Kültür Çıkmazı Dergisi 9. Sayı

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Ergül Yılmaz Gizem Köprülü Kurtuluş Öztürk Kübra Sırmalı Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan

kulturcikmazi

Çok anlamlı bir sayıya tekrar merhaba diyerek başlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz ay ülkemiz çok acı olaylarla sarsıldı. Kadına şiddetin bir türlü önlenemediği üstüne üstlük her yıl daha da arttığı bir ortamda 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutlamak ne kadar anlamlı olur bilmiyorum. Bu konudaki en büyük temennim eğitim seviyesinin arttığı, kadınlarla erkeklerin eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğu -ama sadece kağıt üzerindeki eşitlikten bahsetmiyorum- bir Türkiye haline gelmek ve önümüzdeki sene bu özel günü en güzel şekilde kutlayabilmek. Bütün bu olanlardan sonra bu ay ki kapağımızın “Özgecan” ve şiddet gören bütün kadınlarımızın sesi olmasını umut ediyorum. Dergimizin içeriğine gelirsek bu sayımızda, ünlü yazar “Ayşe Erbulak” ve usta ses “Hüseyin Turan”, 8 Mart’a özel yazılarıyla dergimize konuk oldular. Ve “Ayla Algan”la sanat hayatı ve kadına şiddet konusunda bir röportaj gerçekleştirdik. Ayrıca “Aşık Veysel”i de ölüm yıldönümünde unutmayarak onu da elimizden geldiğince sizler için tanıttık. Veee… Tiyatromuzun üstadlarından “Ali Poyrazoğlu” ile sanata dair keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Sadece bu kadar değil tabi ki, Kanguru Yayınlarının sahibi “Aydın Şimşek” ile de edebiyat üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajımızı da sayfalarımızda bulabilirsiniz. Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 6. bölümü, Günde’dün yazı dizisin 3. bölümü, İnziva Yazıları yazı dizisinin 2. bölümü ve Ray Harding öykü dizisinin 2. bölümü okunmak üzere yerlerini aldılar. Tabi yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor.


Dergimizin son sayfalarında yine sizler için dört adet sergiye de yer verdik eğer vaktiniz olursa mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Ayrıca misafir yazarlarımızdan Sefa Görkem Aktaş’ın, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’ine dair yazdığı makalesini de mutlaka okumalısınız. Veee… Unutmadan bir konuya daha değinmek istiyorum. Kültür Çıkmazı ailesi büyümeye devam ederken, Facebook sayfamızı takip eden 15.000 edebiyatsevere de buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Sizlerin sayesinde Kültür Çıkmazı sektörde öncü bir dergi olma konusunda emin adımlarla ilerliyor. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 10. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”

Onur Konuklarımız Ayşe Erbulak Hüseyin Turan Misafir Yazarlar Ayşe Satılmış Bilal Maral Enes Taşbaşı Fatih Albayrak İbrahim Albayrak Mücteba Ünal Sefa Görkem Aktaş Sena Sabcıoğlu Taner Güçlütürk Yıldız Alara Yücel Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan

Reklam ve Sponsor kulturcikmazi@kulturcikmazi.com


İçindekiler 6. Asla Demeyiniz… - Ayşe Erbulak 7. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü - Hüseyin Turan 8. “Ayla Algan” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 11. Bir Dakikalık Düşünmeye Davet Ediyorum - Selin Sabcıoğlu 12. Bozkır - Kübra Sırmalı 13. Şahsi Yalnızlıklarım 6 - Ali Koç 14. Telefon Kulübesi - Bölüm 6: İntikam - İlker Ardıç 18. Dönmesin - Kurtuluş Öztürk 19. Bunalımın Eşiğindeki Aforizmalar - Hamid Yıldızgil 20. “Aşık Veysel” - Selin Sabcıoğlu 24. “Ali Poyrazoğlu” Röportajı - Kübra Sırmalı 30. Esir - Bilal Çakıl 31. Bir Beyaz Yolculuk - Merve Nur Doğan 32. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 33. (fotoğraf) - Burak Erdoğan 34. Son Şiir - Fatih Albayrak 35. Gülhane’de Kırlangıç Gözleri - Bilal Maral 36. Günde’dün - Çocukluğum ve Memuriyet Arasındaki İnce Çizgi - Ayça İşbilen 40. Suskuntu - Didem Onmuş 41. Su ile Toprak - Sibel Ayan 42. Önceli Renkler Sonralı Renklere Boyandı… - Serap Bozkurt 44. “Aydın Şimşek” Röportajı - Özgün Kabacaoğlu 48. Masa, Saat, Sen, Ben, Diğer Şeyler - Enes Taşbaşı 49. Çizgi Dünyası - Ayça İşbilen 50. İnziva Yazıları - Saygı - Nebi Eren Bayramoğlu 53. Yalnızlıkla Geçen Ömür - Benan Şahindoğan 54. Sağırların Dünyası - Ayşe Satılmış 55. Zamanı Var - Sena Sabcıoğlu 56. Bir Anne - Kız Masalı - Özge Özdemir

