Kültür Çıkmazı Dergisi 5. Sayı

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Didem Onmuş Ergül Yılmaz Furkan Bademli Gizem Köprülü İsmail Onur Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Murat Kandemir Nazik Çam Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan

Yine dolu dolu tam 90 sayfalık bir sayıyla karşınıza çıktığımız için çok gururluyuz. Bu sayımızda 18 Kasım 2013’te vefat eden tiyatromuzun büyük ustası Nejat Uygur’a tanıttık. Ayrıca büyük usta hakkında merak edilenleri bizi kırmayan “Behzat Uygur”a sorarak keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Sadece Bu kadar sanmayın. Bu sayımızda onur konuğumuz olan Sayın Orkun Uçar 10 Kasım’a özel M. Kemal Atatürk’ü anlatan bir yazısıyla dergimize katkıda bulundu. Ayrıca Modern Doğaçlama Tiyatro’nun temsilcilerinden “Hayal Meal” ekibine de konuk olduk bu ay. Kalabalık ama bir o kadar keyifli geçen röportajımızı Kültür Çıkmazı sayfalarında okuyabilirsiniz. Hiç tanıtım yok mu dediğinizi duyar gibiyiz. Birbirinden değerli tanıtım yazılarımızdan ve yazı dizilerimizden de editörümüz bahsedeceği için ben bu kadarıyla bırakıyorum. Bu çalışmaların karşılığı olarak Kültür Çıkmazı ailesine verdiğiniz destek sayesinde hala büyümeye devam ediyoruz. Geçen ay yayın hayatına başlayan popüler bilim ve kültür dergisi “Academy Garden”a gösterdiğiniz ilgi için kendi adımıza teşekkür ediyoruz. Bu ayda yeni bir projeye desteğinizi bekliyoruz. “Yazarından Dinle” ismiyle yola çıkan bu proje hakkında ilerleyen sayfalarda daha çok bilgi edinebilirsiniz. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 6. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”


Kültür Çıkmazı Dergisi zenginleşen içeriğiyle ve gizli yeteneklerin kendilerini göstermesine fırsat yarattığı misafir kadrosuyla kasım ayında da sizlerle. Bu ayki sayımızı 18 Kasım 2013’te vefat eden tiyatroyu sevmemizdeki en önemli kişilerden olan Nejat Uygur’a adıyoruz. Bu sayımızda üç önemli röportaj gerçekleştirdik. Ancak sadece röportajlarla kalmadık ve birçok tanıtım yazısı da hazırladık. Henüz tanışmamış olanlarınız için Eren Bayramoğlu kendisinin de hayranı olduğu “Elvis Presley”i bizler için tanıttı. Ayrıca Gizem Köprülü yine çok özel bir yazıyla “Oscar Wilde”ı bizler içi anlattı. Özge Özgüner kendi köşesinde Türk Rock’ının önemli gruplarından Mor ve Ötesi’ni yazdı. Ve geçen ay başlayan yazı dizilerinin ikinci bölümlerine de bu sayımızda devam ettik.

Onur Konuğumuz Orkun Uçar Misafir Yazarlar Doğukan Doğan İlker Özer Mehmet Gökdoğan Meryem Sunna Sena Sabcıoğlu Sevgi Korkusuz Ufuk Ali Kaftanlı

İnceleme, tanıtım ve yazı dizilerinin dışında her zamanki gibi yazar kadromuzun şiir, deneme ve öyküleri ile dopdolu bir sayı sizleri bekliyor. Hepinize iyi okumalar.

kulturcikmazi kultur_cikmazi Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 5. “Behzat Uygur” Röportajı - İlker Ardıç 8. Ustanın Hayatına Dair… - Pakize Bektaş 10. “Halıya Bassmaa!” - İlker Ardıç 12. Devletten Birey İnşasına “Mustafa Kemal Atatürk” - Orkun Uçar 14. Yarısı Yarına Her Şeyin - Özge Özdemir 15. Denize Karşı - Didem Onmuş 16. Telefon Kulübesi - Bölüm 2: Beş Para Etmeyen İnsanlar - İlker Ardıç 19. Dört Yarım Hikaye - Merve Nur Doğan 20. Tabiat ve Mısralar - Bilal Çakıl 22. Mutsuz Prens “Oscar Wilde” - Gizem Köprülü 26. Istakoz - Sibel Ayan 27. Önce Kış - Furkan Bademli 28. Görelilik ve Görecelik Üzerine - Mehmet Gökdoğan 30. “Hayal Meal” Röportajı - İlker Ardıç & Pakize Bektaş 35. Yeniden Selam Göçenlere - Ufuk Ali Kaftanlı 36. Ne Denir Ki - Bayram Kaynakçı 37. Yara - Bayram Kaynakçı 38. Geçmişten Günüme -Değişim- - Hamid Yıldızgil 40. Simit Kağıdından Mektuplar - İlker Ardıç 41. Ölüm Yakışır Gece’ye - Nazik Çam 42. Elvis Aaron Presley - Nebi Eren Bayramoğlu 50. Şahsi Yalnızlıklarım - Bölüm 2 - Ali Koç 53. Gel Sevgili! Kırk Yıl Hatırlı Birer Kahve İçelim - Safiye Önal 54. Zehirli Duygular - Birkan Akyüz 56. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 1: Havai Fişekler - Türker Ardıç 59. Sır - Meryem Sunna 60. “Hazal” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 64. Budala Çıkmazı - Serap Bozkurt 65. Zamanyolu - Ayça İşbilen

5 Kasım 2014

5. Sayı

66. Hiçbir Yerin Ortasında - İsmail Onur 69. Hasret-i Kasvet - Murat Erdoğan 70. “Mor ve Ötesi” - Özge Özgüner 73. Ne Kadar Zaman Geçerse Geçsin - Sena Sabcıoğlu 74. Deprem Çocukları - Furkan Bademli 76. Hayal Kırıklığı - İlker Özer 77. Sonsuza Dek Atatürk Cumhuriyeti - Selin Sabcıoğlu 78. Akşam Oldu Kedilendim Ben Yine… - Serap Bozkurt 80. Dünyanın Devamı Gelecek Elbet - Nebi Eren Bayramoğlu 81. Sevgili v1.0 - Doğukan Doğan Sevgili v2.0 - Doğukan Doğan 82. Fırtınanın Esareti - Sevgi Korkusuz 84. www.yazarindandinle.com - Bilgilendirme 86. Melankolik İzler - Fatih Karakaş - Sergi 87. Melankoli II - Hakan Eraslan - Sergi 88. Suskunluk - Azimet Karaman - Sergi 89. Rüzgara Karşı - Erhan Lanpir - Sergi

Keyifli Okumalar…


“Behzat Uygur” Röportajı - Öncelikle bizimle bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorumuz Nejat Uygur ile ilgili, hepimiz Nejat Uygur’u sanatçı kişiliğiyle ve oyunlarıyla tanıdık. Peki, Nejat Uygur sizin gözünüzde nasıl biriydi? Yani sizin için en çok anlam ifade eden özellikleri nelerdi? - Biz aynı mesleği yaptığımız için ve çoğunlukla tiyatroda bir arada olduğumuz için birbirine karışmıştı, tiyatrodaki ustam ve babam Nejat Uygur çok iç içe geçmişti. Ama iş disiplini, tiyatroya olan aşkı, yaptığı işi sonuna kadar layıkıyla yapması ve sarılması, iş yaparken bütün ekip arkadaşlarına sahip çıkması benim için en önemli özelliklerinden biriydi. Bu zaten aileye de yansıyan özelliklerinden biridir. - Peki Nejat Uygur sanat hayatı boyunca sahnede sergilediği eserlerini günümüzde sahneleyebilmiş olsaydı, sizce nasıl bir tepki ile karşılaşırdı? Oyunlarında mizahı çok iyi kullanarak eleştirilerde bulunabiliyordu. Günümüz Türkiye’sinde sizce tepki görür müydü? - Yoo görmezdi. Mizahı nasıl kullanacağınla ilgili. Zaten şu anda hala videoları internette en çok izlenen videolar arasında, tiyatrocu olarak tabi. Diğer anlamda da espriyi nasıl yaptığınla ilgili bir şey, esprinin muhatabı da buna eğleniyorsa zaten sorun yoktur. Nejat Uygur da bu yöntemi çok ustaca kullanan tiyatroculardan biridir. - Babanızla aynı sahneyi paylaştınız bu çok güzel bir duygu olmalı peki sizi tiyatroya teşvik eden yönlendiren kişi babanız mıydı yoksa bunu siz mi seçtiniz? Sanatçı olmanızla ilgili bir yönlendirmesi oldu mu? - Yoo hayır, babam sanatçı olmanı istiyorum ya da istemiyorum diye hiçbir şekilde bir şey söylemedi, söylemez de. Ama tiyatroyu tercih ederken “Nejat Baba”yı, diğer tiyatromuzda çalışan ustaları, oyuncuları seyrederek tiyatrocu olmaya karar verdim. Tiyatronun içindeki ustaları

Gazanfer Özcan, Metin Akpınar, Ali Poyrazoğlu, Genco Erkal bunlar hep benim tiyatrocu olmamda etkili olan insanlardır. Ama babam hayır ya da evet anlamında bir şey yapmadı. Tiyatroyu tercih ettiğim andan itibaren de tiyatrosunda çalışan diğer elemanlar diğer oyuncular kimse bende oydum. Tiyatroda baba oğul diye bir şey yoktu. Aynı şekilde şu anda benim içinde geçerli bu, benim oğlumda yanımda çalışıyor diğer oyunculardan farkı yok. - Diyelim ki, oğlu değil de tiyatro aşkı olan birisiniz. Neden Nejat beyin öğrencisi olmayı tercih ederdiniz? - Valla geleneksel tiyatroya olan aşkı ve orta oyununu, geleneksel tiyatroyu modern biçimde en iyi kullanan ustadır Nejat Uygur. Bunu babam olduğu için değil bir tiyatrocu olarak söylüyorum. Yani çağdaş tiyatroyla gelenekseli birleştiren ve doğaçlamayı çok iyi kullanan, timingi çok iyi kullanan bir usta oldu. Zaten yeterli yani, babam olmasaydı da bütün bu özellikleri onun yanına gitmeme neden olabilirdi.


- Nejat Uygur'un hayatı film olsaydı, hangi aktörün canlandırmasını isterdiniz? Aklınızda biri var mı? - Şu an yok. Zaten düşündüğümüz bir şey bu Nejat Uygur’un hayatını sinema filmi yapmak var aklımızda. Ama şu an şu aktör, bu aktör diye bir şey yok. Belki hiç tanınmamış bazı aktörlere de oynatabiliriz. - Birine tiyatroyu sevdirmek isteseydiniz tiyatroyu nasıl anlatırdınız? Çünkü günümüzde tiyatronun hak ettiği değeri görmediğini düşünüyoruz. - Geçenlerde 20-25 yaş civarlarında, gelir düzeyi yüksek bir genç geldi oyuna. Oyundan sonra tebrik etmek için yanımıza geldi. “Abi ben hayatımda ilk defa tiyatroya geldim” dedi. “Dünyanın her yerini geziyorum” dedi. “Eee” dedim. “Tiyatro iyi bir şeymiş” dedi, “Sosyal medyadan daha keyifli bir şeymiş” dedi. Bende “Tabi sosyal medyadan daha önemli bir sanat dalı” dedim birlikte güldük ve bundan sonra hep tiyatroya gideceğini tiyatro oyunlarını izleyeceğini söyledi. Bununla ilgili gençler kendileri yol bulurlar, çok zekiler ama hakikaten sosyal medyada eğlenmek sinemaya gidip eğlenmekten çok daha keyifli, çok daha akılda kalan ve çok daha geleceğe yatırım yapan bir sanat dalıdır. Komedi oyunları olsun diğer oyunlar olsun hepsi için aynı şeyi söyleyebilirim. - “Behzat Uygur” olarak “Nejat Uygur”un hangi özelliğini devam ettirmek istiyorsunuz? - Bir defa hayatta durduğum müddetçe tiyatro yapmak, en çok yapmak istediğim şey bu. Babam 80-81 yaşına kadar tiyatrodaydı. Tiyatro sahnesinden indikten sonra rahatsızlandı. Bende bu yolda gitmeyi arzu ediyorum ve popüler olmaktansa klasik olmayı tercih ediyorum. İnşallah tiyatro dünyasında ya da ismi neyse ismimizi kalıcı olarak bırakabilmek istiyorum. - Peki, tek olarak ya da Süheyl beyle birlikte sinema ya da televizyon projelerinde sizleri tekrardan görebilecek miyiz? Dizilerde, yarışmalarda juri olarak ya da yarışmayı bizzat sunan kişiler olarak tekrar karşımıza çıkacak mısınız?

- Olabilir, bununla ilgili şu an bir çalışmamız yok ama tabi niye olmasın olabilir. Zaten tiyatroda beraberiz ama tiyatronun dışında bir sinema projesinde de olabilir. - Bildiğimiz kadarıyla kasım ayı boyunca iki oyun sergileyeceksiniz, bu oyunlardan kısaca bahsedebilir misiniz? - “Dünyanın Sonu.net” ve “Hassta Etme Adamı” adlı iki oyun sergileyeceğiz. “Hassta Etme Adamı” kabare diye nitelendirebileceğimiz bir oyun. Çeşitli skeçlerden oluşuyor ve sağlık sistemini hicveden ama sadece sağlık sistemi değil, sağlık sistemi odaklı olarak diğer sosyal olayları da hicveden kahkaha dolu bir komedi. Her oyunumuzda olduğu gibi bunda da tabi doğaçlamayı bol bol kullanıyoruz. Diğer oyunumuz “Dünyanın Sonu.net” geçtiğimiz yıl çok az oynadığımız, geç başladığımız bir oyun. Sanıyorum ki bir 30-40 oyun kadar oynadık. Geçtiğimiz sezon sonu başladık ve çok çok ilgi gören müzikal şarkıların olduğu bir komedi. Türkiye’de “dünyanın sonu gelseydi nolurdu”ya


cevap arayan, tabi ki eğlenceli ve komik biçimde arayan bir komedi bu. Birazcık dünyanın sonu filmleriyle dalga geçen eğlenen bir komedi. İçinde şarkıların olduğu müzikal tadında çok keyif alarak oynadığımız bir oyun “Dünyanın Sonu.net” ikisinde de ekip arkadaşlarımızla birlikte oynuyoruz ve bu yıl Profilo Kültür Merkezi’nde de sahne açacağız. Avrupa yakasında sahne açmamıştık geçtiğimiz sezonlarda, seyircileri bekliyoruz.

- Sanatçının emeklisi olmaz biz böyle öğrendik, o yüzden deminde verdim cevabımı. Çok yeni projelerde daha da gençleşerek, gençleşmek yaşla ilgili bir şey değil bu ruhla ilgili bir şeydir, gençlerden bir şeyler öğrenerek oluşan bir şeydir. Tiyatro oyunlarında görebilirsiniz beni.

- Son bir sorumuz daha var az önce aslında cevap verdiniz ama yine de soralım. Bundan 10 yıl sonra nerede olmayı planlıyorsunuz emekliye ayrılan sanatçılarımızdan mı olacaksınız, yoksa sizi her zaman sahnelerde görebilecek miyiz?

- Rica ediyorum, genç kesim olduğunuz için zaten bahsettiğim gibi üniversite yaşında gençlerden olduğunuz için elimden geldiğince katkı sağlamaya çalıştım. Başarılar diliyorum günümüzde kültür dergisi çıkarmak çok önemli bir şey, her zaman yanınızdayım…

- Çok teşekkür ederiz bize ve gençlere katkıda bulunduğunuz için.

Sayın Beyzat Uygur’a dergimize katkıları için tekrardan çok teşekkür ediyor sanat hayatında başarılar diliyoruz. Ayrıca Kasım ayında sahneleyecekleri “Dünyanın Sonu.net” ve “Hassta Etme Adamı” oyunlarına bütün okuyucularımızı bekliyoruz.

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Ustanın Hayatına Dair… Tiyatromuzun şüphesiz ki en büyük isimlerinden biri olan Nejat Uygur; 1927 yılının 10 Ağustos’unda, Kilis’te dünyaya gelmiştir. Babası Behzat Uygur’un subay, annesinin ise edebiyat öğretmeni olmasından dolayı ilkokul ve ortaokul yıllarını altı okul (Siirt, Ezine, İntepe, Sarıyer, Çanakkale, Manisa) gezerek ancak tamamlayabilmiştir. İlkokul son sınıfta bir tiyatro oyununda rol alacakken provalarda “kabiliyetsiz” olduğu gerekçesiyle oyundan atılmıştır. Büyük Ustanın ilk rolü ise mezuniyet töreni için oynanan oyunda “Fasulye Piyazı” olmuştur.

Başarılı tiyatro hayatıyla birlikte mutlu da bir aile hayatı vardır. Evde, sahnede yanından hiç ayırmadığı Necla Uygur ile beş erkek çocukları olmuştur. En büyükleri Ahmet, ikiz olan Süheyl ve Süha, ardından Kemal ve en küçükleri Behzat dünyaya gelmiştir. Çocuklarına ve onların derslerine zaman ayırmayı hiç ihmal etmemiş Nejat Uygur, tüm yoğunluğuna rağmen. Behzat Uygur ve Süheyl Uygur babalarının izinden gitmeyi seçmiş ve tiyatro eğitimi almışlardır. Nejat Uygur’un deyimiyle "Armut ağacının dibine düşmüştür."

Manisa’da okuduğu liseyi bitirmeden hayatını kazanmak için İstanbul’a gelen Nejat Uygur İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin Heykel bölümüne girmiş, bir yandan da tiyatrolarda afiş satarak geçimini sağlamıştır. Bu sırada Sarıyer Halkevinde boksa başlamış ve spora ilgisi gelişmiş; atletizm, su topu ve at binmede kendini geliştirmiştir. 1950’de büyük aşkı Necla Uygur ile evlenmiştir. Bundan iki yıl sonra ise Sarıyer Halkevi’nde “Şikago Çiftçisi” adlı bir oyunda sahneye çıkmıştır ve böylece tiyatro kariyeri başlamıştır.

***İlk fotoğrafta Nejat Uygur, eşi Necla Uygur ve oğulları (soldan sağa) Behzat, Süheyl, Ahmet, Süha ve Kemal Uygur’u görüyorsunuz.


Başarılarını saymakla bitmez ama ufak bir başlangıç yapacak olursak; 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı ünvanını almıştır. 2007 - Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması "Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü", 2006 - Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü "En İyi Tiyatrocu", 1999 - 22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri "Belkıs Dilligil Onur Ödülü" aldığı ödüller arasındadır. Minti Minti, Cibali Karakolu, Hanedan, Son umudum Milli Piyango, Zamsalak oynadığı ünlü tiyatro oyunlarındandır. Tiyatronun yanı sıra sinema ve dizilerde de rol almıştır. Cafer Bey, Vizontele Tuuba, Beyaz Melek oynadığı filmlerden de bazılarıdır. 2007 yılında beyin damarlarında oluşan bir tıkanıklık nedeniyle kısmi felç geçiren Uygur, uzun süre hastanede tedavi görmesine rağmen 18 Kasım 2013’te hayatını kaybetmiştir. 86 yaşında aramızdan ayrılan Büyük Usta Nejat Uygur’u saygı ve sevgiyle anıyoruz.

Pakize Bektaş pakizebektas@kulturcikmazi.com

"Bir gün tiyatronun ışıkları sönecek, zil sesleri susacak ve tiyatronun perdeleri sonsuza dek üzerime kapanacak. İşte o zaman giderken tüm üzüntülerinizi yanımda götürerek size sadece kahkahaları bırakacağım."

“Nejat Uygur”


“Halıya Bassmaa!” O efsane replik hepimizin aklındadır hala. Belki de o döneme rastladığımız için şanslı nesillerden biriyizdir. Hafta sonu tv karşısında da olsa o küçük yaşta Nejat Uygur’u izlerdik. Evimizin içinde yankılanırdı sesi, “Halıya bassmaa laann!” Nejat Uygur hiç şüphesiz ki Türk tiyatrosunun en önemli kişilerinden biridir. Mizahi yeteneği, ele aldığı oyunları kendi seyircisine göre tekrar yazması ve tiyatro dışındaki yetenekleri ile tanıma şansı bulduğumuz en kabiliyetli insanlardan biridir. Her ne kadar ilkokuldaki hocası onu “kabiliyetsiz” bulduğu için ilk oyunundan atsa da, dünya tarihindeki bütün dâhilerin hayat hikayelerinde böyle anıları vardır. Peki biraz düşünelim, Nejat Uygur tiyatro yerine başka bir alanda yeteneklerinin üzerine gitseydi ne olurdu? 1969 yılında yapılan bir röportajda tam da bu soruyu yöneltmişler kendisine “Artist olmasaydınız ne olurdunuz?” ve usta şöyle bir cevap vermiş. “Muhakkak pilot olurdum. Babam asker olduğu için hava üslerinin yakınında oturduk sürekli. Hep uçakları izlerdim

küçükken. Bir gün anneme söyledim pilot olmak istediğimi. İnönü'de Türk Kuşu'nun paraşüt, planör ve pilotaj kursu vardı. Orası, o zamanlar çok bataklık bir yerdi. Bizi alıp eğitime götürüyorlardı her gün. Ama kursa başlamanın üzerinden bir ay bile geçmeden tropikal malarya hastalığına yakalandım. Bataklık arazinin sivrisinekleri yüzünden. Kursu terketmek zorunda kaldım. O zaman ne kadar üzüldüğümü anlatmama imkan yok. Şimdi düşünüyorum da, ben havacı olmasam bile orduda bir moral hocası olurdum herhalde. Herkesi de gülmekten kırıp geçirirdim. Öteden beri heyecanlı bir hayatı sevmişimdir.”


Nejat Usta’yı ve oyunlarını anlatmakla bitiremeyiz. Ama henüz oyunlarını izlememiş olan varsa mutlaka internetteki kayıtlarından izlemesini tavsiye ediyorum. Ve Usta’nın şu sözlerini hatırlayalım, “Söz veriyorum sizlere dertlerinizi ben götüreceğim, kahkahalar sizlere kalacak.” Usta bu sözünde o kadar haklı ki, geride bıraktığı oyunlarıyla, kendi gibi tiyatrocu olan oğullarıyla söz verdiği gibi kahkahaları bize bıraktı. Son olarak Usta’ya seslenmek istiyorum. Sen merak etme Usta, tiyatronun zilleri susmadı ve ışıkları hiç sönmeyecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com

Kısacası büyük ustayı şu anda önemli bir pilot olarak da tanıyor olabilirdik. Ama sanatın birçok dalıyla uğraşmış ve hepsini başarıyla icra etmiş birinin sanattan uzak kalabileceğini düşünmüyorum. Geçmişe baktığımızda büyük usta, gerektiğinde büst yapıp satmış, gerektiğinde tiyatroların afişlerini yapmış, kimi zaman da esnafın tabelalarını boyayarak geçimini sağlamış. Ama öyle veya böyle yetenekleriyle bugüne kadar gelmiş ve tüm Türkiye’nin tanıdığı “Nejat Usta” olmuş. Yine bir röportajında darbe yıllarını anlatırken şu cümleler dökülmüş ağzından “Cefalı yıllardı; ama bize ileriki yıllar için doping oldu. Aç kaldık, yoksul kaldık; ama asla yüz kızartıcı bir şey yapmadık.”


Devletten Birey İnşasına “Mustafa Kemal Atatürk…” Binlerce yıllık Türk tarihinde özellikleriyle diğerlerinden ayrılan sadece iki lider vardır: - Mete Han - Mustafa Kemal Atatürk Mete Han, Büyük Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Teoman’ın oğlu ve ikinci Han’ıdır. Oğuz Kağan olduğu düşünülmektedir. Uzun menzilli yayı icat etmiş, Türk ordusunu kurmuştur; zaten TSK’nın kuruluş tarihi kayıtlara M.Ö. 209 onun tahta geçtiği tarih olarak geçmiştir. Mete Han tahta babasını öldürerek geçmiştir. Aralarındaki taht kavgasının bir yönü de dinidir: Mete Han Gök Tengri’nin tek tanrı olduğu bir dini kabul ederken, babası çok tanrıcılığı savunuyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün ise eşsiz yönü ilk defa birey inşasına önem veren lider olmasıdır. Bütün Türk liderleri devlet ve toplum inşasına önem verirken sadece Atatürk birey inşasına önem vermiştir. Yaptığı devrimler toplumsal olsa da sonuç olarak bireyin inşası, gücü ve değeri üzerinedir. Atatürk; zeki, eğitimli, bilinçli bireylerden oluşan bir toplum istemiştir.

