Kültür Çıkmazı Dergisi 11. Sayı

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Fatih Albayrak Kurtuluş Öztürk Kübra Sırmalı Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Serap Bozkurt Sibel Ayan

kulturcikmazi

Baharın tam anlamıyla geldiği bu günlerde tekrar merhaba diyerek başlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi mayıs ayı ikinci yeni akımının önemli bir şairinin aramızdan ayrıldığı bir aydır. Hayatının her yerinde maviyi gören, her derdini onunla anlatan bir şair, “Edip Cansever”… Bu ay usta şairi hem kapağımıza taşıdık, hem de içeriğimizde elimizden geldiğince sizler için tanıttık. Tabi ki bu kadar değil. Her ay olduğu gibi yine okunası röportajlarımızda var yerlerini aldı. Yazarlarımızdan Selin Sabcıoğlu; “Metin Zakoğlu” ve “Bora Duran” ile iki keyifli röportaj gerçekleştirdi. Bizi kırmadıkları için kendilerine buradan teşekkür ediyorum. Red Special köşemizde ise bu ay ilgi çekici bir grup var, “Baba Zula”… Geleneksel Türk Müzik aletleri ile elektronik müziği farklı bir şekilde harmanlayan bu grubu tanımanızı tavsiye ediyorum. Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 8. bölümü ve iki aylık bir ara veren “Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları” öykü dizisinin 5. bölümü okunmak üzere yerlerini aldılar. Ayrıca daha önce misafir yazarlarımızın arasında çokça yer almış ve yeni yazarımız Fatih Albayrak’ın “Mektup Ritüeli” isimli yazı dizisi de bu ay ilk bölümüyle karşınıza çıktı. Tabi bunların yanı sıra yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor.


Dergimizin son sayfalarında yine sizler için iki adet sergiye de yer verdik ve 23 Mayıs’ta Şişli Kültür Merkezi’nde sunulacak bir Flamenko şölenini de sizlere bildirmek isteriz. Eğer vaktiniz olursa mutlaka değerlendirmenizi tavsiye ederim. Yazarlarımızdan Özgün Kabacaoğlu yine ilginizi çekecek bir kitap incelemesi hazırladı. “Hitit Ekonomisi” kitabını incelediği yazısını mutlaka okumalısınız. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 12. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”

Misafir Yazarlar Barış Ünlü Emin Güneş Enes Taşbaşı Gamze Öçal Hülya Şit Mehmet Güvenbaş Sena Sabcıoğlu Tülay Onat Ümmet Caner Zeynep Yılmaztürk Misafir Fotoğrafçılar Bilal Maral Burak Erdoğan Şafak Oğuz

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 6. “Sen Çekimlidir Cansever” - Ayça İşbilen 10. “Edip Cansever” - Edebi Hayatı - Benan Şahindoğan 12. “Bir Su Yılı Denilebilirdi” Şiir İncelemesi - Selin Sabcıoğlu 14. “Metin Zakoğlu” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 18. Kara Papatyalar - Fatih Albayrak 19. Yorgun Gemi - Sibel Ayan 20. Telefon Kulübesi - Bölüm 8: Hatırla! - İlker Ardıç 24. Affet - Kurtuluş Öztürk 25. Gökyüzü Kırılmış - Bilal Çakıl 26. Sabahlanmış Masa - Serap Bozkurt 28. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 29. (Fotoğraf) - Şafak Oğuz 30. Kara Kuru - Nebi Eren Bayramoğlu 33. Arnavut Kaldırımlar - İlker Ardıç 34. Bahar - Bayram Kaynakçı 35. Rengarenk Hayat - Benan Şahindoğan 36. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 5: Benim Güzel Geçmişim - Türker Ardıç 41. İçime Gül Damladı - Birkan Akyüz 42. Şahsi Yalnızlıklarım 8 - Ali Koç 44. “Bora Duran” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 48. Dönüşü - Nebi Eren Bayramoğlu 50. Mektup Ritüeli - İlk Mektup - Fatih Albayrak 52. (Fotoğraf) - Bilal Maral 53. (Fotoğraf) - Bilal Maral 54. Kilim Altı Süpürülemeyenler - Serap Bozkurt 56. Red Special: “Baba Zula” Tanıtımı - Özge Özgüner 59. Şey… - Selin Sabcıoğlu 61. Hititlerden Türklere… Anadolu’nun Kaderi - Özgün Kabacaoğlu 62. Kapını Çalsam - Emin Güneş 63. Havadan - Zeynep Yılmaztürk

5 Mayıs 2015

11. Sayı

64. Gölge - Enes Taşbaşı 65. Hasret - Gamze Öçal 66. Yolculuk - Tülay Onat 67. Eğer Şairsem - Sena Sabcıoğlu 68. Yalnız Bir Kadının Notları - Hülya Şit 69. Ne Güzel - Barış Ünlü 70. Bilmezdim - Ümmet Caner 71. Senli Bir Rüya - Mehmet Güvenbaş 72. Flamenko Şöleni - 23.05.2105 73. Metin Yurdanur: “Hamam 1955” - Sergi Peruze Hamurcu: “Güneşe Yürümek” - Sergi

Keyifli Okumalar…



SEN ÇEKİMLİDİR CANSEVER "Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir..."

Kişisel Hayatı Güzel olan her şeyin fonu olması gerektiğini söylerim her daim. Tüm güzellikleri anlamlı kılan biraz da fonlardır aslında. Diyerek geleneğimizi bozmuyoruz ve yazımıza enfes bir fon ile başlıyoruz: - Tchaikovsky / Lake in the Moonlight Tıpkı Edip'in şiirleri gibi; imge, yalnızlık, his üçlemiyle doludur. İçimize iyi gelecek... Çağdaş şairlerimizin en önemli şairlerinden olan Edip Cansever; "8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul'da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi." Evet bu kayıtlarda yer alan Edip Cansever, ansiklopedik Edip Cansever...

Peki "insanı" yoğun bir şekilde şiirlerinde bir desen gibi işleyen Cansever içimizce nasıl? Şiir türünde çok fazla eser vermiş olan Cansever'i şiirlerini anmadan, şiirlerinden alıntılar yapmadan, kısaca şiiri kullanmadan anlatmak, kanımca ona haksızlık etmektir. Öyle ki yakın dostu olan Cemal Süreya, Edip Cansever için şunları söylemiştir: "Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, Fazla şiirden öldü Edip Cansever. " Gözleri... Edip Cansever'in gözleri hayatının resmedildiği bir tablo sanki. Tümüyle hüzne gark olmuş; kararlı, gizli, kırgın ve mağrur... Şiirleriyle birlikte gözlerine de baksak belki bir nebze anlamış oluruz onu. Gizli kalan, izli kalan, izle yaşayan bir yanı var Cansever'in. İşin garibi o gize de olağanüstü bir


saygı duyuyoruz ister istemez. Sanki anlattıklarının derinine insek o'na ihanet edeceğiz gibi. Anlattığı her şeyi yerli yerinde bırakmak geliyor insanın içinden. Merak da duysa o gize dalamıyor insan. Ne kadar içimizden gelirse gelsin hem de... "Gelse de öyle sürekli değil." Çünkü öyle naif, öyle kırılgan işliyor ki her şeyi dokunup incitmekten korkuyor okur. En azından benim için öyle. Belki Edip Cansever şiirlerini de hayatını da bu şekilde telakki etmiyordur. Ama benim o'nun ruhunda hissettiğim öyledir. Edip Cansever, birçok konuyu insanın içinden geçerek ortaya koyar. Yaşamın gerçekliğini imgelerle süsler fakat boğmaz. Nefes alınır o'nun şiirlerinde. Hatta öyle ki okunduktan sonra insan; "kendini görmeye parklara gider" Hayatını, şiirlerini insanla açıklar velhasıl. O yüzden o'nun yaşamını anlayabilmek şiirlerinden geçiyor biraz da... "İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile, başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor." "Ne gelir elimizden; insan olmaktan başka..." "İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine Konya’nın beyaz Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer..." "Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir..." "Biliyorsunuz parkların Sizi çağıran tarafları İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı Orada saklanıyor onlar Çünkü her türlü saklanıyorlar orada Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla..."

İkinci Yeni'nin beslendiği anlaşılmazlık sorunsalının karşısındadır Cansever. Çünkü insana değer verir, hayata değer verir. Bunun sonucu da şüphesiz insana bağlı düş kırıklıkları ve yalnızlıktır. Edip Cansever'in yalnızlık üzerine söylediği muhteşem ifadeler var. Öyle ifadeler kullanmış ki; yalnızlığı en iyi o taşımıştır dedirtir okura. Çok fazla imge kullanmıştır fakat o imgeler kendinden ve hayattan kopuk değildir. Ütopik ve felsefik de değildir. Acısını yalnızlığını paylaşır insanlarla. Bu durum da onu azami derecede insan yapar işte. "uzaklarda çorbalar pişer şu benim yalnızlığıma karşı…" "bir kişi bile değilim yalnızlıktan…"

"Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü."

"bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu..."

"İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine?"

"bilmem ki, nasıl anlatmalı, yalnız bile değilim belki de yalnızlıktan daha fazla bir şey bu..."


Gene de... Şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. " demiştir. Keşke hep deseydi. Söylemeye yazmaya devam etseydi... Birden kesilir insan sesi, saatine bakamaz, sigarasını yakamaz, saçlarını tarayamaz olur. Sonrası, sonrası işte... Yazılarında sesini duyarız, dumanıyla savruluruz... O kadar çok şey söylemiş ki kelimelerin kenarından köşesinden tutup bir yazı meydana getirmek oldukça zor oldu. Söylediklerine az da olsa bir ses katmış olduysak ne mutlu...

Eserleri: - Şiir Kitapları ve Eserleri İkindi Üstü (1947) “demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi biz ikimiz de yalnızsak... ve işte bu durumda iki kişilik yalnızlık olmaz mı bizimkisi? yok sanki bir şey yapacak..." "sayılar neden böyle yumuşak neden hiç kimseler konuşmuyor ben neden yalnızım... " "hiçbir şey yalnız kalmıyor insandan başka dünyada... " "ne sıcak şehirler vardı yalnızlığımı bilmezdim." Herkesi içine alacak kadar geniş bir kalbi vardır. Bu yüzden kalabalık eder hayat onu. İnsanlarla yalnızdır, yalnız oldukça güzeldir ve hislidir. Genel itibariyle varoluşçu muhtevayı bırakmamıştır. Bununla birlikte nefesinde, kaleminde orijinal bir duyuş kendini gösterir. "bu gemi ne zamandır burada denizin değil hüznün üstünde..." “Şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. Onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.

Dirlik Düzenlik (1954) Yerçekimli Karanfil (1957) Umutsuzlar Parkı (1958) Petrol (1959) Nerde Antigone (1961) Tragedyalar (1964) Çağrılmayan Yakup (1966) Kirli Ağustos (1970) Sonrası Kalır (1974) Ben Ruhi Bey Nasılım (1976) Sevda ile Sevgi (1977) Şairin Seyir Defteri (1980) Yeniden (1981) Bezik Oynayan Kadınlar (1982) İlkyaz Şikayetçileri (1984) Oteller Kenti (1985)


- Hikaye, Roman Gül Dönüyor Avucumda (Ölümünden sonra, 1987) Şiiri Şiirle Ölçmek: Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar. Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan. Yapı Kredi Yayınları, 2009. "Ölüler ki bir gün gömülür İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler İnsan yaşıyorken özgürdür İnsan yaşıyorken özgürdür..."

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Edip Cansever Edip Cansever’in Edebi Hayatı Şiirin yaratıldıktan sonra insan gibi yaşadığına inanan Edip Cansever, şiirlerinde kapalı anlatımı tercih etmiş, soyut ve somutu bir kişi üzerinden ustaca anlatmış, şiirdeki birçok kalıbı yıkarak kendine özgü bir şekilde hareket etmiştir. Edip Cansever şiirlerinde nesneleri ele alarak yazılarını yazmıştır çünkü insan ile nesnenin arasında büyük bir bağ olduğunu düşünmektedir. Şaire göre şiir; uğraş olmaktan öte, yaşama nedeni, değişik yaşam kesitlerini gözlemlerken çevresinde oluşmaya başlayan imge atmosferlerine yeni yörüngeler arama etkinliğidir yani hep yenilik peşinde olmuştur.

1950'den sonra varoluşculuk sanatını benimsedi ve Cansever varoluşcu düşüncelerden kopmadan yazmaya devam etti. Edip Cansever ve arkadaşları yayımladıkları dergilerde bambaşka şiir anlayışı ortaya koymuşlardır. Yenilik, Pazar Postası, Yeni Dergi, Papirüs gibi dergiler bu hareketin yayın organı olmuştur. İkinci Yeni hareketi içinde yer alan şair ikinci yeni şiirini bir akım olarak değil, yenileşme olarak görmektedir. Edip Cansever İkinci Yeni'nin kuramsal olmadığını söyler ve tepki şiiri olmadığını dile getirir. Şair soyut ve kapalı şiirler yazmasından dolayı eleştirilse de, şiirin soyutlama işi olduğunu söyleyip somutlama olmadan da hiçbir şey elde edilemeyeceğini savunmuştur. Edip Cansever, İkinci Yeni şairleri gibi farklı imgeler kullanmıştır. Şiirlerini düz yazıya yaklaştıran şair, şiirlerinde anlamsızlığa karşı çıkmıştır. Cansever sürekli üretken bir şair olmuştur. Şiir yazma sürecini şairin şu sözleriyle görüyoruz. “Şiirlerimi yazı makinesiyle yazarım. Yazarken aynı anda şiiri görmek önemlidir benim için. Ön çalışmalarım kalabalıklara karışmak, yolculuklara çıkmak, yıllardır bitiremediğim İstanbul’u adım adım dolaşmaktır. Bir de denizsiz yapamam. Yaşamım bir kıyının yaşamı gibidir.”


Cansever şiirlerinde yalnızlık, acı, mutlulukmutsuzluk, hayat-ölüm gibi konuları ele almıştır. Şair ayrıca aşk ve erotizm konularına da şiirlerinde yer vermiş ve bu yönüyle Cemal Süreya'dan farklı davranmamıştır. Cemal Süreya yazdığı bir şiirde Edip Cansever'in şiir tutkusunu şöyle dile getirmiştir; “Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” Edip Cansever'in 17 şiir kitabı vardır. İkindi Üstü, Dirlik Düzenlik, Yerçekimli Karanfil, Tragedyalar, Ben Ruhi Bey Nasılım, Sonrası Kalır, Nerde Antigone gibi şiir kitapları vardır. Ayrıca bir de Gül Dönüyor Avcumda isminde derleme kitabı da bulunmaktadır.