5 Mart 2015

9. Sayı

58. Ray Harding - Bölüm 2: Sepetçi Ryan - Burak Karakaya 61. Çizgiliye - İbrahim Albayrak 62. Şiir Potpurisi - Taner Güçlütürk 64. Red Special: “Accept” Tanıtımı - Özge Özgüner 68. Tebessüm Durağı - Mücteba Ünal 69. Kanattaki Kabuk - Serap Bozkurt 70. Sahile Vurdu Sevdam - Birkan Akyüz 71. Kayıp Bir Dost - Yıldız Alara Yücel 72. Hayat Böyledir İşte - Ergül Yılmaz 74. Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” Romanında Nev-Yunanik, Realist ve Batısal Unsurların İncelenmesi - Sefa Görkem Aktaş 78. Raşit Altun: “Araf / Purgatory” - Sergi Çıdam Melek: “Mil Taşı / Milestone” - Sergi 79. Turgut Akarsu: “Katre / Dripping” - Sergi Sırma Yıldız: “Bir / One” - Sergi

Keyifli Okumalar…



Asla Demeyiniz... Aslında insanları kadın-erkek diye ayırmaya karşıyımdır. Ancak bir kadın olarak birçok insana umut ışığı olmayı da çok isterim. Çünkü günümüzde yaşam çok acımasız ve hoyratça geçiyor... Çevremde dikkat ediyorum çoğu kadın hiç hoşuma gitmeyen cümleler sarf ediyor... “Benden geçti” “Bu saatten sonra olmaz” “Bu neden benim başıma geldi” Hayat doğumla ölüm arasında bir çizgide sürerken bizim görevimiz bu süreyi kendimiz için en iyi şekilde değerlendirmektir... Yapmak istediklerimiz, hayallerimiz, hedeflerimiz her zaman olmalı. Hiçbir şeyin yaşı ve başı yoktur buna emin olun. 42 yaşında yabancı bir ülkede o ülkenin lisanı ile tiyatroda oynadım ve bu serüvenim tam 11 yıl sürdü. 45 yaşında üniversiteye gittim. 55 yaşında ilk kitabım yayınlandı.

Son 2 yıl içinde 4 adet iyi satan polisiye roman kitabım oldu... Hanımlar lütfen sadece hayal edin, hedef koyun ve yola çıkın. Gerçekleşmemesi için hiç bir sebep yok... Hayata illa iyi tarafından bakın, eskilerin dediği gibi “her şerde bir hayır vardır” 8 Mart DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜZ kutlu olsun :)

Ayşe Erbulak Onur Konuğumuz


8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kadın ve erkeğin dünya ile olan diyalektik ilişkisi yaşamı başlattığına göre başlangıçtan beri kadın erkek eşittir. Ancak erkeğin kas gücünü keşfetmesiyle birlikte kadının üzerindeki baskı, varoluşundan günümüze katlanarak devam etmektedir... Toplum olarak algımız ve bilincimiz “3. Sayfa” haberleri düzeyine geriledi maalesef. Bugün kadınlara karşı işlenen suçlar, erkek egemen toplumun dayatılmış aczinden kaynaklı diye düşünüyorum... Yani kadını "insan" olarak görebilme bilinci oluşmadığı için. Umarım demokrasinin işlediği bir sistem hızla hayatımıza girsin. Aksi takdirde yasaların da suçluları ödüllendirdiği bu sistemde kadınlara karşı vahşet giderek artacaktır. Özgecan'a yapılan vahşet, toplumun büyük bir kesimini uyandırmış olsa da, bu dürtüsel cehaletin ve düşünsel yetersizliğin devam edeceğinin de farkında olmalıyız... Bununla ilgili suçlulara daha etkili cezai yaptırımlar uygulanmalı (idam çözüm değil bu arada) diye düşünüyorum. Unutmayalım kadın hak geliştikçe insanlık da gelişir...

kazandıkça

ve

Son olarak, büyük usta Neşet Ertaş'ın güzellediği "kadın insandır, erkek de insanoğlu" tespiti bu duygularımızı ne güzel yansıtmış... Erkek olarak utandığımız ve toplum olarak zor günlerden geçtiğimiz bu ortamda ne kadar anlamı var bilemiyorum; 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü selamlar ve kutlarım... Sevgiyle.

Hüseyin Turan Onur Konuğumuz


“Ayla Algan” Röportajı Bu ay tiyatronun gülen ve samimi yüzlerinden değerli sanatçımız Ayla Algan’ı ağırlıyoruz. Gerçekten su gibi bir insan. Çünkü her girdiği role ayak uyduran, bize o olduğunu inandıran bir üstad. Dergimizde O’nu görmekten çok mutlu olduk ve çok gurur duyduk. Bizi kırmadığı için kendisine teşekkür ediyor ve söyleşiye geçiyoruz. - Balerin olsaydınız şimdi kendinizi hangi konumda görüyor olurdunuz? - Tiyatroda bugün neredeysem, bugün orada olurdum. Çünkü baleyi çok seviyorum. - Tiyatro sanatçısı olarak sahneye çıktığınız ilk an neler hissettiniz? Unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız? - İlk oyunum Jean Darc’tı, sesleri dinlemek için elimi kaldırdığımda elimin titrediği gördüm hem de sapır sapır. Seyirci de bunu oyun zannetti. Elimin titremesi dursun diye dua ediyordum.