İşte bu nedenle çok özel bir yerdedir, bu nedenle halkın mezar yerini ve ölüm tarihini bildiği tek liderdir. Mesela padişahların çok hayranı vardır ama sokağa çıkıp sorsanız yüz kişiden biri belki mezar yerlerini bilir, ölüm tarihlerini ise bilen çıkacağını sanmam. Atatürk, Türk insanına birey olarak değer vermiş, sonuç olarak da Türk liderleri arasında benzersiz olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk çökmek üzere olan bir imparatorluk da doğmuştu. Osmanlı imparatorluğu II. Mahmut’tan beri batılılaşmaya çalışıyordu. (Hatta bu nedenle Kemalizm’i, II. Mahmut’tan başlatanlar vardır) Selanik’te doğan bir çocuğun imparatorluk başkentine gelişi ve subay olması için yetiştirilmesi önemli bir süreçtir. Zira ne kadar subay varsa, çöken imparatorluk üzerine o kadar fikir vardı. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ın anılarına göre, genç harbiye öğrencisi imparatorluğun hataları üzerine kafa yoruyordu. Okullarda bize Atatürk neredeyse kusursuz biri olarak resmedildi. Bu hataydı zira kusursuz birini örnek almak zordur. Okul sonrası süreçte Atatürk’ü incelerken onu daha insan kılan bilgilere ulaştım, bu da gözümde değerini yitirtmedi, aksine daha çok sevdim.


Genç Mustafa Kemal okulda birkaç arkadaşı dışında sevilmeyen, inatçı biri. Enver Paşa ile aynı dönemlerde savaştan savaşa koşarken uzun süre onun karizması ve liderliği nedeniyle dışlanıyor. Enver Paşa genç yaşta devletin başına geçerken, Mustafa Kemal Paşa en zor cephelerde mücadele ediyor. İttihat ve Terakki içinde de sevilmiyor. Hatta öldürmesi için birini görevlendiriyorlar. Atatürk hedeflerini çok önceden belirleyen ve bunları gerçekleştiren biri, bana en ilginç gelen olaylardan üçünü anlatmak isterim: 1 - Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Atatürk bir görevle Berlin’e gider. Dönüş sırasında böbrek rahatsızlığı nedeniyle bugün Çek Cumhuriyeti sınırları içinde kalan eski adı Karlsbad olan Karlovy Vary’de hastanede kalır. Bu hastanede aldığı notlarda Türkiye cumhuriyeti ve sonrasında yaptığı bütün inkılapları yazdığı görülmektedir. Yani mutlak yenilgiye giden bir savaş sırasında, vatandan uzak bir hastanede böbrek rahatsızlığı içindeyken bile geleceği planlamıştır. Birkaç yıl önce böbrek taşı düşürmüş biri olarak verdiği acıyı çok iyi bilirim. 2 - Atatürk ile fazla bilinmeyen başka bir olay ise Kurtuluş Savaşı’nın planlamasıyla ilgilidir: İstanbul işgal altındadır, Atatürk Şişli’de bir ev tutmuş ve arkadaşlarıyla burada buluşmaktadır. Herkes onun Harbiye Nazırlığı’na atanmasını beklerken Atatürk’ün planları çok başkadır… Eskişehir’de bulunun ordunun komutanı olan arkadaşı Fuat Paşa’ya silahlarını işgal kuvvetlerine teslim etmemesini ve Ankara’ya çekilip kendisini beklemesini söyler. Ankara’nın tarihsel bir önemi vardır, bizim Anadolu Beylikleri dediğimiz dönem esasında Ahi teşkilatının hakim olduğu bir dönemdi ve başkenti Ankara’ydı. Daha sonraları Osmanlı toplarını Ahi teşkilatına ateşlemiştir. Yani Atatürk’ün Ankara’yı merkezi seçmesi tesadüf değildi.

mücadelenin

3 - Atatürk ömrü cephelerde geçen bir askerdi, aksiyon adamıydı. Mücadele edeceği bir süreç varsa çok dinamik olur, günlerce birkaç saatlik uykuyla çalışırmış ama hareketsizlik içindeki dönemlerde kendini salarmış. Yani onu ayakta tutan savaşlar ve inkılaplar olmuş. *** Başta da dediğim gibi Atatürk bir imparatorluğun çökme döneminde kendi çözümleri olan birçok insandan biriydi. Belki de en az şansı olandı, tutuklandı, yaralandı, öldürülmek istendi, cephelerde savaştı, hastalıklarla mücadele etti ve sonunda hayallerini gerçekleştirdi. Kemalizm’in birçok tarifi vardır ama o benim için Türk tarihinde birey inşasına yönelik, kendini geliştirme özelliğine sahip tek yazılımdır.

- Orkun Uçar ***Sayın Orkun Uçar’a bizi bu konuda kırmadığı için teşekkür ediyoruz.


Yarısı Yarına Her Şeyin Sen bana bakıyorsun ya yağmur oluyorum Sokak sokak temizliyorum başıbozuk yürüyüşlerimizi Bir çay söylüyoruz sonra Sanki her dem iyiye güzele Yakasından tutup atıyorum Tüm fenalıkları tüm üzmekleri Zaman geçtikçe Biz gelecekten bahsettikçe İçimde bir yerde yalnız kalmanın ihtimali Öyle bakıyorum yüzüne Gökyüzü griye vuruyor kendini Masanın tam ortasında bir yalnızlık büyütüyorum Sen konuşmaya devam ediyorsun Çay tükenmeye Gelecek ne getirir ki sanki? Ne getirmiş dünler bugüne ki Dilimizde böyle olmayacak bir mutluluğun ihtimali İçim almıyor bulut oluyorum Darmadağınık Gökyüzü yağmura vuruyor kendini Sen konuşmaya devam ediyorsun Gözlerinde trenler çekip gitmeye Bir iyilik hoşluk götürüyor her yeri Yarına kalmayacak gülüşmelerimiz masalar dolusu Bu anı saklıyorum kendime Bir parça ekmeği yarıya bölen çocuklar gibi Yarısı yarına diyorum Anılarıma saklıyorum seni

Özge Özdemir ozgeozdemir@kulturcikmazi.com


Denize Karşı Akdeniz gibiydi sana aşkım… Cömert, beyaz pamuklarla kaplı Serzenişlerin, dalgaların hırçın vuruşlarıydı. Dökülmemiş incilerimiz vardı çakıl taşları arasında. Bir çocuk gülüşüydü aklıma dokunuşun. İki sevgilinin manzarasıydı kırgın. Betimlemelerin en tarifsizi, Renkli hayatların gri tonlarıydı sana yazdıklarım. Suya düşen bir şavksa gülüşün Paçaları toplanmış bir denizci hikayesiydi benim ki…

Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 2: Beş Para Etmeyen İnsanlar - Se-sen… Kimsin? Telefondan gelen kesik sinyal sesi kulağında çınlarken, kadının cansız bedenini bir sedyeye yatırdılar. Poyraz olan biteni donmuş bir halde izlerken elindeki ahizeyi bırakmayı bile akıl edemiyordu. Bir süre olduğu yerde kalakaldı. Gözlerinin önü kararmaya başladığında düşmemek için telefon kulübesine tutundu. Tüm bu olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Vahşice öldürülen kadına, bir ankesörlü telefonu ilk defa çalarken görmesine ve telefondaki kişinin ona sorduğu soruya… Elindeki ahizeyi yerine koyduktan sonra duvardan destek alarak yürümeye başladı. Yavaş yavaş kalabalıktan uzaklaşıyordu. Ama bir yandan gözünün ucuyla o üç adamın olduğu yere doğru bakıyordu. Çemberin diğer yanına ulaştığında ağlayan iki kızı gördü. Öldürülen

kadının yakını olmalıydılar. Merakına engel olamadığı için adımlarını yavaşlattı ve incelemeye başladı. Kızlardan birinin yüzünü görebilmeyi o kadar çok istiyordu ki. Neden böyle takıntılı olduğuna isyan etti. Tam o esnada kızlardan biri başını kaldırıp etrafına bakınırken göz göze geldiler. Bir anda ne yapacağını bilemeyip bakakaldı. Gözlerini kaçırmayı istiyordu ama bunu yapmasına engel bir şey vardı sanki. Kızda hala ona bakıyordu. Hayalet görmüş gibi Poyraz’ın gözlerinin tam içine bakıyordu hem de. Poyraz sonunda arkasını dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladı. O kızı daha önce nerede gördüğünü hatırlayamıyordu. Ama içinde bir yerlerde tanıdığına dair bir his vardı. Bütün bu düşünceler içinde metroya ulaştı. Artık iş yerine gittiğinde nasıl bir açıklama yapacağını düşünmeliydi.


*** Kendine geldiğinde suratının altındaki ajandanın telleri yanağında derin izler bırakmıştı. Yavaşça yüzünü kaldırıp saatine baktı. Öğle arasının bitmesine on dakika kaldığını görünce bir küfür savurdu. Uykusuz geçen üç günün ardından iyice dengesinin bozulduğunun farkındaydı. Ama her akşam gözlerini kapatır kapatmaz onu görüyordu. O kadın her gece rüyalarının bir köşesinde duvara yaslanmış kanlar içinde duruyordu. Boş göz yuvarlarından akan kanlar sanki onun üzerine damlıyorlardı. Bu tatsız düşünceleri kafasından attıktan sonra kalan son iştahıyla çekmecesindeki sandviçi çıkarıp büyük bir ısırık aldı. Arkadaşları onu uyandırmadan öğle arasına çıktıkları için koca ofiste tek başına kalmıştı. Bu ofisi hiç bu kadar sessiz hatırlamıyordu. Tam yine düşüncelere dalmak üzereydi ki, koridordaki ayak sesleri dikkatini dağıttı. İçeri girenler sanki Poyraz yokmuşçasına önünden geçip masalarına oturdular. Herkes yerli yerine geçtikten sonra tekrar mesai başlıyordu. Ama bir gariplik sezdi. Cam kenarındaki masa boş kalmıştı. Kafasını kaldırıp masaya doğru baktıktan sonra “Cevdet her zaman ki gibi keyif yapıyordur” dedi içinden. İş yerinde Cevdet’i hiç kimse sevmiyordu. Patronun yakını olduğu için sabahları geç gelir, öğle arasından yarım saat geç döner ve hatta akşamları herkes çalışırken o izin alıp erkenden evine giderdi. Poyraz daha fazla aklını meşgul etmek yerine elindeki sandviçini hızla bitirip önündeki işlerine döndü. Aradan bir iki saat anca geçmişti ki, koridordan gelen sesle irkildi. Muhasebe departmanındaki Aysel içeri girdiğinde titreyen elleriyle gözlerini silmeye çalışıyordu. Bütün bakışlar üzerinde toplanmış ondan bir açıklama bekliyorlardı. - Cevdet Bey ölmüüşşş!! Ofis bir anda buz kesmişti. Bir anlık bakışmalardan sonra herkes koltuklarından fırlayıp koridordaki kalabalığa karıştı. Poyraz

aşağıdan gelen sesleri takip ediyordu. Basamakları bir bir inerken kalbinin atışını şakaklarında hissediyordu. Otoparkın kapısının oradaki kalabalığa ulaştığında insanları yararak ön saflara ilerledi. Çığlık atan iki bayanı daha geçtikten sonra otoparkın o egzoz kokusunun sindiği havasını ciğerlerine çekti. Yanılmıyorsa 6-7 kişinin önünde durduğu araba Cevdet’in arabasıydı. Korkak adımlarla onlara doğru yaklaştı. Az sonra göreceği şeylerin heyecanıyla terlemeye başlamıştı. Yanlarına geldiğinde ilk önce gördüklerini algılayamadı. Kafası allak bullak olmuştu. Bir süre daha gözlerini kırpmadan baktıktan sonra karşısında duran şeyi yeni yeni anlıyordu. Cevdet yere oturmuş ve öne doğru eğilmiş şekilde duruyordu. Sırtı onlara dönük bir şekilde oturuyordu ancak öldüğünü anlamak çok da zor değildi. Çünkü sol eli karın boşluğundan girip sırtından çıkmış bir şekilde duruyordu. Sanki kolu kendine saplanmış gibiydi. Oturduğu yer kurumuş kanıyla kaplıydı. Sırtından çıkmış elinde ise bir şey tutuyordu. Poyraz o ürkek tavırlarını bir kenara bırakıp merakının baskın gelmesiyle daha da yaklaştı. Keskin kan kokusu genizini yakıyordu. Cevdet’in avucunda tuttuğu şeyden damlayan birkaç damla kan ayakkabısına düştü. Eğer yanılmıyorsa Cevdet kendi karaciğerini elinde tutuyordu. Bir anda nefes alamadığını hissetti. Üç gün arayla ikinci kez birinin cesedine bakıyordu. Geriye doğru attığı birkaç adımdan sonra kalabalığı yarıp gelen polisleri gördü. O gün kadının cesedini inceleyen uzun boylu polisi hemen tanımıştı. Bir süre göz göze geldikten sonra iki polis de hemen cesedi incelemeye başladılar. Arkadan gelen beyaz kostümlülerden biri uzun boylu olana bir çift eldiven uzattı. Komiser olduğunu düşündüğü uzun boylu adam eline taktığı eldivenle Cevdet’in avucundaki ciğeri kaldırdı. Poyraz olan biteni nefes bile almadan izliyordu.


Cevdet’in avucundaki pıhtılaşmış kanın arasında bir şey gördüğünü fark etti. Her ne kadar kana bulanmış olsa da bütün parlaklığıyla işte buradayım diyordu. Komiser de aynı şeyi gördüğü için tekrar cesedin yanına eğildi. Avucundaki parlak şeyleri alıp bir süre inceledikten sonra yanındaki memurdan delil torbası istedi. Elindekilerini torbaya atarken tek tek sayıyordu.

Hemen karşısındaki bir çift gözde komisere eşlik ediyordu. Poyraz gördüğü şeylerin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Tam beş tane Osmanlı sikkesi… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Dört Yarım Hikaye Bu terkedilmiş harabede, yıkık taş duvardaki tek bir çiviye asılmış, tek bir eski ceket; kimin yarım kalmış hikayesi? Ceplerinde bitmemiş hikayeler, güvelerden önce kimindi bu yarım kalmış ceket? Hepsinden çok merak ettiğim, benim de yarım kalmışlığım var mıdır böyle bir cekette, veyahut sigarada? Bir keresinde bir adam tanımıştım, sigarası yavaş aşkları çabuk biterdi. Ve çok içerdi. Siyah kaşe montunun ceplerinde hep şiir olurdu onun. Ben adını o şiirlerde eskittim. Genç bir kız vardı sonra, gözyaşı biriktiren. Ayaklarında yalnızlığın adımları, kuru yapraklara basardı. Ne çok isterdi, bir şiirde hitap olmayı. Rüzgara aşıktı. Genç bir

adam daha vardı, bir çocuk mu demeli. Hep en güvendiğim, en benim, en derin. Ve en zıttı bu söylediklerimin. Cepleri delikti, ne şiir ne gözyaşı tutardı, eğer kininden yer kalırsa biraz özlem biriktirirdi belki. Hepsi de yarım hikayelerin kahramanlarından en sonuncusu, belki de en ilki, yine genç bir adam. Leyla bilir onun hikayesini. Öyle ki, söyledikleri kadar söylemediklerini de bilir. Ah tek isteğim Leylasını bulması. O Leyla ben değilim. İşte başta bahsettiğim ceketin cebinden bu dört hikaye çıktı, bir masal olamadı. Hepsini işitip bildim. Gizlisini, söylenmişini, yaşanmışını bildim. Yine de sorsalar, aşktan bihaber yaşarım derim.

Merve Nur Doğan mervenurdogan@kulturcikmazi.com


Tabiat ve Mısralar Seni anlatırken; Yıldızlardan bahsettim, Göklerden, gökte duran dolunaydan Hatta güneşten bahsettim Fakat yetersiz tüm dünya, Ne kalemim anlatabilir seni, Ne de tüm tabiat.

Seni anlatırken; Özleminden satırlar karaladım bir miktar Bir miktar gözbebeklerini yazdım. Bir de omuzlarına dökülen saçlarını Tanrısal bir ışık gözlerinden saçılan Seni anlatmaya ne gözlerim yeterli Ne de şahit olan tüm tabiat.

Seni anlatırken; Rüzgarlardan bahsettim Maviden, yeşilden Hatta gökkuşağının; Dördüncü renginden. Fakat ne renkler yeterli kaldı Ne de tüm tabiat.

Seni anlatırken; Boşluklarda koştum bin fersah, Hatta milyonlarca deniz mili dahil, Anlatırken seni ne okyanuslar yeterli Ne denizler ne de sevdama tüm tabiat.

Seni anlatırken; Bir çocuğun tebessümünden ilham aldım, Bir seni yazdım birde sabah gülüşlerini Bir gözlerini yazdım birde gülümsemeni Fakat ne kalemim yeterli kaldı Ne de seni anlatmaya tüm tabiat.

Seni anlatırken; Mevsimlerden ödünç aldım aşkı Günlerden, aylardan, yıllardan Hatta bir asırlık harflerden, aşkı... Ne yüzyıllar yeterli anlatmaya seni Ne de asırlık sevdama tabiat.


Seni anlatırken; Umuttan bahsettim bir katre acıdan Kayıp bulutlardan söz ettim, Hırçın yağan yağmurlardan Hatta kayıp aşıkların, gözyaşlarından Ne yosun tutan yanaklar anlatabilir seni, Ne de ıslanan tüm tabiat. Seni anlatırken; Çöllerden bahsettim, kurak iklimlerden Gönlümün uçsuz bucaksız yalnızlığından Farklı bir kentten, Aynı gökyüzünü paylaşırken hem de, Aynı güneşten yoksun bir hayat sürerken Ne uzak iklimler anlatılabilir seni, Ne yağmurlarla süslenen tabiat.

Seni anlatırken; En çok kışı özledim, Gökyüzünden süzülen karlardan söz etmek Aşktan sevdadan, avuçlarımda Eriyen mutluluktan bahsetmek; Senden bahsetmek, bir ömür gözlerinden Bir mevsim beyazdan bahsetmek, saflıktan, Ve hala aşktan... Ne parkasız bir kış anlatır seni Ne kirlenmiş kar taneleri gökyüzünde. Ne de beyaza bürünmüş tabiat.

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com



Mutsuz Prens 19. yüzyıl Britanya’sına gerek eserleri, gerek özel hayatıyla damgasını vurmuş bir isimdir Oscar Wilde. İrlandalı yazarın bu ilginç ve dolu dolu hayatını bir nebze de olsa sizlerle paylaşmayı bu yüce isme -kendi adıma- görev bildim. 1854 yılında İrlanda’da eğitimli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Wilde’ın, Isola adında kendinden küçük bir kız kardeşi vardır. Eğitim hayatı boyunca birçok ödül alacak olan Oscar Wilde, bu başarılı eğitim hayatına evde başlamıştır. 9 yaşına kadar evde eğitim görmüş, daha sonra Kraliyet okuluna kaydolmuştur. Liseyi Trinity Koleji’nde okumuş, Berkeley altın madalyasını kazanmıştır. Bu sırada Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji’nden bir burs kazanmıştır. Bu okulda, hayatı boyunca yansıtacağı estetizmden etkilenmiş ve bu etki hayatının bir parçası olmuştur.

“En güzel eserim hayatımdır” diyen Oscar Wilde, 30 yaşındayken kraliçenin danışmanlarından Constance Lloyd ile evlenmiştir. Constance ile bu evliliğinden iki çocuğu olmuştur ancak, evlilik hayatı Oscar Wilde‘ın kişisel zevklerine uygun bir hayat değildir ve hiçbir zaman olmamıştır. O, Victoria Britanya’sının Londra’sını istemiştir. Her zaman göz önünde olmak, İngiliz snobizmine hitap etmek istemiştir. Paraya değer veren biri olmamasına rağmen Oscar Wilde, bu amacına ulaşmak için zengin çevreler edinmiştir. Oscar Wilde; sadece fikirleriyle ve parlak zekası ile değil, her zaman dış görünüşüyle de farklı olmuştur. Uzun saçları, kısa pantolonu, göğsündeki zambağı ve elinden hiç bırakmadığı ay çiçeği ile kendi görünüşünü figürselleştirmiştir. Farklı olmak onun doğasında vardır. O, istese bile sıradanlaşamaz. Ve işte Wilde, bu özellikleriyle kısa sürede Londra’ da dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış, amacına ulaşmıştır.


1891 yılında; Oscar’ın tek romanı olan “Dorian Gray’in Portresi” yayımlanmıştır ki bu roman, adını sürekli duyduğum Wilde ile tanışmamı sağlayan kitaptır. Oscar Wilde, yazdığı bir mektupta bu kitaptaki üç ana karakter için şu açıklamaları yapmıştır: “Basill Hallward; kendi hakkımda düşündüklerim, Lord Henry; dünyanın benim hakkımda düşündükleri, Dorian Gray; benim olmak istediğim kişidir “. Bu cümle her ne kadar kendi elinden yazılmış olsa da ben, Oscar Wilde’ın bu üç karakteri de bünyesinde barındırdığına inanıyorum. O, her zaman dış görünüşe ve güzelliğe önem vermiş, karısı için “Bir zamanlar hayran olduğumuz bembeyaz vücutları analığın öldürücü tesiri nasıl da değiştirip ruhun inceliğini lekeliyor. O halde bu yakınlığa nasıl olur da aşk denebilir?’’ demiştir. Wilde’ın hayranları olduğu kadar nefret edeni de bir o kadar çoktur. Fakat nefret ve hayranlık arasında ne denli ince bir çizgi olduğunu özümsemek için Oscar Wilde, bence, doğru isimdir. İlk bakışta kıyafetleri üstünde eğreti duran bu adamın konuşmaya başladıkça çok değişen, hayran kalınan bir etkisi vardır. Amerika’ya çok defa giden Oscar Wilde, burada konuşmalar yapmış ve birçok konferans vermiştir. Dönemin gazeteci ve editörlerinden Frank Harris, Wilde hakkında şunları söylemiştir; “Konuşunca bütün yüzü ifadesine katılıyor ve sadece ışık dolu, hararet saçan gözleri görülüyor ve müzik gibi ahenkli sesi duyuluyordu. O tam anlamı ile büyüleyiciydi”. Yine Wilde’ın konuşmalarından birinden çıkan Edgar Salters şu cümleyi kurmuştur: “Eğer bir fani tanrı gibi konuşmaya yeltenmişse; bu Oscar Wilde’dan başkası olamaz”. Paradoks, O’nun kitaplarında, konuşmalarında, hatta hareketlerinde dahi her zaman görülen bir kavramdır. Oscar Wilde, paradoks yapmaktan çok hoşlanmıştır ki her zaman zıtlıkları seven bir insan olduğu için buna şaşırmamak gerekir. Buna örnek olarak; Amerika’da konuşma yapacak olduğu bir konferansa gelen gençlerin onun gibi giyindiği

gördüğü zaman normal kıyafetlerle kürsüye çıkıp herkesi şaşırtmasını gösterebiliriz. Wilde’ın paradokslarına birkaç örnek daha vermek istersek ; “Sanat hayatı değil, hayat sanatı taklit eder.” , “Herkes benim fikrimde olunca, kendimin haksız olduğunu anlarım.” cümleleri, hatta ve hatta adında bile zıtlık barındıran “Hayat Ciddiye Alınamayacak Kadar Önemlidir” öyküsü güzel örnekler olabilir. Bu tarz paradoksları “dünyanın ben sandığı” dediği Dorian Gray’in Portresi karakteri Lord Henry’nin konuşmalarında da kitap boyunca sık sık görürüz.

Oscar Wilde ve Eşcinsellik Eşcinselliğin Avrupa’daki sosyal-kültürel tarihinin kırılma noktası, Oscar Wilde’ın 1895’te zindana atılmasıyla yaşanmıştır. Özellikle en çok konuşulan ilişkisi Lord Alfred Douglas ile olmuştur. 4 yıl süren bu çok mutlu ilişkiden Oscar Wilde daha sonra “sefil ve acıklı dostluğumuz” diye bahsedecek ve bu ilişkinin sanatını olumsuz etkilediği düşüncesiyle, sonraları bu ilişkiden pişmanlık duyduğunu söyleyecektir. 25 Mayıs 1895’te Oscar Wilde ahlaksızlık ile suçlanmış ve verilebilecek en ağır ceza olan 2 sene kürek cezasına çarptırılmıştır. Mahkemede Wilde‘ın Lord Alfred Douglas‘a yazdığı mektup delil olarak kullanılmış ve görüştüğü iddia edilen erkekler tanık olarak sorgulanmıştır. Çıktığı son duruşmada “Bu çocuğu kucakladınız mı?” sorusuna “Hayır. Bu çocuk maalesef son derece çirkin” cevabını vermiştir. Wilde, “İnsan kaç hayat yaşarsa, o kadar ölümle ölür.” demiştir ve bunu kendi hayatında da bizzat yaşamıştır. Londra’nın hayran kaldığı o muhteşem adam artık herkesin nefretle baktığı bir insan haline gelmiştir. Kitapları kütüphanelerden kaldırılmış, oyunları tiyatrolarda oynanmamaya başlamıştır. Mahkemeden sonra onun gibi giyinmek bile yasaklanmıştır. Hapishanede diğer mahkumlardan farklı bir muamele görmemiş, bir şeyler yazabilmek için kalem ve kağıdı bile ısrar üzerine sonradan elde edebilmiştir. Hapishanede kaldığı 2 sene içinde, karısını bıçaklayarak öldüren bir mahkumun idamını ve zindan koşullarını anlatan şiir kitabı “Reading Zindanı Balladı”nı yazmış, cezası bittikten sonra kitabı yayınlatmak için pek çok


kapı gezmek zorunda kalmıştır. En sonunda kitabı C.3.3 imzası(mahkumken ona verilen numara) ile yayımlanmış ve dünyada büyük yankı uyandırmıştır. Ancak Oscar Wilde, bir daha asla eskisi gibi olamamıştır.

