geleni, bize biz'le verme vakti, ey muzdaripler

oku! Şimdi ne ölüyoruz ne onuyoruz şu “arnavut kaldırımlı taş sokakta” yağmurun yağışını ve de ıslatmasını hakikatlerle bir türlü yoğuramıyoruz, Pragmatist’im güzelsin sen mazur gör bizi. Çünkü mata nişan alan bir satranç cinnetini, matsız bir oyunla nihayete erdiriyoruz.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Mektup Ritüeli Üçüncü Mektup: Dolaptaki Korkular Sizi yine çok özlemiş olmalıyım. Sizinle muhabbet etmek istediğimden olsa gerek ki, kalemi yine elime aldım. Bir mektup daha... Bu, tek taraflı olsa bile, sizinle konuşmak çok güzel. Zaten her şey sizinle konuşmak istiyor olmalı. Biraz dikkat kesilirseniz, kalemin etrafa serpiştirdiği fısıltıları duyabilirsiniz. Kağıtlar, rüzgarla birlikte dile gelmeyi bekliyor huzurlarınızda. Şayet benim durumum biraz farklı. Yazdıklarımın geveze oluşu, konuşmayı beceremediğimdendir. Beni bir kez bile huzurunuza kabul buyursaydınız, dilim muhtemelen vefat ederdi karşınızda. yoksa bu yüzden mi beni hiç görmek bile istemiyorsunuz? Siz de bir cenaze ile yaşamanın ne kadar zor olduğunu biliyor olmalısınız. Kim bilir belki de beni düşünmeyerek, aslında beni düşünüyorsunuzdur. Gözlerinizin, gözlerimi kör edeceğinden korkuyor olmalısınız. Sesinizi sura

sanacağımdan, elimi tuttuğunuz an, kalbimde ki zaman ve mekan kavramanın duracağından, belki geriye doğru atacağından, izafi bir teoriyi ispatlayacağımızdan, tüm dengelerin şaşıp, en inceldiği yerde kıyametin kopacağından, hatta tüm kainatın deliye çıkacağından, Cennet'le Cehennem'in Araf'ta birbirlerine sarılacağından, sen ve ben 'biz' olursak eğer başka hiçbir şeyin var olamayacağından korkuyor olmalısınız. Siz beni seviyor olmalısınız. Aşk babta söylemiyorum bunu. Kendinizce benim iyiliğim için savaşıyorsunuz. Bu savaştan uzak durarak... Oysa ki savaş ismini hiç hak etmiyorum. Siz kendinizi pek seviyor sayılmazsınız. Çünkü kendinize benim pencerelerimden hiç açılmadınız. Camlarımın ardındaki o meşhur Arabi kız da hiç olmadınız. Keşke bir bilseydiniz yağmurların caddelerimizi nasıl da esir aldığını.


Ama siz, benim büyülü bir aynaya baktığıma kanaat getirmişsiniz. Aynam hep sizi sunuyor bana, bu doğru ancak ben aynanın değil bizzat sizin büyülü olduğunuza inanıyorum. Sakın inançlarımı hafife almayın. Ben size bir din gibi inanıyorum. Ben tüm imkanlarımı seferber edip sizi gökkuşağından bir adım olsun, daha yakınıma yanaştırmaya çalışırken, siz benim olmadığım bir dünya yaratmaya çalışıyorsunuz. Peki neden?

Siz benim rüyalarımı şereflendirirken, yoksa ben sizin kabuslarınıza mı saldırıyorum? Bana olan bu ürkekliğinizin nedeni nedir acaba? Bunun bir nedeni var mıdır küçük hanım? Siz benden korkuyorsunuz ama ben kuşların sırtından geçinerek şiir yazan birisiyim sadece. Siz benden ölesiye korkuyorsunuz ama ben sizin dolabınızda değil kalbinizde yaşıyorum. Lütfen bunu unutmayınız olur mu?

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com


- Instagram: burakerdoan -

- Burak ErdoÄ&#x;an -


- Ali Niyazi Bozkurt -


“Yunus Günçe” Röportajı Merhabalar bu ayın bir konuğu da Yunus Günçe. Birçok farklı sanat dalında başarılar elde etmiş sanatçılarımızdan kendisi. Ama özellikle TV seyircisinin adını duyduğunda “iyi çocuk” deyip ailenin bir ferdi olarak gördüğü biri... Bizi kırmayarak sorularımızı yanıtlamayı kabul ettiği için Yunus Günçe’ye teşekkür ediyoruz ve sohbetimize geçiyoruz... - Merhabalar sizi tanımakla başlayalım. Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

çok iyi mekanlar vardı. Çok güzel etkinlikler, çok güzel insanlar vardı.

39 yaşımdayım şimdilik. Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirmedim. Koç burcuyum, Beşiktaşlıyım, 4 kardeşin en küçüğüyüm, amcayım, dayıyım.

Çok iyi olanları var. Hangi tür müziğe ilgi duyduğunla da ilgisi var kimin ne kadar iyi olduğunun bana göre. Çok çeşit DJ var. DJ her müziği çalmaz. Her müziği çalan DJ de var ama. Ben deep-house,tech-house seviyorum ve çalıyorum. Bu aralar da Oz-e ile A couple of Djs bir oluşum adıyla çalıyoruz.

Yeterince kısa oldu mu? - DJ’lik kariyeriniz nasıl başladı? Bununla ilgili bir anınızı bizimle paylaşır mısınız? Şimdiki DJ’leri nasıl buluyorsunuz? - Meraktan ve ilgiden başladı. Eve iki tane pikap alarak başladı. Çok eskiden beri elektronik müzik dinleyerek başladı. İstanbul’da, Ankara’da

- DJ’lik yaparken sizi takip edenler bir de baktılar ki, TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” dizisinde Gökhan “Çekirge” karakteriyle ekranlardasınız. Projeye nasıl dahil oldunuz?


- Sen VJ’lik demek istedin herhalde? VJ’lik ve DJ’lik çok başka iki iş. Sadece tek bir harf değil aradaki fark. Sanıyorum bir önceki soruda da kast ettiğini şey VJ’likti? Ama artık çok geç! Cevap vermiş bulundum. Best Tv’de Dejavu diye bir program yapıyordum. O sıra gördüğü ilgi, ulaştığı kitle dikkat çekmiş. - Bugüne kadar yaptığınız işler arasında sizi en çok heyecanlandıran hangi projeydi? Neden? - Dejavu & 46. Özgün ve zamanların ilerisindeydiler çünkü. Sade ama kuvvetliydiler. Gerçekti ikisi de. - Diziler hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce dizi ve film sektörü ne durumda? - Çok uzunlar. Bu uzunluk içeriklere de yansıyor tabi. Gereğinden uzun şeyler sıkar insanı. Çok aynılar. Ama aralarında deneyen, özenen örnekler de var. Ama onlar da çok uzun. Sektör mü? Sektör mektör yok. - Birçok iş yapıyorsunuz. “Çok yoruldum artık sadece şu işe yönelmek istiyorum” dediğiniz oluyor mu? - Henüz olmadı. Çok yorulursam, toptan bırakır giderim. - Ben şeyi hep merak etmişimdir, misal sunuculuk yapmadan önceki süreci... Misal otururken “Yahu herkes sunuculuk yapıyor, benim neyim eksik. Ben de yaparım, arkadaş” mı deniyor. Yoksa çevreden mi “ Sen neden yapmıyorsun?” mu deniyor. Ya da gerçekten genelde dendiği gibi yoğun teklif mi geliyor? Bana hep bir anda olan sihirmiş gibi gelir. - Sunuculuğun ne kadar önemli, sunucunun ne kadar faktör olduğu anlaşılıyor çoğu zaman. İlişkiler belirliyor genelde seçimleri. Kalifiye eleman ihtiyacı ve gereği pek anlaşılmadı henüz. - Sanatçı sahnede tek olduğu zaman mı, yoksa bir kadro ile olduğu zaman mı daha özgürdür? Neden?

- Yalnızlık her şeyden özgürdür. - “Kafamda Böcekler Var” isimli stand-up gösterinize gelecek olursak, ismi gerçekten çok ilginç. İsmin ve oyunun doğum süreci nasıl oldu? - KBV bir isimden ziyade bir durum. Yeni değil. Hayatımın, hayata bakışımın, meselemin özeti. Anlatmayı seviyorum ben. Çıkıp anlattım bir gün. O günden beri de anlatıyorum. - Gösteri sonrasında ya da sokağa çıktığınızda tepkiler ne yönde oluyor? En tuhaf tepki ve ya yorum neydi? - “Bu kadarını beklemiyorduk” diyen çok oldu. Tepkiden ziyade bir itiraf bu. Hoşuma gidiyor duymak. Bir akşam, bir kadın “Aşırı samimi” deyip çıktı gitti oyundan. Bunu da sevmiştim.


- Zaten bu süreci yazdım ben. Uzun uzun yazdım. Yazının kendisi yazdım. Her yazıya bir yazı yazdım daha verimli okunsun diye. Buna da “bilinçli okuma” dedim. Bunu da yazdım. - Gösterinizin kitaplaştırılmış halini mi okuyacağız? Yoksa tamamen farklı bir tema mı bizleri bekliyor? - İkisi başka. Ama kaynakları ortak. - Başka kitaplarda gelecek mi, yoksa bu kitap tek seferlik bir şey miydi? - Yazı bitmez. Yazmak da öyle. - Çok kitap yazılıyor ama kitap okuma sayısı az. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Sizce okuma seviyesi hangi düzeyde? - Yazan bir kişinin, sadece yazarak hayatta kalması zor burada. Sanıyorum ne demek istediğim anlaşılmıştır.

- Dergimiz için sizden bir yazı istedik ama röportajda karar kıldık. “Yazdım bir şeyler” dediğiniz “Kafamda Böcekler Var/Yazı Hali” ismiyle yayınladığınız kitabın yazım sürecinin öncesini anlatır mısınız? Yani nasıl karar verdiniz?

- Röportajımızın sonuna geldik, bizlere son olarak neler söylemek istersiniz? İmza günleriniz var mı, varsa tarihlerini ve nerelerde olduğunu paylaşabilirsiniz? Yani sizi nerelerde ve nasıl görebileceğiz? Ya da turneleriniz varsa onları söyleyebilirsiniz. Neyse ben susayım. J Son söz sizin... - Yaz durgun geçer. hareketlenir her şey. Eyvallah.

Yazdan

sonra

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com



Köşe Tadı beirut-namjoo kaç kilometredir? hüzün değişimi ne kadar sürer? "u" dönüşü kabiliyet midir? belki manevra kabiliyeti gerektirir? peki manevra ne gerektirir? manevra, bazen rhineland'ı bilmek bazen ise rooberoo'dan, uzaklaşmayı gerektirir. ve bu, bir tür içsel yolculuksa, adım'la varılan her yolda adına tesadüf edilen her şarkıda kendinin elinden mutlaka tutuyorsun demektir. hayat numarası, yaşama büyük gelenler de içlerinde mutlaka, eski bir fotoğraf taşıyor demektir... ben ise; eski fotoğraflara iştirak ettiğimi fark ettiğimden beri anladım ki, günümüz çok daha iptidai. -fonda bir miktar müzeyyen senar bir miktar da oya&borasenar'dan, oya&bora'ya olan yolculukta bir tek anılar kuruyor bu sağlam köprüyü, evet; anılar... yalnızca anılar sağ çıkıyor zaten acı eşiği düşük bir enkazda...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Veda… Sana bir mektup yazmak istedim. Hiçbir zaman cesaret edip yüz yüzeyken söyleyemediğim şeyleri, kağıda döküp içimi rahatlatmaktı biraz benimki. Eskiye dönüp düşündüm. Keşke dedim, keşke söyleseymişim. Pişmanlığımı o gün anladım. Söylesem ne kaybederdim ki… Ya istemezdin ya da yüzümü güldüren o istediğim şey gerçekleşirdi ve benim olurdun. Zaten söyleyememe rağmen yüz yüze bile bakmıyorken, ha o zaman kaybetmişim ha biraz daha geç ne fark edecekti ki... Mektupta senden benden bizden bahsettim. Olmayan bizden… Yıllardır kurduğum hayalleri sayfalarca yazdım sana. Yazdım ama benimki gerçekten de sadece hayallerden ibaretti. O mektup senin eline geçmeyecekti hiçbir zaman biliyorum. Kendi kendimi ne kadar umutlandırsam da kalbim asla kabul etmese de biliyordum birlikte olamayacağımızı.

Ben şimdi pişmanlıklarım ve keşkelerimle dolu hayatımda yaşamaya çalışıyorum. Beynimi karıncalandırıyor düşünceler, hayaller... Gözümde canlanıyor bir bir yaşayamadıklarımız. İçimde bitmesi gereken o umut azalmıyor da gün geçtikçe daha da artıyor sanki. Seni hiç görmeden, sesini duyamadan, fotoğraflarına baka baka umudumu yitirmemeye çalışıyorum ama nafile. Şimdi elimde fotoğrafın, iç çeke çeke bakıyorum gözlerinin içine. Söylemek istediğim çok şey varken anlamlı gözlerin izin vermiyor söyleyeceklerime. Bir veda etmeliydim artık sana bu mektup seninle ilgili son yazımdı benim. İçimi sayfalara kustum ve rahatladım. Bu uzun ve zor dönemi kağıtlara döktükten sonra kapatmak kolay olmayacaktı elbette ki ama alışacağım nasılsa... Elveda...

