Kültür Çıkmazı Dergisi 6. Sayı

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Didem Onmuş Ergül Yılmaz Furkan Bademli Gizem Köprülü İsmail Onur Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nazik Çam Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan kulturcikmazi kultur_cikmazi

Yine çok özel bir sayıyla karşınıza çıktığımız için çok gururluyuz. Her sayımızda sanatın farklı bir dalına önem vermeye çalışmamız umarım okuyucularımız tarafından da beğeniliyordur. Bu sayımızda klasik müziğin dehası “Wolfgang Amadeus Mozart”ı tanıttık. Notaların gizemini bizden yüzyıllar önce keşfetmiş olan Mozart’ı yakından tanıma fırsatı sayfalarımız içindeki yerlerini aldılar. Sadece bu kadar değil. Klasik müzik deyince akla gelen ilk filmlerden olan, birçok Oscar ödülüne sahip “The Pianist” filmini Nebi Eren Bayramoğlu bizler için tanıttı. Ayrıca Çok Güzel Hareketler Bunlar’ın sevilen oyuncusu “Şevket Süha Tezel” ile Türkiye’nin ilk çocuk kukla filmi üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Hiç tanıtım yok mu dediğinizi duyar gibiyim. Türker Ardıç bu ay bizler için “Jim Morrison”ı tanıttı. Özge Özgüner her ay olduğu gibi bu ay da önemli rock gruplarından “Anathema”yı bizler için anlattı. Ayrıca geçmiş sayılarımızda başlayan öykü ve yazı dizilerinin yeni bölümleri, yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sayfalarımızdaki yerlerini aldılar. Bu çalışmaların karşılığı olarak Kültür Çıkmazı ailesine verdiğiniz destek sayesinde hala büyümeye devam ediyoruz. Sosyal medya hesaplarımızdan olan Facebook sayfamızı takip eden 10.000 edebiyatsevere buradan bütün ekibimiz adına teşekkür ediyorum. Tabi desteğinizi istediğimiz yeni projelerimiz de var. Bu ay Youtube kanalımızı aktif hale getirerek size edebiyat ve kültür - sanat dolu içerikleri oradan da sunmaya başladık. Kanalımızı takip ederek bize destek olabilirsiniz. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 7. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…” (Gelecek ay için ufak bir not: Önümüzdeki ay tekrar edebiyat ağırlıklı bir sayı hazırlayacağız ve edebiyatımızın önemli şairlerinden 9 Ocak 1990’da vefat eden “Cemal Süreya”yı sizler için anlatacağız.)


Misafir Yazarlar Besna Aydın Bilal Maral Enes Taşbaşı Fatih Çelik Hilal Gümüşlü Kerem Büyükkaya Leyla Özlüoğlu Mehmet Gökdoğan Ömür Ak Sena Sabcıoğlu

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 5. “Wolfgang Amadeus Mozart” - Kişisel Hayatı ve Eserleri - Gizem Köprülü 8. “Wolfgang Amadeus Mozart” - Sanat Hayatı - Ayça İşbilen 10. Yapay Dünya Sesleri - Didem Onmuş 11. Gül Güzeli - Bilal Çakıl 12. Telefon Kulübesi - Bölüm 3: Kaç! - İlker Ardıç 15. Doğarken Çıplak Ölürken Çıplak - Sibel Ayan 16. The Pianist - Nebi Eren Bayramoğlu 20. Filanı Bol* - Nazik Çam 21. Pardon Bayım Bakar Mısınız? - Safiye Önal 22. Küf Kokusu - Serap Bozkurt 23. Kaf Dağının Ardı - Merve Nur Doğan 24. “Şevket Süha Tezel” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 27. Aranan İnsanlık - Bilal Maral 28. Ölüm Mavilikse, Sensizlik Karanlık - Selin Sabcıoğlu 29. Günaydın - İlker Ardıç 30. Devlet Pastanesi - Ayça İşbilen 31. Islak Trambolin - Nebi Eren Bayramoğlu 32. Mr. Mojo Risin (Jim Morrison) - Türker Ardıç 36. 04.11.2014 - Hamid Yıldızgil 37. Hak - Bayram Kaynakçı 38. Senli Düşler - Benan Şahindoğan 39. Suskun Sözler - Murat Erdoğan 40. Şahsi Yalnızlıklarım - Bölüm 3 - Ali Koç 44. Yastık Kılıflarının Resitali - Nebi Eren Bayramoğlu 45. Ansıma - Serap Bozkurt 46. Aşk - Birkan Akyüz 47. Dostluk Tadında Bir Şey - Ergül Yılmaz 48. Anathema - Özge Özgüner 52. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 2: Keman - Türker Ardıç 57. Düşsel Firar - Sena Sabcıoğlu

5 Aralık 2014

6. Sayı

58. Çizim - Leyla Özlüoğlu 59. Adına Bir Harf Daha Katıyorum Sokaklandır Bu Şehirleri - Enes Taşbaşı 60. Beklenmedik Misafir - Fatih Çelik 63. Yağmur Damlası - Mehmet Gökdoğan 64. Kanlı Mahzen… - Ömür Ak 65. 26 Ekim Te-sa-dü-fü - Kerem Büyükkaya 66. Bir Aşk… - Besna Aydın 67. Mor Lavanta - Hilal Gümüşlü 68. Arbella Makarna 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması - Bilgilendirme 70. Filiz Hatipoğlu: Şimdiki Zamanların Güncesi - Sergi 71. Mert Özgen: “No.5” - Sergi 72. Orhan Umut: Temas - Sergi 73. Talat Ayhan: Nocturne - Sergi

Keyifli Okumalar…


“Wolfgang Amadeus Mozart” Kişisel Hayatı ve Eserleri Wolfgang, 1756 yılında Avusturya Salzburg’da, Leopold ve Maria Anna’nın yedinci ve son çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı bu yedi çocuklu ailenin hayatta kalan iki çocuğu vardır. Bunlardan ilki annesiyle aynı adı taşıyan ve kısaca Nannerl olarak bilinen kız kardeş ve tam adıyla tüm dünya tarafından tanınan Wolfgang Amadeus Mozart’tır. Wolfgang, henüz 3 yaşında iken ilk bestesini yapmış, ebeveynleri tarafından “Tanrı’nın onlara bahşettiği bir hediye” olarak sıfatlandırılmıştır. Bu küçük dâhinin keşfedilmesi için aile, ellerindeki her türlü imkânı kullanarak Avrupa’nın baş şehirlerine seyahatler yapmış, oğullarının bestelerinin tüm bu şehirlerde tanınmasına ön ayak olmuştur. Bu aile hakkında az bilinen bir diğer gerçek ise Wolfgang’ın kız kardeşinin de müzik aletleri çalma konusunda ileri derecede bir yatkınlığı olmasıdır. Wolfgang, onlu yaşlarının sonuna geldiğinde kalıcı bir görev edinebilme umuduyla kız kardeşi ve annesini Salzburg’da bırakarak babasıyla Avrupa’nın belli başlı şehirlerine seyahat etmiş, performansının büyüleyici olmasına rağmen, Habsburg Hanedanı’nın nedeni bilinmeyen olumsuz tutumu nedeniyle o dönemde müziğin kalbinin attığı başta Viyana olmak üzere Paris, Münih, Milano gibi şehirlerde kalıcı bir görev elde edememiştir. 1777 yılının sonlarına doğru, Mozart Weber ailesi ile ilk karşılaşmasını Mannheim’da yaşamıştır. Weber ailesi, birbirinden güzel dört genç kız ve onların ebeveynlerinden oluşan, sıcak bir ailedir. Kızlarından Josefa 18, Aloysia 17, Constanze 15 ve Sophie 14 yaşındadır. İleride Wolfgang’ın hayatını birleştireceği Constanze ile Weber ailesinin Constanze’i elbette ki aynı kişidir. Ancak bu hikâyenin çok bilinmeyen bir kısmı daha vardır. Mozart, Constanze’dan önce ablası Aloysia’ya âşık olmuştur. Bunun yanı sıra; Wolfgang’in babası Leopold, Weber ailesine karşı sonsuz bir öfke ve

kıskançlık duymaktadır. Tabii ki bu duygular, oğlunun Aloysia’ya olan duygularıyla paralellik göstermektedir. Ona göre Weber ailesi, oğlunun geleceğini göz göre göre tehlikeye atmaktadır. Yıllar sonra, Mozart’ın biyografisini yazacak olan Constanze Weber’in Mozart’tan sonraki eşi George Nissen, Constanze’ın ona anlattığı bilgiler doğrultusunda Wolfgang’in Weberlerin Münih’teki evine gelişini şöyle dile getirmiştir: “Weberler, Münih’teki evlerinde Wolfgang’ı aniden karşılarında bulurlar. Üzerinde Paris modasının esintilerini taşıyan kırmızı düğmeli siyah bir ceket vardır. Annesinin ölümüyle yasta olduğu bu matem kıyafetinden anlaşılmaktadır. Ama Aloysia’nın ona karşı hislerinin tamamen değiştiğini fark etmesiyle birden yıkılmıştır. Bunun üzerine hemen piyanonun başına geçip bağırarak şarkı söylemeye başlamıştır. ‘Beni istemeyen kızı terk etmekten mutluyum.’ “


Aloysia, daha önceden tanıştığı Alman asıllı aktör Joseph Lange ile 1780 yılında evlenmiş, 1781 yılında ilk çocuğu Maria Anna Sabina’yı doğırmuştur. Bu evlilikten sonra Wolfgang, Weber ailesini bir kez daha ziyarete gitmiş, babasına yazdığı bir mektupta Weberlerin diğer kızıyla ilgilendiğini söylemiştir. Bu kişi, Constanze’dır. Weberlerin Burgtheather’daki ayrıcalıklı görevleri sayesinde Wolfgang, orada Alman operasından sorumlu oyun ve opera yazarı Johann Gottlieb Stephanie ile bağlantı kurmuş, Stephanie Wolfgang’e onunla ilgili aklında bir proje olduğunu belirtmiştir. Stephanie’nin isteği, sözlerini kendi yazdığı bir operayı Mozart’ın bestelemesidir. Bu beste, hemen herkes tarafından bilinen “Saraydan Kız Kaçırma”dır. Bazı kompozitörlerin eserlerinin çoğu kendi yaşamından kesitler taşımaktadır, ancak Mozart, onlardan biri değildir. Onun yaptığı sayısız eserler arasında kendi yaşamını yansıtanlar, ancak çok özel zamanları içermekte olup, parmakla gösterilecek kadar az sayıdadır. Örneğin, Saraydan Kız Kaçırma, Weberlerin kızı Constanze’a gerçek anlamda âşık olduğunu hissettiği zamana denk gelmektedir. Zaten eserin başarısından, bu oldukça açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü bu dönem, Wolfgang’in duygularının zirvede olduğu dönemdir. Çünkü Wolfgang, o kızın karısı olacağına karar vermiştir ve gerçekten de olacaktır. Mozart’ın operadaki ana karakterin adını Constanze olarak değiştirmesi, bunu açıkça sergilemektedir. Bu eser, Wolfgang’in yaşamı boyunca anılmasını sağlayacak sayılı eserlerinden biridir. “Saraydan Kız Kaçırma” ilk olarak 16 Temmuz 1782’de sergilenmiş, bu tarihten üç hafta sonra Wolfgang, Constanze ile evlenmiştir. Wolfgang, bestesi ile kazandığı büyük başarı ve âşık olduğu kadın ile evlenmenin getirisiyle neredeyse en başarılı dönemini bu tarihlerde yaşamıştır. Wolfgang ve Constanze için 1784 yılının ikinci yarısı müzikal ve sosyal aktiviteler açısından çok başarılı bir dönem olmuştur. Oğulları Carl Thomas 1784 yılının 21 Eylül’ünde doğmuş, çok sağlıklı bir bebektir ve yetmişli yaşlarına kadar yaşayacaktır.

1786 yılına gelindiğinde Wolfgang’in ünlü iş ortağı Lorenzo Da Ponte ile birlikte gerçekleştirdikleri “Figaronun Düğünü” operasının ilk gösterimi mayıs ayında Burgtheather’da geniş bir halk kitlesi önünde gerçekleştirilmiş ve çok beğenilmiştir. Bu sırada Mozart, Prag Senfoni Orkestrası’nın seçilmiş duayenlerinden ve sayılı müzisyenlerinden bir davet mektubu almış,1787 yılının başında Constanze ile birlikte Prag’a beş haftalık bir gezi düzenlemiştir. Wolfgang, Prag’a ziyareti sırasında Figaro’yu yönetmesinin yanı sıra özel konserler de vermiştir. Prag’dan ayrıldıklarına Wolfgang yeni bir operayla görevlendirilmiştir. Bu operanın adı “Don Giovanni”dir. Mozartların hayatı bu olaylar ışığında şekillenmeye devam ederken kız kardeş Nannerl’den gelen mektup ile Mozartlar dehşete düşmüşlerdir. Babaları Leopold çok hastadır. Wolfgang durumu öğrendikten sonra babasına yazdığı mektupta “yaşamım boyunca bütün ilişkilerimi hazırlayan, bana şu an bulunduğum yeri sağlayan en yakın dostumun hastalık haberiyle derinden sarsılmış durumdayım. Ancak çok yakınımıza geldiğinde varlığını hissettiğimiz ölümün, geçmiş onlarca yıl boyunca bana en yakın dost olan, üstün yetenekli, müzik dâhisi, tek güvendiğim kişi sevgili babamı, elimden almaya geldiğini hissetmenin dehşet verici korkusu içindeyim! ...” demiştir. Baba Leopold 28 Mayıs 1787’de sabah saat 6’da ölmüştür.

1787-1791 yılları arasında Wolfgang kendisine ticari anlamda para kazandıracak işler almış, Viyana’da büyük başarı elde edecek oyunlar sergilemiştir. 1791 yılında Wolfgang “Die Zauberfloute (sihirli flüt)”ü bestelemiştir. Yine 1791 yılında Wolfgang iki geniş çaplı iş daha almıştır. Bunlardan biri Wolfgang’in yeni


imparator II. Leopold’ün Bohemya Kralı olarak taç giyeceği törende bestelediği operadır.

“Requiem” Bu sırada Wolfgang üçüncü bir iş daha almıştır, ancak bunu gizli tutmaktadır. Yeni aldığı iş Kont Franz Wallsegg-Stuppach’tandır. Kont’un genç karısı Anna yirmi yaşındayken ölmüş, Kont ise çok sevdiği karısı için bir requiem (ağıt) bestelemek istemiştir. Wolfgang Requiem’i belli bir ücret karşılığında bestelemeyi kabul etmiştir. Ancak kontun şartı üzerine diğer müzisyenlerle çalışmalarında olduğu gibi bu işi de tek başına yaptığını göstermek istediğinden dolayı Wolfgang bu işi gizli yapmayı kabul etmiştir. Constanze, yakalandığı şeker hastalığından kurtulabilmek için evinden uzak kaldığı bu zaman aralığında Wolfgang kendini çalışmalarına adamış, Constanze eve döndüğünde Wolfgang’i perişan bir halde bulmuştur. Wolfgang, son işi olan Requiem’i yazmaktadır. Çıktıkları bir yürüyüş sırasında Wolfgang karısına bir itirafta bulunarak Requiem’i aslında kendisi için yazdığına inandığını söylemiştir. Wolfgang, gerçekten de çok hastadır. Kasım ayı geldiğinde yatağa düşmüştür. Requiem’i kendisi için yazdığı fikri karısına gün geçtikçe daha gerçekçi görünmeye başlamıştır. “Addio per sempre, elveda sevgilim, seni bir daha göremeyeceğim, sonsuza dek hoşça kal.” Wolfgang’ın hastalığı sırasında kardeşine yardımcı olan Sophie, Mozartların evine son gidişinde Constanze’i perişan bir halde bulmuş, kardeşine moral vermek için elinden geleni yapmıştır. Sophie’nin yaptığı bu son ziyaret sırasında Wolfgang ona “ölümü şuan dilimde hissediyorum, eğer sen burada olmazsan, benim küçük Constanze’ıma kim bakacak” demiştir.

Henüz otuz beş yaşında olan Wolfgang’in ölümünü yine kız kardeş Sophie şu şekilde dile getirmiştir: “Süsmayr de oradaydı, Wolfgang’ın yatağının dibinde oturuyordu. Requiem bitmişti. Hazırdı. Ateşler içinde yanan alnına soğuk kompresler yapıyordu. Aynı zamanda sık sık giden bilincini yerine getirmek için yanağına hafifçe vuruyordu. Ama sonuncusunu yaptığı sırada artık onun nefes almadığını ve tüm uğraşların boşuna olduğu anlaşılmıştı. Wolfgang artık bizi duymuyordu. Kulağımıza Requiem’in hazin ezgisi geliyordu. Onu bugünkü gibi duyuyorum…” Tarih 5 Aralık 1791 gece yarısını geçtiğinde Wolfgang Amadeus Mozart son nefesini vermiştir. Önce çok yavaş başlayan müzik yavaş yavaş tırmanırken, önce yarım oktav başlayan ses, basamak basamak yükselerek doruğa varıyor, bu sırada bir çığlığı, bir haykırışı dile getiriyordu. Ölüm marşı çalarken, kaçınılmaz sonun kreşendosu şu sözlerle bitiyordu; “Suçlu adam yargılanmak üzere Gökyüzüne çıkıyor O sırada trompetler, o çocukluğunda kulağının dibinde duyduğunda çok ürktüğü trompetler, çılgınca çalıyor ve yaşam sona eriyordu, Şunu söylüyorlardı: Ölümü soğukkanlı bir vakarla karşılamaya hazır olmalıyız.”