- 1964'te yönetmenliğini Ertem Göreç'in yaptığı, senaryosu Vedat Türkali'ye ait olan Karanlıkta Uyananlar filmi ile ilk kez sinema dalında çalışmalara başlamışsınız. Sinema bir teklif üzerine mi başladı, yoksa sohbetlerde konuşulup kararlaştırılarak mı ilk filminizi çektiniz? Yani ilk sinema öykünüzü anlatır mısınız? - Bu teklif değildi Ertem Göreç, Fikret Hakan, Beklan Algan oturup konuştuk. 1964-1968 yılına kadar geçirdiğimiz dönemi, sadece Sinema da bizler değil Tiyatroda da yaşadık. Dolayısı ile o filmi çekmek için babamdan, dayımdan, Amerika’lı bir aile dostumuzdan para topladık, Lütfü Akat müdür yaptık şirket açtık ve film çıktığı an da işçi filmi olduğu için DİSK’ten bütün


Sendika işçileri gelip yardımcı oyuncu olarak rol aldılar. Kendi dertleri olan konuda grevle bitiyordu filmin sonu. - 1966'da Atıf Yılmaz'ın yönettiği Ah Güzel İstanbul filminde ilk kez başrol oynamışsınız. Atıf Yılmaz ile çalışmak nasıl bir duygu? Hem de başrol olarak... - Sadri Alışık’la başrolü paylaşmak benim için bugüne kadar ki bilgilerim dahil en iyi öğrenim oldu. İkimiz de rolümüze ezber olduğumuz için uzun sahneler çekiyordu bizi Atıf. Hatta bazen bizi seyretmekten “dur” demeyi unutuyordu. Biz de tükendik Atıf abi “dur” desene diyorduk. O da tiyatro gibi sizi seyrediyordum unuttum derdi. Atıf’ın bu filmi siyah/beyaz olduğu için Sanremo Film Festivalinde 2. Oldu. O dönemde Yeşilçam’da renkli film çekilemiyordu. - 1988 yılında kurduğunuz Tiyatro Araştırma Laboratuvarı (TAL)'ı bize biraz anlatır mısınız? - Gencay Gürün’ün Sanat Yönetmenliği zamanında TAL kuruldu. O sırada da Eskişehir Üniversitesinde ders veriyorduk. Rektördü Yılmaz. Ve ilk Açıköğretim Üniversitesi’ni açtı. Ve biz Açıköğrenim’den TAL’a öğrenci aldık. Araştırma, Tiyatro bilhassa zihin, beden ( Dans Tiyatrosu) nun araştırmalarına girdik. Dünya’dan Roma Expreiantal Tiyatro, Atina Üniversitesi Shakespeare hocası olan Aliki Halls gibi bu tip tiyatro araştırmaları yapan laboratuvarlarıyla birleştik. Uzun zaman çalışmalarımız devam etti. Yeni gelen Sanat Direktörü TAL’ı kapattı. Bugün artık Dernek haline getirdiğim Tiyatro Araştırma Laboratuvarını kimse kapatamaz. Bu estetik içinde TAL’ın çıkarttığı içeriklerin çıkışı Devlet Tiyatrosunda Gılgamış Destanı, Roma Experiantel tiyatrosunda yaratıcı yazım ve gösterileri TAL’ın araştırmalarından çıktı. Sonrasında Everest My Lord çıktı, Bülent Erkmen, Naz Erayda, ben, Beklan oynadık. Dans tiyatro dediğimiz şey de şu an da TAL – DANS olarak çalışmalarına devam ediyor. - Ondan öncesi var mı bilmiyoruz ama, biz sizi televizyon işi olarak “Aliye” dizisiyle tanıdık. Nasıl karar verdiniz dizi de

oynamaya? Üstelik yoğun ve başarılı Tiyatro çalışmalarınız varken. - Öncesinde Haldun Dormen’in yaptığı Ömer Kavur’un yönettiği Aziz Nesin’in hikayelerinden oluşan kısa filmlerde oynadım. Aliye’yi kabul ettim çünkü senaristi Ayfer Tunç rejisörü de Kudret Sabancı, rol arkadaşlarım da Halit Ergenç ve Ülkü Duru olduğu için büyük bir sevinçle kabul ettim. - Biliyorsunuz ki 8 Mart Dünya kadınlar Günü. Bu gün size ne anlam ifade ediyor? Yani bu gün ülkemizde hangi değerde? - 1972 Yılında İlk müzikalim “Kadınlar”dı. Oradan bugüne kadın olaylarının içinde şiirler okuyarak ömrüm geçti. Bugün neredeyse tüm dünya’da ezilen kadının durumu aynı fakat bizim ülkemizdeki durum içler acısı. - Kadınlara yapılan çevresel baskı genelde erkek egemenliğine bağlanıyor. Evet böyle bir durum da var ama, bir de kadının kadına uyguladığı baskı var. Sizce bu baskı gündeme neden getirilmiyor? - Sınıfsal ve sosyal olaylardan dolayı sıkıntılar yaşanıyor. Ataerkil toplum zihniyeti içinde büyüyen kadınlardan ne beklersin ki? Bu kadınlar hiçbir zaman birbirini korumayacaktır, çünkü kendisi de aynı şeyleri yaşamıştır. Bugün ele alınmamasının nedeni sanırım; kadının toplumda yaşadığı diğer baskı, tecavüz, dayak gibi sıkıntılar o kadar yoğun yaşanıyor ki kadının kadına uyguladığı baskı daha hafif kalıyor.