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


Unutmak Öylece dursun yıllar Bakarken göz kırpsın geçmiş Bazen yaş olup aksın satır aralarına Bazen de esirgemesin bir tebessümü Ne yollar ağlasın ardından Ne de vedalar sessiz kalmasın Un ufak olsun dertler Çoğaldıkça zevki kemirir bilirim Usulca yol alırken Gözler düşer sırtüstüne Dönemez yüzünü yok olan vicdan Ayaklar iz bırakmaz eskisi gibi Ve Dursun zaman Saatler akmasın dakikalarca Bir şafak daha sökerse Gırtlağıma yapışır "unutmak"

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Mavi Damlalar İçim dolu yine bu gece. Denize döksem sel altında kalır belki Sarıyer, Çamlıca'nın tepelerinde dolaşır belki de sensizliğim. Seni hatırlayacak kadar unutabilmeyi istiyorum. Daha ötesi olmamalı, bu gece gitmeli gözlerin gözlerimin önünden. Sağa sola çarpan anılarını dilencilere dağıtmalıyım belki de. Denize dökersem eğer maviye karışır her bir damlan. Her gün, bir damlan çıkar karşıma. İçime karışır gözlerin, bakamam.. Gelemem o çok sevdiğim kayalıklara, her gece seni görmeye dayanamam ay ışığıyla örtünürken. Hem, martılarım aç kalır ben yokken. Seni anlatamazsam onlara, sıkılırlar… Gökyüzüne döksem içimi, yine maviye karışır her bir damlan. Her kafamı kaldırışım da sana

değer gözlerim. Kokun kokuma karışır, nefes alamam. Mavi damlalar düşer üstüme, sen olur her bir yanım. Tenin tenime değer, titrerim. Düşman olurum o çok sevdiğim İstanbul'a, perdeler çekerim… Terk et! Bu gece bırak beni. Toprağa aksın içimdeki sen damla damla. Kendimle birlikte bırakıyorum seni toprağa. Yoksa arınmaz içimdeki maviliğin. Eğer bir gün merak edersen yerimizi, Heybeli var karşımda. Yanıma uzan o gün, her bir damlan geri dönsün sana. Daha mavi ol, en güzel renginle kapla gökyüzünü. Örtüyorum artık üstümü, yoksa baktığım her yerde seni görüyorum. Kafamı çevirdiğim her yer, Mavi…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Ray Harding Bölüm 4: Sır Perdesi Aralanıyor Dursley, James, Rob ve derken Cenk… İşte son birkaç haftada Ray’in… Pardon Ryan’ın hayatına giren kişilerdi. Tabi Ryan’ın… Kimliğini bile kaybetmişti mesleğiyle beraber. Ne terfi ama… Polis Müdürlüğü beklerken sepetçilik bulmuştu. Bütün bunlara rağmen huzurlu olmak istiyordu ama kolay mıydı?

bir de açmış. Açıkçası pek uyuyamamış. Biricik eşi Rona’yı düşünmüş durmuştu. Ne yapacaktı Fransa’da. Ya onu orada da bulurlarsa? Bulacak kişiler ona ne yapabilir ki? Öldürür mü? Ya öldürürse? Bu sorular kafasının içinde şarkı söylüyor. Ve dahi işine konsantre olmasını engelliyordu. Hayatta iki şeyi çok iyi bilmekteydi.

Etrafındaki esrarkeşler, en masum ve günahsız ve hatta zararsız tarafta bulunuyor. Her tarafında kadın satıcıları, beyaz ölüm tacirleri ve hatta kaçak göçmen tacirleri… Şimdi amir Hamilton yanında olsaydı ve “Gunners and Spurs” savaşını başlatsalardı, hiç fena olmayacaktı. Amir Hamilton, Arsenal’i tutardı. Ray’e göre Tottenham’ı tutacak kadar genç değildi zaten. Kanı kaynayan gençlerin arası pek uygun bir yer değildi yaşlı Hamilton için.

Bunlardan biri, asla düşmanına sırtını dönmemesi gerektiğiydi. İkincisi de ölümün dahi esaretine girmemesi. Prensiplerinden vazgeçmemek onun için çok özeldi. Ve dahi güzeldi.

Sabah uykusu tatlı gelir ya hani işini gücünü seven, eşiyle mutlu ve çoluk çocuk sahibi dertsizler için. Sıradanlar için. Biraz sıradışı olsan gözüne uyku girmez zaten bu dünyada. Sabah kalkmıştı. Gözleri açık ama sersem gibiydi. Bütün gece bir yatmış bir kalkmış. Bir kapamış gözlerini

Şimdi henüz geliyordu.

uyanmış

Dursley,

yanına

- Günaydın Ray, iyi uyuyabildin mi? - Harikulade. Ya sen? - Sadece 30 dakika uyumuş demezsin. - Ne? Sen sadece 30 dakika mı uyudun? - Hayır.


- Ama?

- Gelmiş olmana sevindim Ray.

- Demezsin demiştim.

- Başka şansım var mıydı?

- Her neyse, ben çok sıkıldım. Hamilton ve sen beni bu esrarkeşlerin arasına soktun. Ve şimdi ne yapacağımı inan ki bilmiyorum. Bir de şu Türk. - O Türk mü? Nesi var o Türk’ün? - Bir şeyi yok! Ancak tanımadığım biriyle kalmaktan hoşlanmam. - Onun bir adı var. Cenk ve bunu biliyorsun. - Her neyse, ne zaman gidiyoruz buradan? - Şimdi. Merak etme yarına Polis memuru Ray Harding olarak uyanacaksın dostum. Bu kilit bu gece çözülüyor. - Ciddi olamazsın. Doğruları mı söylüyorsun? Peki nasıl? - Bütün gece amir Hamilton’dan cevap bekledim. Sonunda beklediğim emri aldım. Bu gece baskın var. Tam da beklediğimiz yerde.

- Hayır! Hadi takip et beni. Uzunca bir süre takip ettikten sonra Picadilly’den Westminister’a giden yolda , hemen sağ tarafta bir karanlık dükkan bulmuştu ya da daha önce zaten gelmişti buraya. Girdiler içeri. Cenk bu dükkandaydı. Elinde kalem ve kağıtla karalama yapıyordu. Şimdi kalkmıştı ayağa Cenk. Ama garip bir şekilde güvensizlik seziyordu onun gözünde Ray. Tanımadığı insanlara hiç güvenmezdi. Ama Dursley’i de tanımıyordu? Amir Hamilton, tanıyordu ya yeterdi o. Amir Hamilton’u da oldukça iyi tanıyordu. Dursley, konuşmaya başladı. - İşler nasıl gidiyor? - Harikadan biraz daha kötü. - Ne oldu? - Her şey tamam. Bu gece baskın yapacağız. - Kötü olan ne?

- Nerde?

- Hiç. Sadece bir his.

- Şimdilik bu kadarını bilmen yeterli dostum.

- Biz İngilizler hislerle çalışmayız Cenk.

Oldukça meraklanmıştı. “Scotland Yard neden bu kadar dışında kaldı acaba” diye içinden geçirmeden edemedi. Sonra ise aklına cevap gelmişti. Tabi ki dışında kalacaktı. Bu operasyon ciddiydi. Tüm bu olanlar kutlanırdı. Şimdi çıkmışlardı yola. O ayrı yöne gidiyordu, Dursley apayrı bir yöne… Beraber gidemezlerdi elbette batakhaneye. Tanımıyorlardı ya birbirlerini. Ayrılmadan önce 15:00’da Picadilly meydanında buluşacaklarına dair sözleşmişlerdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Saat 15:00’e doğru ilerlerken yavaşça Çıkışa doğru yürüyordu Ray. Metronun çıkışına… Picadilly metro çıkışında buluşacaklardı Durley ile. İlk buluşmaları gibi son buluşmaları da metroda olacaktı anlaşılan. Halkın en işlek tuttuğu alan, en güvenli alandı onlar için.

- Pekala, o zaman akşam 19:35’te Dolston’da Sin Local’in hemen yanındaki depoda olacağız. Beton ve adamları, bir numaralı müşterileri Elena Romanov’a mal teslimatını yaparken, o sırada baskını yapacağız. Bu şekilde bir şebekenin de çökmesi gerçekleşmiş olacak. - Umarım. Ray, bu konuşmaları sadece ve sadece dinlemişti. Ancak sabah cevap alamadığı soruların cevabını almıştı. Akşam 19:35’te Dolston, Sin Local’in yanında bir depo… Bütün bunlar onun sakin yaşamına renk katmıştı aslında. Ancak çok özlemişti biricik eşini. Güvenlik nedeniyle Paris’e gitti gideli hiç görüşememişlerdi. Açıkçası Rona’da şaşırmıştı Ray’in bu seyahate bu kadar kolay izin vermesine. Ancak Ray, söylememişti gerçek sebebini. Anlayışlı biricik Ray’i Rona da


söylemişti elbette. Bu gece hepsi son bulacaktı. Belki de tüm bunlardan sonra Scotland Yard, bir mükafat olarak Paris’e biricik eşinin yanına gitmesi için Ray’e bir hafta izin verirdi. Tüm bunların hayalini kurarken saatler geçmiş ve Ray, baskının gerçekleşeceği depoya doğru yolculuğa koyulmuştu. Beklediği an gelmişti. O ölüm tüccarlarına içindeki nefreti kusabilecekti artık. Finsbury Park metro istasyonunda bulmuştu kendini. Aşağı doğru iniyordu. Önce Manor House’a gidecek, ardından 15 dakika yürüyecekti. Garip olan ise bu görev için neden onun seçilmiş olduğuydu. Neden o? Neden onlarca MI5 Ajanı varken neden onun gibi basit bir polis? Hiçbirinin cevabını bilmiyordu. Muhtemelen hiç öğrenemeyecekti de ancak artık bu soruları bırakma zamanıydı. Çünkü Manor House’a gelmiş ve yürümeye başlamıştı. En fazla 15 dakika içinde orada olacaktı. Ve oraya vardığında, Sin Local’de gazeteleri inceleyen Dursley’i fark etti. Yanına gittiğinde ona bir gazete sayfası uzattığını gördü. Gazete küpürünün üstünde bir kağıt parçası da vardı. “Marketin arka kapısından çık! Hemen sağında kırmızı bir kapı göreceksin. Merdivenlerden aşağı doğru in! Yakalan onlara bu teslimat anını uzatmak için bir şans olacak bizim için. Merak etme seni öldürmezler. O anda olacak bir cinayet işlerine hiç gelmez. Muhtemelen icabına sonra bakacaklardır. Ancak biz o sonra gelinceye dek kurtaracağız seni! Onlar o an seninle ilgilenirken, biz de destek birliğin gelmesiyle baskını ön kapıdan yaparız. Son bir şey: Serbest kaldığın anda en alt kata koş ve lacivert kutuyu James’in almasını engelle!” Ray, okumayı bitirdiğinde Dursley’nin artık onun yanında olmadığını fark etti. Ve doğruca arka kapıya doğru yöneldi. Kırmızı kapıyı geçtikten sonra aşağı doğru ilerlerken, Rob ve James’in Elena denen mafya kraliçesi ile bir şeyler konuştuğunun farkına vardı. Biraz vakit geçirdi. Kendine itiraf edemese de korkuyordu

birazcık. Ya gelip kurtarmazlarsa? Ya bir şeyler ters giderse ya da yolunda gitmezse? Cesaretini topladı ve bir anda atıldı ortaya. Beton, bir an şaşkınlık geçirse de seslendi. - Ne arıyorsun burada? - Oyun bitti! Artık insanların ruhunu satın alamayacaksınız! - Ne sanıyorsun kendini? Kimsin sen? Kim adına çalışıyorsun? - Artık bir şey bilmene gerek kalmayacak James. O anda hakikaten birkaç adam içeri girdi. Silahlıydılar. Ve James’e doğrultulmuştu çoğu. Bir arbede çıkmıştı, bu arada Elena denen kadının ortadan kaybolduğunu fark etmemişti Ray. Ray’in serbest kaldığını ise kimse fark etmemişti. Bu arada bir fırsatını bulup aşağı doğru koştu. Lacivert Kutu direk gözüne çarpmıştı. Evet onu bulmuştu. Ancak dışarı nasıl çıkaracaktı. İşin garibi yukarıda baskın yapanlar arasında Dursley’i de görmemişti. Tüm bunları düşünürken sırtına aldığı bir darbeyle neye uğradığını şaşırdı. Dönüp baktığında, bu darbenin nedeninin Rob olduğunu gördü. - Kendini çok mu akıllı sanıyorsun Ray? - Ray mi? Ryan demek istedin herhalde? - Ray dedim ve demek istediğim de tam anlamıyla buydu. Senin ne işler çevirdiğini en baştan beri biliyordum. - Ne olursa olsun senin de James’in de kirli amaçlarına ulaşmanıza izin vermeyeceğiz! - Dedim ya kendini çok akıllı sanıyorsun diye. Bu arada boğuşmaya başladılar. Ray ise fiziki avantajını kullanarak Rob’u yere yıkmayı başarmıştı. Bir anda Dursley’nin ortalıkta belirdiğini fark etti. Dursley’e seslendi. - Hey Dursley!