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


“Bir Su Yılı Denilebilirdi” Şiir İncelemesi Bir su yılı denebilirdi geldi geçti Üstünde durmuyorum Terledim, bulanık baktım Ne varsa kendiliğindendi Hemen hemen evden çıkmadım. Sanki avuçlarımda sürekli Yıkanmış, tabağa konmuş bir meyvenin ellenmişliği Ola ki makyajı bir oyuncunun karışmış gözyaşlarına Yeni kireçlenmiş bir duvarın kireci Avuçlarımda sürekli Bir su yılı denebilirdi üstünde durmuyorum Kalmışsa kalmıştır bir çomak gibi Kuru Artık kullanılmayan bir demiryolu Kararmış, kırık dökük Üstünde bir yük vagonu. Mavi bir araba kapımın önünde Bütün yıl Bir su yılı Kapısını kimse açmadı Açıp kapamadı hiç kimse Aslında mavi de sayılmazdı pek Balkıyıp duruyordu kırmızı bir şakayığın renginde Yani sabah güneşlerini denizde Günbatımını denizde

Severek yaşayan bir balık da denebilirdi ona Çünkü düşler gerçekle Gerçekler düşle Anlayınca bir gün buluştuğunu Geçirir her günceye kısa bir yolculuğu Ama bir takı eksik gibidir bir sözcükte Damağın dudağın alışkanlığına karşı Kalbin atışlarıyla çok uyumlu bir de. Hadi anlat deseler anlatamam Bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi Yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi Nedir ben bilemem ki Belki bir rastlantıdır da ondan mı sevdanın yeri En yakın yeri En uzak yeri Bitmeyen yeri Bitecek yeri Fark edilmez zaten anlaşılmış sevdanın Anlaşılmaz sevda ile bütün ekleri. Gözlerim sevdim seni Köklerim gözlerimin Suyunu benden içen ıssız bir kasaba gibi

Edip Cansever


Suyun üzerinde duramazsınız değil mi? İmkansızdır çünkü... Ama bence şair şiir boyunca suyun üzerinde durmuş ve yürüyebilmiş. Bir hikaye vardır, kendi yaptığı ayakkabılarla boğazı yürüyerek geçen adamın hikayesi. Bu şiiri okuduktan sonra Sunay Akın’dan bir de o hikayeyi dinleyin, derim. Şiire dönecek olursak, şair suyu almış içerisine makyajı gözyaşıyla karışmış bir oyuncuyu, bir duvar kirecini koymuş ve harmanlamış. Sonrada bir yük trenine hepsini yüklemiş. Çünkü o trene yükledikleri aslında dertleri ve anlatamadıkları. Onları anlatıp, yolcu etme derdinde. Ama tren eski ve raylar da artık kullanılmaz halde. Burada bir çaresizlik hakim. Sahneye mavi bir araba girer, sonra... Ama rengi günle birlikte değişiyordu da aynı zamanda... Kapısını kimse açmadığı ve şair o arabayı bir balığa ama bence yalnız bir balığa benzetiyor. Hayallerinde o arabayı bir yolculuğa çıkartıyor, gerçeklerin düşe, düşlerinse gerçeğe karıştığı bir yolculuğa... Ama hep bir şeyler eksik ya da yarım kalmış, sanki.

Bizim aklımızdaki bu sankiliğe cevap bir sonraki mısrada geliyor, karşımıza. Sevda... Eksik kalmış, uzaklarda hem de ayaklarının bir türlü onu oraya ulaştıramadığı kadar uzakta bir sevda. Peki kunduz neyin tanımlaması olabilir, sizce? Kendisi mi, yoksa içinde bir suda çırpınan aşkı mı? Su gibi hızla aksa da yıllar, şair için yavaş ve durağan belki de biraz da bulanık o sular. Şair burada kendini ıssız ve yalnız bir sahil kasabasının yerini almış. Gözlerini kasabada akan bir çeşmenin sularına benzetmiş bence. Derin sulardan kasabaya geliyor, herkes o sudan faydalanıyor, ama şairin gözleri sadece sevdiğini arıyor. Gözlerinden akan suyu onunda içmesi için, ona doğru akabilmek için sadece onu bekliyor.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


“Metin Zakoğlu” Röportajı Metin Zakoğlu öncelikle iyi bir öğrenci. İyi bir öğrenci demek, iyi bir tiyatro sanatçısı demek. Aynı zamanda O bir öğretim üyesi. Ve tabi ki aynı zamanda yazar. 2013 yılında “Bana Bir Yalan Söyle” isimli anlatı kitabını yayınlamış. Hem kitabı hem de tiyatroyu konuştuk. Şimdi söz Metin Zakoğlu’nun... - Gençlik yılları ve tiyatroya ilk adım denilince Tevfik Gelenbe’nin rolü büyüktür, hayatınızda. “Bana Bir Yalan Söyle” isimli anlatı kitabınızda bahsetmişsiniz. Ama kitabı okumayan okurlarımıza kısaca Tevfik Gelenbe’yi ve o zamanları anlatır mısınız? - Tefvik Gelenbe benim için bir milattır... İlk milattır... Onunla tanışmasam, küçücük bir gazete ilanında verdiği dersler için seçmelerinin olacağını okumasa idim ben bugün tiyatrocu

olamazdım... Sahnede dünyanın en komik adamı olan bu büyük usta gündelik hayatında emekli albay gibi ciddi idi... Ve benim tiyatroda ki ilk alfabem onun sayesindedir. - Hazır söz “Bana Bir Yalan Söyle” isimli anlatı kitabınızdan açılmışken, yazım süreci nasıl gelişti? Bu tür kitaplara verilen ilgi sizce hangi seviyede? - “Bana Bir Yalan Söyle” adlı anı kitabımı yazmam bir yıllık bir sürecimi aldı, keyifle yazdım. Sonunda hatta genç tiyatrocu arkadaşlarıma küçük bir atölye çalışması da yazdım... İlgisi fena değil. 3. baskıyı yaptı, ama tabi kitap popüler bir kültür olmadığı için yavaş ilerliyor. - Açıkçası o kadar çok önemli olay ve isim var ki hayatınızda, soruları hazırlarken zorlandım. Peki siz, kitabı yazarken zorlandınız mı? Sonuçta riskli bir iş unutulan isim olma olasılığı çok yüksek. - Hayatımda üzerimde emeği geçen kimseyi unutmam, benim için vefa çok önemlidir ve nitekim kim varsa o kitapta yerini almıştır.


- Tiyatroya dönecek olursak, “Bir Delinin Hatıra Defteri” desem, bizlere neler dersiniz? - 1994 Eylül'ün 7'si ve ilk profesyonel oluşum, Genco Erkal’ın benim için kendi dekorunu kurdurması, perukasını ödünç vermesi ve Muammer Karaca Tiyatrosu derim... Ne güzel günlerimdi... - Şehir tiyatrolarındaki ilk oyun heyecanı ve havası ayrıdır, tabi. Ama tatsız bir olayda yaşamışsınız. Bizlere o ilk oyunu ve o tatsız olayı kısaca anlatır mısınız? - Şehir Tiyatrosu'nun üzerimdeki yeri çok özeldir... Çok büyük ustalarla çalıştım, çok şey öğrendim, benim gerçek okulumdur orası... İlk oyunum da Savaş Dinçel'in yazdığı Hakan Altıner'in yönettiği ve Kamran Usluer, Hümeyra, Kerem Yılmazer, Oya Palay, Binnur Uyar gibi değerli oyundaşlarımla sahneye çıktığım “Gürültülü Patırtılı Bir Hikaye” adlı şaheser oyundur... Evet üzücü olaylar da yaşadım ve kitabımda bahsettim, tekrarlamama gerek yok diye düşünüyorum. - “Evde Tiyatro” gerçekten tiyatro sevdasını tanımlayabilecek bir projeymiş. Evlerinden zar zor çıkan insanları bir müştemilata davet edip, tiyatro oyunu sahnelemişsiniz. Peki nasıl gelişti bu fikir? Yokluktan... Tiyatro benim için koşulsuzluklarla savaşma sanatıdır... Kocaman salonlarda oynuyordum ve yine 30 kişi geliyordu

bu sayede hem tiyatroda bir devrim yarattım hem de dolu oynadım :) - Ve Türkiye’nin ilk kafe tiyatrosu “ Cafe Theather”. Bu projenin doğum ve ilerleme süreci nasıl oldu? Hala devam ediyor mu? Bir de böyle bir işe girmek isteyenler olursa onlara ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? - Cafe Theatre dünyada yeri olan önemli bir kavramdır... Türkiye'de ilk uygulayıcısı oldum... Yemeği sanatla buluşturduk... Yeniden Cadde'de açıyorum bu sene... Bodrum'da açtım ama olmadı, Bodrumluların sanatla, kültürle pek alakaları yok... Bu konsepti açmak isteyenlere bana ulaşmalarını tavsiye ederim, tüm yasal hakları ve patenti üzerimde çünkü :) Oyunculuk eğitimi verdiğiniz öğrencilerinize ilk verdiğiniz ders ne oluyor? Tiyatro eğitimi almak isteyen gençlere şunları kesinlikle yapın ya da şunları asla yapmayın dediğiniz neler var? Oynamayın oluyor... Sanat küçük dokunuşlarda gizlidir derim ben sürekli, ne kadar oynarsan etkisi o kadar azalır... Oyuncu adaylarına tabi ki tavsiyelerim oluyor... Özellikle tiyatroya tutku ile bağlanmalarını diliyorum başka türlü olacak bir şey değil...


- “Zuerbamya Cumhuriyeti” isimli standup gösterinizden kısaca bahseder misiniz? Nerede ve hangi tarihlerde oynuyorsunuz? - Zuerbamya Cumhuriyeti Politik bir stand-up benim yazdığım müziklerinin Murat Evgin tarafından bestelendiği bu oyunumu 24 Nisan Cuma 7-14 Mayıs tarihlerinde Caddebostan Kültür Merkezi'nde izleyebilirler... - Gerçekten sizinle sayfalarca söyleşi yapsak, yine de birçok hatıranın boynu bükük kalır. İleriki sayılarda tekrar buluşabilmek ümidi ile son olarak neler söylemek istersiniz? Unuttuğumuz veya atladığımız bir konu veya duyuru var ise, son söz sizin... - Sevgiler... Takdiriniz ve teveccühünüz için ben teşekkür ederim... Bize zaman ayırıp, sorularımızı yanıtladığınız için biz teşekkür ediyoruz. Hayatınızın her alanında başarılar ve bol kazançlar diliyoruz...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com

Metin Zakoglu’ndan Yılın Fırsatı ZUERBAMYA CUMHURIYETI 7 - 14 Mayıs Tarihlerinde Caddebostan Kültür Merkezi’nde

Üstelik Size Özel Büyük Bir Fırsatla 50 TL Yerine Sadece 20 TL Bu Çok Özel Fırsat Kaçmaz…

Rez: 05308703084



Kara Papatyalar Kalbimde ki varlığın Yalnızlığıma şüphe düşürüyor Bir kaşık gözyaşında Kabuslara boğuluyorum Ve hep kırmızı bir ışığa sığınıyorum Belki gelir de camlarımı silersin diye Ama ellerin gözlerime hiç değmiyor Keşke ellerin yüzümde sürünse Ya da ben el sürebilsem, doğuştan sürmelilerine Kabe niyetine... Çünkü Allah'ın bir evi de gözlerinde olmalı Baksana, gözlerinde Allah var! Orası “her yer” olmalı Şu gece çağlarındaysa, Nasıl yaşadığımdan habersizim Kendime mağfiret dileyesim var Haplarla tutunduğum paralı uykular... Tutunamadığım rüyalar... Benden öç almaya gelmiş, Ahları burnunda kel papatyalar... Bunlar karabasan değil Bunlar, Kara papatyalar.

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com


Yorgun Gemi Tünedi fenerler demir attığım yere Üşüdü şafak ve döküldü hasletler Sancağındadır martılar ve direğinde rüzgar Sabahın fecrine mesken olmuş bekçidir çığlıklar... Anlatamam kanat uzunluğunda çekilen iplere Yürüyen gemileri... Anlatamam Dile gelmeyen der-beste'leri Kumdan devşirme devrilmiş denizleri... Üstelik bomboş tuz gibi toz gibi bu limanın Bilemediği yorgun gemileri Güvertesinde Gecenin rengini tattım Ayağı aksadı gündüzlerin... Öksürdü mazim Yine de sökülmedi ciğerim... Birazdan bir gemi geçecek kumlardan...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 8: Hatırla! Etrafına attığı kaçamak bakışlardan sonra birkaç küçük adım atarak telefonun yanına geldi. Elini ahizeye götürürken parmaklarının titrediğini hissediyordu. Ahizenin soğuk ve hafif yağlı plastiğini kavrayıp kulağına götürdükten sonra hiçbir şey söylemeden beklemeye başladı. - Onlara değil yalnızca bana güvenmelisin! Bardaki kadından sonra olacakları bilmen gerekiyordu. Hatırla hadi, hatırla! Kulağında çınlayan “hatırla” kelimesiyle öylece kalakaldı. Ahizeyi yerine koyduktan sonra donuk gözlerle caddenin karşısına bakıyordu. Neyi hatırlaması gerekiyordu? Her şeyden önemlisi bardaki kadın da kimdi? Başının döndüğünü hissetti. İçinden tek bir şeyi sayıklayarak telefon kulübesinin dibine çöktü. “Hatırla!”

Tarık, aklını kurcalayan yeni sorularla baş ederken kaldırımın bozuk zeminine aldırmadan sendeleyerek yürüyordu. Bir an için yanında yürüyen Nazlı’yı bile unutmuştu. İçlerinde bir casusun olduğu düşüncesi onu çok korkutuyordu. Bunca yıldır görev aldığı hiçbir şubede, hiçbir adamı ona böyle bir ihanette bulunmamıştı. “Belki de başka bir şubenin adamıdır” diye düşündü. Ama başka bir şubenin adamı bile olsa böylesine önemli bir dosya hakkında dışarıya bilgi sızdırması kabul edilemezdi. Emniyet’in merdivenlerini çıkarken Nazlı arkasından koşturarak yetişmeye çalışıyordu. Odasının kapısına geldiğinde etrafına bakındı, Ali’yi göremeyince içeri girip masasına oturduktan sonra telefonunu çıkardı. - Ali, ne işle ilgileniyorsan bırak hemen odama gel, çok acil!

