Kültür Çıkmazı Dergisi 8. Sayı

Page 1


Çok özel bir sayıya tekrar merhaba diyerek başlamak istiyorum. Yeni yıla nasıl girdiysek aynı hızda devam ediyoruz. Bu ay ekip olarak çok çalışıp yine kendimizi aşacak bir sayıyla karşınızdayız.

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör

Bu sayımızda, Anadolu Rock kültürünü oluşturan ve hala parçaları dillerde dolaşan iki büyük sanatçımızı tanıttık sizler için. 1 Şubat 1999’da hayata gözlerini yuman “Barış Manço” ve 8 Şubat 2004’te bizlere

Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Ergül Yılmaz Gizem Köprülü Kübra Sırmalı Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan

kulturcikmazi

veda eden “Cem Karaca”. Ayrıca “Barış Manço” hakkında merak ettiklerimizi oğlu “Batıkan Zorbey Manço”ya sizler için sorduk. “Cem Karaca” hakkında merak ettiklerimizi de babası gibi “Moğollar” grubunda sanat hayatını devam ettiren oğlu “Emrah Karaca”ya sorduk. Sadece bu kadar değil, Barış Manço’nun kurucularından olduğu “Kurtalan Ekspres”le de keyifli bir röportaj gerçekleştirdik ve grubu bilinmeyenleriyle anlattık. Vee… Göğe Selam I ve II albümlerinde Barış Manço’nun ve Cem Karaca’nın parçalarını seslendiren “Hayko Cepkin”le keyifli bir röportaj gerçekleştirdik… Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Hatta bu ay yazarlarımızdan Nebi Eren Bayramoğlu “İnziva Yazıları” isimli yeni bir yazı dizisiyle karşınızda. Yine yazarlarımızdan Burak Karakaya ise “Ray Harding” isimli öykü dizisine başladı. Bu iki yeni yazı dizisini de mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 5. bölümü, Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları öykü dizisinin 4. bölümü ve Günde’dün yazı dizisin 2. bölümü de okunmak üzere yerlerini aldılar. Tabi yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor.


Dergimizin son sayfalarında yine sizler için dört adet sergiye de yer verdik eğer vaktiniz olursa mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Ayrıca yazarlarımızdan Özgün Kabacaoğlu “İstanbul’daki Venedikliler” isimli kitabı sizler için inceledi. Vee, Taner Güçlütürk’ün “Dilime Yaslar Yakışmaz” isimli yeni çıkan şiir kitabını tanıttık. Geçtiğimiz sayımızda başlattığımız misafir fotoğraf bölümümüze artan ilgiden dolayı da buradan teşekkür etmek istiyorum. Gelecek sayımızda da fotoğraf kareleriyle anlattıklarınızın daha büyük kitlelere ulaşmasını istiyorsanız bize mail adresimizden profesyonel çekimlerinizi ulaştırabilirsiniz. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 9. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”

Misafir Yazarlar Ali Güleçyüz Bilal Maral Fatih Albayrak Fatih Üstünay Hasan Aydın Mustafa Salman Özay Gürbüz Şahin Şimşek Tugay Erdem Yunus Usta Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan Selime Göç Selin Çelen

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 5. “Barış Manço” - Kişisel ve Sanat Hayatı - Selin Sabcıoğlu 10. “Barış Manço Moda 81300” - Pakize Bektaş 13. “Batıkan Zorbey Manço” Röportajı - İlker Ardıç 16. “Cem Karaca” - Kişisel Hayatı - Gizem Köprülü 18. “Cem Karaca” - Sanat Hayatı - Nebi Eren Bayramoğlu 22. “Emrah Karaca” Röportajı - İlker Ardıç & Pakize Bektaş 26. Sonu Olan Şeyler Sayılır - Merve Nur Doğan 27. Yansın Derim - Sibel Ayan 28. Telefon Kulübesi - Bölüm 5: Kör - İlker Ardıç 31. Başlık Sensin - Safiye Önal 32. Bir Yol ve Turuncu - Özge Özdemir 34. Bir Demlik Çay - Didem Onmuş 35. Gözlerin… - Bilal Çakıl 36. “Hayko Cepkin” Röportajı - İlker Ardıç & Pakize Bektaş 40. Günde’dün - Sokaklar, Müzikler ve Diziler - Ayça İşbilen 43. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 44. Veda - Bayram Kaynakçı 45. Sevgi Hissi - Murat Erdoğan 46. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 4: Jeff - Türker Ardıç 51. Bir İçim Su - Birkan Akyüz 52. Ağır Aksak - Kübra Sırmalı 53. Yabansı Çevrim Alışılagelemiyor Sevgilim - Mustafa Salman 54. (Fotoğraf) - Selin Çelen 55. Seher Yelindeki Kadındı… Kadınlı Biçti… - Serap Bozkurt 56. “Kurtalan Ekspres” Tanıtımı - Özge Özgüner 58. Kurtalan Ekspres’ten “Ahmet Güvenç” Röportajı - Özge Özgüner

5 Şubat 2015

8. Sayı

61. Yine Bir İntihar - Ayça İşbilen 62. (Fotoğraf) - Selime Göç 63. Sendromik Devinimler - Hamid Yıldızgil 64. İnziva Yazıları - Ana Tokadı, Bebe Topuğu: Yazmak - Nebi Eren Bayramoğlu 66. İnce Çizgi - Benan Şahindoğan 67. Bir Muma Benzer Sevmek - Selin Sabcıoğlu 68. Şahsi Yalnızlıklarım 5 - Ali Koç 69. (Fotoğraf) - Pakize Bektaş 70. Ray Harding - Bölüm 1: Aramıza Hoş geldin! - Burak Karakaya 72. Parmak Uçlarım Kazıdığım Mumlarla Eridi - Serap Bozkurt 74. Şarkılar Hep Bizi Anlattı - Yunus Usta 75. Evrende Sen - Ali Güleçyüz 76. San Francisco’da Bir Adam - Türker Ardıç 79. Sesinde Bir Ummaktır Adın - Özay Gürbüz 80. Yasak Eller, Yasak Kanatlar - Fatih Albayrak 81. Dağbaşı Hatıraları - Hasan Aydın 82. Ne Olduğu Belirsiz Bir Adamın Öyküsü - Hamid Yıldızgil 85. İnsan Rengi - Bilal Maral 86. “İstanbuldaki Venedikliler” - Kitap İncelemesi - Özgün Kabacaoğlu 88. Kuzucuklarım Benim - Fatih Üstünay 90. Cezve Tiyatro Ödülleri - 4 Mart 2015 91. Saklambaç - Şahin Şimşek 92. Tecavüzcü Örümcek - Tugay Erdem 96. “Dilime Yaslar Yakışmaz” - Taner Güçlütürk - Kitap Tanıtımı 100. Zuhal Baysar: “Ruhuma Dokun” - Sergi Metin Kalkızoğlu: “Olağan Sessizlik” - Sergi 101. Betül Demir Karakaya: “Sesime Ses Ver!” - Sergi Berk Arıkan: “Muamma” - Sergi Keyifli Okumalar…


“Barış Manço” - Kişisel ve Sanat Hayatı Bu ay dergimizin konuklarından biri değerli sanatçılarımızdan Barış Manço. Barış Manço denilince akla yüzükleri, çocuk ve doğa sevgisi, her daim şık giyinen yakışıklı bir adam gelir. Peki daha başka neler gelir akla? Hayranı olduğumuz Barış Manço’yu gerçekten ne kadar tanıyoruz? Sizinle beraber ben de öğreneceğim... Tam adı, Mehmet Barış Manço, Devlet konservatuarı klasik Türk sanat müziği hocası, sanatçısı ve yazar, Rikkat Uyanık ve Hakkı Manço çiftinin ikinci çocuğu olan Mehmet Barış Manço 2 Ocak 1943 tarihinde Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi’nde doğmuştur. Adların nasıl konduğunu hep merak etmişimdir. II. Dünya Savaşı yıllarında doğduğu için ailesi Mehmet Barış adını vermiş. Takip ettiğimiz sanatçıların hayatları anlatılmazsa ya da bir yerlerde yazılmazsa, araştırma merakımız olmadığından bilemeyeceğiz. Neyse konuyu dağıtmadan devam edelim... Dört çocuklu ailede Savaş, İnci ve Oktay adlarında üç kardeşi varmış. Konservatuardaki çalışması sırasında Zeki Müren’in de hocalığını yapan Rikkat Uyanık, daha sonları Barış Manço ile birlikte televizyon programlarına çıkmış ve şarkı söylemişler. Böylece Barış Manço, ilk sahne deneyimini yaşamış. Bir önemli bilgi, aile kökenleri İstanbul’un fethinden sonra Konya’dan

Selanik’e göç etmiş, fakat savaş yıllarındaki zorluklar nedeniyle I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a göç etmişler. Üç yaşındayken, annesi ve babası ayrılan Barış Manço, babasıyla yaşamaya başlamış. Babası ile sık sık ev değiştirmiş. Cihangir, Üsküdar, Kadıköy ve kısa süre için Ankara’da yaşamış. İlkokula abisi Savaş ve ailenin en küçüğü olan kız kardeşi İnci’nin de okuduğu Gazi Mustafa Kemal İlk Okulu’nda başlamış. 4. sınıfı Ankara Maarif Koleji'nde okumuş ve ilkokulu Kadıköy'deki başladığı okulda tamamlamış. Yatılı olarak Galata Lisesi'nin orta bölümüne devam etmiştir. 1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başlamış. 4 Mayıs 1959'da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi'nden ayrılarak, eğitimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamlamıştır. Şimdi tarihlerle Barış Manço’yu tanımaya devam edelim. Tarihlerden 1957, amatör olarak müzikle ilgilenmeye başlamış, 1958 yılında, ilk grubu olan Kafadarlar’ı kurmuştur. Ortaokul yıllarında Rock’n Roll coverları yaparken ilk bestesi Dream Girl'ü bu dönemlerde yapmış ve Ankara’da küçük bir ödülün sahibi olmuş. 1959’da Galatasaray Lisesi konferans salonunda ilk konserini vermiş. Yıllardan 1962, Barış Manço ve Harmonilerin ilk


45'likleri Grafson şirketinden 1962 yılında yayınlanmıştır. 1963 yılında yayınlanan Çıt Çıt Twist / Dream Girl idi. Manço, liseyi bitirdikten sonra Türkiye'den ayrılıp Belçika'da öğrenim hayatını sürdürmek isteyince Harmoniler dağılmıştır. Barış Manço, 1963 yılının Eylül ayında Belçika Kraliyet Akademisi'nde yükseköğrenim görmek için Türkiye'den ayrıldı ve Belçika'ya gitmeden önce karayoluyla bir kamyonla Fransa'nın başkenti Paris'e giderek daha önce konuştuğu ünlü Fransız şarkıcı Henri Salvador'la buluşmuştur. 1964'te müzik hayatına devam etmek isteyen Barış Manço Rigolo plak şirketiyle anlaşarak "Jacques Danjean Orkestrası" ile beraber çalışmaya başlamıştır. Plakların başarısı sonucu Fransız radyosunda yayınlanan "Salut les copins" adlı pop müzik içerikli bir programa konuk olmuştur. 12 Ocak 1965'te Fransa'da, Paris'in dünyaca ünlü en eski konser salonu Olympia'da Salvatore Adamo ve France Gall'den önce sahne alarak kendi bestesi olan Babysitter'ı daha sonra Jenny Jenny, Quelle Peste, Un autre Amour que toi ve Je veux savior adlı Fransızca ve İngilizce şarkılarını söylemiştir. 1966'da ise bir festivalde "The Folk 4" grubu ile Türk müziğinden örnekler sergileyerek dikkat çekti. Ancak Fransız bir müzisyenin Barış Manço'nun aksanını beğenmediği için onun plağının çalınmasını

yasaklaması Barış Manço'yu derinden etkiledi ve Avrupa kariyerini sona erdiren nedenlerden biri oldu. Aynı yıl "L'Alba" adlı bir grup Barış Manço ve André Soulac tarafından yazılan ilk parçayı seslendirmiştir. 1966'da Olympia'daki konser sırasında vahşi kedi anlamına gelen "Les Mistigris" adlı Belçikalı grupla tanıştı ve onlarla çalmaya başladı. Grupla beraber Fransa, Belçika, Çekoslovakya, Belçika, Almanya ve İsveç'te konser vermiştir. Sahibinin Sesi şirketiyle anlaşan Barış Manço, Les Mistigris ile birlikte 1966 yılında II Arrivera / Une Fille ve Aman Avcı Vurma Beni / Bien Fait Pour Toi 45'liklerini çıkarmıştır. 1967'de Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında bir yarık olmuş ve bıyık bırakmaya başlamıştır. 1967 yılının yaz aylarında yine Les Mistigris ile Türkiye'ye gelen Manço As Klüpte de bir konser verdi. Manço'nun Les Mistigris ile yaptığı son kayıtlar, 1967 sonlarına doğru bir EP'de toplanarak piyasaya sürüldü. Bu EP'de sonradan Kol Düğmeleri olarak bilinecek olan ve Manço'nun ilk Türkçe bestesi Bizim Gibi'nin yanı sıra Big Boss Man, Seher Vakti, Good Golly Miss Molly adlı şarkılar yer almıştır. Barış Manço Les Mistigris ile ayrıldıktan sonra 1968 başında Kaygısızlar grubu ile çalışmaya başladı. Genç gitaristler Mazhar Alanson, Fuat Güner, baterist Ali Serdar ve bas gitarist Mithat Danışan'dan oluşan grup daha önceden kendi konserlerini veren genç bir gruptur. Barış Manço ve Kaygısızlar'ın Sayan'dan çıkardığı, Kol Düğmeleri / Big Boss Man / Seher Vakti / Good Golly Miss Molly parçalarını içeren bu ilk plak 1968'de yayınlayıp oldukça geniş bir popülarite elde etmiştir. 1969 yılı sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayıran Manço. 1970 yılı itibariyle psychedelic rock'tan tipik anadolu pop sularına açıldığı bir yıl olmuştur. 1970 yılının Kasım ayında, o güne kadar Batı enstrümanlarını kullanan Manço, Dağlar Dağları yayınladı. Barış Manço'nun gitarı ve Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un kemençesi ile kaydedilen şarkı, Barış Manço'nun sadece rock ile sınırlı kalmayan kendi müzik tarzının başlangıcıdır. 1971'de kabakulak olan Barış Manço'nun hastalığının da etkisiyle Fransa'da çalışan bu grup, dört ay değişik yerlerde konserler verdikten sonra oradan ayrıldı. Manchomongol 1971'in Haziran ayında gruptaki


anlaşmazlıklar ve Barış Manço'nun sağlık sorunları nedeniyle dağılmıştır. 1971 ve 1972 yılları Barış Manço'nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres'i kurma çalışmalarıyla geçti. 1971 yılında, 1969 Türkiye Güzellik Kraliçesi Azra Balkan ile nişanlandı. Nişan 1972'nin Mayıs ayında ayrılmalarıyla sonuçlanmıştır. Askerlik öncesi, 1972 yılı Şubat ayında, adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alan Kurtalan Ekspres'i kuran Manço, 1972 Mayıs'ında grupla stüdyoya girerek "Ölüm Allah'ın Emri" ve "Gamzedeyim Deva Bulmam" adlı şarkıları kaydetti. Manço, Engin Yörükoğlu, Celal Güven, Özkan Uğur, Nur Moray ve Ohannes Kemer'in oluşturduğu orkestra ile Anadolu'da konserler vermiştir. Bu grupla kaydettiği Ölüm Allah'ın Emri ve Gamzedeyim Deva Bulmam şarkılarının yer aldığı ilk plağı 1972 yılının başında yayımladıktan sonra Barış Manço askere gitmiştir. 1972 yılının Mayıs ayı sonunda ise grup, veda konserini vererek Manço'yu askere uğurladı. Kurtalan Ekspres ise dağılmayacağını ve Manço'nun askerden dönmesini bekleyeceğini açıkladı. 1972 yılının Nisan ayında altı ay süren Polatlı Topçu ve Füze Okul Komutanlığı’nda yedek subay öğrenciliğine başladı. Daha sonra topçu batarya takım komutanı asteğmen olarak bir yıl Edremit’te askerliğini yaptı. Bıyıklarını ve saçlarını kesen Manço, bundan sonra hep bıyıklı ve uzun saçlı olacaktı. Askerliği sırasında rahatsızlanması üzerine getirildiği Ankara Gülhane Askeri Tıp Hastanesi'nde fistül ameliyatı olmuştur. Polatlı'da ve Edremit'te ordu evlerinde konserler vermiştir. Terhisine az bir süre kala Harbiye Orduevi'ne atanmıştır. 19 ay 26 gün askerlik yapan Manço, bu sürede orduevi dışında sahne almamıştır. 1979 yılında Cem Karaca'nın Türkiye'de etkinliğini yitirmeye başlaması da Manço'nun yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir faktördü. 1980 yılının Eylül ayında Barış Manço sanat yaşamındaki 20. yılını "20. Sanat Yılı Disco Manço"yu yaparak taçlandırılmıştır. 1975'te tanıştığı Lâle Çağlar ile 18 Temmuz 1978 tarihinde evlenmiş ve 19 Mayıs 1981'de Barış ve Lâle Manço çiftinin ilk çocukları Doğukan Hazar Manço, Belçika'nın Liège şehrinde doğmuştur. Barış Manço 1981 yılının sonunda "Sözüm Meclisten Dışarı" albümünü yayınlanmıştır.

Manço 1982 yılında iki kez TRT'de İzzet Öz'ün hazırladığı Teleskop programına katılarak, "Arkadaşım Eşek", "Şehrazat", "Dönence", "Ali Yazar Veli Bozar" ve "Hal Hal" şarkılarını seslendirdi. Arkadaşım Eşek ile birlikte "Ali Yazar Veli Bozar" gibi halk deyişlerine yer veren alışılagelmiş Barış Manço hitlerinin yanı sıra en başarılı Türk progressive rock şarkılarından biri olarak kabul gören "Dönence" ve Manço'nun günümüzde Dağlar Dağlar'dan sonra en popüler şarkısı olarak kabul edilen "Gülpembe"'nin yer aldığı Sözüm Meclisten Dışarı albümü ile birlikte Barış Manço 80'li yıllar boyunca devam edecek olan popülerliğinin doruk noktasına ulaşmıştır.1982 yılında önce Anadolu turnesi, daha sonra da Amerika konserleri ile büyük başarı elde etti. Manço, bu dönemde yurt dışında birçok TV programına konuk olarak katılmış, birçok ülkede konserler vermiştir. 28-29 Ekim 1982 tarihlerinde Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika ve Hollanda'da televizyon programlarına katılmıştır. Barış Manço 1983 Eurovision Şarkı Yarışması'nın TRT tarafından yapılan Türkiye elemelerine Kazma adlı şarkısıyla katıldı. Barış Manço favori olarak gösterilse de jüri tarafından ön elemede elenmiş ve "Aslında benim jürim elli milyondur. Esas kararı onlar verecektir. Döneceğim ve parçayı plak yapacağım. O zaman her şey ortaya çıkacak" açıklamasını yapmıştır. Barış Manço, 1983 yılının Temmuz ayında Estağfurullah... Ne Haddimize! albümünü yayınlamıştır. Manço, bu albümle "Halil İbrahim Sofrası" ve "Kazma" gibi ahlaki sözler içeren şarkılarla zorlu bir dönem yaşayan Türk halkının sözcüsü olmuştur. Sanatçının 60'lı yıllarda önce Les Mistigris ile "Bizim Gibi" adıyla, daha sonrada Kaygısızlar ile kaydetmiş olduğu "Kol


albümlerde yer alan "Domates Biber Patlıcan", "Kara Sevda", "Can Bedenden Çıkmayınca ve "Nane Limon Kabuğu" gibi hitler döneme damgasını vurdu. Barış Manço daha önceden ülkemizde öncüsü olduğu video klip çalışmalarına bu dönemde hız vermiştir. Sahibinden İhtiyaçtan ve Darısı Başınıza albümlerindeki bütün şarkılara klip çeken Manço eski hitlerini de kliplendirmeyi ihmal etmemiştir. Barış Manço, 1989 yılında Sezen Aksu ile birlikte yılın en başarılı pop müzik sanatçısı seçilmiştir.

Düğmeleri", bu albümde Kurtalan Ekspres ile birlikte kaydedilen yeni düzenlemesiyle yer alıp büyük beğeni toplamıştır. 1984 Altın Kelebek ödüllerinde altıncı kez yılın erkek sanatçısı seçilen Manço, 1984 yılının Temmuz ayında ikinci oğlu Batıkan Zorbey Manço'nun doğumu ile ikinci kez baba olma sevincini yaşamıştır. Barış Manço, 1983 yılının Temmuz ayında Estağfurullah... Ne Haddimize! albümünü yayınlamıştır. 1985 tarihinde yayınlanan 24 Ayar albümü ile birlikte Barış Manço'nun soundu değişmeye başlamıştır. Barış Manço, 1986 yılı sonunda Değmesin Yağlı Boya albümünü yayınlamıştır. Barış Manço, gelişen kayıt teknolojileri nedeniyle Kurtalan Ekspres'i albüm kayıtlarından çekmeyi düşünse de Kurtalan Ekspres ismini sahnede yaşatmaya devam etmiştir. Ancak Caner Bora, Celal Güven ve Ahmet Güvenç'in (1991 yılında geri döndü) Kurtalan Ekspres'ten ayrılmaları ile grup klasik yapısını büyük ölçüde kaybetmiştir.1988 yılında, bir önceki albümde Barış Manço'nun müziğine giren Garo Mafyan'ı, Hüseyin Cebeci'nin yanı sıra klavyede Ufuk Yıldırım ve vokalistler Özlem Yüksek ve Yeşim Vatan takip etti. Kurtalan Ekspres'ten Bahadır Akkuzu'nun süpervizörlüğünü üstlendiği ve bu kadronun ürünü olan 1988 tarihli Sahibinden İhtiyaçtan ve 1989 tarihli Darısı Başınıza albümleri ile bu

Şu hayata bakar mısınız? Neredeyse boş geçen hiç yılı olmamış, Barış Manço’nun. Şimdi severek dinlediğimiz bütün sanatçıların hayatlarına dokunmuş. Ben okurken ağzım açık kaldı ve açıkçası kendimden utandım. Kendimden geçerek dinlediğim bir sesin hayatına ne kadar da yabancıymışım, meğer diye. Durun daha bitmedi. 90’lı yıllara geldik. Benim çocukluğuma denk gelen yıllar... Bakalım Barış Manço’nun hayatında neler olmuş? Barış Manço, yapmak istediği televizyon programlarını uzunca zaman tasarlamış. Ama TRT’den bir türlü olumlu yanıt alamamış. En sonunda o yıllarda hiç görülmemiş bir televizyon programı önermiş. Sonraki yıllarda adı gibi 7’den 77’ye herkesin seveceği bir programın temelini atmış ve böylelikle hem çocuklara, hem de büyüklere eğitici ve öğretici bir dünya belgeseli olan, “Barış Manço ile 7’den 77’ye” programı 1988 yılında doğmuş. Bu program ile birlikte 150’den fazla ülkeye gitmiş. Barış Manço ile 7'den 77'ye", adından da anlaşılabileceği gibi tüm yaş gruplarına hitap ediyor ve kendi içerisinde özel bölümlerden oluşmuştur…" Adam Olacak Çocuk" ile çocuklara, "İkinci Kahvaltı" ile büyüklerimize ve yaşlılara, "Dönence" ve "Dere Tepe Türkiye" ile yetişkinlere; dolayısıyla herkese hitap etmiştir. 1990 yılında yani benim doğduğum yıl, Ertuğrul Firkateyni’nin Japonya'ya gelişinin 100. yılı nedeniyle düzenlenen "Türk-Japon dostluğu" etkinlikleri kapsamında Japonya’ya gitmiş ve Japonya’daki ilk konserini vermiş. Bu konseri Japon Veliaht Prensi’de izlemiştir. 1991 yılında ise, Japonya’ya tekrar gitmiş ve Tokyo Soka Üniversitesi’de konser vermiştir. 5 Şubat 1992 senesinde annesi Rikkat Uyanık (Manço,


Kocataş) hayatını kaybetmiş ve Karacaahmet Mezarlığına defnedilmiştir. 1992 yılında Mega Manço albümünü yayınlayan Barış Manço “Ayı” ve “Süleyman” gibi şarkılarla kendini dinletmeye başarsa da, 1991’den itibaren patlayan pop akımıyla birlikte 1986 yılından itibaren sürdürdüğü tarzının tutmadığını fark etmiştir. Yaptığı söyleşide bir dahaki albümünün daha iyi olacağına da kendisi belirtmiştir. 1994 yılında Tansu Çiller başkanlığında olan Doğru Yol Partisi’nden Kadıköy Belediyesine aday olmuş ama rahatsızlığı nedeniyle adaylıktan çekilmiştir. Japonya’dan teklif gelmesi üzerine 1995’te Japonya’da bir turneye çıkmıştır.1996’da konser albümü olan Live in Japan yayınlanmıştır. 1990’ların sonlarına doğru “Kaplumbağanın Öyküsü” projesini yaratmak istemiş ve demolar kaydetmiş anca plak şirketinin isteği üzerine, Mançoloji adı altına toplama bir albüm yapma kararı almıştır.

1995’te Müsaadenizle Çocuklar şarkısı için dönemin pop şarkıcıları olan, Ajlan&Mine, Soner Arıca, İzel, Jale, Burak Kut, Nalan, Hakan Peker, Tayfun, Grup Vitamin ve Ufuk Yıldırım, “Adam Olacak Çocuklar Korusu” adıyla Taksim Meydanı’nda çekilmiştir. Manço'nun şöhret kazanmasını sağlayan Kol Düğmeleri parçasını da yapan Kaygısızlar grubu, Anadolu türküleri, doğu ezgileri ve çağdaş Batı müziğini

sentezleyerek özgün bir tarz oluşturmuştur. 1998 yılında turizm sektörüne girerek Muğla'nın Bodrum ilçesi Akyarlar köyünde Club Manço adında devre tatil ve otelden oluşan 600 kişi kapasiteli bir tatil köyü açmış, tesisin açılışını Süleyman Demirel yapmıştır. Kara haber, 31 Ocak 1999’da gelmiştir. Gece saat 23:30 civarında İstanbul’daki Moda semtinde evinde kalp krizi geçirmiş, 1 Şubat gecesi saat 01:30’da Siyami Ersek Göğüs-KalpDamar Cerrahisi Hastanesi'nde hayatını kaybetmiştir. Dolu Dolu bir ömür böyle geçmiş. Aslında daha çok bilgi var ama sayfalar yetmez, O’nu anlatmaya... Gerçek sanatçı olmak böyle bir şey olsa gerek. Yazıya son vermeden önce oğlu Doğukan Manço’nun şu sözlerine yer vermek istiyorum: Doğukan Manço katıldığı bir söyleşi de "Babam 1943'te İstanbul'da doğdu ve Türkiye'de ilk Barış ismini aldı, esasında isim babası. Barış ismi, 1941'de dünya savaşlarının ardından barışa duyulan özlemden doğdu. Amcam da 41 doğumludur, savaşın başlangıç tarihi. Ancak 1941 yılında babamın hiç görmediği amcası Yusuf vefat etmiş, lakabı Tosun Yusuf imiş. Bunun verdiği hüzünle Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço koymuşlar adını. Babam ilkokula başladığı zaman da Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço'yu nüfus kaydından sildiriyorlar sadece Mehmet Barış Manço ismi kalıyor" açıklamasıyla babasının Türkiye'de ilk Barış isimli kişi olduğunu ve adının Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço olduğunu söylemiştir. Barış Manço’yu saygı ve büyük bir özlemle anıyoruz. Seni asla ama asla unutmayacağız. Daha bu sabah senin şarkılarını dinliyordum, şimdi ise senin hayatını yazıyorum. Bu zamana kadar tanımak için bir çaba sarf etmedik, bu konuda sürç-ü lisan ettiysek affola...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


“Barış Manço Moda 81300” “Bir insan en son ne zaman bahsedilmekten vazgeçilirse, o insan ölmüş sayılır.” Barış Manço Ölümünün üstünden 16 yıl geçti ve 160 yıl da geçse Barış Manço’dan sevgi ve saygıyla bahsetmekten vazgeçmeyeceğimiz şüphesiz. Türk Rock Müziğinin efsane isimlerindendir ancak gönüllerde sadece müziğiyle değil eşsiz karakteri ve samimiyetiyle taht kurmuştur. Hakkında söylenecek çok şey var ama ne söylersek söyleyelim eksik kalacağı için yazımın asıl amacına dönüyorum.