- Baksana buraya! - Demek buradasın Ray. Tebrik ederim. Çok başarılıydın. - Ver O kutuyu bana şimdi ki başka ellere geçmesini engelleyebileyim. Gözünde bir zafer ışığı parıldıyordu. “Haydi işini bitir şu Rob’un Haydi!” dedi Dursley’e Rob’un gözlerinin içine bakarak. Ancak Dursley’e baktığında asıl şoku yaşayan kendisi olacaktı. Dursley, silahı Rob’a değil Ray’e doğrultmuştu.

vermeden Londra sokaklarında dolaşıyorlardı. Sonunda vardıklarında Westminister’a başladı Cenk anlatmaya. - Devletlerarası uyuşturucu kontrolünün Türkiye’de olan sorumlularından birinin benim olduğumu biliyorsun. Peki hiç merak ettin mi İngiltere ayağında kim var? - Kim? - James Hatter. - Yani?

- Hey Dursley! Ne yaptığını sanıyorsun sen? - Yani Beton James. - Yapmam gerekeni Ray. Yapmam gerekeni… Ver o kutuyu bana şimdi? Rob arkadan gelmiş ve kutuyu almıştı. Bunun kadar etkileyici bir anı düşünemiyordu kendi açısından. Bununla beraber Ray ise dehşet ve hayal kırıklığını ayrıca korkuyu beraber yaşıyordu. Bir şeylerin nedenini öğrenmek istercesine Dursley’nin o keskin gözlerine bakarken, Dursley, silahı ona doğrultmuştu. Ray’e… Ancak bir saniye sonra Büyük bir sesle Dursley ve Rob’un yere yığılan bedenlerini görüyordu Ray’in gözleri. Büyük bir şaşkınlık içinde bakarken, arkada Cenk’i gördü. Cenk gelip kaldırdı Ray’i. Ray, istemsizce teşekkür ederek kalktı ayağa. Dışarıda bir sürü cansız beden vardı. James ayakta, Cenk ayakta ve birkaç adam daha ayakta ama yaralıydı. Ray, oldukça çaresiz bir şekilde bakıyordu etrafa. Seslendi dehşetle. - Biri bana ne olduğunu açıklasın artık! Cenk seslendi. - Bildiğin rahatlatıcı bir yer var mı? Bugün yeterince karanlıkta kaldım sanırım. - Tamam ama bu cesetler. Ne olacak bunlara. - O kısım seni, aşıyor. James’e ait onlar. O ne isterse onu yapar. Haydi.

- Ne yani James MI6 için mi çalışıyor? - Kesinlikle! Yalnız kesme sözümü. 2009 yılında Topkapı Sarayı’nda çok önemli bir tarihi eserin çalındığı haberini hatırlarsın. O tarihi eser bütün dünya için çok önemli bir konumdaydı. İçeriğine gelirsem, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mahidevran sultan için işlediği el işçiliği yakut kolye. En azından 45 milyon doları var. Ve British Musuem için inanılmaz derecede cezbedici bir parça. Kendi sektörümden tanıdığım bazıları aracılığıyla “Kayıp Şaheser” nerede öğrendim. Rus mafyasının elindeydi. Ancak Türk devleti, bu konuda benim aracılığımla irtibat kurma kararı aldı ve beni uyuşturucu dışında farklı bir alana yönlendirdi. Elena denen kadın Şaheseri ele geçiren mafyanın lideriydi. Ancak kimse 45 milyon dolarlık bir mücevheri gönül rızasıyla getirip teslim etmez. Bizim de bunu sağlamak için tek bir şansımız vardı. Ben Elena ve çetesinin Türkiye’de olan pazarını baltalamakla tehdit ettim. James ise İngiltere’de… Böyle önemli iki pazarı kaybetmek, hiç karlı gelmese gerek ki kendi eliyle teslim etti. Aslında başlangıçta İngiltere’ye hiç gelmeyecektim. Ancak James, bize çektiği şifreli faksta Rob ve Dursley’e hiç güvenmediğini belirtti. Şu James’in meşhur ağabeyi kim sanıyordun? - Sen miydin?

Şimdi çıkmışlardı. Her şey bitmişçesine rahatça binmişti Cenk’in arabasına. Sıkıntıya yer


- Sözümü kesme! Her neyse, Ben de hemen İngiltere’ye geçeceğimi ve iletişimi sağlaması için Hamilton’dan güvenilir bir adam göndermesini isteyeceğimi söyledim. Ki yaptı da. Seni Tottenham’da Michael Dursley ile tanıştırırken, ben de oradaydım. Her anını izledim. Senin geleceğinden zaten James’in haberi vardı. Ancak Dursley, ne mal olduğunu bildiğimizi anlamasın diye onun aracılığı ile gönderdik seni. İşte bunları yapmamızın tek bir sebebi vardı. Dursley ve Rob’un Rus mafyasından kurtardığımız Tarihi esere göz dikmiş olmasıydı. Dursley, kendini çok akıllı sanıyor. Seni de kandırdık. Ancak benim orada sadece uyuşturucu için bulunmadığımı sadece bir ahmak anlamaz. -Pardon-. Ama neredeyse ele geçiriyorlardı da. İşte bu noktadan sonra sen bir kahraman durumundasın. O kurtardığın Lacivert kutunun içinde şu anda Topkapı Sarayı’na gönderilmekte olan tarihi eser var. İşte tüm hikaye bu kadar.

bir iyilik meleğinden az biraz kötüydü. Güvendiği Dursley ise güvenilmez pisliğin teki. Ama hayal mi görüyordu ne? Rona üzerlerine doğru geliyordu. Son bir şey diye ekledi Cenk.

Ray, şaşkınlık içindeydi. Kötü bildiği. Şeytanlarla aynı kefeye koyduğu James, aslında

ol”

- Eşin Rona, hiç Paris’e gitmedi. Bu pisliklerin Paris’te de oldukça ayağı vardır. Hedef şaşırtıp onu çok güvenli olan bir yerde tuttuk. Hamilton ile beraberdi. Bu kadar. Akşam uçağım var. Seni tanımak güzeldi Ray. - Görüşmek üzere Cenk! Biricik eşine sarılmış bir ay önce yıl dönümü için sözleşip Amir Hamilton’un Michael Dursley toplantısı nedeniyle buluşamadığı eşi Rona ile gecikmeli olarak aynı yerdeydi. Eşi özlemle bakıyordu. O da eşine bakıyordu sevgiyle, özlemle… Rona, Hamilton’dan bir not getirmişti ayrıca. “Yarın sana tatil. Ertesi gün Manor House’ta

Devam edebilir…

Burak Karakaya burakkarakaya@kulturcikmazi.com



Ha Geldi Ha Gelecek Adını yazmışlardı kalbine, kâinatın Bekliyordum yıllarca, ha geldi ha gelecek Kederleri dökmüştüm bağrına bir naatın Bekliyordum yıllarca, ha geldi ha gelecek O kadar yüceydin ki göklere sığmıyordun Bekledik senelerce çöllere yağmıyordun Sanki sönmüştü güneş ufkuma doğmuyordun Bekliyordum yıllarca, ha geldi ha gelecek Kalemimden süzülen şiirle gelir misin Yüreğimde döktüğüm yaşları siler misin Sensizlikten yoruldum halimi bilir misin Bekliyordum yıllarca, ha geldi ha gelecek Papatya yaprağında kaç kez seni aradım Gönlümün sayfasında binlerce aşk taradım Ne derde çare buldum ne bir işe yaradım Bekliyordum yıllarca, ha geldi ha gelecek

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com “İçime Gül Damladı” kitabından.


Kuzum Anlat Kuzum... Kazası olmayan günleri anlat devrilmiş zamanı yitik günlerin ızdırabını anlat... Anla Kuzum... Sabrın yokuşla telaşını anla zamanda yuvarlanıp suskun renkleriyle sağırlaşan yaşamı anla... Söyle Kuzum... Sütü kesilmiş yarınları söyle emziklerin yalancılığını kumdan kalelerin devrildiğini söyle... Yaşa Kuzum... Sırasıyla yağan yağmur gibi yaşa kabuğunu kalkan edinip sıcak denizlerde bembeyaz inci tanesi gibi yaşa...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


Bir Gören Var Bir serçe gökyüzünde çırpınarak uçuyordu. Gören de onu gökyüzünde boğuluyor sanacak. Zar zor bir ağaç dalına konmayı başarabildi. Sonra tekrar havalandı ve tekrar kondu aynı yerine. Bunu birkaç kez daha da tekrarladı. Gören, küçük çocuklar gibi dikkat çekmeye çalıştığını sanacak. Ve evet... Bir gören olmuştu. Ak Saçlı'nın zar zor olan zayıf bakışları çırpınarak say ediyordu gökyüzü ile ağaç arasında. Gökyüzünde boğulan bakışlarına rağmen şahit olabilmişti bizim minik Serçe'ye. - Serçe hangi ara bizim oldu bilmiyorum. Zinhar bencil değilim. İsterseniz sizin de olabilir. - Kendisiyle Serçe'yi kıyas eden Ak Saçlı, hüzünle eğdi başını ve titrek adımlarıyla yürümeye başladı. Serçe'nin gökyüzünde olan özgürlüğünü hatırladıkça gökyüzünden utandı. Daha da eğdi başını. Havanın tümüyle açık ve güneşli olduğu bir günde, birkaç çiçeğin başını, birkaç damla ılıkça okşadı. Çiçekler daha yeni yeni açarken, bu bahar Ak Saçlı'nın son baharıydı. Bir gören olmuştu Ak Saçlı'yı. Ömrünün daha ilkbaharlarını yaşayan küçük bir çocuk... Serçe'ye ve Ak Saçlı'nın yaşadıklarına tanık olacak kadar

buradaydı. Elinde eline büyük gelen dondurması vardı. Ak Saçlı'yı görene kadar da büyük bir iştahı... Çünkü Ak Saçlı'yı fark ettiğinde, bakışları dondurmasını kıskandıracak derecede donuklaşmıştı. Zaten bir süre sonra elindeki, eline ağır gelen dondurmasını unutmuş ve yere düşürmüştü. Donukluğundan soyut vermeyerek şöylece düşen dondurmasına bir bakıp, sonra da umursamaz bir edayla tekrar başını kaldırdı. Ağır adımlarla gözlerden uzaklaşan Ak Saçlı'yı izledi. Sonra gözlerine yapışan hüzünle beraber Serçe'ye de şöyle bir tekrar baktı. Bunun bir adaletsizlik olduğunu düşündü o ufacık aklıyla. Ve gökten uzaklaşmayı diledi. Birkaç dakikada, çoktan birkaç yaş büyümüştü bile Çocuk. Henüz yaşken de eğdi başını. Yerde duran dondurmasına karıncalar çoktan üşüşmeye başlamıştı bile. Karıncalarsa görüldüklerini bilmeyerek veya umursamayarak, karıncalık yapma telaşesindeydiler. Yuvaya aş lazımdı çünkü. Bundan başka bir şeyi de dert edinmiyorlardı. Yaşlanmak ya da uçamamak üzmüyordu onları. İçlerinden bir karınca gökten düşen bu şeyi tatmin edici bulmamış olsa gerek ki başka yerlere doğru yelken açtı karınca kararınca.


Yerde başıboş gibi ilerleyen bu karıncayı son anda gören Pamuk Kız, son bir çabayla adımının yönünü değiştirerek karıncanın bir dirhemlik canını kurtardı. Bu hassasiyeti kayda değerdi. Yoksa olması gereken miydi? Tabii öyleydi de, dünyada “olması gereken” kaç kişi kalmıştı ki? Genç bir kız olan Pamuk böylece saniyeler içerisinde bizlere - Ve sizlere... - sevgi dolu bir kalbi olduğunu kanıtlamıştı. Pamuk'un bu hareketini gören ve zaten kendisine aşık olan Yağız Genç, şimdi daha da etkilenmişti ondan. Yağız, aşık olduğu ama bunu bir türlü kendisine söyleyemediği Pamuk'u, saklandığı ağacın arkasından seyreyliyordu. Dikkatini öylesine sevdiği kıza vermişti ki, saklandığı ağaçtan durma bir havalanıp tekrar aynı yere konan Serçe'yi bile fark etmiyordu. Belki de Serçe, Pamuk'un dikkatini çekmeye çalışıyordu. ''Hey güzel kız! Sevenin burada.'' der gibi... Amacı Yağız'ı ifşa etmek olabilirdi. Yağız, Pamuk'un utangaç bakışlarıyla ifşa oldu sonunda. Gize bürünen aşk, artık aşikara yol alıyordu. İki kızarık yüz biraz yerle biraz da birbirleriyle bakıştı. Sonra etrafı kontrol ettiler, bir gören var mıydı diye. Etrafta tanıdık bir kimsenin olmadığına kanaat getirdikten sonra da bir bankı paylaştılar. Belki ilerde bir yastığı paylaşacaklardı. Hava kararana dek uzun uzun konuştular. Sonra her ikisi de kendi evlerinin yolunu tuttu. Böylece ilk ayrılıklarını da tatmış oldular.