“Idomeneo”

Gizem Köprülü gizemkoprulu@kulturcikmazi.com


Ömrüm Mozart'ı Dinleyerek Nihayet Bulacaktır Sanat Hayatı Wolfgang Amadeus Mozart'ın sanat hayatına yönelik çalışmamı sizlerle paylaşmadan önce sizlerden Mozart'ın "Greensleeves" parçasını açmanızı, çalışmamı bu müzik eşliğinde okumanızı rica edeceğim. Zirâ incelememin tamamlayıcı unsuru olması açısından çok önemli olacaktır. 27 Ocak 1756'da Salzburg'da dünyaya gelen Wolfgang Amadeus Mozart şüphesiz müzik tarihinin, müzik dünyasının dehalarından biridir. Kısa süren, 35 yıllık ömrüne 626 beste sığdırmıştır. Bu rekor sayı, Mozart'ın müzik tarihine ismini ve ününü kazımıştır. Herkese olmuştur. Klasik müzik denilince halkın birçoğu tarafından sevilmeyen, benimsenmeyen; halk tarafından kabul görülmeyen, bir nebze halktan kopuk ve de insanlar üzerinde “bir nezle” etkisi yaratan halsizlik ve uyku denilebilir- müzik türü aklımıza gelir. Şöyle bir ciddiyet, resmîyet yüzümüze yerleşir. Fakat Mozart ve eserleri günlük yaşantımıza o kadar girmiş, benliğimize o kadar işlemiştir ki “40.senfoni” desem dinlemeyen, dinlenilmese de adını duymayan yoktur. Varsa

da uzayda mı yaşıyor diyesim geliyor -ki uzayda da zaten çoktan kaydedilmiş vaziyettedir. Biraz “40.senfoni"den bahsedecek olursak; polifonik zil sesi devrinden önce birçok Nokia markalı cep telefonlarında "Nokia Tune" melodisinden sonra en çok kullanılan zil sesiydi. Farklı olmak isteyen herkes Nokia Tune melodisinden vazgeçip zil seslerini Mozart'ın 40.senfonisini ayarlardı. Hayatımıza o denli girmiştir ki Mozart; adı, eseri cebimize kadar inmişti bir zamanlar. Eminim şu an herkesin kulaklarında o melodi çalıyordur. Sonrasında; Mozart'ın “Turkish March" adlı bir eseri vardır. O da her akşam saat 8'de Ali Kırca, Atv ana haber bültenine son verdiği sırada “Bizimcity"den hemen önce karşılardı bizi. Ben ilk orada duymuş, dinlemiştim. Bu misallari ilkokuldaki zil seslerine kadar sürdürmek mümkün. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, nostaljinin de fon müziğini çok güzel bir şekilde sırtlıyor Mozart. Her şekilde Mozart, hayatımıza bir şekilde girmiştir. Bebekler Mozart'la uyutulmuş, Mozart'la müzik kulağı geliştirilmiştir. Müzik dünyasının, klasik müziğin köşe taşı ünvanını da


pekâla hak ediyor Wolfgang Amadeus Mozart. Asıl olarak Mozart'ın müzik anlayışına adım atacak olursak, şunları söyleyebiliriz: Mozart'ın yaşamış, müziğinin de hüküm sürmüş olduğu dönem 18. yüzyıldır. Bu çağda çok önemli değişiklikler, gelişmeler olmuştur müzik alanında. Barok müziğinin komplikesini ortadan kaldırmaya başlayan, yeni bir müzik anlayışının giderek artmaya başladığı bir dönem olmuştur. Barok müziğini de çok kısa bir şekilde Jean Jacques Rousseau'nun ifadesiyle anlatmış olalım. Şöyle demiştir: “Barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir.” Barok kelime anlamı olarak da düzensiz inci anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle de süslü ve fazla ayrıntılı ve farklılıklardan beslenen bir müzik türü şeklinde yorumlayabiliriz. 17. yüzyıla damgasını vurmuş ve Bach'ın ölümüyle de sona ermiştir diye bilinir. Mozart, barok döneminin bitiminde yeni bir müzik anlayışıyla çağa damgasını vurur. Eserlerini oluştururken enstrüman kullanımını oldukça dengeli bir şekilde tutmuştur. İyimser bir bakış açısına sahiptir. Evrensel olanı savunmuştur ve eserlerine dahil etmiştir. Bugün; The Marriage of Figaro'yu herkes biliyorsa, Mozart'ın inandığı değerler sayesindedir. Çünkü insanı işlemiş, kadını işlemiş acıyı izlemiştir. Mozart'ı dinlerken neşeli, şakacı ve çocuksu ezgileri duymak, anlatılan her şeyin sağlamasını yapıyor aslında. Mozart'ın müzik dehası 5 yaşında yapmaya başladığı bestelerle değil, 35 yaşına sığdırmış olduğu 626 beste de değil. Asıl, müzik dehası asırlarca etkisini sürdüren müziğinin ezgisini büyük, altın bir ayakkabı olarak tasarlayıp, olgunlaşana dek o ayakkabının içini hayatın unsurlarıyla doldurup sabitleştirici unsur olarak da insanları seçmiş olmasıdır kanımca. Ben Mozart'ın müzik, sanat anlayışını bu şekilde yorumladım, bakalım Mozart kendi müzik anlayışını ne şekilde ifade etmiş:

“Şiir yazmam, çünkü şair değilim. Sözcük türlerine ışık-gölge etkisi yaratacak bir sanatla düzen veremem çünkü, ressam değilim. Hatta düşünce ve duygularımı vücut hareketleriyle, dil hareketleriyle dile getiremem çünkü; dansçı değilim ama bütün bunları sesler aracılığıyla gerçekleştirebilirim; çünkü müzikçiyim.” Mozart'ın bazı eserleri; - Cosi Fan Tutte - Idomeneo - Gren Partita - Mozart Requiem - Don Giovanni Sizlere biraz da Mozart'ın iyileştirici gücünden bahsetmek isterim. Mozart'ın müziğinin akıl hastalıkları tedavisinde kullanıldığını biliyor muydunuz? Akıl hastalığı başta geliyor, elbette birçok hastalığın tedavisinde kullanıldığı biliniyor. Örneğin sara konusunda uzman nörolog John Hughes, Mozart'ın müziğinin tedavi açısından en iyi sonuç verdiğini belirtmiştir. Aynı zamanda Alzheimer'ın tedavisinde oldukça yoğun olarak kullanılmıştır. Bunun nedeni elbette melodilerinin yapısıdır. Az önce bahsettiğimiz barok tarzı müziğinden sıyrıldığı yöndür bana kalırsa. E tabii bir de -burcum kova olduğu için demiyorum amao da birçok dahi gibi kova burcundandır. Dahi olması, müziklerine, ezgisine de yansıyor bu şekilde de tedavi ediyor. Albert Schweitzer, Mozart için şöyle demiştir: “Bütün dahiler göklere uzanır. Mozart ise gökten inmiştir." O yüzden söylüyorum ki; yalnız kaldığınızda kafanızdan ziyade lütfen Mozart dinleyiniz. "Amadeus" filmini de ısrarla, şiddetle tavsiye eder; bol Mozart'lı günler dileriz, sağlıcakla kalın…

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Yapay Dünya Sesleri Kayboluşun bir adı yoktu, boşluktu sureti, Nemli havaların tadı yok, şemsiyesizdi hepsi. Yarım kalmış kitap kapaklarında dalgın bakışlar. Parke desenleri, bilmem kaç göz ense takipçisi. İnsancıklar demişti Rus'un biri, Garip insanlıklardı haklıydı, hepsi. Karanlıktan bağıran merhamet ışıklarının her biri. Nasır tutmuş ellerin, miras bıraktığı tek eseri. Dünya olmuş ağız dalaşlarının sahnesi. Açlığı unutmuş yüksek topuklardı her biri. Kolları kopmuş, platin bacakların katili, Haykırıyor çocuklar "Anne burası neresi?"

Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com


Gül Güzeli Siyah kâkülüyle öyle sevecen, öyle uysal ve duygusal… Sanki bir öykünün duruşuyla prenses karakteri gibiydi. Herkes dönmüş ona bakıyordu acemi bir balıkçı ilk defa okyanus görmüşçesine şaşkın, bir ağaç ilk defa mevsimsiz yeşerircesine ürkek. Siyah bir bulut şu eşsiz manzarayı nasıl da bozuyordu ve herkes zamanın kısıtlı olduğunun farkındaydı onunsa tek kusuru samyeliydi, nereye doğru esecekti! Herkesin düşüncesi, içini sızlatan soru onun sonrasızlığıydı sonsuz ve ulaşılamaz değildi hiç kimse biliyorum. Oysa, o farklıydı renklerden, mevsimlerden yaratılmış gibiydi. Vazgeçilmezdi!

Her adımında süslediği soğuk ve renksiz caddenin sonu sevdanın merkezi miydi? Harikalar diyarından gelmişti adeta, papatyalara, bahara, yıldızlara olan sevdayı alıp götüren biri kim olabilirdi? Soylu bir tutsaklığın prangası mercan kayalıklarının ve bağların renk cümbüşü o ihtişamlı gül güzeli. Gökkuşağını kıskandıran o gözlerinin rengi ve adına esen meltemler, yitirilen mevsimler… Unutma; Gözlerinde yitirdiğim her mevsim, Adına yazılmış milyonlarca şiire eş değer.

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 3: Kaç! Ağır adımlarla caddenin yoğunluğuna aldırmadan yürüyordu. Kafası allak bullak olmuştu. Karşıdan gelen insanlara aldırmadan dümdüz yürümeye devam etti. Omzuna çarpanların sayısı arttıkça, dünyaya olan ilgisi geri dönmeye başlamıştı. Uzun zaman sonra onca sesin arasından seçtiği bir tını kulaklarında yankılanıyordu. Adımlarını yavaşlatıp kafasını sağa doğru çevirdi. Önündeki kutusunda henüz birkaç lira birikmiş, sokak sanatçısına baktı. Elindeki yan flütü öyle güzel çalıyordu ki durup daha fazla dinlemek istedi. Son günlerde yaşadıklarından sonra biraz kendine gelmeye ihtiyacı vardı. Cebindeki bozuklukları çıkarıp saymadan kutuya attıktan sonra sanatçının hemen yanına oturdu. Sırtını duvara yasladıktan sonra gözlerini kapatıp kendini müziğin eşsiz yolculuğuna bıraktı. Önümüzdeki on dakika hiçbir şey düşünmek istemiyordu.

*** Geçen zamanında farkında değildi ama kararan hava ve yüzüne düşen birkaç damla artık eve gitmesi gerektiğini işaret ediyordu. Cebinden çıkardığı paketi eline vurduktan sonra paketten uzanan ilk dalı sanatçıya uzattı. Adam elindeki flütü kutusuna koyarken samimi bir gülümsemeyle bu teklifi reddetti. Anlaşılan sigara kullanan biri değildi. “Nefesi ekmek parası tabi” diye geçirdi içinden. Ve sigarayı ağzına götürüp çakmağını çaktı. Yanan tütünün çıtırtıları arasında ilk dumanı ciğerlerine doldururken önünden geçen adımları izlemeye devam etti. İnsanların yüzlerine bakmak yerine sadece ayaklarına bakıyordu. Bu onun için daha eğlenceliydi. Ayrıca insan yüzü çok rahatlıkla istediği şekli alabilir, karşısındakini kandırabilirdi. Ancak adımlar farklıydı. Farkında olmayan biri adımlarıyla hayatına dair birçok ipucunu karşısındakine verebilirdi. Güçlü adımlar,


parmak ucunda yürüyenler, bir ayağına daha fazla yüklenenler ve sanki adımlarını geriye atmak istercesine yürüyenler… Poyraz, sigarasının son dumanını da çektikten sonra kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Ayağa kalkmaya üşeniyordu. Sağ ayağının karıncalandığını fark edince bu fikirden daha da nefret etti. Bir süre oturduğu yerde uyuşan ayağının düzelmesini bekledi. Daha sonra duvardan aldığı destekle ayağa kalktı. Birkaç adım atmıştı ki, telefonunun titrediğini fark etti. Cebinden çıkardığı telefonun ekranına göz ucuyla baktıktan sonra öylece kaldı. Arayanın numarası yoktu. Gizli bir numaradan onu kim arayabilirdi ki? Hemen gözünün önünden telefon kulübesindeki o an geçti. Açmakla açmamak arasında gidip gelirken merakına yenilip açtı. Ağır hareketlerle telefonu kulağına götürürken yine o sesi duymamayı umuyordu. - Hala anlamadın değil mi? Daha sesi duyar duymaz buz kesmişti. Yolun ortasında durmuş öylece dinliyordu. Ağzından çıkan birkaç kesik kelime dışında başka bir şey yapamadı. - Ne-neyi anlamadım. - Vaktin doluyor, kaç! Yine aynı şey olmuştu. Ne olduğunu anlamadığı bir şeyler söyleyip kapatmıştı telefonu. Kimdi bu arayan? Yoksa cinayetleri işleyen kişiyle mi konuşuyordu telefonda, aklında cevabı olmayan yüzlerce sorusu vardı artık. Ama endişelenmeye başlamıştı. Neden kaçması gerektiğini düşündü. Sıradaki kişi o olabilir miydi? Kime ne yapmıştı ki bugüne kadar, basit sıradan bir hayat yaşamıştı. Hatta düşününce etrafındaki insanların hataları yüzünden çok b*ktan bir hayat yaşasa da onlara karşı hiçbir şey yapmamıştı, yapamamıştı… Her hatada, her terslikte daha da içine kapanmıştı Poyraz. Tekrar adım atmaya başladığında ne kadar uzun zamandır ailesini düşünmediğini fark etti.

Evet, bir zamanlar onunda bir ailesi vardı. Senelerdir görmediği arayıp sormadığı bir ailesi… “Belki de çoktan ölmüşlerdir” diye geçirdi içinden. Eğer ölmüşlerse buna gerçekten sevinebilirdi. En kısa zamanda onlara fark ettirmeden bunu öğrenmeyi aklının bir köşesine not etti. *** Binanın gıcırdayan kapısını açıp küf kokan basamaklara yöneldiğinde çok temkinli adımlar atıyordu. O’nun telefonda söylediklerinden sonra artık her şey tehlikeli görünüyordu gözlerine. Son basamakları da çıkıp cebindeki anahtarı çıkardı. Kapıya yöneldiğinde önce içerideki sessizlikten emin olmak için kulağını dayayıp bir süre dinledi. Bir ses duymayınca sessizce evine girdi. Kendi evinin koridorunda parmak uçlarında yürüyordu. Bütün evi dolaştıktan sonra dönüp kapıyı iki kere kilitledi. Artık daha hızlı hareket ediyordu. Hemen yatak odasına gidip dolabını açtı. Dolabın derinliklerinden çıkardığı küçük bir çantaya eline geçen birkaç kıyafetini hızlıca tıkıştırdı. Nereye gideceğine dair en ufak bir fikri yoktu. Ama telefondaki sesten ve başına geleceklerden oldukça korkuyordu. Özellikle o kadının ve Cevdet Bey’in nasıl öldürüldüğünü gördükten sonra burada daha fazla duramazdı. Çantayı doldurduktan sonra salona geçip alması gereken başka bir şey var mı diye bakmaya karar verdi. Koridoru geçip salona girdiğinde havada süzülen tozları görünce irkildi. Perdeden sızan loş ışık sayesinde odada biriken bütün tozları görebiliyordu. İçine pek sinmese de o toz bulutunun içine dalıp etrafa göz gezdirmeye başladı. Masanın üzerindeki dergi yığınını kurcalarken televizyonun altındaki çekmecenin aralık durduğunu fark etti. Normal şartlarda bu onun yapacağı bir şey değildi. Evet, biraz pis olabilirdi ama düzensiz asla. Eşyaların yamuk durması, düzensiz durması, olması gereken yerde olmaması onu çıldırtan şeylerdi. Hızlı adımlarla çekmeceye doğru ilerleyip biraz daha araladı. Sol köşede duran kutunun kapağı çapraz bir şekilde kapatılmadan üzerine bırakılmıştı. Poyraz evine birinin girdiğini


anladığında korkusu daha da artmıştı. Artık kaçması için elinde bir neden daha vardı. Kutunun kapağını usulca kaldırıp içine göz gezdirdi. Yıllardır özenle biriktirdiği, düzenleyip sakladığı para koleksiyonunda boş duran tam beş göz vardı… Ensesinden aşağı süzülen teri bütün benliğinde hissediyordu. Cevdet’i öldüren katil onun evine elini kolunu sallayarak girmiş ve onun para koleksiyonundan tam beş Osmanlı sikkesi almıştı.

“İyi de, benim para koleksiyonum olduğunu bilen kim var ki?” diye düşünmeye başladı Poyraz. Yüzyıllar boyunca elden ele dolaşmış, kim bilir hangi hayallerin gerçekleşmesini sağlamış, kimlerin karnının doymasını sağlamıştı bu paralar. Poyraz, parmaklarını anılarla dolu o küçük metallerin üzerinde dolaştırıyordu ki, arkasından gelen sesle birden irkildi. (Tak, Tak, Tak) - Aç kapıyı polis! Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Doğarken Çıplak Ölürken Çıplak... Yolun başından itibaren Dokuzuncu ağacın üstüne yapılmış bir kuş yuvası duygulandırır beni Kaldırım taşlarındaki çizgilere basmamak için çabalarım. Hem çocukluğum için hem de anneliğim... Camın diğer tarafındaki kırmızı renkli arabaları sayarım. Bazen bir yaparım, bazen bin... Büyüdüğümü anladığımda vazgeçtim çocukluğumdan. Yüreğin ağır baskısı heyecanımı söndürmesine bile yeterli gelir kimi zaman. Büyük oyunculuk önemsenir, Bebeklerin artık dolaplara kitlenmelidir Annesindir izlersin kendini, orada oturup kabuklarını yolmaya başlarsın. Bazen oluk oluk iyileşir Bazen damla damla kanarsın Bilirsin işte Yaşlanırsın Doğarken çıplak Ölürken yine çıplaksın...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com



“The Pianist” “- Lütfen ateş etmeyin ben Polonyalıyım. + O lanet palto niye? - Üşüyorum…” Yeniden merhabalar efendim. Evet, yukarıdaki replikleri okuduğunuzda o meşhur sahne gözünüzde canlanacaktır. Savaş sürecinde iki tarafında tahammüllerinin (ya da tahammülsüzlüklerinin diyelim) ne boyutlara ulaştığını anlatmaya yetecek bir sahnedir o. Henüz izleyememiş dostlarımız için de ufak bir merak unsuru oluşturmuş olalım böylece. Ancak bu ufak kesite değindikten sonra belirtelim ki; filmimiz, savaşın gidişatı ve bilançosundan ziyade, savaş devam ederken Almanların bir yandan da Yahudilere uygulamış oldukları insanlıkla ters düşen eylemlerinin üzerinde durmuş ve bunu Polonyalı bir aile üzerinden göstermiştir. Tam tabiriyle duygularımızla oynayan ve bunu 150 dakikalık bir süre içerisinde sağlayan bu filmi tanıtmaya geçmeden evvel, filmimizin ana karakteri olan ve Amerikan sinema oyuncusu Adrien Brody’e “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandıran Wladyslaw Szpilman’ı kısaca tanıyalım: Wladyslaw “Wladek” Spzilman 1911’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya’nın Sosnowiec kentinde dünyaya geldi. Küçüklüğünden beri piyano eğitimi almaya başladı, 1930’da önce Varşova, ardından Berlin’de en ünlü öğretmenlerden ders aldı. Hitler’in iktidara gelmesi ile mecburen döndüğü Polonya’da beste yapmaya devam etti. Almanya’nın 1939 yılının Eylül ayında Polonya’yı işgal etmesi ile Szpilman’ın Polonya Radyosu’ndaki işine son verildi. Ailesi ile birlikte yaşamak zorunda kaldığı Varşova Gettosunda ilk dönemlerde lokantalarda piyano çaldı. Ailesinin büyük kısmı Treblinka’ya gönderilmek üzere trene yaklaşırken, Szpilman’ın eski bir dostu trene binmesini engelledi. Böylelikle o çetin süreç başlamış oldu. Polonya yeraltı direnişçilerinin yardımı ile boş bir evde gizlenmeye başladı. Günün birinde yiyecek bulmak üzere gizlendiği evden çıktı ancak bir Alman subayına yakalandı. Korkudan titreyerek Alman subayı Wilm

Hosenfeld’e müzisyen olduğunu anlattı. Hosenfeld onu terk edilmiş bir piyanonun yanına götürdü. Wladyslaw Szpilman orada Chopin çaldı. Müziğinden oldukça etkilenen Alman subay Szpilman’a yiyecek ve giyecek sağladı. Ölümünden önce esaret yıllarıyla ilgi anılarını “The Pianist” adlı romanında topladı. 6 Temmuz 2000’de hayata gözlerini yumdu. Otobiyografik nitelikte olan bu kitap, 2002 yılında Roman Polanski tarafından beyazperdeye taşındı. Ana karakterimizin yaşamına şöyle bir baktıktan sonra filmimizi tanıtmaya çalışalım; ilk sahne Szpilman’ın Polonya Radyosu’nda Chopin’in Nocturne’lerinden 20.cisi ile başlayıp (CHOPIN - NOCTURNE NO.20 IN C-SHARP MINOR OP.POSTH) Almanların radyoyu bombalamasıyla devam ediyor. Bu sırada Szpilman’ın, radyonun yerle yeksan olmasına aldırmadan esere devam etmesi, onun için piyanonun nasıl bir anlam ifade ettiğini açıkça gösterir niteliktedir. Yıkıntıdan çıkıp evine doğru yol alan bu genç piyanist, eve vardığında ailesinin toparlanmakta olduklarını görünce neler olup bittiğini sorar. Aile fertlerinin yaptığı açıklamadan sonra ayrılmak istemeyişini: “Öleceksem kendi evimde ölmek isterim. Ben burada mutluyum” diyerek dile getirir. Bu sırada erkek kardeşinin radyonun sesini açmasıyla beraber, İngiltere ve Fransa'nın savaşa girdiklerini öğrendiklerinde umut dolan aile, zaman geçtikçe, aslında sonun başlangıcında olduklarını fark etmeye başlar. Zaman içerisinde gazetelerden Yahudilerin kaldırımlarda yürüyemeyecek, kafelerde ve hatta banklarda oturamayacak olmalarını öğrenirler. Tüm bunların üstüne, ellerinde 2000 Polonya Zilotisi’nden başka miktar bulundurmaları halinde ağır şekilde cezalandırmaları gerçeğiyle yüz yüze gelirler. Bir de kollarına Yahudi olduklarının belli olması adına yıldız sembollü bir bez sarmak zorunda kalırlar. Olumsuzlukların ardı arkası kesilmeyen bir yaşantı içine giren aile, Treblinka’ya doğru yola çıkar. Tren istasyonunda Szpilman’ı fark


eden ve canını kurtarmak için Almanların yanında yer alan bir Yahudi arkadaşının engellemesiyle trene binemez ve piyanistin hikayesi burada başlar.