Barış Manço Müzesi, yolu İstanbul Kadıköy’e düşenlerin görmeden geçmemesi gereken bir yer. Manço, 1984’ten ölümüne kadar geçen sürede ailesiyle birlikte burada hayatını sürdürmüştür. Ölümünün ardından ise Kadıköy Belediyesi tarafından eşi Lale Manço ve oğulları Doğukan Manço- Batıkan Zorbey Manço desteğiyle Barış Manço’yu her yönüyle yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. Müze Kadıköy Moda’da Yusuf Kamil Paşa Sokağında “Barış Manço Moda 81300” tabelasıyla karşılıyor ziyaretçilerini. İlk olarak köşkün mimari yapısından bahsedecek olursak; Viktoryen tarzda inşa edilmiştir ve cepheyi çevreleyen hareketli kilit taşları, çift kanatları balkonları bulunmaktadır. Köşk bu yapısıyla inşa edildiği dönem olan 18951900 yıllarının karakteristik mimarisinin özelliklerini yansıtmaktadır. Köşkü İngiliz Mr. Dawson oğlu için yaptırmıştır, ancak oğlu bir süre yaşadıktan sonra köşk el değiştirmiş ve yine


İngiliz olan James Whittall’a geçmiştir. Köşke uzun yıllar Whittall ailesi ev sahipliği yapmıştır. 1984’te Barış Manço Whittal ailesinin son fertlerinden köşkü satın almış ve ailesiyle birlikte burada yaşamaya başlamıştır. Sevgili Barış Manço dilimize ve gönlümüze yerleşen birçok eserini bu köşkte oluşturmuştur.

piyanosu ve yanı başında da Barış Abimiz bulunmakta. Birçok şarkısını Avusturya’dan aldığı bu piyanosuyla bestelemiştir. Piyanonun yanı sıra salonda birçok değerli eşya da sergilenmektedir. Barış Manço’nun çok sevdiği ve dünyanın dört bir yanından toplayarak getirdiği cam eşyalar da bunlar arasındadır. Salonun bir köşesinde de Barış Manço’nun hayat boyunca aldığı tüm ödüller bulunmaktadır. Girişin sol tarafında olan yemek odasında ise Manço ailesinin birlikte yemek yediği maundan yapılma bir İngiliz masası ve 12 kollu Fransız avizesi karşılıyor ziyaretçilerini. Ailenin yaşadığı dönemde yeme odasına servis yapılmak için kullanılan bölümde ise Barış Manço ile özdeşleşen birbirinden değerli kıyafetleri sergilenmektedir. Bu bölümde askerlik üniforması ve kesmek zorunda kaldığı saçlarından da bir tutam bulunmaktadır.

Köşkün bahçesinde Barış Manço ve “Adam Olacak Çocukları” karşılıyor bizi. 90lı yıllarda yaşayıp da Barış Manço’nun 7’den 77’ye programındaki Adam Olacak Çocuk bölümünü heyecanla beklemeyen bir çocuk olamaz kanımca. Yine köşkün bahçesinde arabası ve şarkı sözlerinden esinlenerek yapılan domatesbiber-patlıcan maketleri bulunmaktadır.

Ziyaretçilerini giriş katından birinci kata çıkaran merdivenlerde ise notalar dikkat çekmektedir. Birinci katta banyo, yatak odası misafir yatak odası ve küçük bir antre bulunmaktadır. Küçük antrede bateri şeklinde tasarlanmış bir büfenin üzerinde Barış Manço’nun takılarının bir kısmı, banyo da ise Barış Manço’nun kullandığı diş fırçası ve tıraş takımı sergilenmektedir. Yatak odası 20. yy Fransız ekolünün tipik bir örneği şeklinde dizayn edilmiştir. Barış Manço ile özdeşleşen yüzükleri ve kemerlerinin bir kısmı da yatak odasında sergilenmektedir. Köşke girdikten sonra sağ tarafta salon bulunmaktadır. Salonda Barış Manço’nun “O Benim Rüyam” dediği Steinway B210 kuyruklu

İkinci katın tamamı ise Barış Manço’nun çok sevdiği oğullar için ayrılmıştır. Bu kat Doğukan


yazıları, gözlüğü, esprili kravat koleksiyonunun bir bölümü, fotoğraf makinesi koleksiyonundan bazı parçalar… Girişin alt katına inildiğinde ise ziyaretçileri Şövalye Odası ve Yönetim Odası karşılıyor. Yönetim Odasında Barış Manço’nun sanat hayatına dair geniş bir arşiv, Yönetim Odasının karşısında ise Barış Manço’nun eski bir kapıdan yaptırdığı ahşap bir taht bulunmaktadır. Barış Manço’nun birçok beste ve tablo ürettiği Şövalye Odasının duvarlarını Belçika’dan aldığı şövalyelik unvanı, baltalar ve şövalye dönemine ait eşyalar süslemektedir. Manço ve Batıkan Zorbey Manço yatak odaları, çalışma odaları ve oyun alanlarından oluşmaktadır. Doğukan Manço’nun odasında Barış Manço’nun yaptığı tablolar ve grafik çalışmalarına ek olarak gitar ve plak şeklindeki vitrinlerde takıları ve Barış Manço’nun diploması sergilenmektedir. Manço ailesinin yaşadığı dönemde Batıkan Manço’ya ait olan oda müzeye dönüştürülürken Adam Olacak Çocuk bölümü olarak düzenlenmiştir. Barış Manço’nun bu programının çekimlerinde kullanılan kameralardan biri de bu odada ziyaretçilerine sunulmaktadır. Yine bu odaya kurulan ve Adam Olacak Çocuk programlarının izlenebildiği bir ekran da ziyaretçileri fethetmeyi başarmıştır. İkinci katın çocuk odaları dışındaki odalarda ise sergilenen Barış Manço’nun kişisel eşyalarını şöyle sıralayabiliriz; grafik çalışmaları, seyahat ettiği ülkelere ait fotoğraf ve uçuş kartları, eski yapraklı nüfus cüzdanı, el yazısıyla kaleme aldığı

Köşkün en hoş bölümlerinden olan Kışlık Bahçe ve Yazlık Bahçe ise Manço ailesinin zevkine göre dizayn edilmiştir. “Limonluk” adını verdikleri Kışlık Bahçede enstrümanlarıyla birlikte Kurtalan Ekspresi üyelerini heykelleri yer alırken Yazlık Bahçede ise plak şeklinde tasarlanmış masalar ve nota şeklindeki sandalyeler bulunmaktadır. Lale Manço ve Barış Manço’nun ilk sevgililer gününde birbirlerine hediye ettikleri kırmızı fincan takımı da Yazlık Bahçede sergilenen eşyalar arasındadır. Müzede kafe olarak kullanılan bu bahçede “Süper Babaanne” ve “Arkadaşım Eşek” heykelleri de bulunmaktadır. Barış Manço’nun da vasiyetlerinden biri yaşadıkları bu evin müzeye dönüştürülmesiydi. Manço ailesi onun bu isteğini yerine getirmiş ve müzeye dönüştürerek yönetimini Kadıköy Belediyesi’ne bırakmıştır. O halde biz sevenlerine de ziyaret edip ona olan özlemimizi bir nebze dindirmek düşer.

*Müze resmi ve dini bayramlar ile pazartesi günleri dışında 09.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.

Pakize Bektaş pakizebektas@kulturcikmazi.com


“Batıkan Zorbey Manço” Röportajı - Öncelikle bizimle bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bu özel sayıda umarım okuyucularımız “Barış Abimiz”i daha yakından tanıma fırsatı bulacaklar sayenizde. - İlk sorumuzla başlayalım isterseniz. Biz Barış Abimizi sahnede, konserde, TV programlarında hep hareketli yerinde duramayan haliyle tanıdık. Hatta stüdyo kayıtlarını izlediğimizde orada bile yerinde duramıyordu. Peki, evde nasıl biriydi? - Bütün saydıklarınızın tam tersiydi; rahat, sakin, huzur içinde. Zaten insan huzurunu evinde bulur. Ama yine de yapacak bir şey bulurdu, mesela antika koleksiyonunun tozunu alırdı birer birer veya kitap okurdu, çok geniş bir kütüphanesi vardı. - Peki çok özel olmazsa, babanızla aranızda geçen ve düşündüğünüzde ilk aklınıza gelen anınızı okuyucularımızla paylaşabilir misiniz? - ’94 yazında ben, Doğukan ve babam Louvre müzesine gitmiştik. Gezerken oradaki her eserin

özelliğinden bahsederdi, ilk defa Mona Lisa tablosunu babamla beraber yakından görmüştüm. - Birçok yerde Barış Manço’nun kopyası olduğunuz söyleniyor ve ona çok benzetiliyorsunuz. Bu benzerlikle birlikte, sizin de babanız gibi takılara merakınız var mı? - Takılara merakım var, küçükken babama çok özenirdim. Aslında aksesuarlarıyla oynamamızı yasaklardı ama o evde yokken ben gizlice takardım bilekliklerini, kolyelerini ve taklidini yapardım. 20’li yaşlarımda alışkanlık haline geldi, çok sık olmasa da ara sıra takıyorum. - Babanızın en çok önem verdiği konular nelerdi ve size öğütledikleri?


bir anma günü ve konser düzenleyebiliyorlar. Hepsinin takibi için Barış Manço Derneğini veya bizleri sosyal medyadan takip edebilirler. - “Batıkan Zorbey Manço” olarak “Barış Manço”nun hangi özelliğini devam ettirmek istiyorsunuz? - Felsefesini devam ettirmek hem hedefim hem görevim, çünkü o benim yol göstericim. Babam diye demiyorum ama Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra en çok adı anılan kişi olduğu için gelecek kuşakların hakkında bilmesi gereken bir değer. Oğulları olarak görevimiz.

- Disiplin, düzen ve araştırmacılık. “Bir şeyi aldıktan sonra aldığın yere geri bırak” derdi, bu sayede düzenli birisi oldum. Birde “Oku oğlum oku” derdi, bu sayede doğru bilgiyi kitaptan bulabileceğimi öğrendim. 14 yaşından itibaren şarkılarından ve deyimlerinden ders almaya çalıştım, çalışıyorum. - Barış Manço’nun hayatı film olsaydı, hangi aktörün canlandırmasını isterdiniz? Böyle bir düşünceniz var mı veya aklınızda olan biri? - Bu şekilde oturup düşünmedim, sanırım manevi sebeplerden olsa gerek; babam olduğu için, figüratif olsa bile, kimseyi düşünemiyorum. 16 yıl içinde çeşitli canlandırmalar gördüm, tabi ki birçoğunu takdir ettim. Kolay gibi görünse de zor bir canlandırma aslında; dilinizle konuşurken ellerinizle de konuşabilmeniz lazım. Bunu becerebilen herkesi ben takdir ediyorum. - Bu sayımızda Barış Manço Evi’ni de okuyucularımıza tanıttık. Bildiğimiz kadarıyla her 2 Ocak’ta etkinlikler oluyor. Peki, bunun dışında da bir etkinlik yapılıyor mu? Okuyucularımızın haberdar olabilecekleri mecralar var mı? - Sadece 2 Ocak’ta değil Şubat’ın ilk haftasında da etkinlikler oluyor. Barış Manço Derneği olarak, her yıl Barış Manço Vapuru ile Kanlıca’ya gidiyoruz ve mezarı başında, tüm sevenleriyle, o’nu anıyoruz. Çeşitli belediyelerde

- Barış Manço’nun bütün şarkıları ezbere bilinen ve sevilen şarkılar, peki Barış Abimizin en sevdiği şarkısı hangisiydi? Onun için diğerlerinden daha özel olan bir tanesi var mıydı? - Kendi şarkıları arasından bunu cevaplamak zor çünkü her şarkının bir hikâyesi ve manevi özelliği var. Ama şunu söyleyebilirim; eskilerden “Poison Ivy” (The Coasters) diye bir şarkı var, onu çok sevdiğini söylemişti bana, hatta Belçika’daki yıllarında Les Mistigris grubuyla beraber “Quelle Peste” olarak Fransızca cover yapmıştı. - Bildiğiniz gibi edebiyat ağırlıklı bir dergiyiz, o yüzden bunu mutlaka sormak istiyoruz. Barış Manço’nun okumaktan keyif aldığı yazarlar var mıydı ve birileri sorduğunda mutlaka önerdiği bir kitap?


- Bunu da cevaplamak zor, çünkü az önce söylediğim gibi, çok geniş bir kütüphanesi vardı. Romanlar, felsefe kitapları, antika katalogları, mitoloji kitaplar, vb. Öğrenilebilecek ne varsa okurdu ve bizleri de alıştırırdı. Bana Jules Verne’nin “Denizler Altında 20000 Fersah” adlı romanını verdiğini hatırlarım. - Son olarak okuyucularımızın bir merakını daha giderelim. Barış Manço’yu yeni nesillerle tanıştırmak için aklınızda olan veya şu anda devam edilen bir proje var mı?

- Çeşitli projeler üretiyoruz fakat bunları hayata geçirmek birazcık zaman alıyor. Ama bu konuda geri kaldığımızı düşünmüyorum çünkü başka taraflar da, örneğin bir belediye bir Barış Manço Parkı açıyor ya da okullar faaliyetler yapıyorlar ve bunları daima destekliyoruz. Yani hep beraber yapıyoruz. Gelecek projeler için bizleri takip etmeye devam edin. - Bizi kırmadığınız ve bu özel sayıya katkıda bulunduğunuz için tekrardan çok teşekkür ederiz.

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


“Cem Karaca” - Kişisel Hayatı Karaca, 5 Nisan 1945 yılında İstanbul’da doğmuş, Toto ve Mehmet Karaca’nın tek çocuğudur. Sanata karşı duyarlılığını ve bu duyarlılığı bir kimlik özümsemesi haline getirmesi, sanatçı bir çiftin çocuğu olan Cem için zor olmamıştır. Şarkı söylemeye 5 yaşında başlayarak yeteneğini erken yaşta kanıtlamış, ailesinin bu konuda ona verdiği güven ve sağladığı özveri ile Cem Karaca olmanın adımlarını atmaya başlamıştır.

Robert Koleji ve Kültür Kolejinde eğitim görmüş, o tarihlerde popüler olmaya başlayan rock müziğe ilgisi de bu dönemlerde kendini göstermeye başlamıştır. Yıl 1965 olduğunda Cem Karaca ilk evliliğini tiyatrocu Semra Özgür ile yapmış, bu evlilik fazla sürmemiştir. 1968 yılında ikinci kez yine bir tiyatro sanatçısı olan Meriç Başaran ile evlenmiş, bu evliliği de iki yıl sürmüştür. Üçüncü evliliğini Feride Balkan ile gerçekleştiren Cem Karaca, 1976 yılında Emrah Karaca’nın dünyaya gelmesiyle baba olma sevincini tatmıştır. Feride Balkan ile evliliği Cem Karaca’nın Almanya’da zorunlu yaşama döneminde sona ermiştir. 1993 yılına gelindiğinde, evliliğe dördüncü adımını ilk eşi Semra Özgür ile atmıştır. Cem Karacanın yaptığı son evlilik İlkim Erkan ile olmuştur.

Almanya’da Cem Karaca Edindiği politik kimlikle de tanınan Karaca, Türkiye’deki önemli sol örgütlerin konser ve gösterilerinde boy göstermiş, Edirdahan grubunun çalışmalarının ardından Almanya’ya gitmiş ve 12 Eylül 1980 sonrasında, şahsına açılan davalar nedeniyle ülkesine dönememiştir.


dönmesi, annesi Toto Karaca’nın Özal’dan ricası üzerine gerçekleşmiştir.

Turgut

Karaca bu dönemde siyasi açıdan kendine yöneltilen eleştirilere “ben döneksem döndüm diye memleketime, döndüm baba döndüm işte, oh be!” şeklinde söylediği “Oh be!” şarkısı ile cevap vermiştir. Belki de Türkiye’nin gördüğü, yaşadığı sosyal düzeni kendine has yorumlayabilen en büyük isim Cem Karaca’dır. İçinde bulunduğu bozuk düzene, yaşanan sosyal değişimlere icra ettiği sanatı ile cevap vermiş, bu nedenle de hayatı boyunca eleştirilere maruz kalmıştır. Türk halkına birçok ilki yaşatmış olan Karaca; tarih 8 Şubat 2004’ü gösterdiğinde, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle hayata gözlerini yummuştur.

1987 yılına kadar Almanya’da sürgün hayatı yaşayan Karaca, bu dönemde Almanca olarak bir albüm çıkarmıştır. Cem Karaca’nın ana vatanına

Geçen yıllar; onun adından ve sanatından hiçbir şey eksiltmediği gibi, Türk halkının her zaman dilinde ve kalbinde olmaya devam eden dev bir sanatçı olmasının önünde de engel olamamıştır.

Gizem Köprülü gizemkoprulu@kulturcikmazi.com


“Cem Karaca” - Sanat Hayatı Cem Karaca’nın “Hayat Sanatı” dememizde de bir sakınca görmüyorum. Çünkü, nasıl bir yol izlemişsek, ne ile hemhâl olmuşsak olalım, ‘yaşamak’ adını verdiğimiz bu süreç, sanatkârane bir biçimde gerçekleşmelidir. Cem Karaca’nın yaşamı da terennüm ettiğim düşünceme paraleldir. Benim, 59 senede inşa edilmiş, derinlerimiz de ise bir ömür boyu dikili kalacak bu

sağlam abidenin, kimi zaman mutlu, kimi zaman elemli, kimi zaman ümitli ve kimi zaman nevmid yaşantısını layıkıyla anlatabilmem, takdir edersiniz ki oldukça güçtür. Cem Karaca’nın sanatını anlatabilme erdemini, ancak onun yaşadıklarını benden çok daha fazla içselleştirebilenler tadacaklardır. İşte ‘’Jenerasyon farkı’’ söylemleri, kişiyi en çok böylesi durumlarda üzer.- Ne olurdu aynı zamanda aynı zemini paylaşabilseydik- gibi… Biraz önce de belirttiğim üzere, Cem Karaca’nın hayat sanatının bir kısmını ‘’Sanat Hayatı’’ başlığı altında elimden geldiğince incelemeye çalıştım. Sözü çok da uzatmadan nevi şahsına münhasır bu babacan adamın uğraşları nelermiş, gelin hep birlikte bakalım;

- Müzikle İlk Tanışıklık Toto ve Mehmet Karaca çiftinden dünyaya gelen Cem Karaca’nın yeteneğini ilk fark eden, teyzesi Roza Felegyan oldu. Annesi ve babasının da sanatçı olmasından dolayı, bebeklik çağlarından itibaren melodilerle haşır neşir olan Karaca’nın ilk temas ettiği enstrüman piyanoydu.


- Aşk, Yaptı Yapacağını “Kolej yıllarındayken dünyada popülaritesi artan rock müziğine ilgi duymaya başlar. 14 yaşında İzmir’de tatildeyken âşık olduğu kızı etkilemek için Johnny Guitar adlı şarkıyı söyleyen Cem Karaca, annesi Toto Karaca’yı daha çok etkiler”. Aşk, yapmıştı yapacağını ve bu yıllardan sonra var olan yeteneğini idrak etmiş, çeşitli gruplarla adından söz ettirmeye başlamıştı bile.

- Amatörlükten Profesyonelliğe Müzik hayatının ilk safhalarında Rock'n Roll tarzı çalışmalarıyla bilinen Cem Karaca 1963 senesine doğru “Dinamitler” adı altında arkadaşları ile kurduğu grupla sahne almaya başladı. Fakat bu heyecanlı ve beklentileri yüksek olan grup çok uzun ömürlü olmadı. Karaca, grubunun dağılmasının ardından aynı yıl “Bekledikleriniz” ile geri döndü. Daha sonra gruptan ayrılan Karaca, bir süre tiyatro ile ilgilendi. Müzikten de kopmak istemedi ve 1964 yılında “Cem Karaca – Jaguarlar” grubunu kurdu.

- Efsane: Cem Karaca Askerlik günlerinde hasret hissiyatının yanı sıra öncesinde isimlendiremediği başka duygular barındırıyordu. Duyduğu bir bağlama sesi ile Anadolu’nun kitaplarda anlatılandan çok daha fark olduğunu anladı. Bir bağlama sesi ile sıkıcı ve ilkel bulduğu bu müziği sevebileceği ve buhranlı dönemde kendisine türkülerden teselli bulacağı o ana kadar aklının ucundan geçmiyordu. 1967 yılında askerlik dönüşünde;’’ Mehmet Soyarslan, Tümay Yalçınkaya, Timur Fildişi ve Ahmet Tuzcuoğlu ile birlikte ‘’Apaşlar’’ grubunu kurdu. Aynı yıl Apaşlar, Altın Mikrofon Yarışması’nda, sözleri Erzurumlu Emrah’a ait olan Cem Karaca’nın bestelediği ‘Emrah’ adlı besteyle ikinciliği kazandı. Apaşlar, daha önceki tutkuları olan batı beat müziği ile yeni tutkuları doğu müziğini sentezleyip Anadolu-beat tarzında çalışmalara girişti. ‘Emrah’ ile elden edilen büyük başarı, ‘Resimdeki Gözyaşları’ ve ‘Bu Son Olsun’ gibi parçalarla devam etti.’’ Cem Karaca'nın, grubun gitaristi Mehmet Soyarslan ile arasında doğan politik anlaşmazlık nedeniyle, Apaşlar 1969'da dağıldı. Ancak Karaca’nın durmaya

niyeti yoktu. Sonrasında Apaşlar’ın Basçısı Seyhan Karabey ile beraber bu sefer ’Kardaşlar’’ adında yepyeni bir grupla izleyici karşısına çıktı. Burada da ‘’ Dadaloğlu’’ parçası ile oldukça büyük başarıya imza attı. Fakat Kardaşlar’dan da bir tartışma sonucu ayrılıp, Anadolu-Rock’ın güçlü sesi “Moğollar”la anlaştı. Bu sırada Moğollar’la anlaşmazlık yaşayan Ersen Dinleten de Kardaşlar’a transfer oldu. ‘Namus Belası’, ‘Gel Gel’, ‘Obur Dünya’ gibi parçalarla adına yaraşır başarılar yaşadı. Moğollar’ın yurtdışında da kendilerini tanıtmak istemelerinden dolayı yine bir takım anlaşmazlıklardan dolayı gruba veda eden Karaca, bu defa “Dervişan” isimli grubunu kurdu. Dervişan Politik Rock ve Progressive Rock tarzını ülkemizle tanıştırmasından dolayı büyük öneme sahipti. ‘’Cem Karaca tam anlamıyla ilk stüdyo albümü olan “Yoksulluk Kader Olamaz”ı Dervişan ile çıkardı.’’ Bu grubun da dağılmasıyla beraber Edirne ve Ardahan’ın birleşimi olan “Edirdahan”ı kurdu. ‘Safinaz’ isimli uzunçalar, Barış Manço’nun 1975 yılında çıkardığı ‘2023’ ile birlikte Türkiye’nin sayılı senfonik rock albümleri arasında yer aldı. Yaklaşık 8 buçuk yıllık bir sürgün hayatından sonra 1987’de Türkiye’ye geri dönen Karaca, kadim dostu Cahit Berkay ile birlikte ‘’Merhaba


Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar’’ı çıkarttı. Sonrasındaki süreçte ‘Töre’ isimli albüm piyasaya sürüldü. 1990 ve 1992 yıllarında Cahit Berkay ve Uğur Dikmen’le ‘Yiyin Efendiler’ ve ‘Nerede Kalmıştık’ albümlerini oluşturdu. Böylece eski günlerine geri dönmüş oldu. 1997 yılında Ağır Roman’ın film müziği “Resimdeki Gözyaşları”, Cem Karaca’yı yeni neslin nazarında da hak ettiği mertebeye yükseltti. 1999 yılında “Bindik Bir Alamete…” albümünü çıkaran Karaca adeta küllerinden doğdu ve o eski şöhretini katlayarak devam ettirdi. Ayrıca Kahpe Bizans filmi için 3 parça kaydedip filmde de küçük bir rol aldı. 2000’li yıllarda şiir çalışmaları yaptı ve Barış Manço’nun grubu Kurtalan Ekspres ile sahne aldı. Son olarak ‘’Yol Arkadaşları’’ isimli grubuyla sahneye çıkan ve bu grupla son albümü ’Hayvan Terli’ ve Murathan Mungan’ın yazdığı, Yeni Türkü’nün ‘Göç Yolları’ isimli şarkısını kaydetti.

oynadı. Yine Almanya döneminde Münih Halk Tiyatrosu'nda Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı oyununu yönetti. Cem Karaca, 1970'de ilk ve tek başrol filmi olan Kralların Öfkesi’nde oynadı. Yücel Uçanoğlu’nun yazıp yönettiği yerli Western tarzı bu filmde Murat Soydan ile başrolü oynayan Cem Karaca, Camgöz adlı bir kovboyu canlandırdı. Ancak bu film çok başarılı olmadı. Uzun süre beyaz perdeden uzak duran Karaca, 1999'da Kahpe Bizans’da Karaca Abdal adlı bir ozan rolünde rol aldı ve filmin müziklerinden bazılarını seslendirdi. Cem Karaca, 1990'da Bir Milyara Bir Çocuk adlı Müjdat Gezen dizisinde rol aldı. Bunun dışında 2001'de Yeni Hayat adlı dizide onur konuğu olarak yer aldı. Aynı sene Avcı adlı dizide Dem Baba rolünü oynadı.”