*** - Emredersiniz komiserim.


Telefonu tozlu masaya fırlattıktan sonra paltosunun cebinden sigara paketini çıkardı. Karşısında endişeli gözlerle ona bakan Nazlı’ya da uzattı. Aslında onun sigara kullanmadığını biliyordu ama alışkanlıktı işte. - Bir casus olmasından mı şüpheleniyorsunuz? - Mutlaka bir şeyler olmalı. Belki casus yoktur ama bir şekilde kulağına gitmiş olmalı. Yoksa o günkü operasyonu bilen çok fazla insan yoktu. Tahmin etmiş olması imkansız. Nazlı, bütün olanları bir bir düşünürken atladığı bir şey var mı diye bakıyordu. Her zaman övünerek söylediği bir cümle vardı. “Kusursuz cinayet yoktur.” Belki de ilk defa kusursuz bir katile denk gelmişlerdi. - Bir şey sormak istiyorum. Dosyaları inceledim ama orada da görememiştim. Hiçbir cinayetin olay yerine bakan kamera görüntüsü bulunamamış. Sizce bu bir tesadüf mü? - Aslında kamera olan yer vardı. İlk cinayet barın önünde gerçekleşmiş. Ya da başka bir yerde tam emin değilim. Ama sonuç olarak ceset oradaydı. Biri oraya taşımış bile olsa mutlaka görüntüsü vardır diye düşünmüştük. Ancak ne yazık ki yok. Barın kayıtlarına baktığımızda son bir haftanın görüntülerinin olmadığını söylediler. - Çok garip peki diğer olaylarda?

Ali, Nazlı’nın karşısındaki boş koltuğa oturduktan sonra komiserin tekrar söze girmesini bekledi. - Bugün Nazlı’yla konuşurken bazı şeyler fark ettik. Poyraz Salık’ın evine operasyon düzenlediğimiz gün bizden başka bilenler var mıydı? Diğer şubelerden birileri mesela. - Bildiğim kadarıyla yoktu komiserim. Sadece yerel birimle paylaştık bunu. Onu da operasyona giderken takviye ekip istediğimizde söyledik. Daha öncesinde dışardan kimseyle bilgi paylaşılmadı. - O zaman bu adam bizim orada olacağımızı nereden bildi. O kapıcıyı bize bir mesaj vermek için öldürmüş. Yani orada olacağımızı biliyordu. Hatta cesedi bulduğumuzda hala sıcaktı. Bu kadar dakik bir şekilde tahmin etmiş olamaz değil mi? - Haklısınız komiserim. Peki ne yapmamızı emredersiniz? - O gün bizimle birlikte operasyona katılanların bir listesini getir bana. Hepsinin sicillerini ve bulabildiğin bütün kayıtlarını istiyorum. Ali, ayağa kalkıp selam verdikten sonra hızla odadan çıktı. - Sadece kapıcı olayı değil, dediğin gibi kameralarla ilgili de bir sıkıntı var. Bu casus meselesinin üzerine gitmemiz şart.

- Ciğeri çıkarılan adam otoparktaydı zaten. Oradaki kameralar farklı bir yöne bakıyordu. Olay kör noktada gerçekleşmiş. Kapıcının ve çatıdaki kadının oldukları binalarda da kamera yoktu ne yazık ki.

Nazlı sessizce dinlerken aklından geçenleri paylaşma ihtiyacı hissetti. Aslında bu söyleyeceğinin olayları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacağını biliyordu. Ama aklındaki bu soru işaretini paylaşmalıydı.

Tarık, bu kamera konusunda gerçekten de bir şeylerin olduğunu fark etti. Katil bütün bunları hesaba katmış olmalıydı. Zaten arkasında ne bir parmak izi, ne bir saç teli, hiçbir delil bırakmıyordu. Bu konularda çok titiz çalışan dikkatli biri olmalıydı. Bütün bunlar casus olma olasılığını tekrar konunun merkezine çekiyordu.

- Kafanı karıştırmak istemem ama biz bütün bu olanlardan casusluk olarak şüphelenirken katil aramızda dolaşıyor olmasın…

- Geldim komiserim. - Gel Ali, seninle konuşmamız gerekenler var, otur şöyle.

*** Cebinden çıkardığı eski püskü telefonun kapağını açıp yeni aldığı hattı taktı. Telefoncular yasak olmasına rağmen hala açık hat satıyorlardı ve bu onun çok işine yaramıştı. Mesaj bölümüne girdikten sonra çıtırdayan tuşlarla elindeki adresi yazdı. Telefon numarası için bir yere bakması


gerekmiyordu. Ezberindeki numarayı da tuşladıktan sonra gönder tuşuna bastı. Akşam onun yüzündeki çaresizliği göreceği için çok heyecanlanıyordu. Hem bu sefer ki sanat eseri hakkında ne düşüneceğini de merak ediyordu. Mesajın, gönderildi raporu geldikten sonra telefonun kapağını tekrar çıkarıp bataryasını söktü. Sim kartı çıkarıp kırdıktan sonra telefonu da çöp kutusuna attı. Artık sessizce olacakları beklemeliydi. *** Masanın kenarındaki telefon, gelen mesajın titreşimi ve sesiyle bütün dikkatleri üzerine topladı. Tarık, dalgın hareketlerle telefonu eline alıp mesaja baktı. Rehberinde kayıtlı olmayan bir numaraydı. “Yine o bilindik reklam mesajlarından biridir” diye düşündü. Ama mesajı açtığında sadece bir yerin adresinin yazdığını gördü. Bu adres nereye ait olabilirdi ki? - Önemli bir haber mi? - Bir adres… Ama kimden geldiğini bilmiyorum, bu numara bende kayıtlı değil. - Adres neresi peki? - Beyazıt’ta tahminimce Tahtakale’deki bir iş hanı. Bir an ikisi birden kafalarını kaldırıp göz göze geldiler. Akıllarından geçenin aynı şey olduğu bakışlarından belliydi. Nazlı, kısık bir sesle… - Yoksa… Tarık, hemen yerinden kalkıp odadan çıktı. Nazlı’yla birlikte koridorda hızla ilerlerken, telefondaki mesajı kapatıp Ali’yi aradı. - Ali, hemen ekibi topla aşağıya gel operasyona gidiyoruz. *** Poyraz öyle sık sık bara giden bir tip değildi. Bunun, onun için bir avantaj olması gerekiyordu ama son zamanlarda bara gittiğini hiç hatırlamıyordu. Telefondaki ses ona ne söylemek istemiş olabilirdi ki?

Ensesinde hissettiği ağrı omzunun üstünden doğru göğsüne uzanıyordu. Son zamanlarda yaşadığı olaylar ona hiç iyi gelmemişti. Üst üste gelen travmalar, bir kaçak hayatı yaşaması, aldığı gizemli telefonlar ve şimdi de cevabını bilmediği yeni bir soru… Kulübeden destek alarak oturduğu yerden kalktı. Nereye gittiğini bilmeden başıboş adımlar atmaya başladı. Beyninin bütün odalarına bakıyordu. “Bardaki kadın, bardaki kadın, bardaki kadın…” Birden olduğu yerde durup yanından geçen bir bayanın kendisine çarpmasına neden oldu. Biraz sendeledikten sonra o sabahı hatırladı. Yaşadığı her saniye gözlerinin önünden geçiyordu. Bütün bu olayların başladığı günü tekrar yaşıyordu. İşe giderken gördüğü kalabalığı, kalabalığın arkasından bile görülebilen uzun boylu polisi ve gözlerinin olması gereken yerde iki kırmızı çukurun olduğu kadını… Kadının yüzünü hayal etti. Gözlerinin olduğu halini zihninde canlandırmaya çalışıyordu. Bunu yaparken başı daha çok ağrımaya göğsü daha çok sıkışmaya başlamıştı ama hatırlamak zorundaydı. O kadınla daha önce nerede tanışmıştı ya da nasıl bir ilgisi vardı bilmeliydi. Yanından geçtiği okulun alçak beton duvarına oturup sırtını bahçenin demirlerine yasladı. Zihninde oluşan anlamsız görüntülerin arasından ona lazım olanı seçmeye çalışıyordu. Şakağında başlayıp kulağını çınlatan yeni bir sancısı daha olmuştu. Kulağının çınlaması ona daha önce hatırlamadığı bir geceyi hatırlattı. Yüksek sesle gelen müziğin verdiği rahatsızlık ve etrafında dönen ışıkların aydınlattığı loş bir masadaydı. Yanında kendisiyle aynı boyda bir adam ve karşısında müziğe rağmen bir şeyler anlatmaya çalışan üç kız vardı. Zihninde oynayan filme odaklanıp karşısındaki kızların yüzlerine sırayla uzun uzun baktı. Sağında kısa boylu küçük burunlu hoş bir kız vardı. Onun hemen yanında sarı saçlı elmacık kemikleri hafif çıkık İskandinav ülkelerinden gelmişe benzeyen bir kız duruyordu. Ve müziğe rağmen bir şeyler anlatmaya çalışan soldaki kıza baktı. Yanaklarının üzerinde iki büyük kırmızı çukurla adeta onunla alay ediyordu… ***


Tahtakale’nin dar sokaklarında ekip arabalarıyla ilerleyemeyince, üçerli gruplar halinde yürüyerek kalabalığın arasında ilerlediler. Tarık, gittiği adreste bir ceset daha bulmaktan korkuyordu. Yanından geçtiği binaların kapısındaki numaralara bakarak hızla ilerlemeye devam etti. 32, 34, 36 ve 38… 38 numarayı bulduğunda hemen iş hanına girip merdivenlere yöneldi. Bütün ekip, Nazlı ve Ali arkasından koşarak yetişmeye çalışıyordu. Tarık, merdivenlerden aşağıya bodrum katına doğru yöneldi. Karanlıkta istediği gibi hızlı ilerleyemiyordu. Arkasından gelen bir adamı elindeki feneri komisere uzattı. Tozlu basamaklara tuttuğu fenerle, kendinden emin adımlar atarak ilerlemeye devam etti. İki kat aşağıya indikten sonra sürgüsü açık bırakılmış siyah demir bir kapının önüne geldiler. Kapının sürgünün açık bırakılmış olması dikkatini çekti. Bunun bir tuzak olabileceğini çok iyi biliyordu. Ama yine de en önden giden kendisi oldu. Siyah demir kapının aralık olan kenarından tutup yavaş yavaş açmaya başladı. Kapının kirişindeki örümcek ağları kapının açılmasıyla birlikte uzayarak bir bir kopmaya başladı. İçeriyi görebilecek kadar aralık oluştuktan sonra elindeki feneri içeriye uzattı. Göreceği şeyden korkarak başını eğip içeriye baktı. Fenerin keskin beyaz ışığıyla havada uçuşan tozlar görülebiliyordu. İlk başta odanın boş olduğunu sandı. Ama feneri aşağı doğru eğip yere baktığı zaman asıl görmesi gereken manzarayla karşı karşıyaydı. Bir süre ne yapacağını bilemeden gördüklerini algılamaya çalıştı. Arkasından omzuna doğru uzanan el, biraz irkilmesine neden olmuştu. Dokunan Nazlı’ydı. - Nazlı, sen bakmasan iyi olacak. - Yeni bir ceset daha mı? - Bu sefer ki ayrıca kötü de kokuyor. Üzerinden baya zaman geçmiş anlaşılan. Gel şöyle geçelim.

Tarık, Nazlı’nın koluna girip olay yerini inceleyecek olan memurların arkasına geçti. Henüz gördüklerini anlatabileceğini düşünmüyordu. Boş gözlerle Nazlı’ya bakıp bir süre doğru kelimeleri bulmaya çalıştı. - Sanırım, üzerinden bir ay kadar geçmiş. Ceset komple morarmış ve şişmiş ama daha garibi de var. - Bu sefer ne yapmış çok merak ediyorum, ama bakmaya cesaretim yok. - Bu sefer vahşice bir durum yok aslında ya da benim gördüğüm kadarıyla yok. Arkadaşlar odayı aydınlatsın her şey daha net belli olur, bekleyelim. Olay yerine büyük floresan lambalar koyarak içeriyi aydınlatmaya çalışıyorlardı. Ancak hiç kimse odaya girmiyordu. Bu detay, uzaktan izleyen Nazlı’nın dikkatini çekmişti. Merakına daha fazla dayanamayıp önündeki memurların arasından geçerek odaya yaklaştı. Göz kamaştıran ışığa gözleri alıştıktan sonra başını uzatıp içeriye baktı. Beyaz ışığın aydınlattığı oda da hiçbir eşya yoktu. Odanın zemini birbirine üçer santim aralıklarla döşenmiş çivilerle doluydu. En arkadaki duvarın dibinde çivilerin olmadığı bir alan vardı. Yerde iki büyük plastik kap duruyordu. İçlerini göremese de bunların yemek ve su için olduğunu çok iyi anlamıştı. Ama asıl önemli olan bunlar değildi. Odanın tam ortasında bir metrekarelik bir boşlukta yatan çıplak bir erkek bedeni vardı. Sağ omzunun üstüne yatmış yüzü kapıya dönük bir şekilde duruyordu. Ölümünün üzerinden geçen uzun süre yüzünden bütün vücudu mor ve yeşil lekelerle kaplıydı. Floresanın ışığı yetmediği için cebinden çıkardığı feneri adamın yüzüne tutup daha dikkatli baktı. Kim olduğunu merak ediyordu. Ama gördükleri sadece bununla sınırla kalmadı. Yüzü morluklar yüzünden tanınmaz hale gelen adamın göz kapakları ve ağzı kalın siyah iplerle sağlamca dikilmişti… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Affet Sevgili dost, Birlikte yağdığımız dağ başlarıydı Eriyip taşkınlarla vurduğumuz Cennetin en tartışmalı ağacıydı İster elma, ister üzüm Boranlarla soldurduğumuz Biz hem yaraydık dost hem yaralandık Bir ulu ırmaktık kuruyup susuz kaldık Biter mi sevdanın bindir yarası Yazar şimdi felek derdin karası Yaradan alır mı suçun darası Affet gönül verdik suçumuz güzel Sevgili dost, birlikte yeşerttiğimiz ekinlerdi Harmanına ateşler saldığımız Cennetin en tartışmalı vaadiydi İster huri, ister gılman Vazgeçip kadehler kaldırdığımız Biz hem karaydık dost hem karalandık Bir tutam ışıktık uğruna gölgede kaldık Hasret kalıp yandık güzel canana Zedem neyin kaldı serden bu yana Şimdi gülsen dahi ahir zamana Affet gönül verdik suçumuz güzel