Ölümlerin neredeyse normalleştiği bir atmosferde hayatta kalabilmek için her yolu deneyen Wladek, ölüm-yaşam arasındaki ince çizginin üzerinde adeta cambaz olmuştur. Gestapo ve SS birliklerinin insan hayatını hiçe saymaları ve bu durumdan hiçbir şekilde rahatsızlık duymamaları, Yahudilerin hatta Yahudi olmayan Polonyalıların bile ruh halini altüst etmiş ve onları aşılması güç bir paranoyaya sürüklemiştir. Wladyslaw Szpilman’ın oldukça hazin öyküsü bu zamanlara tekabül eder. Ailesini artık göremeyecek olmanın vermiş olduğu üzüntü ve çevresindeki insanların spontane biçimde öldürülüyor olması onda derin izler bırakır. Adrien Brody’nin müthiş oyunculuğu o anların hissiyatını anlayabilmemiz için hiç kuşkusuz en önemli etkendir. Piyanist Szpilman gettoların birinde işçi olarak çalışmaya başladığı zamanlarda, olayların başlangıç zamanlarında bir matbaada tanıştığı arkadaşıyla aynı yere düştüğünü görür. Ondan kendisini dışarı çıkarmasını ister. En nihayetinde dışarı çıkmayı başarır ve bundan sonra savaşın sonuna kadar devam edecek olan kaçak yaşantısına başlamış olur. İlk zamanlar eski dostlarının yardımıyla daha az problemli devam etse de (ancak kaldığı evde piyanonun başına oturup ses çıkmaması için çalamaması bunun dışında kalır.) bilahare eski dostlarının, iyice çivisi çıkan Almanlardan kaygı duymaları sebebiyle, kenti terk etmeleri üzerine tam olarak sefalet çeker. Açlık, susuzluk, hastalıklar, soğuk ve ölüm korkusu… Tüm bu sorunlar Szpilman’ı gerek fiziki gerekse ruhani yönden tanınmaz bir adam haline getirir.

Filmimizin sonuna doğru tarumar edilmiş bir Polonya portesi bizleri bekler. Yıkık dökük evler ve grileşmiş sokaklar… İşte bu “gerçekçilik” faktörü filmin bunca ödül almasını sağlayan meseledir. Askerlerin despot tavırları, ölümler, çatışma sahneleri vb. konular baştan sona gerçeklikle örülüdür. Dolayısıyla filmin herhangi bir bölümünde sıkılma endişesiyle karşı karşıya kalmayız. Aksine bir sonraki sahnede neler olup biteceği kurcalar aklımızı. Filmin son dakikalarında piyanist bitik vaziyette terk edilmiş bir evin içinde bulduğu konserveyi açmaya çalışırken, Nazi ordusunda görevli Yüzbaşı Wilm Hosenfeld ile karşı karşıya gelir. Kısa bir sohbetten sonra yüzbaşı onun piyanist olduğunu öğrenince, saklandığı evde bulunan piyanonun başına geçmesini söyleyip bir şeyler çalmasını ister. Uzun süreden sonra çalacak olmanın buruk sevincini yaşayan Szpilman, film boyunca oluşturduğu cesaretsiz imajını tuşlara dokunmasıyla beraber söküp atar. Müziğin evrenselliğiyle adeta bir karşı koyma durumudur bu. Böylece kendisini dinleyen Hosenfeld’i etkilemekle kalmaz akabinde kendisinden yiyecek ve giyecek yardımı da görür. Filmimizin sonunda ise savaşı kaybedip esir düşen Almanları görürüz. Esirler arasında yüzbaşı Wilm Hosenfeld de vardır. Geri dönen Yahudilerin birisine Szpilman’a yardım ettiğini söyleyip Szpilman’ında kendisine yardım etmesini istediğini söyler. Ancak bu yardımın yapıldığına dair herhangi bir bilgi mevcut değildir. Yüzbaşı ile ilgili bilinen tek şey 1952 yılında esir olduğu sırada öldüğüdür.

beyazperde.com.tr eleştirisi şu şekildedir:

sayfasının

film

için

“…Şimdiye kadar yapılan Yahudi soykırımı ile ilgili filmlerden büyük bir ölçüde ayrılıyor. Yahudiler'in kendi içlerinde oluşan sosyal


farklılaşmayla, zengin ve fakir Yahudilerin soykırıma giden yolda nasıl birbirlerinden ayrıldıklarını sunması ise hayli ilginç. Yahudiler'den oluşan polis biriminin kendi insanlarına Naziler gibi davranmasının af edilecek yanı olmadığını, işgalden sonra Polonyalılar'ın belirli bölümünün Nazi sempatizanı haline gelmelerini, aynı zamanda Yahudilere yardım etmek isteyen Polonyalılar'ın da olduğunu ve hatta Yahudi sempatizanı olan Alman Nazi subaylarının bulunduğunu gözler önüne seriyor…” Teknik bilgilere geçmeden belirtelim; Oyuncu Adrien Brody’nin film için toplam 15 kilo verdiği ve bu kiloları filmde aç kaldığı dönemlerle orantılı olarak kaybettiği de film için yapılmış birkaç eleştiride geçmektedir. Rol için uzun süre piyano dersleri aldığı da bilinir. Nitekim ‘’En İyi Erkek Oyuncu ‘’ ödülüne layık görülmesi bu tezleri doğrular mahiyettedir.

Ödüller 2002 - En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü 2002 - En İyi Yönetmen Akademi Ödülü 2002 - En İyi Uyarlama Senaryo Akademi Ödülü 2002 - Cannes Film Festivali Büyük Ödülü 2002 - BAFTA En İyi Film Ödülü 2002 - BAFTA En İyi Yönetmen Ödülü Türü: Biyografi, Dram, Savaş Yapım Yılı: 2002 Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, Polonya Hasılat: 120.072.577 $ Yazımızın sonunda sizlere yine ve yeniden paylaşımda bulunmanın eşsiz mutluluğunu yaşadığımı tüm samimiyetimle ifade edeyim. Eksik ve kusurları benim, güzellik ve öğreticiliği sizlerin olsun. Hoşça ve Kültür Çıkmazı ile kalın…

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com

“The Pianist” filmi ile ilgili teknik bilgiler: Yönetmen Roman Polanski, Robert Benmussa, Alain Sarde Oyuncular Adrien Brody (Wladyslaw Szpilman rolünde) Thomas Kretschmann (Yüzbaşı Wilm Hosenfeld rolünde) Frank Finlay (Baba) Maureen Lipman (Anne) Emilia Fox (Dorota) Ed Stoppard (Henryk) Julia Rayner (Regina) Jessica Kate Meyer (Halina) Michał Żebrowski (Jurek) Richard Riding (Mr. Lipa)

Kaynakça: http://www.beyazperde.com/filmler/film28359/elestiriler-beyazperde/ http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=826 75 http://tr.wikipedia.org/wiki/Piyanist_(film,_2002)


Filanı Bol* Avucumdan bir su tattım acı Yollar oldum, yollar buldum silik. Avucumda binalar yaptım. Binalar yıktım. Sen gittin ben bin ahlar yaktım! Gözlerim sarıyı göremez oldu. Kalbim kırmızı atamaz. İçimdeki asalak devler öldü, Toprağı ben kazdım. Süperli yarınların afili kıyafetleri giyilmedi Ve gerçekten de kötüymüş seyredemediğimiz o Fransız filmi. Yanılmıyorsam Temmuz, yanılmıyorsam 22. Sen gittin ben her gün yarım saat yürüyen bir Tanrı'ya taptım. Fiziksel olarak dağıldım, ideolojik olarak yayıldım. Ama dönmek de vardı kahverengi sokağınıza sizin Ezmek de kaldırımları pabuçlarımla... Bilirim, bildim. Bir gün belki giyeriz seninle o afili kıyafetleri, İzleriz adam akıllı Godard'ı, Chris Marker'i. Yazmak konuşmaktan daha kolay anladım; Seni sevmek hâlâ ve tabi ki bir tatlı su balığının intihara teşebbüsü gibi görkemli…

Nazik Çam nazikcam@kulturcikmazi.com


Pardon Bayım, Bakar Mısınız? Siz beni salak sanıyor olmalısınız, duruşumdan, gülüşümden, konuşmamdan, susmamdan, bakışımdan bunu çıkarmış olmalısınız. Oysaki duruşumun o şekilde olması sizi gördüğümde elimin ayağımın ne yapacağını şaşırmasından, gülüşümün sizin gülüşünüz karşısında utanmasından, konuşmam sizin karşınızda kelimeleri seçemememden, susmam sizi dinlemek istememden ve bakışım size olan hayranlığımdandır. Sizi gördüğümde içimde kopan fırtınayı bir bilseniz, çevrede çalan müziği bir duysanız, kendinizi benden görseniz dünyanız altüst olur. Eğer inanıyorsanız düşünürsünüz “yaradan nasıl bir şaheser yaratmış” dersiniz kendi kendinize, anlam veremezsiniz bu güzelliğe. Ölü ruhlar ormanından bir meleğin yükselmesi gibi bir şey bu. O melek ki içimi aydınlatan, ruhumu araftan

alıp cennete çıkaran. Bayım siz benim cennetimsiniz, eğer ki cenneti yaşama şansını verirseniz cennetinizi yaşatırım. Ama unutmayın, ben bir “Kadın”ım bayım. Bana cehennemi yaşatırsanız önce Azrail’iniz sonra ateşiniz olurum. Öyle aşkla yanarım ki utanırsınız, ağlamak istersiniz gözyaşı pınarlarınızı kuruturum. Pardon Bayım, bakar mısınız? Ben bir âşık kadınım. Cennetim. Cehennemim. Ateşim. Pardon Bayım, Bakar mısınız? Siz beni salak sanıyor olmalısınız ama yanılıyorsunuz salağınız değil aşığınızım.

Safiye Önal safiyeonal@kulturcikmazi.com


Küf Kokusu En çok bacaklarım çekemiyor uykusuzluğu… Şimdi karşımda en bedbaht halin -ki bu herkesin gördüğü tablodur- bense aslında en sevdiğim ve en dokunan halsizliğini görürüm. Bugün dua ederken, kalabalıktan yer bulamayıp çimlere atılmış ahvalimle, bir hıçkırıktır tuttu. Sonradan fark ettim hıçkıranın dilim olmadığını. Bugün bir çatlak daha oluşturduk nihayetinde. Hava aydınlandı bak, ben de uyuyamıyorum neticede. Sabahın ilk serinliği çarpsın diye açtım dörtte kapattığım penceremi. Yaktım bir sigara, kulağımda ezberlediğin nağmeler. Bittik ulan bittik! Uykusuz şimdi tüm dünya. Çöllerimiz buzul, gölgemiz duman… “Olsun be ben seni böyle de severim” demekte zorlansa da artık dilim, olsun be ben seni böyle de severim. Başkalarına dağıttığın yaşamaksız gülücüklere hasret kalsam da severim seni. Bana herkes gibi davranmanı isteyecek kadar çok severim. Pantolonunun ardına gizlenmiş delik çorabındaki utancın kadar severim seni. Uykusuzluğunu seven uyku halin kadar nefret etsem de severim. Parçalasan da yırtsan da severim. Bak frekans cızırtı çıkarsa da arar bulur, kaçacak kadar küf kokan bir delik arşınlar, oradan sıyrılır yine severim. Severim, ayrıldıkça ve kaybettikçe severim! Küf olsan da püf olma (püf noktamız bu nihayetinde)… Sönme, sönme, sönme! Yan inadına, tutuş… Çok çok n’olur ki gebeririz şunun şurasında. Ve “olur öyle şeyler (bazen)” der geçeriz. Öyle demez miyiz canımın içi? Allah seni inandırsın “bakarız” da kabulümdür bu kez…

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Kaf Dağının Ardı Bakınız ben, kayıp-düştüm kaf dağının ardında. Ve beni niçin rüyalarınızda unuttunuz bayım? Ağaç gölgelerinin duvarlara anlattığı masaldım oysa. Masal kahramanıydım ve hep bir sayfa vardı aramızda. Şimdi hangi şehrin kayıp anahtarı oldum kim bilir. Olmayan kapıların açmayan anahtarları, belli ki yanlış yerdesiniz bayım. Kaf dağının anahtarlarını nerede düşürdünüz? Kaf dağının kapısını niye kilitlediniz? Beni kapıların ardında unuttunuz, ben oradayım bayım. Kaf dağında, yani solda. Lütfen sayfaların ardına saklanmayın, o kitaplar size yaramaz. Her insan bir kitaptır bunu

da unutmayınız. O kitap size ait değil biliyorum, kapatın. Ben o kitapta değilim, belki bir peri de değilim ama düştüm ve yüreğim incindi. Hayır hayır, hiç bir şey istemiyorum sizden, yanlış anlamayın, elimden tutup kaldırın diye de demedim. Sözcükler pek çetrefillidir, hele şiirse düşüverirsiniz diye dedim. Yüreğiniz incinir, o kitabı kapatın bayım. Belli ki içinizdeki çocuk uyumuş, masal kitaplarını da kapatın artık. Işıkları, kapıları, gölgeleri bile… Kapatın. Yalnız ben kalayım geriye.

Merve Nur Doğan mervenurdogan@kulturcikmazi.com



“Şevket Süha Tezel” Röportajı Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Sizi pek çok projede gördük, fakat hafızalara BKM ile yaptığınız Çok Güzel Hareketler Bunlarla kazındınız. Fakat şimdi bambaşka bir işle sevenlerinizle buluşacaksınız. Bu farklı projeyi sizden öğrenmek isteriz. - Projenin adı Rimolar ve Zimolar "Kasabada Barış" Türkiye’de ilk defa kuklalarla yapılan bir film. Ama filmden bahsetmeden önce kendinizden kısaca bahseder misiniz? - Ben teşekkür ederim. Karşılaşmamızın sebebi tiyatro olduğu için kısaca yolculuktan bahsedeyim. İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünde okurken, İ.Ü. ÖKM Sahnesi'nde tiyatro çalışmalarına katılıyordum. Bu dönemde, sevgili hocamız Kerem Karaboğa ve sevgili arkadaşlarım ile uzun yıllar sahne çalışmaları yaptık, oyunlar oynadık. Çok keyifli zamanlardı. Sonra konservatuvar okumaya karar verdim, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Oyunculuk bölümünü kazandım. Saygı ve sevgiyle andığımız Müşfik Kenter hocamızın öğrencisi oldum. Orda da çok değerli ustalarım oldu. Okurken birçok tiyatroya CV bıraktım, ilk sene İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan, üçüncü sene BKM'den cevap geldi. Üç sene devlet tiyatrosunda çeşitli oyunlarda oynadım. 2004 yılından itibaren BKM'ye katıldım. Değerli Yılmaz Erdoğan ve ekibiyle çalışmalarımız oldu. Şu anda Tiyatro Versus ekibiyle, Şişli Talimhane Sahnesi'nde “Woyzeck” isimli oyunumuzu oynuyoruz. Çok Güzel Hareketler’de ilginç tiplemeleriniz vardı. Mesela robot dansınız vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Nasıl tepkilerle karşılaştınız ve en ilginç anınızı kısaca bizimle paylaşır mısınız? - Sahne üstünde yaratmaya çalıştığımız her türlü karaktere, tiplemeye ayrı bir özenle hazırlanırız. Aslında robot taklidi de diğer tiplemelerden farklı bir yerde değildi benim için. İnsanların ilgisi çok güzel. Yolda yürürken karşılaştığım sıcaklık ve samimiyetten çok mutluyum. Bizi ailesinden biri gibi gören insanlar var, hepsine çok teşekkür ediyorum. Bazı

arkadaş gruplarının (genelde kalabalık olunduğunda yapılıyor ) Çok Güzel Hareketler Bunlar ekibinden birini gördüklerinde hep bir ağızdan "çok güzel hareketler bunlar lobolobolop lop looop" şarkısını söylemeleri ve ayrı zamanlarda farklı grupların ortak bir tepkide buluşması ilginç geliyor bana. - Filme gelecek olursak, nasıl oldunuz, bize biraz bahseder misiniz?

dahil

- Projenin baş yaratıcısı Nermin Er ile çok uzun yıllardır arkadaşız ve birlikte birçok projede yer aldık. (Pınar Show kuklaları, Yuva Maya reklamı ve çeşitli tv kukla programları) Bir kukla filmi yapmak, Nermin'in seneler önce bizimle paylaştığı bir hayaldi. Son iki senedir de yapımcımız Yonca Ertürk'le birlikte hayalini gerçeğe taşıyacak adımları atmaya başlamıştı.


ÖKM'de tiyatro yaptığımız çok sevgili dostlarım Nazmi Sinan Mıhçı ve S. Emrah Özdemir'le beraber projeye dahil olduk. - Nasıl bir duygu böylesine değişik bir projede yer almak? Şöyle bir güzel yanı da var birçok usta ve kendiliğinden renkli sanatçılar ile çalışmışsınız. Renkli derken haraketli, mesela Hayko Cepkin de var. - Az önce de bahsettiğim gibi proje bizim projemiz sayılır. Bu yüzden işin her aşamasında beraberdik ve bir aile gibi çalıştık. Çok eğlendik. Herkes üzerine düşen görevi en güzel şekilde yaptı. Ayrıca Türkiye'nin ilk kukla filmini yapmış olmanın gururunu taşıyoruz. Ben, Sinan, Emrah ve yardımcı diğer kukla oynatan arkadaşlarımız filmde 40'a yakın kukla karakteri oynattık. Ve bazılarını seslendirdik. Değerli sanatçı arkadaşlarımız da filmimize destek olup sesleriyle diğer karakterlere hayat verdiler. Çok mutlu olduk. - Sizce bu zamana kadar neden Rimolar ve Zimolar "Kasabada Barış" gibi bir kukla çocuk filmi yapılmadı ya da yapılamadı? Biz kuklaları Susam Sokağı, büyüklerimiz ise Muppet Show ile tanıdı. Sonra kayboldu bildiğim kadarıyla. Çok mu özlendi, yoksa biz onlarla büyüdük, şimdiki nesil de onlarla büyüsün ve yeni nesillere aktarsın, istemiyle mi kuklalar tozlu sandıklardan çıkarıldı? - Aslında bu sürede ülkemizde çeşitli kanallar birçok kukla programları yaptılar. Bunlardan bazılarına oynatıcı ve seslendirici olarak ben de dahil oldum. Güzel projelerdi. Kuklanın özlendiği ve sevildiği doğrudur, fakat özenle yapılmazsa güzel sonuçlar alınamayabilir. Belki bu yüzden cesaret edilememiştir. Nermin ve sevgili ekibimiz bizlere güvenerek böyle bir yola çıktı. Biz sonuçtan çok memnunuz. - Rimolar ve Zimolar "Kasabada Barış" kukla çocuk filminin fikri kimden geldi ve devamı gelecek mi? - Fikir Nermin'den. Yonca ile birlikte ana hikayeyi yazdılar. Sonra da yazarlarımız bunu senaryolaştırdı. İlgi görürse devamını hazırlamayı biz de heyecanla bekliyoruz. Çünkü böyle tatlı bir ekiple bir şeyler yaratmak keyifli.