Wilde’ın Ölümü ve Sonrası 30 Kasım 1900 tarihinde Wilde; Hotel d’Alsaceta ‘da menenjitten ölmüş, ölürken otel sahibi ve papazın yanında meşhur “ya bu duvar kağıtları gider ya ben” sözünü söylemiştir. Cenazesi bir halk mezarlığında yapılmış ve bu cenazeye 7 kişi katılmıştır. 1910 yılında yakın arkadaşı Robert Ross, Oscar Wilde’ın mezarını 10 sene uğraştıktan sonra ünlülerin gömüldüğü Paris’teki Pere-Lachaise mezarlığına nakletmeyi başarmıştır. Wilde’ın mezarı, 2011 yılına kadar hayranlarının bıraktığı öpücük izleriyle dolmuş, 2011 yılında zarar görmemesi için “öpücük geçirmeyen cam” ile kaplanmıştır.

Wilde, ölmeden önce Ross‘a yazdığı bir mektupta şunları yazmıştır. “Gerçek ki, çoğu zaman mutsuz olacağım, ama hala onu seviyorum. Yaşamımı yıkmış oluşu bile bana sevdiriyor onu. “Seni seviyorum çünkü beni yitirdin”, bu söz Anatole France’in Sainte Claire’in Kuyuları’ndaki nüvelerden birinin son cümlesidir ki korkunç bir sembolik gerçektir bu.” 1915’te Alfred Dougles , “Oscar Wilde and Myself” isimli bir kitap çıkarmıştır. Alfred’in bu kitabı için Oscar Wilde’ı yererek kendini haklı çıkarma çabası olduğu söylenmiş ve çoğu kişi bu kitapta yazılanlara itibar etmemiştir. Yazımı bu yüce insanın beni en çok etkisi altına alan Reading Zindanı Balladı’ndan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. “En ulu yön dünyada affın durduğu yöndür, İnsanlığın değeri tüm onunla ölçülür; Kim boynuna ilmeğin sarılmasını ister, Asılmayı düşünür, O celladın düğümü arasından gözüken, Göklere son olarak kim bakmayı düşünür?’’

Bu yazı için arkadaşım Dilan Ergür’e teşekkür ediyorum.

Gizem Köprülü gizemkoprulu@kulturcikmazi.com

Kaynakça: Oscar Wilde-Dorian Gray’in Portresi Oscar Wilde - Özdemir Asaf’ın Kaleminden Hayatı ve Reading Zindan Balladı Tarih Dergi 2014 Eylül Sayı:4 sayfa: 46


Istakoz Rengimi sorma bana Bazen maviyim bazen yeşil... Dilim de sessiz ıslık, Kahverengidir nağmelerim... Yerimi sorma... Dipsiz bir denizdeyim Ağ atıp ah alırlar Asıl zebanilerim mürekkebimdir... Gün yüzüne çıkardılar Fokur fokurdur cehennemim. Zehir/zemberek suda Kıskaçlarım değil, Çatırdayan ses tellerimdir... Şimdi İstanbul'da bir boğazdayım Tuzlu sahil kıyılarında bir sofra Yanık kokulu şarkıların kırağında O Güneş'e Rakı'yım. O Meze'ye Efkar!!!

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


Önce Kış Önceleyin Acıktım, doydum, acıktım, doydum, acıktım… Bu kadar. Kurtarıcı diyalektik düşmanı gözlerin Benimse gözlerinden uzak sözlerim vardı Önceleyin.

Sessiz bir kış gecesi biraz da derin Bu kadar tanıyabilirdi bir sokak lambası iki insanı Ve ancak bu kadar bıçak sırtı olabilirdi bir sevda. Yüzün mü bu kadar utangaç Yoksa utanç mı bu kadar yağmur dedin. Bense seni görmeden özlemiştim Sensiz bir kış gecesi Biraz da derin Şimdi acıkıyorum sonra yine doyuyorum sevdiğim Ay ışığı güneş ve yine ay Duraktaki insanlar yine buradalar Sensizlik kafesinde akan sokaklar var Bu kadar.

Furkan Bademli furkanbademli@kulturcikmazi.com


Görelilik ve Görecelik Üzerine Kelime manasına indirgediğimizde Görelilik: “Var olabilmek veya belirlenebilmek için bağıntı yolu ile başka bir şeye bağlı bulunma durumu, izafiyet”, Görecelik: “Bağıntılılık öğretisi, özellikle bilginin bağıntılı olduğunu ileri süren her türlü felsefe öğretisi, görececilik” olarak açıklanır. Görelilik Fizik alanında yaygınlaşan bir savdır, görecelik ise daha ziyade Felsefi alanda kullanılır. Bu iki kavramı aynı kap içine yerleştirip birbiriyle bağlantı kurularak açıklamaya çalışacağım bu makalede. İzafiyet Teorisi'ni, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olarak nitelendirilen Albert Einstein ortaya atmıştır. Görelilik kuramı olarak da adlandırılan bu teoriye göre uzay ve zaman bir algıdır. Diğer bir deyişle, mutlak zaman diye bir şey yoktur. Uzay ve zamanı algılama biçimimiz, nerede bulunduğumuza ve nasıl hareket ettiğimize bağlıdır. Buna göre bir cismin hızına ve konumuna (çekim merkezine olan uzaklığına) göre, zaman hızlı veya yavaş geçmektedir. Bir cisim hızlandıkça (çekim merkezlerinin yakınında) o cismin üzerinde zaman yavaşlamaktadır. Yani hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır, daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır. Einstein’ın ikizler deneyinde aynı yaştaki ikizlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri

ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda hızla seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Bir cismin hızının yanı sıra konumu da zamanı etkilemektedir. Genel Görelilik Kuramı, çekim merkezlerinin yakınında zamanın daha yavaş geçtiğini ispatlamıştır. Kurama göre, bütün var¬lıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekan, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekan hare¬ketle, hareket mekanla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri müstakil değildir, Ünlü fizikçi Stephen Hawking, bu gerçeği yine bir ikiz örneğiyle şöyle anlatmaktadır: "Görelilik kuramı mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi düşünelim. Diyelim ki ikizlerden biri dağın tepesinde yaşasın, ötekisi deniz yüzeyinde. İlk ikiz (yani dağın tepesinde yaşayan) ikincisinden daha çabuk yaşlanacaktır. Yani yeniden karşılaştıklarında öbüründen daha yaşlı olacaktır." Bilimsel olarak bir cismin zamanla, zamanın cisimle, mekanın hareketle, hareketin mekanla ve hepsinin birbiriyle bağımlı olduğu ispat edilmiştir.


Buradan hareketle bir bilginin farklı zaman, mekan ve kişilerce farklı algılanabileceği ya da değişebileceği gerçeği de ortaya çıkmış olmuyor mu? Bilimsel bir bilginin kanıtı mümkün oluyor da doğru ya da yanlış gibi kavramların da değişebileceği gerçeği de kesinlik kazanmış olmuyor mu? Friedrich Nietzsche’nin de (1844 – 190) dediği gibi “Doğrular ve yanlışlar yoktur, sadece yorumlar vardır.” Dolayısıyla her doğru ve yanlış kavramı aslında sadece yorumdur. Doğru ve yanlış kavramı göreceli olduğuna göre bu kavramların yerine yorum dememiz daha doğru değil midir? Farabi (870 – 951), insanın tanımını “alem büyük insandır, insan küçük alemdir” şeklinde yaparak, iki kavramın birliğinden söz etmiştir. İnsan ahlakının temeli ona göre bilgidir. Akıl, iyi ve kötüyü ancak bilgi yoluyla ayırır. Bu iki zıt kavramın ayrıştırılması bilgi yoluyla olur. Kişi bilgisi doğrultusunda ayrışımı daha sağlıklı yapar ve yorumunu da bu derece sağlam temellere oturtur. Yapılan yorum ne kadar sağlam temelli olursa zamana, mekana ya da kişilere göre yorum farkı az olur ve genel geçer yorum olarak belleklerde yerini bulur. Taki daha sağlam temelli bir yorum tarafından yıkılıncaya kadar. Örneğin Kuran-ı Kerim’in bugün elimizde binlerce tefsiri, meali vardır. Birçok konuda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu durumda hangi mealin ya da tefsirin daha doğru ya da daha anlaşılır olduğunu bilmek de akıl yoluyla bulunabilir. İslam Felsefesinden örnekle, İslam Felsefesinin kurucularından saydığımız ünlü Türk din bilgini Mâtürîdî (863 - 944) akla önemli bir yer veren İslam filozofudur. Matüridî, Kur'an'ın tefsiri ile ilgili olarak bizlere bıraktığı Te'vilat ül-Kur'an adlı tefsir kitabında ilk defa dirayet metodu nu kullanmıştır. Ancak Matüridî bu Kur'an tefsirinde tefsir kelimesini değil, te'vil kelimesini kullanmıştır. O'na göre tefsir Allah'ın kelâmından murad edilen şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat te'vil, kelimenin (lafzın) ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah'ı şahit gösterme ve kendi görüşlerini Allah'ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, görecelik söz

konusudur. Aklın sorgulanması ve bilinenlerin görecelik kavramı doğrultusunda bilindiği üzerinde durmaktadır. Görecelik kavramı örneklendirdiğim üzere gerek dini, gerek siyasi gerek sosyal hayatımızın temel ve vazgeçilmez bir kavramı olarak ortaya çıkmaktadır. Bilimsel bir bilgi olarak “Görelilik” kavramının değişme özelliği nasıl ki ispat edilmiş bir kavramsa “Görecelik” kavramının da değişme özelliği kesindir. He iki kavramı da aynı payda altında buluşturan iki temel özellik vardır; “Değişme özelliği ve Bağlantılı olma özelliği.” Zamanın ilerleyişi içerisinde gerek bilimsel olan bilgiler, gerekse doğru ve yanlış kavramları birbiriyle bağlantılı olarak değişebiliyor ve her geçen dakika eski bilinenler yeni olanlara karşı yenik düşüyorsa ezber bozma zamanımız gelmedi mi? Her bildiğimiz bilgiyi ve bize doğru ya da yanlış gelen bütün kavramları düşünce imbiğimizden tekrar tekrar geçirip, üzerinde yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu? Unutmamak gerekir ki her doğru her zaman anlaşılmaz ve hatta çeşitli bahanelerle çürütülmeye çalışılır. Bize düşen doğru ya da yanlış şekilde hükümde bulunmak yerine aklın süzgecinden geçirip kavramın değişme ve bağlantılı olma özelliğini de hesaba katarak yorumda bulunmaktır. Yorumumuzun doğru ya da yanlışlığı zamanın içinde kendini gösterecektir. Tek bir doğru olsaydı ve zaman içinde değişmeyecek bir kavram olsaydı eğer; Mevlana Celaleddin Rumi (1207 - 1273) doğru ve yanlış kavramları üzerine; “Doğru ve yanlış tüm kavramların ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağım.” der miydi? Her bir fikir; doğru ya da yanlış kavramlarının öncesinde ve bu kavramların ötesinde öncelikle yorumdur. Ve her yorum değerlidir. Doğru ya da yanlış olabilir, fakat her zaman değerlidir. Çünkü o bir fikirdir. Aklın ürünüdür. Saygıya layıktır. Sözü kısa kesmek gerek vesselam.

Mehmet Gökdoğan Misafir Yazarımız



“Hayal Meal” Röportajı Ve onlar modern doğaçlama tiyatronun temsilcisi olan önemli ekiplerden biri, Mahşer-i Cümbüş Hayalhanesi’nin emekçileri. Tiyatro sporunu, herkese tanıtmayı kendilerine görev bilmiş bir ekip “Hayal Meal”. İsterseniz bir araya gelişlerinden, doğaçlama tiyatro hakkındaki düşüncelerine kadar her şeyi onların ağzından dinleyelim. Kalabalık ve çok keyifli geçen röportajımızla karşınızdayız. Öncelikle teşekkür ederiz, bizi buraya davet ettiğiniz ve bu imkânı tanıdığınız için. - Biz teşekkür ederiz. - Eğer hazırsanız sizi tanımayla başlayalım. Hayal Meal topluluğu nasıl oluştu? İlk tanışma süreciniz ve bir ekip oluşunuz nasıl gerçekleşti? Bildiğimiz kadarıyla daha önce birbirinizi tanımıyordunuz. - Mahşer-i Cümbüş’ ün ara ara kurs alımları oluyor. Öğrenci alıyorlar yetiştiriyorlar vs. İlan açıldı kursiyer alınacağına dair. Biz tesadüf eseri hiç birbirimizden haberimiz olmadan başvurduk, burada elemeler yapıldı. Tabi ekibimiz biraz daha kalabalıktı ama zaman içerisinde işi olanlar gruptan ayrıldı ve şu an 6 kişi, 6. yılında devam etmekte. Yani 6 yıl önce bu zamanlar ilk defa buluştuk, buluşuş o buluşuş. - Bu süreçte mutlaka hedefleriniz olmuştur. Şimdiye kadar gerçekleştirdikleriniz nelerdir ve hala hayal ettikleriniz?

- İlk hedefimiz katılmaktı. Katılma hedefini başardık. Çünkü baya bir kalabalıktı, o kişilerin arasından seçilmek büyük bir başarı bizim için. Bunu başardık. İkinci hedefimiz devam etmekti, ettik. Üçüncü hedefimiz bir kitle oluşturmak, Hayal Meal’in tanınması, isteyerek severek gelen bir kitlemizin oluşmasıydı onu da elde ettik. Sadece İstanbul’da değil, bize mesela Ankara’dan “Aaa Hayal Meal mi?” diyen insanlar var. Bu bizim için çok gurur verici bir durum. - Aynen öyle değişik illerden tanıyıp Hayal Meal’i duyunca tepki veren insanlar var. Bu yüzden gururluyuz. - Benim eklemek istediğim bir şey var. Biz başlamadan önce Ayhan Taş bize bir şey söylemişti. “Televizyonda ve sahnede doğaçlama tiyatronun, uzun yıllardan beri unutulmuş bir geleneğin modern temsilcileriyiz ve tarih yazıyoruz” dedi. Bizim aslında birinci hedefimiz diyelim, o tarihin içinde yer almak. Hep aynı örneği verir çünkü “Belki bundan 100 yıl sonra bizden bahsedecekler.” der her zaman. Bizim en


azından birinci hedefimiz, asıl öznemiz o tarihin içinde 100 yıl sonra hatırlanmak. İkinci hedefimiz zaten zamanla spontane bir şekilde gelişir. - Yaptığınız iş “tiyatro sporu” olarak isimlendiriliyor. Tiyatro sporu nasıl bir oyun çeşididir ve amacı nedir? - Tiyatro sporu doğaçlama tiyatronun kısa formu. Müsabaka mantığına dayanan bir biçimidir. Grup ikiye ayrılır ve seyirciden alınan yönelimlerle doğaçlama oyunlar oynanır. Bu kısa doğaçlama oyunlarının sonunda seyirci puanlar ve oyunun sonunda bir kazanan bir kaybeden ya da beraberlik söz konusu olur. Gruplarımız her hafta değişiyor. Bazen kura çekiyoruz, bazen önceki hafta oynayanlara göre dağıtıyoruz. Bir de uzun biçim oynadığımız var. Yine seyirciden alınan yönelimle bu sefer uzun biçim, yani giriş, gelişme ve sonuç kısımlarının olduğu daha uzun bir şekilde grupların ayrılmadan müsabaka mantığına dayanmadan oynadığı bir oyun biçimi. Sene içerisinde inşallah onu da oynamayı düşünüyoruz. - Peki günümüzde tiyatronun teknolojiye yenildiğini düşünüyor musunuz? Sosyal medya olsun, tv olsun insanları çok oyalayan şeyler olmadı mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? - Ben kendi adıma söyleyeyim, tiyatronun teknolojiye yenileceğine inanan bir insan değilim. Evet, birçok şeyin önüne geçebiliyor teknoloji ama bu hayata nereden baktığınızla, hayattan ne beklediğinizle alakalı bir şey. Ne kadar zorlarsanız zorlayın bu sahnede bire bir yaşadığınız o alışverişi, teknolojinin hiçbir alanında yaşayamazsınız. Yani bu oyunu ne internetten izlerken aynı şeyi yaşayabilirsiniz, ne televizyondan. Bizim burada yaptığımız şeyin kahkahası da çok anlık bir kahkahadır. Yani tekrar tekrar izleyip, tekrar tekrar aynı kahkahayı atabilirsiniz ama hiçbir zaman burada ilk oluşan enerji gibi olmaz. Bu yüzden de teknolojinin tiyatroyu etkileyebileceğini düşünmüyorum. - Evet, artık klavye başında olan bir toplum olduk hepimiz. Bundan sonra gelecek nesiller için de bizim için de geçerli. Ama tiyatronun farklı bir tadı var. Burada insani bir sıcaklık ve insani bir

beklentinin karşılığı var. Ben o yüzden tiyatronun bu şekilde teknolojiyle savaşabileceğine ya da en azından yenilmeyeceğini, karşılaştırılmayacağını düşünüyorum. Ve doğaçlama tiyatro Türk insanının geleneğinden -meddahlıktan, orta oyunundan- gelen bir öz. Yani sadece doğaçlama tiyatro açısından baktığınız zaman asla teknolojiyle yan yana koyamayacağınız asla görüntülü konuşmayla kıyaslayamayacağınız bir şey. Şöyle örnek verebilirim, biz oynadığımız oyunları videolardan izlediğimizde hiçbir zaman aynı tadı almıyoruz. Çünkü buradayken karşımızda seyirci var, sizlerden aldığımız etkileşim var. Hep beraber bir duygu barındırıyor burada yaptığımız iş. Bu yüzden tiyatroyu tenzih ediyorum ama doğaçlama tiyatroya bakarsak teknolojide bunun yerini dolduracak bir şey yok. - Özellikle doğaçlama için konuşmak gerekirse, burada bizim yaptığımız şeyi hiçbir teknolojinin karşılayabileceğini düşünmüyorum. Burada bir anda uzayda oluruz, iki dakika sonra denizde oluruz. Çünkü ne kostümümüz ne dekorumuz var. Her şey o anda yaratılıyor. - Mesela bir dizi ya da film izlediğinizi düşünün. “Ya birde şu olsa, ya hadi birde şu olsa.” diye müdahale edebileceğiniz çok bir şey yok. Ama burada seyirci de yaratıyor. O yüzden teknolojinin doğaçlama tiyatroya bir etkisi olacağını düşünmüyorum. - Sizce doğaçlama tiyatroya eğitim sistemimizde yer verilmeli midir? Verilirse ne gibi katkıları olabilir? - Bence yapılmalı, eminim ki diğer arkadaşlarımda aynı düşüncededir. Buraya geldiğimizdeki bizle, şu anda ki biz çok farklı. Hayata farklı şekilde bakmaya başlıyorsun, bir özgüvenin oluyor, kalabalık karşısında konuşabilecek hale geliyorsun. Anında fikir üretebiliyorsun, çözüm odaklı olmaya başlıyorsun. Bunlar günlük hayatımızda da başka bir işte de bizim ihtiyacımız olan şeyler. Dolayısıyla ben çok isterdim, ben küçükken eğitim sisteminde böyle bir şey olsun ve böyle bir şeyi yapabileyim.


- Çok masum bir şekilde oyuna dayanan bir şeydir doğaçlama tiyatro. Çocukluğumuzda oynadığımız oyunun biraz daha bilinçli bir versiyonu aslında. Ve oyunun çocukların üzerindeki etkisini düşünürseniz, bir çocuğun bu kadar hem bedenine hem zihnine hâkim olmayı öğrenerek yetişmesi muazzam bir şey olurdu. - Gelecekte sizleri de tvde görebilecek miyiz? Mahşer-i Cümbüş bir dönem tiyatro sporunu tvde gerçekleştirmişti. Sizin planlarınızda da var mı böyle bir şey? - Küçük bir teklifimiz oldu ama tam olarak böyle değildi. Bir programa çağırdılar gittik, başka doğaçlama ekiplerde gitmiş. Ne onların ki oldu, ne de bizim ki oldu. Kanal istememiş aslında. Ama bir girişimimiz oldu doğaçlama açısından. Zaten doğaçlama dışında bir yere gideceğimizi de sanmıyorum. - Teklif gelirse değerlendiriyoruz ama şu anda kısa vadede baktığımız zaman önümüzde ne böyle bir teklif var ne de zamanımız var. Bir yanda BKM de yapıyoruz ve hepimizin kendine ait bir hayatı var, kendine ait bir işi var. Televizyon demek hepimizin bu işleri tamamen bırakması ya da kendi hayatımızdan fedakârlık yapmamız anlamına geliyor. Ama bizim doğduğumuz yer burası ve hepimiz burayı devam ettirmeyi kendimize bir görev olarak görüyoruz. Bize verilen emeğin karşılığını buraya gelen seyirciye bu mutluluğu yaşatarak karşılamaya çalışıyoruz. Teklif gelirse tabi düşünürüz ama bu şartlarda zor gözüküyor. - Sahneyle ilgili sormak istediklerimiz de var. Hayal Meal olarak nasıl çalışıyorsunuz? Doğaçlama tiyatro yaptığınız için prova gibi olayları oluyor mu? - Kabaca anlatırsak ilk olarak bir grup olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Artık burada hepimizin birbirine güvenebilir, dokunabilir hale gelmesi, kimsenin kimseden çekinmemesi gerekiyor. Yani ben bilmeliyim ki sahnede işler yolunda gitmezse arkadaşlarımdan biri gelip beni kurtarır. Bu güveni sağlamak ve sahneye alışmak için doğaçlamaya dair birçok ısınma çalışmalarımız oluyor. Oyunlara geçtikten sonra provalarda da yine bu oyunları bu şekilde çalışıyoruz, onlarda

hep doğaçlama oluyor. Doğaçlama tiyatroda sayılamayacak kadar çok oyun var ve biz bir kısmını sürekli kullanıyoruz, bir kısmını değiştirmeye çalışıyoruz mümkün olduğunca. Dolayısıyla provada da doğaçlama yapıyoruz ama o orada kalıyor. Keşke seyirci karşısında da denk gelseydi dediğimiz günler bile çıkıyor. Kısaca beynimizi sürekli sıcak tutarak sahnede sizden aldığımız yönelimlerle kurallara uyarak oyunumuzu oynuyoruz. - Hiç sahnede konsantrasyonunuzun bozulduğu bir an oluyor mu ya da işin içinden nasıl çıkacağım şimdi dediğiniz bir an? - Her işte olduğu gibi bizimde konsantrasyon sorunlarımız oluyor ama işin içinden çıkamayacağım korkusu asla aklımıza gelmez. Çünkü bizler doğaçlama yaparken sahnede bir kişi görünürüz ama aslında bir bütünün parçasıyızdır. Ben bilirim ki yapamayacağım ya da üstesinden gelemeyeceğim bir şey olursa arkamı kollayacak ve beni yere düşmeden tutacak bir oyuncu arkadaşım vardır. - Peki sizleri örnek alan ve doğaçlama tiyatro yapmak isteyen gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz? - Hayallerinizin peşinden gidin, sakın benim yaşım geçti ben artık yapamam demeyin. Bizim Hayalhanemiz’ de yaşı 40’ı geçmiş kursiyer öğrencilerimiz vardı. Yani doğaçlama yaşa, kültüre, etnik unsurlara dayanan bir iş değil; tamamen ortak noktada buluşma ve paylaşma işidir. Müziğe, sahneye ya da ışığa ihtiyaç duymadan bu sanatı icra edebilirsiniz. İçinizde yanan bir ateş varsa sönmeden yaymaya bakın. Ve icra ettiğiniz sanatı sosyal ortamlarda paylaşın, paylaşın ki diğer yapmak isteyenlere cesaret versin, ilham olsun. Bize ilham veren Mahşer-i Cümbüş’ tür. Eğer biz de birilerine ilham olabildiysek ne mutlu bize. - Bildiğimiz kadarıyla her cumartesi saat 20.30da Hayalhane’ desiniz. Bunun dışında standart tarihli başka bir programınız var mı ve buradan okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?