- Onbeş yaşında bir kız, babası yaşında bir adamla evlendirilip kadın olması için zorlanıyor. Onun yaşındaki çocuklar okula giderken, o çocuk bakıyor. Bu durumda en büyük rolü kim oynuyor? Aile mi, yoksa devlet mi? - Öncelikle kadın-erkek ayrıcalığı her dinde var. Eğer din erken yaşta evlenme yasağını getirseydi anne-babalarda günah işlememek için kanunda bile olsa evlendirmezlerdi. Sınıfsal ve sosyal kimliğe geline para için kızlarına satan anne-babalar bütün dünyada var. - 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ama ülkemizde kadınların değil günü, saati bile yok. Sabahtan akşama kadar çalışıyorlar, şiddet görüyorlar, hatta hayatları ellerinden alınıyor. Birçok kadının ne bu günden, ne de haklarından haberleri bile yok. Gerçekten eğitimsizlik mi bunun sorumlusu, yoksa altında yatan başka nedenler de var mı? - Sizin gibi, oyuncu olmak isteyen bir kadına ilk olarak ne öneriyorsunuz ve siz oyuncu olmak istediğinizde hocanızın size ilk önerisi ne olmuştu?

- Kadın ya da erkek olsun ayırım yapmadan karar verdiğini görürsem yardımcı olurum sana diyorum. Ben hocam Muhsin Ertuğrul derdi ki; “hayatımda tiyatrodan başka bir iş yapamam, beceremem, bilmiyorum” derdi. Amerika’daki hocam L. Strazburg Actor Stüdyoda bize derdi ki; “Çok istiyorsanız zaten yapacaksınız bana bile sormayın, yeter ki müsaade edin kendinize” - Size göre ülkemizde özellikle kadın oyuncu olmanın zorlukları ve kolaylıkları nelerdir? - Kuramsal yerlerde çalıştığımız zaman kadınerkek ayrımı olmadan memur statüsünde olduğumuz için korunmuş durumdaydık. Ama onun için de de politik görüşümüz elimizden alınmıştı, memur olmamızdan kaynaklanan zorluklar yaşadık. Sosyal kimlik özgürlüğümüz kısıtlanıyordu. - Öncelikle bize vakit ayırıp söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Son olarak neler eklemek istersiniz? Kısaca projelerinizden bahseder misiniz? - Ben teşekkür ederim. Şu sıra Zehra İpşiroğlu’nun gerçek yaşam öyküsünden yola çıktığı ve yazdığı “Lena-Leyla ve diğerleri” adlı oyunu hazırlıyoruz. Nisan ayında sahnelenecek. Sosyal kimlikleri karıştığı için, şizofreni hastası olan bir kadının hikayesi. Mayıs ayında Söke’de inşa edilen amfi tiyatroda sahnelemek üzere, Mitolojik bir oyun hazırlıyorum. 8 Mart Dünya Tiyatrolar Gününde İstanbul Kültür Eğitim Kurumları Konferans Salonunda İnci San ile birlikte “Türkiye’de Yaratıcı Drama” konulu bir sempozyum yapacağız. Geçen yıl sahnelemeye başladığımız kadın sorunları ele alan “Boşluk ve Kadın” adlı oyunumuzu Mart ayı boyunca çeşitli mekanlarda ve 27 Mart’ta Frankfurt’ta sahneleyeceğiz. Mayıs ayında Kıbrıs’ta çekimleri yapılacak olan “Kuyu mezarları ülkesi” adlı romandan uyarlanan sinema filminde başrol oynayacağım.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Bir Dakikalık Düşünmeye Davet Ediyorum Kadınlara “çocuk gibi davranma” diyorlar. “Sürekli vıdı vıdı ediyorsun.” diyorlar. Ama durup, bir nedenini sormuyorlar. Oysa çok değil, bir dakika düşünseler, anlarlar. Aksine kadınlar konuşuyorlar tamam ama anlatamıyorlar. Çocuk gibi davranılmasının bence tek nedeni, sürekli uygulanan aile ve çevre baskısından dolayı keyiflerince yaşayamamalarından dolayıdır. “Sen kadınsın yapamazsın, gidemezsin.” denmesinden dolayıdır. Şiddete uğrarlar, susarlar. Baskılara karşı susarlar. Sürekli ikinci planda kalırlar, susarlar. Yaşamaz, yaşatırlar, sesleri çıkmaz. Ama en ufak bir tartışmada bile, “çok konuşuyorsun” denir. Kadınlar olmasaydı, ağaç kavuğunda mı, büyüyüp, yetişmeyi düşünüyordunuz? Eğer mümkünse böyle bir şey, şiddet uygulayanları ağaç kavuklarında en az bir gün yaşatsınlar.