-Cem Karaca’nın Aldığı Ödüller100'ün üzerinde plaket ve ödüllerden bazıları;

- Tiyatro ve Sinema Kariyeri “Cem Karaca, 1961'de Hamlet'te oynarayak tiyatroya ilk adımını attı. 1964'te Münir Özkul'un oynadığı General Çöpçatan oyunu ilk büyük tiyatro çalışması oldu. 1965'te askerliği sırasında askeriyede Cahit Atay’ın Pusuda ve Aziz Nesin’in Toroslar Canavarı oyununu yönetti ve oynadı. Aynı dönem İstanbul Tiyatrosu’nda sergilenen "Anahtarı Bendedir" adlı oyunu Türkçeye çevirdi ve oynadı.[5] Uzun bir süre tiyatroya ara veren ve Püsküllü Moruk oyununun müziklerini yapmak dışında tiyatroyla ilgilenmeyen Karaca, 1987'de Almanya'da çıkardığı Die Kanaken albümündeki şarkıların işlendiği Ab in den Orient-Express oyununun Kuzey Ren Westfalya Eyalet Tiyatrosu'nda oynanan “Die Kanaken” adlı versiyonunda annesi Toto Karaca ile beraber

1967: "ALTIN MİKROFON" yarışması. Cem Karaca ve Apaşlar grubu "Emrah" adlı eserin bestesi ile birincilik ödülü. 1971: Hey dergisi. "Dadaloğlu" ile birincilik ödülü. 1972: "Hey Osgarları". Cem Karaca yılın erkek şarkıcısı. 1974: Hey dergisi. "Yılın Bestesi" yarışmasında Namus Belası ile birincilik ödülü. 1974: Demokrat İzmir. "Yılın Plağı" Namus Belası 1975: Hey dergisi. "Yılın Müzik Oskarları" Yılın Erkek Şarkıcısı ödülü 1975: Altın Kelebek Türk Batı Müziğinde "Yılın Erkek Şarkıcısı" ödülü 1975: Ses dergisi. "Yılın Batı Müziği Sanatçısı" 1976: TGS İzmir Basın. "Yılın Erkek Sanatçısı" 1976: TGS İzmir Basın. "Başarılı Plak" "Kavga" Cem Karaca/Dervişan 1977: TGS Dervişan

İzmir

Basın.

"Yılın

Topluluğu"

1977: TGS İzmir Basın. "Yılın Erkek Sanatçısı"


1990: "4. Altın Yorumcu ödülü

Güvercin"

şarkı

yarışması.

1990: "4. Altın Güvercin" şarkı yarışması. "Söz Yazarı Ödülü" Kahya Yahya 1993: Raks - Popsav ve Kültür Bakanlığının düzenlediği "Türk Pop Müziğinde 35 Yıl" yılın bestesi ödülü. Namus Belası 1995: Bahçelievler belediyesi basın ödülü 1999: Avrupa Gençlik Festivali "Kuzey Yıldız" 2000: Gazeteci ve Yazarlar vakfı Çeyrek asrı aşan gurur tablosu 2001: Burç FM "Onur Ödülü" Sevgili Kültür Çıkmazı ailesi, “bir yazının daha sonuna geldik” demek, -en azından- tanıtım yazılarında haz vermez bana, zira hata ve kusurlarla bir çınarı, abideyi, sanatkârı sizlere bir yönüyle ya da her yönüyle elimizden geldiğince tanıtmaya çalışmak, sizleri onunla tanıştırmaktır aslında. Bilirsiniz ki tanıtmak ve tanıştırmak arasında fark vardır. Bu yüzden, bir yazının daha sonuna gelmekten ziyade ben diyorum ki; bir yazının daha başına vardık. Artık nasıl bir

değerle karşılaştığınızın farkındasınız. Onu değerlendirmek ve daha da ‘değer’lendirmek elbette size kalmış bir meşgaledir. Son olarak söylemeliyim, şayet Cem Karaca ise bahsimiz; Sanat Hayatı’nı yukarıdaki gibi birkaç satıra sığdırmak elbette onu tam olarak anlayabilmek adına sarf edilen çabadan ötesi olamayacaktır. Çabanın ötesi ise zaman… Umuyorum hayatını sanata dönüştürmüş bu büyük ustanın, hatırımızdaki yerini bir nebze de olsa sağlamlaştırabilmişizdir. Saygı ve sevgimin en samimi haliyle… Hoşça kalın.

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoğlu@kulturcikmazi.com

Kaynakça: http://tr.wikipedia.org/wiki/Cem_Karaca http://www.sabah.com.tr/fotohaber/kultur_sanat/c em_karaca_kimdir/16353


“Emrah Karaca” Röportajı - Öncelikle bizimle bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorumuz Sayın Cem Karaca ile ilgili, hepimiz Cem Karaca’yı sanatçı kişiliğiyle ve şarkılarıyla tanıdık. Peki, Cem Karaca sizin gözünüzde nasıl biriydi? Yani sizin için en çok anlam ifade eden özellikleri nelerdi? - Cem Karaca sanatçı kişiliği ve sert mizacı dışında çok esprili ve tabiri caiz ise dobra bir adamdı... Söylediği ve yaptıklarını yaşayan ve hisseden biriydi, dürüst ve doğru bir adamdı... Babam olduğu için söylemiyorum tüm bunları; kaldı ki biz çok talihsiz zamanlar geçirdik araya koskoca bir 8 sene ve 12 Eylül girdi ve birbirimizi yeterince yaşayamadık zaten. Ayrıca çok muzip ve esprili bir kişiliği vardı. Belki sahnede öyle görünmüyordu ama arkadaşları ve yakın çevresi bunu iyi bilirdi... - Peki çok özel olmazsa, babanızla aranızda geçen unutamadığınız bir anınızı okuyucularımızla paylaşabilir misiniz? - Babamla geçen en unutulmaz anım tabi çocukluk hatıralarımı saymazsam Kıbrıs’ta oldu. Ben yanlış tercihten Kıbrıs’ta burslu uluslararası ilişkiler bölümü kazanmıştım ve kayıta gitmem gerekiyordu. O sırada babamın bir Kıbrıs turnesi çıkmıştı beraber gittik. Daha önce çok konserini

izlemiştim ancak Kıbrıs’ta izlediğim Cem Karaca ve Kıbrıs seyircisi, benim gerçek Cem Karaca’yı keşfetmeme olanak sağlamıştı ve o anda babama ve müziğine karşı o tüm yaşadığımız ayrılıklardan ve politik söylemlerinden dolayı duyduğum kızgınlığım geçmişti. Bu adam bunun için doğmuştu ve onu çok iyi yapıyordu... Kıbrıs onun 12 Eylül öncesi bıraktığı Türkiye gibiydi statlarda binler hep bir ağızdan şarkılarını söylüyordu ve muazzamdı, çok ama çok etkilenmiştim. - Babanızla aynı yolu seçtiniz hatta 2008’den beri Moğollar grubundasınız, bu çok güzel bir duygu olmalı peki sizi müziğe teşvik eden yönlendiren kişi babanız mıydı yoksa bunu siz mi seçtiniz? Sanatçı olmanızla ilgili bir yönlendirmesi oldu mu? - Moğollar benim için apayrı ve çok özel... Hem baba yadigarı biraz hem de baba yarısı, gerçi artık abilerim hepsi :) Ama gerçekten bir aile benim için, iyi ki varlar iyi ki böyle bir yolda bende onlarla beraberim... Gelelim müzik başlangıcına; dedim ya 12 Eylül vs ben aslında müzikten tüm bu ayrılıklardan ve zorluklardan dolayı nefret etmiştim ama bir şekilde içine düştüm. Lise yıllarında kendi başıma gitar çalmaya başladım ve üniversite yıllarında barlarda şarkı söyledim ve bu böyle devam etti.


Yani aslında geç kalınmış bir yolculuktu ama nihayetinde bende sevdiğim işin içindeydim. Şimdi olsa daha erken ve daha sistemli ilerlerdim muhakkak ama böylesi bile insanın yaşama sevincini katlıyor. - Diyelim ki, oğlu değil de müzik aşkı olan birisiniz. Neden Cem beyi örnek almayı tercih ederdiniz? - Cem Karaca gibi iyi bir şarkıcı veya yorumcu çok az vardır sanıyorum. Cem Karaca söylediği kelimenin hakkını sonuna kadar veren, vermek için uğraşan biriydi. Bende bu yönünü almaya çaba gösteriyorum oğlu olarak ya da sadece bir şarkıcı olarak... Tabi daha çok yolum var :) - Cem Karaca’nın hayatı film olsaydı, hangi aktörün canlandırmasını isterdiniz? Böyle bir düşünceniz var mı veya aklınızda olan biri? - Çok isterim, böyle projeler zaman zaman alevleniyor ama şu ana kadar somut bir teklif yok. Arada yokluyorlar diyelim... Ama olur da bir gün böyle bir şey olursa aklımda birkaç isim var öncelikle Erdal Beşikçioğlu olmasını çok isterim. “Behzat Ç” döneminde diziye bakamıyordum çoğu zaman çok benzemişti. Saç, sakal, duruş, yürüyüş vs... Daha başka birkaç isim çıkar, vardır elbet ama gönlüm Erdal Beşikçioğlu der... - Moğollar grubuna katılmadan önce solo albüm çalışmalarınız olduğunu öğrendik. Yakın zamanda böyle bir albüm düşünceniz var mı? - Vardı hatta baya bir yol almıştım ama Moğollar olunca rafa kalktı doğal olarak. Ama yaklaşık 6 sene oldu Moğollar ve artık zamanı geldi sanıyorum. Ama yük ağır maalesef :) Bir yanda Cem Karaca bir yanda Moğollar var, omuzumda biraz sorumluluk var doğal olarak ama elimden geldiğince doğru işler yapacağımdan eminim en azından içime sinmeden yola çıkmam. - “Emrah Karaca” olarak “Cem Karaca”nın hangi özelliğini devam ettirmek istiyorsunuz? - Cem Karaca'nın doğruluğu ve inandıkları ne olursa olsun sahip çıkması, benim Cem Karaca’dan alacağım en değerli özellikler.

Babam hayatında çok darbe yedi ama hayatını, sanatını ya da bulunduğu konumu birilerine yamanmak ya da yaranmak için kullanmadı, neyi doğru biliyorsa onu yaptı onu yaşadı. - Herkes “Cem Karaca”nın şarkılarını onun gibi yorumlamaya çalışırken, sizin daha özgün yorumladığınız söyleniyor ve bunun hakkında olumlu yorumlar çoğunlukta. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, efsane olmuş şarkılar aynı şekilde mi söylenmeli yoksa her koşulda özgün olmak mı önemlidir? - Cem Karaca çok özel ve kendine özgü bir isim onu devam ettirmek gibi bir çabam olmadı hiç! O öyle apayrı kendine has ve özel ama onu şarkılarıyla anmak en güzeli bizde sahnede onu yapıyoruz kendimizce tabi, taklit etmeden ve bu bana babamdan çok önemli bir nasihattir. “Bu işi yapacaksan kendin ol beni taklit etme sakın” dedi. Sanki Moğollar olayını önceden sezmiş gibi :) Ama öyle yaptım kimilerince çok yadırgandı ama ben babamın şarkılarını kendi hissettiğim gibi söylüyorum. Taklit çok var ama ben tercih etmiyorum. Ha yaparım o ayrı ama o zaman taklit


günler sürer... Belki de Cem Karaca'nın bu kadar kendine özgü olmasının yegane sebebi çok ama çok okumasıydı. O yoğunlukta buna nasıl fırsat bulduğunu hala anlamış değilim ama çok okurdu ve araştırırdı. O sözler zaten başka türlü çıkmazdı sanıyorum. Benim en çok okuduklarım değil de en sevdiklerimden derleme yaparsam; Nazım Hikmet (baba yadigarı), İhsan Oktay Anar, Sabahattin Ali, Cemal Süreya. olur, ben olmam Cem Karaca hiç olmaz. Piyasada çok var zaten bir tanesine daha gerek yok. İsteyen babalar gibi orjinali var açsın onu dinlesin. Biz selam çakıyoruz sadece. - Bildiğiniz gibi edebiyat ağırlıklı bir dergiyiz, o yüzden bunu mutlaka sormak istiyoruz. Okumaktan keyif aldığınız yazarlar var mı ve birileri sorduğunda önerdiğiniz bir kitap? - Bir başucu kitabım var o da “Küçük Prens”. Hatta arabada bir kopyası var arada ona sarılırım. Ama madem konu babam babamın kitap koleksiyonunu buraya yazmaya kalksam

- Son olarak okuyucularımızın bir merakını daha giderelim. Yakın zamanda konser veya turne planlarınız var mı? Moğollar’ı canlı olarak nerelerde dinleyebiliriz? - Konserlerimizi ve etkinliklerimizi; www.mogollar.org Twitter: mogollaronline Facebook: mogollarofficial adreslerinden takip edebilirsiniz. - Bizi kırmadığınız ve bu özel sayıya katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz.

İlker Ardıç & Pakize Bektaş ilkerardic@kulturcikmazi.com pakizebektas@kulturcikmazi.com



Sonu Olan Şeyler Sayılır Tüm saatleri ortadan kaldırın Takvimleri de Ne kalır zamandan geriye? Bir gece, bir gündüz Hiç dakikaları saymamışsanız hayatınızda O bile fazla. Biri hep geceyi sayarmış Güneş doğacak diye. Çünkü sonu olan şeyler sayılır, Saatler ve takvimler ne içindir sanırsınız? Mesafeler sayılır sonra Adımlar, basamaklar ve yollar Oysa bazı mesafeler hep aynıdır; Uzak. Peki, hiç yıldızları saydınız mı? Denemedim değil. Ya kum tanelerini? Elbet onun da vardır matematikte bir yeri. Yalnızlığınızı saydınız mı hiç peki? Yalnızlığın sayısı kaçtır ki? Sonu olan şeyler sayılır; Yani zaman. Yani insan. Saymadım hasretimi.

Merve Nur Doğan mervenurdogan@kulturcikmazi.com


Yansın Derim İlişme matemime! Başım duvarda omuzun Mehir Hasret kefaret yokluğun türemiş zehir Meleğin hayrı şeytanın şerri Gözlerim ok yatağın yay misali... Tutulsun güneş gölgesindeyim gecenin Tüm nehir yosunlu halim tedirgin Sarılmış dört kuşaktan üzerime edep Yüzüm ar'dan kızıl, ay ışığı belirgin... Hayalin yağmur gibi çise çise Yanarım nârınla odam azamette Gözümde menzil, gönlüme mekansın Derim sabaha varmadan terinde yansın...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 5: Kör Elindeki neşteri büyük bir titizlikle kullanırken alnından süzülen terin kenara damlaması için kafasını sağa eğdi. Tahminine göre 15 dakika anca olmuştu. Gözü duvardaki saate kaydı. Akrebin 5’i gösterdiğini görünce hızlanması gerektiğini anladı. Bir an önce işini bitirip buradan gitmeliydi. Ayrıca güneş de doğuyordu. Bunu kaçırmak bütün planlarını alt üst edebilirdi. Bir yandan üzerine kan gelmemesi için uğraşırken diğer yandan geçmişi gözünün önüne geliyordu. *** Saatin zırıltılı sesi o küçük kulaklarında çınlıyordu. Hangi çocuk annesi dururken böyle bir sesle uyanmak isterdi ki. Yorganı açıp ayaklarını odanın soğuk zeminine bastı. Birden içi ürpermişti. Hızlı adımlarla gidip saati susturdu. Yüzünü yıkamayı istemiyordu. Hele bu soğukta çeşmeden akan buz gibi suyla bunu asla yapamazdı. O yüzden banyoya gitmek yerine

önce annesinin odasına baktı. Daha gelmediğini görünce mutfağa geçip buzdolabında olan tek şeyi aldı. Yarım kavanoz ekmeğe sürülen çikolata… Poşetteki dünden kalma yarım ekmeği de aldıktan sonra koşarak odaya gelip yatağına atladı. Ayaklarının altları donmak üzereydi. Gözü sobaya kaydı. “Nolurdu şu sobayı yakabilecek kadar büyük olsaydım.” diye geçirdi içinden. Ayaklarını yorganın altına soktuktan sonra karnını doyurmak için ekmeğine kavanozdaki çikolatadan sürmeye başladı. Ama azar azar sürüyordu. Çabuk biterse bir süre kuru ekmek yiyerek okula gitmek zorunda kalabilirdi. Karnını doyurduktan sonra kalkıp üzerini giydi. Buz gibi sokağa çıktığında annesi hala ortalıkta yoktu. Hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yüzünden kayan atkıyı eldiven olan eliyle tutuyordu. Diğer elini cebinden çıkarmayı hayal bile edemiyordu.


Okula vardığında hemen arkadaşlarının yanına gidip sıraya dahil oldu. Herkes kendi arasında konuşurken o en arkada sessizce içeriye girmeyi bekledi. Gözleri bir kişiyi arıyordu ama sınıfa girene kadar sabretmesi gerektiğini anladı. Diğer öğrencilerin bakışları arasında merdivendeki kargaşada sınıfına doğru ilerledi. Herhalde hayatı boyunca en şanslı olduğu gün hocanın oturma düzenini ayarladığı gündü. Onu kaloriferin yanındaki sıraya oturttuğunda koşarak yerine geçmişti. Bu sabah da aynısı yaptı, hızla yerine oturup ayaklarını kalorifere doğru uzattı. Buz tutan ellerini ısıtırken gözleri hala onu arıyordu. Çocuklar aşık olamaz diyenlere inat aşıktı işte. Hem de öyle aşıktı ki, onu gördüğünde her şey uçup gidiyordu aklından. Sabah uyandığı o soğuk oda, annesi olmadan geçirdiği geceler, hayal etmekten artık rüyasına girmeye başlayan babasının yüzü… Evet, babasını bile bir an olsun hayal etmeyi bırakıyordu onu gördüğünde. Küçük adımlarla sırasına gidişini gördüğünde yine bıraktı hayal etmeyi. Her sabah ki gibi “Günaydın!” dedi içinden. *** Elindeki eldivenleri çıkarıp cebine koyduğunda uzun uzun kızaran parmaklarına baktı. Yorulmuştu ama üzerindeki bir yükten daha kurtulmuştu sonunda. Bir süre nefeslenmek için odadaki tek ve küf kokan koltuğa oturdu. Böylesine rutubetli bir evde nasıl yaşanırdı ki. Çok fazla düşünmemeye karar verdi. Artık buradan gitmesi gerekiyordu. Gitmesi ve kaybolması… Evden çıkmadan önce kapüşonunu kafasına iyice çekti. Tepedeki güneşe rağmen çok fazla insana görünmek yerine terlemeyi kabul edebilirdi. *** Mermerin soğukluğu içine işlemişti. Ama oturduğu yerden kalkmayı aklından bile geçirmedi. Belki de böyle bir manzarayı bir daha

ömrü boyunca bulamayabilirdi. Onun yanındaydı işte. O küçük güzel kızın yanı başında oturuyordu. Beden dersi için öğretmen bütün sınıfı bahçeye çıkarmıştı. Top peşinde koşturabilirdi ya da simit oynayanlara katılıp içindeki bütün hırsı arkadaşını tekmelerken atabilirdi. Ama onun şu anda tek istediği tenefüsün biraz daha gecikmesiydi. Bütün gücüyle zihnini zorladı, içeride bir yerlerde ona söyleyebileceği bir şeyler olmalıydı. Tam ağzından kesik kesik birkaç kelime çıkıyordu ki o gereksiz kişi geldi. - Dilek, napıyorsun burada? - İp atlarken yandım, sıramın gelmesini bekliyorum. Gelsene sende otur istersen. - Bunun yanında nasıl oturabiliyorsun? Bahsedilen kişinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu. Oturduğu mermerin kenarını avuçlarıyla sıkmaya başladı. Bunu yaparken o çocuğun boğazını sıktığını hayal ediyordu. Belki de hala sessiz kalabilmesini sağlayan buydu. - Niye öyle diyorsun? - Bu kokuşmuşun yanında oturulur mu ya, annesi bunu yıkamıyormuş hiç. Hatta eve bile gelmiyormuş pavyon karısı. Şu anda o çocuğu öldürmek için bütün hayatını feda edebilirdi. Ama yapamadı. Bunu yapacak kadar bile kendine güveni yoktu. Kalkıp ağzının orta yerine çakıp ölesiye dayak yiyebilirdi. Bu fazlasıyla rahatlatıcı da olurdu ama yapmadı. Onun asıl canını yakan yanında oturan güzelliğin bu laflardan sonra dönüp ister istemez gülümsemesiydi. Soğuk mermerden kalkıp bahçede sert adımlarla ilerlemeye başladı. Her zaman yaptığı gibi yine okulun duvarındaki açıklığa gitti. Okulun parmaklıklarla çevrili duvarından yanındaki parka açılan bir geçit vardı. Parmaklıklar arasındaki eksik bir demir… Bir demir bazen özgürlük demekti, bazen kaçış. O kaçmayı seçti. Parkta kumların yanındaki çıkıntıya oturdu. Sinirden gözünden


yaşlar akmaya başladı. Bütün hırsını kuma daldırdığı elini sağa sola savurarak çıkarmayı denedi. Sonra kumların arasında parlayan yeşil bir şey gözüne çarptı. Küçük parmaklarıyla uzanıp aldığı yeşil şeyi avucunda sıkı sıkı tuttu. Birden ayaklarına bir şeyin değdiğini hissetti. Bir sokak kedisi yalnızlığını paylaşmak istemişti belki de. Elini uzatıp kedinin ensesiyle oynamaya başladı. Onu sevmek iyi gelmişti bazı yaralarına. Ama asıl istediği bu değildi. Yerinden kalkıp kediyi ensesinden kaldırdı. Ağaçların sık olduğu yere doğru emin adımlarla ilerlerken bir elinde ensesinden tuttuğu kedi, diğerinde ise gün ışığında parıldayan şişe parçasını tutuyordu. *** - Komiserim, bir ihbar aldık. Konuyla bağlantılı olabilir. - Hayırdır Ali, neymiş? - Bir çatıda çıplak kadın cesedi ihbar edilmiş komiserim. Çevre binalarda oturanlar fark etmiş. - Nesi bağlantılı peki bunun? - Komiserim, olay yerine ulaşan arkadaşlar cesedi gördüğümüzde anlayacağımızı söylediler. Sigara dumanıyla puslu bir görünüme bürünmüş odada ağır hareketlerle masanın arkasından çıkıp sehpaya çarpmadan kapıya kadar ilerledi. Ali’yi de yanına alıp hemen otoparktaki aracının yanına indi. Olay yerine giderken bu sefer neyle karşılaşacağını tahmin etmeye çalışıyordu. Çatıda yatan çıplak bir kadın cesedi ne kadar ilginç olabilirdi ki? Hele öyle psikopat bir katil için. Merdivenleri çıkarken karşılaşacağı manzara için kendini hazırlamaya başladı. Çatının kapısında duran bir görevli komisere bir çift eldiven uzatıp yol verdi. Güneş daha yeni batıyordu. Çatının tozlu zemininde ilerlerken olay yeri inceleme ekiplerinin etrafında koşuşturduğu yere doğru baktı. Önündeki birkaç adamın onu görmesiyle

kalabalıkta eksilmeler oldu. Komiser yerdeki uzun naylon parçasının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. - Açın bakalım şunu, bize bu sefer ne anlatmak istiyormuş. Beyaz kostümlü görevlilerden biri cesedin üzerindeki naylonu yavaş yavaş kaldırıp geriye çekildi. Tarık karşısındaki manzarayı anlamaya çalışıyordu. Farkında olmadan elini Ali’nin omzuna dayadı. - Bunu nasıl yapmış? - Komiserim, edinilen bilgilere göre bu eski bir işkence yöntemiymiş… Tarık dizlerinin üzerine çöküp kadına daha yakından bakmaya başladı. Göz kapakları öyle büyük bir titizlikle kesilmişti ki sanki gözleri çıkarılmış gibi duruyordu. - … Kurbanın göz kapakları kesildikten sonra güneşin altına bu şekilde bağlanarak yatırılırmış ve gözleri patlayana kadar bekletilirmiş. - Yani gözleri patladığında hala canlı mıymış? - Net değil ama büyük olasılıkla o esnada canlıymış komiserim. - Peki bu üzerindeki kendi kanı mı? - Evet komiserim, kurbanın topuğunda derin bir kesik açılmış. Bu şekilde ağır ağır kan kaybetmesi sağlanmış. Tarık, her seferinde daha fazla şaşırmaya devam ediyordu. Bir insanı bunu yapmaya ne itebilirdi? Karşısında kollarından ve bacaklarından gerilerek bağlanmış, göz kapakları kesilmiş, gözleri güneşin altında patlamış, topuğundan süzülen kanla göğsüne “Kör” yazılmış bir kadın vardı. Ve bunu yapan kişi hala sokaktaydı… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Başlık Sensin Bazıları bir şeyler çizer, bazıları yazar, bazıları boyar, bazıları notaları bir araya getirir ve bazıları da yazar. Bazıları çoğaltabiliriz ama bu “bazı”lar o kadar çoklar ki sayfamız yetmez. Aslında her insan kendini, kendi içinde yaşadıklarını anlatabilmek için yaratır bu “bazı”ları. Bir şeyler yaşanır, hissedilir, ardında iz bırakır ve bir şekilde anlatılmaya çalışılır. Bu sefer ben anlatıp, kimilerinin anlatamadıklarına dil olmayacağım ya da beni/bizi anlamalarını beklemeyeceğim. "Ee ne yapacaksın o zaman?" diyor olabilirsiniz, demezsiniz belki de. Bir şey isteyeceğim sizden bu yazımda, umarım yaparsınız. İşte başlıyoruz: 1. Işıkları kapatın (karanlık fobiniz yoksa veyahut panik atak bir benzeri rahatsızlığınız)

2. En sevdiğiniz, duygularınızı yansıttığına inandığınız şarkıyı açın 3. Yatağınıza (kanepe ya da sandalye değil ama, ya da siz bilirsiniz) boylu boyunca uzanın 4. Kapatın gözlerinizi Ve… Anlatamadıklarınızı, anlaşılmadıklarınızı ve anlamadıklarınızı, hayallerinizi, hayal kırıklıklarınızı, pişmanlıklarınızı vb. vb. vb. düşünün. ... Liste ne kadar kabarık değil mi? 5) Bir de bunu düşünün. … Güzel günleriniz/geceleriniz olsun.

Safiye Önal safiyeonal@kulturcikmazi.com


Bir Yol ve Turuncu Ne anlatılır bilmiyorum. Ya da neden? Kendime ya da bir başkasına? Bilmiyorum. Büyümeye çalışıyorum ben aslında. Bahanelerden kurtulmaya ve mutlu olmaya. Lâkin hep bir “lâkin” var cümlelerimin başında. Bana sorarsanız mevsimlerden her daim bahardayım ama kar manzarası da var bu işin bilinçaltında. Ben, her daim, bir ormandayım. Ağaçları tek tip, patikası estetik bir görünüme sahip olsa da, taşın o yadsınamaz soğukluğunda. Ve merdivenler. Ormanı yola bağlıyorlar. Onları unutmamak lazım. Hep oradalar. Sabahın ilk saatlerinde incecik bir çiğ tabakasını ayağınızı kaydırmak için kullanıyorlar. Ama hiçbir şeyi suçlamamak lazım. Uyku mahmurluğu sadece romanlarda güzel, bir de içinde sizi seven bir insan varsa eğer uyandığınız evde. Ben bir roman kahramanı değilim. Bunu elimdeki kitapları almaya çalıştıklarında fark ettim. Yine de yazdım. Roman mı? Hayır, kendimi yazdım ya da kendime. İnanın kelime

oyunu yapmak değil amacım. En başta söylediğim gibi, birçok soruya bilmiyorum oldu cevabım. Yine de çok şey bildiğimi zannediyor çevremdeki insanlar. Aksine okudukça kayboldu sınırları hayatımın. Neyi bildiğimi, nasıl bilebileceğimi, bilginin neye yarayacağını şaşırdım. Biliyor musunuz, bir defa basit bir şeye şaşırırsanız durumunuz vahim. Ardı arkası gelmiyor sonra bu şaşkınlıkların. Bir yolda, her gün yürüdüğünüz bir yolda, her gün farklı bir şeye şaşırabiliyorsunuz ya da aynı yolun her gün değişebilmesine. Ne fena! Ve o yolun hayatınız olduğu hissinden de kurtulamamaya başlayabiliyorsunuz mesela. Bu his ürkütücü ama bir o kadar da güzel eğer yağmur yağıyorsa. Bak tam da bu cümlede yine karıştı mevsimler. “E zaten bahardayım dedin, o zaman yağmur yağabilir. Bu gayet normal” demeyin lütfen! Olağan derseniz kabul edebilirim. Nedense bu kelimenin içinde bir göl kıyısı var. Ve ben göl kıyısında yürümeyi severim. Denizi de


severim, yağmuru da. Ama yağmur deyince işin içine bir de toprak kokusu giriyor ki inceden çocukluğu anımsatır, evim düşer aklıma. Evim... Bu yoldan çok uzakta. Hem zaten kimse de yok bu yolda ne de sonunda. Aslına bakarsanız fena da değil bu durum. Bir yolda, yalnız ve huzurlu yürüyebilmek yani. Huzur ve şaşkınlık. Zıt görünseler de bir yerde aynılaşıyorlar hayatımda, ki aslında bu da oldukça uygun bu yaşamak denen şeyin doğasına. Yine de anlamlandıramıyorum, bir gariplik var bu işte, bir burukluk. Günün geceye dönmesi kadar kırılgan çizgilerle yavaş yavaş yayılıyor hayatıma. Soluk bir maviden, turuncu ve pembenin tonlarına sonra gece mavisine ve onu bir sis gibi saran griliğe yahut pembeliğe.