- Her cumartesi evimiz Hayalhane’ de 20.30 da oynuyoruz. Onun haricinde ayda bir kez saat: 21.30’da BKM Mutfak sahnede oynuyoruz. BKM deki bilet fiyatlarını biz koymuyoruz ama Hayalhanedeki bilet fiyatımız 10 TL dir. Eğer üniversiteler ya da çağıran kulüpler olursa oralarda da oynuyoruz.

- Öncelikle derginizde bize yer ayırdığınız için -hem de Nejat Uygur’un kapak olduğu bir sayıdasizlerle sonsuz teşekkür ediyoruz. Nejat Baba’nın bizde yeri çok ayrıdır. Okuyanlara da şunu söylüyoruz Doğaçlama Tiyatro seyircisi olduğu zaman ilerler büyür ve çoğalır, eksik olmayınız. Görüşmek üzere.

“Hayal Meal” ekibine bizi konuk ettikleri ve bu keyifli röportajı gerçekleştirdikleri için Kültür Çıkmazı ailesi olarak teşekkür ediyor ve bütün okuyucularımızı her cumartesi Hayalhane’ye bekliyoruz…

İlker Ardıç & Pakize Bektaş ilkerardic@kulturcikmazi.com pakizebektas@kulturcikmazi.com


Yeniden Selam Göçenlere Satırlarım mısralara dönüşüyor ya hani, İşte bu uzanmışlığın hazin bir dengesi; Kahrolmuş değiliz elbet, bitikte değil… Biliyorum ki rüzgârlar tekrardan esecek, Biraz daha tembelleşeceğim, bedenim donacak. Döneceğim belki, isteyeceğim o günleri; Donuk gözlerin yaşları beni de bulacak… Ama bileceğim, ah evet… Bileceğim; olmayacak. Ne kadar çırpınayım ki geliversin o yeşil düşler? Şimdi, biraz daha horlanan nasıllarda yaşıyorum, Bakıyorum öylece görüyorum, gülüyor bulutlar, İsterdim ki bağırabileyim; umudun umutsuzluğunda, İsterdim ki mavileneyim, asice yağan güneşte.

Ufuk Ali Kaftanlı Misafir Yazarımız


Ne Denir Ki Ne denir ki Muhabbetim suya olsun Konuşmama ne kızar ne de cevap verir Bakıp bakıp kendime konuşurum Hem gözyaşımı döksem içine hapseder Kadir bilir kıymet bilir Nedensizim Kanla karışık cümlelerim Satır aralarımda yara bantları Nefes nefese kelimelerim Ve sonu olmayan zarflarım var Ciğerim yağmur sonrası toprak kokusu İçime akıttım söyleyemediklerimi Dahili hafızam doldu artık Korkuyorum her şeyin buharlaşmasından Sen bana yetmedin de ben bana yettim Hem böyle hayallerim daha eğlenceli Olmayacak ne varsa düşü ne güzel Hem daha huzurluyum derken hep kendimi kandırmadım mı ? Yarınım için bir planım yok Olmadı da hiç Olmasını da istemedim ya zaten Üstüm başım geçmişin kalıntıları ayağıma takılı bir pranga demirim de paslandı sanki Bir limana yanaşıp değiştirmek istesem Yapamam Hem yenilenmek bana göre değil Eskiye dönük dünyam Bir yeni dünya da kaldıramam Yer yok omuzlarımda Muhasebesini sağlam tutan saçlarımın Karlar yağdı arasına Ne güzel derdi abim “Onlar yediğin kazıklar; yani tecrübe” diye İnanın ne kazık yiyecek ne de muhasebesini tutabilecek saçımda yok artık Tel tel dökülürlerken mısralarıma Kulağımda inceden bir ezgi “Kime diyem dertlerimi Öleyim mi söyle dağlar”

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Yara Kabuk deri arası mekiğim Şırıngayı sağlam yedim yine iyileşiyorum sanki Durun durun tuz dökmeyin irkilirim Hem acı veririm sahibime Yok olmaya hazırım lakin Kalır elbet izim Bakıldıkça hatırlatırım geçmişi Sonra bir el okşar beni ya da tam tersi İyi huyluyumdur aslında Acı tarafımda var elbet Zaten ya sevilirim ya da küfür yerim İşimde ustayımdır iyi nakış işlerim Çoğu kez “ömürlük” olurum Tabi sahibine göre de değişebilirim Hayat var oldukça ekmeksiz kalmam çok işim çıkar Hatta bazılarını elimin tersiyle iterim Beni taşıyabilecek kişi isterim Kabuğumu sökmeyecek bana hep üstten gülümseyecek Hep öyle olmasa da idare ederim Sert dokunuşlarda gözlerim dolar ve kanarım bazen Güller dökerim çevreme Kişiye göre bu, ya zif kokar ya da menekşe Sonra bir paçavrayla silinir selim ya da suya karışır şehvetim Düşündüm de bir aracım ben Hep bir başkasının yerini dolduran Ümitler yeşerince söküp atılan Bir köşede öylece bırakılan İş düşünce aranan bir dilenciyim Çünkü yine birine birisi “Allah versin” demiştir Ve ben zor zamanların yaveriyim İyi günde yüzüne bakılmayan bir yarenim.

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Geçmişten Günüme -Değişim(Bir garip deneme…) Bir sonbahar akşamıydı, bütün hissiyatımın bedenimden aykırı var olduğunu, bununla birlikte yaşanmış tüm anıların zihnimi yorduğunu sezdim. Yapmam gerekenin ne olduğunu kavrayamadan kendimi büyük bir arbedenin ortasında buldum. İnsanların gayelerinin çıkış noktası olmuştu zihnim ve bunu kavrayamıyordum. Sonra kâğıda sinmeye başladım, çöle düşen yağmur damlası kadar değerliydi bazıları için yazdıklarım. Ancak ben sadece beni sıkılmadan dinleyecek bir varlık bulduğum için yazıyordum.

verdiği acı, beni garip bir şekilde üşütürken, hayatımda hiç nefret etmediğim kadar tutkuyla seviyorum bu halimi.

Zamanla hayatın bize bırakacaklarını bilmeksizin yaşamanın, büyük bir acizlik olduğunu anladım. “Saniyeler sonrasını bilemeyen akıldan salisenin kıymetini beklemek gibiydi bunu kavramak.” Duygu karmaşasını yaşayan her insanın bunu kavradığına inandım ve konuyu klişeleşmiş iki kelimeyle bitirdim:

“İnsan nasıl olurda uğraşının nedenini ve amacını bilmez?” derken akıbetimin bana bıraktığı olumlu şey ise yazma isteğimin artması. Henüz hayata dair hissiyatımın zemini oluşmamış olmasından dolayı bu eylemim hakkında olumsuz yargılar büyütsem de yazıyorum. Yazıyorum, kendimi belirli ölçü ve kurallarla kısıtlamadan o an hissettiğim her şeyi sadece etik olmak kaydıyla yazıyorum. Yaşanmışlığın bana bıraktığı her olayı kalemle buluşturamasam da bunu sık sık yapıyorum. Çünkü sevdiklerimin beni yeterince anlamadıklarını benim de onlara kendimi anlatamadığımı düşünüyorum.

“ H E R N E Y S E ” ... İlaçlarımı bıraktım içmiyorum. Fakat kafamın içinde cihan-i endamda görülmemiş bir harp var sanki. Bunun yanı sıra yorgun şu halime hal veren bir bardak kahvenin boğazımdan geçerken

İçten içe kayboluşumun bana bıraktığı izdihamı yazarken ellerim titreyiş ile yavaşlatıyor kalemi. Düşünüyorum. Hiç olmadığım kadar kuşkuluyum ve cevap arayacağım onlarca soruyla hayatımı sınıyorum. Beni bu duruma iten şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Ancak bu denli yorucu bir düşünce ortamının içinde olmamın elbette bir açıklaması olmalı. Kendi kendime:


- Ah azizim hepimiz yaşamışızdır böyle zamanları değil mi? (Yukarıda bahsi denemelerimden birisi.)

geçen

yazı

ilk

Yıllar oldu değişime sürüklendim durdum beni anlamadılar, anlatamadım ve kâğıtları karaladım. Sonucunun mantıksız ve kavramsız olduğunu gördüğüm için bu denemeye müdahale ettim ve sonucunu sildim. Fakat bilmenizi isterim ki sevgili dostlarım hayat bizi bu tür anlarla karşılaştırdığında hepimiz ümitsiz durumlara karşı ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ama mutlaka bir uğraş, bir çıkış yolu buluyoruz. Ve zamana kapıldıkça bazı şeyler değişiyor. Güzel şeyler elbet yaşanıyor azizim… Gerçekçi olan birbirimizi anlamak için daha çok çaba sarf etmek. Ve empatinin gücünü anlamak.

Ümitsiz olmak kadar korkunç bir şey yoktur demiştim daha önce. Bu cümleleri benden işitmeniz inanın beni de şaşırtıyor. Belki de bu anlatacaklarımın artık değişeceğinin habercisidir kim bilir? Bu yazıyı paylaşmak istedim, Çünkü hangi yaşta olursak olalım bizi anlamadıklarını düşündüğümüzde sarılmanın gerçekten insana ümit gördüm. Edebiyat okumak, anlamaya değerli bir amaçtır.

insanların edebiyata olduğunu çalışmak,

Bir şairin yazdığı cümleler tüm insanlığındır. Novalis’in dediği gibi: “İnsan olmak sanattır.” Ve bende diyorum ki: “Sanat insan olanadır.” Sevgilerimle dostlarım Ümit sizinle olsun. Edebi kalın.

Hamid Yıldızgil hamidyildizgil@kulturcikmazi.com


Simit Kağıdından Mektuplar Köpüklü bir kahve içeceksin Haliç'e karşı gün doğarken. Adettendir deyip falına bakacaklar, Alın yazının gölgesi düşecek fincanına. 3 vakte bilemedin 4 vakte kadar haber alacaksın diyecekler. 3 dakika bilemedin 4 dakika sonra telefonun çalacak. Ellerin titreyecek arayanı gördüğünde, hapsettiğin gözyaşları boğazını tıkayacak. Önce duymak istemeyeceksin. Sonra dayanamayıp feryat figan bağırışlarına son vereceksin telefonun. Duyduğun her cümlenin sonuna asmak isteyeceksin kendini. Ama sadece sessiz harfler dökülecek dudaklarından. Karşıdan geçen 10.45 vapuruna takılacak gözlerin. Bir martı olup peşinden gitmek isteyeceksin. Tek derdinin sabah kahvaltısında simit yemek olduğunu hayal edeceksin. Sonra telefondaki sesin durgunlaşması dikkatini çekecek. Sessiz bir "Hoşçakal" duyacaksın. Günler, haftalar, aylar kısa metrajlı bir filme dönüşecek Sütlüce'nin tepelerinde. Ve sen kendi sesini duyup tanıyamayacaksın. Kısık bir "Elveda" çıkacak derinlerden, devamını sen bile duyamayacaksın. Gün, sevgilisini görebilmek için yükselirken, sen gözlerini kapatacaksın... Kalkıp ara sokaklarda kaybedeceksin kendini. Ayakların seni Eminönü'ne kadar götürecek, ister istemez o vapura bineceksin. İçinde bir yerlerde küllenecek anıların ve sen içine bile gömmeyeceksin onu. Son bir yardım isteyeceksin İstanbul'dan... Bütün külleri boğazına savuracaksın, Bir daha karşılaşmak istemediğinden çok uzaklara götürmesini umacaksın. Sonra kalemini hissedeceksin cebinde, çıkarıp bir simit kağıdına bu mısraları yazacaksın. Yazacaksın ki, gün gelip bulursa eğer... İşte o gün rahatlayacaksın...

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Ölüm Yakışır Gece’ye Gece bize döndü. Gece bizi övdü ve bize sövdü sonra. Gece ültimatomdu İttifaktı ve iltifattı aynı anda. Akıtamadıklarını Gün’e, Güneş’e ve ötelere (hatta daha daha ötelere) Geldi dolandı bize İçimize akıttı. Çıplaktı ve Gece çıplak olmaya tamamen karşıydı! İsyan değildi bu ihtiyaçtı Gece bir miktar özgürlüğe açtı. Huysuz bir eyleme Alelade bir söyleme Bulduğunu kaybetmeye Sonra tekrar, tekrar kaybetmeye açtı. Ama uyandı ya Gece sonra Bir kapı buldu İçeri girdi Baktı Ufkunu gördü, kısacıktı. Utanmadı bile. Gece gerçekten Tanrı’nın en büyük yanlışıydı.

Nazik Çam nazikcam@kulturcikmazi.com



Elvis Aaron Presley Kral, Rock and Roll’un babası, Elvis The Pelvis vs... Yazıma başlamadan evvel sizlerden bir istekte bulunmak istiyorum; başlığı gördüğünüz andan itibaren on saniye içinde Elvis Presley ile beraber aklınıza gelen –ve hayatta olmayan- ünlüleri sıralayın. Zannediyorum on parmağı geçmedi. İşte kral bu durumu nasıl sağlayabildi? Peki onu kral yapan neydi? Gerçekten çok tasasız bir hayat mı sürüyordu? Nasıl oluyor da ölümünün üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ sevilebiliyor? Kibir ve tevazu arasındaki denge, ona bahşedilen bir lütuf muydu? Yazımızda bunun gibi birçok soruya daha cevap vermeye ve Elvis’in nasıl bu kadar akılda kalabildiğinin örneklerini sunmaya çalışacağım. Şunu da belirtmeliyim ki; kırk iki yıllık hayatına dünyaları sığdırmış bir idolü “birkaç” sayfaya sığdırmaya çalışmamız ona ancak duyduğumuz saygı ve hayranlığın göstergesi olabilir.

-Doğmuş olan sıradan bir bebek değildi8 Ocak 1935'te Mississippi'de iki odalı şirin bir evde Vernon ve Gladys Presley'in oğlu olarak dünyaya gelir. Çocukluğu aynı mahallede oturduğu büyük anne ve babası, halalar, kuzenler arasında eğlence içinde geçer. İkiz kardeşi Jessie Garon doğarken öldüğü için Elvis tek çocuk olarak büyür. İşte tam da bu noktada aklınıza: “Acaba ikizi ölmeseydi Elvis’i bugün tanır mıydık?”’ sorusu gelebilir. Elbette bu sorunun kesin bir cevabı pek mümkün değil, ancak işin enteresan boyutu hayatta kalan bebeğin büyüdükçe müzikal açıdan dünyayı değiştirecek olmasıdır. Konu başlığı burada değer kazanıyor. Çocukluk çağlarından itibaren kelimenin tam anlamıyla “müzik kutusu” haline bürünür. Elvis'in altıncı sınıftan arkadaşı olan James Ausborn onun için: “Müzik için çıldırıyordu... Konuştuğu tek şey müzikti” diyordu. İlk profesyonel deneyimi ise Mississippi Alabama'da bir radyo istasyonunun düzenlediği genç yetenekler yarışmasında; boyu mikrofona yetmediği için iskemle tepesine çıkıp şarkısını söyleyen ve ikinci olan bu şirin çocuğun cebine beş dolar


sıkıştırılmasıyla başlar. Sonrasındaki süreçte şöhret basamaklarını hızla tırmanan bu yakışıklı ve sempatik çocuğun, maddi durumu hiç ama hiç iyi değildi. Öyle ki; o bisiklet istediği halde, daha ucuz olduğu için ancak basit bir gitar alabilen yoksul bir ailesi vardı ve Elvis durumun farkındaydı.

-Briyantinli çocuktan uzak durunEnerji doluydu… Sürekli koşuşturuyordu… Tek isteği ailesini, daha çok annesini, bu yoksul yaşantıdan söküp almaktı. Bugün bile adından aynı heyecanla söz ettirebilen bir adam haline gelmek elbette kolay olmadı. Gerek yakışıklılığı ve karizması, gerekse spesifik tarzı, dansları ve müziğiyle baştan aşağı tasarım harikası olan bu adama 50’li yılların muhafazakar ve tutucu aileleri onun kontrolden çıkmış olduğunu düşünüp gereğinden fazla tepki gösteriyorlardı. Elvis ise üzerine yağan tepkilere oldukça masum bir şekilde karşılık verir; “Tüm bu karmaşa nereden çıktı inanın anlamıyorum. Ben sadece şarkı söylüyorum." Bunlar olup biterken o, müziğinden ve tarzından asla ödün vermedi.

“Rock’n Roll”dur. Tabi bu sırada Kilise müziği olarak geçen “Gospel”den de vazgeçememiştir. Artık onu durdurmak imkansızdı. Eminim Elvis kendisi için savaşan plak şirketlerinin bu durumunu elinde gitarı ve üst dudağını kullanarak yapmış olduğu o meşhur gülümsemeleriyle izliyordu. İşin tadını çıkarmaya başlayan cazibe abidesi elbette kararını kendisi veriyor ve istediği şirketle anlaşıyordu. 1955'e gelindiğinde "That's All Right Mama" ve "Blue Moon of Kentucky" müzik listelerinin zirvesine oturmuştu ve bu iki Ballad’ı gecikmiş bir doğum günü hediyesi olarak annesine hediye etti. 1956'da RCA'dan çıkarttığı “Heartbreak Hotel”, kralı listelerde ilk kez bir numaraya taşıdı ve parça 36 hafta bir numara olarak kaldı. Bunu "Hound dog" ve "Don't Be Cruel" hitleri izler. Böylelikle Elvis artık uluslararası bir üne ulaşmış ve bu durum da arz-talep meselesini doğurmuştu. Sesi, sempatisi, cazibesi ve sekiz çizdiği kalçalarıyla insanların aklını başından alan krala, sinema sektörü de kucak açmıştı.

-“Hollywood'a yakışan bir şey varsa o da bir Presley filmidir.”- (Hal Wallis) Aslında Presley’in beyazperde mazisi oldukça görecelidir. Otuz üç filmi olan Elvis için kimileri filmlerinin de en az müzikleri kadar başarılı olduğunu düşünürken, kimileri de başarısız olduğu kanaatindedir. Dergide çok fazla yer işgal etmemek açısından konuyla ilgili daha detaylı bilgiye sahip olmanız için: http://www.tersninja.com/john-lennonelvis%E2%80%99den-once-hicbir-seyyoktu/#more-712 linkindeki ELVISTURK Fan Kulüp başkanı Korkmaz Uluçay’ın yazısını okumanızı tavsiye ediyorum.

-Şöhret kapıları “kırılıyor”Çünkü en fazla böyle bir mecaz anlatmaya yeterli olabilir. Blues’u Güney’in müziği olmaktan çıkarıp tüm Amerika’ya yaymak isteyen prodüktörler Siyah’ın müziğini “Siyah” gibi söyleyecek bir “Beyaz” arayışlarındayken Elvis’in kapıyı tıklatması üzerine onu dinleyip 1954 yılında kontrat yaptılar. Zira bu üstün yetenekli çocuk “Zenci Gırtlağı” denilen şeyi hiç zorlanmadan kullanabiliyordu. Sonuç ise “Rhytm and blues” ile “Country and western” sentezinden meydana gelen ve belirttiğim gibi kendisinin babası olarak anıldığı tür olan

-Ordu zamanları ve anneye vedaElvis Presley, 1958 yılında -şöhretin getirdiği tüm imkanlara rağmen- Amerikan ordusunda askerlik yapar. Ordudaki görevi kamyon ve jeep şoförlüğüdür. Askerliği sırasında bir an bile hayranlarının kendisini unutacağını düşünmez. Ama yine de onları çok özler ve şöyle bir demeç verir; "Ordu beni tam bir erkek yaptı, bu yüzden mutluyum ama eve döndüğümde üstüne düşmem gereken birçok şey olacak. Amerikan kızlarını özledim..." Aynı yıl, aralarında müthiş bir anne-oğul ilişkisi bulunan (bu yüzden çocukluk yıllarında “ana


kuzusu” olarak görülmüştür.) hatta eski eşi Priscilla Presley’in “onun tek sevgilisi annesiydi” dediği ve Elvis’in tam tabiriyle “göz bebeği” olan Gladys Presley, Hepatit teşhisi konularak hastaneye kaldırıldı. Annesine refakat eden Elvis’in hayatındaki en üzücü anların başlangıcı bu hadisedir diyebiliriz. Birkaç saatliğine evi Graceland’a dinlenmeye giden krala annesinin ölüm haberi gelmişti. Yıkım… Annesini kaybetmesi onu derinden etkilemiş ve yasal uyuşturucular kullanmaya kadar sevk etmişti. Cenaze işlemlerinden sonra tekrar Almanya’ya birliğine dönen Elvis’in 1960 yılında terhis olmasıyla askerlik serüveni son bulur.

Çöküntü başlıyor… İlk ve son evlilik Elvis deyince istemsiz olarak çapkın, bütün bayanların hayallerini süsleyen, sonsuz albeni sahibi ve bir o kadar da vurdumduymaz bir adam olduğunu düşünebilirsiniz ve haklısınız da; Çünkü kral bunların hepsini yapmıştır. İtiraf etmek gerekirse dünyanın gelmiş geçmiş en yakışıklıları listesinde yer alan bu adama tatlı bir kıskançlık beslemeyen herkesin dürüstlüğü tartışılır. Ancak Elvis Presley hayatı boyunca tabiri caizse sular seller misali yalnızca bir kadına aşık olmuş ve onunla evlenmiştir. Kız güzeller güzeli Priscilla, erkek de yakışıklı mı yakışıklı olunca evlilik kaçınılmaz olmuştur. Üslubumun bu denli hareketli olması birazdan anlatacaklarımın ağır gelmemesi açısından gerekiyor. Zira her güzel şeyin sonunun olmasından ziyade tersine dönme durumu var bir de… Kısaca evlilik sürecine değinelim; Elvis’in askerlik yaptığı dönemlerde komutanının kızı olan Priscilla Beaulieu henüz on dört yaşındaydı ama yaşından oldukça fazla gösteriyordu. Kralın onu görmesiyle Priscilla’nın hayatı değişti. Elvis ise artık aşk sarhoşuydu. Askerliği bittikten sonra Priscila’nın ailesinden izin alıp onu Amerika’ya götürdü ve malikanesi olan Graceland’da birlikte yaşadılar. Elvis onu hediyelere boğuyordu. Son model otomobiller, paha biçilemeyen pırlantalar vb... Yedi yıllık bir ev arkadaşlığından sonra 1967 yılında Elvis ve Priscilla evlenmiştir. Bu evlilikten bir yıl sonra “Elvis gibi bakabilen tek insan” diye adlandırılan kızları Lisa Marie Presley doğmuştur. Kral artık karısı ve kızıyla mutlu bir hayat sürüyordu. 1968 yılında NBC

Özel’e çıkan Elvis’in neredeyse 10 yıl ayrı kaldığı şov dünyasına, 33 yaşındaki yeni imajıyla katılması, onu çok heyecanlandırdı. Hatta prodüktörüne, “yeniden benden hoşlanacaklarına emin değilim” diyecek boyutta. İşte kralın tekrardan listeleri kasıp kavurması bu tarihten sonraki birkaç seneye tekabül eder. Hikayemizin yürek burkan kısmı bundan sonra başlıyor. Tekrar yükselişe geçen ve bir yandan da annesinin ölümünden sonra fark etmeden yasal uyuşturucu müptelası olan Elvis, fazlasıyla paranoyak bir hale gelmişti. Elvis o günlerde kendisine hayran olan kalabalıkların onu öldürme planları yaptıklarını düşünecek kadar paranoya içindeydi... Bu yüzden hem sahnede hem de sahne dışında silah taşıyordu. Onu gece gündüz kuşatan koruma ordusuna karşın, bir taraftan da kendini savunabilmek için karate dersleri almaya başlamıştı. Sürekli partiler, yasal uyuşturucu olan antidepresyon ilaçları, çok fazla ünü kaldıramayan sorunlu ve huzursuz hayat onu şişman, hantal ve sürekli sızlanan biri haline getirmişti. Kader ağlarını yavaş yavaş örüyordu... Elvis’in saldırıya uğrama ve öldürülme takıntısı, bir süre sonra hayatının en acı tecrübesini ona vermeye hazırlanıyordu. Kendisinin yanı sıra Priscilla’nın da kendini koruması gerektiğine karar verdi ve ders vermesi için Mike Stone adında yakışıklı, genç bir karate hocası tuttu. Ne kadar ünlü olursa olsun, sürekli paranoyak bir adam...


Öldürülmekten korkan, huzursuz yaşayan, ilaç alan, depresyondan çıkamayan bir erkek... Sevgilisine sevgi ve aşk vermekten annesinin ölümünden sonra kendisini yönetemeyen bir adam...

çok, tam

babasını çok sevdiğini ama onun çok meşgul biri olduğunu ve bunun onu korkuttuğunu açıkladı. Lisa Marie, “bana hep ‘düğme kafa’ diye hitap ederdi, Lisa’yı ise sinirli olduğunda söylerdi” dedi. Sevgililerine ve uyuşturucu kullanımına rağmen, ölene kadar çok yakın olduklarını da ifade etti.