Şimdi bank yalnız kalmıştı. Terk edilmişti hatta. Kim bilir bu bank, günde kaç tane böylesine gençle tanışıp hikayelerine ortak oluyordu. Kim bilir kaç kişiye ilk buluşma yeri... Kim bilir kaç Ak Saçlı'nın dinlenme durağı... Kıpır kıpır çocukların hiç oturmadığı... Denize karşı bir banktı bu. Gece olunca da haliyle dertli dostlarına gelmişti sıra. Ellerinde, ellerine büyük ancak dertlerine küçük gelen seyyar çilingir sofraları... - Dertli olmak içmeyi gerektirir mi? Buraya girmiyorum. - Bu insanlar, ya geceleri çok seviyordu ya da bir gören olmasından endişeleniyorlardı. - Sokak lambasının başımdan aşağıya akan ışığı, birkaç med-cezirle sanki uyardı beni. İstemsizce irkildim. Bir diğer banka kurulmuş, sabahtandır gördüklerimi yazıyordum. Dilim damağım kurumuş ve acıkmıştım. Yazarken, yaşamayı unutmuşum. En azından kendi hikayemi yaşamayı. Sahi birileri de, bir yerlerde beni yazıyor mudur? Benim hikayemde de hiç kayda değer anılar var mıydı? Yoksa bir anekdot bile değil miydim ben? Neyse ne... Geç olmuştu ve benim artık eve gitmem gerek. Bir serçe artık gökyüzünde çırpınarak uçmuyordu. Gözlerim karanlığa daha da fazla alışmadan gitmeliydim. Oturduğum yerden kalkmadan önce şöyle bir etraflıca yokladım etrafımı. Bir gören var mıydı diye...

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com


- Instagram: burakerdoan -

- Burak ErdoÄ&#x;an -

- Ali Niyazi Bozkurt -


- Ali Niyazi Bozkurt -


“Erdem Sudabay” Röportajı Erdem Sudabay’ı sanal ortamda takip ediyordum ve canlı performansını görmek istediğim sanatçılardandı. Nihayet bu sene Muğla’nın Ortaca ilçesinde her sene düzenlenen Çevre, Tarım ve Turizm Festivali’ne konuk sanatçı olarak geldi. Bu işin güzel yanıydı ama daha güzel yanı Erdem Bey ile fotoğraf çektirme şansım oldu. Sahneye çıkarak fotoğraf çektirdiğim 3. sanatçı oldu. Neyse kısa kesiyorum çünkü bu ay konuğumuz Erdem Sudabay. Kendisine hem fotoğraf için, hem de röportaj için teşekkür ediyorum. - Erdem bey sizi televizyonda göremiyoruz, bu yüzden okuyucularımız arasında sizi tanımayanlar olabilir. Kendinizi kısaca bizlere tanıtır mısınız? - Merhaba, öncelikle bu röportaj için çok teşekkür ediyorum size ve Kültür Çıkmazı ailesine. Esas mesleğim turizm benim, Marmara Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği okudum, ama 44 yıllık hayatımın yarısından fazlasını müzikle iç içe geçirdim neredeyse. Tabi bu sürenin yarısı amatör olarak geçti. Son 7 senedir profesyonel hayata atıldım. Ardından 2013’de ilk albümüm “Bozgun” geldi, konserler, turneler, koşturup duruyoruz şu anda. Televizyon demişken programlara çıkmamak sizin tercihiniz mi, yoksa davet mi

gelmiyor? İleriki zamanlarda televizyonlarda görebilecek miyiz?

sizi

- Bu medya olayı işin farklı bir boyutu, yani madalyonun görünmeyen yüzü. Çoğu sanatçı için dik bir yokuştur televizyon ve medya. Ha şu da var tabi, albümün varmış, söz müzik yazmışsın, hatta albüm tasarımından mix ve Mastering’ine kadar sen yapmışsın. Gecelerce aranje ile uğraşmışsın, zor bela piyasaya tüm maddiyatını ortaya dökerek ve hatta kendi imkanlarınla klip bile çekerek, tonlarca emek ve zaman vererek bir şeyler yapmışsındır. Ve hatta hatta radyolarda yayınlanmıştır, geri dönüşü çok da güzel olmuştur. Bu kadar şeyden sonra televizyona çıkılır mı hiç? Şaka bir yana şu ana


kadar bir teklif ve çağrı gelmedi, belki bir gün o da olur kısmet. - Müzikle uğraşan her insanın ikinci bir alternatifi vardır. Müzik olmasaydı sizin alternatif olarak aklınızda bulunan bir iş var mıydı? - Bu sizlere biraz tuhaf gelecek ama inanın ben müzik ile uğraşmıyorum, müzik benimle uğraşıyor. Çünkü müzik benim mesleğim hayatım, ben işimi severek ve isteyerek yapıyorum. En önemlisi de devamlı üretiyor olmam, kimseden şarkı ve beste almadım almam da. O yüzden başka bir iş yapmazdım sanıyorum yapamam çünkü bu hayata bakış açıma ters benim. - Birçok grupta yer almışsınız. Bunların içinde sizin için çok özel olan bir grup var mı? - Evet profesyonel hayata atılmadan önce birçok grupla çalıştım, grup kurdum, gruplara dahil oldum. Daha çok geri planda altyapı ve düzenleme desteği veriyordum yani solist değildim, çalıştığım ve yer aldığım tüm gruplar ve arkadaşlarımın dostlarımın hepsi özeldir benim için, ayırt edemem. - Sokağa çıktığınız zaman sizi tanıyanlar oluyor mu nasıl tepkilerle karşılaşıyorsunuz? - Tabi olmaz mı çok sık olmasa da arada karşılaşıyoruz sevenlerimizle. Çoğunlukla resim çektirmek isteyenler oluyor. Son turnemizde genellikle imza isteyenler çok oldu, daha da artacak gibi gözüküyor. Bakalım zaman gösterecek, bunlar güzel şeyler. - Albüm hazırlığında her işi bir kişinin yapmasının kolaylıkları ve zorlukları nelerdir? - Tabi bunun avantajları da var dezavantajları da var. Ben biraz titizimdir bu konuda, her şeyin mükemmel olması için bütün Prodüksiyon’a hakim olmanız gerekiyor. Yani aranje ve armoniyi iyi bilmeniz gerekiyor ve bunları kompoze etmeniz lazım. Mix ve mastering de bilmek gerekiyor bunlar gerçekten çok zor işler, zaman kavramını unutmanız lazım. Ha bu demek değildir ki her sanatçı bu şekilde çalışıyor. Tabi ki

hayır bu sadece benim kişisel merakımdan hevesimden ve ilgimden kaynaklanan bir şey. Bütün bunların yanında dezavantajları yok mu var tabi olmaz mı, fakat bu saydığım her şey için ayrı ayrı kişilere ayrı ayrı para ödemeniz gerekiyor. Bazen her şeye atlamamak da gerekiyor tabi işi ehline bırakmak daha iyi sonuçlar da verebiliyor, tercih meselesi. - Geçmişe gidecek olursak, keşfedilme hikayeniz var mı? İlk şarkıyı kaydederken neler hissettiniz? - Vallahi ne yalan söyleyeyim beni kimse keşfetmedi desem yeridir. Böyle bodoslamadan daldım olayın içine. İlk bestemi Youtube’a koymuştum gerçekten çok heyecanlanmıştım ne tepki gelecek diye ve çok güzel yaklaşımlar oldu. Bu kadarını beklemiyordum hala heyecanlanıyorum inanın. Ben bütün çalışmalarımı kayıtlarımı evimdeki Home Studio’da hazırlıyorum. Günümüz teknolojisi bunun için çok güzel olanaklar sağlıyor, zaten artık çoğu sanatçı (üretenler için söylüyorum) bu şekilde çalışıyor. - İlk sahneye çıktığınız geceyi biraz anlatır mısınız? Bir de konser esnasında ya da


müzik marketlerde çok albüm satılıyor derse pek doğru söylemiş olmaz. Piyasaya çıkan albümlerin çoğu yapımcı firmaya geri iade ediliyor. Maalesef, bu korsan olayı çok yıprattı hem sanatçıyı hem de yapımcı firmaları. Artık herkes Youtube’a ve sanal müzik sitelerine üye olarak istediği müziği ve istediği parçayı indirebiliyor durum bundan ibaret. Dinleyicilerin albümle ilgili yorumlarını Youtube kanalımdan Bozgun’un altındaki yazılanları okuyabilirsiniz. - Yeni bir albüm hazırlığında olduğunuzu söylemiştiniz. Bizlere biraz bahseder misiniz?

sonrasında yaşadığınız en ilginç olayı anlatır mısınız? - İlk sahneye çıktığım yer, Muğla Köyceğiz’de Ege Yolcu Dergisi’nin 5. yıl kutlaması konserinde baya heyecanlanmıştım. Ama sahneye çıkıp şarkıya girdiğimde o ışıkların altında, karşınızda yüzlerce insan mı var, kim var, neredeyim ne yapıyorum derken, ne heyecan kaldı ne de başka bir şey. Fakat konser bitene kadar kaç şişe su içtim hatırlayamıyorum şimdi, dilim damağım kurudu sahnede devamlı. - “Bozgun” ismini albüme vermeye nasıl karar verdiniz? Bize anlatabileceğiniz bir hikayesi var mı? - İnsan hayatının çeşitli dönemlerinde olmadık şeylerle karşılaşır ya hani, aşk, sevgi, özlem, hasret, ihanet, yalanlar dolanlar ve bunun gibi daha birçok şey ve bu duyguların çoğu sizi bir anda bozguna uğratıverir. İşte bozgun da bu karışık duygularla ve apansız ortaya çıktı ya da tam tersi bazı şeyleri bozguna uğratma vakti gelmişti zannediyorum, bilemem. - Albüm çıktıktan sonra tepkiler nasıldı ve albüm satışlarından memnun musunuz? - Albüm piyasaya çıktığında daha çok internet ortamında satışa yöneldik. Çünkü şu anda kim

- Evet 12 parçadan oluşacak ikinci albüm yolda diyebiliriz. Yeni yazdığım ve bestelediğim parçaların yanında daha önce yaptığım parçalar da olacak ikinci albümde. Bu sefer biraz farklı bir yol izliyorum, ilk albüme kıyasla dinleyicinin istek ve beklentilerini ön plana aldım bu sefer. Fakat tat ve lezzet aynı kalacak. Bize vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için tekrar teşekkür ediyoruz. İleriki sayılarımızda sizi görmek dileği ile son olarak neler söylemek istersiniz? Konser tarihlerinizi ve yeni projelerinizi bizimle paylaşabilirsiniz. Buyurun son söz sizin... - Rica derim asıl ben teşekkür ediyorum bu röportaj için, size ve Kültür Çıkmazı’na. Şu an için belli bir konser tarihimiz yok çalışmalarımıza hızla devam ediyoruz. Medyadan konser tarihleri ile ilgili duyuruyu yakında paylaşacağız sevenlerimizle. Yeni projeler yok değil aklımda biraz deli işi olacak gibi gözüküyor, sürpriz olsun diyelim şimdilik. Onun da zamanı gelecek, son olarak sizin nezdinizde tüm sevenlerime sevgilerimi selamlarımı yolluyorum buradan… Birisi, ismi lazım değil bir zamanlar bana “her şeyi senin yapman pek doğru gelmiyor” demişti. Halbuki ben hiçbir şeyi ona doğru gelsin diye yapmıyordum... Sevgiyle kalın.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Zaman Zaman ile ilgili bir sürü şey yazar, çizeriz. Hep zaman darlığından şikayet ederiz. Aslında hayatımızda en uzun şey, zamandır. Ama biz kullanmayı bir türlü öğrenemediğimizden, aslında kendimize dar ederiz. Az olan bir şeyi nasıl ve nerelerde kullanacağımız az çok bellidir, oysa. Ama bu kadar uzun bir dilimi bir türlü gerçek anlamda nasıl değerlendireceğimizi bilmiyoruz. Yaşlanınca da diyeceğiz ki, “Ben aslında çok şey yapacaktım, ama vakit olmadı.” Halbuki vakit vardı, biz onu ertelenecek bir şey sandık ve öyle harcadık. “Daha uzun zaman var” deriz, mesela. Yaş otuza gelince öyle olmadığını anlarız. Hızlandırılmış şekilde hayallerimizi gerçekleştirmeye çalışırız, bocalarız. Hayatın bütün güzellikleri böylece geçer, gider yanımızdan. Güzel ve gerçekten imrenerek baktığımız zamanı iyi değerlendirenlerde var tabi ki. Masallarda misal, hep uzak diyarlar anlatılır, bizlere. Uzuuun zaman önce iyisiyle kötüsüyle ve sonunda genelde klişesiyle yaşanmış ve bitmiştir. Aklıma takıldı neden bizim ülkemizde yakın tarihlerde geçen masal yok? Masal yazarları neden böyle bir şey yazmazlar? Uzun zaman önce, uzak diyarlarda geçmesi şart mıdır? Ben olsaydım ya da kalemim çok güçlü olsaydı böyle bir masal yazardım. Çünkü ülkemiz bütün güzellikleriyle masal diyarı gibi. Ama kaleme alınmış ve yakın tarihlerde geçmekte olan bir masalı yok. Duyun sesimi. Mesela “Çok yakın zamanlarda, bir alt sokakta çok güzel bir kız yaşarmış...” diye başlasa. Ya da niye hep çok güzel ya da çok yakışıklı olmak zorunda? Neyse yakışır bir şeyler bulun yahu.