Ben soluk mavinin turuncuyla karıştığı noktadayım. Sanırım. Siz turuncuyu nasıl bilirsiniz bilmem lâkin bana delice bir kahkahayı anımsatıyor, hüznün, sinirin ve umutsuzluğun gölgesinde. Bir çığlık gibi yankılanıyor turuncu, incecik bir kesik gibi sızlıyor gökyüzünde. Üzgünüm, romantik gün batımlarınızın hayalini kirletmiş olabilirim ama ne yapalım hâl böyle. Bu yolun kıyısında bir orman var, gizlisinde bir kar manzarası. Bu yol ince ve uzun lâkin inceliği zarafetten mahkûm. Bu yoldan hiç kurtulamayacak adımlar var ve de tükenmek zorundalığı kabullenişe dönüşmüş zamanlar. Bu yolda ben varım ve tanıdığım insanların hayaletleri ama kendileri yoklar. Bu yol bir turuncu sızısı boyunca uzar.

Özge Özdemir ozgeozdemir@kulturcikmazi.com


Bir Demlik Çay Birlikte çay içmek istediğim tek adamsın sen... Kötülük gelmez daha bizden. İçmeyiz ya hani öyle rakı kadehlerden... Bardaklarımız tokuşur gözlerimiz birleşirken... Birlikte çay içmek istediğim tek adamsın sen... Öyle açık falan da değil en demlisinden. İki lafın belini kırarken bir balkon köşesinden. Bir çocuk sesi soğutur çayı en neşesinden...

Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com


Gözlerin… Yitirilmiş onca geçmişin işareti gamzelerinde gizli, zamanın içinden asırların unuttuğu, geçmişin gizlediği bir yerden, gülüşün seslenirdi bana. Mevsimlerin, renklerin ötesinde… Sadece bunun için bile sevilirdi. İpek saçların. Kirpiklerinin dahi her bir telinde farklı bir sevda vardı… -Sana bakmaya dayanamam gözlerin derin, gözlerim ıssız. Sonbaharın uzun, ilkbaharın kısa renklerle geçer, öyle bir masumiyeti var ki sessizliğinin her şeye rağmen beklediğim, hür güllerin hüzün tadındaki kokusuna eş, umut ettiğim yürekli bulutlar arasında kaybolmak gibi sensizlik, ararken seni gökyüzünün en derinlerinde,

mavilikler içerisinde aşk! Ve sensiz şu alıngan yıldızlardan yardım beklemek, özlemlerin en sancılı tadı… Düşünki kasımpatılar çevreni sarmış, zarif mevsimlerin duygularını beslemişsin. Umuda dair bir ifade taşımışsın tebessümünde, Yeni filizlenen kırmızı karanfiller gibi. Sen özlemlerin, çoğaldığı bir sabahta aşka açılan ilk gözlerin parlaklığı ile gizlisi saklısı olmayan nisan yağmurlarının, bütün mutluluklarını dene kendinde. Ve yalnızlığımla karşılaştığın o yerde bekle beni…

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com



“Hayko Cepkin” Röportajı Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Eminiz ki bütün okurlarımız keyifle okuyacaktır. - O zaman ilk sorumuzla hızlı bir başlangıç yapalım. Sahne almaya başladığınız dönemden beri Türkiye’deki Rock kültürüne yön veren kişilerin başında yer aldınız. Peki bunun öncesindeki dönemde neler oldu, müziğe olan ilgi ve yeteneğinizi keşfetme süreciniz nasıl gelişti?

kendi oyunlarımı yazıp yönetmekteyim. Bir dönemin hayal kırıklığını zafere taşımak adını veriyorum.

- Standart. Küçük yaşta başlayan tuşlu çalgı merakı, satın alınan bir org, merak ile başlanan çalma süreci, kilise korosu ile 4 sese ilgi, konservatuara hazırlanma süreci, klasik batı müziği sevdası, opera şan eğitimleri, klasik Türk müziği eğitimleri, piyano eğitimleri derken bilgisayar dönemi ile tanışıp kendi beste ve farklı kişilerin albüm düzenlemeleri ile deneyim kazanma süreci ve kendi projemi yaratıp bu anti projeyi Türkiye müzik piyasasında azim ile zirveye taşıma azmi.

- Özel olarak, kimseye karşı özel bir ilgi duymadım. Egom müsaade etmemekte :)

- Çocukken hayalini kurduğunuz başka meslekler olmuştur muhtemelen her çocuk gibi. Bu hayaller arasında şarkı söylemek de var mıydı? Eğer müzikle ilgilenmeseydiniz, Hayko Cepkin’i nasıl görürdük? İlk çalışmalarımı tiyatro üzerine yapmaktaydım. Gözüm yüzünden sınava alınmadığım için o kolda ilerleyemedim. Şimdi ise

- Peki müzik kariyerinizde örnek aldığınız biri oldu mu ya da hayranı olduğunuz bir grup, sanatçı?

- Biz sizi, hareketli, tehlikeli sporlardan hoşlanan, motosiklet tutkunu, sahnede enerji patlaması yaşayan biri olarak görüyoruz. Sizi göremediğimiz zamanlarda nasıl bir hayatınız var, hep böyle tempolu olmayı mı seversiniz? - Küçük sükunet anlarım vardır. Ben o anları “şarj oluyorum” diye nitelendiriyorum. O anlarıma tanık olanlar hasta olup olmadığımı sormuştur her zaman. Sadece “bekle” derim. - “Hayatımda dönüm noktası” dediğiniz bir an oldu mu, bir anda her şeyin değiştiği ve radikal kararlar aldığınız? - Her albüm ya da proje ürettiğim an radikal bir karar alıyorum manasını taşır. Çünkü zaten yapmakta olduğum her ne olursa olsun bu piyasa için alışıla gelmişin dışında yansıyacaktır.


- Bildiğiniz gibi edebiyat ağırlıklı bir dergiyiz, o yüzden bunu mutlaka sormak istiyoruz. Az önce de dediğimiz gibi sürekli hareketli bir Hayko Cepkin görüyoruz. Peki bunca hareketliliğin içinde kitap okuyor musunuz? Okumaktan keyif aldığınız yazarlar ve birileri sorduğunda önerdiğiniz bir kitap var mı?

Planlamamın büyük kısmı kafamda bitirdiğim projeyi ayakta tutma yol planını kurgulamak ile geçer. 4 Albüm ve konseptleri, her albümün farklı sahne tasarımda konser showları, önemli festivallerde pek çok isim olmasına rağmen ismimi akılda kalanlar listesine yazdırabilir stratejilerim.

- Hikaye, roman kitapları okumuyorum. Okumak ya da araştırmak istediğim konuları da kitap olarak biriktirmek zor zanaat. Bu sebeple interneti daha fazla kullanmaktayım. Araştırmak istediğim konulara daha çabuk ulaşabilmekteyim. Bunlar tarih bilgisinden uzay bilimine kadar ucu açık araştırmalardır. Aslında araştırma da demeyelim meraklı biriyim ve doğrusunu ya da doğruya en yakın olanı öğrenme arzusunda biriyim. Gerçek bilgi hoşuma gidiyor. Hikaye, roman konularını da 40. yaş günümde dilimi daha da zenginleştirmek adına yatağımda gözlük takıp okuyup uykuya dalacağım günler adına saklı tutmaktayım.

- Muhtemelen en çok merak edilen soru. Son albümünüz olan Aşkın Izdırabı 2012’de dinleyicilerle buluşmuştu. Şu an için okurlarımıza haberini verebileceğiniz yeni bir albüm çalışmanız ya da planlarınız var mı? - Yok :) - Ve bu sayımızın temasına gelelim. Dergimizin 8. sayısında şubat ayında vefat eden çok değerli iki sanatçımıza “Barış Manço ve Cem Karaca”ya yer verdik ve onların anısına çok özel bir sayı hazırladık. Sizin Barış Manço ve Cem Karaca’yla ilgili söylemek istediğiniz şeyler var mı? Kurtalan Ekspres ile ikisinin de parçalarını seslendirmiştiniz. - Olmasalardı olmazdık. Teşekkürü bir borç biliriz :)

- Bizi kırmadığınız ve bu özel sayıda katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz. - Teşekkürler bizden…

İlker Ardıç & Pakize Bektaş ilkerardic@kulturcikmazi.com pakizebektas@kulturcikmazi.com



90'lar Kalbimde Yârdır - Sokaklar, Müzikler ve Diziler "Durup da söyleyemediğin adımsa Gizli kapaklı, sevda türküleri tuttursam da ben telli duvaklı. . . . Gelin çiçek verelim Yollarına serelim Sevgi dolu türkülerle Annemize vereliiim." Ah tanrım, bari bir kez olsun şaşırmayayım... Sergiye de çok az kaldı... Burada şarkımı güzel söylersem anaokulu mezuniyetinde harikalar yaratacağımı düşleyerek hevesle başlıyorum şarkıya... Sonuç yine aynı... Kuzenlerim gülüyor. Size anaokulunda Sibel Alaş mı dinletiyorlar diyorlar. Yerli malı haftasında okuduğum şiirlerden, söylediğim şarkılardan pek de farklı değil aslında. "Macarena Macarena" dansını yapmış biriyim sonuçta, bunu da elbet söylerim. Arkadaşlarımın arasında müzikle en alakadar olan benim zaten, öğretmenlerim her

fırsatta bana şarkı söyletiyor, taklit yaptırıyor. Bense ruhumda "kaaaandırdım" ezgileriyle dolaşıp duruyorum ahşap merdivenlerin gıcırdayan müziğiyle. Evet belki biraz daha söylersem bu ezberi yapabilirim. Şimdi dışarı çıkma zamanı. "- Anne elli bin verir misin? Kar beyaz almak istiyorum, yiyebilir miyim?" Annem havanın yeterince ısınmadığını, yersem boğazımın yine şişeceğini hatırlatıp onay vermiyor fakat elli bini veriyor. Alacak bir dünya şey var ama benim aklımda dondurma. Dilimde de: "kar beyazdır ölüm/ ellerinden gülüm/ yine yoksun diye, düşmanım her güne" Bizim Necati amcaya gidiyorum, ne alsam ne alsam düşüncesiyle girdiğim bakkaldan "center fresh" sakızları alarak çıkıyorum fakat bu kez çileklisinden tercih ediyorum. Rota, Cumhuriyet Parkı...


Biz 90'ları : "Sevdik sevdalandık/ Kördüğümle bağlandık. /Böyle ayrı gayrı, dayanamam olmaz."

Ooh bezirgan başı oynanıyor hemen dahil olmalıyım. Görkem abla oyuna alınacak kişileri tespit ediyor. Ablamın arkadaşı olduğu için beni hemen oyuna alıyor. "Aç kapıyı bezirgan başı, kapı hakkı ne alırsın ne verirsin, bir susam iki susam, üçüncüsünde kapaaan"

En sevdiğim oyundu. Çünkü ablamlarla en rahat oynayabildiğimiz oyundu. Çünkü biz 90'larda çoğalarak var olmanın şifresini çözmüştük. Folklor kursuna gitmenin, saklambaç, ortada sıçan, körebe, yakan top oynamanın kısacası grup olmanın mutluluğunu, huzurunu aslında bakarsanız son demlerini yaşıyorduk. Evde oturmak bir çocuk için ne demekti yahu? Çocukluğumuza toz kondurmaz, üstümüze başımıza toz kondurur akşama kadar dışarıda oynardık. Çünkü çocukluk bunu gerektirirdi. Çünkü 90'lar böyle yaşamamız için kurgulanmıştı adeta. Paylaşmayı esas alıyordu 90'lar. En basitinden "cicoz" sakızları... Tek paketin içinde 3 tane vardı sakızdan. Aldığımızda diğer arkadaşlarımızla da pay edebiliyor ortak mutluluğu sakıza indirgeyebiliyorduk.

Ve o büyük sergi günü gelir çatar. Kıyafetlerimiz o kadar güzel ki çiçekli eteklerimiz var. Ruhumuzun çiçeklerini üstümüzde taşımaktan büyük bir gurur duyuyoruz. Sürekli şarkıyı tekrarlıyorum içimden. 90'ların sandaletleri vardır, bilirsiniz kırmızı, sarı ve yeşil sedefli bantları içine giydiğimiz beyaz kısa dantelli çoraplarımızı ön plana çıkarıyordu. İşte bu bahsettiğim sandaletleri giymiş olan ayaklarım şarkının ritmini tutuyor. Arkadaşlarım sırayla sahneye çıkıyor. Bense ezberimi kuvvetlendirmeye çalışmaktan yorgun düşmeye başlamıştım bile. İşte... Sahne sırası bende, bu kez şaşırmamalıyım. Çok şükür ki sağ salim atlatıyorum şarkı faslını. Başarımın fotoğrafını çekmek istiyorlar ama çok mahcubum gereksiz: Yine dışarı çıkmak için kreşten çıkmayı dört gözle beklediğim bir gün... Sıkıntıyla çevreme bakıp duruyorum. O da ne? Arkadaşlarımın elinde elips şeklinde renk renk oyuncaklar var. Gidiyorum yanlarına. Yeni bir çılgınlık baş göstermiş adı da "tamagotchi" nam-ı diğer "sanal bebek"... Tanrım... Ben de edinmeliyim, çok güzel. Ablam da görmüş bana söylüyor. Hemen yıldırma politikası uyguluyor ısrar kıyamet aldırmayı başarıyoruz. Ablamınki mor, benimki kırmızı... Bizimkiler, belki biraz erken yaşta sorumluluk duygumuz gelişir mantığıyla alsalar da bizdeki mantık onlarınkinden çok farklı ilerliyor. Ve sonunda elimizde o bebekler... Olup olmadık saatlerde uyanıp karnı acıkıyor, uyku istiyor. Bu istekler tamam, bir şekilde yerine getirebilirim ama ; oyun isteği... Bitmek bilmeyen oyun isteklerine karşılık veremiyor, çünkü ondan daha fazla oyun isteğiyle doluydum. Onua her an nasıl oyun oynatabilirdim ki? Zaten çok kısa zamanda ölüp bana uzun süre travma yarattı. Ailemizin sorumluluk duygusunu pekiştirir


ümidiyle aldığı sanal bebek, bende ilk sorun'luluk duygusu yaşatmıştı. Elleri kolları kınalı bebeğimi toprağa bile vermiştim...

"İki eksik bir fazla İstanbul bizi sakla Kaygısızlar, pek gamsızlar Ne yapalım kader utansın, aramızdalar." "Kadın erkek genç yaşlı Küçük büyük ihtiyar Kızlar delikanlılar Ve sevimli çocuklar Herkes yerini alsın Bizim dizi başlıyor Sanki gerçek hayatta bu mahalle yaşıyor."

"İyi" olmak önemliydi 90'larda. Merhamet, vicdan bizim çimentomuzdu. Diziler, programlar iyi olmayı, birlik olmayı, aile olmayı vurgulardı her daim. "Çiçek taksi durağı burası Taksinin rengi buğday sarısı Kiminin parası kiminin duası Çiçek taksi durağı burası." "Rejim diyet hak getire Yazık bu bedene Şişmanlık sultanlıktır İşim olmaz baskülle"

"Parlak bir inciydim önce derinlerde saklanırdım. Baba evi kabuğumdu hayat çok uzak sanırdım. Düşlerimle yandım sonra sevdalarımla kavruldum. Düşlerimin peşi sıra kendimi yollara vurdum Kanat takıp uçurur da bu düşler uyandırır en tatlı yerinde. Gün ortasında sabah seherinde hatırlanır yeniden." "Kenar mahallenin cam kenarında Dünyayı taktın sen deli aklına Camda duran çiçeklerin arasında Dünyayı taktın sen deli aklına." Ve daha niceleri... Çocukluğum... Devamı gelecek; Selamıyla...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


2015 - İstanbul/Türkiye

Burak Erdoğan


Veda Hasret yağıyor nöbet gecelerime Lapa lapa Zeytin rengi sabahlar Bembeyaz gecelere gebe ''60 saat 1 dakika eder'' Süzülürken yıllar, bir bir düş kapaklarımdan Sessiz haykırışlarla dolu yarın ve Arkasından koşan binlerce beşer Kimsenin umurunda değil çaresizlik Duygular aynalarda kabarıyor hep İğneleri kendisine batırıyor insan Ötelere erişmek var hayalde An öncesi geçmişte kaldı Tek nefeslik sonu Yarına harcamakta Hiç nefessiz kalmayacakmış gibi Zamanımı kaybettim Kuru gürültüye Şimdi Ne akrep zehrini yok eder Ne de yeli kesilir dik levhanın Dolmayacaksa boş eller Timsah gözyaşları döker ümit Sevi yüklü kervan Şer almışsa handan Terki caiz olmuştur artık Yıllanmasını beklemek Gönlü sarhoş eder Takılıp düşmeyi beklemeden İnmeli tahttan Ve son söz : Müsait bir yerde veda edecek var.

Bayram Kaynakçı bayramkaynakci@kulturcikmazi.com


Sevgi Hissi Sevgi sözcülerini raflara kaldırmıştı gözlerin. Susarak sevmenin mümkün olduğunu anlattılar bana. Bir tek dokunuş, bir tebessüm. Sıradanlaşmış sevdalardan farklıydı hislerin. Sevmek için yaratılmış, imkansızı aramış… Sonsuzluğun perdesini açarken sevginin satırlarında, Her bir öznesi seni hatırlatıyor bana. Susarcasına kayboluyorum hatıralarda… Gül yüzün geliyor aklıma, gülümsemen. O en nazik bakışların, hilâl kaşların. Billur billur titreyen gözlerinde kayboluşlarım. Suskunluğunun bile anlam kazandığı zamanlarda, Gözlerinin sözlerin yerini almasıydı aslında… Ey sevdiğim! En sevdiğim! Yanındayken bile hasretim. Her ne kadar özlem duysam da sana, Özlemini bile seviyorum aslında. Hadi gel tut ellerimi, Ulaşalım o hayalini kurduğumuz mutluluğa. Sahte hikayelerden kurtaralım aşkın eteğini, Yapalım sevginin o en güzel tarifini…

Murat Erdoğan muraterdogan@kulturcikmazi.com


ve küçük ince bacaklarıyla duvarı süslüyordu her şeye sebep olan hamamböceğinin silueti. “Hepsi senin suçun.” dedi anımsarken başından geçenleri. “Hepsi sizin suçunuz…” **** Jeffrey D’Achille, Amerika’nın güneybatısında yaptığı radikal projelerle medyada sıkça adı duyulan bir araştırma merkezinde görevli bir doktordu sadece. Başına geleceklerden habersizce yüzyılın keşfi olarak düşündükleri projeyi üstlenmiş, arkadaşı ve meslektaşı olan Andy Rain ile hamamböcekleri üzerinde çalışmaya başlamıştı.

Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 4: Jeff “Ne yaptık biz?” diye düşündü telaşla uyandığı rüyasının ardından. Onu kilitli tuttukları hücresindeki ranzasının üst katında uzanmaktaydı. Bir kez daha “Ne yaptık?” diye geçirdi aklından ve yatağında sol tarafına, duvara döndü. Tırnaklarıyla kazımış olduğu küçük resimlerine baktı. Tam ortalarında duruyordu sorularının cevabı. Uzun antenleri, elips kabuğu

Projenin başlangıcından yaklaşık iki yıl sonra hamamböcekleri üzerindeki çalışmalarını şirketin genel müdürlerine tanıtmak için yaptıkları toplantıda Andy kürsüye elinde canlı bir hamamböceğiyle çıkmış ve sözüne şöyle başlamıştı: “Beyler, bu elimdeki şey sizin geleceğiniz.” Bahsettiği şey Porto Riko’da bir dağın eteğinde girişini buldukları bir mağaradan çıkarılan hamamböceği fosilinin klonlanmış ve mutasyona uğratılmış bir çeşidiydi. Jeff çok konuşkan olmadığından bütün konuşmayı ona bırakmış, Andy’nin ayağının dibinden şaheserini izliyordu. “Projenin şu anki aşamasında bu hamamböceğinin yapabileceklerine inanamayacaksınız beyler. Bunu ileride beyindeki anomalilerin tümünü tedavi etmek ve gelecek nesillerde görülmeyecek şekilde tümüyle yok etmek üzere geliştirebileceğimizi düşünüyorum. Fakat şu anda bu, piyasaya sızdırılmayı bekleyen gelmiş geçmiş en etkili halüsinojen madde.” Müdürlerin şaşkın bakışları arasında kendini onaylarcasına başını sallayıp hamamböceğini net olarak görebilecekleri şekilde tuttuktan sonra o küçük ince bacaklarından birini koparıp ağzına attı. “Çok karmaşık bir yapısı olmasına karşın etkileri liserjik asit dietilamidine oldukça benziyor; açık ve kapalı göz sanrıları, zaman ve mekân algısında değişiklik, üst ve alt bilincin bir olup farklı bir boyut kazanması gibi ilginç etkiler oluşturuyor. Gelelim asıl noktamıza, neyi daha iyi yapıyor? Birinci olarak kullanım sonrası herhangi bir zarar oluşturduğunu görmedik. Hayvanlar dışında gönüllü iki arkadaşımız ve kendimiz


üzerinde de denedik ve ilk günkü kadar sağlamız. Hatta daha sağlam… İkinci olarak az önce yemiş olduğum hamamböceği bacağı yaklaşık 15 dakika sonra etki etmeye başlayacak ve 2 saate kadar sürdürecek. O yüzden kısa kesmeliyim. Gördüğünüz şekilde boyun kısımlarından gövdelerine bastırarak bütün organlarını kabuğundan ayırabiliyorsunuz. İğrenç göründüğünün farkındayım ama bu meret tam 80 saat etki yaratıyor.” Çılgına dönen yöneticiler heyecanla birbirlerine bakıp “80 saat mi?” diye sayıkladılar bir süre Andy sözünü bitirince. Bununla kara piyasanın altını üstüne getirebilir, hippi bozuntularına paha biçilemez bir hediye sunabilirlerdi. Henüz adı bile konmadığı için hiçbir yasa tarafından engellenemez, milyonlar kazanabilirlerdi. Her birinin gözlerindeki milyon dolarları gördü Jeff. “Evet, 80 saat!” diye devam etti sonra Andy “Jeff’in büyük havuza düştüğü günü hatırlarsınız. Aslında düşmedi, bizzat ben fırlattım. O sırada Jeff’in 48. Saatiydi ve etkilerini geçirme üzerine çalışıyorduk ve havuzu keşfettik. Bunu istediğimiz zaman durdurabiliyoruz da. Kafamızı suyun içine sokmamız yeter...” Andy sözünü bitirmeden binanın alarm sistemi devreye girdi ve hiç kimsenin bulunduğu odadan çıkmaması gerektiği anonsu yapıldıktan birkaç dakika sonra üç el ateş sesi duyuldu binanın alt katlarından. Alarm durumu geçtikten sonra olay yerine giden Andy, Jeff ve yöneticiler biri kanlar içinde, yerde yatan iki ölü adam gördüler. Onlar projelerinin gönüllü denekleriydi ve güvenliğin söylediğine göre biri aniden yere yığılmış, diğeri ise saldırganlaşıp etrafa zarar vermeye başlamıştı. Alınan dozları ve günlük raporları incelediler, oldukça normaldi. O sırada bir haber daha geldi denek hayvanlarından sorumlu olan Arnold Gusky’den: “Willy ve Billy,” dedi hüzünlü bir şekilde. “onları az önce kafeslerinde cansız yatarken buldum.” Bu kayıplardan sonra projeleri askıya alındı ve hiçbir şey olmamış gibi davranıldı. Kısa süre sonra Andy’de hastalanıp hayatını kaybedince bütün gözler Jeff’in üzerinde kaldı. Adını temize çıkarmak ve kendi hayatını kurtarmak adına başka hiç kimseyi denek olarak kullanmamak üzere anlaşıp çalışmalarını küçük bir odada

devam ettirdi. Arnold’ın el altından yardımları sayesinde büyük ilerleme kaydeden Jeff hala hayatta olsa da bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu içinde. Daha fazlasına ihtiyacı vardı. Arnold’ı çalışmalara resmi olarak dâhil ettikten sonra hamamböceklerinin kötü etkilerini ciddi derecede düzeltmeyi başardı ve ürünü tekrar tanıtmak üzere hazırlanmaya başladı. Matrak bir adam olan Arnold tanıtımı daha zevkli bir hale getirmek istiyordu. Jeff’e, adamların karşısına hamamböceği etkisinde – herhangi bir isim bulamadıkları için böyle demeyi tercih ediyorlardı.- çıkmaları gerektiğini, böylece ne kadar başarılı bir iş yaptıklarını daha net bir şekilde gösterebileceklerini söyledi ve kısa sürede ikna etti. Sadece küçük bir parça almak isteyen Jeff zorla da olsa Arnold ile koca bir hamamböceğini mideye indirdikten sonra beklemeye başladı. Arnold yerinde duramıyordu. “Hadi, Ann’in yanına gidelim.” deyip kolundan tuttuğu gibi Jeff’le birlikte beyaz floresanlı geniş koridorlarda koşmaya başladılar. Ardından asansör, üçüncü kat. Annabelle Jeff’in eşiydi, o araştırma merkezinde tanışıp evlenmişlerdi ve küçük kızları Sophia’ya hamileydi o sıralar Ann. Oraya gitmek istemiyordu. Ne dediyse Arnold’ı durduramadı ve Ann’in ofisinin önüne kadar geldi onunla birlikte. Kapının önünde Arnold’ı kolundan tutup “Fark etmemeliler, gitmeliyiz dostum.” dedi kaygılı ve kısık bir ses tonuyla. “Bir şey olmaz,” diye geçiştirdi Arnold “sadece biraz eğleneceğiz.” “Heeeey!” diye içeri ani bir giriş yapan Arnold Ann’in yanında biri olmasını beklemiyordu. Daha önce hiç görmediği o kadınla büyük kemik gözlüklerinin ardından göz göze gelince şaşırdı ve nefesi kesildi. Kadından o kadar etkilenmişti ki kapının ardından göz ucuyla içeriyi izleyen Jeff’i takdim etmeyi unutmuştu bile. Kendini toparladıktan sonra suratında büyük bir gülümsemeyle Annabelle’e döndü. “Naber tatlım, napıyorsun?” “Burada nerde?”

olmaman

gerekiyor

Arny.