- Bir de “Eve Dönüş: Sarıkamış 1915” adlı bir filmde de oynadınız. Rimolar ve Zimolar "Kasabada Barış" çocuk kukla filminden tamamen ayrı bir iş. Beklenilen ilgiyi gördü mü? Tarihi olayların anlatıldığı filmler hak ettiği desteği alabiliyor mu? - "Eve Dönüş: Sarıkamış 1915" benim çok içime sinen bir projeydi. Ülkemizde maalesef hak ettiği ilgiyi görmedi. Fakat yurt dışında birçok ödül aldı. Bugünlerde filmimizin DVD'si çıktı. İzlemek isteyenler ulaşabilirler. - Son olarak yeni projeleriniz ya da eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? - Az önce bahsettiğim gibi Talimhane Tiyatrosu’nda (Şişli BlackOut Sahnesi Büyük Salon) Woyzeck adlı oyunu sahneliyoruz. İlgilenenleri bekliyoruz. Tarihlerden, yaptığım işlerden, kısa filmlerden haber alabileceğiniz sosyal medya adreslerim; Twitter: http://www.twitter.com/sevketsuhatezel Fb: http://www.facebook.com/sevketsuhatezel - Bize zaman ayırıp röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz teşekkür ediyoruz. - Ben teşekkür ediyorum, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sevgilerimle...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Aranan İnsanlık An gelir şafak söker, dağılır gece Gün taşları dizilir bir bir göklere, Gök uyanır, Sonra kuşlar uyanır, böcekler uyanır, Uyanır toprak, çiçekler uyanır. An gelir şafak söker, Ve dağılır gece belirir tüm acılar Çatar kara bulutlarını gök ağlar Kuşlar siner bir köşeye Böcekler titrer, Çiçekler boyun eğer, Toprak ezilir Üzülürler Ve insan, Ne uyanır ne üzülür

Bilal Maral Misafir Yazarımız


Ölüm Mavilikse, Sensizlik Karanlık Öylece oturuyorum, uçurumun bir köşesinde Ayaklarımın altındaki mavilik ölüm, Başımın üstündeki mavilikse, sonsuzluk. Arada kalkıyorum, oturduğum yerden, Geliyorum, kalbinin kapısına Karşı kaldırımdaki loş lambanın altında Bekliyorum, gözlerim bir saniye bile Saate değmeden saatlerce. Sonra aylarca Mevsimi geliyor, yanıyorum sıcaktan, Mevsimi geliyor, donuyorum kara kıştan. Islanıyorum, yağmurda Kendi suyumla filizleniyorum. Şimdi sen söyle Gelebiliyor muyum, kalbinden içeri? Parlıyor mu, tepemdeki lamba Sahne ışığı misali? Yoksa görünüyor mu, yine Uçurumun yolları? Sesleniyorum, sana Buraya gelmeden önce Oturuyordum, uçurumun bir köşesinde Ayaklarımın altındaki mavilik, ölüm Başımın üstündeki mavilikse, sonsuzluktu. Daha öncede gelmiştim sana Şimdi yine buradayım. İçimdeki sonsuz ölümle, Başım, ayağım karanlıklar içinde…

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Günaydın Akrep bu gece de sabit yerinde, tv boş, radyo sessiz her zaman ki gibi. Yalnızlık daha yeni doğuyor pencereden içeri. Bu aralar uyku düzenim, düzenli bir şekilde düzensiz. Ama vakit uzun, istemsiz sen varsın aklımda. Hatırlıyor musun? Parmaklarım saçlarına hapsolmuştu yıllanmış bir perşembe günü. Dakikalarca çıkarmak için uğraşmıştın, oysa ben hiç istememiştim ayrılmayı. O zaman saçlarına hapsolan ellerim, şimdiler de başını koyduğun yastıklar da tek bir telini arıyor. Bir de seni izlediğimden bihaber uyuduğun geceler vardı hani. Dudaklarımda uyandığın sabahlar vardı. Soluk soluğa tenine dokunduğum bir gece de, ruhuna sarılıp bütün gücümle en derinlerine saklanmıştım. Belki kaderdi kaçtığım,

belki de zaman. Ama bir şeyler aynı güneşe “Günaydın” dememizi istemiyordu işte. Yürüdüm… Sevemediğim bir pazar günü, beraber oturduğumuz banka sensiz geldim yine. Ağır ve kısa adımlar, huzursuz bir ev, serin bir rüzgâr ve aklımdaki sen getirdin beni buraya. Kaldırımlar da dikkat ettim yürürken, sadece grilere bastım kırmızılar senindi. Pek misafiri yok galiba bankımızın, çünkü hala üzerinde benden kalma simit kırıntıları biraz da tozpembe hayallerimizin tozu kalmış. Ben yine sağa oturdum, sen yoktun solumda. Boşluğa baktım ve belki bir gün yazarım diye yanımda taşıdığım kalemimle, orada sabahlanamayan bir geceye “Günaydın” diyerek yazdım...

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Devlet Pastanesi - en kötü ihtimalle; hafta sonu evde oturur, Türk filmi izlerim.bardağın dolu tarafını görmekle huzur bulan iç dünyam spiritüellikle polyannacılık arasında sıkışmakta hâlâ. bugün; eski, siyah-beyaz bir düğün fotoğrafına "ay en ci" takısı taktım. ölümsüzleştirilmiş bir mestluğu, öldürmeye yeltendim. üzgünüm. bu aralar yeni öğrendiğim her şeyi, mutlaka uygulamak istiyorum. fakat neyse ki Türk filmleri var. onlar durumu tam mânâsıyla ortaya koyuyor. malumatfuruş bir hikâye değil de sobanın birleştirici gücünden doğan hikâyeler var. bu güzellikler ise somut köprünün ayağını oluşturuyor bence. bütün kışı bu düşüncelerle; soğuk d'algınlığıyla geçirmem muhtemel. ama; çok iyi biliyorum ki düşünmeyi kaldırmıyor hayat. biliyorsun, "bir vertigo gibi" de geçiyor hayat. aynı hayat bir, vitiligo gibi de sürüyor. "insanın alacası içindedir." sözünü dışa vuruyor böylelikle. neyse; konudan ve konumdan uzaklaşmamak gerekirse, mevheş hanımefendiciğimi, bir köpüksüz kahve içmeye beklerim. değil mi ki o, simple past tense'leri yıkıp; çıkıp gelmiş o fotoğraftan. e o zaman; "geçmiş zaman olur ki, hayali, present continuous tense'e değer." demek düşer benim tarafımdan.

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Islak Trambolin Gülerken, diyemediği yok sanılır. Diyebildikleri bir renk, bir kokudan ötesi... Öğrenmişsindir, duyulardan usanılır. O, sefil memleketlere benzer tavrın bugün konuşuldu fakültelerde defalarca yarın da konuşulacak ve ertesi gün ve ertesi... Hem de sabahçı kahvelerinde fırça bıyıkları sararmışlarca. Dedikoduya kurban gidecek “adsız” o özenerek yaşattığın onlarca anı. Bu bir anlam ayrımıdır. İlerlerken, sonu malumlar şehrinin orta yerine, ne menem bilinmez bir kurgu vardır. Mavi bir Trambolin'den başkası değil. Şehrin sultanlığına yakıştırdığın da orada. Trambolin'e atladığın vakit, Üstünde sabahtan ne'n kaldıysa, balıkların denizi arzusuna benzer ki bu kuşları uçmaya düşman eder. O şuursuzluğun ise senin kuşlardan da beter. Zıplarsın başını göğe erdirmek için. Bu anlam ayrımın başlangıcıdır ve bitişi ve senin hâlâ unutmayı yeğlemen ne komik. Trambolin'in iki metre üstünde bekler şehrin kokuşmuş giysilerini sökmüş sultan. Var kal artık gidecek yerin mi vardır? Zıpla ve gör ulaşamadığın eskimişlere döktüğün yaş o Trambolin'i ıslatamaz bunca yıldır. Ve kalan geriye, miktarı hesaplanamaz bir ıslaklıktır Şimdi kapılmaktan haz duy sellere. Caddeler günahsız.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com



Mr. Mojo Risin “Kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı Jim Morrison’um.” Eskiden The Doors’un diğer tüm gruplar gibi o dönemin havalı hareketli müziklerini yaptığını düşünür, grubun Frontman’i Jim Morrison’un çok da yetenekli bir müzisyen olmadığı konusunda iddialaşabilirdim. Aslında şu anda da bu konuda iddialaşabilirim. Jim Morrison’un yetenekleri müziğe indirgenecek kadar basit değildi ve bu kötü bir müzisyen olduğu anlamına gelmezdi -ki The Doors’un şarkılarındaki tadı başka gruplarda bulamayanlar daha iyi bilirler ne denli eşsiz müzikler ürettiğini- ama zaten benim de iddia ettiğim şey Jim Morrison’un bir müzisyen olmadığı yönünde. “Yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an ölümü ilk keşfettiğim andı. Altı yaşındaydım, New Mexico’da aile gezisindeydik. Ben, annem, babam, büyükbabam, büyükannem, tam bir aile gezisi… Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da başka bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün yola dağılmıştı, kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam neler olduğuna bakmak için arabadan indiler. Ben daha çocuktum, arabada beklemem gerekiyordu. Tek gördüğüm şey, kan ve yerde yatan insanlardı. Ama garip bir şey olduğuna eminim çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum. Yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmedikleri fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım. Bu korkuyla birlikte etrafta koşuşturan Kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip benim ruhuma girdiler. Annem ve babam ise beni yatıştırmak için ‘’kötü bir rüya, sadece kötü bir rüya’’ demekle yetiniyorlardı.” Küçüklüğünde başlarından geçen ve anlatmaktan hiç çekinmediği bu hikâye belki de gelmiş geçmiş en iyi şairlerden biri olup anlaşılamadan ölecek bir adamın serüveninin sadece başlangıcıydı. O günden sonra hep

görünenin ardına baktı. Lise yıllarında yaşıtlarından farklı olduğu bariz bir şekilde belli olan Morrison, profesörlerinin dahi adını duymadığı kitaplar okurdu. Blake, Kerouac, Ginsberg, Baudelaire, Rimbaud ve zamanının diğer şairleri ve Nietzsche, Camus, Huxley gibi düşünürleri okudu. Karakteri, hayata bakışı, idealleri ve hatta yürüyüşü bile bu dönemlerde şekillendi. Sadece okumaz kendince bir şeyler de karalardı. Kafasındakileri bir şekilde dışarı dökmek, dahası kafasının içindekileri sonuna kadar görmek istiyordu. Bu konuda William Blake ve daha sonraları The Doors grubuna isim babası olacak Aldous Huxley’in Algı Kapıları kitabı ona yol gösterici oldu.

“Algıların ötesine geçmek istiyorum. Aldous Huxley’den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığını ancak alkol ve lsd’nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. William Blake de beş duyunun mükemmel derecede gelişip,


açılana dek, bedenin olduğunu söylüyordu.

ruhun

hapishanesi

Duyular ruhun pencereleridir…”

“Eğer algının kapıları temizlenseydi, her şey insana olduğu gibi görünürdü, sonsuz.” - William Blake Morrison aslında hiç şarkı sözü yazmadı. Yani yazdığı şiirler ve sözler herhangi bir jargonda “şarkı sözü” olarak nitelendirilemeyecek şeylerdi. Üniversite yıllarında Jim’in şiirlerinden birkaçını okuma fırsatı bulan Ray Manzarek grup fikrini ortaya attı ve The Doors ile birlikte Rock ‘n Roll’un asi çocuğu kendi sözleriyle sahnelerde boy göstermeye başladı. Sesini ve ruhunu bir enstrümana dönüştürüp seyircilere oyununu oynadı. Kendini yerlere attı, ansız çığlıklarıyla insanları çıldırttı, sapkınlık olarak nitelendirilebilecek davranışlar sergiledi. Kitlelere hükmedebiliyordu Jim Morrison ve bunun farkındaydı. 1967 yılında New Haven konserinde polis, sahne arkasında zorla bir kadınla ilişkiye girmeye çalıştığını duyması üzerine Jim Morrison’u konser esnasında sahnede tutukladı ve bu olay literatüre bir ilk olarak geçti. Jim Morrison sahnede tutuklanan ilk sanatçıydı. Morrison hiçbir zaman suçlu olduğunu kabul etmese de bu suç siciline işlendi. 2 sene sonra 1969’da oldukça sarhoş bir şekilde sahneye çıkan ve her zamanki gibi ortalığı dağıtan Morrison, seyircilerle etkileşimin dozunu artırmak istediğinde, soyunmak ve penisini göstermek istemesi iddiaları ile ikinci kez sahnede tutuklandı ve 6 ay hapis cezasıyla birlikte 21 eyalette konser verme yasağı aldı. Kararın ardından

Morrison cezaya itiraz ederek bir sonraki davaya kadar sevgilisi, kozmik eşi Pamela Courson ile birlikte Paris’e gitti. “Doors’un dinlenmeye ihtiyacı var.” demişti arkadaşlarına. Onun için dinlenmek şiir yazmaktı. Giderken Pam’e adadığı bir şiir kitabını da (An American Prayer) arkadaşlarına bırakarak Paris’te inzivaya çekildi. Şiir okumaları yapıp kaydetti ve yazdıkça yazdı. “Lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. Şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. Geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. Ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi…” Ölümü hakkında onlarca teori olmasına rağmen bilinen bir gerçek vardı; Jim Morrison 3 Temmuz 1971 tarihinde kaldığı otel odasının küvetinde ölü olarak bulundu ve bilinen son sözleri ise “Orda mısın Pam?” şeklindeydi. Pek bir şey kalmadı Jim Morrison’dan geriye. Tüm kayıtları ve şiirleri yani bize bıraktığı her şey ölümünden sonra Pam’e, Pam’in ölümünden sonra ise 1. dereceden akraba olduğu için Pam’in babasına kalmıştı. Kendisi ona kalanların üzerinde oturmaktan o kadar keyif aldı ki Jim Morrison’un şiir defterleri çokça uzun bir süre kendisinin koca kıçından başka kıç göremedi. Jim’den 3 sene sonra 1974’te Pamela Courson 27 yaşındayken aşırı doz eroin alarak intihar etti ve Pamela Susan Morrison adı ile anılarak yakıldı. “Görüntünün ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. Gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. Hep bir şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte imajlardan


kurtulmam gerekiyor. Belki ölü taklidi yaparak Havai’ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey… Ne fark eder ki… Tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire… Her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. Kusursuz ve arzu dolu sona… Algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. Alevlerin akışını hissediyorum. Titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha da özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. Kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. Sürtünme bedenimi kavrıyor. Parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaş ve zarifçe enerjiye dönüşüyorum. Sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum. Bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra bum! Ansızın bir patlama ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar.” İstediği oldu Jim Morrison’un. Bir anda infilak edip adını unutulmazlar arasına yazdırdı. İlk başta The Doors grubu hakkında bir tanıtım yazısı yazmaya karar vermiştim fakat The Doors demek Jim Morrison demekti ve hangi

yılda hangi albümü çıkarıp kaç sattığı ve listelerde kaçıncı olduğunun bir önemi yoktu benim için. Birçok konuda örnek aldığım idolüm Jim Morrison’u anlatacaksam onu anlamanızı isterdim ve bunun için de size daha fazlasını vermek zorundaydım. Bu yüzden sizlere Jim Morrison’un müzisyen olmayan yanını, Mr. Mojo Risin’i* anlatmaya karar verdim. Çünkü Morrison hep şiir yazdı. Ve şiir hep Morrison’du.

“Şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. İşte bu yüzden seviyorum şiiri, sonu olmadığı için. İnsanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. Şiir ve şarkılar dışında hiçbir şey bir soykırımdan kurtulamaz. Kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. Ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı sanatı devam edecektir.”

* Mr. Mojo Risin, Jim Morrison isminin anagramıdır** ve Jim Morrison tarafından türetilmiştir. ** Anagram, bir sözcüğün veya sözcük grubunun harflerinin değişik düzenle başka bir sözcüğü veya sözcük grubunu oluşturmasıdır.

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com


04.11.2014 Şarabın soluksuz akışı piyaleye, Anlamsız ve çekilmez bir gece, Sonra yarım yamalak bir uykuyla, Kıvrılarak uzanmıştım yatağıma Düşündüm kaç zamandır böyleyim, Endişelerim arttı, gözlerimde bitiğim, Bir güç bulsam koşup gideceğim, Gideceğim soluksuz yolculuklara, Gideceğim. Tüm bunlar geçer mi diye düşünüp durdum. Saatin bilindik tıkırtısı, Ve tavana asılı kalmış gözlerim, kaygılı Ve şafak şimdi gösterir yüzünü inatla, Ve tüm yalnızlığımı gömüyorum yatağıma, Doğaya çıkıp otursam ağlayacağım, Fakat odalara sıkışıp kalmışım Tüm güzellikler bir bir geçiyor hayallerimde, Mutluluk tanımsız bir hiçlikti herhalde Aşk, uzun soluklu bir hissizlikti benim için, Ta ki bir gün, Uyanıp senin yanına varana kadar, İçtenlikle seyrederek uzaktan, Yanına varma telaşını yaşayarak, Gözlerini görüp kendi içimde, Kendi kendime şaşırana kadar. Gülüşünde koca bir hayat saklı, Görüyorum Umut dolu bir ses tonun var, İşitiyorum Tüm bunları yaşarken heyecansız kalamam Bakamam, doyasıya gözlerine. Nasıl bir histir anlatamam. Seviyorum seni kadın, Parça parça bölünmüş tüm anılarımla,

Yalnızlığımla savaşırken, Güçsüzlüğe direnirken, Tam bitti diyerek yazarken “Birlikteyken Yalnız” adlı yazımı Gözlerim seni gördü; Gördüki bu gözler umut hala varmış, Yalnızlık seni görünce yasaklanacakmış.. Oysa ben nasıl da geldim yanına, Bilir misin? Gözlerime bak ellerinde takılı kalmış… Sen, sen benim sevdiğim kadın olacaksın diyordum, Birikmiş yorgunluğuma huzur dolu bir dokunuş bıraktığın o an… Bunu zihnime anlatıyor ve gülümsüyordum.. Sen benim neşem oldun. Adımı işitmekten dahi usanmıştım, Sen sanki adıma şiirler okudun. Bana neden sevmem gerektiğini, Sadece kendin olarak, Naif bir ses ile, Yüreğime fısıldadın. Ve ben sevgilim... Sarıp gülüşüne zihnimi, Narin bir his içinde, Yaşamı sevmeye meyilliyim hiç olmadığım kadar! Tut ellerimi, tut ki yaşasın aşk Tut ki tüm kötülükler yürürlükten kalksın, Aşkın tanımı gözlerinde kalsın…

Hamid Yıldızgil hamidyildizgil@kulturcikmazi.com


Hak Meltem gelir mi yelden Mevsimlerden bir bahar Uçuşuyor adalet Heybetli bir çınardan Ne bir umut beslenir Sabahında karanlık Etme minneti dile Yatsıdadır aydınlık Hile girer oyuna Oynanır üzerinden Yoksa bir elin kolun Boşunadır beklemen Sinmiş sineye matem Çıkar avuçlarından Islanmasın perdeler Kısmet yoksa yarından Yaşamlar gizli kalır Bilmedikçe gaybını Ne sen bilirsin ne ben Geleceğin hayrını Yol uzun diken dolu Batırma göğüsüne Düşüncen kanamasın Ermedikçe hikmete Hikmet Hakka yönelir Hak gülümser hikmete Hak verecek hakkını En hassas terazide

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Senli Düşler Bir akşamüstü vuruyorum yine kendimi sokaklara. Hava soğuk, içimi ürpertiyor esinti. Burnumun soğuktan kızardığını hissediyorum. Yürümeye devam ediyorum aldırış etmeden havaya. Ardından denize karşı bir çay bahçesine oturuyorum. “Ah be,” diyorum “Ne güzel olurdu sevseydi beni.” Yine senli yazılar yazmak istiyorum. Cebimdeki boş kâğıtları çıkarıyorum. Yazmaya koyuluyorum yine. Kâğıtlar senin adınla başlayıp senin adınla son buluyor nihayet. Bakıyorum da şöyle bir, hiç benim olamayacağın yazılarımdan bile belli. Hayallerimi süsleyen sen aslında ne kadar da uzaksın bana. Fark ediyorum. Bırakıyorum kâğıdı kalemi.

istiyorum sana karşı. Ne mümkün ama! Seni yaşamak varken, sadece yazarak anlatmak yoruyor beni. Nasılda aptallaştırıyor bu kara sevdan. Hiç ister miydim kalbimde yer etmeni? Öpüşünü, sarılışını heyecanla beklerken, hasretinle can çekişiyorum adeta. Sadece düşünüyorum sessizce bir çay bahçesinde. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. İlk defa bu kadar acı çektiğimi görüyorum. Bir akşamüstü kalbimin gerçekten sızladığını hissediyorum. Deniz bana ferahlık vermiyor, ruhumu daraltıyor sanki. Kalkıyorum ayağa. Omuzlarımda yük, başım eğik. Yine senli düşlerle yoluma devam ediyorum arkamda dalgaların sesini bırakarak.