Oluyorsa çıkıp desinler, “denedik oldu” diye. Kendi eşlerine, dostlarına laf gelince etmediğinizi bırakmazsınız, ama başka kadınlara sarkıp demediğiniz laf kalmaz. Yol ortasında dövülür, aksine “vur vur” sesleri yükselir. Ezelden beri değişen bir şey yok, ne yazık ki… Değişen tek şey, öldürülen kadın sayısı. Koruma altında olsalar bile, bir şey fark etmiyor. Her geçen gün cinayetler artıyor. Bunları yapan caniler ise, serbest bırakılıyor. Olan günahsız kadınlarımıza oluyor. Bunca şeye rağmen “susup evde otursunlar, çocuk bakıp, ev temizlesinler.” deniyor. Pek çok kadının gözü ne yatta, ne de katta… Sadece insan yerine konmak istiyorlar. Eşitlik, özgürlük istiyorlar. ŞİMDİ HERKES AYAĞA BİR DAKİKALIK DÜŞÜNMEYE DAVET EDİYORUM.

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com


Bozkır Gidiyorsun. Sazını, sözünü, şiirini alıp... Oysa sesinde birikmiş türkülerim var, sigaranda tütmeyi bekleyen mısralar… Filizlenmemişken henüz ıhlamur çiçekleri, neden masanın kenarında alelacele yeşeren “gitmek” var?

Yıldızlar inmemişken gözlerine, henüz yürümeye başlamamışken yarasalar… Ve daha demini almamışken sonbahar bu sancılı bozkır topraklarında, neden kalkışının zenginliği var?

Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com


Şahsi Yalnızlıklarım 6 Her şey geçmişte, geçmediğiyle kalır! Senin hayatın üzerine hiçbir şey söylemeye hakkım yok, fakat yazmaya var! Ben senin her şeyin değilim, evet. Fakat sen de benim için sıradan biri değilsin. Kimi zaman sigaramsın, kimi zaman şiirimsin, kimi zaman şarkımsın... Bir köşeye çekilip susmuşsam, sıradan bir filmin yarı duygusal sahnelerinde bile gözlerim dolu dolu olmuşsa, kırıp dökmüşsem sağımı solumu hiç düşünmeden, olmayacak hayallerin peşinde koşup inancımı son kuruşuna kadar harcamışsam... Bunun sebebi sensin! Sadece sen! Yine de bu yalnızlık senin değil, benim yalnızlığım. Yoksun diye hiçbir zaman suçlamayacağım seni. Bensiz mutlu olursan, üzülmeyeceğim. Üzülürsen şayet, asla sevinmeyeceğim. Hayatımda isteyip de sahip olamadığım ilk şey sen değilsin. Son da olmayacaksın. Ben yalnızlığa alışığım. Fakat sana, yalnızlıktan biraz daha fazla alıştım işte. Bu canımı sıkacak bir süre. Yine de, sen başkaları için yaşarken, ben senin için ölmeyeceğim!

Karanlık o kadar derindir ki, zamanı gelen herkes o vurgunu mutlaka yer. En güçlü insanı bile dize getirebilecek aşağılık bir prangası vardı. Benim sensizliğe olan sadakatim, senden daha büyük bir acıya siparişimmiş sadece. Ben seninle yapamadığım gibi, sensizliği de elime yüzüme bulaştırdım farkında olmadan. Ne sevgimi saklayabildim, ne isyanımı. İşte bu yüzden haklı da olsam, mutsuzluğu hak ettim. Bazı acıların yaşanması, aşılmasından daha kutsaldır. Bu saatten sonra ne yaşayacağımı bilmiyorum. Ne yaşamam gerektiğini, bilmiyorum... Bildiğim tek şey, ufak bir tebessüm veya küçük bir umut kırıntısı için ödeyeceğim diyetin miktarını zaman belirleyecek. Gelip geçtiğinle mi kalacaksın, yoksa kalıcı bir hasar mı bırakacak bende! İşte bunu... Yaşayabilirsem, bir sonbaharda buluşacağım kendimle. Artık sana da hazırım, sensizliğe de. Bir yanım yaşamaya muhtaç, diğeri ise ölüme.

Ali Koç alikoc@kulturcikmazi.com


Telefon Kulübesi Bölüm 6: İntikam Yüzüne düşen damla irkilmesine neden olmuştu. Aniden uyanmanın şaşkınlığını üzerinden atamadan başındaki ağrıyı hissedince sağlam bir küfür savurdu. Tek gözünü aralayıp nerede olduğunu anlamaya çalışırken bankın sert tahtalarına dayadığı başını kaldırmaya gücü olmadığını fark etti. Bacaklarının arasına koyduğu ellerinden birini çıkarıp montunun yakasını yüzüne çekti. Artık kendine gelmek için beş dakikası daha olduğunu biliyordu. Yağmur daha fazla şiddetlenmeden yattığı yerden kalkıp ağır adımlarla ağaçların daha sık olduğu yere doğru yürümeye başladı. Yılların belini büktüğü bir çınarın altında, düştüğü duruma bir kez daha baktı. Evinden, işinden, bütün düzeninden uzak kalmıştı. Hem polisten kaçıyordu, hem de o psikopattan. Artık güvenebileceği kimsesi kalmadığını düşünüyordu. Bir şekilde hayatta kalması ve bu işle bir alakası olmadığını kanıtlamalıydı. Ama şu

anda düşünmesi gereken daha önemli bir meselesi vardı. Guruldayan midesi… *** Kapıyı tıkladıktan sonra bir ses gelmesini beklemeden içeriye girdi. Odadaki keskin sigara kokusu ve yoğun dumanın ardındaki gözlere bakarak konuşmaya başladı. - Komiserim dosya ile ilgili bir gelişme var. - Ne gelişmesi Ali, anlat bakalım. Ali söze başlamadan önce kapıyı tekrar aralayıp içeriye birini daha davet etti. Daha sonra komisere biraz daha yaklaşarak anlatmaya başladı. - Komiserim, Nazlı Hanım bundan sonra bu dosyada bizimle çalışacakmış. - Buyurun Nazlı Hanım oturun lütfen, ben Tarık.