Jeff

“O, şey… Burada. Böcekler işte, bilirsin. Oh hey, bir şeyler oluyor, kendimi pek iyi


hissetmiyorum.” Elini kalbinin üzerine götürerek kafasını önüne eğdi. “Gözlüklerini çıkar Arnold. Gözbebeklerin…” Arnold’ın etki altında olduğunu fark eden Anna bu şekilde dışarıda dolaşmasına kızmaya fırsat bulamadan yere yığılan ve nöbet geçirmeye başlayan Arnold’ın karşısında paniğe kapılıp bağırmaya başladı. Jeff kapının kenarında durmasına karşın zihnen bedeninin çok ötesindeydi. O sadece izleyen olabilirdi o sırada. İzledi. Arnold’ın başucunda çömelmiş ne yapacağını bilmeyen karısını, ölmek üzere olan kocasını izledi. Titremesi kesilen Arnold’ın gözlerinden çıkan siyah mor dumanları, Ann’in boğazına yapışıp onu kaskatı bırakmasını izledi. Annabelle, Arnold’ın tek bir dokunuşuyla taşlaşmış ve yere yığılmıştı. Sophia ve Annabelle birkaç hafta içinde eski hallerine dönerken bu olaydan sonra, yönetim bütün çalışmalarını imha ederek Jeff ve Arnold’ı ayrı hücrelere kilitledi. Tek iletişimleri yemek saatindeydi. Aldıkları son doz onları değiştirmişti. Jeff, izleyenlerden bahsedip duruyordu. Onları bulmaları gerektiğini, bu olanları ancak o zaman çözeceklerini söylüyordu. Arnold’ın tek elde ettiği birilerini taşlaştırma özelliğiydi gördüğü kadarıyla. O siyah mor dumanların üstüne gitmeyi denediğinde oradan çıkış biletlerinin çok da uzaklarında olmadığını fark etti. **** Duvara kazınmış hamamböceği siluetinden gözlerini ayırdı Jeff. Ranzanın kenarına gelip aşağı baktı. Alt katında yatan adam uyanıktı. Ona fark ettirmeden güvenliğin odasından çok önceleri aşırdığı arabasının anahtarını ranzanın altından almalıydı. Uyuyor numarası yaparak önce yalandan kolunu sarkıttı aşağı. Sonra uykusunda dönermiş gibi bıraktı kendini zemine. *BAM!* Ranzanın alt katında yatan herif ne olduğunu anlayamadan Jeff yatağın altına yapıştırdığı anahtarı çekip almıştı bile. Şimdi kıvranıp durumu çaktırmama zamanıydı. Yerde kendine geldikten sonra belini tutmaya devam ederek hücresinin kapısına geldi.

“Güvenlik!” “Tuvalete düştüm.”

gitmem

gerekiyor.

Yataktan

Adam kapıyı açtı ve tuvalete kadar ona eşlik etti. İşerken adamdan kurtulmanın yollarını düşündü. Oradan çıkmak için adamı indirmekten başka çare bulamadı. Bunun bir de nasılı vardı. Düşündü, düşündü… “Hey, bakar mısın? Orada mısın?” “N’oldu?” “Kâğıt bitmiş.” “Ee…” “Ee’si temizlemeden çıkamam yerlerden rulo getirebilir misin?”

bana

bir

“Nerden bulacağım senin rulonu?” “Ne biliyim? Yandaki kabinden alabilirsin herhalde.” Güvenliğin hareketlerini sessizce takip etti Jeff. Güvenlik yandaki kabine girerken o kapıyı açtı. Adam tuvalet kâğıdını sökmeye çalışırken Jeff belinden copu çekti ve adama vurmaya başladı. Kolay adam değildi. Hemen karşılık verip önce Jeff’i silahsız bıraktı sonra yere yığdı. Bir eliyle Jeff’in boğazını tutarken diğer eliyle copuna uzandı ve aldı. Elini kaldırıp tam vuracak oldu ki öylece kalakaldı eli havada. Adamın vücudunun bütün sıcaklığının saniyeler içinde içinden çekildiğini hissetti Jeff bir çift donuk göz ona bakarken. “Arnold” diye geçirdi aklından. O mu yapmıştı? Tuvaletteki bütün çeşmeler aynı anda açıldı ve şarıl şarıl sular lavabolardan taşmaya başladı. Ardından aynalar parça parça çatlamaya, kırılmaya devam etti. Jeff bunu Arnold’ın yapmadığını anladı ve boğazını donmuş adamın kaskatı kesilmiş elinden kurtarıp ayağa kalktı. Üstünü başını düzeltti ve önceden kararlaştırılan noktaya gitti, balkona. Balkon temsili bir isimdi. Havalandırma boşluğunun sonu ve çatıya geçiş için tasarlanmış bir yerdi. Ana güvenlik binasını tam karşıdan


görüyordu. Jeff kimseye görünmeden oraya ulaştığında Arnold’ı elinde sapanla korkulukların arasına çömelmiş, güvenlikleri izler halde buldu. Yanına çömeldi. Güvenliklere baktı. Biri camda üçü camın önünde, dışarıda sohbet eden 4 kişi görünüyordu. Arnold elini uzattı: ”Çeyreklik” dedi. Jeff cebinden çeyrekliği çıkartıp eline koydu. Sapanı sonuna kadar germişti Arnold. Bir gözünü kısmış büyük siyah çerçeveli kemik gözlüklerinin ardından nişan alıyordu. Sonunda lastiği bıraktı ve çeyrekliğin camdaki herifi alnından vuruşunu izledi. Adam içeriye doğru bayılmıştı ve diğer güvenlikler de ellerini bellerindeki silahlara götürmüş sağa sola bakınıyorlardı. Yere uzanıp kendilerini gizleyen Arnold ve Jeff’in isteyecekleri son şey oldu o esnada. Balkona sigara içmeye çıkan cüce doktor yaygarayı kopardı ve güvenliğin dikkatini çekti. Güvenliklerin anons geçtikten sonra bulundukları binaya koştuklarını gören Arnold yakasına yapışan cüceyi tek eliyle kaldırıp duvara fırlattı ve oradan çıkıp koşmaya başladılar. Hedefleri Arnold’ın güçlerini kullanarak araştırma merkezinin otoparkına kimsenin göremeyeceği şekilde getirip sakladığı ‘77 model “Jim Morrison”a ulaşmaktı. Otoparka en kısa yol 3. Kısımdandı. Daha teknolojik deneylerin yapıldığı kısım. Oraya ilerlerken peşlerine çok sayıda güvenlik görevlisini takmayı da ihmal etmediler. 3. Kısımın büyük çelik kapısı onlar için sorun arz etmiyordu. 2. Kısımın sonuna ulaştılar ve büyük çelik kapıya aynı büyüklükte bir patlamayla çarptılar. Jeff 3. Kısıma ilk defa giriyordu. İçerisi bilim fuarı gibiydi. Çok kalabalık ve çok gürültülüydü. Çoğu kişi kapının patlamasını duymamıştı bile. Kalabalığın arasına daldılar. En alt kata inmek için merdivenleri kullandılar, arkalarında bir düzine adamla birlikte. Otoparka indiklerinde arabayı bulamadı Arnold. Telaşlıydı. Kafasını toplayamıyordu. Neyi unuttuğunu hatırlayamıyordu. Otoparkın ortasında öylece kalakaldılar. Pek de uzak olmayan ayak sesleri daha da yakınlaşıyordu gitgide. Arnold Jeff’i bir darbeyle 10 metre kadar uzağa itti güvenlikler onun etrafını sararken.

“Tamam, yakalandım.” dedi. Ellerini başının üzerine koyup duvara döndü. Kimse Jeff’e bakmıyordu bile. Onu görmüyorlardı. Bu fırsatı kaçırmayıp yerinden kalktığı gibi bir üst kata koştu. Orada da durum aynıydı. Kimse görmüyordu onu. Asansörlere gitti. Bildiğimiz asansörler değil. Işınlanma projelerinden birinde üretilmiş prototipler. İçine çekilmek için ufak bir platformu bulunan küçük “Stargate” kapıları. Gideceği yerde başka bir tane olmasına gerek yoktu bu kapılardan. Kapı bizzat kendini taşıyordu. Yeşil ışıklı platforma zıplayıp aşağı kata ayarladı Jeff. Kapının içine çekildi, sonra dışarı itildiğini hissetti ve Arnold’ı gördü karşısında. Kolundan tutar tutmaz kendini tekrar kapının içine attı. En üst kata çıkmışlardı. Bu onlara birkaç dakika zaman kazandırmıştı. Arnold yaptığı büyüleri hatırlamaya çalıştı ve bulduğunda “Tabi ya!” diye bir tepki vererek elini havaya kaldırdı. “Anahtar” dedi. Jeff arabanın anahtarını cebinden çıkarıp verdi. Arnold anlatmaya devam etti: “Otoparka inmemize hiç gerek yoktu ki. Araba hiç orada olmadı. Yani orada ama değil işte. Anladın mı?” Şaşkın bir ifadeyle baktı Jeff. “Dur göstereyim.” 3. Kısımın girişindeki büyük çelik kapının olduğu yere yakındılar. Arnold gözlerinden siyah mor dumanlar çıkartmaya başlamıştı yine. Yakınlarındaki duvara doğru ilerledi. Anahtarı aynı dumanlar eşliğinde duvara soktu ve çevirdi. Bir kapı gibi açılmıştı beton duvar. Duvarın ardı az önceki otopark gibi gözüküyordu. Ve “Jim Morrison” tam karşılarındaydı. Arabayı çalıştırıp hiçbir kovalamaca yaşamadan oradan kaçtılar. Onlara mahkûm muamelesi yapan o sözde araştırma merkezinden kurtulup Amerika’nın çöllerinde gecenin karanlığına karıştılar. Devam edecek…

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com



Bir İçim Su Yeşil yapraklarla süslenmiş Bayrak rengi kirazlara uzanırken Tomurcuğa duran gelincik gibi Bir ak güvercin olurdu ellerin Ay dalgalanırdı saçlarında Bir buket aşk kokardın Tenine yağmurlar vururdu Okyanus serinliği sinerdi yüreğime Erirdi bakışlarında ayın helezonları Ve sonra… Renk olurdun rüyalarıma Yosun tutmuş taş gibi Gözden akan yaş gibi Yalnız, ilgisiz Hissederdim kendimi Sevgiye kurban ederdim Papatyaları… Anlatamazdım söz ile saz ile seni Hazan olmuş gül gibi Sönerdi kelimeler Dudağımda kalırdı Birkaç aşk kırıntısı Özetlerdim güzelliğini: Bir kelebek gibi masum Bir içim su gibiydin…

Birkan Akyüz birkanakyuz@kulturcikmazi.com (“İçime Gül Damladı” Kitabından)


Ağır Aksak Gitmek kokusu sinmiş havaya, hüznün rengi günbatımında… Üşütüyor her biri, alışamıyorum. Alışamadıkça çürüyorum. Çürüyüp, yıllardır atıl vaziyetteki bir hayvan leşi gibi bekleyeduruyorum. Öylesine hareketsiz, ölesiye kimsesiz. Adım atacak olsam, ağır aksıyor ayağım içimin kuyusuna düşeyazıyorum. İçimin en kuytusuna... Yıldızları basamak belleyip tırmandıkça geceye, tırmalıyor beni anılarım. Tutup kendimi bir kez daha, içimin kuytusuna kendim atıyorum.

Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com


Yabansı Çevrim Alışılagelemiyor Sevgilim Kolalı gömlek kokusu, an ve babam Bıçak sırtı kambur Heybeden özlemekler çıkar Sapla ki solgun çiçekler yemenisidir annem. Kırışık yollar, fi tarihli yakalar, Otobüs camında iki göz yansıma Kaslarımı bir fincanda ufalamak gayretim. Tahta gardırop salıncak, hatta an ve babam Naftalin bir cep süblimleşebilir sevgilim Şehrin kaldırım taşları müptezel Özlenebilir memleketi insanın Başka bir insan tarafından Susmak kumaş virgül, Alnımda Yehuda damgası İnsanlığın değildir bu, İsa’nın miladı dolan Zamanın histerisi tutan dervişi Erotik şiirler yazma telaşındadır Ellerinde gıcırdayan zevk nidaları, iki damla kan hatta an ve babam Yabansı çevrim alışılagelemiyor sevgilim Kas ve kemik birlikteliği elbet bizimki Yahut kısa metraj hayat s*ktiri Safranbolu’dan Trabzon’a etini satmaya gelmiş Çömlekçi kasabına Bulgar’ın biri Vantilatör algoritması, türetilmiş gölgeler, prematüre yalnızlık Bir gecekonduyu kundaklarsa şimdi Anla ki çırılçıplak kalabilir insan Başka bir insan tarafından Bu nerden baksan Bulgarca Otobüs camında iki göz yansıma, yanağı adam kezzabı, Anlattı ve güldü, Herhangi bir kromozomu eksikti Bazı şeyler için Türkçe ’den başka dil bilmene gerek yok dedi Otobüs ki Sağrısı delik bir hayvan gibi yan dönüyordu Kolalı gömlek kokusu, kravat sargı hatta an ve babam. Bir yüzü babama benziyordu, bir yanağı adam kezzabı Hatırlatabilir Zaman dervişi, kara tahta tebeşiri, mobilya matkabı, Eş zamanlı ıslık ve sigara üflenişi, başka bir adamı Ama adamlık tarafı değil. Bir yüzü babama benziyordu, bir yanağı adam kezzabı.

Mustafa Salman Misafir Yazarımız


2014 - Prater/Viyana

Selin Çelen


Seher Yelindeki Kadındı... Kadınlığı Biçti... Gördüğüm karaydı, koyu kumral saçlarını… Başka bir hüzün taşıyarak girdi köşedeki bekleme durağına… Kaçırmamıştı da bekleyişi… Telaşını yine de örtememişti uzun, upuzun tırnakları… Çizikleri görünürdü, görmesini bilene… Güneşin parlattığı karalıklı başaktı… Kadındı… Dumanı çekerken ki hali ele verirdi tende var olmuş kadınlığı… Narin parmakları yaşamayı bilmediğini de hesaplardı… Parmak hesabı yapamayacak kadar yorgun olan bilekleri sürümsüz bir boranda sürüklenmiş, kanamış, yine de sırtını dönememişti… Emin olamadığı elleri, bedeninde dolaşırken o en çok kirpikleri içmek istemişti… Kirpikten düşen bir damla, başağın dirimi olacakken, kuraklığa bile razı olmuş, çöldeki bir başka kadına sığınmıştı… Yaralıydı saç dipleri… Kıyıcılar siyah giyinir, siyah soyunurdu. Hâlbuki günsüz günlerden birinde gecenin rengini giymişti… Karalığı karın boşluğuna öteleyerek… Usulca fısıldamıştı çöldeki kadına “Gündoğdu boranı doğurdu. O bu kadar kuvvetli bir fırtına değildi aslında, adının farkında değildi çünkü” adsız bir adamı dirimine gönüllü bu kadın, başaktı, bereketti, savrukluğun tanrıçasıydı… Yaşlıksızdı… Karadaki sarı, söyledi kulak diplerine “çünkü dirimini sen sağladın… Sende var olan nasıl tufan olmaz ki sen kasırgasın.

Adı yoktu var ettin, sevgisi yoktu sevdin. Sıcaklığını tetikledin ve tetiği çektin” Dönmek mecburi yön olmuşken, karanın boran, sarının ümidi ateşledi, gidemezdi… Gün akşamlıdır… Boran başaklı… Telaşın arafında kalakaldı… Boran ıslattı, o titremedi, ilikleri sırılsıklam… Yetinmek durumu var olmamalıydı, yok etti… Razılığa kıydırdı canını… Yüreği kelimelerle boşaltamayacağı kadar dolu, dişleri öğütemeyeceği kadar tırtıklı… Çekti dumanı, yuttu kelamları… Kumlar uçtu… Yağmur, çamuru temizledi… Başak gümüşleşti, boran dirildi… Bakır renkli bade içilirken koyu mavide, o daha çok susadı… Kumlarla ıslanmış saçı yapıştı dudağının büklümüne, kaldı orada ukdeli birkaç ah… Ah etti çıplaklı gerçeğe… Teni içti… Yudumlamadı, yuttu… Parçalamadı eritti… Kadındı… Başaktı… Namluydu… Tetiği çekti, dirimi diriltti…

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com



Kurtalan Ekspres Barış Manço ve Cem Karaca’yı seviyorsanız bu grubu da seviyorsunuz demektir. Adeta yıllanmış şarap gibiler… Anadolu Rock’ın kurucularından olan Barış Manço’nun 1972 yılında kurduğu ve vefatına kadar beraber çalıştığı grubudur. Kurtalan Ekspres adını o dönemde tren raylarının doğuda ulaştığı en son durak olan Siirt’in Kurtalan ilçesinden alır. Grup 1972 yılından bugüne kadar pek çok kadro değişikliği yaptı. İlk kurulduğunda Murat Ses, Celal Güven, Caner Bora ile başlayan grup daha sonra Kılıç Danışman ve Ahmet Güvenç’in katılımıyla şekillenen kadrosuna, 1978 yılında Ömür Gidel ve Bahadır Akkuzu dahil oldu. Kurtalan Ekspres, Barış Manço ile Türk Rock müziğine birçok yenilik getirdi. Kurtalan Ekspres, sadece sahnelerde değil, Barış Manço’nun sunduğu TV programlarında da yer aldı. “Barış Manço ve Kurtalan Ekspres” hem icra ettikleri müzik ile hem de görüntüleri itibariyle daha o yıllarda efsane olmanın muazzamlığını yansıtıyordu. Barış Manço’nun vefat etmesiyle birlikte, grup Cem Karaca ile çalışmaya başladı. Manço vefat etmiş dağılır bunlar denmiş olmasına rağmen hala günümüzde kaliteli müzik yapan sayılı gruplardan biri. Bu 40 yılı aşkın sürede Türk müziğinin büyük emekçilerine elveda dedi. Bahadır Akkuzu’nun yerine kardeşi Cihangir Akkuzu geldi, Celal Güven’den geriye ise Bülent Güven kaldı. Bu yönüyle Kurtalan Ekspres babadan oğula, abiden kardeşe geçen bir miras gibidir. Yıllar içinde oldukça fazla eleman değişikliğine gitse de, usta bas gitarist Ahmet Güvenç’ten başka orijinal Kurtalan Ekspres yolcusu kalmadı. Ocak ayında Kurtalan Ekspres’in resmi Facebook sayfasında paylaştığı bir gönderiyle Can Bora Genç ile devam etmeyecekleri duyuruldu ve yerine Tolga Akyurt geldi. Ahmet Güvenç, Cem Yalçınkaya, Sefa Ulaştır, Bülent Güven ve Tolga Akyurt grubun şuan ki kadrosunu oluşturuyor.

Birçok albüm çalışmasına imza atan grup geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Barış Manço, Cem Karaca ve Bahadır Akkuzu anısını hazırlanan “Göğe Selam” albümü birçok usta müzisyeni bir araya getirdi. Son olarak Şubat 2014’te piyasaya sürülen “Göğe Selam 2”ile geride kalanlara ithafen güzel bir oluşum içerisine girildi ve ortaya yine ses getirecek bir albüm çıktı. Kısacası buram buram emek kokan ve koleksiyonunuza koymanız gereken albümlerden.

Albümleri 2023 (1975) Baris Mancho (1976) Sakla Samanı Gelir Zamanı (1977) Yeni Bir Gün (1979) Disco Manço (1980) Sözüm Meclisten Dışarı (1981) Estağfurullah Ne Haddimize (1983) 24 Ayar (1985) Değmesin Yağlı Boya (1986) Live In Japan (1995) 3552 (2003) Göğe Selam (2011) Göğe Selam 2 (2014)

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com


Kurtalan Ekspres’ten “Ahmet Güvenç” Röportajı Merhabalar, röportaj isteğimizi geri çevirmediğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizin gibi büyük bir gitaristle röportaj yapmaktan dolayı çok mutluyuz. - Kurtalan Ekspres’in aklına “Göğe Selam” albümü nasıl geldi?

Akkuzu, Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni, Aşık Veysel, Yavuz Çetin, Kazım Koyuncu gibi.

- Her konserde kaybettiğimiz kişileri anıp alkışlatıyor ve onlara selam gönderiyoruz. Bu çok değerli parçaları çeşitli solistlere söyleterek bir albüm yapalım dedik.

- Yurt dışında çalıştığınız dönemde, Türkiye’ye geri dönmek aklınızın bir köşesinde miydi, yoksa olaylar kendiliğinden mi gelişti?

- Albüme koyulacak seçtiniz, kriterler nelerdi?

- Ben kendimi yanlış anlaşılmasın diye vatansever olarak tanımlıyorum. İngiltere de kalsam bir İngiliz grubunun basçısı olacaktım. İyi ki ülkeye dönüp Dönence’yle Gülpembe’yi yapmışım. Pek çok genç bu parçalar sayesinde bas çalmaya başladı. Tüm bilgilerimi yeni nesillerle paylaşabilmek için Nişantaşı’nda sevgili Gülen Andak ile Milli Eğitime bağlı Müzik ve bale akademisi açtık. Halen orada bas ve armoni dersleri veriyorum. Yani misyonu sonuna kadar götürmeye kararlıyım.

parçaları

nasıl

- Kaybettiğimiz değerli bestecilerin parçalarını kullandık. Barış Manço, Cem Karaca, Bahadır

- Cem Karaca ile çalışmaya başlayalı henüz 20 gün olmuşken, Kurtalan Ekspres’e geri döndünüz. Bu birlikteliğin sadece 20 gün sürmesinin sebebi nedir?


- Bu olayda tek değildim. Yanımda Kurtalan’dan Caner Bora, Oktay Aldoğan ve Fehiman Uğurdemir de vardı. Sevgili Cem’in o zaman ki görüşünün (müziğin politik slogan olarak kullanılması) olduğunu anladığımda yolları başlamadan ayırdık. Benim işim hayatım boyunca sadece ve sadece elimden geldiği kadar iyi müzik yapmaya çalışmak oldu. - Bildiğiniz gibi bu sayımızı Barış Manço ve Cem Karaca anısına hazırladık. Bu özel sayıda ikisi için de neler söylemek istersiniz? - Barış beraber olmaktan çok gurur duyduğum, pek çok fikir paylaşıp uyguladığımız inanılmaz derecede çalışkan, herkesin en iyi tarafını alıp onu çok güzel ambalajlayan, gayet kültürlü, her konuda konuşabileceğiniz çok değerli bir dosttu. Zaten başka türlü olsa bu beraberlik 25 yıl sürmezdi. Cem Karaca’ya gelince, biz daha “Grup Bunalım” ile amatör olarak yazlık sinemalarda çıkarken tanıştık. Bize 15 konserde kendilerinden önce yarım saat çalma şansı verdi. Sonra da “Taş Var Köpek Yok” adlı ilk 45’liği yapmamızı sağladı. Yani beni profesyonel müzik hayatına ilk sokan Cem Karaca’dır. Barış’ı kaybettikten sonra kendisiyle “Cem Karaca Kurtalan” olarak 3 yıl beraber çalıştık. Hakkı ödenmez. Her iki üstat içinde söyleyebileceğim tek cümle “İyi ki vardınız. Sizinle beraber olabilmek benim için daima bir ayrıcalık ve onurdur.” Hayatımın sonuna kadar her konserde onları alkışlatıp beraber yürüttüğümüz misyonu yeni nesillere iletmeye çalışacağım. - Son dönemlerde yapılan hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

müzikler

- Geçen sene bir röportajınızda “Göğe Selam 3 gelir mi?” sorusuna takviminizde yer almadığını belirtmiştiniz. Bu konu da bir değişiklik oldu mu veya yeni bir albüm hazırlığı var mı? - Olayı pehlivan tefrikası gibi uzatmak fikrinde değilim. Her şeyi tadında bırakmak daha iyi ama yakında duyacağınız yeni projeler var. - Sizi dinleyebileceğimiz en yakın durak neresi? 07 Şubat Baraka Haluk Levent ile - Ankara 12 Şubat Hard Rock Cafe - İstanbul 13 Şubat Shaft Bar - İstanbul 14 Şubat Beylikdüzü Belediyesi - İstanbul 18 Şubat Şevval Sam ile - Bursa Nilüfer Belediyesi Kültür Merkezi

- Yorum yok. Rock müzik bir moda değil, bir yaşam felsefesidir. Ülkemizde yayılmaya başlaması gelecek için çok ümit vericidir.

(Daha fazla bilgi facebook.com/KurtalanEkspres bakmanız yeterli olacaktır.)

- Kısa süre önce Umut Kuzey ile, Gibi Gibi parçasına güzel bir klip çektiniz, aldığınız tepkiler nasıldı?

- Bizi kırmayıp sorularımıza verdiğiniz içten cevaplar için çok teşekkür ederiz.

- Biz bahsettiğimiz albümlerde bizimle olan her şarkıcı arkadaşımızla klip yapmak düşüncesindeyiz. Bu da onlardan biri.

için sayfasına

- Ben teşekkür ederim.

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com



Yine Bir İntihar bu yıl senin yılın diyor astrologlar. bizim için bir mutluluk ajandası bile yapılmış. eğer; "mutsuz'a bakacak kişi" ile "beni bağışlayacak kişi" aynı ise buna gerçekten inanabilirim. anlıyorsunuz değil mi? kişisel gelişim kitapları geliştirmiyor kişiyi. yalnızca insan, biraz daha iyi anlıyor kendine yetemediğini... "sakinleş!" "geçmişi bağışla!" "sevecen ol!" "bazen alışılmışın dışına çık!" "dert etme!" "ne istediğine karar ver!" "ileri git!" "hangi yöne gittiğini bil!" bu sloganların hiçbiri hayatımızı iyileştirmeye yardım etmiyor çok yazık ki. bilemiyorum, belki tost makinesinden “freddie kartı” geçirebilirsek tek çekimlik "we are the champions"lı tostlar yeriz ve; daha mutlu olabiliriz. -ne olur biraz iglolara aldır...bakmayın; ekinezya çayı da geçirmiyor gribi biraz tarhana çorbası, alternatif tıbbın alternatifi… evet işte biraz da minimal düşünmeli. zira herkesin kişisel gelişimle gelişmeleri ürkütüyor beni. kimmiş peki o başkaları? kime hitap ediyorsun ey kişisel gelişim kitapları? kaldırım taşlarını söküp bir faaliyette size hediye etmeyi bekliyorum. bir de doğa bu denli yiyip bitirmişken kendini natürmort bir tabloyla yanınıza gelmem oldukça basit. öyle değil mi? işte bakın bu güçlü kılıyor beni. sahi; dilek güreşimizi kim yenmişti? Tipnot: 7'li cüce ölçüsüyle kaleme alınmıştır...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


2014 - Salzburg/Avusturya

Selime Göç

2014 - Paris/Fransa

Selime Göç


Sendromik Devinimler Bir şeyler duyuyorum, Maksadını aşan şu densizlere de bak Aktarılması güç şeylerle karşılaşıyorum, Bana karşı mel’un bir tavırları var, Aralarından hemen sıyrılıyorum. Yürüyorum düşünmeksizin, Bu caddeden kaç kez geçtim biliyor musun? - Nereden bilirim der gibisin, bende bilmiyorum. Bir ara meteliğe atacak bir taşım dahi yoktu, Orada akşam bekledim, soğukta, Sokak lambasının titrek yansıyışı altında, Tam karşıda, tam orada, o dakika da, Telefonumu şarj etmek için kıraathaneye girdim. Yalnız kulaklarımı tıkamış düşünüyordum, Kimi düşüyordum biliyor musun? - Nereden bilirim der gibisin, zaten hatırlamıyorum. Bir ara buram buram hüzün sardı kafamı, İçmek isteyip içememiştim, Ne zaman uygundu, ne de gücüm vardı, Şık giysili insanların arasında bir hayli tarumar idim, Bir konuşma yaptım uzun uzadıya, Orada kaç şeyden bahsettim biliyor musun? - Nereden bilirim der gibisin, elbette durup durup saymadım.