Kurtuluş Öztürk kurtulusozturk@kulturcikmazi.com


Gökyüzü Kırılmış sunduğun gri tebessüm tükendi saklı tutulan sevinçlerle küs bakışlar yarını arar oldu gül renginde mesafesiz sevinçler ilk mutluluk gibi geldi serildi yüzüme renkleri çözmeden bakan gözleri yankılanıyordu içimde güneş gözünün içine baktıkça sıcağı burkuluyordu gökyüzü ikiye kırılmış gözlerine paylaştırıyordu mavilikleri ve şimdi tüm güzellikler karma karışık ellerinde biraz da ebruli kaç defa cennete sığar gözleri? -tarifsiz bir aşk, yağmur bahçelerinde tutmak “sımsıkı” ellerini…

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com


Sabahlanmış Masa Kilim altında kalan, ütülenmiş sarı kâğıdı sandık lekesiyle karıştırmamak için üzerine duman isi sürdüm... Hareketi unutmuş “kal” halimi yola sürdüm de içimdeki "dur"maklık halini hiçbir durakta düşüremedim... Bu sabah hiç tanımadığım bir adamın masasına oturduğumda Ahmet Kaya'yla dertlenişini, önündeki buruşuk kâğıda şarkının sözlerini nakşedişini izledim, sessizce... Konuşmak ister halini üzerime her çevirişinde konuşmak istemeyen omuzlarımı daha bir dikleştirip savdım, konuşmaklığı… Bitkiler gibi dışıma dışıma bırakırken terimi, solunmanın emir kifayetindeki kayıtsızlığa müptela olduğunu anladı mı, bilemiyorum... Nihayetinde ben çöl şiirleriyle konuşan gürültülü bir kara trenim... Dumanım çok, izim geçmiş... Şöyle bir gerçeklik var ki evrim teorisi, teoridir; evet, gözümüzün devirdiği, beynimizin sindirdiği gerçeği reddetmeyelim... Çemberimden taştığımı hissederken, umutları koynuma alıp ısıtma korkum hâlâ bâki...

Kır dümeni ben yokum orada... Sana her bakmayışımda görmüşsündür... Döndü çark yerinde, feleğin anası ağlar, gerisi yalan ağlarmış... Çatalağız, yolağzı, yalanağzı... Falanlar filanlar doldururken çay bardağımı, çaydanlıklar güneş sıcaklığında... Kahvedevri çocukları beşiklerinden yeni çıkıp üzerindeki kundakları yırtarken, boş naraları doldurur olmuş mahalledeki ev pencerelerini... Herkeste bir alışmışlık, bakmamakta gözlere... Araba fren yapamayıp çarparken ara sokakların köşelerine, ölümü iliklerine kadar isteyen kadına âşıklık var ruhumda... Cesaret bunlar hep... Yer, gök; dağların diz çökmesini kabullenemezken, nehirlerin taşması ıslatmış köprüleri... Fena halde fena bu sabah, başı fena halde bela...


Ahulu şarkı tınlatmış notaların es duraklarını, sen uykuda... Yana yana kurudu çöllerdeki develer eşekleri sırtlanmakta...

çimenler,

Bir kokun vardı, lacivertli adama dün ödünç vermeden önce. Senden geçti seçmeklik, seçimlik sevdalar sandıkta çürümekte...

Çürü, ey dirimimin sebebi adam, seni kurtarmak istemem artık mümkünsüzlüğün midesinden... Sabahlanmış bir serap yeterdi hâlbuki çölüne... Armağan olsun şimdi sana tüm ölmüşlükler. Gözlerim canlı, kirpiklerim diri, ah'ım tütmeli, ocağım yalın... Bacam ak...

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Burak ErdoÄ&#x;an


Şafak Oğuz


Kara Kuru I

III

İlk “işaret” yandı serçe yüzük taktı başına. Orta kıskandı, eğilmedi yanlarına, iki günde, bir karada. Kara, yerin üstünde, çizgili beyazın altında. Bu karayla dinleniyor ancak kulakları delenler ancak bu karada dinleniyor yönünü kaybedenler.

Geri Dönüşüm Projeleriyle kaplumbağalar da yitiyor. Müteahhitler sırtından geçiniyor garibanların, Aslında Splinter hiç yokmuş, o pizzalar yalanmış “seni çingenelerden aldık...”, annem meğer haklıymış. Bunları senden mi duyacaktım kara... içme bugün şu zıkkımı kepeklerim düşüyor Çocuk bezinden kalırsa param, seni de iyileştireceğim söz. Bir hafta sonu ustana uğrayalım desem çoktan ölmüştür. Sen kendini genç san; Köpükler şakaklarında kaldı babamın Fidanlar evlenecek yaşa erdi de talipleri koyun. Yani başka usta bulmalı az daha dayan. Güneş cüssesini gizleyince bakarız bir çaresine.

II Pazar yerinde satılanların pazarı sattığı günler, muşambaların esnaf bıyığını çekerek kaçtığı yaşlıların umurunda olmayan bastonların, katı marangozları işsiz bıraktığı günler, Bilirim ki tabureler karanın önündeler. İtsem eşiğinden dönerler mi intiharın Ki Sylvia'lar ve Virginia'lar ve Nilgün'ler; Toka tutturan rüzgarı Ferruhzad'a verdiler. İtemedim, bırakmamışlardı ellerine dünyanın; Ben ki yine de istiyorum temmuzdan gelincikler.

IV Özür dilerim kara seni özlemeyeceğim mavi tişörtlü adamı ne kadar yakmıyorsa güneş, yorgan ve urgan ne kadar unutturmuyorsa sonu, o kadar özlemeyeceğim şimdiden söylüyorum.


Serçemi de yüzüğüne küstüren sen değilsin korkma yıldızlar geçidi, geçici yıldızlar, her şey silintiyle ahbap vurup durmaktan sıkılsana ekrana kara ne suçu var yansıtmıyorsa kaburgandaki böceği, bana torbalardan taşan sözcükler gerekli çuvallığa talip cümleler için sana Kara, kader midir delirmek? Yoksa kaderimiz mi delirişin kadehini irdelemek. İnsan gecenin yarısında topuğunu kırarak botunun Neden park gıcırtısı duymak ister ki? Haritada topuğa benzeyen ülke en basitiymiş, Kolaysa Kuala Lumpur'u benzet bir şeye, Kendini otuzbeşinci kattan sal, Sal ki tecrübe et uçamadığını

kırılan kemikler benimdir sen dişlerinle ilgilen. Vardır oturmuşluğun senin Erasmus'la Tevil et, gaz kaçakları bir son bulsun. Kafan karıştı senin, seni özlemeyeceğim.

V İlk “işaret” söndü serçe yüzüğü çıkardı başından. Orta kıskanmadı, eğildi yanlarına, bir günde, iki karada. Kara, yerin altında, çizgili beyazın üstünde.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoğlu@kulturcikmazi.com



Arnavut Kaldırımlar Belki kar taneleri düşüyor üstüme, belki de kavurucu bir güneş var tepemde. Umurumda değil hiçbiri, arnavut kaldırımlarda yürümek yeterince zor zaten... Elimde bir parça simit var ve diğer yarısını ne ara yedim ya da kime verdim hatırlamıyorum. Bir de boş şişe var montumun sağ cebinde ona da çok yabancıyım şimdi.

ayrılığın kırmızısı. Ağır ve sağlam adımların vardı giderken. Yaşananlara inat yapılan bir güç gösterisi gibi, ihtişamlı ancak sessiz bir vedaydı.

Son hatırladığım sensin aslında. İnsanın içini ısıtan gülüşün yoktu yüzünde, gözlerinde benden tarafa bakmaz olmuştu artık. Belki peş peşe gelen ufak şeyler, belki de bilmediğim birçok neden uzaklaştırmıştı seni bana. Bir daha görmek istemeyecek kadar ileri götürmüştü hatta. Eksilerim, artılarımın ırzına geçmişti gözlerinde. Değerim sıfır, dediklerim anlamsız birer cümleydi artık.

Boynumdaki bir demirin soğukluğu dikkatimi çekti yürürken. Sana aldığım kolye olduğunu fark ettim. Doğru ya artık benim değildin, kalbimi geri vermiştin giderken. Bir de haberin olmayan bir kutu bırakmıştın bana, onu da sol cebimde buldum. Hiç cesaret edip de sana veremediğim, bir ömür benim ol diye içinde soğuk bir demiri barındıran kutuyu.

Bir de gidişini hatırladım şimdi. Saçlarını yine sağ yanına atmıştın, boynunda her zaman ki kırmızı şalın vardı. Gözlerine çok yakışan kalemden çekmiştin yine, dudaklarındaysa

Sonrası karanlık bir gece, hatırlamadığım adımlar... Birkaç damla gözyaşıydı beni kendime getiren ve arnavut kaldırımlar.

Çalınmış bir ömrün ruhsuz kalmış bedenini, taşımak zorunda olduğum için taşıdığımı bilerek, zar zor alınan soluklarla, gözlerimden akan yaşları silmeden devam ettim yürümeye. Sensiz bir sabaha hoş geldim bugün ya da sen olmadan yaşamak istemediğim bir hayata elveda...

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Bahar Nicedir susarım baharları Seher vakti konunca dallarıma kuşlar Seni hatırlatır içli şarkılarıyla Bir rüzgar ki döker yapraklarımı Ne toprakta kalır nemim Ne de yağmur düşer şakaklarıma Ardından mart kapıdan bakıp Alevlendirir buz tutmuş ellerimi Bir yanım sen bir yanım kir, pas Düştüm puslu veda yollarına Mavinin karanlığı yeşilin çıkmazında El uzandı uzaktan Sen sandığım serabın gölgesi Boğazımdaki kuruluk Yokluğundan Tek pabuç sekerek yol alırken Diğeri bacada kalsın neye yarar Bir kere dön desen Bin defa daha uzaklaşır adımlarım Düşümdeydi her şeyin Varlığın senin olsun ne çıkar Bir defa bilebilseydin beni Bin defa vururdum sevgimi

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Rengarenk Hayat Kalabalıklar ardında bile saklı olan yalnızlığımla uyandım güne. Yine aynı sessizlik, yine aynı boğucu hava. Yatağımda doğrulup düşündüm uzun bir süre. Güneşli bir güne yalnız merhaba demenin hüznü içindeydim. Yalnızlığımla bugün ne yapsam diye düşündüm durdum. Yapabildiğim tek iyi şeyi, yazı yazmayı seçtim. Ama nafile kağıt önümde, kalem elimde sadece boş sayfaya bakıp duruyorum. Bir şey anlatmalıydım sana diye düşündüm Nereden başlayacağımı bilmeden sadece bir şeyler anlatmalıydım. Seninle bir gün konuşurum umuduyla günlerdir kafamda kurup duruyorum ne söyleyeceğimi. Olur ya dinlersin beni belki diye sayfalar dolusu konuşma hazırladım sonra. Kendimi toparladım ve aynanın karşısına geçtim ciddi bir yüz ifadesiyle ve bir o kadar da masum bir şekilde anlattım kendimi sana. Ne için konuşmadığımızı, hatta konuşmayı bırak neden yüz yüze bile bakmadığımızı düşünüp anlattım bir bir. Hayalimde o kadar güzel dinliyordun ki beni. Tamam dedim böyle dinlerse eskisi gibi bile olabiliriz.

Seninle o kadar güzel anılar biriktirdim ki, hatırladıkça güldü yüzüm. Sonra gidişin gelince aklıma ağlamaklı oldum. Gözlerim dolu dolu en dokunaklı şarkıları sırasıyla açtım. Gerçekleri düşünürken bir an içim ürperdi. Gerçekleri düşünmek ne kadar da acı veriyor. Aslında her şey belli başı da sonu da belli, bitmiş bir şey için uğraş vermek benimki. Sonra vazgeçiyorum seninle konuşmaya. Konuşmayı en çok istediğim zamanlarda susmak zorunda olduğumu hissediyorum. Eğer konuşmak istersem dinlediğim şarkılar durdursun beni, ağlamam mani olsun seninle konuşmaya. Susuyorum kağıtlara kusuyorum içimi. Hissettiklerimi, istediklerimi, düşüncelerimi. Aslında seni ve senli yalnızlığımı yazmak istiyorum. Seni yaşayamıyordum ve anca kağıtlara döktüğüm kadar hayatımda vardın. Ne zor şey seninle bir yalnızlığı paylaşmak. Seninle nasıl da alışmışım yalnızlığa Sahi ya susmasaydım her şey rengarenk olabilir miydi?

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


bir benzinliğin marketinden elinde iki bardakla arabaya doğru yürüyen Sophia’yı gördü. - Kahve makinaları hala çalışıyormuş. Al, bol şekerli. - Hala hatırlıyorsun. - Nasıl unutabilirdim ki? Okulun bütün şeker stoğunu tek başına bitiriyordun. - Ah lütfen konuyu değiştirebilir miyiz? Şu an neredeyiz? - Wisconsin - Wisconsin mi? - Hı hı. - Bütün gece sürmüş olmalısın. - İki gündür sürüyorum. - Ve ben iki gündür uyuyorum öyle mi? - Hı hı. - Bu gördüğüm rüyanın sürdüğünü açıklayabilir.

neden

günler

- Ne gördün? - Bunun için birkaç bardak daha kahveye ihtiyacım var. - İçeriden yiyecek bir şeyler de alabiliriz. Burası olduğu gibi terkedilmiş. Gel hadi.

Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 5: Benim Güzel Geçmişim Gecenin karanlığından gözlerini gri gökyüzüne açtığında şaşkınlıkla etrafına bakıp kafasını toparlamaya çalıştı. Pontiac’ın sağ koltuğunda büzüşmüş bir şekilde yatıyordu. Gördüğü rüyanın etkisinden çıkmak için yerinde doğruldu. Üzerinde, hoş kokulu onun olmayan bir palto örtülüydü. Nerde olduklarını anlamaya çalıştı. Sağ camdan dışarı baktığında yıkık dökük

Jon, arabadan çıktıktan sonra iyice gerindi. Sophia’nın ardından markete girdikten sonra toz tutmuş rafların arasında sevebileceği bir şeyler aradı. Ardından kucağında çikolata ve şekerleme dolu bir şekilde marketin tezgâhının arkasına gelip sandalyelerden birini çekti. - Rüya tam bir rüya değildi, geçmişi izliyor gibiydim. Jeff’in gözlerinden. - Babamı mı gördün? - Yaptıklarını.


Bir an ikisi de duraksadı. Sophia babasının ona anlattıkları dışında bir şey görüp görmediğini merak ediyordu. - Evet, dinliyorum. - Şey, aa… Bir hücre gibi bir yerde başladı. - Hapishane. - Evet, sanırım, gibi, tam öyle değil. Bölme. - Tamam dinliyorum anlat. Hücrede ranzada yatarken duvarı izliyordum. Çizimler vardı. Kazınarak yapılmış. Sonra sahne çok daha eskilere gitti, araştırma merkezi gibi bir yere. Bir toplantının ortasında buldum kendimi. Hamamböcekleriyle ilgili bir şey tanıtıyorduk ki alarm durumuna geçildi silah sesleri duyuldu ve birkaç ölüme şahit oldum. Yani baban, öldü. Sonra sahne tekrar değişti, arada küçük kesik sahneler oluyordu ama bu sefer yine büyük bir tanesine geçti. Gözlüklü bir adamla birlikte çalışıyorduk bu sefer. Beraber o hamamböceklerinden yedik. Sonraki sahnede annenin yanına gidiyorduk. Sahi annenden hiç bahsetmemiştin. Çok güzel bir kadınmış, senin gibi.

Sophia kahvesini yeniledi. Tekrar oturup kahveden bir yudum aldıktan sonra derin bir iç çekerek söze başladı. - Öncelikle 16 yaşıma kadar üvey ailemle büyüdüm. Günün birinde adamın biri bahçe çitlerimizden atlayıp babam olduğunu itiraf ediverdi. İlk birkaç hafta çok zorlandım fakat alıştıktan sonra babamdan bir daha ayrılmadım. Yanına ilk yerleştiğim gece çok uzun bir sohbet etmiştik. Olan biten her şeyi anlattı o gece. Kendisi bir bilim adamıymış, annem de. Yaptığı en önemli keşif hamamböcekleri… - Hamamböcekleri. - … Hamamböcekleri ile ilgili deneylerin ilk aşamasında bunu gerçekten piyasaya sızdırmaya çalışmışlar ama ilk denekler üzerinde beklenmeyen bir etkiyle karşılaşınca geri çekilmişler fakat vazgeçmemişler. Babam ve en yakın arkadaşı Andy bu işe o kadar gönülden bağlılarmış ki ikinci aşamada bizzat gönüllü denek olmuşlar. Ancak kazaların önü kesilmemiş. Etki altındayken Andy annemin ölümüne sebep olmuş, gördüğün gözlüklü adam değil. Annem öldüğünde bana 2 aylık hamileymiş ve benim ölümüm de gerçekleşmiş. Babam ve Andy hapse atılmışlar. Gördüğün o gözlüklü adam ise Arnold.

- Annem mi? - Arnold Gusky. - Annabelle. - Oh, uzun hikâye… Bahsederim ama sırayla. Sen bitir önce. - Tamam. Imm… Annenin yanına gittiğimizde yanımdaki adama bir şey oluyordu. Ben kapının ardından izlerken o Ann’e bir şey yapıyordu. Sonrasında birkaç küçük sahneden sonra hücreye geri döndüm. Sonrası çok hızlıca geçip giden bir kovalamaca sahnesiydi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Ama hücreler o araştırma merkezinin içindeydi rüyada. Yani ayrı bir hapishane değildi. Çok saçma değil mi? - Değil. Bu babamın iletişim şekli. Her şeyi iç içe gösterir. - Peki, sıra sende. En başından başla.

- Evet, ta kendisi. 3. Aşamayı yöneten adam. Babama ve Andy’ye ürün tedarik edip onların kaçmasını sağlayan adam. Belki de şu an yapabildiğimiz o sıradışı şeylerin hepsine neden olan adam. Neyse, hapisten kaçtıktan kısa bir süre sonra Andy intihar etmiş, yağmurlu bir günde, adına yakışır şekilde. Babam ve Arnold kaçak hayatı yaşarken bir diğer projelerini, beni hayata geçirmişler. Mezar soygunculuğu yapıp annemin çürümekte olan cesedini, onun içinden de hala korunmakta olan benim bedenimi almışlar. Biraz sihir, biraz sevgi ve puf! Dünyanın en kusursuz genlerine sahip yaşlanmayan bir kadın. Yine yakalanacağını anladığında beni bir yetimhanenin avlusuna bırakıp kendi elleriyle teslim olmuş babam. - Vay be.


- Daha büyük bir tepki beklerdim. - Bu kadar oldu işte. Peki, sonrasında ne oldu? Tekrar gittiğini söylemiştin. - Evet. Aklı hep o şeylerle doluydu. Beraber gitmekten bahsederdi ama okulumu bitirmeden olmayacağını söylerdi. Sonuç olarak okulu bitirdiğimde de olmadı. Hiçbir şey söylemeden çekip gitti. - Üzüldüm. - Üzülme, onlar geride kaldı. Hem bak bir şekilde ona ulaşmaya çalışıyoruz. - Doğru ya, kemanı bulmaya gidiyorduk. Nerede olacağından nasıl bu kadar eminsin? - Bizi, onu çabucak bulabilecek birine götürüyorum. Yoksa ben de bilmiyorum nerede olduğunu. - Kim peki o? - Görünce tanırsın. Karman çorman kızıl saçları olan gotik bir tip. Benzinlikten alabilecekleri her şeyi alıp tekrar yola koyulan Jon ve Sophia yol üzerinde gördükleri terk edilmiş yerleri yağmalayarak ve olabildiğince beladan kaçınarak günlerce sürdüler güneye doğru. Ta ki New Orleans’a varana kadar. Oraya vardıklarında karşılaştıkları manzara pek iç açıcı değildi. Köprüler yıkılmış, şehrin orta yerine uçak düşmüş ve ordunun kaosu önleme amacıyla New Orleans’ın dar ara sokaklarına kadar gelmiş tankları birer köşeye terkedilmişti. Girişinde, ellerinde bushidõ’lar, sai’ler, nunçakular ve bõ’ler* ile bekleyen 4 koruma olan gece kulübünün önüne geldiklerinde Jon, kapının üzerindeki rengârenk neonlarla parlayan tabelanın hemen altında yazılı cümleye kitlenmiş ve bir süre Pontiac’ın sağ camından boş boş tabelayı izlemişti. - Neye bakıyorsun?

- Şuraya, tabelanın orada yazan söze, “Ölüm hâkim oldu ruhlarımıza bir gecenin daha ortasında”. Sanırım bir şiirden alıntı. - Alıntı ya da değil. Biraz daha bakmaya devam edersen adamlar seni dövmek için hiçbir neden aramayacak bence. Hadi, etraf temiz gibi. Gel de seni Kate ile tanıştırayım. Arabadan indikten sonra etrafa bir göz gezdirip Sophia’nın peşine koyulan Jon girdikleri harabe binanın bodrumuna indiklerinde beyaz mermerle döşenmiş zemini ve antika mozaiklerle kaplı duvarları olan uzun, aydınlık ve bir o kadar da temiz koridora ulaştıklarında şaşkınlığını gizleyememiş, duvarlara dokunmaktan ve taşların üzerlerindeki motifleri incelemekten kendini alamamıştı. En nihayetinde o koridorun sonundaki çelik kapıya zorla da olsa gelmişti ve şu Kate denen kızıl saçlı gotiği merak ediyordu. Sophia’nın kapıya birkaç kez sert bir şekilde vurmasının ardından beklemeye başladılar. Çok geçmeden içeriden bir ufak patırtı ve sonrasında derinlerden yumuşak ve tiz bir kız sesi geldi. - Geliyorum! Bekleyin! Hemen geleceğim! Şunu… Hallettikten… Sonr… Hah! Kapıyı açtıktan sonra önce Jon’la sonra Sophia ile göz göze gelen Kate birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından sevinç çığlıklarıyla Sophia’nın boynuna atladı. - Geleceğini biliyordum! - Hey, sakin. Tabi ki de gelecektim. Söz vermiştim. - Çok özlemiştim. Biraz daha gelmesen adamlarımı gönderecektim. Heey bakın burada kim var? Bizi tanıştırmayacak mısın Sophia? - Ihm, ben Jon. - Jon demek. Memnun oldum Jon. Ben de Kate. - Biliyorum. - Oh, ben seni bilmiyorum ama. İçeri geçip hikâyelerinizi anlatmaya ne dersiniz? Çat kapı


geldiğinize göre bana ihtiyacınız var. O yüzden bir an önce dökülün bakalım. Ne için geldiniz? Kate’in üç odalı sığınağının yerlerinde abuk subuk eşyalar, fırlatılmış kıyafetler bulunmayan, düzenli tek bölümü olan çalışma odasında küçük

bir masa lambasının ışığında kemanla ilgili her şeyi anlattı Sophia. Kate yeterli bilgiyi aldıktan sonra bir süre tüm ışıkları kapatıp zifiri karanlığın içinde kemanı aradı. Ardından George diye birini çağırıp onu Sophia ile kemanı almaya gönderdi. Çok kolay olmuştu. Olabilir miydi?

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com *Ninja kaplumbağalar çizgi filminde ana karakterlerin silahlarının isimleri şu şekildedir: Leonardo – Bushidõ Raphael – Sai Michelangelo – Nunchaku (nunçaku) Donatello – Bõ


Satın Almak Için Tıklayınız…


İçime Gül Damladı Varlığında kayboldum kendimi arıyorken Gülüm gülistanından içime gül damladı Hüsnü mutlak kokusu ufkumu sarıyorken Gülüm gülistanından içime gül damladı Sarmıştı gizemlerin asırlar sonrasını Tutuyorum yıllardır varlığının yasını Sevginle sileceğim yüreklerin pasını Gülüm gülistanından içime gül damladı Dizine uzanıp da yüzlerine bakınca Sözüne uzanıp da özlerine bakınca Yüreğine uzanıp gözlerine bakınca Gülüm gülistanından içime gül damladı Gülüm gülistanından gönlüme gül damladı

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com “İçime Gül Damladı” kitabından


Şahsi Yalnızlıklarım 8 Bu kadar kötü bir ev sahibi ile karşılaşacağımızı beklemiyorduk doğarken. Misafirdik sadece ve sustuk... Büyüyünce olmak istediklerimizin yanından bile geçemedik bu yüzden. Bu saatten sonra karşılaşsak da tanımamazlıktan geliriz zaten, orası da ayrı konu...

insanın arasında acı ile kurulan bağ, diğerlerinden çok daha güçlü olur. Büyük bir samimiyetle pansuman edilen yaraların üzerinden, sigara paketinin jelatini misali, itina ile alınır kabukları. Anlayacağınız bütün mesele; “Bir şeyler anlatmaya ihtiyacım var...” dediğiniz an, birilerinin sizi dinlemesinde değil, anlamasında.

Bazen böyle olur; ya attığın zarın hakkını vermez oynadığın oyun ya da oynadığın oyunun hakkını vermez attığın zar. Herkes beyin jimnastiği yapar, sen bildiğin ağırlık çalışırsın, yine de olmaz...

Zaman der durur herkes. Bakın aslında zaman; emekli olmuş, evde kös kös oturan ihtiyarlara benzer biraz da. Her şeyi bozar... Zamanın onarıcı yönüyle alakalı duyduğunuz ne kadar söz varsa, kaldırın asın duvara. Hiçbir şeyin geçmediğini göreceksiniz.

Biz beyaz sakallıyı görsek rüyamızda mesela; sağlığını, sıhhatini sorarız her şeyden önce. Lamba cinini, birkaç sure ile defederiz başımızdan... Diyeceğim o ki; saygılı ve inançlı insanlar, dikiş tutturamazlar bu hayatta. Neyse... Bunlar karşı tarafın konuları. Burası, “Sözlüye değil yazılıya çalıştım sadece...” diyenlerin Dünya'sı. Ben bunların hiçbirine takılmıyorum. Bir sürü şey oldu ve olmaya da devam edecek. Henüz yaşamadığım sürüyle acı bekliyor beni. Sizi de. Hepimizi aslında. İki

Mutlu olmak çok ayrı bir konu. Anlamıyor kimse, mutluluğun ne demek olduğunu. Sadece mutluluğu istemekle bir yere varılmaz. Nerede, ne şartlarda ve kiminle mutlu olduğunuz da, en az mutlu olmayı istemek kadar önemlidir. “Gelsin de nereden gelirse gelsin...” mantığı ile sadece kendini kandırır insan. Kalplerinin bir tarafını yıkıp, otopark inşa etmiş, diğer tarafını ise; kazıp, cenaze işlemlerine ayırmışların ortasında, güzel bir masalın sonunu


kaçıran çocuklardan pek farkımız yok. Ki zaten insan denen yaratık, duygularında gerçekten samimi olsaydı: çekip giderken en azından düğmelerini iliklerdi kalbinin. “Yıldırım iki defa aynı yere düşmez...” diyenleri toplayıp, minarelere kılıf haline getirmek lazım bu aşamada... Neyse... Her ne kadar, yağmurda ıslananlarla ve yağmuru cam kenarında karşılayanlar arasında ikiye bölünmüş olsa da dönüyor Dünya. İki ortak arkadaşımız kaldı hayatla, biz yalnızların (En azından benim!) çay ve sigara... Bir çocuğu, bir bardak çay daha içemediği için ağlarken gördüğüm günden bu yana, değerini neredeyse yüzlerce defa katladı bende çay. Fakat çayın şöyle bir kötü tarafı var;

soğutursanız, şekeri bitmiş sakız gibi olur. Acır... Çok sıcak içerseniz, gözlerinizi yaşartır, dilinizi yakar. Tam kıvamında yudumlamak gerekiyor ki, bu zamanı tutturmak gerçekten mutlu bir hayat gerektiriyor. Bizlerin işi zor anlayacağınız. Bir de sigara var tabi... Sigara sağlığa zararlı diyorlar sadece. Bildikleri tek şey bu neredeyse. Tamam. Peki, sağlığın hayata ne faydası var? Sevdiğiniz biri öldükten veya gittikten sonra, uzun yaşamanın ne anlamı kalıyor ki? “Uzun yaşayan insanlar, mutlu olur...” gibi bir gerçek olsaydı önümde, her gün sporumu falan yapardım en azından. Dikkat ederdim kendime. Gülerdim mesela. Gülmek ömrü uzatıyormuş. Ha bir de; alkollü insanlardan sakın korkmayın. Onların sadece konuşmaya ihtiyaçları var.