Düşüncelere dalıyorum. “Son artık” diyorum. Bir daha yazmayacağım sana dair. Hissizleşmek

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


Suskun Sözler Bilinmez bir tebessümle, hayallerim ve umutlarım çerçevesinde resmederken zihnimde seni, anlamazdım gözlerinin bu kadar muazzam olduğunu. Bilmezdim o bakışlardaki içimi titreten muntazam sözlerin bir senfoni misali her telden canımı yakacağını. Gidiyorum, sessizce, ardıma bakmadan. Dişlerimi sıktım, gözlerim kapalı. Her şeyi değiştirdim. Umutlarımı, hayallerimi, eş, dost,

arkadaşlarımı. Bir tek şeyi değiştiremedim. Sabahlara kadar hayalini kurduğum belki de doğru bildiğim tek şeyi, bendeki seni. Değişmedin. Değişemedin. Silemedim seni. Bilmezdin belki beni. Yazıyorum, yazıyorum ki kalmasın içimde. Okursun belki bir gün. Zaman geçse de, beni göremesen de, hatırına gelmesem de hafif bir tebessüm etmen dileğiyle... Seni seviyorum.

Murat Erdoğan muraterdogan@kulturcikmazi.com


Şahsi Yalnızlıklarım Bölüm 3: - Hayatla ne zaman ve nerede tanıştın?

- Aşk?

- Sen kimsin?

- Birkaç kez sevdim. Şu an; “Birkaç kez” demenin mahcubiyetini yaşıyorum ne yazık ki. “İlk ve son” olarak başladığım bu yolculukta, gelen gideni arattı durmadan...

- Boş ver sen benim kim olduğumu. Soruya cevap ver. - Bir hastanedeydik ve babam ölmüştü. Elini uzattı; “Yazıklar olsun” deyip uzaklaştım.

- En büyük hayalin?

- Daha sonra?

- Hayaller insan hayatında teoride saçmalıklardan ibarettir sadece...

- Daha sonra ise nefes alış verişi dışında hiçbir ilişkimiz olmadı. Ne bir umut, ne de buna benzer bir şey. Gönlümü almaya çalıştı tabi haliyle ve bu esnada istem dışı birkaç tebessüm belirdi yüzümde. Aynalarla ilk karşılaşmamızda hepsini yırttım attım yüzümden... - Neden?

kalan

- Nasıl? - Şöyle düşünelim bak; evine doğru yürüyen bir postacı görünce aklına gelen ilk şey nedir? - Mektup! - Ama genellikle karşılaştığın banka ekstreleri veya faturalardan ötesi değil, değil mi?

- Çekiciliğini kaybetmişti benim için. - Genellikle. - Peki kadınlar?

- İşte hayaller de böyledir.

- Kadınlar hayatın prospektüsüdür. Karışık ve bir o kadar da anlamsız...

- Nerede doğmak isterdin?

- Haksızlık olmuyor mu?

- Ülkem veya şehrimi değiştirmektense, insanları değiştirmeyi tercih ederim.

- Adaleti sağlamak adına hiçbir kadın sevmedi beni.

- Ya ölüm?


- “Bedenimi sadece doğduğum şehrin hayvanları kemirebilir” gibi, uç düşüncelerim olmadı benim. Dünyanın neresine gömülürsem gömüleyim; ruhumun ulaşacağı yer hiç değişmeyecek. Bu yeterli benim için. Bitti mi soruların? Ne diye soruyorsun bana bunları? - Hayır bitmedi. Gece uzun, yeni başlıyoruz. - Nasıl bir şeysin sen? Yüzünü görseydim bari… - Yüzümü boş ver… Sen hiç hayata parmaklıklar ardından baktın mı?

- Çok karamsarsın. - Öyle olmam gerekiyor. Yapabileceğim bir şey yok. Sen beni bırak da; nedir bu gizem? Söylemeyecek misin halen, kimsin sen? - Ben senim! - Sen, ben falan değilsin. Tamam her ne kadar görüntü falan olmasa da, iki farklı ses var ortada. Yani; sen sensin, ben ise ben... - Hayır... Sen klasik “Kendi kendine konuşan deli” modelisin şu halinle.

Hayır. Küçükken korktuğum şeylere parmaklarımın arasından bakardım sadece.

- Ne yani! Delirdim mi ben...

- Esaretten bahsediyorum ben!

- Tam olarak delirmediysen bile, o doğrultuda ilerliyorsun.

- Ben de sana korkudan bahsediyorum. - İkisi birbiriyle çok alakasız. - Belki.. Ama esaretin olduğu yerde, cesaretin pek bir önemi kalmaz. Neleri göze alabilirsin ki? Ne için savaşırsın? - Özgürlük. - Esaretin olduğu yerde, itaat vardır. İtaatin olduğu yerde, herkes eşit derecede korkaktır. Ve ölüm! Ölüm istisnadır, korku ise kaide... Hayatın anlamını yitirdiği yerde, bir mucizeden öte bir şey değildir ölüm. Ama korku öyle değil. Korku sığınacak bir yer aratır insana. Dört bir tarafın açık, fakat sen özgürlüğü esaretin tam merkezinde ararsın. Yani içinde...Korku büyüyebilmek için, esaret ister. Özgürlüğün sana hiçbir şey ifade etmemesi ne demektir biliyor musun? - Ne demek? - Korku ile yaşamak demektir. Yani korku; mevcut düzenin babasıdır… - Ama esareti hayal gücünle mağlup edebilirsin. - Yok be...”Hayat güzeldir, aşk iyidir...” diye yazıp, çizen budalaları düşün. - Düşündüm. - İşte bunların uydurduğu bir yalan o söylediğin.

- Bir gitsene başımdan. - Tamam giderim de, kendine gelmeyi düşünüyor musun? - Sabah oldu mu? - Hayır ama bu kadar saçma bir rüya olabilir mi sence? - Ne diyorsun sen! İnsanlar ne rüyalar görüyorlar. Bunun lafı bile olmaz. Rahat ol... - Bilmem ki... İster istemez endişeleniyorum işte. - Rüya benim, hayat endişeleniyorsun?

benim.

Sen

neden

- Yok ya! Ceremesini ben çekiyorum ama. Neyse, kalkarsan iyi olacak. - Ben mi çek dedim sana? Durup dururken musallat oldun başıma. Bir daha da rüya görürsem ne olayım. - Sen öyle san. Hayaller var... - İlgilenmiyorum dedim ya demin. Hem ne alakan var hayallerle. - Yan sanayim hayaller... Hadi saatin alarmı çalıyor, uyan artık. - Beş dakika daha.


- Annen miyim ulan ben senin! Kalk hadi... - İyi be tamam... - Çay mı? Kahve mi? Seçimini yap...

- “Karanlığı odaya kapatmak” ne demektir biliyor musun? - O ne?

- Yalnızlığın dandik yankıları bunlar. Sigara...

- Özel ders kapsamına giriyor bu. Öyle herkese öğretmiyorlar...

- Aç karnına!

- Yahu ne tuhaf bir şeysin sen?

- Hayır... Tok yalnızlığa.

- Ne gibi?

- İkinci defa çaldı alarm. Kalk yoksa atarım yataktan.

- Doğru düzgün anlaşılır cümleler kursana. En azından bana... Yabancı mıyım ben?

- Abartma! Aptal bir halüsinasyondan fazlası değilsin. Hem gidiyordun sen!

- Yabancısın tabi. Şunun şurasında karşılaşalı bir gece oldu. Tanışmadık bile...

- Giderim de, deliliğine benden uygun bir gömlek bulamazsın.

- Kendini kendine taktim et, tanışalım... - Akıllısı bulmuyor ki beni.

- Benim delirdiğim falan yok.

- Komiksin ya!

- Akıllanacağın da yok!

- Hadi be oradan, şekilsiz biçimsiz iç ses parçası seni.

- Sen mi söylüyorsun bunu? - Ne oldu? Beğenemedin mi? - Beğenmem mi gerekiyor? - Hayır! Zaten bu güne kadar delirdiğini kabul eden biriyle hiç karşılaşmadım. Bu arada üçüncü çalışı saatin. Erteleyip durma hadi! Gece boyu seninle uğraştım benim de dinlenmem lazım... - Ben mi çağırdım seni? Kendin geldin durup dururken... - Evet sen çağırdın. Sen olmasan ben de olmazdım. Aslında ben sana yardım etmek için geldim ama gördüğüm kadarıyla senin güzel bir dayağa ihtiyacın var. O da benim elimden gelmiyor ne yazık ki. - Elinden gelse döveceksin yani! - Hiç acımam! - Hadi be oradan. - Bak, kalkmadığın sürece başından. Uzatma da kalk hadi...

gitmeyeceğim

- Biliyor musun, hakaret falan umurumda değil. Ne söylüyorsan kendi kendine söylüyorsun. Korkak alıştırma ağzını istersen, bas küfrü. Umurumda olmaz da, söyle bakayım bu “Karanlığı odaya kapatmak” ne demekmiş. - Dediğin gibi şayet sen bensen, beni tanıman gerekiyordu. Ama sen sorup durdun sadece. Ben kendimi bilmiyor muyum? - Şaşırtıyorsun bazen beni. - Ne gibi... - Mantıklı soruların da varmış, ilginç! Bak senin attığın her adımdan haberdarım ben. Biliyorum ve çok iyi tanıyorum seni. Fakat sen kendini tanımıyorsun. Ben sadece sana seni hatırlatmaya çalışıyorum. Çektiğin acı ve değerlerin arasında ciddi bir uçurum var. Sorduğum soruları ve verdiğin cevapları düşün, ardından şu an yaşamakta olduğun acıyla kıyasla bakayım. - Haklısın galiba... - Neyse... Cevap vermedin halen, anlat bakalım...


- Karanlığı odaya kapatmak; tehlikeli bir oyundur... Arada bir sigarayla gözlerinin tozunu alabiliyorsun sadece kadar... - Şunu anladım; kendini bir odaya kapatıyor, ışıkları söndürüyorsun. Ardından bir sigara yakıyor ve bunun adına da “Karanlığı odaya kapatmak” diyorsun, öyle mi? Aptalsın...

- Kalkıyorum ben. Oyalama hadi. Bir daha da gelme... - Az şey yaşa her unutursun...

zaman. Daha çabuk

Dediğim gibi yaptım. Uyanır uyanmaz, tok yalnızlığa yaktım sigaramı.

- Sen neden hep benim karşımdasın?

- Zaten yeterince az yaşıyorum geri zekâlı...

- Ee normal olan bu değil mi? Yan yana olabilseydik şayet; sen şu an salak salak gülen mutlu bir insan olurdun…

- (Ses yok)

- Olamaz mıyım? Yakışmaz mı mutluluk bana? - Ben bunu mu dedim? - Ne dediysen dedin... Bak kendini bir odaya kapatmak ayrı bir şey, karanlığı bir odaya kapatmak apayrı bir şey. Bir kere aptal mazeretlerin olmaz. “Yazı mı? Tura mı?” diye debelenip durmazsın gün yüzü görebilmek uğruna. Karanlığı kabullenmiştir gözlerin. Yalnızlığın geçici değil, kalıcıdır artık. Bir parçan gibi... Zaman dilimi diye bir şey olmaz. “GeceGündüz, Siyah-Beyaz...” saçma farklılıklardır. Bütün insanlar tek renk; siyahtır! Sadece insanlar değil, her şey siyahtır... Güneş'in bile rengini yitirmesi anlamına gelir bu. Tıpkı şu an seninle olan bu konuşmamın, benim için hiçbir anlam ifade etmiyor oluşu gibi. - Bak şimdi çekip giderim hayatından, ne halin varsa görmeye devam edersin. Ben hiçbir zaman durup dururken ortaya çıkmam. Bunu gerektiren sensin, beni çağıran... Sihirli lambanın cini gibi düşün beni. - Yürü git işine... - İşim bu zaten…

Gitmiş galiba. Şuna bak yahu, ne gelirken nede giderken taktı beni. İç ses benim, kendime bile sözüm geçmiyor. Neyse, elim ayağım yerinde. Bedenimden ruhumu söküp götürecek diye korktum bir an. Fiziksel görünüş benim için pek önemli değil ama fiziksel yetersizlik oldukça önemli. İç güzelliğini aştım. Onun önemi var ama değeri yok benim için. Geçen gün rüyamda; bir mezarlığın önünde oturmuş, gelen cesetleri sayıyordum. Tam on üç ceset saydım! On üç'ün uğursuzluğuna inanacak kadar berbat bir hayat yaşıyorum! Hepsine de kendim ölmüş kadar üzüldüm. Bir insanın kendini on üç defa gömmesi ne demektir, bilemezsiniz. Bir insanın kendi ardından on üç defa ağlaması... Bir başka rüyamda ise; bir kör ve bir dilsiz sessiz film oynuyorlardı. Kör olan dilsize; “Duymuyorum” diye bağırıyordu... İşte bu yüzden bu soytarıyla uğraşmak aslına bakacak olursanız işime geldi bu akşam. Ama sadece bu akşam... Kendimi ne zaman çaresiz hissetsem, bir ağustos böceği bulur, en yakın karınca yuvasına bırakırım. Bir boka yaramaz ama hiçbir şey de yapmamaktan iyi gelir her zaman. Böyleyim... - Karıncalar sıkılmış bu durumdan artık. Söylenip duruyorlar sürekli. - Gene mi sen!

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com


Yastık Kılıflarının Resitali Yastık kılıflarının sesi çıkmaz. Buna rağmen işittiysen, suç; sınırsız ve suçlu sen... Nereden çıktığı zaten şu sıra muamma güneşin batışlarını beklerken bir de dolmuşlar örtüyorlar kapılarını. Koltuğunun gölgesinden korkarak kaptanın nasıl süratlice görüyorum. Yürü gitsin... Tepende dolaşanları da boşver; beslemekse derdin, ellerinsiz de doyururlar karınlarını, sen henüz kesilmemiş biletlerle aranı iyi tut. Ve yemeyi bırak da, söz geçir tırnaklarına; Uslu durmayı öğrensinler! Yırtmak marifet değil derisini, yıpranmış ve kirli teninin. Ve dans etmek gibi yeteneklerin vardı senin, Bir kez: “Yaşamak dansın kendisidir” demiştin. Üç kelime... Şimdi iki söz yazsa sana taşlıklara sızmış adamlar biliyorum nefesinden daha az sürecek sevincin. Beri gel... Kimin umurunda “vaveyla” yastık kılıfından başka. Ya da kim tutup kollarından sokacak başını suya. Beri geel... Giydir üstüne hecelerinin sonsuz dizilimini ve kaldır cesedinin boynunu yolun var daha. Senin bu alışkanlığını ne yapacağız bilmem; Rönesans da geçti takdir edilmiyor sanat Bu hazdan yoksun hal bahtsızlığına râm... Haydi ıslandı ayakların gitme daha fazla... Beri gel... Cam açık kaldı girmesin Sartre, henüz hazır değilsin. Bir yastık kılıfı çiz sustur gürültüsünü. Emzik sadece bebelerin değil.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Ansıma Seninle dudaklarımız savaşırken dişlerimizin çarpışması, iki kemiğin verdiği tını, dünyanın sekizinci senfonisiydi.

dudaklarından taşan zehir o dakikalara dair. Haydi… Biz iyiydik, Hikmet.

Tüm utangaçlığımı sıyırır atardım, yılanın acımadan ardında bıraktığı deri gibi her şey ve hiç-kimse kalıverirdi ellerimde. Utangaçlığımı sezip de gidersin diye korkumdan titreyemezdim. Sen sadece bir haz değil, duadaki huzurdun. İçimi içimi ısırırdım boynumdan her uçuşunda. Titrememek için daha sıkı sarılırdım sana. O an uçurumdan kendini salındıran şelale gibi sonsuz ve bucaksız olurdum. Hürün özgürlüğü var oluş kavgasını kazanır, dizlerime eğilirdi. Taş yolun taşlarını seke seke aşar, şehrin - ki ben hep Ankara’daydım o dakikalarda - ayazını içimize çeker, bir fıskiyenin sularında çocuk ruhuyla ıslanırdık. Zevk, “kâf”la söyle, diş ve dudak arasında daha da bir ezilerek son nefes gibi çıksın

Biz sessizlikte; ama birbirimizde güzeldik. Şimdi oyuncakları olmayan çocuk dünyası gibi her şeyim renksiz ve yarım. Tahta olanları yaktın, metal olanları attın, dumanı bile tütmeyen plastik bir trene bindin ve gittin. Ve bu kez ben anladım: Yolda yaşanan o günün içindeki belirli dakikalarda, biz ayrılarak kavuşmuştuk aslında. Bu, ölümcül vuslatımızın denî yerdeki provasından başka bir şey değildi. Dişlerimde kraker tadı, dilimde kahve yanığı, ellerimde senin hükmün, önümde koynuna sokulan ferman… Hadi hayırlı işler!

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Aşk Rabbimin Ahmet’e duyduğu sevgi Yokluğu var eden elin adı: AŞK Kelam-ı Kadim’in rengi, ahengi Levh-i mahfuzdaki dilin adı: AŞK Doğranan parmaklar duymadı acı Kuyulardan çıktı derdin ilacı Mısır’da verildi taht ile tacı Yusuf’u saklayan ilin adı: AŞK Hacerü’l esvettir ukbanın taşı Nice sultanlara eğdiren başı Hz. Yakup’a döktüren yaşı Gözlerinden taşan selin adı: AŞK Nemrut vicdanında hayat keşmekeş Karınca su taşır, deryalara eş İbrahim’in dostu yakmayan ateş Cennete dönüşen külün adı: AŞK Mecnun’u Leyla’ya del’eden sevda Ferhat’ı Şirin’e kul eden sevda Kerem’i kavurup kül eden sevda Aşığı savuran yelin adı: AŞK Aziz Mahmut gibi suyu kaynatan Veysel Karani’ yi çöllere atan Bütün kâinatı direksiz tutan Ebed ağacında dalın adı: AŞK İbrahim sapladı bıçağı taşa İsmail sığındı etmedi tasa Asayı sulara vurunca Musa Kızıldeniz’deki yolun adı: AŞK İsa’nın doğunca dile gelmesi Lokman’ın merhemi, Hızır nefesi Cennet-i alada Allah’ın sesi Muhammet Mustafa “Gül” ün adı: AŞK

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com


Dostluk Tadında Bir Şey Hani yalnız kalırsın da bir gün Yorgunsun susarsın Hiçbir şeyin tadı yok Keyfin kaçar, üzgünsündür Beklide kısık bir gülümseme Sıcak bir kahve yudumlarken Kurulursun koltuğa Tamda her şey rahat, kendine gelirsin O an bir ses duyarsın İrkilirsin yerinden Dizin sehpaya çarpar Sıcak kahve dökülür Üzülürsün, neşen kaçar Anlarsın ki kapının zili çalıyor Kapıya koşarsın Bakarsın ki dost gelir Fark etmediniz galiba Dostluk tadında bir şey söylemek istediğim O kâbus akşamı biter Her şey birden düzelir Hüzünler kaybolur Neşen yerine gelir Dostun sana yüreğini getirir Sımsıcak sarılırsın Yoksa eğer darılırsın Sıcak kahve yudumlarken

Her yudumda gülümseme Her yudumda sohbet Ve her yudumda hasret tüter Dost gelir mi bir gün ansam Dost gelir mi ben ki yansam Dostluk tadında bir şey Ah birde sen inansan Dostluk tadında bir şey Anlatmak istediğim Dostluk adında bir şey Her zaman söylediğim Dostluk beklide ağır Dosta yüreğim durur Tatlı bir tebessüm için Gönül borcum olur Dosta sevgim inancım var Dünyaya da hıncım var Ama dostuma yok Dosta gönül bağım var Yüreğimde ahım var Yıllardır dilime dolaşır Dostluk tadında bir şey Yüreğimde dostluk karargâhım var

Ergül Yılmaz ergulyilmaz@kulturcikmazi.com



Anathema Bir dönem en çok dinlediğin, sonralarında ise “duygusal ergen grubu” diye dalgaya aldığın ama her acı çektiğinde eski bir dost gibi sana eşlik ettiğini gördüğün gruptur. Eğer önceden onunla bir bağ kurmuşsanız, ruhunuzun derinliklerine işlemeyi başarmışsa kolay kolay bir kenara atmanız mümkün olmuyor. Aşk (Parisiene Moonlight) ,ayrılık (Deep), ölüm (Empty), nefret (Alone) ve ümitsizlik (Eternity) üzerine bir yazı… İngiliz Doom Metal grupları denildiğinde akla gelen ilk isimler Paradise Lost, My Dying Bride ve Anathema’dır. Bu 3 gruptan Anathema, belki de ülkemizde en fazla hayran kitlesine sahip olanıdır. Ülkemizi sık sık ziyarete gelen grup, bu sayede hayran kitlesini genişlettiği de bir gerçek. Her şey Liverpoollu gençlerin 1990 yılının yazında “Pagan Angel” adında grup kurmasıyla başladı. Bu adla kurulan grubun ilk kadrosunda Darren White (vokal), Daniel ve Vincent Cavanagh (gitar), Jamie Cavanagh (bas gitar) ve John Douglas (bateri) yer alıyordu. 1990’ın Kasım ayında ilk demoları olan “An Iliad of Woes”u kaydettiler. Grup, 1991’in Ocak ayında demonun yayımlanmasıyla isimlerini “Anathema”* olarak değiştirdi. Anathema, Bolt Thrower ve Paradise Lost konserlerinde alt grup olarak çıktı ve bu konserler sayesinde ciddi bir hayran kitlesi kazandı.