Hamid Yıldızgil hamidyildizgil@kulturcikmazi.com


Ana Tokadı, Bebe Topuğu: Yazmak Düşünüyorum, konuşuyorum, görüyorum, okuyorum, yazıyorum öyleyse varım. Şimdiki zamanla kurulmuş ve doğrudan doğruya kişinin kendisini ifade eden bu eylemler, var olmak endişesini taşıyan her bireyde farklı tezahür edebilir; düşünmek, konuşmak, görmek, okumak, yazmak ve niceleri… Tüm bu kavramları irdelemek yani sebep ve sonuç ilişkilerine değinmek, elbette ki benim harcım olamaz ki zaten bulunulacak çıkarımlar da otorite sorgulatacaktır. Gayem otorite kabulü ya da mevcut kaosu çözüme kavuşturma arzusu da değil. Ancak sayılan kavramlardan birisini, belki de en çok ele alınması gereken “yazmak” mefhumunu kendimce sorguluyorum. Bunu şu an aleni bir şekilde gerçekleştiriyor olmam ise, aranızda benimle aynı noktalarda soru işaretleri barındıranlara, meselenin benlik nedenlerini sunacak olmamdan kaynaklıyor. Başta belirtmeliyim ki okuduğunuz yazı, bilgilendirici ve didaktik’akademik yazı’ların önemine veya gereğine temas etmek değil, yazmak meselesinin insanın iç evrenindeki serüvenini anlatmaya yöneliktir. Biliniz ki, yazmak üstüne nev-i beşer arasından bir insancığın fikriyatı şunlardır; Neden yazıyorum? Biliyorum, insanlığın en muteber uğraşlarından olan bir mesele bu. O mertebesi çok yüksek söylenmişliklerin tahtında gözüm var sanılmasın; bilakis, onların varlığında yer bulabilmek düşüncesini bile hadsizlik sayar ve hicap duyarım. Ancak hâlâ bu husus üzerine söylenebilecek sözler varmış demek ki, ben de

ızdırabımı paylaşabiliyorum. Evet, ızdırap; çünkü rûz-i mahşere kadar bulutların hiç sonu gelmeyecek ve biz kum tanelerini asla sayamayacağız. Ama bu sonsuz diyebileceklerimi sonlulaştıramamamın ıstırabı değil; bu, “yazmak” meselesini ne derece anladığımın ve anlatabileceğimin ıstırabıdır. Neden yazıyorum? Var olmanın ispatlarından birisi midir yazmak? Salt varlığını kanıtlamak için mi yazar insan? Hayır. Düşünebiliyor olmamızın farkına vardığımız anlardan itibaren söylenegelen; “’İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliği düşünebiliyor olmasıdır.” cümlesini okuttular bize yahut biz okuduk bir yerlerde. Doğrudur da bu tespit, fakat eksiklikler var; eğer yalnızca kısıtlı bir “düşünme” olsaydı bizim farkımız, o vakit Kabil, Habil’in katlini gerçekleştirmesinin akabinde, aynı rolü paylaştığı karganın diğer kargayı toprağa gömüşünü taklit etmeden gömebilirdi. Demek ki hayvanlar da düşünebilir; hatta bazen yol dahi gösterebilecek derecede. Ne var ki hayvanlar düşünebildiğini düşünmenin hazzına ulaşamazlar. Ancak eşref-i mahlûkat olan insandır düşünmenin anlamına mazhar olan; kaderi düşünür, ölümü düşünür, birbirleri içerisinde tezatlık oluşturan çok şey düşünür, öyle ki diyalektiğe kafa tutar bazen, hele yok olmayı düşünmek… Dolayısıyla dille, sesle ifade edemez beynindeki akşam pazarlarını kolay kolay, sanki sessiz kalsa değişecekmiş gibi mukadderatı. İşte böylesi kargaşalarla başlar yazmak macerası. Bu


macera, salt varlık kanıtlama çabası olmasa gerek. Tohum, belki somut olarak bitkilerin idamelerini sağlayan bir vasıtadır. Peki ya bizim tohumlarımız… Şu yazılanları okuyan sizler belli ki insanın kutsiyetinin idrakine varmış ve kutsiyeti katmerleştirmek adına eylemde bulunmaktasınız. Ne güzel… Çünkü; “Eylem gerek tohumu çatlatmak için…” ve yine sizler şu an satırları okuyarak tohumu çatlatıyorsunuz ve belki birazdan tekrar yazarak çatlatacağız. Sen ve ben… Siz ve biz… Nasıl ki zamanı gelen tohum kendinden başka bir şeye dönüşecekse, bizler de vakti gelince içimizdeki tohumları başkalaştırmak zorundayız. Kafka bu zarureti çok da iç açıcı olmayan Gregor Samsa’sına yaptırdı. Şayet biz yapmazsak, tohumumuzu içimizde büyütür de çatlatmazsak, dallarının kalbimizi deşmesine tanık oluruz. Sonrası hüsran… Çatlatmak yani infilâk. Buyurun size “yazmak”… “Yazmasam deli olacaktım…” Sait Faik’tir cümlenin sahibi; “…hiç yoksa şu inkisarı kağıda geçir sonuna kadar yaz…” İsmet Özel’den; “Mısra benim haysiyetimdir” Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir bu cümle de. Adı geçen üstatlarımız yazmak üzerine bir şeyler söyleyenlerden yalnızca üçü. Üç isimden hareketle düşünelim biraz; Sait Faik bahsettiğimiz tohum meselesinin gereğini tam zamanında yerine getirmiş olmalı. İsmet Özel inkisarını (kırgınlıklarını) belirtmede yöntem olarak yazmayı seçmiş. Yahya Kemal ise yazıya başlı başına bir mânâ yüklemiş ve onu haysiyet meselesi haline getirmiş. Hal böyle iken, “neden

yazıyorum?” sorusu sanıyorum kısmen de olsa cevap bulmuştur. Şüphe yok ki insanî ihtiyaçlardan bir tanesi de yazmaktır. Yaşamdaki doğal gerekliliklere muhalif bir tavrımız yoksa eğer; acıkınca spor yapmaz, yemek yeriz. Üzüldüğümüzde kahkaha atmaz, sükûnete bürünürüz. Uykumuz geldiğinde dans etmez, uyuruz. Haliyle kimse de sorgulamaz “niçin?”ini. Yazmak dediğimiz konu da adı geçen kıstaslar dahilinde kıymetli bir mevkiye sahiptir. Dolduğumuzda azalmaz, taşarız, akarız beyazın çıldırmış zeminine, yazarız. İşte “yazmak”… Yazmak anne tokadıdır, bebek tekmesidir. Anne tokadına küsülürse, bebek topuklarının da önemi kalmaz. Hemdertlerim, ben ıstırabımı unutmadım, siz ne kadar sürede okuduysanız bir miktar fazlasıyla dışarı yolladım ve sona geldiğimize göre tekrar çağırmamın zamanı gelmiş demektir. Netice itibariyle buhranlar, mütemadiyen olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Müzisyenler buhranları melodileriyle, Ressamlar çizimleriyle, Edipler yazdıklarıyla izhar ederler. Ne mutlu -ünenlere, -unanlara, -enlere ve yazanlara… “Yazmak, kıldan ince ve kılıçtan keskin”. Sevgili Kültür Çıkmazı ailesi ardı ardına dizilmiş bu cümleler yazının başında da ifade ettiğim gibi meselenin benlik kısmıydı. Unutmayın, yazmak hiç yoksa yazılan süre zarfında özgürleşebilmeyi mümkün kılar. Bi’ttecrübe sâbit… Zamanınızı paylaşıyor olmak büyük mutluluk. Teşekkür ederim. Hoşça yazın...

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


İnce Çizgi Sarmaş dolaş otururken birden bana “hayal et şimdi bir paraşütteymişiz gibi” dedi. Ürperdim korktum bir an, sonra onun yanımda olacağını bildiğimden cesurca hayal ettim o sahneyi. Hissettim o anı. Sonra aklıma geldi benim yüksekten korktuğum, gözlerimi açtım yavaşça bana bakıyordu. “ssh kapat gözlerini ve hayalini kurmaya devam et” dedi. Yüksekten korktuğumu bile bile neden bana böyle bir hayal kurduruyor ki diye düşündüm. Düşündükçe cevabını bulamadım aman dedim vardır bir bildiği. Vardı bir bildiği. O hayalde benden nasıl uzaklaşabileceğini hissettiriyordu bana. Paraşütte ikimiz, çok yükseklerdeyiz korkudan her yerlerimin titrediğini göre göre tutup korumuyordu beni. Ben ona sokulmaya çalıştıkça kaçıyordu benden. Şaşkın, korkulu gözlerle etrafa bakınıyordum. Ne yaptığını anlamlandıramadığım bir hayalin içinde tek başıma hissediyordum. Derken kurduğum hayalimde tektim artık. Göremiyordum onu, hissedemiyordum. Bir boşluktaymışım gibi hissettim, sanki biri gelip uçurumun kenarından itmişti beni. Gözlerimi açmak istiyordum ama ısrarla bu hayalin sonunu merak ediyordum. Ben korkulu gerçeğimle yüz yüzeydim hayalimde. Güvendiğim insanı hayalimde bile göremiyordum yanımda. Oysa şuan tamda sarmaş dolaş oturuyorduk kanepede. Birden aklıma beni ayrılığa hazırladığı geldi. Ya öyleyse diye düşünürken, gözlerim korkuyla açıldı. Gözlerimiz buluştu. Gerçekleri anlamış gibi söze atıldım.

Susturdu beni. İki dakika önce gülüp eğlendiğim kişi bir yabancıymış gibi gözlerini kaçırıyordu şimdi. Hani derler ya insanı en çok sevdiği üzer diye. Oysa beni ne kadar sevdiğini önemsediğini söylüyordu 10-15 dakika önce. Anılarımız, tecrübelerimiz vardı bizim. Söz vermişti hem bana daha neler öğrenecektik beraber daha neler yaşayacaktık. O söylemeden terk etmek istedim onu. Üzerime ağırlık çöktü yapamadım. Gözlerimden yaşlar akmak istedi durdurdum. Yağmurlu İstanbul gecesine ne de yakışır bir sahneydi bizimki. Saatlerce konuşmadan durduk dip dibe. Tek bir kelime bile çıkmadan oturduk saatlerce. Sigaranın biri bitti diğerini yaktı artarda. Oysa zaten o bırakıp gidecekti sigaraları neden o kadar çok içti ki? Söylenecek tek bir kelime bile yokken gözlerimiz konuşuyordu. Anlıyordum onu. Bana hayalimde hissettirdi biteceğini bu ilişkinin. Herkes yalnızlığı yaşamalı. İhtiyacı vardı yalnızlığa, bensizliğe. Üzerimde bir tişört ve eşofmanla bahar yağmurunun altına attım kendimi. İstanbul’un ara sokaklarında yağmura inat hızlı hızlı yürüyordum. Birilerine ihtiyacım olan bir anda o kadar yalnızdım ki. Öyle güzel anılar biriktirmiştim ki onunla hatırladım yalnızlığımda. Hatırladıkça güldü gözlerim. Anılarımı kaybetmemek için yalnız kalıyorum bu sefer. Onlar sahipsiz kalsalar yok olurlar çünkü.

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


Bir Muma Benzer Sevmek Birini çok seversin, kendinden bile vazgeçersin. Beklersin iki gün, üç gün, bir ay, hatta bir yıl… Sonra umudun bir mum gibi erir biter. Cılız bir ışık kalır geriye. Sönmemesi için avuçlarının arasına alırsın. Ama açtığında çoktan sönmüş olduğunu görürsün. O zaman anlarsın ki sen sadece o mumun içindeki ipmişsin meğer. Sert görünüme aldanıp güvendeyim sanmışsın. Ama mumla beraber sende eriyip yok olmuşsun. Geriye kalan sadece mumluktaki mum izleri kalmış… Mumluktaki kırıntıları toplayıp eriterek, tekrar muma dönüştürmek zaman ister, yeni bir kalıp ister. Tıpkı sevda gibi... Eskimiş sevdanın kırıntılarından da aynı şekilde yeni bir sevda yaratmak için, yeni bir kalp ister. O kalpte

yeniden şekillenmek ister. Bulunmazsa eğer, bir köşede kalır ve kurur gider. Mumluğun dibine yapışır ve mumluğu da kullanılmaz yapar. Sevmek böyle bir şeydir işte, yenisi gelmezse o kişinin kalbine sadece acı verir ve kalbi de sevmeye küstürür. Hiç uğraş vermeden yeni bir mum alınırsa şayet, ya ipi kısa olur ya da mumu kullanışsız. Çok para verirsen, iyisini alırsın. Sevmek de böyle bir şeydir işte, uğraş vermeden elde etmeye çalışırsan, elinde kalıverir. Tıpkı kısa mum ipi bittiğinde elinde boş mumun kaldığı gibi... Bir muma benzer sevmek, ışığı cılızdır bazen ama başucuna koyduğunda titreyen ışığı eşliğinde manzarayı seyretmek bir cam önünde ya da sohbet etmek sevdiğinle. O ışıktan kat be kat büyüktür...

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Şahsi Yalnızlıklarım 5 Sevgili gezegenim Dünya! Yaşattığın hayatın tadı, tuzu yok Yine de eline sağlık Zahmet verdik... Sevgili yıldızlar Mutluluk simülasyonları Manyak mısınız? Size hayranım fakat, çocuk parkına çevirdiniz gökyüzünü. Biraz ciddi olun! Sevgili yalnızlık Orta Çağ artığı özgürlük müsveddesi Hiçbir zaman seninle olmaktan keyif almadım, bil... Benim için; zevksiz ve sıkıcı birkaç saniyeden fazlası değilsin. Olamayacaksın da asla... Uzun uzadıya yazdıklarına bakma sen Alelade birkaç şiirden fazlasını hiç hak etmedin Şimdi; sana dair ne varsa al ve defol git hayatımdan... Sevgili sonbahar Kadim dostum! Yaz herkesin g*tünü biraz kaldırıyor, farkındayım bunun Kendini o aptal mevsime karşı gururla savun Yılma! Kimsenin mutluluğu seni aldatmasın Çoğu geri zekalı, entelektüel tipler işte İnanıyorum sana Bu düzen değişecek bir gün ve bunu sen başaracaksın... Ve sevgili kalem! Sahiden silgi, ruhun tesellisi mi?

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com


2014 - Ordu/Türkiye

Pakize Bektaş


Ray Harding Bölüm 1: Aramıza Hoşgeldin! Memur Ray, o sabah kahvaltısını çok da iyi yapmamıştı. Aslına bakarsanız son bir hafta içinde pek çok kez bu durumla karşılaşmıştı bünyesi. West Hampstead’ın sessiz ortamını arar olmuştu. Manor House’a atandığından beri. Ancak bunu kendi, istemişti. Bir polis memuru için en can sıkıcı durum, şüphesiz emekliliğin tadını çıkaran ihtiyarlar ile eski günleri konuşmaktır. En azından Camden’ın heyecan sahibi ihtiyarlarını tercih ederdi.

- Ray, merak ettim de beni aramışsın. - Aradım. Haber vermek istedim. Akşam Tower Bridge’in kenarında güzel bir mekânda ikimiz için rezervasyon yaptırdım. - Hayatım, benim için en ideal insan olduğunu o zaman anlamıştım. - Akşam 8’de Borough Market’in önünde buluşalım sevgilim.

Yeni müdürü Hamilton da onun bu yeni “hareketli” çalışma temposuna uyum sağlamasına oldukça yardım ediyordu. Akşam’a çok sevdiği biricik eşiyle birlikte olacaktı. Evlilik yıldönümüydü bu. Şimdi polis merkezine adım atmıştı. Ekip arkadaşı Tom, “Günaydın” dedi. Ray, etrafına baktı ve “Günaydın” dedi. ”Dün gece oldukça zordu ” diye ekledi. ”Kesinlikle” diye girdi lafa Hamilton.

Ray, telefonu kapatmıştı. Ancak talihsizlik bu ki şimdi telsizden anons geçiyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Müdür Hamilton talimat vermişti. Akşam üstü Tottenham metro istasyonuna baskın düzenlenecekti. Yüklü miktarda Eroin ele geçirmeyi umuyorlardı. Ve operasyonda bir tek eksik olursa, Hamilton, tüm ekibi Greenwich’e kadar koşturacağına dair yemin etmişti. Yapardı da…

“Ray, Artık bu hareketli yaşama uydurmak zorundasın.” diye de ekledi.

Ne olacaktı şimdi? Amirden izin almak Başbakan Johnson’la görüşmek kadar zordu. Belki de fazlası… Ancak eşinden ne kadar ideal bir eş olduğuna dair iltifatları duyduktan sonra da arayıp “Alo! Hayatım, akşam yalnızsın, haberin

ayak

Ray, telefonun çaldığını gördü ve istemsizce işaret ettikten sonra cevapladı; Alo Hayatım?


olsun. Ben, geceyi bir düzine eroin mafyasıyla geçirmeyi planlıyorum.” demek istemiyordu. Ne yapacaktı?

Bu sırada Ray, hala bir kurtuluş yolu bulamamıştı ve bulmak konusunda çok başarılı da değildi.

Şimdi içeri Hamilton, girmişti. Sağa, sola baktı.

Açıkçası artık vazgeçme noktasına gelmişti. Durdu ve içinden “Tamam, şimdi arayacağım ve son dakika da bir pürüz çıktığını haber vereceğim. Eminim ki anlayış gösterecektir.” dedi.

- Hey Ray! Ne yapıyorsun orada? - Efendim, Operasyon hakkında araştırma yapıyorum. - En iyi öğrenme yolu tecrübe etmektir. Akşam bolca bilgiye sahip olacaksın zaten. - Bugün, eşim ve benim evlilik yıldönümümüz. Belki de… - Belki de akşam operasyona gelmek ister, eğer seni görmek istiyorsa. - Sanmam. Akşam saatleri yaklaştığında hepsini bir heyecan sarmıştı aslında. Michael Dursley’nin çetesiyle karşılaşmayalı hemen hemen üç yıl oluyordu. Ve son operasyondan bu yana çok şey değişmemişti. Şimdi New Scotland Yard da mesaj göndermişti amir Hamilton’a. İşlerin yolunda olduğunu ve akşam buluşmanın gecikmemesi gerektiğini söylüyordu. Saat gelmiş, sivil ekipler, yavaş yavaş metro istasyonuna varmaya başlamıştı. Tottenham istasyonu, akşam saatlerinde mafyanın uğrak mekânı olmasıyla ünlüydü. Ve teslimat için o denli ıssız ve yerin dibinde bir mekân, fevkalade uygundu.

Hakikaten de aradığında eşi, ona beklenenden çok daha olgun bir tepki vermişti. Hatta genç Rona, Ray’e bunu kafasına takmaması konusunda da telkinde bulunmuştu. Şimdi Tom ile beraber Tottenham istasyonuna varmıştı. Oldukça da heyecanlıydı. Ne de olsa şehrin en bilinenlerinden birine karşı yapılacak o meşhur operasyonun bir parçası olacaktı. Amirleri Hamilton, ona bu gece olacakları sadece izlemesini telkin etmişti. Ona göre “Bu planın bir parçası” idi. New Scotland Yard’dan müdür ve ekip, gelmişti. Şimdi geriye bir tek şey kalmıştı. Michael Dursley ile karşılaşmak… Şimdi metro istasyonunun en alt katındalardı ve her yer oldukça karanlıktı. Ray, park halinde bir tren görüyordu ve üstünde “Via Finchley Road” yazılıydı. Bir hareketlilik fark etmiş ve ilerlemeye başlamıştı Ray. Bir anda trenin kapısı açıldı. İçeride birinin belirdiğini fark etti. O adamın kendisine doğru yürüdüğünü görüyordu. Bu, uzun boyu ve kısa küt saçlarıyla Michael Dursley’den başkası değildi. Ayrıca şimdi memur Ray’e doğru dönmüş ve “Aramıza Hoş geldin” diyordu. Devam edecek…

Burak Karakaya burakkaraya@kulturcikmazi.com


Parmak Uçlarım Kazıdığım Mumlarla Delindi Hayat “ile” bağlacıyla bağlıdır her şeye. Her şey ve herkes ise birbirine “ile”yle bağlıdır yine… “Lakin” zikredilene kadar hüküm sürer “ile”… Yani demem şu ki ayırıcı bağlaçtır “ile”… Mademki bağlandık ayracımız her şeye rağmen, bize rağmen yine “ile” oldu, o zaman kucağımıza kalan ukdedir. Ukde başladı mı dinmez ihanetlerin sızısı dolar avuçlara… Hâlbuki kendi 44, çocukluğu 7, aşkı 27 yaşına sığınmaya ihtiyaçlanırdı. İnsanların okunmayan yüzlerinin sergilendiği sergi salonunda, bir tek seni dinmez arzuyla okuma hevesinden doğdu aşk ve ukde… Ukdelerin beşiğidir bizim yuvamız. Biz balkonlarda, ışıksız karanlıkta, sevişirken yan balkonlarda başka kadınlar dayaklanırdı, histeriktir onlarda da okşanmalar… Dilimde kalan sevginin yanık tadı o kadınların bedenindeki yanmalara merhem olamaz… Elde var yine ukde… Ve nihayetinde parmak uçlarım kazıdığım mumlarla delindi. Gitti son vapurlar, garda kalmadı tren… Yürüyerek devam edeceğiz yollara…

Geriye derin bir ah’lar iniltisi, kesik kesik çıkan hırıltılı göğüs kafesinden… Dün gece çatlamıştı o kafes, uçmuştu tüm balıklar… Ve canavar, nazlı’yı öldürürken gecenin en kanırtık saatinde, yalnızlığını ilan etmesi neye yaradı… Böyle başladı görünmez müthiş, tatsız bir firar… Kandan gebe kaldım sana o gece… Ne seni ne de çocuklarını doğurabildim… Pencere önünde hiç var olmayan sardunyalar kıvrandı, anımsadıkça o firarı… Kanadı tüm bacalar… Ağızdan sızan kesik bir baş zaptedildi gümüş bir tepsiye, kaldırıldı mahzene… Günde beş vakit anılsa da kabul olmadı… Bir udî vurdukça acımadan tellere mevsimler müptezelleşti ellerimizde, iklimler ise güzelleşti başka alınlarda… İşte tam o anda dudaklar kavruldu, kucaklar ayrıldı, bedenler kül… Ruh uçtu, yaşayan başlar gövdeden münezzeh iptidai bir istilaya kurban edildi. "İle" kalsa da uzayan tırnaklarda, "lakin" tırmaladı hiç acımadan. Saat beş geçmeden biz ayrıldık, saat beş geçe biz birleştik de anlamlandıramadık mevcudiyeti… Solukları içtik, soluklanmadan…


Köşe başından başladı bir ıslık, kar dondu havada, yağmur sildi sisi, ay güneşi çimdikledi, dizler kabuklardan sıyrıldı, çakılar kanlardan arındı, şair şiirden düştü, tarih şiire vuruldu… Bunlar olurken sen serçe parmağımdan bağladın beni yaşsız bir ağaca… Gözlerinde öfke, kalbin kapkaraydı… Kiminsin be adam? Benimsin…

Hey içimin canı, canımın canı, efendimin adamı… Sakla beni ki duymasınlar, turuncunun ırmağa aktığını… Bu satırlar yanıcı, yakıcı ama yine de söylenebilir, adaklanabilir… Fasılâ verildi hayata, seni anlatma durağında beklemekteyim… Tek vasıtayla gelebilir tek yönden gidebilirsin… Not: Seni severek sevdiğini vaktine… Doğduğun güne…

anımsama

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Şarkılar Hep Bizi Anlattı Şarkılar hep bizi anlattı Yokluğunda hep seni haykırdı gönlüme Satır aralarım dargın sabahlara Konuk değil başroldün dizlerime Çok şey değişmiş de bu diyarda İki şey aynı kalmış gördüğüm kadarıyla Biri annemin hasretle bağıran gözleri Diğeri babamın nasihatlerle dolu sözleri Sen Sen çok değişmişsin Her sana baktığımda harelerinde başkasını gördüm gözlerinde Başkasının adı saklıydı üstü kapalı söylediğin her cümlede Gitmiştin artık Bitmişken bende başkasında başlamıştı şarkılar Şarkılara tarife ne hacet, onlar bilirdi kalacağı kimseyi Onlar bilirdi sevgiyle yoğrulan kalplerin Aslında hangi limandan geldiğini Uzaktan seslenen şarkı artık sözlerini ezberlediğin Yakınında bir sevda çiçeği ömrünü zehir ettiğin Bizim şarkımızdı bu çalan Yokluğunda yalnızlığımla seyre dalan Sevdiğimdi ruhumu hiç bırakmayacak olan Sevdiğimdi kalbimde hep eski sevdalarını bulan Ya alternatif bir rota bul kendine Ya da artık çık git limanımdan Çünkü sen bana her geldiğinde benden seni alıp da gittin Benden sevdanı çekip de bittin Bendeki aşkı geldikçe yok ettin

Yunus Usta Misafir Yazarımız


Evrende Sen Ben seni bilirim İyi bilirim hem de Havada ağırlığı ve tadı olan tek şey; Sesinden bilirim Gümbür gümbür bir gelişi vardır yüreğime; Sofrada bölüştüğün bir gülüşün Var mesela Sevincinden bilirim seni Sen hiç olmasan yıldızlar var Gökyüzünden bilirim seni Ben aslında hiç bilmem seni Anadolu’da bir su damlasının Denize uzaklığı kadar Hasret ve özlemle; hiç bilmem seni Ama her zerremde seni bulurum...