Tarık, Ali’ye konuşmasına devam etmesi için dik dik bakmaya başladı. Daha açık bir şekilde anlatması için tekrar sormak sinirini bozuyordu. - Komiserim, Nazlı Hanım Uzman Psikolog olarak teşkilatımıza çeşitli dosyalarda daha önceden de destek vermiş. Bu dosyada da bize yardımcı olması için görevlendirilmiş. - Ne gibi bir yardımdan bahsediyorsunuz? Nazlı, bu resmi konuşmaya daha fazla dayanamayıp gerisini kendisinin anlatması gerektiğini düşündü. - Tarık Bey, gelmeden önce dosyayı inceleme fırsatı buldum ve hazırlık yaptım. İsterseniz ben öncelikle anlatayım, sonra nasıl bir yardımım olacağı konusunda daha net bir fikriniz olabilir. - Buyurun Nazlı Hanım sizi dinliyorum. - Öncelikle dosyadaki bütün cinayetlerin tek bir kişi tarafından işlendiği konusunda hem fikiriz diye düşünüyorum. Şimdi önemli olan bu cinayetleri neden işlediği. Sırasıyla bütün olaylara bakarsak bu şahıs her cinayetinde bir mesaj vermeye çalışıyor. Sadece ilkine dair bir fikir edinemedim ama mutlaka atladığımız bir şey vardır. - Evet Nazlı Hanım, buraya kadar hem fikiriz. Peki, bizim bilmediğimiz bir şeyler de anlatacak mısınız? Tarık, bugüne kadar önüne gelen bütün dosyaları sonuca bağlamış ve suçluları yakalamış bir polis olarak işine karışanlardan nefret ederdi. Bu dosyanın bu kadar uzaması, hala bir bilgi edinememeleri zaten sinirini bozarken üstüne üstlük bir kadının yardımcı olması için görevlendirilmesi daha çok sinirini bozmuştu. - Bu şahsın düşünüyorum.

intikam

peşinde

olduğunu

- İyi de öldürülen kişiler arasında ortak bir bağ bulamadık ki. Bu insanların nasıl ortak bir kişiyle bağı olabilir.

- Bakın Tarık Bey, geçmişinde büyük travmalar atlatmış ve zarar görmüş insanlar sabırla büyümeyi beklerler. Ta ki intikam almak istedikleri kişilere güçleri yetene kadar. Ama zamanı geldiğinde intikam almak istedikleri kişi bıraktıkları gibi kalmaz tabi ki. Bu da onları farklı çözüm yollarına iter. - Nasıl yani? - Yani, aklındaki model kişiye uygun birini bulduklarında onu cezalandırarak asıl intikamlarını almış olurlar. Kısacası kendi adaletlerini ararken cezalandırılacak kişinin suçu işleyen kişi olması gerekmiyor. Aynı suçu işleyen başka biri olabilir, fiziksel benzerlik olabilir veya daha farklı bir benzerlik olabilir. - Şimdi daha net anlıyorum. Demek ki bu insanların arasında bir bağ bulamamamızın nedeni buymuş. O zaman bu işimizi daha da zorlaştırıyor. Nazlı, kendini ispatlamış olmanın rahatlığıyla oturduğu koltuğa iyice yaslanıp daha rahat bir şekilde anlatmaya başlamıştı. Ali de merakla konuşulanları dinlerken oturmayı bile unutmuştu. - Sizin yolunuzla çözmeye çalışırsak işimiz zor olabilir. Ancak benim yolumla denersek bir şansımız olabilir... Tabi şu anda aklınızda bir soru işareti oluştu. Hemen açıklıyorum sabredin. Benim önerim, öldürülen kişiler arasındaki bağı araştırmak yerine, cinayetin işleniş şekillerini bağlayalım. - Yani anlatmak istediklerini mi diyorsunuz? - Aynen öyle. Bakın gözleri oyulan kadını atlarsak diğerlerini tahmin edebilirim. Mesela ikinci cinayet… *** Elindeki simidi ufak lokmalar halinde yerken binaların çıkıntılarının altından yürüyordu. Eğer kıyafetleri ıslanırsa güneş çıkana kadar geçen süre zorlu olabilirdi. Kaldırımda yürürken birden nereye bastığı dikkatini çekti. Karnı aç olduğu için mi yoksa bulunduğu durumdan mı bilinmez artık kırmızı taşlara da basar olmuştu.