Konserlerle geçen birkaç aydan sonra “All Faith is Lost”** adlı dört parçadan oluşan bir demo daha kaydetmeye başladı. 1991’in Temmuz ayında yayımladıkları ikinci demoya dergilerden olumlu eleştiriler yağdı. 1992 yılında “They Die” isimli ilk single’ı Witchhunt Records tarafından piyasaya sürüldü. Albüm düşünüldüğünden daha fazla ilgi gördü ve ilk baskı tükendi. Bu single’da basçı olarak Jamie Cavanagh yerine grubun ileriki dönemlerinde büyük başarılar kazanmasında payı olacak Duncan Patterson gruba dâhil oldu. 1992’nin Ekim Peaceville “Volume şarkısı “Lovelorn kaydetti. Peaceville grupla aralarında imzalandı.

ayında yayımlanacak olan 4” için grubun en beğenilen Rhapsody” isimli parçayı Records’un dikkatini çeken 4 albümlük bir sözleşme

1992’nin Kasım ayında “The Crestfallen” E.P.si piyasaya çıktı. Cannibal Corpse’un alt grubu olarak çıktıkları İngiltere turnesi başarılı geçti ve Anathema’nın iyi bir sahne grubu olduğunu gözler önüne serdi. İlk albüm olan “Serenades”, 1993’ün Şubat ayında yayımlandı. Albüm piyasada büyük bir yankı uyandırdı ve Doom Metal tarihinin en iyi albümlerinden biri olarak gösterilebilir. Metal Hammer’da “Serenades” albümü ayın albümü olarak seçildi. Grup birçok konsere çıktı. MTV


Albüm gerek orkestral düzenlemeler, gerekse sözleri ile gerçekten büyük bir başyapıttır. Grup albümden sonra Paradise Lost ile bir kez daha İngiltere turnesine ve daha sonra tek başlarına Avrupa turnesine çıktı. 1996’da daha önce görülmemiş bir müzikal gelişime ve olgun yaklaşımın kanıtı olan “Eternity” albümü yayımlandı. Bu değişimle grup artık Doom Metal yerine daha akustik ve saykodelik yapıda, Pink Floyd etkileşimli müzik yaptı. Hatta albümde bir David Gilmour coverı da vardır. Albümde "Angelica", "The Beloved", "Far Away" dinlenmesi gereken nadide parçalardan ve evet tarzları değişti, ama melankoli asla!

Headbangers Ball’un Peaceville için hazırlanan bir bölümde My Dying Bride ve At the Gates ile birlikte çaldı. Daha sonra At the Gates ile beraber İngiltere konserlerine devam etti, ardından 15 günlük kısa bir Avrupa turnesi geçirdi. Romanya, Hollanda ve Belçika'daki festivalleri de içine alan ilk uzun Avrupa turnesini 1994 Ocak ayında tamamladı. Turnelerin ardından uzun süredir beklenen mini albümü “Pentecost III”yi kaydetmeye başladı. Plak şirketiyle yaşanan sorunlar sebebiyle albüm 1995’in Mayıs ayına kadar yayımlanamadı. Grup bu sıralar ikinci albümlerini kaydediyordu ve grupta ayrılık rüzgârları esmeye başladı. Grup üyeleri Darren’ın vokalinin kafalarındaki sound ile uyuşmadığını düşünüyorlardı. Darren White gruptan ayrıldı ve yeni bir eleman almak yerine bu görevi Vincent Cavanagh üstlendi. Darren tarafından “Rise Pantheon Dreams” olarak isimlendirilen 2. albümün adı “The Silent Enigma” olarak değiştirildi. 9 parçadan oluşan albüm 1995’in Ekim ayında piyasaya sürüldü.

Albüm sonrasında uzun turnelere çıkıldı. Bu uzun ve yorucu turnelere güzel ritimleriyle eşlik eden John Douglas’ın 1998 yılında ayrılmasıyla grup bir yara daha aldı. Douglas’ın yerine Shaun Steele geldi. 1998’in Haziran ayında grubun en çok ses getiren albümlerinden biri olan “Alternative 4” çıktı. Fakat gruptaki değişimler sadece bununla sınırlı kalmadı. Efsanevi basçı Duncan Patterson müzikal farklılıklar nedeniyle gruptan ayrıldı ve yerine Dave Pybus geçti. Ayrıca eski My Dying Bride klavyecisi Martin Powell da gruba katıldı. Sürpriz bir değişiklik de John Douglas’ın gruba geri dönüşüydü. 1999 yılında grup, "Music for Nations"'la anlaştı ve İtalya’da Damage Inc. Stüdyolarında 3 ayda kaydedilen “Judgement” aynı yılın Haziran ayında yayımlandı. Albümü Cavanagh kardeşler 1998 yılında kaybettikleri annelerine adadılar. Bu albümde de yoğun bir Pink Floyd etkisi hissediliyordu ve her parça hit olabilecek kalitede ve güzellikteydi. 13 şarkılık albümde "Deep","Parisienne Moonligth" ,"Anyone, Anywhere","Transacoustic" ve "One Last Goodbye" kesinlikle dinlenilmesi gereken parçalardan birkaçı. Grup, 2001’in Ekim ayında “A Fine Day to Exit” adlı albümünü piyasaya sürdü. Albümün çıkışından hemen önce Dave Pybus gruptan ayrılacağını duyurdu ve Cradle of Filth’te bas görevini üstlendi. Bu albümden sonraki turlarda geçici olarak George Roberts gruba yardımcı oldu. Grubun bu albümde yavaş ve sade müziğinden dolayı, Doom Metal bekleyen


hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı. Anathema sound’undan uzaklaşmakla suçlansa da, objektif olarak bakıldığında hala Anathema’nın var olduğunu göstermesi açısından üzerinde durulması gereken bir albümdür. 2001-2002 yıllarında “Resonance” ve “Resonance 2” adında Anathema parçalarının toplandığı iki albüm piyasaya sürüldü. “Resonance” yavaş, bayan vokal ve balad parçalardan oluşan; “Resonance 2” ise “Judgement” albümü öncesindeki kayıtlardan grubun daha heavy parçalarını içeren bir best of niteliğindeydi. 2002’nin Mart ayında grubun resmi internet sitesindeki bir açıklamada Daniel Cavanagh gruptan ayrılacağını ve artık eski basçı Duncan ve yeni grubu Antimatter ile çalışacağını açıkladı. 2002’nin Nisan ayında ise tuhaf bir şekilde yine resmi internet sitesinde daha önce Danny’nin yaptığı açıklamanın sadece Nisan 1 şakası olduğu duyuruldu. Bu pek inandırıcı olmasa da… Ancak Danny’nin iki aylığına da olsa gruptan ayrıldığı bir gerçekti. 2 yıl aradan sonra yani 2003’ün Kasım ayında 7. Stüdyo albümü olan “A Natural Disaster” yayımlandı. Gruba basçı olarak Cavanagh kardeşlerin üçüncüsü olan Jamie Cavanagh yeniden katıldı.

Uzunca bir aradan sonra 2010’un Mayıs ayında yayımlanan sekizinci albüm “We're Here Because We're Here”, adını I. Dünya Savaşı'nda ittifak güçleri siperlerinde söylenen, aynı adı taşıyan şarkıdan aldı. Bu albümün mixlerini Porcupune Tree’nin solisti olan Steven Wilson yaptı. 2012’nin Nisan ayına gelindiğinde ise “Weater Systems” albümü yayımlandı. Albüm müzik çevrelerince olumlu eleştirilerin yanı sıra birçok olumsuz eleştiriyi de beraberinde getirdi. 2014’ün Haziran ayında onuncu stüdyo albümü olan “Distant Stellites” Kscope etiketiyle piyasaya sürüldü. Tracklist’teki ilk iki şarkının “Weather System” çağrışımı yaptığı düşünülse bile bu albümle yine çoğunluğun beğenisini kazandı. Ülkemizde de sık sık konserler veren grubun kısa tarihçesi bu kadar. Anathema’nın tüm albümlerini dinledim yıllarca. Onlar değişti, ben de değiştim. Zamanın etkisini en net görebileceğiniz gruplardan biri. Umarım albümlerindeki o melankoliyi hiçbir şeyden etkilenmeden ve değiştirmeden, daha saf bir şekilde bulabiliriz. Keyifli dinlemeler :)

*Grubun adı, İncil’de Tanrı’nın ya da kilisenin lanetine uğramış, aforoz edilmiş anlamına gelmektedir. ** Demoda bulunan "Memento Mori","They Die" gibi parçalar grup tarafından ilerde tekrar yorumlandı.

Stüdyo Albümleri - Serenades (1993) - The Silent Enigma (1995) - Eternity (1996) - Alternative 4 (1998) - Judgement (1999)

- A Fine Day to Exit (2001) - A Natural Disaster (2003) - We're Here Because We're Here (2010) - Weather Systems (2012) - Distant Satellites (2014) Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com


Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 2: Keman Tükürmeyi denedi Jon, havai fişek savurmayı. Olmadı. Kafasını kumlardan ayırmadan fırlattığı tükürük suratına sertçe çarpıp dağıldı. Eliyle yüzünü temizleyip yerinden doğrulmaya çalışırken eski ağrılarını hissetti, havai fişeklerden önceki ağrıları. Anlaşılan hepsi gitmişti. Bütün o hediye, kısa bir gezi ve koşarak harcanan bir gün kadar sürmüştü. Ayağa kalkmaya hazır hissetmiyordu kendini, kim bilir kalktığında nelerle karşılaşacaktı. Yatmaya devam etti. Uzun bir süre denizi ve yıldızları seyrettikten sonra kafasını diğer tarafa, şehre doğru çevirdiğinde burnunun dibinde koca bir geyik ayağı gördü. Korkuyla yerinden fırlayıp ayağın neye ait olduğunu anlamaya çalıştı. Yerde gecenin maviliğinde üstsüz bir şekilde uzanan bir kadın yatıyordu. Sol ayağı geyik ayağı gibiydi. Ayak bileğinden itibaren başlayan tüylü yüzey bir çift toynak ile bitiyordu. Sadece bu kadar da değildi, ayağın üzerinde bir hareket sezinledi Jon ve kadının ayağına usulca yaklaştı. Kulağını iyice yaklaştırdı ve korkuyla geri çekti. Bir nefes hissettiğine emindi. Tekrar

yakınlaşıp elini ayağın üzerinde kısa süreliğine gezdirdi. - Hey! Ne yapıyorsun? Bu kadının sesi değildi. Sağına soluna baktı ama sesin kaynağını bulamadı. - Buradayım seni gerzek herif. İkinci cümlenin ardından Jon parmağında bir acı hissetti ve yüzünü geyik ayağa çevirdi. Toynağın üzerinde bir çift göz sinirle ona bakıyordu. Küçük ağzından salyalar savurarak bağırdı adama: - Senin uyuyanlara saygın yok mudur hiç? Ah ne oldu, daha önceden hiç konuşan bir ayak görmedin mi? - Hayır! Anlamıyorum tam olarak nesin sen? - Anlamıyorum tam olarak kör müsün sen? Ben bir ayağım aptal! Oradan bakınca neye benziyorum?


Ayak Jon’a bağırırken kadın derin bir nefesle uyandı ve bacağını yerde hafifçe sürttükten sonra İskoç aksanıyla ayağa seslendi.

- Sophia’yı bul. Kayıp kemanı bul. Koşabildiğin kadar hızlı koş! Sözümden çıkma ihtiyar!

- Frank! Yabancılar hakkında ne söylemiştim?

Jon’un beyninde kocaman bir şimşek çaktı. Saniyelik bir parlamadan sonra gözleri karardı ve yere yığıldı. Bilinci açıktı. Kadının kumların üzerinde uzaklaştığını duyabiliyordu ama kendisi hiçbir şekilde hareket edemiyordu. Yavaş yavaş kumların içine gömüldüğünü hissetti Jon. Elleri, ayakları ve sonra kulakları… Kum ağzına ve burnuna dolmaya başlayınca paniğe kapıldı. Nasıl nefes alacağını bilemiyordu ve kadının dediklerini düşünmeye başladı. Nereye gidecekti?

Ayak, büyük bir utanç ve ezilmişlikle özür diliyordu kadından ama bu kadının umurunda dahi değildi. Kadın nihayet gözlerini açtı, kısa bir süre Jon ile göz göze geldikten sonra yattığı yerde doğruldu ve işini bilen ses tonu ile Jon’un sabırsızlıkla beklediği o konuşmayı başlattı. - Ah, merhaba beyefendi. Siz onun kusuruna bakmayın, biraz patavatsız bir tiptir. Ben Margaret Dumont. Siz ise o olmalısınız. Tanışacağımız günü uzun süredir bekliyordum. - “O” mu? Kimden bahsediyorsunuz? Ben Jon, Jonathan Ma… - İsminize ihtiyacım yok bayım. Ama benim için yapacaklarınıza var. Bazı şeyleri düzeltmelisiniz. Gittiğiniz yerde sizden bana bir şey getirmenizi isteyeceğim. Değerli bir şey, benim için. Eğer istediğim şeyi başka bir işe kalkışmadan bana getirirseniz bugünkü o küçük maceranız hakkında öğrenmek isteyebileceğiniz şeyleri size anlatabilirim. Ve belki ondan sonra kendinizi tanıtmak isterseniz memnuniyetle dinlerim. Fakat benim yapmanızı istediğim şey bu değil. Bulmanızı istediğim bir kız var. O size yardımcı olacaktır. Bana yardım edecek misiniz? Etmelisiniz. Dumont’un çaresiz bakışlarının hiçbir karşılığı olmadı Jon’un üzerinde. İçinde bulunduğu duruma olan hoşnutsuzluğunu açıkça belli ediyordu sesinde. - Ne istediğiniz hakkında hiçbir fikrim yok bayan. Aradığınız kişi ben değilim. Dizlerinin üzerinden ayağa kalkmıştı ve gitmeye hazırlanıyordu Jon. Ardından Bayan Dumont sinirle yerden havlusunu alarak kumların üzerinde hızla doğrulup vücudunu sardı ve Jon’u omzundan tutup kendine çevirdikten sonra bir eliyle havlusunu tutarken diğer elini Jon’un alnına koydu ve yine o garip İskoç aksanıyla birkaç kelime etti.

*** - 300’e şarj et! Çekilin! … - Gözlerini aç Nicholas. … *** Derin karanlığın ardından nihayet kulakları birkaç buğulu ses duymaya başlamıştı. Vücudunu gayet sağlıklı hissediyordu. Gözlerini açtı ve bulanıklığın gitmesi için birkaç kere sıkıca kapattı. Normale döndüğünde gördüğü ilk şey bembeyaz bir oda, bembeyaz çarşaflar ve kolundaki serum oldu. Kafasını sağına çevirdi ve sahilde gördüğü kadınla karşılaştı. Kadın kabarık kocaman kürkü ve ışıltılı siyah abiye kıyafetiyle yerinden zar zor ayağa kalkarak Jon’un yanına geldi. Yatağın diğer yanına baktığında da kocaman beyaz bir tavşan maskesi takan takım elbiseli bir adam gördü. Sersemliği devam ediyordu ve zar zor birkaç kelime döküldü ağzından. - Cennette miyim? - Hayır, burası Seattle. Tavşan maskesinin ardından gelen ses oldukça tanıdıktı. Biraz düşündü Jon. Bu Frank olmalıydı, şu toynağın üzerindeki.


- Ona biraz nazik davran Frank. Çok zor bir gece geçirdi.

- Cevaplara ihtiyacım var Frank. Senden cevaplar istiyorum.

- Ne oldu bana? Kamyon çarpmış gibi hissediyorum.

- Bunu ne yazık ki yapamam efendim bilmeniz gereken her şey söylendi. Yarın yapmanız gereken tek şey dışarı çıkıp hanımımın istediği şekilde onun kemanını alıp buraya getirmeniz. Olması gereken şeyleri yaşayın efendim.

- Pek de yanılıyor sayılmazsın Nicholas. Kemanımı getirirken kaza yaptığının haberini aldık. Ve seni buraya getirdiklerinde keman çantanda değildi. Orada olması gerekiyordu. Belli ki biri onu almış ya da sen bizimle oyun oynadığını zannediyorsun. - Nicholas mı? Ben Jon’um, Jonathan Ma… - Evet evet anladım Nicholas. Kıyafetlerin ve çantan burada. Çabuk iyileşmeye bak çünkü yarın ilk iş o kemanı bulup bana geri getireceksin anladın mı? Bir şey anlamasa da durumu kabullenmişti Jon. Birisi ondan bir kemanı bulmasını istiyordu gerisinin hiçbir önemi yoktu. Kendini bir süre buna inandırabildi. - Nerde, nasıl bulabilirim? - O sorularının cevaplarını da bu gece bulmalısın. Bir ihtiyacın olursa Frank’ten istersin. Bayan Dumont sert adımlarla odadan çıkarken Jon onun ayaklarına bakıyordu. İki ayağı da oldukça normaldi. Frank’e baktı sonra tekrar Bayan Dumont’un ayaklarına döndü. - Senin orada olman gerekmiyor muydu? - Buradayken, hayır. Bir yere gitmemiz gerekirse, evet. Jon uzunca süre olanlara anlam verme karmaşası içinde yattı. Merak ettiği çok fazla şey vardı ve sorularının hiçbirinin cevabı kendisinde değildi. - Hey Frank! - Buyurun efendim. - Şu Bayan Dumont ihtiyacım olan şeyleri senden isteyebileceğimi söyledi değil mi? - Evet efendim. Neye ihtiyacınız var?

Kelimeleri kafasında yüzlerce kez tekrarlarken yorgun düştü Jon. Uyandığında saat 11:30 civarıydı. Serum ve ağrılar gitmişti. Hızlıca kalktı, masanın üzerindeki kıyafetleri giyip çantayı aldı ve yatağının yanı başında horlayan Frank’i uyandırmadan odasından çıktı. Bir hastanede değildi burası daha çok bir malikâneye benziyordu. Herhangi bir hizmetçiye veya aşçıya rastlamadı Jon malikânenin aydınlık geniş koridorlarında. Kimseyi görmeden ve kimseye görünmeden çıktı oradan. Seattle’da öğrencilik yıllarında bulunmuştu. Hatırladığı tek yere eskiden kaldığı yurda gitmeye karar verdi. Yabancı yerlerde gezmeye yabancı değildi Jon. Batıda başlayan evsizlik serüvenini onlarca senenin ve kat edilmiş koca bir Amerika kıtasının ardından doğuda, New York dedikleri yerde sürdürmeye karar verdiği tarih çok uzak değildi. Birkaç ayda bütün düzenini kurmuş, her türlü ihtiyacını karşılayabileceği huzurlu bir hayatı elde etmişti. Ve şimdi hepsi tekrar gitmişti. Başladığı yerdeydi. Yaptığı anlaşmalarının, günlük işlerinin ve arada zaman bulup da ilgilendiği hobilerinin hiçbir önemi yoktu. Tüm bu yoksunlukla kafası öne eğik bir şekilde yürürken anlık bir şey yakaladı yanından geçtiği kafenin cam vitrininde Jon. Vitrinden duvara yaslanmış ve bir eliyle yüzünü kapamış genç kızı bir süre izledi. Ardından kız elini kafasından kaldırdı ve etrafına bakınırken Jon ile göz göze geldiğinde ikisi de donup kaldı. Jon genç kızı bir yerlerden hatırlamaya çalışıyordu ama yaşı gereği fazla başarılı olamıyordu. Fakat kızın gözlerinden Jon’u tanıdığı açıkça okunuyordu. Heyecanla yerinden kalkıp arka tarafa dolandı kız ve birkaç saniye içinde kafenin kapısında belirdi. O duruşu biliyordu Jon. Daha önce nasıl hatırlayamadım diye içten içe kendini paraladı


Sophia’nın gözlerinde kaybolurken. Şaşkınlığı kısa sürede yerini sorulara bırakmıştı çünkü Sophia onun okuldan arkadaşıydı ve normal bir durumda onun da saçlarının beyazlarla, yüzünün kırışıklarla, bedeninin sarkık derilerle dolmuş olması gerekiyordu ama görünüşe göre o yirmilerinde kalmanın bir yolunu bulmuş olmalıydı. - Jon!