Ali Güleçyüz Misafir Yazarımız


San Francisco’da Bir Adam Tamam tamam. Sıra bende. Arkada çalan güzel müzikler ve dostlarla geçireceğim bir hikâye gecesi daha. Bu geceki hikâyem senin için Zafer. Hadi bugün San Francisco’ya gidelim. Tam da senin seveceğin bir hikâyem var. Peki, olay az önce dediğim gibi San Francisco’da geçiyor. Çünkü biz öyle olmasını istiyoruz. San Francisco’da bir bar, biz öyle istiyoruz. Bir barın hikâyesi bu. Bundan tam 50 yıl önce, tam da olmak istediğimiz zamanlarda, olmak istediğimiz yerde aynı böyle bir masanın başına kurulmuş, aynı böyle kocaman bardaklarda ağzına kadar dolu biralarımızı yudumluyoruz ufaktan ve geyik yapıyoruz. Sabaha kadar sürdürmek niyetindeyiz, çünkü o gece ceplerimizden endişe etmemize gerek yok. Bar’ın adı o an için önemli değil. Mickey (Miki)’nin yeri diyelim. Barın sahibi elemanı tanıyorum çünkü. Mickey, iyi adamdır. Meteliksiz geldiğim çok olmuştur buraya ve hiç esirgememiştir viskilerini. Neyse hikâyemiz şöyle başlıyor; biz ve barın diğer müdavimleri normal bir Cuma gecesinde

olduğu gibi içkilerimizi içip geyikler, kahkahalar ve arada kaput olup ortalığı dağıtan birkaç şanssız adam eşliğinde eğlenmekteyiz. Mutlu olanı da var mutsuz olanı da. Ama kimse bir diğerinin haliyle ilgilenmiyor. Karısıyla ayrılıp soluğu burada alan talihsiz adam arkasını dönüp bize: “Hey kesin sesinizi s*k kafalılar! Görmüyor musunuz, burada acı çekmeye çalışıyorum!” diyebilir. Ama hayır, o dirseklerini masadan bir saniye bile ayırmıyor ve sessizce mutluluğumuzdan otlanıyor. Aynı şekilde biz de onun mutsuzluğundan ve bardaki diğer herkesten, neleri varsa. Hepimiz farklı duygularımızla bar nüfusu üzerinde yarattığımız o havayla, bu bardan hiç kimsenin bir diğerinden daha fazlasıyla buradan çıkmasına müsaade etmemeye devam ederken, vahşi batı filmlerinden hatırlayacağımız o “kovboy kapıları” ufak bir dokunuşla gıcırdaya gıcırdaya ardına kadar açılıyor yavaştan. İçeri giren adam saniyesinde bütün dikkatleri üzerine çekiyor. Birkaç saniye ona bakan bar halkını izledikten sonra direkt olarak Mickey’nin önündeki taburelere gidiyor, karısından ayrılan acı çeken talihsiz adamın hemen soluna. Omzunda bir


parmağında asılı tuttuğu ceketini bir hareketle solundaki tabureye savuruyor James Dean tipli yabancı. Mickey’nin “Ne içersin?” sorusuna hemen cevap vermiyor. Cebinden sigarasını çıkarıyor önce, yakıyor bir tane. Ardından Mickey’nin hemen arkasındaki büyük şişeleri gösteriyor. Mickey dolduruyor, adam “biraz daha” der gibi bir el hareketiyle ikiye katlıyor bardağını. İçkisini ve sigarasını içiyor birkaç saat boyunca. Hem de her bardakta peşin ödeyerek. Bizi aldırmıyor, yanında kendini içten içe bitiren talihsiz adamı aldırmıyor. Barın köşesindeki büyük kırmızı koltukta sızan Bob ve arkadaşlarını aldırmıyor. 5-10 dakika aralarla eski büyük piyanonun başına oturan, Ray Charles’ın kuzeni olduğunu düşündüğümüz Gay’i aldırmıyor. Sessizce içiyor yabancı. Mickey halinden memnun tabi. En pahalı içkilerini peşin peşin ödeyerek içen ne gürültü ne de olay çıkaran ideal müşterisini bulmuş, arada gönlünden kopuyor da bazı hoş ikramlarda bulunuyor altın yumurtlayan tavuğuna. Saatler geçiyor, alkol ağırlığı bütün bar halkının üstüne çökmüş. Bob ve diğer kamyoncular haricinde herkes uyanık ama hala. Gay yorulmuş, verdiği son ara biraz uzun sürüyor ve onu zorla yerine gönderiyoruz. “Hadi, neşeli bir şeyler çal” diyoruz. “Peki” deyip oturuyor yine büyük antika piyanonun başına. Daha şarkısına başlamadan Gay, yabancı ilk defa kıpırdanıyor yerinde. Bardağını kafasına dikip masadan destek alarak doğruluyor ve yaklaşıyor piyanonun yanına. Ceketi hala taburede serili… Gay şarkısını aklında kararlaştırmış, parmaklarını kıtırdatıp tam piyanonun üzerine koyarken yabancı ilk defa konuşuyor bara girdiğinden beri: “Benim sıram.” Tam o konuşurken bütün bar susuyor, yankı yapıyor bu yüzden sesi kulaklarımızda. Tanrım, ne ses ama! Dikkatleri yine üzerine çekiyor yabancı. Gay, memnuniyetle bırakıyor yerini yabancıya. Bu sefer dinleme sırası onda. Bardağını alıyor, kuruluyor yanımıza Gay. Meraklı gözlerimiz yabancının üzerinde. Sakin bir

şekilde oturuyor. Bunu sürekli yaparmış gibi bir hali var. Bir süre duruyor öylece, hiçbir şey yapmadan. Sonra aklına mükemmel fikirler geldiğinde yaptığın gibi kafasını hafifçe sallayıp ellerini götürüyor piyanonun üzerine. İlk tuşa dokunuyor ve bekliyor sesin inceden yok oluşunu. Bekliyor. Bekliyoruz. Ardından ikinci. Ardından Beethoven’ın 5. Senfonisi’nin girişi gibi bir vuruş koyuyor. Sert. Sonra duruyor yabancı. Parmaklarını hafif havaya kaldırarak ısındırıyor. Daha fazlası gelecek gibi. Bekliyoruz yine. Askıları beyaz gömleğiyle bütünleşmiş koyu kahve pantolonunun cebine atıyor bir kez daha elini. Bir sigara yakıyor. Sonra bir tane daha… En son paketi buruşturup fırlatıyor Mickey’nin kolay ulaşabileceği bir yere. Bu bekleme uzun sürüyor. Bazen bar kısmında, çoğunlukla masaların arasında temizlik ve servisle uğraşan Bell elinde yeşil beziyle birlikte Mickey’nin yanına gidip kulağına bir şeyler fısıldıyor. “Olmaz” der gibi başını sallayıp reddedip göndermeye çalışıyor Mickey ama kız ısrarcı. Sonunda kabul ettiriyor ve Mickey özel kokteylini hazırlıyor. Yabancının sağ omzunun üzerinden uzatıyor bardağı bizim etine dolgun turuncu saçlı San Francisco’nun tek İrlandalısı Bella. “Buyur, iç” Yabancı kafasını çevirdiğinde önce Bella’nın yeşil mi yeşil gözlerine sonra göğüslerine bakıyor uzunca. Çok sonrasında görüyor göğüslerden daha yakınında duran küçük kırmızı içecekle dolu bardağı. “Al, hadi” Hepimiz izliyoruz. Alacak mı? Bakıyoruz. Alıp tek nefeste dikiyor kokteyli. Bütün bar hass*ktir çekip fal taşı gibi açılan gözlerle olanları izliyoruz. “Ne yaptı o az önce?” gibisinden laflar duyuluyor. Kimisi Bob ve diğer kamyoncuları uyandırıp durumu özetliyor: “Şuradaki herif, az önce içti, tek nefeste.” Uyku sersemi Bob ve diğer kamyoncular bile hass*ktir çekiyorlar yedi yirmidört kafalarından çıkarmadıkları şapkalarının ve uzun ağarmış sakallarının arasından. Yabancı bardağı uzatıyor Bell’in alması için. Ardından bırakıyor, yere. Bell çoktan gitmiş yanından çünkü. Kırılmıyor bardak ama öyle keskin bir ses çıkarıyor ki yere çarptığında, keşke


kırılsaydı diye düşünmemize neden oluyor. Sonra önüne dönüyor yabancı, piyanoya. Gözlerini kapatıyor. Çalmaya başlıyor müthiş bir tutkuyla, âşıkmışçasına büyük antika piyanoya. Aşkını bize de hissettiriyor her notada kasıla kasıla sallanan kafasıyla. Herkes derin bir iç çekiyor yabancı müziğine devam ederken. Anlatmaya devam ediyor aşklarını yabancı hiç konuşmadan. Anlatmaya devam ediyor geldiği ve geçeceği yerleri. Anlattıkça anlatıyor. Dinledikçe dinleyesimiz geliyor. En sonunda duruyor yabancı. Öyle bir anda duruyor ki ne fazla geliyor ne de eksik. Tam yerinde kesiyor resitali. Benden bu kadar dercesine duruyor. Alkışlayamıyoruz bile şaşkınlıktan ve herifin bizi sürüklediği tüm o duygulardan. Sonra kalkıyor büyük antika piyanodan destek alarak. Sendeliyor, düşecek gibi oluyor. Sonlara doğru iyice yanına yanaşan Bell yetişiyor hemen, tutuyor kolundan. Mickey’nin önündeki taburelere gidip ceketini

alıyor yabancı. Hala çok sakin, hiçbir şey olmamış gibi. Ceketinin cebinden bir yüzlük çıkarıp koyuyor masaya ve bir parmak işareti daha ardından. Viskisini dikiyor kafaya. Ceketinin yakalarını iki eliyle kavrayıp silkerek düzeltiyor şöyle bir. Dönüyor Mickey’ye: “Sigaran var mı?” diyor az önce biten sigarasının farkındalığıyla. Bir tane uzatıyor Mickey. Alıp ağzına koyuyor ama yakmıyor. Elleri cebinde öylece çıkıyor bardan. Barı sessizliğe gömüyor. O günden sonra o barda kimse piyanoya dokunmuyor, kimse şarkı söylemiyor, kimse yüksek sesli konuşup kahkaha atmıyor. Kimse olay çıkartıp bağıra bağıra atılmıyor bardan. O günden sonra o bar sessiz bar olarak anılıyor. Millet kafa dinlemeye ve sessizce içmeye geliyor sadece. 50 yıldır kimse çıtını çıkarmıyor. Dinleyiniz: John Mayall & Gary Moore - If I Don't Get Home John Mayall and The Bluesbreakers - Mists Of Time

Türker Ardıç turkerardic@kulturcikmazi.com


Sesinde Bir Ummaktır Adın Kar yağar... Bir ummaktır hayat! Gidenler kalanlar... Kar altında sızlanması meçhul acabalar... Saçlarını bu mevsim görememek. Bir ihtiyar adam olup yanında oturup Sana bakmak! Kalabalıkta yalnız seni taşımak yüreğim Çukurova’da yeşermemiş bir pamuk! Koştukça karlar içinden seni bulduğum günlerdi Sana sarılmak bir şiirden vazgeçmemenin diğer adı...

Özay Gürbüz Misafir Yazarımız


Yasak Eller, Yasak Kanatlar Gözümde büyütmüşüm çocukluğunu Gök sandığım yüzünle gürlerken bana Sanki gaipten yağıyordu sesin Bulutların namlusu altında, Islanamazdım Çırparken sen göz kapaklarını Bin bir halüsinasyon oyunlarıyla Kanat sanırdım ben onları Elime hiç konmadan, uçardın sonra elimden Başka eller yanlıştı ama Bir şey gelmezdi elimden Uçardın sen yasak ellere doğru Şiirden öte bir şey sana, Yazamazdım Bir elim daha olurdu uzaklarda Bir ayağım daha elim çukurlarda Bir ayağımı daha alıp da göz çukurlarına, Atlayamazdım Aklımın her ucu seninle boyalı Hepsi de kutsal emanet sayılır yurdumda Hafızama hiç karda yağmaz hem Aykırı olurdum insan lafzıma Unutamazdım

Fatih Albayrak Misafir Yazarımız


Dağbaşı Hatıraları Şarkısı duyuluyor birdenbire dağların, Onulmaz bir sen yarası var içimde. Sorgusuz sualsiz yol kesen eşkıyaların, Dağlara korku saldığı bir biçimde. Sitemkar bir bekleyiş sarıyor geceyi, Issız patikalar, toz-toprak sensiz. Çözemeden aklımdaki sen yüklü bilmeceyi Bu geçen kaçıncı sonbahar, gelensiz? Kalemimin ucuna üşüşen yalnızlık, Yine seni çağırıyor ve yalnız seni. Alışamadım böyle uzaktan sevmelere, Yalvarırım üzerimden eksik etme gölgeni.

Hasan Aydın Misafir Yazarımız


Ne Olduğu Belirsiz Bir Adamın Öyküsü “Ah bu günlerin bir anlamı olmalı” dedi, kalktı ve adımladı odada bir oraya bir buraya. Uzun zamandır hissiz olan düşüncesine bir anlam arıyordu. Ne yapması gerektiği üzerinde düşünüyordu. Düşünüyordu ama öyle durumlar yaşanmıştı öyle böyle değildi. “İnsan sevebilen ve özleyebilen varlıktır.” dedi.

öldü öleli yirmi sekiz yıl olmuş ben yirmi iki yaşındayım. Zarifoğlu’ndan habersizliğimi çıkarsak toplamda beş yıldır yaşıyorum. Vay be diyorum şuan, yirmi iki yaşında mıyım ben? Söylesene sen, Zarifoğlu’nun sorduğu gibi sorarım sana “Mavi Gök Orada mı?” söylersen mutlu olurum…

Sahi öyleydi. İnsan denilen şey olmaktır, bir özlemle beraber olmaktır, insan olmak özlemektir… Asabi biri olarak bulabiliyor insan kendini, özlerken. Hırçınlaşabiliyor, koşullara kafa tutarcasına, kelimeler büyütüyor kafasında, kavuşmalar tasarlıyor. “Bu durum gayet otokrattır, sevgilim” dedi. “Diline yandığım bizim ne işimiz olur böyle soylu kelamlarla. Mütemadiyen seviyorum seni alçakgönüllü bir adam olarak. Ne çok parada gözüm var benim, ne çok odalı, doğal gazlı, lüks eşyalı bir barınakta, toplu taşınırım yamacından olmasın şahsi vasıtam ölmem ya.

Ne diyorduk, Zarifoğlu diyorduk anlatılanlara göre soylu bir inançlı imiş, edebiyata gönül vermiş, insanlara gönül vermiş, topluma gönül vermiş, aşka gönül vermiş, Tanrı’ya gönül vermiş. Bense ne olduğumu bilmeyen bir adamım, inançsızlığa bile inanmayan bir adam. Bak kurduğum düşlerim bile dünyadan uzak benim.” dedi.

Sen hiç boğaz manzaralı gecekondu duydun mu? Hep güzelliklerden uzak tuttular bizi. Önümüze şehrin yıkıntılarını koydular, koydular şehrin önümüze fukaralığını. Bakma böyle dediğime benim boğazı olan şehrim dahi yok. Karasal iklime sırt vermişim. Edebiyata dayanmışım derya deniz diye baksana Zarifoğlu

Tüm bunları söylerken odada yalnızdı. Ve tüm bunları yalnızlığına söyledi. Önündeki not defterinin ilk sayfasına takıldı gözleri; “Çok geçmeyecek aradan, Şöyle diyeceğim: Bulutlar açmadı Mavi gök orada mı?” C. Zarifoğlu


Niçin yazmıştı bu notu hatırlamadı. Aslında öyle bir yazarı alıp gönlüne sığdırmazdı. Okurdu, anlardı, anlamazdı. Yazarla arasında duygusal bir bağ kurmazdı. Bir tür eleştiri yazarı gibiydi. Ne yaptığını bilmezdi ama tüm eserlere böyle yaklaşırdı. Bu söyledikleriyle, yazdığı notla çelişmeden evvel böyleydi. Şimdi popülerlik kazanmış etkinliklere kendini kaptırmış boş biri gibi hissetti kendini, odanın bir köşesine sindi. Durup ne yapması gerektiğini anlamaya çalıştı. Sonra ne yapması gerektiğini anladığını sezdi. Bilgisayarını açtı, yazmak istediğini anladı ve yazmaya koyuldu; Merhaba sefil insancıklar -Egoistler hariç-… Ne olacak halimiz diye düşünürken “an itibariyle” yaşadığım şu devrin haline bak. Belki de suçlu biraz da biziz ha ne dersiniz? Tüm bu tutarsızlıklara inat sabahın köründe şarap içesim var ancak koşullar uygun değil. Sigarayı da bıraktım nefes alma hobimi engelliyordu. Nereye sığınsam orada bir tokat sersemliği, aktarılması güç şeyler yaşıyorum ve hep güvenerek yaslandığım insanların şu yaşadıklarımızın sorumlusu olan popüler kültürün ve vurdumduymazlığın içinde birer miğfer olduklarını görünce yalnızlığın büyük bir erdem olduğunu düşünüyorum, ansızın. Sonra geçiyor bu düşünce dağılıveriyor. Bilhassa iki yıllık sürüklenmemin ardından duygusuzluğumdan sıyrıldığım anlar oldu. Birikmişler gözlerimden dökülürken yanımda yüzüne bakınca büyük anlamlar yüklediğim biri vardı. Büyük bir dönüşüm içerisinde idim. Gittikçe maceracı olan hayatım durağanlaştı. Kendi hayatımın işleyişinin aksamasıyla üzülecek insanlar listesine bir kişi daha eklenmiş olmuştu böylece. Tabi içinde yaşadığımız şu karmaşık ve kokuşmuşluğa karşı düşünüyor, ne yapmalı diye kafa yoruyordum, tüm bunlar yaşanırken. Çoğumuz gibi bu hususta kendimi yanıltmayı seçmişim. Güçsüz kalmışlığı hissetmeye başladığım an tükenmişliğimi hissetmişim. Her şey şöyle başlıyordu; Bana yardım edecek tek bir insan yok mu? Yokmuş geçen gün yine bunu düşünürken anladım. Anasını avradını ile devam eden cümlelere baş koyup “kahretsin ulan yine aynı çözümsüzlük” derken kendimi bir boşlukta buldum. Onlar bu boşluğa aşk diyorlar. Ben buna

uzun bir süre çöküntü hali diyordum. Şimdi ne oldu ki bana? Birden böyle düşünüp yüzüme tükürecek olurken birden bire o beliriyordu. Gülüşüyle gözlerimin görüş mesafesini kaplıyor başka hiçbir şeyi görmüyordum. Çirkinlikler devreden kalkıyordu. Dünya daha yaşanılası hale geliyordu tüm bunların yanı sıra bu durumun adı yabancılaşmak mıydı? Kendime mi yabancılaşmaktı yoksa insanlara mı yoksa topluma mı? Yoksa kendimi bulmak mıydı bu yaşadığım? Tüm bunlar zihnimi meşgul ediyordu hiç olmadığım kadar ciddiyetle düşünüyordum tüm hayatımı. Büyük büyük düşünsel sualler idi bunlar zihnimi yoruyor meşgul ediyordu. Kitaplara ellerim uzandığı vakitlerde dizelerden kopup bu düşüncelere çalıyordu kafam. Oysa o tam bu sırada yüzüme dokunuyordu, onların tekmelemek isteyip, tokatlamak istedikleri hatta kimi zaman tokatladıkları yüze parmak uçlarıyla dokunuyordu, öpüyordu, öpüyordu. Sonra ben yine düşünüyordum. Ben tüm bunlarla içinde bulunduğum duruma değişime anlamlar yüklüyordum. Ancak yaşadıkça gördüm ki daha evvel rahatsızlık duyduğum durumlar yaşanıyordu. İşitmekten incindiğim şeyler kulağıma doluşuyor, iğrendiğim tavırlar gözlerime yansıyordu. Zaten henüz yeni yeni ayaklanmıştım. Henüz yeni yeni birine ve olaylara anlamlar yüklüyordum. Ah ben öleyim ben. Ben yalnız ölmesi gereken bir sokak köpeği gibiyim, kış günü aş bulamayan bir köpek gibiyim. Kalkıp hareket etmeyi reddeden bir köpek gibiyim. Normal olmayarak normal insanları sevmeye kalkıştım. Onlar için hiçbir şey olmayan şeyler benim için katlanılmaz şeylerdi. Üstelik bu katlanamayışıma yine onlarca yorumlamalar ile neden arandı. Oysa öyle değil. Öyle mi? Yoksa ben, ben de basit miyim? Uzaklaşmalı mı tekrar insanlardan kabul görürse sevdiklerim benimle görüşmek için insanlardan uzak bir yerler mi seçmeli? Neden benim onların boş lakırdılarını dinlerken sıkılmadığımı düşünüyorlar ki ama dinlemek istenir insan bilirim, pekâlâ neden benim lakırdılarım(!) onlara sıkıcı gelir bunu neden hissettirirler? Veya neden onların hoş bulmadıkları şeyleri yapmamı benim için önemsizmiş gibi düşünüyorlar. Dur bir dakika onlar gibi mi dedim. Sanırım akıbetimi


kaybedecek derecede dönüştüm ben. Seviyorum çok seviyorum. Ancak yalnız mı sevmeli normal olmayan insan? Bilmiyorum.

dengesizliğe karşı olan mücadelesini, ben yine bir köşede yazıyor olacağım. Daha çok kimsesiz olacağım. Bunları kime anlatıyorsam…

Tüm bunlar bu şekilde işliyorken kafamda bu düşüncelere neden olan insanların ağızlarından çıkanların ciddiyetsizliği üzücü.

Geçti yine ömrümden sessizliğime dakikalar… …Ziyan… Bu yazının adı ziyan olsun, haydi eyvallah.

Tüm nitelikler kaybolur gibiyken, kayboluş gibiyken, kaybeder gibiyken tüm denge, _____________________________________________________________________________________ İçindeki fırtınayı kâğıda dökmeyeli uzun zaman olmuştu. Bir insanın nasıl başkalaştığını anlatmak istiyordu, insansızlığına. Bu başkalarına karşı alınmış bir tavrıydı sanki. Olur olmadık anları yaşamanın verdiği şey. Sevmek istiyordu ve zihnindeki tüm bu olumsuzluklara karşı olan savaşını yenmek istiyordu. Elbette yapacaktı. Dediği gibi “İnsan sevebilen ve özleyebilen bir varlıktır.” -Egoistler dâhil değil.

Hamid Yıldızgil hamidyildizgil@kulturcikmazi.com


İnsan Rengi Ben bir ateş gördüm, Sarıydı Bir nefes gördüm, Yeşil Bir hayat gördüm, Mavi mavi Kahverengi ölüm bile gördüm hatta Ama ben kediliğini unutan bir kedi görmedim hiç Ya da ötmeyi unutan bir kuş Zaten hayvanlar hayvan olduklarını unutmazlar değil mi? İnsan değiller sonuçta.

Bilal Maral Misafir Yazarımız



Kitabın Özgün Adı: Venetians in Costantinople Nation, identity and coexistence in the early modern Mediterranean

Türkçe isimlendirme: İstanbul'daki Venedikliler Yeniçağ başlarında Akdeniz'de millet, kimlik ve bir arada yaşam

Kitabın Yazarı: Eric R. Dursteler Çeviren: Taciser Ulaş Belge Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap İncelemesi: Eric Dursteler'in derin araştırmaları ve Taciser Belge'nin muhteşem denilebilecek çevirisi ile Türkçe okuduğumuz kitap için söylenebilecek ilk söz "bir başyapıttır" olacaktır. İstanbul özelinden bir incelme gibi gözükse de ilk başta, aslında okumaya başladığımız andan itibaren, elimizde tuttuğumuz kitabın basbaya bir Akdeniz sosyal tarihi araştırması olduğunu görüyoruz. Dönemin süper gücü Osmanlı'nın İnebahtı sonrasında değişen zemindeki algısını içimizde hissediyor, Venedik başta olmak üzere Avrupalı devletlerin, Romalılık iddiasındaki Türkler ile ilişkilerine şahit oluyoruz. Kitap incelemesini ilk olarak Osmanlı öncesinde dahi İstanbul'da bulunan Venedik'in resmi kolonisi ve bu koloninin idaresi üzerinden başlatıyor. Venedik resmi elçisi Balyos ve diğer

görevlilerini ayrıntısı ile tanıtıyor. Sonrasında resmi olmayan milleti görüyoruz. Kaçaklar, köleler, gayrı resmî (çoğunluğu Ege adalarından gelen) tüccar ve diğerlerini tanıyoruz. Ardından diğer ülkelerden ve/veya dinlerden olan yabancılar ile Venedikli ve Osmanlı uyruğundan bireylerin etkileşimini, bu etkileşimin bazen ne kadar çok belirsiz olabileceğini gösteriyor. Kimi zaman bir Osmanlı devşirme paşasının, Venedikliler ile çok iyi iş yapabileceğini ama Mekke'ye kadar varacak olan bağışlarını da görebiliyoruz. Bir taraftan kurnaz bir tacir - devlet adamı ve öteki taraftan büyük bir mümin hayırsever ile tanışabiliyoruz ve bu iki titre aynı insanın sahip olabileceğini görüyoruz. Kısacası, İstanbul'daki Venedikliler, dönemin süper gücünün büyük başkentinden çok şık bir pencere aralıyor Akdeniz dünyasına. Yahudiler, Rumlar, Venedikliler ve Türkler... Çok çeşitli kimliklere sahip bireylerin bir arada yaşadığı Osmanlı dünyasında, insanların birbiri ile sanıldığından daha fazla etkileşim içinde olduklarını, zaman zaman ibadethanelerini bile ziyaret edebildiklerini anlatıyor. Bayramlarda camilere giden Rumları, Latinleri gördüğümüz gibi, Paskalya‘da kiliselere gidip meraklarını gideren müslümanları görüyoruz. Eser, dikkatle sürdürdüğü tezini, belki de bu tezi en çok destekleyecek argümanlarından birisi ile sürdürüyor. Peralı (Perotlu) da denilen, Ceneviz Cumhuriyeti'nin kurduğu koloniden bakiye kalan ve Büyük Fatih, Sultan Mehmet Han'ın tanıdığı ve yeni bir statüde yaşam hakkı verdiği Galata kulesini de inşa etmiş olan Cemaat-ı Muazzama (Magnifica Communita) üzerine bilgiler veriyor. Son olarak ise kentsel ara bölge diye tabir ettiği ticari, dinsel ve benzeri kamusal alanlardaki etkileşimi irdeleyerek final yapıyor.

Özgün Kabacaoğlu ozgunkabacaoglu@kulturcikmazi.com


Kuzucuklarım Benim* Çocukken Adile Naşit'in filmlerini izlediğimde çok mutlu olurdum. Sürekli gülmesi, aşırı hareketli olması, özellikle Hababam Sınıfı'ndaki o anaç tavrı hep mutlu etmişti beni. Ölmediğini düşünürdüm açıkçası. Çünkü bu kadar hayat dolu bir insan ölemezdi çocuk aklımla. Ama bir gün TRT'de Adile Naşit'in altıncı ölüm yıldönümü bugün dendiğinde çocukluğuma dair çok şey o anda yitip gitmişti. Nasıl ölmüştü, ne zaman ölmüştü? O zaman henüz tek elin parmakları kadar sayabildiğimden ne zaman öldüğüne dair tam bir bilgim de yoktu haliyle. Adile Naşit'in öldüğünü öğrendiğimde içimden hep cennete gittiğini düşünürdüm. Çünkü duygularım saftı ve saf duygularla sevilen birisi öldüğünde cennete gitmeliydi bence. İşte o zaman sevinirdim, orada rahattır kesin derdim. Sanayiye giderken bir mezarlık vardı. Oradan geçerken aklıma hep Adile Naşit gelirdi ve içimden bildiğim bütün duaları okurdum. Bir gün yine aynı yerden geçerken dengesiz kuzenim "Adile Naşit Ermeni’ydi, o sebeple dua okusan da kabul olmaz" dedi. İnanır mısınız o an bir daha yıkıldım resmen. Çocuğum daha böyle ayrımcılığı bilmem ki ben. Okuyayım duamı olsun

bitsin. Ermeni olsa ne yazar olmasa ne yazar. Ben seviyorum ya yeter bana. Rahmetli Adile Naşit bana hayatta iki şeyi öğretti; birincisi hayatta zaman zaman hayal kırıklığı yaşayacağımı, ikincisi de insanların ayrıma tabi tutulduğu gerçeği. Seversin karşılık alamazsın, kaba tabirle köpek gibi çalışırsın hakkını alamazsın, yarışa girersin yarışmayı kaybedersin, sınavlarda başarısız olursun, okursun iş bulamazsın gibi çeşitli alanlarda herkes en az bir kere hayal kırıklığına uğrar. Bu kaçınılmazdır. "İnsan olan insan sever insanı Bizden evvel gelip gidenler hani?" Neden olur ki bu ayrımcılık. Bizim hamurumuz, yaratılanı yaratandan ötürü sevme öğretisiyle yoğrulmuşken neden bir çocuğun hayalleri yıkılıyor. Ne diyor türküde; "Beni hor görme kardeşim Sen altınsın ben tunç muyum?" Hepimiz bir vardan var olmuşken neden bu manasız düşünce?