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com



“Bora Duran” Röportajı - Bize vakit ayırıp röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Sohbete sizi tanıyarak başlayalım. Kendinizden kısaca bahseder misiniz? - Hayatını müzik ile yaşayan, anın içerisinde mutlu olmaya çalışan, geçmişle hesabını kesmiş, vicdanının sesine kulak veren bir çalgıcı Bora Duran. - Klasik bir soru ama müzisyen olmasaydınız aklınızda alternatif bir meslek var mıydı? Ya da küçüklüğünüzde müzisyenlik haricinde bir meslek de olabilir. - Uzun yıllar basketbolla ilgilendim. Aynı zamanda tiyatro ile de aram çok iyiydi, sanırım ikisinden biri olurdu.

sağolsun. Beni müziğe yönlendirdi. Ailemle beraber bana bir gitar aldı. Ve gitar çalarak başladı müzik hikayem. Daha sonra Ege Üniversitesi Konservatuarı’nı kazandım, daha sonra İstanbul ve işte şimdi buradayım. - Türk - Yunan Dostluk Derneği yaptığınız çalışma ilgili kısaca bilgi verir misiniz? - İzmir de yaşarken Ege bölgesinde çalmadığım söylemediğim yer kalmadı ve Yunan dostlar ile temas kaçınılmazdı. Didim’de öncülüğünü yaptığımız Barış Şenlikleri kapsamında karşı kıyı Samos tan misafirler ağırladık ve bizde sıkça ziyarete gittik. Bir nevi kültür alışverişi yapıldı. Harika zamanlardı.

- Her sanatçının bir keşfedilme öyküsü vardır. Sizin keşfedilme öykünüz nedir?

- Sizi dinleyenlerden şiirler ya da şarkı sözleri geliyor mu? Dinleyicilerinizden gelen şiir ya da şarkı sözlerinden bir albüm projesi yapmayı düşünüyor musunuz?

- Ortaokul yıllarında bir müzik öğretmeni (Necla Demirdelen) yeteneğim olduğunu keşfetti

- Fazlaca geliyor. Hatta şarkılar bile geliyor. Ama ben onlara belirttiğim gibi, şimdilik kendi


sözlerimi ve bestelerimi söylemeyi tercih ediyorum. İlerleyen zamanlarda neden olmasın. - Peki siz başka sanatçılar ile şarkılarınızı paylaşıyor musunuz en son kimlerle şarkı paylaştınız? - Son olarak Funda Arar’ın en son albümünde iki şarkım yer alıyor "Gamsız" ve "Üç günlük" adında. Geçen sene Işın Karaca’da "Helal olsun" ve Atiye’de “Seviyorum” adlı sözü müziği bana ait şarkılar vardı. Yeni talepler ve çalışmalar da var. Biz de piştikçe dostlarla da paylaşıyoruz. - Sizce en zoru hangisidir? Başka bir müzisyene şarkı bestelemek mi, dizi, film ya da programa müzik yapmak mı, yoksa kendinize şarkı bestelemek mi? - Müzikte yaratıcı olmak hem kolay hem zor. Şu zor bu kolay diyemem. Yeri gelir ruh haline göre iki nota basmak bile zor olabilir. Müzik matematik temelli bir bilimdir. Bu yüzden öncelikle sağlam bir alt yapıya sahip olmalısınız. Önce dilini öğrenmelisiniz, sonra dizi ve film müziği yapabilirsiniz. Şarkı yapmak konusunda ise bütün kurallar geçersiz kalabilir. Belirli bir yeteneğiniz varsa ruh size yol gösterir. - Peki, hangisini yaparken daha çok keyif alıyorsunuz? Neden? - Şarkı yaparken sanırım. O an bu dünyadan soyutlanıp bir trans haline geçiyorsun ki, bu bende yenilenme ve arınma hissi yaratıyor. - Sözleri Salih Korkmaz, bestesi Suat Sayın’a ait olan “Bitmeyen Çile” isimli sanat müziğini yorumlamışsınız. Sanat müziği adına bir albüm çalışması ya da yine bir sanat müziği eserini yorumlama teklifi gelse yapar mısınız? - Tabi ki seve seve okurum ve ilerde böyle bir çalışma yapmayı da düşünüyorum. Sonuçta Türk Sanat Müziği konservatuarından mezun olmuş ve aileden kulağı dolgun biri olarak içimde Sanat müziğine karşı fazlaca bir ilgi ve sevgi var.


- En son çıkan albümünüz “İnsan” adlı albümünüz. Gelen tepkiler nasıldı? Albüm satışlarından memnun musunuz? - Benim için çok önemli bir albümdü. 2. albümü yapmak başarmak her müzisyen için nasip olamayan bir durum. Hadi birincisi bir şekil yaptın, 2.sine güç bulmak, inanmak, talep oluşturmak ve her şeyden önce destekçi bulmak zor iş. Bunu başarmak bile her şeyden önemli bir durum benim için. Gelen tepkiler ise ne mutlu bana ki, ne kadar doğru bir yolda olduğumu gösterip inancımı güçlendiren ve beni heveslendiren yönde oldu. Satışları hiç konuşmayalım ama dijital platformlardaki rakamlar son derece tatminkardı. - Son olarak neler söylemek istersiniz? Yeni bir albüm ya da başka bir alanda çalışmanız var mı? Konser tarihlerinizi bizimle paylaşabilirsiniz.

- Albümlerinize şarkı ve albüm seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

ismi

- Albüme şarkı seçimini belirli bir çalışma sürecinden sonra ortaya çıkan şarkıların beni ne kadar ifade ettiği ve etkilediğine göre gerçekleştiriyorum. Albüm ise adını kendi söylüyor açıkçası.

- Ben bu seneyi “İnsan” albümünden bir şarkıyla “Yak Beni” ile kapatacağım ve yeni bir başlangıç için çalışmalara başlayacağım. Gerçekleşecek konser tarihlerimin tamamı Instagram, Facebook Bora Duran sayfasından takip edilebilir.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Dönüşü “Sen ve yağmur başa dönemezsiniz” Yine seslenildi uyuttuğum mumun gölgesine bunu duymalısın, “...yağmur, yağmur yağmur...” böyle bir şarkı da vardı, ama boş verelim şimdi, derdimin yağmurla olduğunu düşünürsen; ne mürekkep paklar eşikte biriken şeffaf balçığımı ne statik enerji mağduru parmaklarım azad olur. Ama yağdı, söylemeyeyim mi? Kesilmeden yağdı o gün ve ben bildiğim dört kitapçıya uğramalıydım. İşler yolunda gitmedi. Çare bilekler... Bileklerimi suya içirdim, kandı. Paçalarım şezlongları ilk kez aradı. Kulağımda nocturnların kaçıncısıydı hatırlamıyorum. Saçakların insiyâkından ürkerek, bildiğim dört kitapçıya uğramalıydım, ah benim şu vites düşürücü tahminlerim sonuçları hep kaşındıran etiket hissi ve bildiğimi bildirmekten haz duymadığım halde sordum; kalmamışsın, gelmemişsin ya da hiç gelmezmişsin. İsmini verdiğimde gülüşmeler neyin nesiydi? Ancak düşün, kasiyerlerin harçlara düşman benizleri dahi nedense okşatmadı yarı türlü çenemi. Neye niyet neye kısmet, avuçlarımda iki eski kaset, çıktım son kitapçıdan bir yanı büsbütün antika. Ben seni sordum ama sen bana sorma onları, çünkü bilirsin, çünkü bildin, çünkü bu çok zor değil. Gayrı yazacaklarımı da okumamak zorunda değilsin. Saçaklara dirsek atarak tırmandım Marmara'nın başına mazgallar itişmesini izliyordu izmaritin suyla. Sigara çıkardım o sırada kupkuru paketimden “Bu yağmurda yakılır mı?”' gibi geçti otobüs yanımdan, kıskanmış olacak ki selektör bile çakmadı, Halbuki benim tosbağa sevdiğimi söylememiştim henüz. -Tosbağa mı? Mini bir kırmızı tosbağa.


Hani şu bir karış olanları, kafam eski çalışır. Hatta vururlar bazen; illa el ile değil, illa objelerle öpüştürmeden, Yalnızca sözcüklerle... Ve kızamam, kızamam da delikler açarım sandalyemin altına ve sıvışırım az haneli kasabaların doruk noktalarına. Tamam. Natamam. Tamam mı... Yine gömüldüm nostaljinin alüvyal zeminine Kulağımda Pilli Bebek- Duruyor Zaman. Masam binemediğim kırmızı bir Tosbağa. Haydi binelim. Ama önce söz ver; Sen Havva'lığını torpidoya koyacaksın, ben Adem'liğimi süreceğim teype. Çalındıkça Koreli delikanlılara hayran kızlardan uzaklaşacağız Saçların toprağa paralel uzanırken, yorulacağız beynimizle ve diyeceğiz ki; Hiç Diss atmış mı Tupac bizim Summaniye? Ya da atışmış mı Çobanoğlu batı yakalı bir rapçiyle? Ne ilgisi mi var? Zaten tuhaflıklar pandomimi hayat ve Rodop'ların ötesine göre “mori, çok bayat” Yılışmadan kalemin öksürükleri ancak bu denli yalın kalabilirdi. Duydun mu? Kulağımda Levy. Aradığımı sakın yarımlama; bir kitap sarmadı demek kolaydır belki ya biz sarmadıysak onu ve saramadıysak ona kefareti ne ola sen söyle be elekçi. Öyle bir söyle ki “kuş atma” sanmayalım. İşte bahar kapıyı vuruyor; açsam baldırlarını göllere dökecek kuşlar, çarkını çevirmeye can atacak yaşam. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak. Ama kim dinleyecek? Bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi... Ki benim “iyiyim”lerim hep dizelerden. Silkinsem kutuplara bir ben düşer mi benden. Dertlerime rahmet okuttun ''Hülâgu Han mısın kâfir.'' Hadi saldım kollarımı “Uç beni uç beni uç, yavru kuş ol uç beni.”

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Mektup Ritüeli İlk Mektup “Artık bana mektup yollamayı da bırak.” İşte sen bu kelamı, yüzüme bir deniz edasıyla çarpınca; terk etmiştim bu güne dek bu kağıt güvercinlerini. Çünkü kaynıyordu ikram ettiğin deniz. Bir okyanusa da değil üstelik, başıma dökülüyordu. Korkma, yine istediğin olacak. Arzuladığın üzere bunu da yollamayacağım sana. Bu hoş edebiyat köşesine bırakacağım sadece. Hani olurda belki üstüne alınırsın diye. Oysaki ilk mektubum çok hoşuna gitmişti. Öyle demiştin bana, etkilenmiştin. Hayatına bir başkasıyla devam ederken bile kıyamamıştın yırtmaya bu samimi yazılmışları. Peki ne oldu? Ne değişti? Ben yokken ihtilal mi oldu, yoksa devrim mi? Sen onu kırdığından beri benimle oynamıyor iç cebimdeki çocuk. Yazılarımda da o eski masum yok artık. Şiirlerimde de... Ben ona “Hayal misin ki sen kırılıyorsun oğlum?” diye sorup gülümsetmeye çalışırken, “Sen gerçek misin ki?” diye karşılık veriyor. Emin olamıyorum. Bir ürpertiyle yokluyorum hemen kendimi; var mıyım ben?! O korkuyla hemen oturup bir şiir yazıyorum. Evet kötü bir alışkanlığım yok, kriz anlarımda şiir kullanıyorum. Ömrün kumları düşerken bir bir maziye, fazla geçmiyor aslında; kendi kendime unutuluyorum.

Şu satırları yazarken, ansızın fark ediyorum sonra; bir mektubumda ilk kez salt seni değil de beni anlatıyorum. Bu mektubun dışında bir de şiir yazıyorum. Şimdiden geri döneceğin o güne... Bir zamanlar bana koyduğun o kurallara uymaya çalışıyorum. Vazgeçmiyorum, pes etmiyorum. Umutsuz yaşanmaz demiştin, umut ediyorum. Biliyorum ki senin dönüşüne müteakip barışacak benimle iç çocuk. Çocuk dediğime de bakma sen. Senden sonra hayli ihtiyarladı. Bir iki aya kalmaz rüyalara da girmeye başlar. Rüyalar demişken, rüyalarımdaysa hala ağlıyorsun. Ben hala sana sarılıyorum. Kimse beni sevmiyor diyorsun. Güç bela inandırıyorum seni, seni sevdiğime. Hep 05.23'te ağlayarak uyanıyorum sonra ama yazık ki kimse sarılmıyor bana. Galiba beni gerçekten kimse sevmiyor. Sehere yaklaşırken şimdi, başucumda bir mum gözyaşı döküyor. Şu işe bak, onun da başını yaktım. Bir kelebekten dahi kısa olacak ömrü. Sanırım şimdilik burada bırakmalıyım. Sana yazacaklarım bitmez de mürekkebim tükeniyor. Eski kafalıyım işte hala parşömenlere yazıyorum. Eski kalpliyim ben. Hala sana yazıyorum. Dualarımda Cennet derken seni kastediyorum. Allah biliyor.