Buna her ne kadar şaşırsa da sadece grilere basarak ilerleyecek gücü kendinde bulamadı. Yanından geçtiği dükkanın camındaki televizyonlara kaydı gözü. Ekrandaki spiker donuk bir ifadeyle haberleri sunuyordu. Ama ekranın her tarafında “Olay Görüntüler!”, “Kanınız Donacak!” yazıyordu. Merakına yenik düşüp izlemeye devam etti. Sessiz sinema misali çatıda yatan çıplak bir kadın cesedine baktı. Görüntü her ne kadar buzlanmış olsa da ardındaki vahşet içinin ürpermesine neden olmuştu. Anlaşılan, o psikopat hala birilerini öldürmeye devam ediyordu. “İyi de benimle ne derdi var bu adamın” diye geçirdi içinden. Sonra ekranın sağ alt köşesinde ölen kızın vesikalık fotoğrafına baktı. Bu yüzü bir yerden hatırlıyor gibiydi. Sanki yıllar öncesinden gelen bir selam gibiydi o bakışlar. Ve sanki, şu anda o kıza baktığı gibi başka biri de ona bakıyordu… *** - … Mesela ikinci cinayet. Otoparkta öldürülen o adamın, son halini hatırlıyorsunuzdur herhalde. Elleri göğsünden geçirilip sırtından çıkarılmış ve avcuna ciğer koyulmuştu. - Evet, unutmak mümkün mü. Bilirsiniz halk arasında değersiz, etrafındakileri kullanan, içten pazarlıklı insanlar için ciğersiz, ciğeri beş para etmez gibi laflar kullanılır. Bence ikinci cinayette anlatılmak istenen bu. Ayrıca maktul hakkında biraz araştırma yapınca işyeri sahibiyle akrabalığı bulunduğunu öğrendim. Belki de sevilmeyen bir şahıstı. Hızla açılan kapı odadaki herkesin irkilmesine sebep olmuştu. İçeriye giren bayan memur selam verdikten sonra nefesini düzenleyerek heyecanla konuşmaya başladı. - Komiserim, yeni bir vaka bulunmuş! - Yine mi birini öldürmüş bu manyak? - Komiserim bu sefer ki eski bir vaka, hatta üzerinden aylar geçmiş olabilir.

Tarık, düşünceli bir şekilde yerinden kalkıp ceketine uzandı. Silahını kılıfına yerleştirdikten sonra Ali’ye gözüyle kendisini takip etmesini işaret etti. Tam koridorda dört beş adım atmıştı ki, bir şey unuttuğunu fark etti. - Nazlı hanım, eğer bunu görmek rahatsız etmeyecekse sizde gelin. - Ne zaman soracaksınız diye bekliyordum, hemen geliyorum. Hızlıca emniyetten çıkıp araca bindiler. Ali gidecekleri adresi çok iyi biliyordu. Üçü de görecekleri manzarayı o kadar çok merak ediyorlardı ki yol boyunca tek kelime etmediler. Sonunda yıkık dökük eski bir fabrika gibi görünen barakanın önünde durdular. Araçtan indiklerinden Tarık en önde yürümeye başladı. Fabrikanın içerisine girdiklerinde etrafta koşuşturan polisler bir an komiserle göz göze geldiler. Tarık kalabalığı takip ederek arkadaki bahçeye açılan kapıya doğru ilerledi. Bu yıkık fabrikanın arkasında etrafı duvarlarla örülmüş bir bahçesi bulunuyordu ve bahçede duran tek bir ağaç… Tarık toprak zeminde takılmadan ilerlemek için emin adımlar atarken gözünün ucuyla kalabalığın olduğu yere baktı. Bir ağaç fidanının dallarını gördüğünde acaba ağaca bağlanmış veya asılmış bir ceset mi var diye düşündü. Olay yeri inceleme ekiplerinin yanına geldiğinde, elini hemen önünde duran memurun omzuna koydu. Arkasını dönen kostümlü memur cebinden çıkardığı bir çift eldiveni komisere uzatıp kenara çekildi. Nazlı açılan boşluktan gördüğü manzara karşısında dayanamayıp bir adım geriye gitti. Komiser bütün soğukkanlılığıyla o iğrenç kokuyu daha yakından içine çekerken detayları incelemeye başladı. Cesedin üzerinde çok az sayıda kurt olması dikkatini çekmişti. Hemen yanında duran memura döndü. - Neler öğrendiniz ben gelene kadar?


- Efendim, maktulün iç organlarının tamamı büyük bir titizlikle çıkarılmış. Şuradaki çukurda bulduk hepsini. Tarık, gösterilen yere doğru bir bakış attıktan sonra arkasında duran Nazlı ile göz göze geldi. Kadın herhalde hayatındaki en iğrenç manzaraya bakıyordu. - Peki, bunu nasıl yapmayı başarmış? - Efendim, tahminimizce bu fidan işlem sırasında daha ince ve küçük boyluymuş. Maktulün organları çıkarıldıktan sonra fidan, karın bölgesindeki açıklıktan sokularak maktulün içerisine yerleştirilmiş. Toprakla buluşması için kökleri makat kısmından çıkarılarak toprağa sabitlenmiş. Üst kısımda da ufak dallar budanarak sadece üç büyük dal bırakılmış. Bu dallardan yanlarda olan iki tanesi maktulün kollarından geçirilerek avuçlarında açılan

deliklerden çıkarılmış. Tepedeki dal da maktulün kafatasına açılan delikten çıkarılmış. Tarık anlatılanları dinlerken karşısındaki manzarayı izliyordu. Bu adamın ne gibi bir suçu olabilirdi bunu yaşamak için merak etti. Daha önceden kazığa geçirilmiş insan fotoğrafları görmüştü. Hatta tarihte bunun birçok örneği de vardı ama hiç yaşayan bir ağaca geçirilmiş bir ceset görmemişti. - Peki maktulün kimliğini belirleyebildiniz mi, elimizde herhangi bir kayıt var mı? - Kimliğini organlarının gömüldüğü çukurda bulduk. İsmi Sedat Karabatak, kayıtlarımıza göre bir kere gözaltına alınmış ama hemen serbest bırakılmış. - Suçu neymiş peki? - Çocuk tacizi… Devam edecek…