Karate hocasıyla genç karısının arasındaki derslerin nasıl geçeceği belli olmuştu. Çok geçmeden dersler kontrolden çıktı. Priscilla hayatında ikinci kez aşık oldu. Bu konuda Elvis’e karşı dürüst ve açık olmaya karar verdi. Elvis’e “Bir başkası için ve daha basit bir yaşam biçimi için onu terk edeceğini” söyledi. Nitekim genç kadın, Elvis’in Gracelands’teki müthiş malikanesini terk ettiğinde şöyle diyecekti: “Büyümek istiyorum...”

istiyorum.

Bir

şeyler

yapmak

Elvis, Gracelands’teki evinde neredeyse izole ve münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Priscilla’yı ondan çalan adamdan, Mike Stone’dan intikam almanın yollarını arıyordu. Öyle kızgındı ki sevilen dizi San Francisco Sokakları’nda aktör Karl Malden’ın oynadığı Mike Stone adlı karakteri gördüğünde silahlarından biriyle televizyon ekranına ateş etmeye kalkışıyordu. Yardımcıları o televizyon izlerken tetikte bekliyorlardı. Bir gün ilaçlardan iyice sersemlemiş bir haldeyken korumalarına Mike Stone’u öldürmelerini emretti. Ama bu isteği gerçekleşmedi. Konsere gitmeyeceği zamanlarda yatağından çok nadir çıkar; anne sevgisinin verdiği huzura çocukluğunun güvenli ve sıcak dünyasına dönüşler yaşardı. Böyle zamanlarda gerçek dünyadan elini eteğini çekiyor, kullandığı uyuşturucularla acısını hafifletiyordu. Elvis ve Priscilla, Ocak 1973’de boşandı. Priscilla asla birbirlerinden nefret etmediklerini söyledi. Elvis’e göre Priscilla, onun yetiştirdiği bir çocuktu. Lisa Marie’da hiçbir zaman boşanmış çocuk sorunlarını yaşamadı. Lisa, annesi ve babası için: “sürekli görüşür, telefonla konuşurlardı, okula veli günüme gelirlerdi” dedi. Elvis’in boşandıktan sonra bile çok ilgili bir baba olduğunu söyledi. 1988 Aralık’ında LIFE dergisine,

-İlerleyen günlerde ElvisSizleri bunalttıysam özür dilerim ancak sonrasındaki süreçte Elvis’in ruh halini anlamanız bakımından vermem gereken bilgilerdi… Bayan erkek farketmeksizin kendinizi bir an kralın yerine koyacak olsanız sizin hayata karşı duruşunuz nasıl olurdu? Bir yandan herkesin bildiği o gösterişli ve varlık içinde geçen bir yaşam, diğer yandan yine herkesin olaylar yaşandıktan çok sonra öğrendiği meseleler… Kalabalık içinde yalnızlık… Otuz yaşını geçmesine rağmen hâlâ tam olarak büyüyemeyen ve çareyi farklı yollarda arayan bir ikon… Yine müzik, daima müzikti onun hayata tutunmasını sağlayan şey… 1973’de Elvis, yakaları kalkık ve rengi beyaz olarak klasikleşecek giysisini giyerek bir show yaptı. 1970’lerin başından itibaren performansı gitgide düşmeye başlamış, iyice kilo almıştı. Sağlık sorunları nedeni ile hastaneye kaldırıldı. Ama bu sorunlar onu ne uyuşturucudan, ne de kadınlardan uzak tutamadı. Aşık olduğu yegane kadın olan Priscilla’dan önce de sonra da diğer kadınlarla ilişkileri devam etti. Şarkıcı Kathy Westmoreland, onu küçük bir çocuk olarak tanımlayan Joyce Bova, Linda Thompson sevgililerinden sadece birkaçıydı. Kısacası annesinin ölümüyle başlayan problemler,


eşinin terk etmesiyle artarak devam etmiş ve Elvis’i bambaşka bir kişilik karmaşasına itmişti.

-Kibir ve Tevazu arasındaki dengeTüm yaşadığı bu olumsuzluklara rağmen Elvis’te değişmeyen tek husus onun insancıl yönü olmuştur. Daima hayırsever ve cömert bir yapıya sahipti. Artık kendisinin çığır açan bir sanatçı olduğunun farkındaydı ve henüz yaşarken bile taklitlerinin sayısı epeyce fazlaydı. Fakat bu durum onu hiçbir zaman megaloman bir müzik adamı yapmadı. Sonsuz şöhretine rağmen yeni tanıştığı insanlara “Merhaba, Ben Elvis Presley” diyecek kadar mütevaziydi. Hayranları ondan tişört ve gömleklerini istediğinde gönüllerde taht kuran cümlesini söyleyivermişti: “Hayranlarım benden tişörtlerimi istiyorlar, tabi ki alabilirler. Zaten sırtıma onlar taktı…” Şimdi de sizlerle Elvis’in Norfolk Scope, 20 Temmuz 1975 konserinde yaşanmış olan bir anıyı paylaşayım. Gerçekten Elvis'in insani yanını, çocuklara sevgisini, merhametli oluşunu ve mükemmel kişiliğini gösterir nitelikte; Elvis şarkı arasında etrafta şaka yapıp, fular dağıtırken sahnenin en solundaki ayakta duran küçük kızı fark etti. Yürüyerek dolaştı ve kızın yanına giderek diz çöktü. Kızın kör olduğunu fark edince, Elvis ellerini tuttu ve onunla birkaç dakika konuştu. Mikrofonu ağzından uzak tuttuğu için dedikleri duyulmadı. Sonra fularını öptü ve iki gözüne dokundurdu. Ve bitirdiğinde Elvis fuları çocuğun boynuna sardı ve kıza uzun uzun sarıldı. Cömertliği demiştik bir de ya, hiç tanımadığı hayranlarına bile arabalar, evler, pahalı saatler ve çeşitli hediyeler verecek kadar eli açık yaşamıştır. “O kadar param olsa ben de yapardım” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette neden olmasın ki… Fakat benzer şartlara sahip onca varlıklı insan içinde bunun bir örneğine daha pek rastlayamadığımız da aşikar. İşte Elvis Presley’in nasıl ve niçin bu kadar sevildiğinin göstergeleridir bu ayrıntılar.

-42 senelik bir esintinin son buluşuÇok bitkindi… Çocukluk dönemlerinden sonra maddi olarak hiç sıkıntı çekmemiş olsa da manevi sıkıntıları onu ziyadesiyle yordu. Yılgındı… İnsanların suiistimalleri, hakkındaki spekülatif haberler, menajerlerinin onu para kazandırıcı bir

meta olarak görmeleri ve daha da kötüsü bunun farkına varıp artık uğraşacak enerjisinin kalmadığını hissetmesi… Ve öylece bekleyen, yalnızca şarkı söyleyen ve o derin bakışlarının ardındaki masumiyeti hiç kaybetmeyen bir adam… Son dönemlerde çevresindekilerin onunla serveti için beraber olmaları ve yine de onlara gülümseyen bir kral... Kral olabilmek kolay değildir dedik ya sanırım bir nebze de olsa hak vermişsinizdir. Hayranlarının zevk ü sefa içinde sandığı bu koca adam son dönemlerinde evinden çıkmaz olmuştu… Fazla kilolarını kafaya takmamaya çalışsa da, yanında yapılan espriler onun sürekli gençlik fotoğraflarını aramasına neden oluyordu. Tam bir içe kapanış evresi yaşarken artık sona gelmişti… Elvis ertesi gün olmayacaktı… 16 Ağustos 1977'de, saat 02:30'da, Memphis Graceland'deki evinin banyosunda hayata son bakışını attı. Okumayı çok seven Presley’in öldüğünde yanında Scientific Search for the Face of Jesus" (İsa Üzerine Bilimsel İnceleme) adlı bir kitap vardı. Kralın ölümü üzerine çok fazla senaryo vardır; "Baptist Memorial Hospital", rock and roll'un gelmiş geçmiş en büyük efsanesinin kalp krizi geçirdiğini açıklar. Bir diğeri ve daha çok intihara benzeyen; içinde Quaaludes, Seconal, Demerol ve Valium‘un da olduğu 14 farklı uyuşturucunun garip bir karışımını yutmasından dolayı kalp krizi geçirmiş olma ihtimalidir. Diğer senaryo ise; Elvis Presley’in, kronik kabızlığının neden olduğu kalp krizinden öldüğü öne sürüldü. Özel doktoru Nichopoulos’a göre Elvis, rahatsızlığı nedeniyle sahnede sık sık kazalar yaşıyor ve üzerini değiştirmek zorunda kalıyordu. Nichopoulos, sanatçıya bağırsaklarının bir kısmını kolostomi ameliyatıyla aldırmasını önerdi. Ancak Presley, bu teklifi reddetti. Nichopoulos, “O ameliyatı olsa hayatta olabilirdi” demiştir.


olduğunu anlatamam ama o öyle işte. Tarif edilemez. O sansasyonel, o heyecan verici. Phil Spector • Ne zaman canım sıkkın olsa bir Elvis şarkısı dinler ve çok iyi hissederdim. Paul McCartney • Elvis'i duyana kadar hiçbir şey beni bu denli etkilememişti. Eğer Elvis olmasaydı Beatles da olmazdı. John Lennon • Hollywood'a yakışan bir şey varsa o da bir Presley filmidir. Hal Wallis • Birçok sağlam adam geldi geçti. Taklitçiler türedi. Rakipler de yok değildi. Ancak sadece bir kral var. Bruce Springsteen • O, benzersiz bir sanatçıydı. Taklitçilerin arasında bir orijinal. Mick Jagger

-Ödülleri ve hakkındaki görüşlerRock N’ Roll, Country ve Gospel olmak üzere üç müzik türüne ait Yıldızlar Geçidi’ne (Hall of Fame) adını yazdırabilmiş tek sanatçı oldu. Dünyada albüm listelerine en fazla albüm sokma (40), en fazla altın ve platin plak ödülü alma (139) rekoru, gelmiş geçmiş diğer tüm müzisyenleri ve grupları geride bırakarak dünyanın en çok satan sanatçısı olma ünvanını kazandı. Öylesine sevildi ki, bugün bile dünya çapında halen aktif durumda ve gelmiş geçmiş tüm sanatçılarınkinden çok daha fazla fan kulübe sahiptir. 14 Grammy adaylığı ve 3 Grammy ödülü, 36 yaşında Grammy Yaşam Boyu Başarı Ödülü. • O Harika Bir İnsandı. Onun Gibileri Bir Daha Bulamayacağız. Onu Kaybedince Bir Anda Her Şeyimi Kaybettim Sandım. Michael Jackson • Elvis'den önce, hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu. John Lennon • Onun büyüklüğü hakkında hiçbir fikriniz yok, gerçekten yok! . Size neden çok yüce bir insan

• Bu oğlanın, her şeyi vardı. Onun bakışları, hareketleri, idareciliği ve yeteneği vardı. Ve O bizim ve birçoklarının beğendiği gibi bakmadı. O'nun konuşma tarzı, oyun tarzı... O gerçekten farklıydı. Carl Perkins • Ben, sadece onun bir hayranı değildim; ben onun kardeşiydim. O, benim iyi olduğumu söyledi; ben, onun iyi olduğunu söyledim. Bu konuda hiç tartışmamız olmadı. Elvis çalışkandı, kendini adadı, ve Tanrı da onu sevdi. En son Graceland'da birlikte iken bir incil şarkısı olan Old Blind Barnabus'ı söyledik. Onu seviyorum ve cennette onu görmeyi umarım. Onun gibi bir başkası olmayacak. James Brown • Kalbin atmayı kestiğinde içinde olanı bilmenin dünyada bir yolu yok. Tüm dünya sarsıldı. Senden geriye yeller esiyordu. Robbie Williams

-Ölümsüz KralHer insanın mutlu olması için sebepler vardır. Benim en büyük sebeplerimden birisi Elvis Presley şarkıları dinlerken (ve tabi etrafta kimse yokken)


onun danslarıyla ruhumu doyurmamdır. Evet onu dinlerken enerjiniz tükenmez bilakis tükendiğini düşündüğünüzde size enerji verir bu adam. Dolayısıyla bu çalışmayı yaparken sınırsız keyif aldım. Herkesin kayıtsız şartsız sevgisini kazanmış bu fenomenin yaşamı hakkında sizlerle paylaşımda bulunmanın sevincini yaşıyorum. Son olarak şunları söyleyip sözü tekrar Elvis’e bırakayım. Kralın hayatında bana kalırsa üç dönem vardır; gençlik yıllarındaki parlak gözler, orta yaşlarındaki “farkındalığı” ve ölümünden önceki birkaç senede yüzünden okunan yorgunluğu. Şimdi sizden son bir isteğim olacak, yazıyı bitirdikten sonra imkanınız olursa http://www.youtube.com/watch?v=3JxrzO3sNTY videoyu izleyin. Ne demek istediğimi en iyi şekilde anlayacaksınız… İyi uykular Elvis. Hoşça kalın. “Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum. Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahraman hayal ederdim. Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirirdim. Aslında tüm kurduğum hayaller bir gün gerçek oldu. Hatta defalarca. Çocukluğumda öğrendiğim bir cümle var: Şarkısız bir gün yaşanmış değildir. Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur. Şarkısız yolculuk bitmez. Ben de hep şarkı söylüyorum. Kendim için, sizler için” “Elvis Presley”

Kaynakça: http://www.biyografi.info/kisi/elvis-presley http://www.gazetevatan.com/reha-muhtar-299085yazar-yazisi-dunyanin-taptigi-elvis-presley-i-karisialdatmis-ve-terk-etmisti-/ http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/168481.asp http://ozlemim18.blogcu.com/elvis-presleyhayati/1815336 http://www.haberaktuel.com/elvis-presleynin-olumnedeni-sok-edecek-haberi-273736.html http://www.tersninja.com/john-lennonelvis%E2%80%99den-once-hicbir-seyyoktu/#more-712 http://elviscevirilerim.blogspot.com.tr/2013/07/sahn edeyken-elvis-ve-kor-kz.html#more http://tr.wikipedia.org/wiki/Elvis_Presley http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayfun_atay/orha n_baba_ve_elvis-1124270


Şahsi Yalnızlıklarım Bölüm 2: - Anlamsız bir huzursuzluğum var bu günlerde.

- Canım sıkılmasa niye arıyım seni?

- Ne gibi? - Bilmem. Çok sevdiğim biri ölecekmiş gibi hissediyorum.

- Mutlusundur belki, ararsın Çokbilmişlik taslarsın biraz Birkaç da aptal tavsiyede bulunursun falan Olamaz mı?

- Hasta mısın?

- Mutlu olalım hele, düşünürüz.

- Ne hastalığı lan. Huzursuzum diyorum. Ne zaman telefon çalsa, yüreğim ağzıma geliyor.

- Mutlu insan düşünmez oğlum Önceden planlayacaksın Not edeceksin Unutursun yoksa Mutluluk; hafıza kaybı demektir Mutsuz insanlar unutmaz sadece.

- Pek kimse aramaz seni Ondandır belki. - Bela mısın olum? Beni niye kimse aramasın? -Yok, hani; “İşi düşmedikçe aramıyor kimse” diyordun O manada dedim. - Sen niye arıyorsun o zaman? İşin mi düştü. - Yok ne işim düşecek Öyle sıkıldım… - Ee işin düşmüş işte Canın sıkılmasaymış aramayacakmışsın demek.

- Ne notu be? İşim gücüm yok bir de notla mı uğraşacağım? - Kitap oku demiştim sana bir ara Ne yaptın, okudun mu? - Ne kitabı? Benim hayatım kitap zaten. - Oğlum senin hayatından en fazla; bir gazeteye üçüncü sayfa haberi olur Bu da, anormal bir şekilde ölürsen Böyle sıradan olursa ölümün; kese kağıdı bile olmaz senin hayatından. - Huzursuzluğum var diyordun


Bana laf sokunca geçiyor mu huzursuzluğun?

Mümkünse sadece yarala.

- Yok lan Harbiden var Beden eğitiminden bile sıfır almış olmasına rağmen “Matematik ağır geliyor...” deyip, okulu bırakan çocuklar gibiyim Pişman olacağım şeyler yapacağım gibime geliyor Çözemiyorum...

- Nasıl yaralıyayım?

- Dur sana bir şey söyleyeyim de gül Şu bizim dişçi var ya Açmamış bu gün Dişim tuttu gene dün gece Sabah geldim, kapalı Sordum, hasta dediler Dişi ağrıyormuş. - Ne var bunda? - Dişçi işte Dişi ağrımış. - Ağrıyamaz mı? - Yav ağrır ama Terzi kendi söküğünü dikemez… - Dişçi de kendi çürüğünü çekemez mi diyorsun. - Yani. - Bu kadar boş konuşursan, ağrır o dişin. - Sana da bir şey demeye gelmiyor ha. - Oğlum bana bir şey demeye gelme Geleceksen, dinlemeye gel Anlatmaya ihtiyacım var. - Anlat o zaman. - “Adımların seni bir yere getirmiyorsa Yoldan çıkmışsın demektir...” duydun mu bunu? - Yok duymadım. - Sana yazdım zaten şimdi Duyamaman normal. - Yahu ne desek yaranamıyoruz. - Olum bana yaranmaya çalışma

- Ağzımı burnumu dağıt Şöyle güzel bir dayak yemeye ihtiyacım var. - Bir yerlere gidip kafanı mı dinlesen? - Konuşmuyoruz ki Küsüz! Hem kafa dinlemek pahalı bir uğraş Sigarayı ve çayı çoğaltıyorsun Durmadan kitap okuyorsun falan Bana gelmez onlar Dağınık yaşayacaksın hayatı olabildiğine Umursamaz olacaksın Ama sıkıntın falan olmayacak Ha bak görüyor musun bu karıncayı Tıpkı bunun gibi Bir ağustos böceği bulup koyacaksın postanı. - Bu da güzel. - İnsanlık bundan kötü dönemlerden de geçti Fakat yalnızlık, hiçbir zaman bu kadar aşağılanmadı Tamam gidiyorlar anladık En azından şu mutluluğun yerini söylesinler gitmeden önce Hiç olmadı, bir not iliştirsinler kapıya Paspasın altına bıraksınlar ya da Yapsınlar işte bir şeyler Bu beden bu kalp bana ait Ve ben bunlara bir hayat borçluyum Ödeyemiyorum işte İçimde bir huzursuzluk var diyorum hani Allah’ın belası bir ağrı Anlatamıyorum Cehennemin en alt katına yanmaya giderken bile, asansör soracak kadar vurdum duymaz insanların ortasında, cennetin hayali ile kavrulup duruyoruz... İyi olmak beş para etmiyor anlayacağın Çaresizliği özledim lan Telefonumun biten kontörünü Ne kontörü ya Bildiğin kulübeleri Mektupları Küçük mahalleleri Hiç tanımadığım insanlardan bir selam daha almadan öleceğim


Teoride bir sıkıntı yok aslında Pratiğe gelince dökülüyor insanlar Ve ölüm topluyor tek tek. - Sadece fotoğraf çekilirken gülümsenen zamanlardan Fotoğrafçıyı görür görmez gülümsenen zamanlara doğru ilerliyoruz hızla Gözyaşlarına yatırım yapanlar, bir gün mutlaka kazanır Belki o zaman yağmur, cilası olur sadece mutluluğun... - Neyse İki çay söyle de soğutalım hadi...

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com


Gel Sevgili! Kırk Yıl Hatırlı Birer Kahve İçelim Bir bardak kahvenin kırk yıl hatırı var derler. Doğrudur ama şu sıralar meşhur olan 3ü 1 aradalar, sütlü köpüklüler değil.. Eski bakır cezveye dökülen soğuk suda bir buçuk-iki saatlik emekle yapılan kahveden bahsediyorum. Hani gelin kızımızın, damat bey oğlumuza nice emeklere girip yaptığı tuzlu kahve var ya, hani bayramlarda el öpmeye gidildiğinde ev sahibesinin yaptığı o orta şekerli nefis mis kokulu kahve var ya ondan bahsediyorum. Karşınızdakinden kahve istemek yüz ister, kahve yapması emek ister -nokta atışı yapıp tadını tutturmak vardır-, onu o süslü minnacık bardaklara taşırmadan dökmek dikkat ister, ikramı nezaket ister, içmesi en zor kısmıdır kahvenin.. Güzelce tutacaksın bardağı, nazikçe dudağına götürüp höpürdeteceksin, hafif yüzün buruşacak, e telvesi var kahvenin, sonra göndereceksin kahveyi cennetine, hurileriyle tanışsın kaynaşsın. Ee ne olmuş yani diyeceksiniz belki, bir kahveye bu kadar anlam yüklenir mi diyeceksiniz. Bakın ne diyeceğim: Kahve yapmak ve içmek nice emeklerle kazanılmış, değerli aşka benzer, Kahve yapmak ve içmek yeni doğum yapmış annenin çocuğuna gösterdiği özene benzer, Kahve yapmak ve içmek bir babanın oğluyla gittiği ilk futbol maçına benzer, Kahve yapma ve içmek bir annenin kızına öğrettiği ilk dantel modeline benzer,

En önemlisi de. Kahve yapmak beyaz gelinliği içinde tüm saflığıyla süzülen geline benzer O kahveyi içmek ise tüm o saflığı korumaya, tüm benliğiyle sevmeye yemin etmiş damada benzer. Belki de bu nedendir kahvenin yerini çayın alması son zamanlarda… Aşıklar birbirinden korkar olmuş, babalaranneler evlatlarını unutmaya yüz tutmuş, kız isteme formalite haline dönmüş ve kahveler rafa kaldırılmış. Ya o süslü minnacık fincanlar? Gel sevgili! Fincanım da hazır, nice güzel emekle yapılmış kahvem de… Gel sevgili! Korkmayalım sevmekten, anne-baba olup çocuklarımızla eğlenmekten, babamdan istemeye geldiğinde bacakların titremesin yüreğin çarpsın mutluluktan. Gel sevgili! Gel de kırk yıl hatırlı birer kahve içelim, bu sefer kahveler benden. Ama bir dahakine söz isterim, Kahveler senden.

Safiye Önal safiyeonal@kulturcikmazi.com


Zehirli Duygular Ben sigarayım... Beyaz gelinlik giydiğime bakmayın benim Parlak giysilerime, ziynetlerime aldanmayın Pembe gözlüklerle bakmayın istikbale Sahte tebessümlerime kanmayın! Ben sigarayım… Ben özü hicran dolu neşeyim Ben zemzem elbiseli şarap dolu şişeyim Ben kederim Ben derdim Ben kanserim Ben verem! İnsanları kıyafetleriyle karşılar, fikirleriyle uğurlardınız Kar beyazı elbiselerimle misafir ettiniz gönül tahtınıza Duygu ve fikirlerimle neden uğurlamadınız da Ciğerpareniz, sevgiliniz yaptınız Dillere destan Gönüllere sultan Her dudağa bin sitem ettiniz Madem beni seviyorsunuz, neden yakıyorsunuz? Yakmakla da kalmıyor, ateşe körükle gidiyor Her gün canıma kıyıyorsunuz Belki de canınıza can katmak için

Ama benden size dost olmaz! Her gün feryat figan ediyorum “içim(n) yanıyor” diye Ama duymuyorsunuz Körpe dimağları zehirlemeyin Nefesinizle ömürleri kısaltmayın Mavi renkler solmasın Serçeler ağlamasın Kararmasın kar taneleri Kirpikler ıslanmasın Samyeli değmesin sevgi gülüne Yollarına dikenler dökülmesin Aklar düşmesin saçlarının teline Nikotinli prangalar vurulmasın duyguların diline… Ben sigarayım… Aynaları kırık sanıp uzak kalmayın Ciğerlerinize kelepçe vurmayın Ve hayat yolunda erken yorulmayın… Yetim kalmasın duygularınız Hüsranla bitmesin rüyalarınız Benim iklimimi her soluduğunuzda Gökten bir yıldızın kaydığını Billur dudaklarda ölümü andığımı Bengisu pınarından zehirler aktığını Fısıldarım en derin hülyalarınıza…


Ben sigarayım… Bırakın yakamı benim Bırakın umutlarımla yeşereyim Bırakın beni de Denizlerin en mavisine boyansın düşleriniz Bir annenin sevgisini yağdırayım üzerinize Zümrüdüanka kuşunun kanat sesini Hızır’ın nefesini… Yedi iklimden müjdeler getireyim Derman olayım, umut olayım, can olayım Babilden asma bahçeler sereyim yollarınıza En solmazından çiçekler…

Yıllarca haykırdım gökyüzüne benden size dost olmaz diye… Size sesleniyorum son bir umutla Öksürükle ölüm arasına sıkıştırmayın ömür serüveninizi Ardınızda bırakmayın gözü yaşlı bebekler Gün görmemiş gelinler Karanfiller Papatyalar Zambaklar… Ve içinizde birikmesin “Katran Rengi Duygular...”