Yolda yürürken Suriye'den gelen insanları görüyorum. Çocukları görüyorum. Sözde oradan savaştan kaçıyorlar ama burada inanılmaz bir hayat savaşı veriyorlar. Derken elinde flütle bir çocuk para istiyor. Birisinde akordeon gözlerimin içine bakıyor. Diğer yanda dileniyor başka bir çocuk. Mahkemede yargılanıyor birçoğu. Sigara içiyor, madde kullanıyor. Otobüs egzozundan çıkan sıcak havayla ısınıyor garibanın teki... Ne durumda olursa olsun çocuk çocuktur yahu. Benim mutluluğumdu mesela Adile Naşit ve onu görmek hayalimdi. Her çocuğun da

mutlaka bir mutluluğu ve hayali vardır. Ama bazı çocuklar dilenirken bazıları da babasının doğum gününde aldığı iki yüz milyarlık tekneyi kullanırken dalga geçercesine ağlar. Sonuçta o da çocuktur ama benim gözümde diğerleri daha çocuktur. Sözün özü çocukların hayallerini çalmayın efendiler. Yoldan geçerken hangi çocuk olursa olsun gülümseyin. Gülümseyin ki mutluluğu ve hayalleri olduğunu unutmasın... İçinizdeki çocuğun hep yaşaması dileğiyle... *Adile Naşit

Fatih Üstünay Misafir Yazarımız



Saklambaç Şişe çevirmece oynarken; Hiç öpmediysen eğer mahallenin en güzel kızını; Çocukluğunu yaşayamamışsın demektir. Ve; Teneke kutu kolayı ezip; Hiç maç yapmadıysan sokakta, Büyük ihtimalle anlayamazsın bu hayatı. Erik ağaçlarına saldırırken; Düşmediysen hiçbir ağaçtan, Bilemezsin, Bir insanın gözünden düşmenin ne kadar acı olduğunu. Atari salonlarına gidip; Oynayanları izleyip, sanki sen oynamış kadar zevk almadıysan Bilemezsin parasızlığı. Ve, Lunaparklara gidip; Binemediysen hiç dönme dolaplara; Göremezsin etrafında dönen dolapları. Çocukluk diyorum; çocukluk ediyoruz. Saklambaç; Çocuklukta kalmış bir şeydir. Lütfen. Çık onun arkasından...

Şahin Şimşek Misafir Yazarımız


Tecavüzcü Örümcek Koca suratlı Jimmy aradığında, evimin balkonunda oturmuş kuzey ışıklarını izlerken kuzey ışıkları* içiyordum. Jimmy korkunç bir ses tonunda ağlamaklı rolü yaparcasına konuşmaya başladı. Kiminle ne konuşuyor olduğumun farkına vardığımda şu cümleyi duydum Jimmy’den: "Karım tecavüzcü bir örümcek tarafından saldırıya uğradı. Ve tecavüze bile uğramadı, yardım et Adolf, kadın ölmek üzere." Olayın ciddi olduğuna kanaat getirdim ve bu işin tam benim gibi bir dedektife layık olduğunu düşünerek "Tamam Jimmy, yarım saate oradayım" dedim. Koca suratlı Jimmy’nin evine vardığımda, karısı ölmüştü. Yetişememiştim. Sanırım 2 saatlik bir gecikme yüzünden olmuştu bu. "Neden ambulansı aramadın Jim?!" "Senin yetişeceğini sanmıştım, hem evimin içinde, kendi karımın tecavüzcü bir örümcek tarafından bıçaklı saldırıya uğradığını millete nasıl açıklarım, ambulans çok dikkat çekebilirdi!"

Odanın içinde korkunç, serin bir ruh dolanıyordu sanki. Aptal Jimmy, takıntıları yüzünden karısının hayatından vazgeçmişti. Ona koca suratlı Jimmy dememizin sebebi de buydu, o kadar çok lsd kullanıyordu ki, çenesi hep aşağı doğru açık ve alnı çatık bir şekilde geziniyordu. Lsd beynini öldürmeye başlayalı yıllar olmuştu. Yaptığı her şeyi olağan görmekte fayda vardı bu noktada. "Haklısın Jimmy, bu hiç hoş olmazdı" dedim. Nedense o akşam, tam o odada Jimmy’den çok korkmuştum. "Bunun intikamını almanı istiyorum, bul şu or*spu çocuğunu, lütfen Adolf, lütfen." Jimmy 5 yaşındaki sümüklü bir kız gibi ağlıyordu. Nedenini bir türlü anlayamadığım şekilde evin duvarlarının çok farklı renkte olduğunu fark etmiştim. Ama şimdi yapmam gereken bir iş vardı. Tecavüzcü örümceği bulup, Jimmy’e teslim etmek. "Al şu parayı Adolf, ihtiyacın olacaktır, bul şu k*ncığı sana güvenim tam." Bbin dolar gibi bir parayı cebime sıkıştırdıktan sonra emin adımlarla evden dışarı çıktım. Katilimiz oldukça sıra dışı, akıl almaz ve süratliydi. Hemen peşine düşmeye


karar verip, Manhattan’ın güneyine doğru yol aldım. 52. caddenin köşesinde bira içmek için mola verdiğim esnada şans eseri torbacım Bill ile karşılaştım. "Seni buralarda görmek gerçekten güzel Bill" dedim. "Ne kadarlık istiyorsun" dedi Bill, ciddi ve yorgun bir ses tonuyla. Uyuşturucu kullanmak gibi bir derdim yoktu o gece, sonuçta bir iş üzerindeydim ama yine de bir torbacıyı hayal kırıklığına uğratmamak adına 2 gram k*kain ve 3 adet ekst*zi aldım. İş konusunda yeterince cömert ve saygılı davrandığımı düşünerek bardan dışarı çıkıp acımasız katilimizi yakalamaya koyuldum. Yarım saat boyunca bazı gizli istihbarat birimlerime tecavüzcü örümceği sorup bir sonuca varamadıktan sonra, istismara meyil verilmeyen bir genelevin kapısını çaldım. Nihayet formuma geri dönüyordum, kafamdaki fikir, bir fahişenin gün içinde onlarca sapık ruhlu adamla birlikte olduğuydu ve benim aradığım da tam bu şekil bir katildi: tecavüzcü örümcek. Her zaman tercihimi küçük ve sıkı kalçalı kadınlardan kullanan biri olarak, Meksika’dan kaçak göçmen olarak gelmiş Arene gözümden kaçmadı. Onu alıp saati 50 dolar olan iş görüşmesini başlattım. Ne de olsa bu para koca suratlı Jimmy tarafından katili bulmam için verilmişti ve ben de olağanca gücümle işimi yapmaya çalışıyordum. "Ben dedektif Adolf" dedim cüzdanımdaki rozeti göstererek. Arene şaşırmış bir biçimde üstünü çıkartmaya devam etmişti. Porsumuş lanet Meksikalı işime saygı göstermemeye başlamıştı. "Tecavüzcü örümceği arıyorum, kim olduğunu biliyorsun, söyle bana" dedim üstüne yürüyerek. Kız haliyle biraz irkilmişti. "Hemen, cevap ver!" diyerek bağırdım. Kendimi çok korkunç ve acımasız bir film karakteri gibi hissettim bir anlığına. Ama işime gösterilen bu saygısızlığa müsamaha edemezdim.

"Ben Arene, Arene İspanyolcada kutsal anlamında" dedi çarpık bir İngilizceyle. Belki de kendisiyle bağlantılı bir sinyal vermeye çalışıyordu. Belki de yatağın altından birisi ona silah tuttuğu için bu şekilde davranıyordu. Bir çırpıda odayı kolaçan ettim. Eski kullanılmış prezervatif dışında pek bir şey yoktu açıkçası. Ama daha önceden birçok kez kullanıldığı belli olan striptizci bir kadın şeklinde camdan yapılmış k*kain aynasının üstündeki örümcek kıllarına benzeyen kıllar, dikkatimden tabi ki de kaçmamıştı. "Buraya kadar, yakalandınız" diye bağırdım. Başarılı bir dedektif gibi topuklarımda dönerken teatral bir şekilde k*kain aynasını kızın üstüne doğru fırlattım. Biraz sert davranıyor gibiydim. İşler iyice çığırından çıkıyordu ve bu kaosu kontrol etmem gerekiyordu. "Uyuşturucu, sen" dedi Arene. Gülümsedi. Meksika kızları neden bu kadar seksi konuşmak zorundaydı ki. Ah, tecavüzcü örümceğin ajanları benim aklımı çelmişti, bu büyük bir tuzaktı. Peki neredeydi bu örümcek şimdi, hemen arkamda mı? Oh, hayır, tabi ki de ya? Burada kokaini çekti, ajanına talimatları verdi ve çıktı. O yüzden ki ismi tecavüzcü örümcek olsa da, hiçbir kadınla yatmazdı, kadınlardan nefret ederdi, onlara tecavüz falan etmeden, kendi zehirli ve acılı yöntemiyle öldürürdü. Tam bir feminist düşmanı! Peki ben tecavüzcü örümcek olsam, bir sonraki adımım ne olurdu? Bunun için onun ayak izlerini takip etmem gerekirdi, evet şu aynanın üstünde k*kain çekmem gerekiyor. O zaman ensesinde olacağım p*ç kurusunun! Toplamda 3 line k*kain çektikten sonra Arene da bana eşlik etmeye başladı. Düşmanımın ajanına dost rolü yapıp biraz olsun dikkatlerini dağıtabiliridim.4’er line daha çektikten sonra "her şey kontrol altında" diyerek silahımı çıkardım. Kadını yatağa ittim. Silahı üstüne doğrulttum ve sanki çizik bir plak gibi gerilmeler yaparak "oyunun sonuna yaklaştığını ona söyle" dedim. Kız bağırmaya başlamıştı. Güvenlikler beni çıkartmadan ben kurtulmalıydım bu b*k yuvasından. Parasını verdim ve çıktım. Aynen düşündüğüm gibi, kontrol bendeydi hala, bir taksi çevirip, güney yakasındaki en büyük gettolardan


birine doğru sürmesini söyledim. Adamımız tam olarak oralarda bir yerlerdeydi, bunu hissediyordum... Gettoya vardığımda ufak bir yanlış anlaşılma sonucu çok kötü dayak yedim. Biraz koşuştuktan sonra Kızılderili insana hiç saygısı olmayan o adi canavarlardan kurtuldum. Gece üstüme geliyordu ve düşmanım tahmin ettiğimden daha güçlüydü. En yakınıma bile güvenemezdim artık. Belki de katilin kendisi koca suratlı Jimmy’di, bunu yapmış olabilirdi gerçekten. Karısı olmazsa masraflar azalır ve kendine daha çok lsd alabilirdi, aşağılık herif! Ama yine de en azından hedefimin sonucuna ulaşmak ve bir işi yarım bırakmamak adına, körfez caddesi civarındaki birkaç zenci ile temasa geçtim. Ufak bir ücret karşılığı beni bulundukları yeraltı hip-hop mekanının derinliklerindeki patronlarının yanına götürdüler. Patronları 50 yaşlarında göbekli, korkunç bir tipti. Sürekli olarak burnunu karıştırıp parmaklarına bakıyordu sümük gelmiş mi diye. Ve koca piposundan b*ktan, kalitesiz bir tütün kokusu odaya yayılıyordu. Kendi bölgesini belirleyen bir su aygırı gibi iğrenç bir koku yayılıyordu etrafa, başım gerçekten beladaydı. "Ne istiyorsun garip adam" dedi patron bana. "Büyük bir suç şebekesini çökertmek üzereyim patron, tek yapmanız gereken aradığım ismi bulmamda yardımcı olmanız."

gibi hissediyordum. Tanrım, oradan bir önce çıkmak istiyordum. "İb*e misin yoksa, patronun kakalamaya gelmiş bir ib*e ha?!"

g*tünü

"Hayır hayır..." "Senin adın neydi, piyasada senin özelliklerini barındıran bir g*t oğlanının başına büyük para koydular diye duymuştum. "Köh köh köh" diye gülmeye başladı. Sanki nefesi kesilmiş ve ölmek üzere olan bir adam gibi kızarıyordu. "Adolf, patron." "İb*e bir Nazi var yani karşımızda." Burnunu karıştırıp sümüklerini kontrole etmeye devam ediyordu. Ne diyeceğime karar veremedim, iyice köşeye sıkışmıştım, bir profesyonel gibi davrandım ve silahımı çekip patrona doğrulttum. "Sizden çok bir şey istemiyorum, sadece tecavüzcü örümceğin nerede olduğunu söyleyin bana." Patron sanki elimdeki silah oyuncakmış gibi alaycı bir tavırla gülmeye başladı. Her kahkahası onu biraz daha kızartıyordu. "Herkes o manyağı arıyor şu sıralar, işin çok zor evlat..."

"Polis misin sen?" dedi patron. Şunun farkına yeni varmıştım ki, bir suç şebekesi patronuna bir başka suç şebekesini çökerteceğimi söylemiştim az önce.

Uzun bir anlığına cevap veremedim. Dona kalmıştım. Bunun neden olduğunu bilmiyorum. Konuşuyor gibiydim, ama sesim çıkmıyordu, gerçeklik zamanın içinde aksamaya uğramıştı. Sessizlik oldu. Sonra patron düğmeye bastı ve odaya 10 saniye sonra 4 tane silahlı zenci doldu.

"Hayır, tekstil firmaları arasında yaşanan bir rekabetin elçisiyim, bir kiralık katilim aslında ben, polis, hayır asla!"

"Atın bu yumuşak g*tlü or*spu çocuğunu dışarı. Biraz da hırpalayın."

"Kiralık katil demek, ne gibi bir kiralık katil, üstünden gelen kadın parfümü kokusuna bakılırsa, sapkın yönleri olan bir kiralık katil bu... hmm…" "Hayır efendim, kadınlarla işim olmaz, o kokuyu yanlış anladınız" sanırım korkudan altıma kaçırmıştım. Ya da bir tribin içindeydim. Dilimi yutacak gibi oluyor, her an altıma kaçırabilecek

25 dakika boyunca biraz hırpalandıktan sonra, her yerim kanlar içinde, bir bacağımda 2 ezikle, sürünür bir vaziyetle şeytanın yuvasından olabildiğince uzak bir ara sokağa doğru kaçtım. Kokuşmuş zenciler sanki karşılarında Neonazi lideri varmış gibi muamele çekmişlerdi bana. Vardığım yerde, nefes nefese ve acılar içinde, eğer 2 tane ekst*ziyi gömmezsem, bu geceye devam edecek enerjimin ve gücümün


kalmadığına karar vererek, kendi hayatımı tehlikeye atıp bir kere daha dört kolla sarıldım işime. Şimdi haplar patlayana kadar biraz k*kain çekip, bir tane ankesörlü telefon kartı ve bir deste iskambil kağıdı alabileceğim bir yer bulmam gerekiyordu. Hepsini 1 saat içinde hallettim. Haplar çoktan patlamıştı ve zihnim yavaş yavaş aydınlanıyordu. Tüm bu olanların hepsinin altında yatan gerçeği nihayet görebiliyordum. Hepsinin tek bir ortak yanı vardı. Ben. Egomu çok ön planda tutmuş ve yaratıcılığım akıp gitmesine izin vermemiştim. Öncelikle dürüst bir dedektif değildim. Katillere yalan söyleyerek bu işi çözemezdim. Her seferinde bu hatayı yapıyordum ama her seferinde farklı şeyler de

öğrenmeye devam ediyordum. Şimdi yapmam gereken, sadece kendime ve düşmanıma doğruları anlatıp, benim onların değil, onların tutuklanmak için benim peşimden koşmasını beklemekti. En baştan başlayıp, tüm yolculuğumu daha tutarlı ve kararlı gerçekleştirirsem, bu gece evime işimi başarmış bir şekilde dönebilirdim. Her ne kadar bağımlı olsa da Jimmy benim arkadaşımdı, benim müşterimdi ve bana güveniyordu. İlk iş güney yakasının “sadık” limanına varmaktı, orada yatan çocuklar beni bu konuda bilgilendirecekti. Tabi ben öncelikle, bacağımdaki eziklerin ağrısını dindirmek için biraz m*rfin çaktıktan sonra...

Tugay Erdem Misafir Yazarımız



“Dilime Yaslar Yakışmaz” Kitabının Önsözü “Kitap olsun diye yazılmadı bu şiirler. Şairlik iddiasıyla da... Bu serüven, bir ananın çocuğuna ezberlettiği şiirleri, sahne nitelendirerek kapı arkasında okutmasıyla, gayet mütevazi bir şekilde başlar. Kifayetsiz kalınan anların ve hislerin mısralar ile dile gelişiyle devam eder. Bir süre sonra yaz yağmuru sonrasındaki seller gibi coşar, taşarlar. Hepsi yirmi yıllık duygusal birikimin kelimeleşmiş şekli. O coşkulu sele dönüştüren yağmurun en nadide seçkileri. İnsanın iç dünyasına, duygularının kıyısına yalnızlık içerisinde demir attığı anların abideleşmesidir bu çalışma. Samimi mi? Evet! Estetik kaygısı güdülmeden ve şiirin tabu kalıplarına hapsolunmadan ifade edilirler bir bir. O yüzden bu kitabı elinde bulunduranlar da, sanatın her şeyden önce alışılagelmiş şiir estetiği beklentisini gütmemeliler. Çünkü insanoğlunun şiir uğraşısı sanat iddiasıyla başlamadı. Benim de. Peki estetiğe dair umut çağrışımları yapan, okuyucusunun kendisini bulduğu dizeler yok mu? Mutlaka var. Ancak hiçbiri edebi tenkit korkusuyla ve sanat, estetik kaygısıyla şekillenmediler. Gayet insani ve masumane bir ifade ediliş şeklinden yoldan çıkılarak verilen bu yazın mücadelisinde illa ki bir gaye aranacaksa, doğrudur, asil ve soylu bir geleneği sürdürmenin bilinçli uğraşısıdır bu iş. Türkçe’nin kıvrak ve şiirsel altyapısı, bu yapının doğasında barındırdığı soylu bir geleneğin izinden gitmektir, yaşatmaktır; asıl amaç canlı tutmaya devam etmektir Türkçeyi. Hem de bu geleneğin en durağan olduğu bir dönemde, koşulların en çetrefilini yaşadığı bir coğrafyada ışık tutmaktır o dilin yarınlarına. Suzi’den Ömer Lütfiye, Yunus’tan Mevlana’ya, Yesevi’den Akif’e, Hayyam’dan Nesimi’ye, Şaban’dan Mustafi’ye, ulvi bir uğraşının emektarlarını zikretmektir bu gök kubbede. Prizren’in havasından, suyundan, toprağından mıdır bilinmez ama bilinen bir şey var ki, o da, Aşık Çelebi “Prizren’de oğlan doğsa adından

akdem (önce) mahlas korlar...” der “Meşairü'şŞuara” adlı tezkiresinde. Böyle bir ortamda dünyaya gözlerini açmak, insanı şiirle, kelimelerin güzelliğiyle kucaklaşmaya, sarmaş dolaş olmaya yetip de artıyor. Hem şehrin özgün havası insanı şair yapıyor, hem de şairleri Türkçe’nin şehrine dönüştürüyorlar Prizren’i. Bu karşılıklı aşkın içinde eriyenler, sözün geldiği sırlar hazinesinde sevgiliyle yanıp tutuşuyorlar. Eser, yanı sıra şiirlerin konusu, müellif gibi okuyucusunun da kendisinden mutlaka bir şeyleri bulacağı dünyalara hitap eder özellikte. Eserin ortaya çıkmasına ve yayınlanmasına vesile olan yaşantıları şiirlerimde bulacaksınız. Onlardan bahsetmeyeceğim. Bahsetmek istediğim husus, eserdeki seçkileri kitap olarak yayınlayıp yayınlamamakta yaşadığım tereddüttür. Üstad Yahya Kemal’ın şiirdeki mükemmeliyetçiliği, otuzuna geldiğinde daha önce bütün şiirlerini yakmaya itecek kadar hassasiyeti, şiire gösteri özeni ve cesaretiyle bilinir. Ama ben otuzuma geldiğimde iki sebepten dolayı bunu yapamadım. Kimse cesaretsizliğime, hassasiyetsizliğime, özensizliğime yormasın lütfen. Önce kusurlarımı görmek yaratıcılık nefsimi terbiyeleştirecekti. Sonra da, söz uçtuğu yazı kaldığına göre, otuzumdan önce yaşadığım, benimle beraber insanımın yaşadıklarına yüz tutan dizeleri silip atmak demekti bu. Sessizliğin sesini karanlığa gömmekti. Kitabın gün yüzüne çıkmasının asıl fikri budur. Sessizliğin sesini karanlığa gömmek değil, onları aydınlığa kavuşturmaktır. Bu emeği, amacı ve fikirleri değerli bulup, maddi manevi destekleriyle onurlandıran bütün birey ve kuruluşlara teşekkürler ediyorum. Bu eser, kapı ardını sahnenin başköşesi kılarak, çocuklarına manzume ezberletmeye devam eden bütün analara armağanımdır. Çünkü tahmin edemeyeceğiniz yaratıcı davranış ve yetiştirme biçimleri, günün birinde böyle eserler gün yüzüne çıkartabilir. ”

Taner Güçlütürk


“Taner Güçlütürk” Kimdir? Taner Güçlütürk, 1980 yılında Prizren’de dünyaya geldi. İlk ve ortaokul eğitimini bu şehirde gördü. 1999-2009 yılları arasında yerel, ulusal ve uluslararası birçok medya kuruluşunda gazeteci, sunucu, program yapımcısı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 2005-2006 yılında Kosova Basın Konseyi üyeliğinde bulundu. 2012 yılından bu yana Kosova Cumhurbaşkanlığı Topluluklar Danışma Konseyi üyesidir. İlki 2001 yılında Avusturya’nın Viyana Radyo Televizyonu tarafından düzenlenen gazetecilik okulunda gazetecilik üzerine eğitim almış, Amerika Birleşik Devletleri Kosova Büyükelçiliği ve Amerika Dış İşleri Bakanlığının misafiri olarak 2006 yılında Amerika ziyaretinde bulunarak, Bakanlığın Eğitim Enstitüsü tarafından düzenlenen bir aylık gazetecilik eğitim programına katılmıştır. 2004 yılında Priştine Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümünde lisans, 2007 yılında aynı bölümde yüksek lisans eğitimini bütünledi. 2008 yılında MakedonyaÜsküp “Kiril ve Metodij” Üniversitesi “Blaže Koneski” Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde doktoraya kaydını yaptırdı. 2011 yılında “1951-2001 Yılları Arasında Kosova’da Çağdaş Türk Edebi Yaratıcılığı” konulu doktora tezini savunarak, doktora eğitimini başarıyla tamamladı. Güçlütürk, 2008 yılında Priştine Üniversitesi Senatosu’nun kararıyla Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Bu bölümde Türk Edebiyatları (I-IV), Edebi Tercüme ve Gazeteciliğin Esasları gibi derslerini okuttu ve ders uygulamalarını yürüttü. Bunun yanı sıra Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi araştırma görevlisi, “Doğru Yol” Türk Kültür Sanat Derneği Edebiyat Kolu Başkanı ve Kosova Türk Yazarlar Derneği’nin genel sekreteridir. Güçlütürk, 2013/14 yılında Kosova Türk Temsil Heyeti Başkanlığında Türk dili ve edebiyatı hocası, 2014 yılından bu yana da

Yunus Emre yapmaktadır.

Kültür

Merkezinde

görev

Güçlütürk’ün başlıca eserleri, ilk olarak Amerika Birleşik Devletlerinde 2011 yılında yayınlanan Jeton Kelmendi’nin “Nasıl Sevmeli” adlı şiir kitabının çevirisidir. 2014 yılında İstanbul’da Değişim Yayınevi tarafından yayımlanan “Dilime Yaslar Yakışmaz” adlı özgün şiir kitabı yazarın ikinci eseridir. Kosova Çağdaş Şiir Antolojisi’ni hazırlamış ve çevirisini gerçekleştirmiştir. Yazar Milazim Krasniçi’nin “Ali Paşa’ya Rus Ruleti” adlı dram eserinin Taner Güçlütürk’e ait çevirisi ile birlikte, yine Güçlütürk’ün kendisine ait “1951-2001 Yılları Arasında Kosova’da Türk Edebi Yaratıcılığı” adlı bilimsel araştırma/doktora tezi kitabı bulunmaktadır.


Kitabın İçinden Bir Şiir Potpurisi Zamanlar farklı Zamanlar gecikmede ömrüm Çığlığım dudaklarımda şarap gibi demlenir Sen nerelerde beklersin arsız nazlım? Yine yanlış adreste mi fırtınalar kopar? Bak! Umudumu saldım bahar rüzgarlarına, Bak! Günahını hafifletsin diye Sevabım gülümser görmez misin? Görmez misin? Bugün sevdam yine bağbozumunda...

***

***

***

Martılar uğramış şehrime Bilmezler ki bu gecikmiş gelişin adresi deniz değildir Vedalar kaldırımlarla öpüşür Göçün yüzyıllık diliminde Günahlar alkışlanır Kravat takılır soysuzluğun huzurunda Yer kirli Gök kirli Yürekler kirli Çürümüş bedenlerde kıyamet çanları çalar Ben’lere çare bulunur mu acep? Mutluluk ünvanı taksa da tebessüm yüzler Morgluk kadavralardan farksız değil sakinleri Günaydın uyuyan şehir, günaydın! Martılar uğramış divanına farkında mısın!? Acaba bu gidişin sonunda kurtuluş olacak mı!?

Demedim mi Yağmur sonrası mavilikleri sereceğim eteklerine Toprak kokacak geleceğimiz Topukların ıslak Tazelikleri soluyacaksın ciğerlerine, Yağmurlar ya günahlarımızı, ya isyanımızı sele katıp götürecek Avuçlarımızda yeşertirken imkansızı Tebessümünü okşayacağım dudaklarında Dön şu berraklığa bak Demedim mi karamsar olma Mutlaka her şerde bir nur ışıldayacaktır.

*** Yağmur Yağsa diyorum günlerce Tufanlar yeter mi günahlarımızı alıp götürmeye? Rahmeti toprağa bahşettiği gibi o bereketle Yeşerse Adem ve Havva'ya secd olan o ilk gün ki güzellik, Güzellik çirkinlik kavgasında galip gelmemeli beklenmedik Beklenmediklere mahkum olacaksa halimiz Yağmurlar alıp götürmeli bu adaletsiz düzeni Ya günahlarımızda boğulmalı ya da güzelliklerimizde şahlanmalıyız.

Bir gün bir bohem şarkı yazmalıyım, Erguvanlar tenini okşadığında Bir sabah bir sol, bir la, bir si tınısında güne uyanmalı piyano Bir ney edasında olmalı ince ve zarif duruşun Ve sadece zülüflerin değmeli şakağıma... Ben kendimi bulmalıyım yokluğunda O gün de sen yok olmalısın varlığımda...

*** Sonbahar ki uykuda yakaladı gelenleri bir gece ayazında, Islak, yorgun ve hayat doluydular, Hayat ki oydu sonbahara teslim olmaya direnen, Uykusuzluk ile tir tir kıvranan samimi bir çift muhabbetti tan ağartısına emanet...

Taner Güçlütürk




#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kulturcikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.