Zamanı anlatmaya zaman yetmez. “Bize diyorsun da sen zamanı kullanabiliyor musun?” diye soracaksınız, eminim. Ben de kullanabilenlerden değilim. Bunun için kendimi de katarak yazıyorum. Bunun için zamanı çok güzel kullanan insanlara imrenmiyor değilim. Zamanı şahane değerlendiren birini tanıdım. Dolu dolu geçiriyor, her anını. Editörümüz ve dergimizin sahibi İlker Ardıç’tan söz ediyorum. Onun sayesinde bir sene boyunca şu anlamsız hayatımı renklendirebildim. Misafir yazar olabilir miyim, diye düşünürken kadrolu yazar oldum. ”Tam alıştım“ derken, ara verileceğini öğrendim. Öğrenince üzüldüm, açıkçası. Ama hak da veriyorum, sonuçta yorucu bir iş yapıyor, bir senedir. Tam bir yıl olmuş. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım. Sizlerin huzurunda kendisine teşekkür ediyorum. Sürc-ü lisan ettiysem affola. Açıkçası özleyeceğim. Kadroda bulunan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum, hepsi birbirinden sıcakkanlı insanlar. 3. sayıdan itibaren katılmama rağmen hiç yabancılık çekmedim. Bizleri kırmayarak sorularımızı yanıtlayan, yazılarını gönderen ve her ay paylaşarak destek veren bütün sanatçılarımıza teşekkür ediyorum. Umarım bu bir veda yazısı değil, sadece nefes molası yazısı olur. İyi bir yaz geçirmenizi diliyorum. Selamlarımı, sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum. Tekrar görüşebilmek ümidi ile hoşçakalın. Esenlikle kalın...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Gülün Cezbettiği Kadındaki Gül Adam Gecenin duvarında oturduğumuzda omzunda buldum kendilikli huzurumu... Canımın içi, küçüğüm, miniğim, geç kalmışlığım, erkenliğim, gülcemâlim... Bu gece satırlarım sana oynuyor, kalemimin kara kurşunu bu gece seni aklıyor... "Turuncu kafam" diyen dimağın aydınlığımın karalığını nasıl da göklüyor, kökleştiriyor, yayan kılıyor yeniden... Yollarımız kardeşlikte kesişiyor... Sıcaklığımız şefkatte birleşiyor... Tırnak diplerim yanıyor, saçlarım okşanmamaktan kopuyor, rengim korkaklıktan soluyor... Kokuları kaybetmekten ötürü titriyorum... Zamanın işleyişinden münezzeh iklimlerden canım istifasını veriyor... Giden günler geri gelmiyor, gelecek olanlara da git gide merakım yitiyor... Bana değen adamları kaynatsam aklanamıyor... Ve sen inatla kadınlığımdan dem vuruyorsun... Gülcemâl, kabul edelim bu gecenin kelâmı "bir adam senin sözlerine değmeli, aksi büyük kayıplara sebep olabilir"di... Sözlerimle nasıl da sırtlanır, nasıl da acılanır, nasıl da nefeslenirsin... Sözlerinle nasıl da

öğrenmenin sınırsızlığını, maneviliğini lezzetlerim...

yaşıtsızlığını,

Çökmüşken dizlerimin üzerine, ellerim batmışken yağmur sularına, sırtımı değere buladın... Yağmur delicesine yağarken uzun, ince ellerini yüzüme siper edişini; yağmurda ıslanışımı kapı eşiğinde izlerken saçlarımı kurulamak için heyecanını gözlerinden önce omuzlarında gördüm... Ben o vakit dirildim... Ben o vakit çığlığı bıraktım... Ben o vakit şükre sığındım... Ben o vakit en çok ağladım... İçimde oluşan kördüğümümü çözmek isterken parmakların kanadı... Beni sağaltmaya çalışan dillerin kokulandı... Taşıdığın fikirlerin üzerine uzuvlarını yüklendin ve ağırlaştın... Hafifleme! Gonca gülünü zamana kıydırma; mendilini cebinin kırışıklığında sakla da gözyaşlarına kıydırma... Sakalın kisvesine bürünen gömlekli adam, hoyratlığın biçtiği şu dar vakitli çağda dillerimiz anne sütü şefkatinde...


Her şey çok eksik... Kılı kırk yardım, buldum buluşturdum da tamlamaya çalıştım... Seni buldum “İsmet Özel”li bir kulaklıkta, buruşuk bir sınav kağıdında... Ve içimi açtım sana, içini açasın diye bana... Eski bir avlu tadında kurdum bağımı, sıcak su kaynarlığında büyüttüm küçüklüğünü... Derinden yüzeye çıkan a ile z arasındaki buhurdanlıkta kal, hep kal, kalmalı sevgilerle gel! İddiamız kazılı bir yazgıda yaşamaksa; vurgunumuz kaybımız değil, sevgimiz olsun gülümün cemâli, cemâlimin gül ışığı, canımın ta içi... Koş getir sırtına yüklediğin tüm anılarını, acılarını; ben, onları öpüp başıma koyar, hayrını da bağrımda taşırım...

Gidip çıkanın, girmesini bilmeyenlerin olduğu kapılarımızın tokmakları biz söz konusu olduğunda hep sorgusuzluğun cevabında çalsın... Bayram şenliğinde tınlasın... Ve caniçim; N'olur uyuma, n'olur bu gece uyuma! Oturup bekleyeceğiz, belki de bu gece kalmayız hatıralar altında, verilen armağanların hasarlı pelerinlerinde... Uyuma! İnce yürekli, su yüzlü karnımın eşi...

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Alanya Gezisi Alanya... İzmir'den ilkin çok küçük yaşlarda (ilkokul çağı) seyahat etmek için yola çıktığım bir kasabaydı. O zamanlar... Gerçekten kasabaydı, hatırlıyorum. Elbette zaman her şeyi değiştiriyor. Alanya'yı dahi değiştirmişti. Zamanında muz ağaçları ile kaplı bölgeler ev dolmuştu. Gözlerimin gördüğü manzarayı, gönlüm bir şekilde kabul etmemeye çalışmıştı. Tarihi… Benim gibi tarih meraklısı birisinin elbette gezdiği yerin tarihine bakmaması imkânsız ve ona göre gezmesi kaçınılmazdır. Ben de öyle yaptım. Tarihini uzunca araştırdım. Alanya; Selçuklu Devletinin, Akdeniz’deki donanma üssü olarak kullanıldığı sıralar, çok önemli bir liman olarak konumlanmıştı elbette. Zaten meşhur Kleopatra Plajından denize girmek istediğinizde, istemeseniz dahi gözünüze takılacak olan surlar ve o surların üstünde yer aldığı deniz üstündeki korunaklı tepe, tarihteki konumunu anlamamız için yeterli oluyor. Önemini ne kadar çok hak ettiğini size gösteriyor.

Denize girdikten, yürünmesi zor plajda spor amaçlı yürüdükten sonra ise biraz olsun şehri gezebilirsiniz. Attığınız her adımda, o eski kasabanın artık büyük bir şehir olduğunu anlayacaksınız. Zaten, belediye otobüsünün mutat sefer yaptığı bir yerleşim yeri, ufak safiye kasabası imajına artık sığmaz. Mutfak… Şehirde yemekler hem pahalı hem de ucuz. Şayet doğru yeri bulamazsanız fahiş fiyatlı yemekten kaçamazsınız. Eğer ki vaktiniz az, karnınız çok aç ise, soluğu zincir bir yemek restoranında, mesela Burger King, Köfteci Ramiz gibi bir yerde alabilirsiniz (Mc Donalds da var. Es geçmeyelim) Fiyatları, memleketinizdeki kadar olacaktır. Ne ödeyeceğinizi bilirsiniz. Kıssadan hisse, Alanya yemek konusunda benim gözümde sınıfta kaldı. Denize girdiniz, karnınızı doyurdunuz... Gece hayatı elbette yabancı turisti bol olan her yerdeki gibi hareketli, heyecanlı... Keşfetmesi size kalmış! Sabah olunca, benim gibi Oba beldesi tarafında kalıyorsanız, çıkın bir yürüyüş yapın


denizciliğini Hindistan kıyılarına, Fas ötesine, tüm akdenize yaymıştı. Saygıyla anarak yürüdüm içerisinde. Elbette tophane, Türk kara ordularında ve de klasik çağın zirvesinde yani Osmanlı ordularında henüz top tam anlamıyla kullanılmaz ve yaygınlaşması 16. asrı bulacakken, donanmada topların kullanılması gerçeğini göstermesi açısından harp tarihimizde ayrı yeri vardır diye düşünmekteyim.

derim. Sahil tarafında spor ayakkabıları ile uzaktaki Selçuklu Alanyası’nın oturduğu tepeyi, plajdaki insanları seyrederek yürümek ve spor yapmak, metropol insanı için çok sakinleştirici ve moral verici bir etkinlik. Öğlen ise tekrar denize gidecekseniz fakat biraz da şehri dolaşalım, o Selçuklu Alanya'sını öğrenelim derseniz, doğru yerdesiniz. Selçuklu Alanya'sı için o tepeye doğru yürümelisiniz. Balıkçılara doğru gitmelisiniz, ilk olarak. Ardından surların dibinde biraz denize girebilirsiniz. Orada, zamanında nöbet tutan askerler ile kaçak buluşan Rum kızlarının aşk kaçamaklarını hayal edebilirsiniz. Yazın uygun bir saatinde denize atlamak ve serinlemek o zaman dahi insanların ihtiyacıydı sonuç olarak. Denize atladınız veya sadece suya ayağınızı batırdınız... Surlardan tekrar yukarı çıkın, mecazen değil, gerçekten iki üç adım sonra ünlü tersane ve sonrasında tophane gibi eski askeri devlet kurumlarının girişine varacaksınız. Elbette, hiçbir zaman Osmanlının Kasımpaşa Tersanesi kıvamında bir kurumu barındırmamıştı Alanya, bu açıdan Alanya tersanesi Akdeniz için mütevazi bir kurumdu. Küçük bir sanayi tesisiydi. Lakin şurada bir not düşmeli; Alanya tersanesi, Orta Asya’dan sel gibi akıp gelen Oğuzlar için, denizle örgütlü anlamda ilk buluşma noktalarından, Sinop ile birlikte birinci kuşağı temsil etmekteydi. Orada yapılanlar ve kazanılan deneyimler. Türk

Kısacası, arkasına Torosları önüne engin mavi denizi alan, şelaleleri, mağaraları ve hayran olduğum tarihi yerleşimi ile Alanya size iyi gelebilir. Yazın boğucu sıcağından uzak durmak için Eylül gibi (hatta Ekim gibi) ama yok ben denizde sıcağı zaten atarım diyenler için ise yaz boyu gidilip görülesi bir yerdir. Gezin, görün, bazen okumak kadar çok şey öğretir, sevgili okurlar.