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com


Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 1: Havai Fişekler Günlük gazetelerini tanımadığı bir adamın evinin bahçesinden, her sabah yaptığı gibi, kapıp restorana doğru ağır ağır yürümeye devam etti. Bel ağrıları yüzünden yürümek onun için tam bir işkenceydi ve bir bastonu da yoktu ama bedava kahvaltı için daha fazlasını yürümeye bile razıydı. Bu onun çalışma tarzıydı.

saygısız olsa da sempatik biriydi. Bunun için uğraşmasa da insanlar onu severdi. Özellikle Ryan, restoranın sahibi. Onunla burada, restoranda tanışmışlardı; Jon elinde gazetelerle ilk kez geldiği zaman, günlük çalışma karşılığı biraz yemek ve dışarıdaki depoda yatacak yer teklifi yaptığında.

- Bugün erkencisin Jon. - Gazeteci çocuk erken geldi. - Solgun görünüyorsun, iyi misin dostum? - Soğuk algınlığı, sanırım. Bilirsin Manhattan geceleri pek sıcak olmaz. - Oh, geçmiş olsun dostum. (Garson kıza dönerek) Hey Isabel! Jon'a güzel bir çay yap, birkaç aspirin ve kahvaltı tabağı hazırla.

Ryan depoda yatamayacağını söylediğinde teklifini gazeteye karşılık kahvaltı olarak değiştirmiş ve anlaştıktan sonra konuşmaya fırsat vermeden kahvaltının ardından restorandan ayrılmıştı. Sonra bunu tekrarladı. Her gün gazetelere karşılık kahvaltısını alıp, birilerinin kendisiyle konuşmasına ve hakkında bir şeyler öğrenmesine müsaade etmeden sessizce diğer işlerine gitti. Ryan onca zaman geçmesine rağmen geceleri nerede kaldığına, gündüz başka ne işler yaptığına, kaç yaşında olduğuna, geçmişine dair neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Bir şeyler öğrenmeye çalıştığı zaman ise hep aynı kaçamak cevaplarla karşılaşıyordu.

Kız başıyla onayladı. Bu sırada Jon gazeteleri kasanın yanına bırakarak arka kapıya en yakın olan masasına oturdu. Her tarafında yamalar olan paltosunu çıkardıktan sonra güzelce katlayıp ikili koltuğun yanına iliştirdi. Jon diğer evsizler gibi değildi; öncelikle dik duruşlu ve temiz giyimliydi. Oldukça bilgili, kendini beğenmiş ve kendinden aptal olduğunu düşündüğü herkese

Isabel kahvaltı tabağını ve çayını servis ederken Jon bir yandan kızı süzüp diğer yandan


kollarını kıvırıp peçetesini yemeğine hazırlanıyordu.

boynuna

takarak

- Seni ilk defa görüyorum. - Yeni başladım efendim. - Beni her sabah görmeye alışmalısın. - Başka bir şey ister misiniz? - Hayır, o kadar gazetem yok. Kız kıkırdayarak mutfağa geri döndü ve Jon daha birkaç lokma almışken Isabel elinde küçük bir tabakla tekrar geldi. - Bu benden. - Lezzetli görünüyor. Teşekkürler. Kız bir şeyler daha bekliyor gibi gözüktü Jon’a. 2-3 saniye kadar süren sessiz bakışmanın ardından çatalıyla karşısındaki koltuğu işaret ederek “Oturabilirsin” dedi. Jon kahvaltısını sürdürürken kız onu izliyordu sadece. Gençti ve muhtemelen sınıfının en çirkin kızlarından biriydi. Saç kesimi ve giydiği kıyafetler modası geçmiş ve ona yakışmıyordu ama kız Jon’u izlerken gözlerinin içi gülüyordu adeta. - Isabel ha? - Isabella’nın kısaltması, Isabelle değil. Jon bir süre durdu ve gözlerini kısarak sordu: - Çingene misin? - Nasıl bildin? - Ailen İspanyadan göçmüş olmalı. - Hey geçmişimi falan mı araştırdın sen? - Geçmişin genlerinde saklı. Benimki şanslı tahminlerdi sadece. - Peki ya sen, nerden geldin? - Ne o? Ryan geçmişimi öğrenmek için yeni eleman numarasını mı deniyor şimdi de? - Hayır, merak ettiğim için sordum. - Isabel adında bir yeğenim vardı, onu hatırlatıyorsun. Isabelle, “e” ile yazılanından... Benden nefret ederdi çünkü bir yerlere gider ve onu götürmezdim. Onu da götürmek istediğim zaman ise sırf o istediği için götürdüğümü, bunu içtenlikle yapmadığımı söyleyerek daha çok kızardı ve benimle gelmezdi. Aptal çocuk neler kaçırdı… Jon, hikâyesine ve kahvaltısına devam ederken birden burnu akmaya başladı. Bir iki kez

çekmek yetmedi, mendile sildikten sonra geçmesini bekledi. Burnundaki kaşıntı gittikçe artıyordu, konuşmaya son verip eliyle Isabel’den müsaade istedi ve masadan kalktı. Restoranın diğer ucundaki lavaboya burnunu mendille kapatarak hızlıca yürüdü. Kaşıntı önce acıya, sonra kafasının içinde koca bir alev topu varmışçasına yangıya dönüştü. Cildi kızarmıştı ve gözaltları her zamankinden biraz daha az mordu. Aynaya iyice yaklaşıp göz bebeklerini ve akını kontrol etti. Dilini sonuna kadar çıkarıp görebildiği kadar boğazına baktı. Endişeleniyordu. Burun deliklerini ışığı alabilecek açıya ayarlamaya çalıştı ama görebildiği tek şey alınmış burun kılı gözenekleri ve kocaman bir karanlıktı. Bir şey anlayamamıştı. Hızlıca hastalık kapabileceği yerleri düşündü. Akmaya devam eden burnu dikkatini toplamasına engel oluyordu. Koca bir sümük daha bıraktı mendile tüm gücüyle, biraz kanla birlikte. Gözlerini kapadı, burnunu kaşıdı, kaşıdı, hapşıracaktı. “Ha, haaa, BUM!” Ryan patlama sesinin ardından koşarak Jon’un yanına geldi. Kapıyı açtığında aynanın ve musluğun olduğu duvarın parçalanmış ve dışarıya dağılmış olduğunu gördü, Jon ise yıkılmış duvarın tam karşısında yere yığılmış ve yarı baygındı. - 911’i arayın çabuk! Jon iyi misin? - Ambulansa gerek yok. - Ne yaptın sen? - Boğazımda. - Ne boğazında? Jon duvardan destek alarak doğruldu ve kusacakmış gibi tuvalete yöneldi. Boğazı yanıyordu. Diliyle ağzının içini iyice temizleyip tükürmek istedi. Tükürüğünün ardından bir patlama sesi daha duyuldu. İlki kadar güçlü değildi ama klozette çatlaklar oluşturmuştu. Ryan tuvaletin Jon’dan daha kötü bir durumda olduğunu düşünerek onu kolundan tutarak yıkık duvarın boşluğundan dışarı çıkardı. - Az önceki de neydi öyle?


- Bilmiyorum. Kafamın içinde bir bomba patladı sanki. Jon eliyle ağzının kenarını temizleyip damağında biriken o acımsı sıvıyı tükürdü ve ağzından çıkan renkli ışık topunun yere çarpıp küçük bir patlama yaratmasıyla ikisi birden şoke oldu. - Neydi o? Şunu tekrar yapsana. Tekrar yaptı. Bu sefer yere doğru değil, kafasını hafif göğe doğru kaldırıp sağlam bir tükürük savurdu gökyüzüne. Oluşan manzaraya Isabel ve restorandaki diğer müşteriler de hemen arkalarından şahit oluyordu. - Havai fişekler. - Büyüleyici. Bir dakika, ne yani şimdi sen havai fişek mi tükürüyorsun? - Havalı, değil mi? - Havalı mı? Restoranımın tuvaletini mahvettin. - İlkinin havai fişek olduğunu hiç sanmıyorum. - Neyse, bu sana çok fazla gazeteye mâl olacak dostum. Şimdi nasılsın? - Tanrım, yanıyorum! Jon yerinde duramıyordu. Bütün ağrıları kesilmiş ve rengi eskisinden daha canlı olmuştu. Aç hissetmiyordu ve ciğerlerinde roket yakıtı varmış gibiydi, koşacaktı. - Kahvaltın? - İhtiyacım yok! - Nereye gidiyorsun? - Güneye! Arkasına bakmadan Harlem’den Brooklyn’e kadar koştu. Terlemiyordu ve nefesi kesilmiyordu. Arada bir insanları korkutmak veya sadece şaşırtmak için havaya doğru tükürüyordu. Tükürüğü yukarı doğru biraz süzüldükten sonra

patlıyor ve etrafa renkli ışıklar yayıyordu. Yıpranmış spor ayakkabılarını çıkarıp köprüden sonrasını çıplak ayakla koşmaya devam etti. Köprüde ilerlerken saat öğleyi biraz geçmiş olmasına rağmen güneşin daha aşağılarda olduğunu fark etti. En fazla 4 saattir koşuyor olmalıydı ama güneş bir saat içinde yok olacak kadar yaklaşmıştı ufuk çizgisine. Anlaşılan bugün garip olan sadece o değildi. Sahile ulaştığında ilk işi kum tepeliğine çıkmak oldu. Tepelikte oradan oraya zıplıyor küçük çocuklar gibi şımarıyordu. Tepelikten kumsala doğru ilerlerken birkaç metre ilerisinde onun yönüne doğru tırmanan bir çift gördü. Erkek olan yamacı çıkmayı başarmış ve kız arkadaşını da yukarıya çekmeye çalışıyordu fakat koftinin tekiydi. Jon çiftin yanına indiğinde erkek olanı ezercesine kenara iterek kızı tek hamlede yukarı çekti. -Vay! Göründüğünden daha güçlüsün ihtiyar. -Sen bir de şunu izle… Jon kafasını gökyüzüne çevirip boğazından koca bir tükürük kütlesi çekmekteydi ki gökyüzü bunu yarıda kesip bütün dikkati bir anda üzerine çekti. Jon hızla yükselip alçalan Güneş’i ve Ay’ı, bir lacivert bir kırmızı olan gökyüzünü izlerken ağzında biriktirdiği tükürüğünü geri yuttu. Genç çift dehşete kapılmış ve hemen oracıktan kaçmıştı. Jon ise manzara karşısında gücünü yitirmekteydi. Güneş saniyeler içinde doğup battıkça onun enerjisi içinden çekiliyor gibiydi. Son enerjisiyle kendini yumuşak kumların üzerine götürdü ve hafif dalgaların eşiğinde yere yığıldı. Kollarını iki yana açmış bir şekilde yavaş yavaş ruhunu yitirirken gökyüzü yine yavaşlayıp eski hızına döndü; fakat Ay normalden 3 kat daha büyük gözüküyordu ve bu yüzden de gece daha aydınlık…

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com


Sır Sebepsiz bir kırlangıç yalnızlığı Konar-göçer köprücük kemiğime Akşam olur öldüğü yerde Bir bir kır çiçeklerinin Gardenyalar da kokmaz olur Bu bir sır, sakın kimseye söylemeyin Konar-göçer köprücük kemiğime Bir çocuğun su ölüsü düşleri Herkes biraz küçülür batınca güneş Küçülürüm ben de çocukluğu kadar bir nergisin Bir çiçek bir çiçekle konuşur sonra Bu bir sır, sakın kimseye söylemeyin Akşam olur öldüğü yerde Gözlerinde doğan güneşin Kokunu bırakmışsın bahara Kırlangıçlarda kalmış sesin Göçer bir kış mevsimi Afrika’ya Bu bir sır, sakın kimseye söylemeyin Bir bir kır çiçeklerinin Ömrü uzar çoğalırsa kırlangıçlar Yuvası gibidir hem Bir dal gibi uzayan kirpiklerin Afrika’dır kışın ısınan toprakları gözlerinin Bu bir sır, sakın kimseye söylemeyin Gardenyalar kokmaz olur Kırılırsa bir dal gibi kirpiklerin Kurur sonra gözlerindeki Afrika Boğulur nefesime karışan nergis Bir kırlangıç bir çiçeği öper belki Bu bir sır, sakın kimseye söylemeyin

Meryem Sunna Misafir Yazarımız


“Hazal” Röportajı - Açıkçası özellikle yeni nesil adınızı yeni yeni duyuyor. Tanımayanlara ve sizi yakından tanımak isteyenlere kendinizi kısaca anlatır mısınız? - İlk albümümüm “Sevdalım”ı 1995 yılında Klip Müzik Yapım şirketinden çıkardım. Müjdat Gezen Sanat Merkezi ve İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda öğrencilik günlerim sürerken albüm teklifi aldım. Film senaryosu gibi gelişti her şey. Umduğumun çok üstünde bir başarı yakaladı. “Sevdalım”, “Elden yar olmaz” ve “Bozuyorum Yeminimi” isimli şarkılarım çok sevildi. “Bozuyorum Yeminimi” isimli şarkım, yakın zamanda başka bir şarkıcı tarafından yeniden seslendirildi. 1997'de “Aşka Dair” isimli albümümle devam ettim. O albümle de Osman abim isimli pop-funk türündeki eğlenceli şarkım çok popüler oldu. Ama “Yalancı Sevda” ve “Aşka Dair” isimli şarkılarım da beni romantik şarkılarla bütünleştiren dinleyicinin gönlünü aldı. 2000 senesinde TMC şirketine transfer oldum ve “Sürgün Aşkımız” isimli albümümü çıkardım. “İyi misin anacığım”, “Parayla saadet olmaz” ve tabii ki “Sürgün Aşkımız” gibi şarkılarım çok sevildi. Müzik sektöründe muhteşem derecede üretken ve renkli geçen 90'lardan sonra, 2000'li yıllarda başlayan yozluktan çok sıkılmış biri olarak, albüm yapmaya ara verdim. Öğrenci affıyla konservatuvara geri döndüm ve eğitimimi tamamladım. İnternetin yaygınlaşmasıyla video paylaşım sitelerinde şarkılarımın altına yazılan güzel sözleri ve hadi Hazal neredesin çağrılarını görünce tamam artık vakti geldi dedim. 2009 yılında prodüktörlüğünü kendimin yaptığı “Geriye Dönme” isimli albümümü Yaşar Plakçılık etiketiyle rafa koyduk. Ancak tam bir tekel haline gelmiş sektörde albümün tanıtımını olması gerektiği şekilde yapamadık. Yine de internet ortamında “Görmeseydim” isimli şarkım

milyonlara ulaştı. Sanırım şarkıyı biliyorlar ama beni bilmiyorlar. Ve şimdi de prodüktörlüğü Ahmet Güngörmüş tarafından yapılan ve Fono Müzik'ten çıkan son albümüm söz konusu. Yıllardır yapmak istediğim tamamen canlı enstrümanlarla kaydedilmiş, anlamlı sözlere ve sağlam bir melodik yapısı olan şarkılarımla çok mutluyum. Arşivlik ve baştan sona atlamadan dinlenebilecek çok güzel bir albüm oldu. Şarkılarımda 10 yıldır birlikte çalıştığım sevgili Dost bilen Kırım'ın, ilk albümden bu yana gönül bağımız devam eden sevgili Kerime Abidik'in, değerli söz yazarı Günay Çoban'ın, Yunan besteci Tasos Panagis'in, Burçak Durak ve Alper Çam'ın imzası var. Tüm düzenlemeler Ali Cem Çehreli'ye ait. - Müziği tek kelimeyle nasıl tanımlarsınız? - Müzik, insana, hayata dair bütün duygu ve düşünceleri, ritmik, melodik ve armonik olarak ifade etme biçimidir. Müzik hayatın ritmidir. Denizin, rüzgarın sesidir. Her yerdedir ve ortak duygularımızı besler; insanları birleştirir. Tek kelimeyle tanımlamak çok zor gerçekten.


- Sadece isminizle bilinmek sizin terciniz miydi, yoksa birisi mi önerdi? Daha sonraki yıllarda soyadınızı da kullanarak çalışma yapmayı düşünüyor musunuz? - Açıkçası ilk albümümde verilen kararların çoğunun benim irademle alakası yoktur. Buna ismim de dahil. Böyle olması gerekiyor dediler, ben de tamam dedim. Çünkü o dönemde bilinçli değildim. Ne okullu ne de alaylıydım. Sadece şarkı söylemenim keyfini çıkaran ve bütün olan biteni heyecanla izleyen bir çocuk... Kendi soyadım, pek de artistik değil, belki evlendikten sonra uygun olursa eşimin soyadını kullanmayı düşünebilirim. - 12 yıl boyunca lisanlı olarak voleybol oynamışsınız. Voleybol sevdası nasıl başladı? Daha sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi sınavlarına girmeyi nasıl karar verdiniz? - Bir devlet lisesi olmasına rağmen imkanları oldukça gelişmiş bir okul olan Küçükyalı 50.Yıl Lisesi'nde okudum. Gerçi okulumuzun adı daha sonra Kadir Has lisesi oldu. Profesyonel bir spor salonumuz vardı ve ben Liseler Arası Dünya Bayanlar Voleybol Şampiyonası'nda ülkemize ilk kez şampiyonluk getiren takımın antremanlarını izleyerek geçiriyordum günlerimi. Resmen aşık oldum voleybola ve ben de seçmelere katıldım. O dönem jenerasyonu için boyum da müsaitti. Nesil gitgide uzarken kendimde bir gelecek göremedim. TV'de tesadüfen denk geldiğim bir programda, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nin tanıtımı vardı. Orada olmak istedim. Sınavlarına girdim ve kazandım. Muhteşem bir okuldur. Müjdat Hocamız kendini bu işe adamıştır. - O yıllarla ilgili ve Müjdat Gezen'le ilgili tabi ki bizimle bir anınızı paylaşır mısınız? - Yıl sonu gösterileri yapılır Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde. İlk yılımızın sonunda bütün bölümler provalarını yaptı, hazırlandı. Hepimiz inanılmaz heyecanlıyız ve tabii ki başta Müjdat Gezen olmak üzere bütün hocalarımıza kendimizi beğendirmek ve fark edilmek istiyoruz. Tam gösteri arifesinde kötü haberi aldık. Müjdat Gezen annesini kaybetmişti. Bu büyük acısına rağmen, okula geldi bizleri selamladı, konuşmasını yaptı ve gitti. Acısını paylaşmakla

beraber, bizlere olan hayranlık duydum.

sevgi

ve

saygısına

- Aynı zamanda öğretmenlik aşkı duyan biri olarak, ileriki sanat hayatınızda Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde öğretmenlik yapmayı ister misiniz? Sizce sizden nasıl bir öğretmen olur? Yani mesafeli mi yoksa arkadaş canlısı mı? - Olabilirdi aslında. Ama öğretmenlik kendinizi tamamen o işe vermenizi gerektiren çok sorumluluk isteyen bir meslek. Ya sadece öğretmenlik yapmalıyım ya da şarkı söylemeliyim. Hayatımdaki dengeli yaklaşımı öğretmenlikte de devam ettirirdim diye düşünüyorum. Her zaman yerine göre davranmaya gayret ederim. Sürekli ciddiyet de, sürekli lay lay lom da çok can sıkıcı. Öğrencilerime karşı da duruma göre davranırdım muhtemelen. Dengeyi koruyacak şekilde. Sahneye ilk çıktığınızda yaşındaydınız ve o an neler hissettiniz?

kaç

- Sahneye ilk çıktığımda 20 yaşımdaydım. Çok heyecanlandım ama kendimden emin ve çok mutluydum. Dizlerim zangır zangır titriyordu. Şarkı hiç bitmesin istedim. Şarkı bitince ne


diyeceğim ben bu insanlara diye düşünüyordum bir yandan da. - Birçok büyük sanatçıyla çalışmışsınız, onların siz de gördüğü yetenek mi, şans mı? - Zaten ilk albümümü yaptığım 90'lı yıllarda yapım şirketleri, albüm yapmak için öncelikle yetenekli, eğitimli, derli toplu, nerede nasıl konuşacağını bilen genç sanatçı adayları arıyorlardı. Bu bakımdan ben daha ilk anda yeteneğimle bu fırsatı yakaladım. Şansımı da şarkı söyleyerek kendim yaratmış oldum. Evde otursam kimin haberi olurdu ki? - 2001 yılında öğrenci affıyla İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda öğrencilik yıllarına geri dönmüşsünüz, bunca yıl sonra öğrencilik yıllarına geri dönmek nasıl bir duyguydu? Sizce öğrencilik haklarının elinden alınıp, yıllar sonra geri verilmesi durumu adaletsiz bir durum değil mi? Sonuçta emek hiçe sayılıyor. - Dejenere olmuş, yeteneğin, eğitimin değerini yitirdiği bir müzik sektöründen sonra konservatuvar ilaç gibi geldi. Pırıl pırıl yetenekli insanlar ve kaygısızca, müzikle yaşayan insanlar topluluğu. Çok mutluydum geç tamamlanan öğrenciliğim boyunca. Okula girdiğim ilk senemde albüm teklifi aldığım için, devamsızlıktan atılmıştım okuldan. Burada bir mağduriyet yok benim açımdan. Size tanınan süre boyunca eğitiminizi tamamlamanız gerekiyor.4 yıllık bir okul için 7 senelik tamamlama süresi de pek kısa sayılmaz. Eğer yasalar yine değişmediyse, bildiğim kadarıyla birkaç senedir atılma kalktı ve istediğiniz zaman eğitiminize devam edebiliyorsunuz. - Genelde şöyle bir algı vardır herkeste, televizyon ekranında gözükmüyorsanız, unutulmuş ya da mesleği bırakmış demektir. Siz bu durumu nasıl karşılıyorsunuz? Yani o insan ekranda gözükmüyorsa, unutulmuş ya da mesleği bırakmış mı demektir? - Tabii ki öyle değil. Popüler kültürün kölesi olmayan, kendi beğenileri doğrultusunda seçim yapan bilinçli bir kitle var ve onlar sizi her şartta arayıp buluyor zaten. Bahsettiğiniz algıyı yaratan

sadece reytingini önemseyen medya ve onlara arzuladıkları malzemeyi veren sözde sanatçılar. Ünlü ile sanatçı arasında bariz bir fark var ve maalesef toplum, medyadaki dayatmalar yüzünden, gün geçtikçe ikisini aynı kefeye koyar hale geldi. - Hani derler ya, ”bestelerken ya da şarkıyı söylerken kendim oluyorum, duygularımı daha iyi ifade ediyorum” diye. Hangisi daha çok sizsiniz? Yani limanınız beste yapmak mı, şarkı söylemek mi? - Önceliğim şarkı söylemek. Her zaman kendinizden yola çıkmanız gerekmiyor şarkı yazarken. Şarkı söylerken bütün şarkılar ben oluyor ama. Sesim ve duygularımla mühürlemiş gibi oluyorum o şarkıyı. - Bu aslında daha çok benim merak ettiğim bir soru. Size beste yapmanız için şiir geliyor mu? Hayranlarınızdan gelen şiirlerden ve ya hal hazırda olan bestelerinden oluşan bir çalışma yapmayı düşünür müsünüz? - Evet bu tür öneriler çok geliyor. Ama hem teknik olarak hem de duygusal olarak bir sözü bestelemeye çalışmak çok kısıtlayıcı ve zor. Her şiir şarkı olmuyor mesela. Çok güzel sözler barındırabiliyor içinde ama şarkı formu başka bir şey. Bestecilikte de ustalık döneminde olmak gerekiyor sanki. Belki o zaman güzel şarkılar ortaya çıkarabilirsiniz. Ben beste üzerine söz yazmakta daha başarılıyım. Hele ki melodiler zaten size bir hikaye anlatıyorsa... - Sizin röportajınızın bulunacağı sayının konusu büyük usta Nejat UYGUR. Neler söylemek istersiniz? Onunla ilgili bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız? - Nur içinde yatsın. İlk albümümün promosyon döneminde katıldığım ilk programlardan olan "Şahane Cumartesi" programında tanışma şerefine nail olmuştum. Skecin içine beni de katmıştı çok heyecanlanmıştım. Ustalar birer birer terk ediyor bizi. Yerleri kolay kolay dolmaz. - Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Yeni projeleriniz ve ya konser tarihleri ilgili olarak.


- Özenli ve farklı sorularınız için çok teşekkür ederim. Şu an gündemimde yeni albümüm Aşktan Bıçak'ı en iyi şekilde tanıtmak, dinleyiciye ulaştırmak var. Benimle ilgili tüm bilgilere resmi internet sitem www.hazalonline .com dan ulaşabilirsiniz. Sosyal medyada ise Facebook, Twitter ve Instagram'da “hazalinsayfasi” kullanıcı ismiyle yer alıyorum.