Fatih Albayrak fatihalbayrak@kulturcikmazi.com



Bilal Maral


Bilal Maral


Kilim Altı Süpürülemeyenler Varlıklar, yok olunca mekânlar diriliyor. Lağım ağızlı şehir anıra anıra mikrofona konuşuyor. Her şey hakkındaki değişmez fikirleri iki cümlede bir değişiyor... Bu akşam taksi, dar sokağa girdiğinde sokağı daha da darlaştıran karşıdaki arabanın şoförü, yaptığına karşılık olarak: "...dar alan ama sen taksicisin, geçersin" dediğinde taksicinin "taksici olunca araba küçülmüyor" cevabında ne çok varlık meselesi gizliydi. Ve o an fark ettim ki ben de sana ne büyük adalet yedirmişim ki haksızlığıma boyun eğmedin, yükleri yüklenerek kollarını yapış yapış bir yalnızlığa mahkûm kıldın... Ellerin ağrısa da kulakların hiçbir sesi taşımadı, seninkinden gayrı... Yani şu ki aslında ben adam kesmedim, kestirdim; adam yaratmadım, adam astım... Çamaşırlar kurumuştur; sen yemeği yaparken, ben de çamaşırları asayım. Sonra gelir yanağıma öpücüğünü kondurursun. Dudaklarımdan değil de yanaklarımdan öptüğünde daha bir meziyetlenirdi menziller...

"Yanaklı insanları severim" cümlen temizlenmeyen cümlelerinden biridir... Kölelerin yanakları sevilmez ve bir bağlılıkta iki köle olmaz. Ben kulluğun köleliğini reddettim, seninkini yasadım... Metis, "hikmet tanrıçası" demektir... Bende daha da fazlası var: Hikmet İnceisler'in Metis'i... Ne yazık ki ayıklamayadın kendini senden... Hâlbuki şimdilerde tanrıça kılıksız kılığıyla kuyu diplerinde... Benimki diye bahsetmekten hezimet duyuyor kalbim... Ne de olsa o an şehrin dışındaki isimsiz cellat mezarlığının topraklarına işlendi, herkes bu haberi biliyor mu? Gülümsedim celladın birine, hâlbuki sen hâlâ diriydin. Becermeklik geberdi şu an... Ve çamaşır sepeti boşaldı... Ocaktaki kahveli cezve taştı... Sabır katmerleşti... Sonrasında da biraz karardı. Platon'un devlet anlayışı da modernleşmiş, "Of not being a jew" tartışılıyor. Bunların hepsi ontolojik sebeplerle söylense de analoji yoluyla dillere bulaşıyor.


Peki ya Yahuda? Hangi nehir kenarında? Kazak mevsimi bitip gömlek mevsimi başlıyor. Ayık ol ve o gömleği karton kutuların örtüsü olmaktan kurtar... İçim acıyor... Evet, bu direkt bir mesaj, dolaylama 5 km ötede... Bu akşama gelecek olursak yine, taksiden inişim emanet bir çanta gibiydi... Az ötede sokağa işeyen dilenci... Bir iş gibi işiyordu... Sidikli elleri demir para bozukluğunda... Zihni gecenin mumları lütfunda... Gözleri alıcı kuşlar turnikesi... Soteler sondajlı o saatlerde... Yabancıyız o dilenciyle gecenin saatlerinde, gündüz olsa gülümserim belki de. İçimden: "senin de işin zor dillerinin pulları her gün nasıl da azalmakta" demek gelse de bunu senin yapman gerektiğini düşünüp susuyorum. Sen olsan belki konuşur, sokağın dilenmesini, onun haklılığını doğrulardın...

Seni özledim, demek artık anlamsız... Geleceksek birbirimize dünyadaki sıratı da geçmeliyiz... Sonra sen yak ben yanayım... Bizim gerçekliğimiz, artık şehrin orta yerlerinde olan umumi helalar minvalinde... Defe'atle dillendirsem dolaşıyor parmaklar birbirine... Senin uzamayan sakalların, benim kısalan saçlarım mevcutken bizim yokluğumuz daha gerçek... Özün sözü senden daha çok isteyemem, o zaman benden daha çok vereyim... Not: Kadını koyduğun kefe senin hükmün olacak, o zaman hikmet, benim ellerimden akacak senin ağzını ıslatacak...

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com



“Baba Zula” Rock müzik ile oryantal ezgileri birleştirerek kendilerine özgü ve orijinal müzikler yapan ve bunu layığıyla yerine getiren grup, 1996 yılında Levent Akman (vurmalı çalgılar, ritm makinaları, oyuncaklar), Murat Ertel (saz ve telli çalgılar, ses), Emre Onel (darbuka, sampler, ses) tarafından İstanbul’da kurulmuştur. Grup, müziklerini; "Kaydı alınan doğal seslerin, çalınan akustik ve elektrikli, geleneksel ve modern müzik aletlerinin çeşitli elektronik efektlerle zenginleştirilmesi" olarak tanımlıyor; kendilerinden ise; "geleneksel Türk müzik aletlerinin kullanımını elektronik öğelerle birleştirerek Türk Halk Müziği'ne yepyeni bir soluk" getiren bir grup olarak bahsediyorlar. Ertel’e göre Baba Zula, 1996 yılında Derviş Zaim’in, arabaları çalıp tekrar yerlerine koyan ve daha sonra bir tavus kuşuna aşık olan araba hırsızının hikayesini anlattığı “Tabutta Rövaşata” isimli filmi için müzik istemesi sonrasında oluştu. Yani grup, Baba Zula ismini bu proje ile seçti. Böylelikle film için yaptıkları özgün müziklerden oluşan “Tabutta Rövaşata” adlı ilk albümlerini

1996 yılında kaydettiler. Film ile aynı adı taşıyan albümde Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz ve Ayşen Aydemir gibi isimler yer almaktadır. Baba Zula, 1999 yılında yayımlanan "3 Oyundan 17 Müzik" adlı albümde Antoine de Saint Exupery'nin "Küçük Prens", Arnold Lobel'in "Kurbağa Öyküleri" ve Perihan Mağden'in "Mutfak Kazaları" isimli tiyatro oyuncuları için yaptığı müzikleri bir araya topladı. Bu albümde pek çok sanatçının yanı sıra Ralph Carney, Brenna Mccrimmon ve Selim Sesler de konuk sanatçı olarak yer aldı. 2001 yılında Ahmet Çadırcı'nın yönetmenliğini yaptığı "Renkli Türkçe" isimli filmin müziklerini yaptı. Grup, Haziran 2002'de, Efes Pilsen Summer Festivali "One Summer in Love"da Manu Chao konserini açtı. 6 ve 8 Aralık 2002 tarihlerinde Almanya'nın Köln kentinde gerçekleşen Akdeniz Film Festivali'nde Baba Zula elemanları Levent Akman ve Murat Ertel, Gerald Doecke ve Norbert Jorzik adlı iki Alman müzisyenle konser verdi.


2006 Nisan ayında Dondurmam Gaymak filmi için hazırlanan parçalardan oluşan albüm Rh Pozitif Müzik Yapım & Rh Pozitif Publishing işbirliğiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Albümün ardından grup yurtdışında birçok konser verdi. 15 Eylül 2007'de altıncı albümleri olan “Kökler” yayımlandı. Neşet Ertaş katkılı ”Sevsem Öldürürler Sevmesem Öldüm” ve Pir Sultan Abdal sözlü “Âşıkların Sözü Kalır” iki şarkı yer aldı. Sessiz, sakin ama bir o kadar da dolu albüm.

27 Ocak 2003'te sonuçları açıklanan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Türk Sineması 2002 ödüllerinde "En İyi Müzik" ödülüne, Ümit Ünal'ın "Dokuz" adlı filmine yaptıkları müzikleriyle Baba Zula elemanları Emre Onel, Murat Ertel ve Levent Akman'ın diğer grubu Zen layık görüldü. 2003 Mayıs’ında yayımlanan "Ruhani Oyun Havaları" albümün miksajını Massive Attack, The Orb, Lee Perry gibi isimlerle çalışan İngiliz yapımcı ve müzisyen Mad Professor (a.k.a Neil Fraser) yaptı. 2004 yılında Roskilde Festivali'nde, Fransa'da ve Berlin'de konserler verdi. Altın Ayı ödülü alan Fatih Akın'ın yönetmenliğini yaptığı Crossing The Bridge – The Sound of Istanbul'da grup üyelerinden bazıları rol aldı ve filmde grubun iki parçası kullanıldı. 2005 yılında “Duble Oryantal” adlı albümleri yayımlandı. Sly & Robbie, Alexander Hacke, Neil Fraser, Özkan Uğur, Mehmet Güreli, Hüsnü Şenlendirici ve Brenna MacCrimmon albümdeki konuk müzisyenlerdir. Grup aynı yıl Temmuz ayında İspanya'da La Mar de Musica'da konser verdi.

2010 yılında yayımlanan “Gecekondu” albümü, elektronikle akustiğin harmanlandığı, her an ne olacağı belli olmayan efsanevi albümlerden biri. “Gecekondu” albümünde en dikkat çekici sürpriz dünyaca ünlü pek çok konuk sanatçının yer alıyor olması. 2014 yılında ise karşımıza daha politik bir duruş sergileyen Baba Zula çıkıyor. Gün geçtikçe değişen gerçekliğimize, daha vurucu ve daha politik olan Gezi tecrübesi ile direnişe ses veren “34 Oto Sanayi” adlı son albümü ilk olarak Japonya’da ve ardından ise Türkiye’de yayımlandı. Albüm Japonya'da çok satanlar listesinde 1 numaraya ulaştı. Grubun en güzel yanlarından biri, şarkılarına verdikleri tuhaf ama bir o kadar da yaratıcı isimlerdir. Uzun lafın kısası Türkiye’de uzun zamandır aradığım fakat geç bulduğum dinlenmesi keyifli ve insanın içinde pırasayla adam dövme arzusu uyandıran gruptur Baba Zula. Ayrıca ilgilenenlere duyurulur: 9 Mayıs 2015 Cumartesi 16:00’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda olacaklar. Keyifli dinlemeler.

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com


Şey… Kimse söyleyemez belki de “şey” kelimesinin anlamını. Anlamsız olduğunu sanırlar, çünkü. Halbuki hemen hemen birçok kelimeden daha çok anlamı vardır. Ne zaman başımız sıkışsa imdadımıza koşuyor. “Şey var ya hani şey ya şey” cümlesini hepimiz hayatımızın bir yerlerinde zaman zaman kullanıyoruzdur. Düşünmemizi sağlar çünkü. “Şey” kelimesinin yerine hangi kelimeyi kullansam da durumu kurtarsam diye düşünürüz onun sayesinde. Piyon kelimedir, çünkü. “Şu şeyi versene.” Adı aklımıza gelmeyen ne varsa onun adı “şey” olur. Yani aynı zamanda nesnedir. “Kendini en yakın hangi kelimeye yakın hissediyorsun?” diye sorsalardı, “şey” kelimesi derdim. Her cümleye istenmiyor olsa bile giriyor, ama çıkması içinde hemen başka bir kelime arayışına giriliyor. Ne çektin be “şey.” Ben de bu kelime gibiyim aslında girdiğim ortamlarda hep istenmeyen ben oldum.

“Şey” kelimesi komik hallere düşürür, bazen insanı. Çünkü öyle bir andır ki o an, onun yerine bir kelime bulamazsın, bir türlü. Eğilirsin, bükülürsün, türlü türlü şekillere girersin ama olmayınca da olmaz, işte. Karşındaki(ler) güldükçe onların yerine sen utanırsın. E be “şey” e be “şey” ne hallere soktun, beni? Alacağın olsun. Bazen de böyle gitmesi gerektiği yerde gitmez yerin dibine sokar. Bir benzer yanımızda, ikimiz de piyon gibi bir oraya konduk, bir buraya. Çünkü anlamımızın olmadığını düşündüler. Ya da merak bile etmediler. Oysa bir tanısalar, bir anlasalar, ne çok anlamımız vardır kim bilir? Beni boşver de… Sen olmasaydın, ne yapardık? İyi ki varsın “şey”. “Şey” işte ya “şey”…

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com



Hititlerden Türklere... Anadolu'nun Kaderi Geçenlerde elime geçen bir kitap üzerinden bazı notları ve şaşkınlık(?) verici gözlemleri paylaşmak istedim bu sefer sizlerle. Dr. Mahfi Eğilmez'in kaleminden çıkan eser, 2005 yılında birinci baskısını yapmış ve Türk Eski Çağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları tarafından yayınlanmış. Hitit Ekonomisi adlı kitap, Mahfi Eğilmez kaleminden çıkan önsözünde de belirtildiği gibi üçüncül bir kaynak, yani daha önceden, Hitit eserleri üzerinden incelemeler sonrasında yazılmış kaynaklardan derleme niteliğinde bir kitapçık. Elli altı sayfalık eser beş ana bölümden oluşuyor. Hititlerin ekonomisini, var olmasını sağlayan ekonomik kökenleri ve sonrasını akıcı ve anlaşılır bir dil ile bizlere sunuyor. Benim açımdan kitap çok etkileyici ve bilgilendirici oldu. Zira bu tür eserleri böylesi bir yalınlıkta, kolaylıkla sunmak mümkün olmuyor. (Tarihçilerin mesleki deformizasyonu olsa gerek, nedeni) Kitabı okudukça aldığımız bilgiler yanında, Mahfi Eğilmez günümüz ile de karşılaştırmalarda bulunuyor. M.Ö. 1400 yıllarından öncelerdeki tarihlerin bile iktisadi görünümden çokta fazla birşey değişmediğini gözler önüne seriyor böylece. Anadolu için bazı şeyler kader mi demekten kendimizi alamıyoruz, bu sebeplerle.

Elbette nelerin değişmediğine de bakalım ki durumun trajikomik tablosunu görebilelim: 1 - Hititler gelmeden önce, Anadolu'da yaşanan Asur Ticaret Kolonileri döneminde, halk tefecilik, mafya ve fahiş fiyatlı hammadde satışları sebebiyle köleleşiyor, toplum gırtlağına kadar dış borç içinde yüzüyor. 2 - Hititler, Anadolu'nun birliğini tekrar sağladıktan sonra, faizler iniyor, istikrar ve birlik altında askeri sanayi gelişiyor, yinede hammadde eksiği sebebiyle (kalay yok, bakır bol) düzen pamuk ipliğine bağlı. 3 - Hititler, düzeni ( hammadde teminini, tunç yapımında eksik olan kalayı) savaşarak ancak sağlayabiliyor. 4 Teknolojik (silah teknolojisinde ilerleyememe) gelişimlere ayak uyduramayan Hititler sonunda çöküyor. Bağımsızlıklarını kaybediyor. 5 - İyi zamanlarda bile işçi maaşları az. Bu nedenle her zaman için gelir dağılımı aşırı adaletsiz. Tarih bazen sadece tekerrürden ibarettir. Senaryo değişmez, aktörler değişir.