Özgün Kabacaoğlu ozgunkabacaoglu@kulturcikmazi.com



“Iron Maiden” Sevgili Kültür Çıkmazı okuyucuları; Bu sayımızda her metal müzik dinleyicisinin 12-13 yaşlarında mutlaka dinlemiş olduğunu düşündüğüm İngiliz metal grubundan bahsetmek istiyorum. İsmini orta çağda kullanılan işkence aletinden (demir bakire) alan grubu kısaca tanımaya çalışalım. Iron Maiden, 1975 yılında grubun basçısı Steve Harris tarafından kurulan bir heavy metal grubudur. Çeşitli kadro değişikliğinin ardından 1978’de Steve Harris (Bas Gitar), Dave Murray (Gitar), Doug Sampson (Davul) ve Paul Di’Anno (Vokal) olarak çekirdek kadroyu oluşturdular. Bu dönemde gençleri peşinden sürükleyen punk’a bir dur demek için ortaya çıkan “New Wave of British Heavy Metal” yani “İngiliz Heavy Metalinin Yeni Dalgası” akımına öncülük etmelerinin yanı sıra birçok başarılı gruba da örnek oldu. Sadece yaptıkları müzikle değil; özel yaşantılarıyla, uyuşturucuya hayır demeleriyle de birçok insana örnek olmuş nadir gruplardan biridir. Iron Maiden bir efsanedir ve öyle kalacaktır…

Kendi adını taşıyan ilk albümleri olan “Iron Maiden”ı 1980 yılında çıkardı ancak dünya çapında şöhrete erişmelerini sağlayan “The Number of the Beast” albümü oldu. Grup 1980’ler boyunca ardı ardına çıkardıkları albümlerle büyük başarı kazandı. 1982 yılında gruba katılan Bruce Dickinson, 1993 yılında ayrılıp, yerine Blaze Bayley gelse de grubun hayranları Dickinson’un eksikliğini bir hayli hissetti. Özellikle de Bayley, Dickinson’un söylediği bazı parçalarda zorlanması hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı. Bayley çok mu kötüydü? Hayır, tam tersine Bayley döneminde de efsane olmuş parçalar vardır. Sadece Bayley gruba adapte olamadı hepsi bu. Dickinson’un gidişiyle grubun albüm satışları belirgin bir şekilde düştü ve 1989 yılında gruptan ayrılan Adrian Smith ve Dickinson 1999 yılında tekrar kadroya dahil oldular. Grup hiçbir zaman tarzını bozmadı ve müziğin dışına çıkıp kuru gürültü yapmadı. Birçok duyguyu Iron Maiden dinleyerek yaşayabilirsiniz. Dinlerken, “işte müzik böyle bir şey” diyebileceğiniz şarkıları vardır. Günümüze kadar 15 albüm çıkardılar ve Eylül ayında 16’ıncı


bürünmesinden dolayı sadık dinleyici kitlesini korumakta ve yeni albüm veya projelere enerjisini korumaktadır. Şarkılarının dışında insanı cezbeden bir kapak tasarımları vardır. Son derece başarılı ve yaratıcı tasarımlardır. İncelemenizi öneririm.

Grubun Logosu Grubun logosunu Steve Harris çizdi. 16 yaşında okulu bıraktıktan sonra 18 ay teknik resim stajyerliği yapan Harris, grubun ilk günlerinden itibaren Iron Maiden’ın konser afişlerini kendisi hazırladı. Bugün hala kullanılmakta olan logoyu da Harris 1979’da çizdi. Logoda kullanılan harf karakterleri grupla ilgili birçok müzik albümü, kitap ve grubun eski veya hala aktif olan üyelerinin diğer müzik çalışmalarında da kullanıldı.

stüdyo albümlerini çıkacaklarını hayranlarına duyurdular. Her albümleri şahanedir bana göre. Tabi “Somewhere in Time” ile “Killers” albümlerinin yeri bambaşkadır bende. Ayrıca coverlarının yapılmaması gereken ender gruplardan biridir. Çünkü onların yorumlarının üzerine yenisini yapmak, yorumlamak oldukça zordur. Demek istediğim o ki, Iron Maiden parçaları covera pek müsait değil. Bu adamların bu kadar sevilmesinin ve saygı duyulmasının en önemli yanı sanırım melodi zenginliğidir. Dönemin çoğu grubu tek düze riffler üzerine şarkılar yazarken, Iron Maiden’ın hemen hemen her şarkısında –belki de şarkının insanı sıkmaya başlayacağı anda- orijinal bir melodiye ve geçişe rastlarsınız. Ne dört nala çalma, ne de sürekli düşük tempo şarkılar yazma yanlışına düşmüşlerdir. Son zamanlarda müzik endüstrisini elinde tutan müzik kanallarının, modern zamanın kendini bulamamış müziğini insanlara aşılamasıyla Amerika başta olmak üzere birçok ülkede Iron Maiden efsanesinin önünü tıkamaya başlamıştır. Fakat Iron Maiden hayranlığı geçici bir moda olmak yerine, yaşam tarzına

Albüm kapaklarında kullanılan Eddie isimli logo Steve Harris tarafından başka bir punk grubu için çizilmiş olan Eddie karakteri görülerek tasarlandı. Heavy metalin simge grubu Iron Maiden bunca yıl sonra yaşlı ve olgun bir grup olarak kariyerine devam ediyor. Başka bir deyişle Eddie hala yaşıyor…

Stüdyo Albümleri Iron Maiden (1980) Killers (1981) The Number of the Beast (1982) Piece of Mind (1983) Powerslave (1984) Somewhere in Time (1986) Seventh Son of a Seventh Son (1988) No Prayer for the Dying (1990) Fear of the Dark (1992) The X Factor (1995) Virtual XI (1998) Brave New World (2000) Dance of Death (2003) A Matter of Life and Death (2006) The Final Frontier (2010)


Grup Üyeleri Steve Harris - bas gitarlar, klavyeler, geri vokaller (1975-bugün) Dave Murray - gitarlar (1976-1977, 1977bugün) Adrian Smith - gitarlar, geri vokaller (19801990, 1999-bugün) Bruce Dickinson - vokaller, ek gitarlar (19811993, 1999-bugün) Nicko McBrain - davullar, vurmalılar (1982bugün) Janick Gers - gitarlar (1990-bugün) Michael Kenney - klavye (1986-bugün)

Eski Üyeler Doug Sampson – davullar, vurmalılar (1977– 1979)

Dennis Stratton – gitarlar, geri vokaller (1979– 1980) Paul Di'Anno – vokaller (1978–1981) Clive Burr – davullar, vurmalılar (1979–1982) Blaze Bayley – vokaller (1994–1999) Thunderstick – davullar, vurmalılar (1977) Paul Todd – gitar (1979) Tony Parsons – gitar (1979) Paul Cairns – gitar (1979) Tonny Moore – klavye (1977) Terry Wapram – gitar (1977-1978) Bob Sawyer – gitar (1977) Dennis Wilcock – vokaller (1976-1978) Dave Sullivan – gitar (1975-1976) Terry Rance – gitar (1975-1976) Ron "Rebel" Matthews – davullar, vurmalılar (1975-1977) Paul Day – vokaller (1975-1976)

RED SPECIAL • Iron Maiden, “Live After Death” ile dünya da uzun metrajlı konser videosunu çıkaran ilk grup oldu.

• “World Slavery Tour”da 100.000 mili aşan Iron Maiden, tur boyunca 7.778 otel odası kullanıldı, 6.932 gitar teli eskitti, 3.760 baget


parçaladı, 3.008 penayı kırdı, 50.000’in üzerinde bira, 30.000’in üstünde soft içki, 6.000 süt şişesi ve 2.500 portakal suyu tüketti. • Bruce Dickinson, Sampson’la beraberken bir konserde çığlık attı ve mekandaki bir camın çatlamasına sebep oldu. Bu olaydan sonra hayranları ona “air raid siren”(uçak sireni) lakabını yakıştırdı. • “Piece of Mind’da Trooper” ile “Still Life” arasında Nicko’nun tersten çalan bir konuşması vardır. Nicko orada aslında şunu demektedir; “What ho said the t’ing with the three ‘bonce!’ do not meddle with things you don’t understand.” Bu Number of Beast’ten dolayı onlara satanist damgası vuran yobazlara karşı söylenmiş bir laftır. • Nicko gruba girdiğinde Clive’in ayrıldığı açıklanmamıştı, o yüzden Nicko grupla beraber çaldığı ilk televizyon programında Eddie maskesi taktı. Iron Maiden’la dostluğu eskiye dayanan Nicko, ayrıca “The Number of the Beast” klibindeki şeytanlardan biriydi. • Bir zamanlar Almanya’da yaşayan Bruce Dickinson o sıralarda büyük bir eskrimci olarak tanınıyordu. • “Afraid to Shoot Strangers” şarkısının ortasındaki hızlı kısım grup üyelerinin hepsinin sevdiği bir grubun müziğini andırıyor. Fakat bu grubun ismi açıklamayıp, dinleyicilerin bulmasını istemişlerdir.

• Clive Burr, Iron Maiden’dan ayrıldıktan sonra Alcatrazz, Trust, Gogmagog, Desperado ve Praying Mantis’te çaldı. Burr, 2001 yılında Multiple Sclerarsis sinir hastalığına yakalandı. Iron Maiden, bu hastalık ve Burr’ü iyileştirmek amacıyla üç konser verdi. Bununla da kalmayıp Burr MS Vakfı’nı kurdular. • Nicko, eski Megadeth basçısı Dave Ellefson ve Anthrax gitaristi Dan Spitz ile bir grup kurdu. Akıbeti belli olmayan ve sadece tek şarkı kaydeden grubun vokalisti ise -inanılmaz ama gerçek- Vanilla Ice’dı! • “The Trooper”, Rusların 1854-56 yılları arasında Türk, Fransız ve İngilizlere karşı yaptığı ve her ülkenin ordularının büyük kayıplar verdiği Kırım Savaşı’nı konu alan bir şarkıdır. • “The Number of the Beast” albümünün kayıtları devam ederken grubun prodüktörü Martin Birch trafik kazası geçirdi ve arabasındaki hasar tamı tamına 666 pound çıktı. • 2008 yılında yayınladıkları “Live After Death” DVD’si ve 2008 yılında çıkardıkları “Somewhere Back in Time” turnesiyle kendi Boeing 757 uçaklarında Bruce Dickinson’ın kaptanlığında 45 günde 81 bin kilometre yaparak 40 farklı ülkede toplamda 2 milyondan fazla seyirciye ulaştı ve bu turne satış rekorları kıracak “Flight 666” DVD’sine dönüştü.

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com



Usta, Kukla, Sahibe Hepimiz bir kuklayız hayatta ve rol yapıyoruz boyuna… Hepimiz bir kuklayız hayatta. Aldatıyor, aldanıyoruz…

I. Şimdi bir hüzün var satırlar arasında yabancılaştırdığım. Kaybolan arayışlar var. Karanlık, suskun, çaresiz… Nankör bedene hapsedilmiş duygular var ki; Biri bin parça ötekini sorma. Unutmamak gerek, Bir telaş var ve sahibinden habersiz koşturuyor Ölümsüzlüğe inananlar sokağında. Şimdi virane kuytularda saklanan mazrub yürekler var. Korkuyor zavallılar Sonsuzluğun esaretinden, mütema ezilmekten, yalvarmaktan…

II. Alacakaranlıkta bir kukla olasım var Gökyüzünden şahıma uzatılmış pamuk ipliği kopartıp Sahibeme iki çift laf edesim var Sonra… Sonra, bu tahta bedeni en yakın dalgaya atasım, Bir gece denizde süzülüp sabahına kıyıya vurasım var. Belki, daha gözlerinden yaş gelmemiş bir kız çocuğu alır beni kıyıdan Yüzünde bir tebessüm ile gözlerimin içine bakar. Hatta sarılır bana, bir sevgili edasıyla

Ah! Ne çok ihtiyacım var…

III. Belki de bir daha karayı görmeyesim Günlerce, aylarca dalgalarla süzülüp gidesim vardır. Zaten esaretten hançerlenmiş bedenim Bir vakit çürümeye başlar. Yalnızlık denizinde! Dipsiz derine yavaş yavaş inerken söndürdüğüm yıldızları izlemek…

IV. Bazen ise sadece bir hayat vardır. Virgülü eksik, noktası eksik… Ama gereğinden fazla ünlem olan! Hıçkırık taşları olan yollar, yokuş aşağı yavaşlayan zaman Üzerimde, neye bezendiğini bilmeyen ruhların nefesi Arkamda, Bektaşi’nin Huuuu! deyişi Önümde, sadece ama sadece göz kapaklarım var.

X. Hatırlarımda kaybedişler, hayallerimde hiçlik, ellerimde çaresizlik… Not: Bu yazının kıymeti bende büyüktür, ne vakit yazdığımdan habersizim ama mavinin en güzel tonuna yazdığım kesin…

Sefa Pektaş Misafir Yazarımız


Gölge Oyunları Hep karagöz oynatılır bu memlekette Sahnesinde çocuklar ve gençler bulunur Bin ciğer yanar, bin ocak söner böyle… Kimin oynattığını bilsen n’olur Bilmesen n’olur gülüm Kocaman insanlar alkışlarsa aralandığında perde Toprak hep de ala boyanır bu memlekette Bu nasıl ressamdır bir al bir karası var Ölüler aynı dilden susmuştur bak Aynı ağıttan çınlamıştır dağlar.