Emeği geçen herkese ve tüm okurlarınıza sevgilerimle...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Budala Çıkmazı Ben seni sevmiyorum ki; Ben senin pantolon paçalarının ayakkabılarının üzerine düşüşünü seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Dünyadan vazgeçmiş Bezgin Bekir halini seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Eve girdiğinde tüm ceplerini boşaltıp ilk bulduğun boşluğa uzanmanı ve evden ayrılırken saniyeler önce cebine yerleştirdiğin anahtarını dört bir yanda arayışını seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Büyük bir özlemle ve acıyla andığın, aslında öğrencilik zamanında donarak zamana asılı kalmış patates kızartmanı seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; On saniyede tırmanışa geçen öfkeni seviyorum, öfkendeki kırılganlığı seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Ben senin benim ayaklarımı ovmanı seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Boynumda nefes alırken derin ve bedelli askerliği ömürlük olan nefesini seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; Her şeyi aspiratör misali içine çeken kokunu seviyorum… Ben seni sevmiyorum ki; “Bir şey olursa da ikimize olur.” cümlendeki beni sarmalamanı seviyorum… Seni sevmezken seni sen yapan bunca şeyi hâlâ sevmeye devam etmek, budala çıkmazının evde kalmış ilk heveslisinin pencere sevdası değil de nedir?

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Zamanyolu Sabık olan her şey sadıktır benim indimde. Sığındığım kuşlokumları... Güzel müzikler dinliyorum -evanthia reboutsikaGüzel filmler izliyorum - misali çokGüzel kitaplar okuyorum- misal verememAma hiçbiri yetmiyor anlatmaya. Yerin yüzü pek münferit durumuma. Sırtını çevirmiş bana -kambur bir sırtQuasimodo'yu alt eder bir de. Tökezliyorum işte. Çabalarım çoğu kez, Çabalarım, çoğu kez konsonant... Ayçiçekleri geliyor aklıma birden, Saat on bir yönünde mutluluklar... Bir avuç ayçekirdeği ile "samanyolu"nu izlemek istiyorum. Hayır, Yağmur değil isyan ettiğim; yazlık sinema! Durur muyum, çıkıyorum elbette, Teğet geçerek hem de hülya ile ediz'e. İsteğim, bando takımı olan bir lisede okumaktı, Müthiş bir kakafoninin içine düştüğümü anlamadan üstelik... Şimdi kalbimi havlunun içine sardım, Bıraktım bir avluya. Bana sakın kızmasın, Ben onu bağışladım, o da beni bağışlasın...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Hiçbir Yerin Ortasında Öğlen güneşi tam olması gereken yerdeydi ve Deniz bu öğlen güneşinde olunmaması gereken tek coğrafyada ve üstelik o coğrafyada da bulunulmaması gereken tek mekândaydı. Bir sahil kasabasında, bir okul bahçesinde... Beynine giren güneş ışınlarını sanki eliyle tutmak istese tutabilirdi, cehennem böyle bir yer olmalıydı, orada o okul bahçesinde düşebilirdi. Ağzı kurumuş, başı dönmeye başlamıştı. Genellikle kahvaltı yapamayan midesi bu saatlerde kusmakla tehdit ederek uyarırdı. Birden mermerden yapılmış, okul müdürünün öğrencilere pazartesi ve cumaları berbat sıkıcı konuşmalar yaptığı çıkıntıya doğru zor attı kendini, bahçeye doğru değil de okul tarafına doğru, sınıf pencerelerine dönüktü yüzü. Buradan okulun yan cephesini, o sayısız pencereleri ile kocaman bir yolcu gemisine benzetti birden. Oturdu, ayaklarını uzatıp sırtını mermere uzatırken mermerin soğuk olma ihtimalini geçirdi aklından ama yanıldı. Kravatını aşağıya çekti biraz. Birazdan onun gelebilme ihtimali, hafif sarsıntıyla beraber kuru ağzını iyice çekilmez hale getirdi. "Bir bardak Suvot iyi giderdi aslında." dedi kendi kendine, yarı mırıltılı yarı içten. Sonra bir kahkaha attı. O sayısız entelektüel içki ortamlarının birinde Suvot ve Güniçimi'ni duyan, bir keresinde ben artık yeterince okudum küstahlığını yapabilen, bir müzisyen:

"Nereden buluyorsunuz bu kelimeleri Allah aşkına? Kendinizi Shakspeare falan mı sanıyorsunuz yeni kelimeler uydurup?" Alakası yoktu beceriksiz aşık Shakspeare'le, sadece tembellikten en sevdiği içkiye su votka yerine Suvot, gündüz sarhoş olmanın yerine de Güniçimi laflarını takıvermesi. "Neden Güniçimi? Neden gündüzleri sarhoş olmaktan bu kadar zevk alıyorsunuz?" Açığını yakalamış, arkasından soruyu önceden kurmuştu müzisyen.

soracağı

"Siz..." demişti Deniz, "Siz geceleri korkularınızdan kaçmak için içersiniz, bense gündüz onlarla savaşmak için içerim." Bu cümle ağına düşürmek için yetmişti, yeni yetmeyi. Değmeyeceğini anlamak için, bir gece geçirmesine gerek olmayan kadınlardandı o. Oysa en sevdiği zaman dilimiydi gündüz içmek ve sarhoş olmak. Belki de gündüzlere dayanamamasındaydı asıl neden. Sonra bir daha bu kadar içmeyeceğine dair kendine verdiği sayısız sözlerden birini verecekken vazgeçti, "Saçma." dedi kendi kendine. İçki insanın bilinçaltının oynadığı oyunsa bu oyunlardan hiç sıkılmıyordu. Hem Baudelaire'in "Sarhoş olun." derken sıraladığı üç öğütten sadece bir tanesiyle “erdem” ile sarhoş olamamıştı hiç. Deniz de diğer ikisini seçmişti her zaman. Gözlerini iyice kısarak güneşe bakmayı denedi ama boşunaydı.


Birazdan bu halini görecek olanların ne düşüneceğini tahmin etmeye çalıştı, sonra hafiften gülümsedi. Bu gülümseme umursamama gülümsemesiydi, çok sık yapardı yalnızken ve birilerini dinlerken. Onun gelebilme ihtimalini nereden çıkardığını düşündü, bu defa da sarsıntıyla beraber açlık hissi iyiden iyiye kudurdu. Bu midesinin son uyarısıydı, ama bu sıcakta ne yenebilirdi ki? Birden okulun tören alanına açılan kapısından yani beklenen kapıdan beklenen kadın çıkıverdi. Üzerindeki beyaz önlüğü ve elindeki çay fincanıyla bir öğretmene, gözleriyle de henüz kimsenin keşfetmediği bir adaya benziyordu, bu yüzden ona hep Ada diyordu içinden ama yüzüne karşı hiçbir zaman söyleyememişti. Dokunsalar ağlayacak, düşse bin parçaya ayrılacak gibiydi hep, hep tedirgindi. Gözlerin ilk buluşması her zamanki gibi kısa ve net oldu, bahçeye çıkıp çıkmama konusunda tereddüt eder gibiydi, sonra kararlı bir şekilde adımlarını atmaya başladı. Deniz'in Ada'sına kavuşmasına on adım vardı. On eşsiz adım... Adım atmaya karar verdi Ada. "Bu adımlar henüz adı konulmamış bir Latin dansı olmalı." diye düşündü Deniz. Kalbi durmuştu, nefes alamıyordu, beşinci adımında midesi "Buraya kadar." dedi Denizin, boğazına kadar gelen alkol ve asit karışımını son bir gayretle ve de Tanrı'ya küçük bir dua göndermekle geri çevirdi. Sayısız gündoğumlarını izlediği, genellikle sarhoş o uykusuz sabahlarda o eşsiz anı hep Tanrı'nın eliyle boyadığını o yüzden insanların gündoğumlarını kaçırmaması gerektiğini kaç kere söylemişti kalabalık gruplarda. Ya bu güzellik? Gündoğumlarının canı cehenneme diye düşündü. Tanrı kesinlikle haksızlık etmişti diğer kadınlara, Ada'yı boyarken. Hayır, güzellik bakanın gözlerinde değildi. Kalbi tekrar atmaya başladı Deniz'in. Tam karşısındaydı Ada. Gözleriyle ölümü sürgüne gönderebilecek, dudaklarıyla ölüyü diriltebilecek kadınlardandı o. "Pardon." dedi Deniz. Bu altı harf kimden çıktı, nasıl çıktı, Orada hemencecik nasıl kayboluverdi, o anda düşünülecek şeyler değildi. Cevap süresi gecikti,

gecikti, o kadar gecikti ki, Yavuz Sultan Selim'in Sina Çölü'nü geçtiği anda Ağa bölüklerinin neler hissettiğini bile düşündü Deniz. Sonrada o şiir aklına geldi, kendisi gibi hayata geç kalmış zavallı bir arkadaşının şiiri; “kimseler bilmese de ben bilirim robinsonun adasına yağan karı en çokta buna üşürüm” Robinson'un adasına kar yağdırdığı için mi, kendisi gibi hiçbir şey olamamış olmasından mı bilinmez, o zavallı arkadaşını çok severdi ama şimdi neden o, Ada? Midesinden sonra şimdide beyni önce çöle sonrada o adaya götürüyordu Deniz'i. "Evet ?" dedi Ada. Bir tanrıçaya yakışacak sadelikteydi cevap. Şaşırmış gibiydi. Muhtemelen bir merhabalaşma ya da karşılıklı gülümseme ile geçiştirilebilecek bir durumdu onlarınki. Bu pardon da nerden çıktı der gibi bakıyordu gözleri, ama ısrarla on birinci adım gelmiyordu. Deniz, Fenerine kavuşmuştu, gel zamanıydı ama git zamanı gelmeden bu anın tadını çıkarmalıydı. Birden çayından bir yudum aldı, vakit vermek istercesine Ada. "Oturur musunuz?" dedi Deniz. Ada'nın kafası iyiden iyiye karışmış gibiydi, bu defa cevap gecikmedi; "Nasıl yani?" "Burada benimle iki dakika oturur musunuz?" Cevap daha ani ve keskin oldu bu defa da. Gözleri hiç yardımcı olmuyordu yüz ifadesi hafiften sertleşmişti. Bu halinden korkulmalıydı. Fırtına koptu kopacaktı. "Siz iyi misiniz?" Sahiline ilk adımı atmış kâşifine bakar gibiydi. "Sadece oturur musunuz dedim." diye tamamen vakit kazanmaya yönelik anlamsız bir o kadar da gereksiz cümle çıktı Deniz'in ağzından. İki tarafta bunun farkındaydı. Geriye döndü, bu


defa kapıya doğru on adım atmak üzereydi, ama vazgeçti. On birinci adımla on ikinci adımı birleştirip mermerin diğer yarısına oturuverdi ve çayına davrandı tekrar. Bu artık kesinleşmişti vakit bağışlıyordu. Deniz sigara paketini uzatıp "Sigara?" diye sordu. Kafa hareketiyle reddedilen sigaraya ek olarak, harflerle ve tonlamayla hiç oynamadan ikinci "Siz iyi misiniz?" sorusu çıktı, hiçbir sıfatın yakışmadığı dudaklarından. "Evet, iyiyim." dedi Deniz. Sigara çoktan yarıya inmişti, artık tamamen kuru olan ağzında duman anlamsız dolaşıp yoluna devam etmekteydi. "Ne yapıyorsunuz? Okuldayız... öğren..." "Onlar da içiyorlar." diyebildi zorla. Bu anı kutlamalıydı ama nasıl, adak mı adamalıydı o an tanrıçasına? Konuşmak anlamsız olacaktı, zaten birbirlerine bakmıyorlardı bile. Denize kalsa burada sonsuza dek oturabilirdi, sigarası hiç bu kadar hızlı kısalmamıştı, bir daha yakacaktı cebine davrandı.

Okul zilinin çalması bir rüyayı bozan saat netliğindeydi, binadan uğultular dağılmaya çoktan başlamıştı. Birazdan korsanlar üzerlerine doğru geleceklerdi. Ada kendini feda ederek korsanlara doğru yürümek için, doğrulup, kapısına doğru yürümeye başladı birden. Geriye hiç bakmadı. Çay fincanı bitmiş olduğunu ilan etmek istercesine sağ elinden sarkıyor, saçları Romalı heykeltıraşların en güzel mermerlerden oyduğu, kendi heykeline modellik yapar gibi dalgalanıyordu. "Ben kâşifim." diye bağırdı Deniz arkasından. Sonra mırıldanarak "Ben kâşifim... Kâşifim ben... Ben..." diyebildi. Öğlen güneşi tam olması gereken yerdeydi ve Deniz bu öğlen güneşinde olunmaması gereken tek coğrafyada ve üstelik o coğrafyada da bulunulmaması gereken tek mekândaydı. Bir sahil kasabasında, bir okul bahçesinde... Beynine giren güneş ışınlarını sanki eliyle tutmak istese tutabilirdi, orada o okul bahçesinde düşebilirdi. Ağzı kurumuş, başı dönmeye başlamıştı. Cehennem böyle bir yer olmalıydı. “25-27 Mart Turgutreis Bodrum”

İsmail Onur ismailonur@kulturcikmazi.com


Hasret-i Kasvet Her şey oluverir sözlerin gönlümün ufuklarında. Belki bir buğday tanesi, belki de yeşermeye hazır bir filiz. Belki coşkuyla çağlayan nehirler, belki de dumanı üstünde buram buram Anadolu kokan bir buğday ekmeği. Seninle şekillenir bir anda hayallerim. Bir gülüşün yeter bazen derme çatma hikayemizin sonsuz satırlarını oluşturmaya. Her birinde farklı sen, farklı anekdotlar, farklı ses, farklı gülücükler… Her şey aniden sen oluverirken zihnimde, sen zaten her şeydin dilimde. Hani konuşmaların vardı ya, özenle seçilmiş kelimeleri barındıran. Sanki kalbinin temizliği ve şefkatinle yoğrulmuş, sorgusuz sualsiz dökülmüş dudaklarından.

İliklerime kadar işleyen ve içimi ısıtan kelimeler. Özlemi, hasreti, sevgiyi hissettiren ve her daim yüzümü güldürmeye yetecek kadar masumane tavırları barındıran kelimeler… Özlüyorum, çok özlüyorum biriciğim. Tenini, sıcaklığını, nefesini. Sımsıkı sarılırken, hiç bırakmazken ellerini, ansızın vurdu ayrılığın kasveti. Seni özlemek bile heyecan verirken tenime, gözlerinde kaybolma hissi nasıl sığar zihnime. Kavuşma gününün hayali kavururken içimi, sessizliğin bile yeterdi bozmaya kalbimin ritmini. Matemin gülüşlerinde saklı biliyorum. Sevgilim, seni çok, çok seviyorum…

Murat Erdoğan muraterdogan@kulturcikmazi.com



Bu sayımızda Türkiye’de kaliteli müzik yapan ender gruplardan olan Mor ve Ötesi’ni tanıtmaya çalışacağım. Keyifli okumalar… Mor ve Ötesi, 1995 yılında dört lise arkadaşı tarafından kurulan alternatif rock müzik yapan gruptur. Kerem Kabadayı’nın davulda, Harun Tekin’in vokalde, Derin Esmer’in vokal/gitarda yer aldığı ve Alper Tekin’in ise basgitar çaldığı grup, çok kısa bir sürede Türk Rock müziğine damgasını vurdu. Mor ve Ötesi, kendi bestelerinden oluşan ilk albümünü 1995 yılının Ağustos ayında kaydetmeye başladı. “Şehir” adlı albüm, 1996 yılında piyasaya sürüldü. Bu albümde yer alan “Yalnız Şarkı” parçasına klip çekildi ve grup, tarzıyla oldukça ilgi çekti. 1997 yılında grupta önemli gelişmeler yaşandı. İlk eleman değişikliği bu yıl içerisinde yaşandı. Burak Güven, Alper Tekin’in yerine gruba dâhil oldu. 1998 yılında Captain Hook’ta düzenli olarak çalmaya başlayan grup, aynı zamanda da yeni albüm hazırlıkları yapıyordu. “Bırak Zaman Aksın” adlı 2. Albümleri 1999 yılının Mart ayında yayımlandı. Bu albümün ardından Derin Esmer gruptan ayrılırken, yerine gitarist Kerem Özyeğen gruba katıldı. 1999 yılının Ağustos ayında grup Bülent Ortaçgil bestesi olan “Sen Varsın” şarkısı üzerinde çalışıyordu. Ülke o günlerde benzersiz bir felaketle karşılaştı. 17 Ağustos depremi, grubu derinden etkiledi ve bir süre duraklattı. 2000 yılında Mor ve Ötesi, ülke çapında nükleer enerji karşıtı kampanyaya destek verdi. Bu destek hem konserlerle, hem de zamanının Cumhurbaşkanı’na canlı yayında yöneltilen bir soruyla sürdürüldü. Böylece Akkuyu’ya nükleer santral kurulması büyük bir toplumsal uzlaşma sonucu engellendi. Temmuz ayında grubun “Sen Varsın” ile katıldığı “Şarkılar Bir Oyundur” adlı Bülent Ortaçgil’e saygı albümü yayımlandı. Grup üçüncü albüm çalışmalarına girişmeden önceki en önemli performansını 9 Aralık’ta İstanbul’da Placebo’nun ön grubu olarak gerçekleştirdi. Aynı ay içerisinde

üçüncü albüm olan “Gül Kendine”nin kayıtları başladı ve bir sene sonra yani 2001 yılında albüm yayımlandı. 2002’nin Nisan ayında, 6 ili kapsayan ilk Türkiye turnesine çıktı. Grup, H2000 festivalinde o zamana kadarki en başarılı konserini verdi. Yerel ve Ulusal basına da yansıyan bu konseri, neredeyse beş bin kişi canlı izledi. 2003 yılı dünyanın gördüğü en görkemli muhalefet dalgasıyla başladı. Yaklaşan Amerikan saldırganlığına karşı sesini yükselten milyonlarca kişiye destek için anti militarist kimliği ile öne çıkan Mor ve Ötesi, ülkenin önde gelen isimleriyle birlikte bu dalgaya katıldı. Grup, Aylin Aslım, Athena, Bülent Ortaçgil, Feridun Düzağaç, Koray Candemir, Nejat Yavaşoğulları ve Vega ile birlikte seslendirilen “Savaşa Hiç Gerek Yok” adlı şarkıyı besteledi. Savaş karşıtı hareketin marşlarından biri haline gelen bu şarkıyı, 1 Mart 2003 günü Ankara’da yüz bin kişi ile birlikte seslendirildi. 2003 yılında “Yaz” adlı 3 şarkılık bir single yayımlandı. Bu single’da yer alan Şehrazat bestesi olan “Yaz Yaz Yaz” şarkısıyla büyük başarı elde ederken, grup Fanta Gençlik Festivali kapsamında 17 kenti kapsayan bir turne gerçekleştirdi. Grup dördüncü albüm çalışmalarına devam ederken, bir yandan da Çağan Irmak’ın “Mustafa Hakkında Her şey” filminin müziklerini hazırladı. 2004 yılının Nisan ayında “Dünya Yalan Söylüyor” albümü yayımlandı. Albümün ilk video klibi “Mustafa Hakkında Her şey” filminde kullanılan “Bir Derdim Var” adlı şarkıya çekildi. Ardından Mahir Akyol tarafından “Cambaz” adlı şarkıya klip çekildi. Bu albümle büyük ses getiren grup hem dinleyiciler hem de müzik otoriteleri tarafından oldukça beğenildi. Yaklaşık 250.000 adet satılan albümden elde edilen başarıyı, konser ve turnelerle devam ettiren grup, müziğini yurt çapında büyük kitlelerle paylaşma şansı oldu.


Grubun kendi plak şirketi Rakun’un kurulmasıyla yoğun geçen 2005 yılı sonlarına doğru beşinci albüm çalışmalarına başladı ve 2006 yılında “Büyük Düşler” yayımlandı. Bu albümün ilk klibi “Şirket” şarkısına çekildi. Mor ve Ötesi, Türkiye’yi 53. Eurovision Şarkı Yarışması’nda söz ve müziği kendilerine ait olan “Deli” adlı şarkı ile katılıp, temsil etti. Birçok dinleyici tarafından Türkçe şarkı seçmeleri sebebiyle takdir edildi ve yarışmayı 7. Olarak tamamladı. Grup, Eurovision sonrası 2008 Kasım ayında “Başıbozuk” adlı albümünü müzikseverlerin beğenisine sundu. Eurovision yarışması için kaydedilen üç şarkı Deli, İddia ve Sonbahar şarkıları, eski şarkılarının remixleri ve canlı performansları bu albümde yer aldı. Albümden birinci single, ritmik ve melodik yapısıyla öne çıkan “İddia” oldu. Bu albümü Avrupa ve Türkiye turneleriyle destekleyen grup, ardından stüdyoya kapanarak yeni albümün çalışmalarına başladı. 2010’un Mayıs ayında 11 şarkıdan oluşan “Masumiyetin Ziyan Olmaz” albümünü yayımladı.

İlk single ve klip “Yorma Kendini” adlı şarkıya çekildi. Bu şarkı enerjisiyle dikkatleri toplarken, listelerde 1 numaraya kadar yükseldi. Ardından ikinci klip “Araf” adlı şarkıya çekildi. Bu iki felsefi parçadan sonra “Sor” ve “Bisiklet” klipleri birbirini izledi. 2010 yılının Eylül ayında “Loveliest Mistake” Rakun Müzik etiketiyle piyasaya sürülen tekli, yalnızca dijital ortamdan satışa sunuldu. Mor ve Ötesi, son albümleri olan “Güneşi Beklerken” adlı albümü 2012’nin Aralık ayında piyasaya sürdü. Henüz bir albüm çalışması olmasa da, grup sayısız konser vermeye devam ediyor. Uzun lafın kısası Mor ve Ötesi’ni dinlemeye başladın mı bir daha bırakamıyorsun. Şarkılarında harika melodiler barındıran, sözlerinde müthiş anlamlar taşıyan, dinlerken şarkıyla duygusal bağ kurduğum ve yazarken zevk aldığım bu grubun hala anlaşılmadığını düşünüyorum. Ama nerde o eski Mor ve Ötesi demekten de kendimi alamıyorum.

Mor ve Ötesi'nin bugüne kadar kazandığı ödüller: - Yılın Grubu, 2008 – 15. KRAL TV / Mü-Yap Ödülleri

- En İyi Müzik Grubu, 2005 – 32. Altın Kelebek TV Yıldızları Ödülü

- Yılın En İyi Grubu, 2007 – Powerturk Müzik Ödülleri

- Yılın Rock Grubu, 2005 – İstanbul Kültür Üniversitesi / İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Gateway Society

- Yılın En İyi Albümü, Büyük Düşler, 2006 RollingStone - Yılın En İyi Rock Albümü, Büyük Düşler, 2006 - Blue Jean - Yılın Şarkısı, 2005 – Bir Derdim Var (Dünya Yalan Söylüyor, 2004)

- En İyi Film Şarkısı, 2004 (Altın Portakal) – Bir Derdim Var (Mustafa Hakkında Herşey) – 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali - Yılın Rock Grubu, 2004 – Yıldız Teknik Üniversitesi / Orta Doğu Teknik Üniversitesi Müzik Toplulukları

- Yılın Grubu, 2005 – Magazin Gazetecileri Derneği

Özge Özgüner özgeozguner@kulturcikmazi.com


Ne Kadar Zaman Geçerse Geçsin Unuttuğumuzu sandığımız acılar, Aklımızın en dip köşesinde Birikir, birikir Biz farketmeden. Son kar tanesi bekler gibi Çığ misali düşmez üstümüze Hayatın sillesini yediğinde İnsan, olur önce bir darmaduman Geçsin şimdi zaman, Zehir gibi acı olan Yakmadan, yanmadan Hatta öldürmeden İyileştirsin yaralarımı Daha ne kadar beklerim Bilmiyorum, yarını göremiyorum Çocuk ruhuma dinlen biraz Hayat oyun değil diyorum.