- Ben de. Burada ne işin var?

- Uzun hikâyelerimize içeride edebiliriz. Bir şeyler içmek ister misin?

senin

devam

- Yalnızca su. Jon bütün o sokak yaşamının ardından havai fişekleri ve sahildeki kadını anlatırken daha önce fark edemediği bir detayı fark etti. Sahildeki kadın Sophia’dan bahsediyordu. Anca anlayabildiği için bir süre kızdı kendine. Sonra sözü olan biteni anlatması için Sophia’ya bıraktı. - Nerden başlayacağımı bilmiyorum. - Kemandan başlayabilirsin. Nedir o? Ne işe yarıyor? Ve nerde bulabilirim? - Çantanda. -… - Çantanı aç. Jon sandalyeden çantasına uzanırken öncekinden daha ağır olduğunu ve içinin dolu olduğunu anladı. Açtığında ise ikinci kez şok geçirdi. Keman dedikleri şey tam anlamıyla bir keman değildi. Öncelikle ağaçtan yapılma değildi. Parlak, renksiz bir metalden yapılmaydı. Gövde kısmı olmayan ortası boydan boya delik dikdörtgen bir keman sapıydı ve üzerinde 4 adet teli bulunuyordu. - Ama nasıl?

- Çantama nasıl koydun peki? Ona hiç dokunmadığına adım gibi eminim. - Ben bir camgözüm Jon. - Ne? - Dur da göstereyim.

- Sonunda bana Nicholas demeyen biri… Tanrım çok mutluyum. Seni gördüğüme sevindim.

- Uzun hikâye. Hem sanırım cevaplaman gereken daha çok soru var.

- Margaret’ten, daha doğrusu Nicholas’tan çalan bendim.

Sophia ellerini gözlerine götürerek kahverengi lenslerini çıkardı ve masaya koydu. Gözlerinin renkli kısmı ve gözbebekleri mavi kristaller gibi parlıyordu. Jon hiç beklemediği bu görüntü karşısında üçüncü şokunu yaşadı. “Daha bitmedi” dedi Sophia ve ellerini masanın üzerine kapadı. Jon dikkatle izlerken Sophia’nın parmakları yavaşça toza dönüşüp masanın üzerinde Jon’a ilerlemeye başladı. Ardından yükselip havaya karıştılar ve birkaç saniye içinde eski yerlerine dönerek Sophia’nın masanın üzerine kapalı ellerini tekrar oluşturdular. - Bil bakalım elimin altında ne var? Jon tahmin hakkını kullanmak yerine Sophia’nın elini kaldırmayı tercih etti ve kaldırdığında arka cebindeki cüzdanda olması gereken Nicholas’ın kimliğiyle karşılaştı. - Bütün vücudumu ve dokunduğum her şeyi toza çevirip uçurabilirim. Hırsızlık için biçilmiş kaftanım. Bildiğim kadarıyla benim gibi iki kişi daha var. Onlar devlet tarafından gözetim altında tutulan geri zekâlılar. Ben kaçıyorum ve işimi yapıyorum. Kemana gelecek olursak, onun bir anahtar olduğunu düşünüyorum. Aslında şu sahildeki kadın öyle düşünüyor. Ve sen de bu anahtarın bir parçasısın. - Şunu en başından anlatabilir misin acaba? Kafam çok karıştı. Mümkünse en, en başından… - Tabi ki. En başlarda bir camgöz değildim. Ama en başından beri yaşlanmıyordum, babam gittiğinden beri. O zaman 24 yaşımdaydım ve o bir anda ortadan kayboldu. Aradığı bir şeylerden bahsediyordu fakat hiç dikkate almamıştım. O günden sonra hiç görmedim babamı. Ta ki 2 gün öncesine kadar. Rüyamda bir anda karşıma çıkıverdi, bulduğu ve aramaya devam ettiği


birkaç şeyden bahsetti. Kemandan ilk o zaman haberim oldu. Margaret’ten ve başlayan şu garip olaylardan da. Bulmamı istediği adamın sen çıkman ne tesadüf değil mi? Neyse, keman için Margaret ile anlaştım ve o da seni bulmamı sağladı. - Nasıl yani? Keman için anlaştıysan neden benden kemanı bulup ona geri getirmemi istedi? - Ah, sen şu malikânedekiyle karıştırıyorsun. O Margaret’in şeytani ikizi gibi bir şey. Margaret’in de iyilik perisi olduğu söylenemez ama en azından rasyonel davranıyor. Anlaşmamız karşılığı kemanla işim bittiğinde ona vereceğim ve tabi bulacağımız şeyden de biraz pay. - Ne bulacağız peki? - Bilmiyorum. - Ne arıyoruz peki? - Şey, bir anahtar olduğuna göre bir kapı da olmalı değil mi? Açıkçası şu an hiçbir fikrim yok. Bu ucubelikten kurtulmamı sağlayacak bir şeyler olabilir. Babam o konuda sadece dağlardan bahsetti. Çölden ve birkaç nehirden başka hiçbir şey yok elimde.

öğrenmek istediklerini öğrenebilirsin. Benim için sorun değil, tekrar çalabilirim. Ama sana ihtiyacım var Jon. Benimle birlikte gelmelisin. Buna değecektir. Geride bırakabileceği hiçbir şey olmadığı için karar vermesi pek de uzun sürmedi. Ve Sophia o kadar güzeldi ki… Kafeden çıktıklarında hava çoktan kararmıştı. Günler hala hızlıydı. Sophia bu gece onda kalabileceğini söyledi ve birlikte yola koyuldular. Fazla uzak bir mesafede değildi ev, fakat oraya ulaşamadan yolları iri yarı birkaç adam tarafından kesildi ve koşmaya başladılar. Adamlar hızlıydı. Jon da hızlıydı fakat Sophia onu yavaşlatıyordu. Ara sokaklara dalıp bir süreliğine izlerini kaybettirdiler ve binaların aralarından geçip ışıksız, karanlık bir yer bulup dinlendiler. İkisi de nefes nefese yerin dibine yığılmışken Sophia Jon’a dönerek eline ufak bir kâğıt tutuşturdu. - Seni yavaşlatıyorum. Ben eve görünmeden gidebilirim fakat seni de uçuracak kadar güçlü değilim. Hem sen onlardan daha hızlısın. O adamları atlatabilirsin. Benimle Preston’da buluş tamam mı? Ve bir şeye ihtiyacın olduğunu düşündüğünde bu yazıyı oku.

- Margaret ve diğeri senden daha fazlasını biliyor gibi gözüküyordu, öğrenmek isteyebileceğim her şeyi.

Jon kâğıda baktığında diğerleri kadar etkili olmasa da dördüncü şokunu yaşadı ve ardından yüzünde bir gülümseme belirdi. Kafasını kaldırdığında Sophia gitmişti. Ve kâğıtta aynen şu yazıyordu:

- Belki de. Tercihin onlardan yanaysa hemen şimdi gidebilirsin. Gidip kemanı onlara verip

“Birşeyeihtiyacınolduğunudüşündüğündebuya zıyıoku.”

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com


Düşsel Firar Hayallerime dolandı ayaklarım, Düştüm, kan revan içinde kaldım. Birde baktım kırılmış kalbim Tutsaklık kurtulurum sandım Prangaları söküp atınca O Kör karanlık zindandan kaçınca Daha beter bir yalnızlığa tutuldum. Yalancı bahara aldanan güller gibi soldum Okyanusları aşmaya yetti gücüm Ama kuru gölde boğuldum...

Sena Sabcıoğlu Misafir Yazarımız


Leyla Özlüoğlu Misafir Çizerimiz


Adına Bir Harf Daha Katıyorum Sokaklandır Bu Şehirleri Bir umuttur sarıp sarmalandığım Bir umut yalnız Karanlık bir umut Dokundum durdum yeni anlamlara Bir kalıyordu her şeyden Geri saymaksızın Burukluktan başka nedir Yalnız hüzünle yetinebilmek Tasarlamak sevgiyi Kendi içinde enine ve boyuna Yitirme mutsuzluğunu koy orta yerime Çıplak ve derin kalsın esenliğimiz Islanırım seninle Tüm uzunluğumla ıslanırım Kendi buyruğunda topla Ve dağıt sessizliğimi Bir kapı aç şu uyuşmazlığıma Bana dağlardan tepelerden bahset

Enes Taşbaşı Misafir Yazarımız


Beklenmedik Misafir Takk! Takk! Takkk! Kapının çıkardığı bu tok sesler yerinden sıçratmıştı Meral’i. Eline koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde duran bıçağı aldı hemen. O bıçak yanından ayrılmıyordu zaten üç gündür. Üç gecedir tam bu vakitlerde kapısı çalınıyordu. Kimin çaldığını bilmiyordu. Çünkü açmak için cesaret edip kapıya giderken sesler kesiliyor, kapıyı açtığında ise karşısında kimseyi göremiyordu. Ve işte bu gece de onlardan biriydi… İki yıl olmuştu bu Macuncu Mahallesi’ne taşınalı. Kocası Ferit yurt dışında çalışıyordu uzun süredir. İkisi de gençtiler daha. Parıldayan yeşil gözleri, doğal kıvırcık saçları ve biçimli vücuduyla göreni kendine hayran bırakan bir güzelliği vardı Meral’in. Çok kişi talip olmuştu Malatya’da babasının yanındayken. Ama o çocukluğunda ve gençliğinde günlerini birlikte geçirdiği Ferit ile evlenmek istiyordu. Aşıktılar birbirlerine. Babası Ferit’in çok tekin biri olmadığını işitse de kızına “hayır” diyememiş, evlendirmişti onları. Meral babası öldükten sonra Malatya’da daha fazla kalmak istememişti ve sonra babadan kalma ne varsa satıp, İstanbul’a, suçun günlük yaşamın bir parçası olduğu Macuncu Mahallesi’ne taşınmışlardı. İlk geldiklerinde ne Meral ne de Ferit biliyordu bu suçlarıyla ünlü mahalleyi. Gündüz şirin, ücra bir yer gibi görünmüştü ikisine de. Ama gece olunca dışarıdan gelen köpek ulumaları, havadaki

kasvetli ve boğucu sessizlik ve bu sessizliği bozan birkaç el silah sesi daha ilk günden göstermişti onlara bu mahallenin gerçek yüzünü. Paraları gittikçe tükenmekte iken Ferit tanıdıkları aracılığıyla yurt dışında, inşaat işinde çalışma fırsatı bulmuştu. Bunu Meral’e söylediğinde kadıncağız “Yalnız başıma bu bela dolu mahallede nasıl yaşarım ?”diye düşünmüştü. Ama para, kazanılması gerekiyordu bir şekilde. Ferit orada para biriktirip geri geldiğinde ufak bir dükkân açarlardı belki de. Böylelikle Meral zor da olsa göndermişti Ferit’i çalışması için. Evde tek başına iken ilk günler zor geçiyor, zaman ağır ağır ilerliyordu. Meral kendini örgüye vermişti sonraları. Yaptıklarını pazara götürüyordu. Müşterileri az paha biçseler de bu örgülere, kazandıkları evin pazar alışverişini karşılamasına yetiyordu. Yine bir gün örgülerini satmış, elindeki torbalarla evine doğru yürürken iki çift gözün onu izlediğini hissetti Meral. Duvara dayanmış iki adamdan biri dazlaktı. İkisi de Meral’i süzüyorlardı. Meral şöyle bir göz ucuyla onlara bakar bakmaz gözlerini çevirdi ve adımlarını hızlandırdı. Bir an önce eve varmak istiyordu. Ne de olsa burası Macuncu Mahallesiydi ve burada gündüz işlenen bir suç bile sıradanlaşmıştı. Fakat arkasından gelen ayak sesleri takip edilmekte olduğunu gösteriyordu. Koşar adımlar atarak eve yaklaştı. Neyse ki aralarındaki mesafe artmıştı.


Hızla kilidi açtı ve içeri girdi. Paketleri öylece yere bıraktı, sonra dışarıya pencerenin kenarından bakmaya başladı. İki adam adımlarını yavaşlatmış, yokuşu ağır ağır çıkıyorlardı. Meral ise bir yandan onları izliyor, öbür yandan çantasından telefonunu bulmaya çalışıyordu. Yokuşu bitirip kapısına doğru yaklaştıklarını görürse polisi arayacaktı. Fakat hiçbir şey beklediği gibi olmadı. Yokuşun sonunda iki adam da durdu ve konuşmaya başladı. Meral’i evine girerken görmemeleri imkânsızdı. Yine de hiç evden tarafa bakmıyorlar, hararetle konuşuyorlardı. Meral olacakları merakla bekliyordu. Konuşmayı bitiren adamlar yokuştan aşağı inmeye başladı. Meral gittiklerini seyrederken derin bir soluk almıştı ki dazlak olan adam Meral’in bulunduğu pencereye doğru başını çevirdi. Sanki Meral’in onları izlediğini biliyormuş gibi bakıyordu Meral’e. Sonra geri döndü dazlak ve gözden kayboldu yanındakiyle birlikte. Genç kadının içi ürpertiyle dolmuş, o buğulu ve siyah gözler çığlık atmasına neden olmuştu. Gittiklerini görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ferit’in yokluğu dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı… Çok değil iki hafta önce yaşamıştı bu olayı Meral. Unutmuştu aslında ya da hatırlamak istemiyordu belki de. Ama şu son üç gecedir kapısının çalınması o iki adamı aklına getirmişti yine. Kapının kilidini iyice kontrol etti. Artık uyumalıydı bir şekilde. Yoksa olası tehlikeleri düşündükçe akıl sağlığını yitireceğinden korkuyordu. Ve böylece derin bir uykuya daldı… Gümm! Gümm! Gümmm!! Kapı sanki yıkılmak istercesine çalınıyordu. Kapıdan gelen darbe sesleri evin içini müthiş bir gürültüyle doldurmuş ve Meral’in uyanmasına neden olmuştu. Gözlerini açar açmaz korkusundan titremeye başladı. Saat gecenin üçüydü. Bu sırada kapı ısrarla çalınıyordu. Meral yattığı yerden kalktı, eliyle sehpanın üzerindeki bıçağı kavradı ve adımlarını ağır bir şekilde kapıya yöneltti. Kapının önüne gelmişti. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Cesaretini toplayıp sağ elindeki bıçağı olası bir saldırıya hazırlayarak sol eliyle kapıyı açacaktı ki şiddetle

çalınan kapıdan gelen ses bir anda kesildi. Ama Meral hemen kapıyı açtı ve dışarıya baktı. Dokuz on yaşlarında bir çocuk evin önündeki yokuşun aşağısına doğru koşar adımlarla ilerliyordu. Birden durdu ve yere diz çöktü çocuk. Meral’e “Bana yardım et!” der gibi gelmesi için işaret yaptı. Ya da Meral buna yormuştu çocuğun yaptığını. Bu garip olay karşısında korkuyordu ama merakı gitmesi için baskı uyguluyordu. Ve adımları çocuğun bulunduğu noktaya doğru hızlanmaya başladı… Gökyüzündeki dolunayın ışığından başka etrafı aydınlatan tek bir ışık kaynağı yoktu. Meral yokuştan aşağıya doğru inmekteydi. Aralarında çok az bir mesafe kalmıştı. Çocuğun yüzünü görebiliyordu ama kim olduğunu bilmiyordu. Çocuğa iyice yaklaşmışken çocuk birden ayağa kalktı ve hızla koşmaya başladı. Yokuşun sonundan sola döndü ve gözden kayboldu. Meral öylece şaşkınlık içinde kalakalmıştı. Daha fazla sokak ortasında kalırsa başka bir bela ile karşı karşıya gelebilirdi. Bu yüzden geri döndü ve koşarak eve girdi. Soğuk bir hava sinmişti evin içine. Az önce yaşadığı olayın verdiği şaşkınlık böyle hissetmesine neden olmuştu belki de. Elindeki bıçağı hemen yanında duran sehpanın üzerine koymuştu ki bir el önce bıçağı bıraktığı elini yakaladı, ardından başka bir el ağzını kapattı. Arkasındakinin vahşice ve mide bulandırıcı nefesini hissediyordu. İçini hem büyük bir tiksinti hem de tüm hücrelerine kadar hissettiği büyük bir korku kaplamıştı Meral’in. O sırada Meral gözlerini mutfaktan gelen adama doğru çevirdi. Bu adam iki hafta önce olan olaydaki dazlaktan başkası değildi. O gözlerle yine karşılaşmıştı işte. İçini daha büyük bir korku kapladı şimdi. Çırpınıyordu kaçmak için ama arkasındaki adamın kuvveti çırpınışlarını etkisiz kılıyordu. Niyetleri belliydi ikisinin de. Tam iki hafta planlamıştılar bu eve girebilmeyi. Bir çocuk, üç gece aynı saatte kapıyı çalma ve iki hafta hiç fark ettirmeden bir kadını takip etme… Her şey en ince detayına kadar hesaplanmıştı. Macuncu Mahallesi katillere, sapıklara ve diğer tüm suçlulara sabrı ve soğukkanlılığı öğretmişti anlaşılan… Meral’e iyice yaklaşan dazlak onu tuttuğu gibi koltuğa fırlattı. Meral tam çığlık atmaya başlamıştı ki elindeki bıçağı Meral’in boğazına


dayayan dazlak “Canına zarar gelmesini istemiyorsan biz işimizi yaparken sadece sessiz ol” dedi. Meral istemsizce hıçkırmaya başladı. Böyle bir şeyi istemeden de olsa kabul etmek çok ağırdı onun için. Bu esnada diğer adam Meral’in kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Dazlak ise sigara içiyordu. Meral boynunu öpmeye çalışan adamdan kurtulmak isterken masanın üzerinde duran vazoyu fark etti. Onu kavradığı gibi adamın başına vurdu ve darbenin etkisiyle sersemleyen adamın ellerinden kurtuldu. Kapıdan çıkıp gitmesine birkaç adım kalmıştı ki dazlak Meral’i yakaladı. Meral umutsuzca çırpınıyor ve çığlıklar atıyordu. Dazlak, eliyle Meral’in ağzını kapattı ve

onu koltuğa doğru sürüklemeye başladı. Diğer adam yerde öylece yatıyordu. Başının arkasına kanlar dolmuştu. Dazlak eliyle arkadaşını kontrol etti. Baygın olmalıydı. Bu sırada evin penceresinin camını kıran bir taş herkesi bir noktaya bakmaya yöneltti. Kırılan pencereden bir çocuk silueti görülüyordu. Dazlak ise başının arkasındaki sert ve soğuk metali hissettiğinde içinden küfürler savuruyordu. İki el silah sesi Macuncu Mahallesi’ndeki sessizliği klasik bir şekilde bozdu. Yerde ölü olarak yatanlar dazlak ve arkadaşıydı. Meral ise Ferit’e yaşama tutunurmuşçasına sarılıyordu…

Fatih Çelik Misafir Yazarımız


Yağmur Damlası Senin gözlerine bakmak Bakışlarının bakışımla buluşması Nasıl bir histir bilir misin Yağmur damlasının toprağa süratle Bütün mevcudiyetiyle kavuşması gibi bir şey Ben küçük bir yağmur damlasıyım Sen ise bütün güzelliklerin sahibi toprak ana Sen gözlerini kaçırıp kaşlarını çatsan Kururum o anda buhar olurum Sımsıcak bir gülüşle gözlerime baksan Hazan bahçeni yeşertirim hayat olurum Bir damlayım diye hor görme güzel kız Bin bahar getiririm gönül bahçene Seni susuz bırakmam mümkün değil ki Senin gözlerine bakmak Yağmuru, toprağı, doğayı anlamaktır Seni senle yaşamaktır Yılmaz Erdoğan'ın da dediği gibi Bir mucizeyi anlamaktır

Mehmet Gökdoğan Misafir Yazarımız


Kanlı Mahzen… Gidemedi adam, adeta saplanıp kalmıştı kanlı toprağa. Öyle ya ne canlar almıştı üzerinde durduğu toprak, ne yiğitler gömülmüştü içine. Sadece bir dakika hiç nefes alamadı. Savaşın bittiğine inanamamıştı kulakları. Savaş ki ne canlar almıştı arkasına. Bir an düşündü ‘’Ne yapacağım!’’ dedi kendi kendine. Son birkaç gündür kurduğu en düzgün cümle olmuştu bu, haberi veren arkadaşından gözleri ile izin isteyerek ayrıldı yanından. Etrafa bakarak yürürken bir taraftan da göğüs cebinde duran yarım kalmış olan sarma sigarayı çıkarttı. Denizi ve yerle bir olan mevzileri gören iri kıyım bir taş parçasına çöküverdi. Titreyen elleriyle sigarayı güçlükle iliştirdi çatlamış olan dudaklarının arasına, öyle bir çakmak çakışı vardı ki top mermileri patlıyordu ellerinde. Güçlükle bir nefes aldı sigarasından, önünde duran manzarada gezdirdi kan çanağına dönmüş olan yaşlı gözlerini. Önünde duran manzara kayıplarıydı hep, tek tesellisi vardı bu durumda. Param parça olmuş ruhlar ve bedenler boşuna heba olmamıştı. Önünde duran manzara onun hayatı olmuştu sanki. İçine çektiği duman değil de

mermiymiş gibi kapadı gözlerini. Kalbine, gövdesine hatta ruhuna saplanan mermiler gibi geldi ona. Bir hışım kalktı ayağa, ağzından süzülen bembeyaz dumanla birlikte gözyaşları da koşar adım ayrılmaya başladı gözlerinden, ne dostlar yitirmişti bir karış vatan toprağına ne ailesi kaldı ne de hatır soracak tek bir insanı… Döndü sırtını, ağır adımlarla ilerlerken elindeki sigarayla birlikte dertlerini, sıkıntılarını, acılarını, yokluklarını, varlıklarını kısacası her şeyini de yere atıp çiğnedi yırtık postallarıyla. Gene de üzülmüyordu kaybettiklerine, yalnız başına da kalsa yitirdiklerini anlamlı kaybetmişti en azından. Ağır adımlarla kayboldu paramparça olmuş hayatların arasından. Geriye ise bir avuç, kanla sulanmış vatan toprağı kalmıştı. Önündeki nesle bırakabildiği en anlamlı hediyeydi bu. Nice hayatlar verildi bu naçizane hediye uğruna, tek bir dileği tek bir arzusu vardı. Bıraktığı naçizane hediyeye en anlamlı şekilde sahip çıkılması olmuştu.