Biri uçurtmaya dair Biri vatan için vurulmuştur. Hep loş ışıklar yanacak değil ya bu memlekette Bu gölgeler de bir gün silinir gülüm Umudun mavisi, huzurun yeşili Doymuşluğun sarısı biter kuru tepelerde Çünkü annelerinin gözyaşlarıyla büyümüştür çocuklar Aynı toprakta oyunlar kurmuştur…

Ümmet Caner Misafir Yazarımız


Gecenin Hançeri Gökyüzünün zirvesinin ışığından bir parçası bahşedilseydi eğer insansı gözlere, kör olurlardı. Eğer aralansaydı Cennet'in kapıları; hiç bir fani bir daha yaşayamayacaktı yansımasının üzerinde. Bu kesinlikle insanların hayal edebileceği bir şey değildi. Tanrı, kendisinden başkasının anlamasını emretmemişti çünkü. Evet, yeryüzü yansımasıdır gökyüzünün. İnsanlar sevdi; Cennet'ten küçük bir damla iz taşıyan bu yapmacık dünyaları. Bizler için bu, göz alıcı ışığın içinden karanlık bir ekrana bakmak gibi adeta. İnsanların “Dünya” diye adlandırdığı ve sadece tek olduğunu sandıkları o devasa şeyden milyonlarcası önümüzdeki karanlığın içinde küçük, parlak yıldızlar gibi görünüyordu. Tanrı bize Melekler diyordu ve ben “Belial” diye çağırılıyordum. İnsanların yaşadığı, kocaman görünen evreni Cennet’ten izliyordum. Burada zaman, bilindiğinin aksine dakikalar ve saniyelerle sınırlı değildi. Zaman saatinin kumları bittiğinde bir döngü tamamlanıyordu ve her bir kum tanesi dünyadaki bir güne karşılık geliyordu. Tanrı'nın kudretiydi bu; zaman içinde milyonlarca zaman bahşetmişti bizlere. Burada siyaha ve

karanlığa hiç bir zaman yer verilmemişti. Gözlerin görebileceğinin ötesinde sonsuzluk gibi uzanan, sayısız türde ağaçlarla süslenmiş Cennet Bahçeleri'nde dolanıyor; Yaratıcısından başka kimsenin tarif etmeyi başaramayacağı renklerin, birbirine muhteşem bir uyumla eşlik ettiği vadinin üstündeki çiçekleri seyrediyorduk. Burada ne güneş var ne de parlak bir ışık kaynağı ama yine de ışık huzmelerinin her tarafı aydınlattığı bu bahçelerde, Cennet'le mükâfatlandırılmış insanlarla birlikte, Hayat Ağacı'nın o eşsiz gölgesinde dinleniyorduk. Cennet bahçelerinin birinden Dünya'ları izlediğim bir zaman diliminde O'nu hissettim; Camael. Neşesi ve mutluluğu ile gittikçe beni kendine çekiyordu. İçimde önlenemez bir fırtına kopuyordu. Yaratıldığım ışık, kumlar düşmeye devam ettikçe sönmeye başlıyordu. Tanrı, zamanı geldiğinde birbirini seçen meleklerinin bir eş olmasına izin veriyordu ama Camael beni değil, Manu'yu seçmişti! Kararıyordu hissettiklerim ve insanların bulunduğu evren gibi siyah bir hal alıyordum. Hayır, bizim ellerimiz veya bir bedenimiz yoktu. Bizler Nur'dan


yaratılmış varlıklardık. Bir kuyruklu yıldız cisminde parlıyorduk. Böyle istedi Tanrı ve böyle var olduk. Elbette Tanrı birbirini bulan meleklere seçtikleri dünyaya inme hakkı da tanıyordu ve benim ışığım Camael gitmeye hazırlanıyordu. Engel olmalıydım. Kim bilir hangi aciz insan müsveddeleri "Bak yıldız kayıyor" diyecekti benim güzelliğime. Oysa yıldız kaydığı filan yoktu! Melekler dünyaya iniyordu! Üstelik bu kez inen benim meleğimdi! Yolculuğuna saniyeler kala bir günah işledim ve Camael'e dokundum. İçimde aniden vuku bulan ateşlerde yanmaya başladı Nur'dan varlığım. Karanlık dehlizin içinde yolculuğuna başlarken, ilk önce gözlerine sonra kalbine kavuştu Camael. Kalbinde korku tohumları filizlendi ve gözlerine ulaştı. Gözlerindeki korku filizleri büyüdü ve Manu'nun gözlerine değerek kalbine doğru büyüyen koca bir ağaca dönüştü. Manu'nun kalbindeki acı tohumlarının filizleri gözlerine yansıdı ve Camael'in gözlerinden kalbine ulaşarak acı çığlıklarının dünyaları sarsmasına neden oldu. Dünyalar kirlenmeye başladığında sonsuz aydınlıklarının üzerine karanlık gölgeler -Tanrı'nın gözyaşlarıyla birliktedüştü ve insanlar birbirlerini öldürürken Tanrı'nın yarattıklarını da katletti. Cennetin yansıması hızla kirlendi, Tanrı duvarlarında sadece ateşin dans edebileceği ve acının yansıttıklarıyla aydınlanan Cehennem'i yarattı. Nehirler kan kırmızı akıyor; göller kan kusuyordu adeta. Üzerine günah bulaşan her beden kapatılıyordu cehennemin eşsiz çukurlarına. Tüm melekler şaşkındı çünkü Manu daha tam kavuşamadığı cılız sesiyle bir lanet fısıldamıştı. "Tanrı'nın laneti üzerine olsun!" Kader Meleği değiştirmişti her şeyi. İşte o an Tanrı bana yeni bir melek sundu; Leliel. Işığıma yerleştirdiği tüm sevgi tomurcuklarını, içimdeki söndürülemez ateş yakıp yok ediyordu. Camael gitmişti ve benim ateşim onu ve tüm dünyaları cehennem ile tanıştırmıştı. İçimdeki öfke ve kıskançlık zaman geçtikçe durdurulamaz bir hal alıyordu. Kumlar durmaksızın düşüyor, ben içimdeki ateşin kölesi haline gelirken gittikçe

büyüyen bir yangın haline geliyordum. Yanıyordu Cennet Bahçeleri çünkü benim günahkâr hareketim diğer melekleri de etkilemişti. Lucifer, insanları küçük görüyor ve onlara itaat etmeyi reddediyordu. Düşüncelerine sızıp onları günaha buluyordu. Yeryüzleri sarsıntılarının arasında karanlığa gömüldü. Şanslı olan insanlar milyonlarca yıldızın kaydığını izliyordu ama hiç biri gerçekte meleklerin indirildiğini bilmiyordu. Gözlerini yuman her bir insan bedeni, Ashriel tarafından ruhlarından kopartılıyordu. İçimdeki günaha teslim olmama birkaç kum tanesi kalmışken Tanrı; Leliel'i bir kez daha sundu ve "Sev!" diye emretti. İçimdeki ateş aniden söndü ve Leliel ile birlikte karanlık dehlize doğru attık kendimizi. Leliel ilk önce gözlerine kavuştu. Gecenin Efendisi'ne yakışır bir şekilde koyu maviydi gözleri. Saçları, karanlığın en koyu siyahıydı ve küçük ışık huzmeleri değdikçe, mavi dans ediyordu adeta saçlarının arasında. Alnının üstünde tüm kötülüğün kıskandığı muazzam işlemeler, vücudunu her zerresine kadar ele geçiriyordu. Kendimi hissediyordum. Gözlerim gecenin en karanlık siyahıyla lanetlenmişti; tıpkı saçlarım gibi. Avuçlarımın içinde, baktığımda beni bile içine çeken yuvarlak biçimli kapkara iki delik bedenimi kirletiyordu. Bedenimiz tamamlandığı sırada yeryüzü gözlerimizin önüne serildi. Ayaklarımızı dünyalardan birine bastığımız anda kendimizi akıl almaz bir karmaşanın ve vahşetin içinde bulmuştuk. Sevdiğim melek ruhlu insan, cehennemin bir yansımasının içinde bana gece mavisi gözlerindeki tutkuyla bakıyordu. İşte o an lekelenmiş ellerimle avuçlarını kavradım ve çok uzun bir süre koşmaya başladık. Leliel... O'na bakmadan bir saniye bile yaşayamazdım. Gökyüzü'nün gecenin karanlığına mahkûm olduğu bir saatte, denizin üstüne düşen Ay'ın bir yansımasıydı gözleri. Ve saçları... Gecenin bir saatinde fırtınaya kapılmış deniz gibi mavi-siyah dalgalanıyordu. Rüzgâr denilen şey tenimizi okşarken, aynı zamanda eşsiz Cennet Bahçeleri'nin kokusunu alıp getiriyordu Leliel'in saçlarından ve ben milyonlarca kez daha seviyordum.


Tam altı gün-altı gece gözlerinde kayboldum, alnından vücuduna uzanan her bir işlemenin yerini zihnime kazıdım ve pürüzsüz boynunun o muazzam çukurunda yandım. Manu'nun Tanrı'dan dilediği lanet sevdiğimi öldürmemi gerektiriyordu ve siyah gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya doğru inip bu Cehennem yansıması Dünya'yı biraz daha fazla kirletiyordu. Yedinci günün alacakaranlığında Aftiel'in sesini duydum. Alacakaranlık Meleği kulağıma fısıldıyor, "Zaman yaklaşıyor." diyordu. Gecelerin Efendisi sevdiğimi oracıkta bir veda bile edemeden bıraktım ve Aftiel ile birlikte tek bir sokak lambasının aydınlattığı, yarı karanlık bir sokakta ölüm nöbetine başladım. Işığın altından geçen her bir beden elimdeki karanlık dairenin varlığı ve içimdeki yangınla birlikte ruhundan oluyor; kendi gölgesinin içine düşerek karanlığın hizmetkârı haline geliyordu. Yedinci günün gece yarısında Leliel'in yanına gittim. O gece mavisi gözlerine son bir kez daha hayranlıkla baktım ve o an cennetinden beyaz cübbeler içinde yedi melek indirdi Tanrı. Etrafımızı saran gönderilmişler avuçlarını Tanrı'ya çevirdi ve Leliel’i götürmek için Cennet'in kapısını araladı. Gözlerindeki o engin denizlerde fırtınalara tutuldu simsiyah bedenim. Sevdiğim erkek, Manu'nun lanetli sözcükleri yüzünden Tanrı tarafından koparılacaktı benden ve ben; Belial buna dayanamayacağımı biliyordum. Çünkü "Sev!" demişti Tanrı ve Cennet'e olan aşkımı bile gölgede bırakacak bir hisle sevmeye başlamıştım. Sadece Melek'lerin göreceği ışıktan bir koridor Cennet'e doğru uzanıyor ve Leliel gitmeye hazırlandığı sırada, gece mavisi gözlerinden bir damla düşüveriyordu avuçlarıma. Bedenlerini gölgelerine hapsettiğim ruhlar hücum etmeye başladı katran siyahı gözlerime. Sağ elimin içindeki delik gittikçe yakmaya başladı beni ve gecenin içinden bir hançer var oldu avucumda. Hiç düşünmeden gecesinde boğulduğum gözlerin sahibi erkeğin kalbine sapladım hançeri, ardından titreyen ellerimle sevdiğimi alan katran karası sivriliği Leliel'in ellerine tutuşturarak beni öldürmesini bekledim. Saçlarına gecenin göğsünden kopmuş gölgeler saldırıyordu ve saçları onları bir bıçak

gibi kesip ikiye ayırıyordu. Yedi Melek şaşkınlık içinde indirdi avuçlarını ve büyük bir sarsıntıyla vuku bulan ışık patlaması eşliğinde terk ettiler dünyayı. Aynı anda Leliel hançeri kalbime sapladı ve katran karası kanımın beni nasıl kirlettiğine feryatlar içinde ağladı. İçimdeki acı öylesine büyüktü ki hançerin saplandığını sadece gözlerimle izledim. Ruhumdaki can çekişlerim cehennemin yangınlarını bile gölgede bırakacak türdendi çünkü sevdiğim erkeğe; Leliel'e hançeri saplarken yaşadığım acı, kalbimi parçalayan hançerin acısıyla kıyaslanamazdı. Tanrı öfkelendi, gök gürledi, yağmur kirden arındırmak ister gibi dövdü yerleri. Leliel gönderilen meleklerle birlikte Cennet'e gitmeliydi ve ben sonsuza dek dünyada mahkûm kalmalıydım ama ayrı bir yaşamdansa, aynı ateşte yanmayı seçtik. Tanrı kükredi, öfkeyle inledi ve emretti; "Kıyamete kadar öldürecek her yedinci gece yarısı Belial ile Leliel'i gecenin hançeri. Yedi Melek şahitlik edecek toprağa düşen karanlık kanlarına. Kıyamet sonrası son günahkâr da yaptıklarının bedelini ödediğinde, cehennemimin kapıları üstlerine kapanacak ikisinin ve karanlık sonsuza dek eziyet edecek gölgelerine hapsedilen ruhlarıyla." İtaat etti yer, itaat etti gök. Kapandı bir dönem, bu mühürle üstlerine kilitlendi Cehennem! Yazar Notu: Camael: En büyük meleklerden biri. Güzelliği, neşeyi, mutluluğu, barışı temsil eder. Belial: Karanlık Prensi ile eş tutulan korku dolu bir melek. Leliel: Gecenin efendilerinden biri. Lucifer: Tanrı ilk insanı yarattıktan sonra kıskanarak cennetten kovulduğu söylenir. Manu: Kader Meleği. Aftiel: Alacakaranlık Meleği. Ashriel: Ölüm Meleği.