Sena Sabcıoğlu Misafir Yazarımız


Deprem Çocukları - Ali, Ali! diye bağırdı annesi. - Tamam anne, biraz daha… Deprem olalı bir aya yakın olmuştu. Şehirde artık kepçe, ambulans ya da helikopter sesleri dışında hiçbir şey duyulamaz hale gelmişti. Koca caddeler; yıkıntılardan, kepçelerden, sağa sola saçılmış kim bilir kimin eşyalarından bir patika halini almıştı artık. İnsanlar çaresizlik içinde “bir daha asla girmem” dediği ağır hasarlı evlerine mecburen giriyor, enkazın altlarından “birkaç bir şey” koparmaya bakıyor, yaşamak ağır basıyordu. Korkuya bile fırsat olmayan bir zaman insanları ilk çağa geri götürmüştü. Ne elektrik ne su ne de telefon onların dostuydu. Çoğu aile dışarı kaçmakta bulmuş çözümü. Bazıları yıkılmış evinin yanlarına çadırlar kuruyor, yardım bekliyor, umut istiyordu. Çevre köylerden gelen akrabalar kendi ölülerini buluyor ve köylerine götürüyorlardı. Tabi bazı insanlar, yıkıntılar içindeki değerli değersiz eşyaları yağma etmekle kalmayıp aranırken onlarca insanın cesedine ulaşmayı sağlıyorlardı. Ali’ler de yardımı bekleyen, topraklarından kopmayan birkaç aileden biriydi. Artık koca bir enkaz olan evlerinin bahçesine yardım

çadırlarından birini kurmuşlar, depremden hemen sonra doğan bebeklerini düşünmeye başlamışlardı. En kötüsü beklemekti. Ferhat’tı onun adı. Bir deprem bebeği. Dünyaya gelmesine aileler tarafından en pişman bebeklerdir deprem bebekleri. Hijyenik koşullardan dolayı önce astım sonra ağır derecede bronşit geçirmişti. Acil durum diye alıp götürmüşlerdi. Şuan başka bir şehrin hastanesinde, annesine göre kim bilir kimlerin elinde, can çekişirken buldu kendini. Çadırda bebeğinin ölümünü beklemekte buldu kendini anne. Evin, okulun, işin her şeyinin bir iki dakika içinde yok olmasına üzülmeye fırsat bulamadı. En kötüsü beklemekti. Buna rağmen yaşamak zorunda olmak. *** Yaşadığı trajedinin idrakinden uzak; evinin enkazını eşeliyor, enkazdan çıkan eğri büğrü demirlerin üzerinde yaylanıyor, beton parçalarını üst üste dizip uzaktan vurmaya çalışıyordu. Seneye anaokuluna gidecekti deprem olmasaydı ama onun için güzel bir oyun alanı olmuştu demir


ve beton. Durumundan da pek şikâyetçi görünmüyordu. Arkadaşlarıyla saklambaca daldı. Etrafını sinsice süzdü, karış karış aradı her yeri. En son; cesurca, kat kat enkazın arasına girmiş hareketsiz duran, kendisini bile zor gören arkadaşını hissetti. Sinsice kıkırdadı ve yatmış bir duvar parçasından ibaret olan kaleye, takıla takıla koşmaya başladı.

“Ebe, sobe!” - Ali, Ali! diye bağırdı annesi. Yeter artık akşam oluyor hem yarın gideceğiz buradan. O an; koca bir şehrin arta kalan yan yatmış boş evleri, kaldırımları kalkmış sokakları, kimin olduğu belli olmayan kat kat enkaz altı eşyaları ve belki de hala gömülmeyi bekleyen ölüleri, şen şakrak sıkılgan ve tatlı bir sesle inledi: - Tamam anne, biraz daha…

Mustafa Kemal Yağız’a, tüm deprem çocuklarına…

Furkan Bademli furkanbademli@kulturcikmazi.com


Hayal Kırıklığı Etrafımda dönen güneş Bak yeşil ekinler Ve sevmek fikri Gönlüm içre bahar Filizlerini patlatmış Gayrı iflahım lokman elindedir Islahım belirsiz... Bahar mı bahanem Yoksa baharın bahanesi mi bu Bizim işimiz bu değil Bizim işimiz Sevmek Sevmek Sevmek Bizim işimiz düş bahçelerinde Gezmek Gezmek Gezmek Bırak başkası düşünsün Mantığını Aklını Sen yanına al gel Rüyanı Aşkını Sol yanını Çareler kesilir bu ışıklı yaraya Yaram kanamıyor ey insanlık Kopuyor içim kopuyor Bak hep aklımda Hayal kırıklıkları Yanlış - meşhur doğrular

Zincirlerimiz çürüdü dağıldı Bu zincirsiz özgürlüğümüzle Biz neye inanacağız Arkamıza baktığımızda Çoktan kaçtı o fırsatlar Geriye dönüş yok artık Felekler de döndü Mevsimler de. Bir daha doğamam ben Bu yüz bu dimağ Gelmemeli bir daha Tanımamalı bu insanları Görmemeli bu halleri Bu doğruları kabul etmemeli Biz yeniden gelemeyiz amma Bu insanlar var ya bu insancıklar; Hep vardılar, Hep varlar Ve hep var olacaklar... Söylenmeyecek hikayemiz Söylenmeyecek türkümüz Hayalimizin çöplerini kim çevirir geriye? Sargılarını yak artık Kimse bilmesin o ışıklı yarayı...

İlker Özer Misafir Yazarımız


Sonsuza Dek Atatürk Cumhuriyeti Mehmetçiklerle el ele Umudumuz yarınlar için Savaştık alın teriyle Tanrı hep yanımızdaydı Allah Allah sesleriyle Felaketlerden atladık Allah’ımıza bin şükür vardık bugünlere Karşımızdaki düşmanları Ellerimizde taşlarla tüfeklerle Mücadeleyi kazandık Atam, arkadaşları ve Mehmetçik sayesinde Laik bir devlet kurduk Atamızın sayesinde Tarihe yazdık altın harflerle Armağandır bize Türkiye’nin her bir yeri Üstüne bastırmayız Rahat uyu sen yerinde Kararlıyız bırakmayız kimselere

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Akşam Oldu Kedilendim Ben Yine… Oysa başka bir yerde uyanmak isterdim, mesela senin olmadığın bir odada, senin olmadığın bir evde, senin kokmadığın bir sahilde, senin nefes almadığın bir evrende, senin yürümediğin bir yüzyılda… Olamayacağını o sabah gözlerimi açtığımda anladım. Gözlerim kaybetmişti tüm renkleri, siyah vardı, bir de beyaz bir de yavruları gri… Hâlbuki ben bu salonu tanıyordum; ne çok sevişmiştik şu kanepede, ne çok kavga etmiştik şu köşede, ne çok okuma yapmıştık şu büyükçe sayılan yere kadar uzanan pencerenin önünde ve ne çok mum çekmiştik içimize bu devinerek büyüyen evde… Ne yazılar yazmıştım senle, ama sana ait olmayan, ne hikâyeler anlatmıştım karaladığım dünyamdan sana… Daha az önce dalmıştım uykuya. Gün ağarmaya başlamıştı, mavinin tonları sararken dünyayı, ben kapamıştım gözlerimi nefessiz kalarak senden ayrı bir evin küçük odasında. Şimdi hava aydınlanmış, bense uyuduğum o küçük odada değil, en son sessizce terk-i diyar ettiğim o koca salonda açmıştım gözlerimi. Ne işim vardı senin evinde ve neredeydi senin

renklerin? Neden her şey eski film tadında ama renksizdi? Evet, ben sendeydim de sen neredeydin? Yavaşça kalkıp usulca sokulduğumda yatağına, ilk ellerin çekmişti dikkatimi. Benimle konuştuğunda hissedemediğin ellerin. Ben ellerini hissedemeyen bir kadın tarafından sevilen bir adamdım. Sevdiğinin sesini duyduktan sonra ellerini hissedemeyen kadın aşıktır. Ve tapılırcasına aşık olunması gerekilen kadındır. Aşık olunmalı. Ellerdir yazgı, ellerdir ufak dokunuşların ev sahibi, ellerdir bir aşkın bacası. Kalp ritimleri ellerin derin çizgisinin yazgısında yazılır da bunu kimse bilmez. Çünkü bunlar kalp atışları, umutsuzluğun huzursuzluğu, huzurun kaygısı… Bunları bilen ama yine de senden uzak duran bir adamı neden seversin ki kadın? Kedin bile benden daha çok hak etmekte aşkını. Tanrı soyundan gelen bu canlı


unutmazken asla insanlığın köleliğini, sen neden haklı çıkarmaktasın beni bu denli taparcasına severek bu canlıyı? Hâlbuki daha dün gece sormuştun bana, dayanamayıp sabırsızlığın yine tüm sabrıyla “Beni unutacak mısın?” sualini. O an görmüştüm büyük harfleri yuttuğunu, geriye sadece küçük harflerin kaldığını. Önce boğazında düğümlendi, yutmakta zorlandın, kanırta kanırta, yırta yırta geçti boğazından bu sözcükler. Canın acımadı diyemezdin; çünkü gözlerinden çıktı acı buğusu ve tam da o an ensenden esti yetim bir sevgi. Zehirden müteşekkil bal dişlerin öğüttü alef’ten tav’a varan ince uzun patikayı. Karşında susuşum bilerek ve isteyerekti. Susuşum sana arz edilmiş bir imtihandı, susuşum bilerek kattığım çokça acıydı. Aslında dün gece ne sen ne de ben oradaydık. Sadece içeri sızan kelimeleri uzaktan dinlemekteydik. Yalvarmıştım sana “Beni kimin unuttuğu umurumda değil, ben bir tek senin tarafından unutulmak arzusundayım” diye. Bu görünendi, hâlbuki diyememiştim içimden geçen derya rengindeki masalları. Aslında sen de biliyordun hasta bir ruhta istenilen sevginin karşılığını bulamayacağını ki o koca bıyıkları, donuk bakışlarıyla izmarit tadındaki kedin bile anlamış hiç sevmemişti beni, sahi o neredeydi? Sen uyurken hâlbuki hiç ayrılmazdı ayak ucundan, ama yoktu şimdi. Seni unutacağım ve başka bir kadını hatırladığımda da seni unutacağım. Hiçbir zaman emin olamasam da ve hep daha fazlasına ihtiyacım olsa da seni unutacağım. Beni hapsetmene izin vermeyeceğim, sevgilim. Benim ruhum özgürlüğün köleliğinde eriyip yok olmaya mahkum – bak, al sana ironinin ağa babası – tıpkı senin hayatımdaki varlık yokluğundaki gibi.

Seni hiç hayal etmedim ki sen de beni. Hadi kabul edelim sevgilim, biz, birbirleri için yaratılmış olmalarını isteyecekleri biri tarafından hayal edildik ve işte buradayız. Artık ne izin bende ne de sabır sende. Bu sebeple masalın yaşanması mahkeme kararına kalmakta. Şimdi ellerini yumdun, boynun daha bir kıvrıldı gömdüğün yastığın yumuşaklığında. Kokun geldi burnumun direğine. Direk sızlamadı yıkıldı sanki tam da yanı başında sevişemediğimiz gecelerde bile huzur bulduğum yatağında… Sana dair bulutlarım hep hesapsız bırakılmakta, mevsimlerin açtığı müptezel çentikler aşikârlaşmakta. Neler oluyor Ya Vedûd bu duygulanma da neyin nesi? Yükselmekte bir anda yatağın ortasından bir duvar ve kurtaramamaktayım kendimi, kaldım şimdi iki arşın genişliğindeki bu alçakça yüksek duvarda. Sen şimdi aşağıda kuşların bakışlarında gizlisin. Yorganın altında kıvrılmış bedenin buradan daha da belirsiz. Düşünememekteyim artık, sadece izlemek oldu kaderim. Nerede uzun bacaklarım, küçük sayılabilecek parmaklarım. Bunlar benim ellerim değil, hiç bu kadar tüylü olmadılar ki daha genç sayılacak sarı tüylerim neden grileşti. O an açtın hayalden de daha belirsiz bal rengindeki gözlerini ve usulca baktın bana, sessizce fısıldadın: “Artık hayatımdaki gölgen duvar üzerinde oturup aşağı bakan ve düşünen adam kisvesinde değil, o duvar üzerinde yürüyen izmarit tadındaki kedimin kıvraklığında sevgilim ve ölü âşıklar dimağı dirildi işte şimdi, şükürler olsun desene ey sevgili.” Ve ben işte o an anladım ki her şeyin dünün içinde yaşanan o gecede bittiğini…

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Dünyanın Devamı Gelecek Elbet Gözlerin yumulmaya maruz bırakıldığı Bir görüntünün, cazibesiyle aynıdır ellerim. Şimdi, beslediğim taşı basmanın vaktidir Başını yasladığın neresi varsa. Dil, dudakların fermuarına sarılırken Hiç çıkmayacakmış gibi, Sanki bir an bıraksa, Sanki gösteriverse cismini, Sanki namütenahi bir susuş inecekmiş gibi Tırtıklı ensesine. Ama dünyanın devamı gelecek elbet; Tenleri gerilmiş, Ve gözleri çekik kadınlar Pirinç toplayacaklar Asya'da iki büklüm, Avrupa'da üstünlük psikolojisini cilalayarak Kusmuklarına merhaba diyecek aristokratlar, Bosna'da bir çocuk dininden yargılanacak, Rio de Janeiro’da İsa mermeri Kuzeydeki siyahi adamı kutsayacak. Somali'de renksiz bir baba hırsızlık yapacak Kemikleri için çocuklarının. Dünyanın devamı gelecek elbet; Onlarca ilaç değişecek mümessillerin çantasında Ve yazmaktan hiç bıkmayan beyaz önlüklü ablalar, Kocamışları oturtacaklar nazikçe bir yerlere. Ve o otelin önünde ''Bursa'da zaman'' geçecek Bir Edebiyat öğrencisinin aklından. Dünyanın devamı gelecek elbet; Sen yüreğini Olimpos'a çıkarıp Koruyucu bir ilah arayacaksın Tanrının günah yazmasından da korkarak tabi, Her şeyin bir sebebi var en nihayetinde; Emanet edişinin de öyle,

Boşluğu ve doluluğuyla uğraşmalarına nefretinden Bunlar hep. Dünyanın devamı gelecek elbet; Tepkileri değişse de gelecek, Buzullar erise de, 13.7 milyar yıl öncesini özlense de, Bir tek dünya da değil devam edecek olan, Çölün çetrefilinde annesini arayacak bir bukalemun. Sen kapından çıkarken olacak unutma, Yoğuracaklar beni başka bir şehrin Birikmiş hamurlarıyla. Mutmain ol devamım gelecek. Ve alışana kadar yahut ‘kabulleniş’ demeli; Yüzde gereğinden az bir tebessümle, Birileriyle tanışılacak keyifli keyifsiz Hatırlanmayı hak eden her ne ise, Unutuşun lügatinden sürgün edilecek. Oluş, düzen, dünya hali... Yerini bulacak ufacık tasavvurlar bile. Dünyanın devamı gelecek elbet; Görüntünün en uzak noktasında Gözler intizar ederler belki Ve bakarlar derinlemesine, Kim bilir bu bakış; Sezar'ın, Collesium'a Attığından farklı olabilir, Yorumlamak da haddi olmaz şarlatanların Eğer gözler bakarlarsa kaybedecekleri pahasına; Tekrar birleşecek dudaklar alınlara Ve fiyakalı bir tebrik yollayacak dünya. Ve devamımız gelecek elbet.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Sevgili v1.0 Külotlu çorap gibisin sevgili… En beklenmedik anda, Her an kaçmaya müsait gibi…

Sevgili v2.0 Ortaköy sahili gibisin sevgili… Sığınmaya muhtaç gemiler gibi gönüller, Sana demir atmaya gelirler…

Doğukan Doğan Misafir Yazarımız


Fırtınanın Esareti Güneşin erken doğduğu toprakların çetin kışı yine tam karşımda. Üstelik bu defa gelişi çok farklı. Kar, fırtınayı da yanına alıp gelmişti. Bu müthiş ikili, bütün seslere baskın çıkmıştı. Okul zili vakitsiz çalmaya başladı. Bu zamansız sesleniş, fırtınanın daha da şiddetleneceğinin habercisiydi. Hademe Mustafa Ağabey, elindeki zili sallayarak sesleniyordu. “Çocuklar, fırtınadan dolayı okul tatil oldu!” Kar, kışın eğlenceli oyunların vazgeçilmezi, fırtına ise oyunbozan şımarık bir çocuk... Bu çocuk, heybetli görüntüsü ve şiddetli gürültüsüyle beni öğretmenimin yanında tehdit etmeye başladı. Zilin sesine eşlik eden bu habere sevinip sevinmemek arasında gidip gelmeye başladım. Kar ve fırtına uzaklardan gelen yatılı misafir gibiydi. Kar geldiği zaman uzun süre kalırdı. İyi bir arkadaştı. Fırtına ise her ziyaretinde buz gibi, ortalığı toz dumana katar ve giderdi. Onu hiç sevmezdim. Kar ile samimiyetime bozgunculuk yapardı. Yediden yetmişe karlı kışla yaşamaya alışıktık. Kara kışın bağrında doğup onunla ahbap olmuştuk. Onunla öğreniyorduk mücadeleyi, düşünce kalkmayı, cesareti… Öğretmenimiz tembihliyordu: “Çocuklar montlarınızın fermuarını çekip, şapkalarınızı sıkı kapatın. Eldivenlerinizi takın…”

Sıkı giyindim. Atkımı arkadan bağladım, sadece gözlerim açıkta… Sırtımda okul çantam… Mahalle arkadaşlarımla okul kapısında buluştuk. Evlerimize doğru yola çıkarken, küçük gruplar oluşturduk. Dışarıda olmamamız gerektiği bir vakitte yollardaydık. Büyüklerimizin gelip bizi götürmeleri için hepimiz dualar mırıldandık. Bu gibi durumlarda belediye hoparlöründen yapılan anonslarla duyurular yapılırdı. Fırtına elektrik hatlarını kopararak buna da engel oluyordu. Yolumuza hazırlanmış ilk tuzaklardan birisiydi, elektrik kesintisi. Aynı mahalleden dokuz on arkadaştık. Ben çömezler sınıfındaydım; en kıdemlimiz ise beşinci sınıftaydı. Her tarafı kaplayan tipi göz açtırmıyordu. Çetin şartların cesur çocuğuydum. Ya da kendini cesur sanan cılız bir çocuk… Arkadaşlarımla el ele tutuşup zorluklara meydan okurcasına ilerlemeye çalışıyorduk. Fırtına, bu samimi dostluğumuzu ve kenetlenen ellerimizi kıskanmış gibiydi. Yaramaz bir çocuk gibi tüm gücüyle bizi itekliyor ve birimizi yere düşürüyordu. Her düştüğümde elini tutarak kalktığım arkadaşımdan biraz umut biraz da cesaret alıyordum. Başımı öne eğdiren fırtınaya, başkaldırdığımda, avuçladığı kar tanelerini gözlerime atıyordu. Hiddetinden korkup tekrar başımı öne eğerek kırmızı çizmelerime


bakıyordum. Gözaltına kadar örtmeye çalıştığım atkım sıyrıldıkça, fırtına tokat gibi yanaklarıma çarpıyordu. Kar kürtünlerine saplanan ayaklarımı çekip ileriye adım atmak için tüm gücümle mücadele ediyordum. Fırtına olanca gücüyle uğuldayarak yüreğimi, soğuk nefesiyle de bedenimi üşütüyordu. Dakikalar ilerledikçe küçük bedenimdeki üşüme hissi diğer evrelerine geçiş yapıyordu. Dizime kadar çıkan kırmızı çizmemin üstünden topak topak giren karlar ayak parmaklarıma ulaşmıştı. Açılmaması için elimle tutmaya çalıştığım atkımı, bir hışımla alıp kaçırdı. Öyle çabuk kaçırıyordu ki, arkasından yetişemeyeceğim kadar hızlıydı. “Dur, bırak onu! O benim…” Her düştüğümde ayağa kalkmamam için bütün gücüyle omuzlarıma bastırıyordu. Bende alacağı var gibiydi. Atkılımı almıştı. Başka ne verebilirim ki? Acaba eldivenleri de mi istiyordu? Vermeliydim, eğer isteği buysa. “Al, eldivenlerimi de al! Beni bırak, evime, anneme gitmek istiyorum.” Islanmış ve buz tutmuş eldivenlerimi çıkarıp, omuzlarıma bastıran ellerine bıraktım. Onu da aldı ve götürdü. Arkadaşlarım beni fırtınanın elinden kurtarmak için kar kürtününden çıkarmaya çalışıyorlardı. Parmak uçlarında kaşıntı başlayan kızarmış ellerimi kara bastırarak bir kez daha ayağa kalktım. Eldivensiz ellerimi ısıtma görevi de montumun ceplerine kalmıştı. Fırtınanın pençesinde mücadele ederken, kulağıma ilişen ikinci bir uğultu aniden vücudumdaki kan akışını hızlandırdı. Uzaklardan gelen bu uğultu yüreğime sinen korkuyu ikiye katlamıştı. Erkek arkadaşlar bilmişçesine haykırmaya başladılar:

“Eyvah, bu uğultu kurdun uluması!.. Kurt inmiş, hızlı yürüyün!..” Eyvahlar olsun! Aç kurtlar gelirse hepimizi parçalar. Kurdun pençesine düşmemek için fırtınanın el ve ayaklarını öpmek istiyordum. Çare ararcasına çırpınmaya başladık. Cesur gibi görünmekten vazgeçerek ağlamaya başladım. Abla ve ağabeylerim benim gibi paniğe kapılan küçükleri sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Karlı yolda daha hızlı ilerleyebilmemiz için fikirler üretmeye başladılar: “Olduğunuz yere çantalarınızı bırakın, sırtımız boş olursa daha hızlı koşarız!..” Önce atkım, sonra eldivenlerim… Sıra çantama gelmişti, çaresiz onu da bıraktım. Fırtına, bana ait olanları tek tek alıyordu. Zorlu mücadelenin sonunda nihayet mahalleye ulaşmıştık. Yoldaşlarımdan ayrılıp yoluma yalnız devam edecektim. Evim ilk sokağın sonun da, tepenin başındaydı. Yukarıya doğru bakarak kar savruntuları arasından evimi görmeye çalışıyordum. Görebilmek belki de dizime derman olacaktı. Kaç defa düştüğümü hatırlamıyordum. Her defasında azaldığını hissettiğim takatim tamamen tükenmişti. Ayaklarım ve ellerimdeki uyuşmalar vücuduma doğru ilerliyordu. Soğuk, ağzımdan girerek ciğerlerime inmişti. Karın boşluğumda başlayan ağrı nefesimi kesiyordu. Fırtına bademciklerimi de şişirerek ses tellerimin önüne bent olmuştu. Nafile seslenişimi benden başka işiten yoktu. Serzenişlerim de bitmişti. İçimde büyüttüğüm umut fırtınaya teslim olmuştu. Annem bana beyaz bir yatak sermiş gibiydi. Ayaklarımı katlayarak yavaşça kıvrıldım. Uğultusuyla yüreğime korku salan fırtına, ninni söylemeye başlamıştı. Tüm hırçınlığını bir kenara bırakıp, anne şefkati ile yorganımı örtmeye çalışıyordu.

Sevgi Korkusuz Misafir Yazarımız


Büyük Bir Proje !!! “www.yazarindandinle.com” Amaç : Bu projedeki amacımız; Türk Edebiyatı ve Türk Yazarını, görsel ve yazılı materyaller kullanarak, sosyal medya ve internet ortamında tanıtmak; Daha önce Türkiye’de ve dünyada yapılmamış görsel bir edebiyat sitesi ve sosyal medya platformu inşa etmektir. Önceliğimiz Türk insanının edebiyatımıza ve yazarlarımıza olan ilgisini ve kitap okuma alışkanlığını artırabilmektir. Bunun yanı sıra gelecek vaat eden genç yazarlarımıza da projemizi bir fırsat olarak

sunmayı ve arzuluyoruz.

onlara

katkıda

bulunmayı

Ayrıca yazarlarımızın videolarından bir arşiv oluşturarak, kitaplarının yanı sıra yazarlarımızın bizzat kendilerinin de ileriki nesillere aktarılmasına katkıda bulunmak projemizin önceliklerinden. Mümkün olan en kısa sürede aşama kaydedip, dünyada ilk defa böyle bir projeyi geliştiren kişiler olmak, ülkemizin model olacağı bir proje üretmek en ulvi amacımız.


Konsept : Konseptimizde, yazarlarımız ve eserlerinin bir fragman tadında tanıtımını yapıyor. Yazarımız kitabını hangi duygular içinde yazdığını, ne amaçladığını anlatıyor ve kısa bir şekilde eserlerinden bahsediyor. Yapılan video çekimleri yayınlanmadan önce yazarımıza izletiliyor ve görüşleri alınıyor. Kendisinden son onay alınıyor. Daha sonra programa alınan "çekim" iki gün önceden sosyal medya hesaplarımızda tanıtılıyor. Son aşamada ilgili "çekim" yazarindandinle.com web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda yayınlanarak arşive alınıyor. Burada işin zor kısmı yazarlar ile iletişim kurabilmek ki biz ekip enerjimize ve gücümüze güveniyoruz. Ankara da ikamet ettiğimiz için malum önceliğimiz Ankaralı yazarlar oluyor.

Bugüne kadar Ankara’da ikamet eden bir çok değerli yazar ile çekim gerçekleştirdik. Sosyal medyayı elimizden geldiğince kuvvetli kullanmaya çalışıyoruz. Twitter, facebook, instagram, youtube hesaplarımızı güncel tutuyor ve paylaşımlarımızı tek bir yerden aynı zaman zarfında yapmaya gayret ediyoruz.

Sonuç : Malumunuz, Türkiye’de kitap okuma sayısı az ve yazarlarımız, eğer çok medyatik ve magazinsel değilse hiç tanınmıyor. Henüz Türkiye ve dünyada benzeri olmayan bu projenin, kitap okuma alışkanlığının çok düşük olduğu ülkemizde faydalı ve gerekli olduğunu düşünmekteyiz. Saygılarımızla.

Mahmut Nezir Yücesoy Genel Koordinatör nezir.yucesoy@yazarindandinle.com






#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kultur_cikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.