Ömür Ak Misafir Yazarımız


26 Ekim Te-sa-dü-fü Güzel bir yüz Ölüm kadar sade ve mat Aşkı ruhundan emilmiş Sanki kansızlıktan yüzü solmuş Bir şey arıyor elleri bulamıyor Bulamayınca bakıyor, Aranıyor aranıyor aranıyor Sanki yitirmemiş de kaybetmiş gibi Uçurumdan aşağı okyanusa uçan fularını Yahut kısa kesilen saçlarını toplamaya çalışan mekanik bir hareket misali arıyor Fakat bu umut Oysa vazgeçmişti her şeyden "Gülümse" Sigara tezgahına bakıyor Hayır, bu kadar azı oyalayamaz İçki? Nafile! Uyuşturucu? Bilinç!? Farkındalık Kapanıyor o kanlanmış gözleri Kapkara kocaman bir kara delik Hah şimdi dinlemeye başladı Koklamaya "Gülümse" Açılıyor tekrar umut karanlığı Bir kitap alıyor eline Bir başkasının hayalinde kaybolmak kanında var Biraz göz gezdiriyor Kendi gerçekliği artık yok... Soluk soluğa uyanıyor Terli, soğuk tüyleri diken diken olmuş vücuduyla

"Gülümse" Çırılçıplak soyunuyor Buz gibi suyun altında 46 saniyede kendine gelip havlular ile yatağa gömülüyor Zifiri karanlığa bakan koca kara bir delik Huyudur ışığa tahammül edemez Uykuyu düşünüyor uyuyamıyor Denemiyor Uzakta bir arabanın alarmı ötüyor Araba alarmı salondaki duvar saatinin tik-takını kapatıyor Araba alarmı sustu Banyo musluğu damlatıyor Saatin sesini kapatmıyor Pencereye kayıyor gözleri Geçen gece uzaylılar ile ilgili bir film izlemişti Gece sakin Işık sızmıyor perdelerinden Hareket etmiyor birkaç saattir Sabah olmasın diye umutsuzca bekliyor Musluk damlatmayı kesti "Gülümse" Saatin sesi kesildi Pili mi bitti sağır mı oluyor? Dikkatlice dinliyor Tırnağını karyolanın kenarına sürtüyor Dişleri kamaşıyor Gülümsüyor...

Kerem Büyükkaya Misafir Yazarımız


Bir Aşk… Ahımız sarmıştı bir kere bedeni. Durdurmak, yok olmak, eğlenmek, gülmek yahut ağlamak Veyahut sevip ayrılmak kaderimiz olmuştu. İnayetsiz bir günün bakışları altında Ya yıldızlar nasıl da cıvıl cıvıl olmuştu değil mi? Tıpkı ikimizin aşkı gibi masum ve ıstırap dolu. Ne de zormuş senden ayrı gezmek, sana ulaşamamak seni yaşayamamak ya da seni özlemek değil mi? Sensiz geçen avare yılların masumiyeti ve keşkeleri sarmadı mı bedenimi Bir tek bana mı ebedi bir zalimliğin serüvenlerini gezdiriyordu kader. Oysa ben aşk acısıyla ikimizde yansın, kül olsun, ölsün istiyordum. Koskoca bir ömrün girdabı bizi ayırmasın, Sevgimize en hafif bir toz köhneliği sarmasın istiyordum. İkimizde dem bulan yıllar yalan olmasın istiyordum. Seni istiyordum. İkimizi, sadece bizi hep bizi… Keşkemizi, dünümüzü, yarınımızı, leylamızı, aşkımızı, Umut kokan bakışlarımızı, Yüreğimizden kopan aşk zerreciklerinin münzeviliğini ve mahcubiyetini istiyordum. Ne bileyim işte her şeyi istiyordum. Nedeni anlamsızdır belki uzun uzun mısralarımın. Belki okurken sıkılmışsındır benden. Beni kovmak istemişsindir başından bazen. Benden nefret de etmiş olabilirsin. Ama artık ne düşündüğün beni kahretmiyor, öldürmüyor.

Çünkü ben öldüğüm kadar ölmeyi bildim. Bazen dirildim bazen öldüm. Bazen de dayanamayıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Yalnızlık ve ayrılıkta umut aradım kimi zaman kendimi bilmeyerek. Bir kere sevmişti seni zavallı yüreğim. Hiçbir engel tanımıyordu artık aşkımın cezbedici bakışları. Sadece seni istiyordu beşeri enkazım. Seni, uzaktan bakıp da öldürüşünü. Ne bileyim işte her şeyinle seni istiyor sana geliyordum. Lakin sen artık uzaklardasın Ben ise zavallı aşkınla mest olmuş, Kimi zamanda karanlık düşlerimde dolaşan sessiz, öksüz, zavallı bir yaratık olmuşum. Olsun. Eğer senin sana verdiği ıstırap dolu acılar Bana Leyla sana Mecnun, bana Şirin sana Ferhat ara sıra da Tahir-ü Zühre dedirtiyorsa Koy ver aşkınla kül olup savrulayım dört bir yana rüzgarlarınla. Çünkü sen benim varlığım ruhum hayatım yaşama sevincimsin. Çünkü sen uğrunda ölümü göze aldığım Bazen de dayanamayıp ağladığım sevda meleğimsin. Çünkü sen bensin bende senim Çünkü sen… Sen… Ne bileyim işte Sen benim zevki sefadan doğan gülücüklerim veyahut her şeyimsin.

Besna Aydın Misafir Yazarımız


Mor Lavanta Yaşlı kadın çilekeş hayatının buyruklarına ayak uydurmuş yürüyordu; sevdiceğiyle bilmem kaç kez beraber yürüdüğü bu yolda... Bu kez yalnızdı. Kendi sessizliğine gömülmüş, adımlarının ritmine kapılmış halde ilerliyordu. Onun için bu yolculuk bir anlam taşıyordu. Onun için bu yolculuk içi doldurulmuş kelimeler gibiydi. İlerledikçe gözlerinin önünde hayatından bir sahne daha oynuyordu. Ne çok şey sığdırmıştı şu kısacık ömrüne; vefayı, acıyı, özlemi, sevgiyi, aşkı, sevinci, hüznü… Kelimelerle karşılık bulamayacağı kadar çok yaşanmışlığı vardı. Tecrübe ettiği şeyler vardı. Hayat bunların hepsini yaşamak için bir fırsattı ona göre ve o da bu fırsatı kullanmıştı. Onun hayatı tekrar eden sıkıcı kelime yığınlarından ibaret değildi. Her deminde sürükleyici bir romanı anlatmıştı o: Yalnızca kendisinin anlayabileceği bir romanı… Sevdiceği bu hayattan yitip gittikten sonra romanın kapılarını kapatmayı lüzum görmüştü; onsuz geçen hayatında kelimelere bir çare bulaşsın istememişti hüznü, yalnızlığı, kalbinin burukluğu… Oysa anlatacak çok şeyi vardı ama bundan yalnızca kalbine bahsediyordu; körleşmesin diye… Yürüdüğü yolda hafif bir yaprak kımıldadı, sürüklenip önüne geldi; hafif hafif gelen meltemin habercisiydi bu… Yaprağı almak için yere uzandı ve o an bir şey fark etti. Yıllarca etrafındaki güzellikleri ne de küçümsemişti, onları görmek için hiç çaba harcamamıştı. Doya doya yaşadığını sandığı bu hayatı o küçük görmüştü. Her şeye dokunmalıydı, her şeyi fark etmeliydi

ama o körleşmişti. Şimdi fark etmesi ne tuhaf şeydi. Sararmış yaprağın güzelliğine baktı; onu eline aldığında bir kere daha düşündü. Bunun bir yaratıcısı olabilir miydi? Kendini bildi bileli inanmamaya inanmıştı o, yoksa yanılıyor muydu? O an aklına gelen düşünceyle yaprak gibi titredi. Şimdi onu biri izliyor ve takip mi ediyordu? Bu mümkün olabilir miydi? Oysaki yol boştu, etrafta ondan başka kimse yoktu. Yaprağa baktı tekrar; o da, sonbaharın habercisi bu kurumuş yaprak gibiydi. Yaprak bir zamanlar gençti ve yemyeşildi. Kendi yaşlılığını yaprağın sararmış çehresinde gördü. Yaprağı daha sıkı tuttu, rüzgar onu alıp götürmesin diye ama yaprak çoktan elinde parçalarına ayrılmış, un ufak olmuştu. Yaşadığı fakat öğrenemediği bir gerçekle sarsıldı o an... Yaprak ölmüştü. Şimdi ise parçaları bir yerlere savruluyordu. Sevdiceği ölmüştü, yaprak ölmüştü ve o da ölecekti. Ölümün varlığı bir tokmak gibi indi suratının ortasına, rüzgâr beyaz saçlarını gözlerinin önüne sürükledi, toprak yerden havalanıp ona çarpmaya başladı. O düşünüyordu. Bu ani değişikliği sağlayan, rüzgâra emir veren bir yaratıcı olabilir miydi? Her şeyden daha berrak olan ölümün bir sahibi var mıydı? Hem herkes yaşlanınca ölmüyordu ki… Evet, kesinlikle onu yaratan bir varlık, bir güç, işte öyle bir şey vardı. Mezarlığa yürüdüğü bu yolda birden durdu. Bir kağıt gibi kırışmış elinden sevdiceğine götürdüğü mor lavantalar bir bir düştü…

Hilâl Gümüşlü Misafir Yazarımız


ARBELLA RENKLİ VE ENGELSİZ DÜŞLERİN SOFRASINDA MESAFESİZ VE ENGELSİZ DÜŞLERİN RENKLERİ FOTOĞRAF KARELERİNDE BULUŞUYOR HAYATIN TADI AYNI Bu yıl dördüncüsü düzenlenen Arbella Makarna 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması Türk ve Dünya fotoğrafçılarını buluşturan bir platform oluştururken engelsiz düşlerin ve renkli sofraların diyarından fotoğraf karelerini topluma taşıyacak. Son katılım tarihi 10 Aralık 2014 olan Arbella Makarna 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması üç kategoriden oluşuyor; ‘‘Engelsiz Yaşam”, “Renkler ve Makarna” ve “Serbest”... Yarışmaya, dileyen herkes, her kategoride en fazla 4 farklı fotoğrafı ile katılabilecek. Her geçen yıl daha fazla ülkeye ve sanatçıya ulaşarak dünya fotoğrafçılarını buluşturan bir platform niteliği kazanan yarışmaya geçtiğimiz yıl 47 farklı ülkeden 920 fotoğraf sanatçısı, 6101 fotoğraf ile katılmıştı. Arbella Makarna 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması bu yıl da evrensel lezzet makarna ile dünya mutfaklarına konuk olup zengin kültür mozaiğini, renkli mutfak ve sofra geleneklerini fotoğraf sanatçılarının vizöründen yansıtmayı hedefliyor. Mesafesiz renklere engelsiz düşleri ekleyen yarışma "engel" ve “engellilik” kavramlarını alışılmışın dışında bir yaklaşımla anlatmayı, ‘engelsiz’ yaşamları özgürlüklere yol vererek umutlu, eleştirel ve yaratıcı bakış açılarıyla fotoğraf karelerinde buluşturmayı hedefliyor.

Arbella Makarna Uluslararası fotoğraf yarışması; FIAP, UPI ve TFSF gibi üç büyük, ciddi ve referans kabul edilen kuruluşun onayı ile düzenleniyor. Jüride UPI Başkan Yardımcısı Mr. John Law (UPI Zeus, UPI 4 Crown, FRPS, MFIAP ), Zirve Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yusuf Kadri Şirinkan, fotoğraf sanatçıları Haluk Uygun ( EFIAP), Reha Bilir (AFIAP,- Hon. FBPS Hon. SUPC), Erol Doğaner (AFIAP - UPI CR2 Hon. SSS - Gifsad Kurucu Üyesi),fotoğraf yorumcusu Şule Tüzel yer alırken Arbella Makarna’yı Genel Müdür Abdülkadir Külahçıoğlu temsil ediyor. Son katılım tarihi 10 Aralık 2014 olan ödüllü yarışma profesyonel ve amatör tüm fotoğraf sanatçılarına açık. Her kategoride en fazla 4 farklı fotoğrafın gönderilebildiği yarışmada


yarışmacılar, renkli ya da siyah-beyaz, geleneksel veya modern, her türlü fotoğraf tekniklerini kullanmakta özgürler. Sanatçıların çabalarını ödüllendirerek fotoğraf sanatına duyulan ilgiyi canlı tutmayı hedefleyen yarışmada para ödüllerinin yanı sıra FIAP ve UPI’den toplam altışar altın, gümüş ve bronz

Ayrıntılı Bilgi ve Basın İletişimi İçin

Aylin Razaki Tel: (324) 241 11 11 Cep: (537) 783 41 63 E-Posta: pr@arbel.com.tr

madalya, 36 mansiyon ve 30 sergileme ödülü verilecek. Arbella temsilcisi tarafından seçilecek tüm kategorilerden bir eser sahibine ‘Arbella Özel Ödülü’ , FIAP tarafından yarışmada en fazla derece alan sanatçıya ‘En İyi Fotoğrafçı Ödülü’ nün de verileceği yarışma ile ilgili tüm detaylara, teknik bilgilere ve başvuru formlarına www.arbella.tv adresinden ulaşmak mümkün.


Filiz Hatipoğlu: Şimdiki Zamanların Güncesi (2 – 17 Aralık 2014)

Filiz Hatipoğlu’nun “Şimdiki Zamanların Güncesi” isimli sergisi 2 Aralık’ta sanatseverlere kapılarını açıyor. Şimdiki zaman; zamansızlığın anıdır. Ne geçmiştir, ne gelecek!...Yaşanmış, yaşanılan, yaşanılacak anların hepsidir aslında. Şimdi; zamansal paradoksları bir kenara koyarsak, geriye yaşanılan anların izleri kalır. Bu izler ki vazgeçilmez öğeler olur popüler kültür de ve elbette sanatta... Zamanın paradoksal yapıda olması, onu kullanabilmenin belki de tek yoludur. Zaman içinde zamanı, tarih içinde tarihi görmek, bize olayları, objeleri, bireyleri ve sonuçta bu nesnellik; hiç farkına varmadan onu anlayabilmemize, tasarlayabilmemize, kavrayabilmemize ve onları değişik açılardan kullanmamızı sağlamaktadır. Paradoksal yapının oluşturduğu çelişiklik, geçmişin nesnelliği bir bütün olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Hamdi'nin dediği gibi “Şimdiki zaman bıçak sırtı, hem geçmişin yükünü taşır, hem de onu çizgi çizgi değiştirir.” Sergi 17 Aralık’a kadar Galeri Eksen’de görülebilir. Filiz Hatipoğlu Lisans: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi -GTSYüksek lisans: Yeditepe Üniversitesi, Plastik Sanatlar Doktora: Yeditepe Üniversitesi, Plastik Sanatlar Yedi kişisel sergi, yurtiçi ve yurtdışında elli kadar karma sergi, Uluslararası Sempozyum ve Çalıştaylara katılım, Sakıp Sabancı Başarı Ödülü, MGSÜ Onur ödülü, Küçükçekmece Belediyesi Ödülü. Ayrıca eserleri yurtiçi ve yurtdışındaki müzelerde sergilenmiştir.

Galeri Eksen Maçka Cad. No:29 Nişantaşı / İstanbul 0212 219 08 50 – www.galerieksen.com


Mert Özgen: “No.5” (4 Aralık - 2 Ocak 2014)

Genç sanatçı Mert Özgen, yağlıboya ve desenlerden oluşan, farklı kadınlara ait hikayelerden esinlenerek yarattığı ‘No.5’ adlı üçüncü kişisel sergisiyle 4 Aralık - 2 Ocak tarihleri arasında Galeri/Miz’de sanat severlerle buluşuyor. Beyazlığın içinde biraz moda, biraz opera... Mert Özgen, Puccini’nin, Donizetti’nin ve Verdi’nin operalarından, Carmen’den, Norma’dan esinlenerek yorumladığı kadınlığa ait hikayeleri çağın en etkin moda ikonuyla birleştirip, kurguladığı portrelerle izleyiciyi kendi sahnesine davet etmektedir. Güzellik ve huzursuzluk, durağanlık ve yoğunluk zıtlıklarını kendine has diliyle resmeden Özgen, sahnede ve kamera önünde “nesneleşen” kadın figürlerini hikayeleriyle ve duygularıyla ele alıp, kadının gücünü, kırılganlığını, dinginliğini ve aşkınlığını anlatmayı amaçlıyor. 4 Aralık’da başlayacak olan Mert Özgen’in “No.5” adlı kişisel sergisi 2 Ocak tarihine kadar Galeri/Miz’de görülebilir. Mert Özgen 1988 doğumlu Mert Özgen Mimar Sinan Üniversitesi, Resim Bölümü, Neş’e Erdok ve Nedret Sekban Atölyesi’nden 2012 yılında mezun oldu. 2008-2009 yıllarında Erasmus bursuyla İtalya’daki Accademia di Belle Art di Bologna’da sanat öğrencisi olarak bulundu. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı’nda eğitimine devam etmekte olan sanatçı, İstanbul ve İtalya’da fuarlara ve karma sergilere de katılmaktadır.

Galeri/Miz Hüsrev Gerede Cad. Deniz Apt. No:64 Teşvikiye-İstanbul 0212 241 76 66 info@galerimiz.com - www.galerimiz.com




#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kultur_cikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.