Neslihan Şahin Misafir Yazarımız


Anlatmak İstersin… Bazen dudaklarının arasında asılı kalır söylemek isteyip de söyleyemediklerin. Bir an gelir süvariler kovalarmış gibi seni, anlatırsın nefes almadan. Bir an gelir bin bir türlü kerpeten olsa, çekmeye çalışsalar içinden kelimeleri, mühürlenir dilin tek söz söyleyemezsin. Bir sınırlaman, bir süren varmış gibi hızlı hızlı ve nefes almadan anlatmaya başladığında, zaman celladın olur. Yaymak istersin her kelimeyi. Ama başarılı olamazsın. Çünkü korku gelir. “Ya anlatınca...” ile başlayan cümleler üşüşür zihnine. Korkuların domino taşları gibi dizilir önünde. Her bir korkun bir öncekinden daha titrek yerleşir içine. Ne zaman başlar yıkım, ne zaman birbirine girer korkuların ve su yüzüne çıkmaya çalışırlar bilemezsin.

Bazen içinde bir garip heyecan fırtınası kopar. Ama bilemezsin nedenini. Sanki dersin, sanki kötü bir şey olacak. İçten içe bir kurt kemirmeye başlar seni. İçindekileri anlatacak tek bir kelime bulamazsın. Hiçbir söz tam karşılamaz hissettiğini. Sadece hissedersin. İşte o zaman kelimelere ihtiyaç duymadan anlaşılmak istersin. Anlatmaya çalışmadan anlaşılmak... Tek bir harf uzatılarak söylendiğinde belki de senin dermanın olur, çığlık olur. Ama bazen o tek harfi söylemeye bile mecalin kalmaz. Boğazında giderek büyüyen bir yumruya teslim olursun. Etrafını sarmıştır bütün engeller. Sadece ama sadece bir bakış içindeki kargaşayı anlatsın istersin. Ve sadece ama sadece bir bakışla seni anlayacak birini bulmak...

Çağla Aydın Misafir Yazarımız


Uyan Uykudan Bir elinde ekmek bir elinde Çizgi Kader sersefil Yüreğinde neşe vuslatında dikilmekte Sahi Eli sopalı embesil Kalemler paramparça adalete Çalınan ezgi Kulaklar sağır bir mukabil Caddeler darmaduman çocuk görmüş Katli Yürekler ağır durum stabil Gözler yaşarmakta ters düşen Görüş sebebi Özgürlükse kelepçeli bir dil Konuşma yeşili ya da kendi yazdığı Adaleti Kim hak kim katil Öldürme der başkasına içlere konan Alevin sahibi Söz etse de yazıları cahil Can almak ona düşmüş kimi genç Kimi sabi Har içinde yanan karanfil Kendi söyler kendi çalar hak düşmez Sahi Dalkavuklarıysa gülmekle kefil Kol kola girdiği yandaşlarıyla Gizli gizli Sen ise yan ve ezil Uyan uyan ve ağla şu şah sultanın Esiri Dışlanmış umutlar sefil

Cemil Kobak Misafir Yazarımız


Ben ve Hiç İnsanlar sana deli diyorlar. Çünkü onlardan farklı düşünüyorsun. Çünkü onların hayalleri kısıtlı, düşünceleri bile özgür değil. Onların klişeleşmiş hayatlarına uygun davranmıyorsun. Çünkü özgürsün. Bu onlara dokunuyor. Onlardan farklı şeylere bağlı olman, yapmakla yükümlü olduklarını sandıkları şeyleri senin yapmaman... Sen özgürsün. Bir güvercin kime hesap verir ki? Özgürlüğün onlara başına buyruk hareket ettiğini düşündürüyor. Ama senin hayallerin uçsuz bucaksız. Hedefinden sapmış değilsin, hedefine her gün

daha da yaklaşıyorsun. Bir bitkiden farksız yaşamayı seçmedin, onların aksine. Çünkü sen özgürsün. Yapmacık gülümsemiyorsun, muhatap olmak istemediğinle konuşmuyorsun, sahte selamlaşmaları, çıkar ilişkisinde bulunmayı kabul etmiyorsun. Çünkü sen dürüstsün. Sen sabah kalktığında kendine “Bugün yüzüme hangi maskemi taksam?” diye sormuyorsun. Olduğun gibi davranıyorsun olman gerektiği gibi değil. İnsanlar sana deli diyorlar. Çünkü sen onlar kadar alçalmadın.

Erkan Katırcı Misafir Yazarımız


Bütün Mezar Taşları Aynı Duayı İster Ölüm kendinden önce doğuruyor adını Fonda düşen bir zemin kahverengi Tanrı’nın verdiği ikinci kulağımda Yanıklığına alkış tutulmuş balıkçı ağıdı Titriyorum evsizlerim not alın tarihe Dedikodu gibi yayın kanayan duamı Ölüm kendinden önce doğuruyor adını Gözlerime hükmeden kalın kara perde Sisli sabahların serinliği tenimdeki Köprünün üstündeyim acemi bacaklarla Düşersem lakabımı yanlış koyun ardımdan Bir yanlışlık gibi çoğaltın inkarcı duamı Ölüm kendinden önce doğuruyor adını Sesime çarpan penceresiz yankı Telaşlı elleriyle usta bahçıvanlar Çiçeklerle dolduruyor uykusuz bedenimi Üşürsem bile kırık camlara sarın beni Aranızdan biri gibi anlatın saklı duamı Ölüm kendinden önce doğuruyor adını Üstüme tırmanan kanatlı bir gölge Ve gözleriniz açıkken sizin huzurunuzda Lal kelimelerin uğruna siliniyor biliyorum İki çizgi arasındaki dünyanın en kısa yaşamı Bütün mezar taşları aynı duayı ister

Aybike Yıldırım Misafir Yazarımız


Uçlarda Yaşamak Sigarasına uzandı bir adam. Titrek bir kadın eline değdi elleri. Yalnızca parmak uçlarıyla. Yalnızca kalakaldı. Ayaklarından sevdi önce. Sonra sonra gözleri vardı. En çok da yalnızlığı, uzandıkça adama kalandı. Gördü uzaktan geçen gemileri. Gemilerde, soluk insanları. Gölgeler gibi, gelip geçenler, gelip geçtikçe insanlardı. Gördü ısınmış rakıları. Baraka meyhanelerin, notasız çalgılarını. Bir kez daha uzanmak istedi adam. Uzandıkça, uzadı parmak uçlarıyla uzaklığı. Hatırladı. Bir zamanlar, Süreya’da sigarasına uzanmıştı: ‘’İki kalp arasında en kısa yol: Birbirine uzanmış ve zaman zaman Ancak parmak uçlarıyla değebilen İki kol.*’ ve bir daha asla adam uzanacak kadar uzakta bir sigara yakmadı.

Ömer Çelik Misafir Yazarımız


Zweig ve İntiharını Anlamak Günümüzün kavramsal bir sorunsalı olan Hümanizm anlayışı, Antik dönemden bu yana farklı biçimlerde şekillenmiş; kaynağını varlık felsefesi ve insana özgü düşünme sisteminden almıştır. İnsanlık tarihinin “vahşet çağı” olarak adlandırabileceği 20. yüzyılda, hümanizmi doğrudan doğruya etkileyen şüphesiz zırh teknolojisinin doğurduğu dünya savaşları ve bu savaşların insan benliğine verdiği zararlar olmuştur. Günümüze kadar hakkında yüzlerce yazı kaleme alınan Stefan Zweig bu noktada büyük önem arz eder. Bilindiği üzere düştüğü karamsarlık ve parçalanmış Avrupa'nın acısıyla istekli ölüme yürüyüşü, Nazi hegomanyasından kaynaklanmaktaydı. Elbette ki intiharı farklı şekillerde birçok kez yorumlandı fakat bıraktığı son mektupta dahi açıkça sunduğu veda anlaşılamadı. Bu çağın en büyük hümanisti olarak niteleyebileceğimiz Zweig, mektubunda şöyle der: “Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harika ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Gün geçtikçe bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim dilimin konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi vatanım Avrupa’nın kendi kendisini yok

etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler. Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.” Bu mektubu kaçış, pes etme ya da ince ruhun acı yenilgisi olarak nitelemek bugün bile yaygın haldedir. Zweig öykülerinin sonuna ajitatif biçimde koyduğu her ölümü dahi, bir “sona erdirmekten” çok; düşünce sisteminin iyimser haliyle, işlediği sorunsala çözüm getirmekten yana olduğu için kullanmıştır. Onun imgelemini vatan kaygısı olarak değil, egemen olan faşizmin insanlığın ortasına attığı bomba olarak nitelemek daha doğrudur. Mektubun son bölümünde kullandığı sabah kızıllığı imgesi, onun insan benliği ile sanatçı kaleminin yarına farklı bir mekanda uyanacağının göstergesi olması yanında hiçkimsenin inkar edemeyeceği bir dokunulmazlığa sahip olacağını da dolaylı yoldan bildirmektedir. Bu intiharı moderniteden,


kolektivizme; çıkarcı yazından, dinsel bir ayine kadar birçok alana çekmek her yazarın deneysel harcına olmuştur. Aynı zamanda başarılı bir biyografi yazarı olan Zweig'ın, üzerinde çalıştığı birçok ünlü yazarın hayatlarını nesnellikten öznel betimlemeye ne denli coşkulu bir anlatımla sürüklediği de kalemi hakkında konuşulanların ilk sıralarında yer almaktadır. Yazdığı biyografilerde göze çarpan en büyük özelliklerden biri, tarihsel birikiminin oldukça kuvvetli olduğudur. Gerçekliğe harfi harfine uyduğu bu çalışmalarda dahi yaptığı portre tasvirleri, ruh-kişilik çözümlemeleri 'insana' bakışının tek kişilik kadrosundan milyonları anlattığını hissettirmektedir. Küçük yaşlarda yaptığı gözlemlerin, kendisini ele geçiren varoluş gizeminin ve insan merkezciliğinin şüphesiz onu hassas ve oldukça kırılgan bir yapıya sürüklemiş olmalıdır. Çağdaş düşünce sistemi içerisinde Aydınlanma Çağı, Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali, teknoloji devrimi vb. düşünüldüğünde; onu ve etkilendiği kişileri en tepede tutmak gerekmektedir. Hümanizmle bütünleşen her yazar ancak düşüncelerini faydalı bulursa onları yayma ihtiyacı duyar. Zweig düşünce,fikir ve isyanını fayda formundan çıkarıp bir gaye,ihtiyaç ve inanışları uğruna sebepsizce öldürülen vatandaşları için kalemini yüceltmiştir. 1940'ların başında Nazi Almanyasında kendi eserlerininde içinde bulunduğu kitap kıyımının olduğu sıralarda şunları yazmıştır: ... "Artık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli" diye yakınanlar var. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo, sözlerle düşünceleri çok rahat daha akıllıca nakleden

buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak... Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kâğıtların oluşturduğu küçük deste kalıcılığını her zaman kanıtlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez. İnsan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, yaşamı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerinde yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever." Günümüzü nasıl değerlendireceği kesin olarak bilinemez ama yaşamının yüzyıllar sonrasına ışık tutacağı yadsınamaz bir gerçektir. Meydan okuduğu zehirli ideolojiler, hayal ettiği özgür ve kitle ayrımının olmadığı evrensel toplumlar ve de yazıp okumanın kökleri kurumuş zihniyetleri söküp atmaya ne kadar fayda sağlayacağına olan inancı onu “düşünen” günümüz insanında asla ayırmamaktadır. Tüm bunları göz önüne alarak, Stefan Zweig'ı okuyan her bir kişinin kendisine şu iki soruyu sorması gerekmektedir: O sadece ölmüş müdür? Yoksa Estetize ettiği hümanist bir düşünceyle uykuya dalıp, ilahi ve ebedi bir sembol olarak yaşayacak mıdır?

Bilal Acarözmen Misafir Yazarımız


Yok anlatmıyor kelimeler artık... Sesleri kesildi harflerin sanki... Söylemek yetmiyor, seslenmek hiç... Kuyunun dibinden haykır, kim duyar seni... Zaman mücadele etme zamanı... Zaman kaybetmemek için kaybetme zamanı... Ve zaman, senin, sadece senin olma zamanı... İsyanın, feryadın, umarsızlığın, hepsi anlamlı... Sonuçta sen olacaksan; Gün senin için ölme zamanı... Gün senin için yaşama zamanı...

Aze Sultan Misafir Yazarımız



#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kulturcikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.