Özgün Kabacaoğlu ozgunkabacaoglu@kulturcikmazi.com


Kapını Çalsam Kapını çalsam bir sabah, Gökyüzünde hala sisler dağılmamışken... Sen saçlarını tarasan, Ben seni izlesem... Biraz sonra güneş ısıtsa içimizi, Kalbimizden geçenler birbirini bulsa; Hüznüm, gülüşünü yakalasa mesela... Gözlerimizi birbirine değdirmeden öylece otursak, Senin çayın her zaman ki gibi açık olsa, Ben yine demli alsam yudumunu gözlerinin... Havadan, sudan bahsetmesek mesela, Bin yıllık bir kitabın ortasından açıp okusak; Asrın kelimeleri kalbimizi okşasa Ve o kelimeler dudaklarından dökülse ruhuma... Her kelimesinde biraz sen olsan, Okuya okuya toplasak seni, gözlerini... Hiç uyumasak, Gözlerinde dinlensek... İçimizi dökmesek birbirimize, Sen gönlümden geçenleri halimden anlasan, Bense; bakışlarından okusam seni… Ellerim, ellerinden utansa; Dilim tutulsa, anlatamasam her şeyi… Ve öylece yürüsek sonra yağmurlu bir akşamüstünde... Yağmurdan kaçmasak, ıslansak... Kalbimin sesini gök gürültüleri sustursa mesela… Ben hiç konuşmasam aslında; Sen anlasan ve Sen duysan her şeyi...

Emin Güneş Misafir Yazarımız


Havadan Gökyüzü kırmızı buralarda Sanki yanlış bir şey yapmış Ve adeta yüzü kızarmışçasına Gökyüzü kırmızı buralarda Masum küçük bir kız utangaçlığında Yanakları al al olmuş gökyüzünün bu gece Yıldızlar ve ay yok sadece Gökyüzü bazen sarı buralarda Hoşnut olmadığı bir duruma sövercesine Gözyaşlarını sular seller gibi akıtmaya hazır adeta gökyüzü bu gece Ve gökyüzü bazen koyu mavi buralarda Berraklığıyla denizlere meydan okurmuşçasına Yıldızlar ve ay var bu gece İple gökyüzüne asılmışçasına Gökyüzü bazen bomboş buralarda Hayallerinle ve umutlarınla kendin doldurasın diye Gün doğmasın ve umutlar tükenmesin diye Gökyüzü bu gece çok güzeler buralarda.

Zeynep Yılmaztürk Misafir Yazarımız


Gölge Ben bir yolda yürüyorum Gölgen hep yanımda Önce yıldızlar vardı sonra hep saçların Zamansızca bakmanın vaktidir şimdi Vaktidir gel gidelim Hüznünü hüznüme kat Ellerim ellerin olsun Çünkü ben sana dokunursam kuş olurum Bak ne diyorum Bir palto buluruz ikimize de yeter Şurada dizlerin olur Sonra ayakların Sonra toprak başlar Ağaçlar sokak lambaları falan Derken şehir ötemizde Ama şehirden bize ne Bak ne diyorum Ben bir yolda yürüyorum Gölgen hep yanımda

Enes Taşbaşı Misafir Yazarımız


Hasret Ey karanlık gece, duy beni! İçimin karanlığı senden daha mı zifiri yoksa gökyüzümün dolunayı senin hilalinin dostu mu? Neden içim sen kadar kara, sen kadar geniş ve sen kadar ulaşılmaz? Cevap ver bana! Ver ki uyanayım ağlamaklı halimden ve söküp atayım şu yarım akıllı gönlümü olduğu yerden. Ya da ele gelecek bir yeri kaldıysa kurtarayım onu. Çekeyim aydınlığa. İçim aydınlık olsun. İçim, içi kararanların merhemi olsun. Parlasın içimin aydınlığı yüzümde. Yansısın ışığım ilahi sevgiden gelen… Demezsen ki bana “Biz biriz.” diye. Ve demezsen ki “Ben hep bu karanlığımla kalmam. Güneşim doğar elbet.” O zaman kül olurum ben, savrulurum kuytulara. Demezsen ki “Yakışmaz geceye umudu kesmek. Gece güneşe gebedir. Gece, karanlığında ümit var oluşunu saklar ve gecenin çocuğu sabredince gelecek kucağına.” Ben, ben olmam! Sen demezsen bana bunları, bir kar tanesi olup eririm kuytularda. Bir kunduranın altında ezilip zerremi bırakmam bu dünyada.

Ey gece! İlham ol bana. İlham ol kalbime. Ümidini, yeniden uyanışını sür yaralarıma. Yaralarım iyileşsin sabırla. İçime güneş koy, dahasını istemem! Ne zaman doğacağını bilmesem de bir gün yüzünü göstereceğini bileyim bana yeter. Ve ey Güneş! Gecenin koynundan kopar bir parçanı, sal gönlümün karanlığına. Nasılsa ikimiz de yansımasıyız mucizenin. Yabancılık çekmezsin benim iklimimde. Dünya ne kadar aydınlanma arzusundaysa yüreğim de bir o kadar hasret sana. Bekletme beni, gel! ……. Ben ellerdeki kiri göremedim ki yürektekileri göreyim. Ben sandım ki dokunursak çoğalır umut, açar o mis kokan çiçekler. Bilmezdim umudumun ardında ellerime bulaşan kirleri. Sizin elleriniz bayım, benim ellerimi kirletti! Sizin kiriniz benim yüreğimdeki umuda değdi!

Gamze Öçal Misafir Yazarımız


Yolculuk Bir yolun yolcusuyuz bu dünyada Acılarımız, sevdalarımız, ayrılıklarımız, Hırslarımız, bencilce duygularımız; Hepsi koyulmuş koca bir valize Daha niceleri taşır o valiz yol boyunca Biz gideriz o gelir, bırakmamacasına. En sadık dostumuzdur valiz. Yol uzun yolculuk uzun Valiz ağır, taşıyan yorgun Durak arar gözlerimiz. Ayaklarımız dile gelir: Devam! Bir ses yükselir yanı başından Valiz dayanamaz dile gelir: Burası son durak! Çıkar artık içimdekileri Neler getirmişiz yol boyunca Hamallık mı etmişiz yoksa Ömür sürecinde...

Tülay Onat Misafir Yazarımız


Eğer Şairsem Düşler kalem, düşler kalemim Kuran da benim, yıkan da Kalbim yelkenli bir gemi Açık denizlerde, Rüzgârlara karışan da benim Korumak için En kuytu kıyılara bağlayan da Hayat denen filmin seyircisi de benim Senaryosunun yazarı olan da Bu uzun yolculukta, Oturup bekleyen de benim Durmadan yürüyecek olan da Sonunda bir yere kök salacak Olan da benim, göçmen kuşlar gibi Dünya'da gurbetçi olanda

Sena Sabcıoğlu Misafir Yazarımız


Yalnız Bir Kadının Notları “Acıya alışmak” dedi biri. Tanımadığım bir sese gıpta ettiğimi hissettim o an. “Acıya alışmak” dedi ardı ardına ve sonra işte dedim benim gülüşümün kaynağı bu. Alışmak zor bir kelimeydi. Yaşarken hep bir şeylere alışmaya çalışmakla geçiyordu vaktim. Hayat alışmaktan ibaretti; birilerine ya da bir şeylere. Benim hayatım alışamamakla sonuçlandı. Yalnızlık dahi her sabah yanımda uyansa da içimdeki kalabalıktan şikâyetçi. Kafamdaki gürültüde kendini tekrarlayan bir karasızlık var. Kapımı açmaya ya da kilitli tutmaya dair. Kendi yarattığım bir araftı bu, alışmaya korktuğumdan uzak durduğum, uzak durduğum için geç kaldığım, geç kaldığım için kaybettiğim ve tekrar kaybetmekten korktuğum için aceleci sevişlerim ve çarptığım duvarla birlikte başladığım noktadan çok da uzakta olamadığımı anladığım... Acıda da yaşamakta da pek yol kat edemedim. Gözlerimi kapalı tuttum hep ve zaman geçiyor dedim. Mevsimler değişiyor, güneş usanmak bilmeden doğup batıyor. Sahi güneş hiç intiharı düşünmüş müdür? Kendini asmak ya da atlamak bir gökdelenin gölgesinden aklına gelmiş midir? Belki dünya da peşinden giderdi. Ve sonra insanlar ve sonunda ben. Güneş ardından gelecek bir evrenle kendini uzay boşluğuna bıraksa çarpıp söner miydi sonunda? Ben vazgeçer miydim her sabah uyanmaktan? Bir zamanlar çocuktum. Çok kısa bir dönemdi ama hatırlıyorum Tanrı ağlıyor diye yağmur yağdığına inandığımı ve onu teselli edebilmek için gülümsediğimi. Şimdi içimdeki yağmurları dindirebilmek için gülümseyen birileri var mıydı hala çocuk kalabilen merak ediyorum. Biri, “yaşamak da geçer; ağlamak yağmuru anlamak gibi, gökyüzü

olmak gibi” der. Belki gülümser belki hala inandırabilecek yalanları kalmıştır heybesinde. Birkaç yıl daha beklerim güneşi. Belki bir gün cümlelerim belkilerden kurtulur, gibilerden ve mişlerden daha çok yaşanmışlıklarım olur. İnandıklarım yanıldıklarım olmaktan çıkar ve mahallemin çocuklarına bırakacağım bir iki cümle gerçeğim olur. Zaman akıp giderken hep birilerine hesap vermekten korkardık. Herkesin üstlendiği sorumlulukları ve açıklama yapmak zorunda kaldığı bir ailesi, sevgilisi, eşi, patronu ya da mahallesi olmuştu. Ama şimdi anlıyordum ki tüm bunların arasında en büyük sorumluluğumuzu görmezden geliyorduk. Yıllar sonra kendimize yaşayamadıklarımızın, korkaklığımızın, boşuna tükenmiş bir ömrün hesabını nasıl verecektik? Bir kez olsun gerçekten sevemeden, tamamıyla dürüst olamadan, cesaret göstermeden, karşı duramadan geçip giden bu hayatın karşılığında kendimiz olmayı feda ederek kazandığımız emekliliğin, pirimin, birikmiş paranın, dört duvar bir çatının, bir otomobilin, ancak bayramlarda ziyarete gelen katı şekilde büyüttüğümüz ailelerin buna değdiğine nasıl ikna edecektik kendimizi? Düşünmüyorduk. Düşünmek hep bir türlü gelmeyen o yarının işiydi. Şimdilerimizi kazanmamız gerektiğine inandığımız şeylere ulaşmaya çalışmakla harcıyorduk. Kazandıkça kaybettiğimizi, elde ettikçe yoksunluğumuzu büyüttüğümüzü göremiyorduk. Bataklığımızı okyanus sanmak bizim felaketimizdi.

Hülya Şit Misafir Yazarımız


Ne Güzel Ellerimde tutuyorum, Yokluğunu anlatan Birkaç fotoğrafı. Önce Yarınlara tutsak mazinin Tozlu soluğunda, Seni özlüyorum! Öyle eksik Öyle yarım bir halde. Sonra Seni görmediği güne lanet okuyan Öksüz gözlerim: Bir baraj kapağı misali Öylece salıyor! Çehresine yazılmış hüzünleri, Avuçlarından yoksun Yanaklarıma. Şimdi ben, Bir gölge gibi beni takip eden Kaderimle birlikte Devrik bir ümidin Kekeme gerçeklerinde: Dalıp gitsem de Sensizliği unutacağımı sandığım Yalancı bir masala;

Mevsimleri intihar etmiş takvimleri, Yatağına yatıran bir şubat gecesinde: Gelmeni bekliyorum! Bayram sabahını bekleyen Çocuklar gibi. Ve derin bir acının zalim kollarında Ayaz bir yalnızlık, Sokuluyorken öylece Dilimde son demini yaşayan, Bir mutluluğa; Hatta kederlerin elinde Oyuncak olmuş Ruhum: Artık kimsesizliğin nadasına uğramış Göçebe bir nefesken; Bu gece, Öylece çıkıp gelsen, Kapımı çalsan ve Dudaklarımda yaşamak için Son çırpınışlarını yapan Ömrüme nefes olsan Ne güzel olur, Ne güzel…

Barış Ünlü Misafir Yazarımız


Bilmezdim Pamuk toplamaya götürürdü beni annem, Ben o zamanlar yeni büyüyordum. Ovalar beyaz, dağlar maviye çalardı, Topraktan damlar yapardım, taştan adamlar, Onlar ki hiç acıkmazdı. Gürül gürül masallar akardı avuçlarımdan, Bilmezdim mavi olduğunu uçurumların… Nerden gülümsesin bir çocuğun resmindeki gibi, Başımın üstünde kaynayan güneş. Söyleyin nasıl sakınsaydı beni annem, Bir kilo fazla pamuk bir tutam umut demek. Bu yüzden bir türlü haberim olmazdı, Gazlı Fergusonlarla eve döndüğümüzden. Mavinin ise uçurum olduğunu hiç bilmezdim… Ala çakır karpuz serinliği okşardı, Takıldığında herhangi bir şey ayaklarına. Sevinmeler en saf, en çocuğundan. Pamuğa dokunan kurumuş elleri, Bismillah diyerek öyle bir inip de, Kırar parçalardı susuzluğu ortasından. Bilmezdim, ateşin mavide olduğunu hiç bilmezdim…

Ümmet Caner Misafir Yazarımız


Senli Bir Rüya Sabahı selamlıyorum sigaramdan çektiğim son dumanla, Kapatıyorum gözlerimi tüm aydınlıklara Ayrılıklar soluyorum, alev alev yanan ayrılıklar Hiç kavuşulmamış aşkların hiç tadılmamış ayrılıkları. Ölü bir kuşun son nefesi takılıyor boğazıma Biliyorum Ben senin kalp atışlarının kapladığı yerim şu hayatta Ve biliyorum sevgilim Atlas hile yapıyor Gök kubbeyi hissediyorum omuzlarımda.

Mehmet Güvenbaş Misafir Yazarımız




#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kulturcikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.