İlker Ardıç ilkerardic@kulturcikmazi.com


Dönmesin Sevgili dost, Karanlığın cömertliğinde dibe çöktüm sessizce Yıldızları çıkardım unutuldukları yerden, Yıldızları sevince Ve aman diledim amansız korkulardan Düş azat edinceye dek umutlardan Bal çaldım hatıralardan Dönmesin fikirler çıktığı yolculuklardan. Sebep ile çıktık cevap verelim Edep ile vardık yolun görelim Talep ile kaldık tuzun yiyelim Riyakar mı dersin? Söyle bakalım. Sevgili dost, deryanın öfkesinde merkeze göçtüm gizlice Derinlere yakardım uyudukları yerden, Derinleri bilince Ve durgunluk diledim durulmaz dalgalardan Kaptan azat edinceye dek kanatlardan Bal çaldım hatıralardan Düşmesin gazeller bittiği topraklardan. Ardıç ile konduk tohum kaçıştı Ateş ile yandık düşman acıştı Ağu ile kandık kanlar saçıştı Fedakar mı dersin? Söyle bakalım. Sevgili dost, hakimin bilgeliğinde hapsoldum gündüz ve gece Işığına sarındım karardığım yerden, Işığını görünce Ve derman diledim dertsiz parıldayanlardan Zindan azat edinceye dek bergüzarlardan Bal çaldım hatıralardan Yanmasın kalemler yazdığı sayfalardan. Keder ile daldık deniz duruldu Yunus ile kaldık ikrar duyuldu İsa ile durduk suçu soruldu Günahkar mı dersin? Söyle bakalım.

Kurtuluş Öztürk kurtulusozturk@kulturcikmazi.com


Bunalımın Eşiğindeki Aforizmalar Anılarıma dönüyorum sık sık. Yalnızlığımdan bir ziyade bulur gibiyim. Yani bu hislere bürünmekten şikâyetsiz gibiyim. Ama bir şeyleri tam anlamıyla toparlayamıyorum. Kafamın içerisinde dönen şeyleri kavrayamıyorum. Kendime dahi sustuğum şeyler var bunun bilincindeyim. Ama sustuğum şeyleri bilmiyorum. Dedim ya sık sık anılarıma dönüyorum. Mesela şuan, Göl Bahçe'de nedenini bilmediğim bir gerekçeden dolayı tek başımayım. Bir bank buldum çevredekileri umursamamaksızın uzanıverdim banka. Bir ağacın altındayım gök masmavi ama ürperten rüzgârlar vuruyor tenime. Kulaklığımda bir müzik duyuluyor ama ne olduğunu hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle Birsen Tezer’dir. Çünkü hislerin yoğun ve güzel olduğunu hatırlıyorum. Mavi gök bana Turgut Uyar’ı hatırlatıyor, rüzgârın tenime bıraktığı ürperti ise Sabahattin Ali’yi. Şimdi tüm benliğimle göğe bakıyorum, Turgut Uyar’ın dediği gibi. Baktıkça yaklaşıyor gök bana. Beni içine çekiyor. Kucaklıyor tüm sıkıntılarımla bana sanki yaşamı sevdiren bir tablo çiziyor. Gözlerimin incinmişlikleri anlattığı anlara inat, kucaklıyor sanki beni. Rüzgâr ah rüzgâr tenime vurunca gözlerimi biraz daha uzunca kapıyorum. Sanki biri yalnız değilsin diyor. Yaşamın aktığını ve hiçbir şeyin tükenmeyeceğini anlatıyor sanki bana. Düşünüyorum şairler bu hisselerimin ne kadar

fazlasını hissetmiş olabilirler bütünlemişler dizelerini.

ki?

Ne

güzel

Söyler misin? Birine yapılacak en güzel teklif değil midir? - Göğe bakalım… Gel senle göğe bakalım! Hele ki rüzgâr! Rüzgâr hükümdarı olursa tüm çevrenin, varlığını hissettirirse ağaç dallarında, yüzümüze vurursa, huzur buluruz. Ben tüm bunları yaşadığım an kendime söz verdim. Sanki bu anları yaşamadan evvel bitkinlikle o banka gelip, hatta neden geldiğini bilmeyerek o banka gelip, ne yapmalı diye düşünmeyi bile aklından geçirmeyecek kadar bitkin olan ben yoktum hiç. Bir şekilde bu hislerden, bu çöküntüden sıyrıldım. Ve sözüm şuydu; “Ne zaman bunalıma sürüklensem göğe bakacağım. Ve şanslıysam tıpkı o günkü gibi incitmeyen bir rüzgâra sarılacağım.” Bitkinsen, göğe bakalım, hayat yeterince adil olmasa da mavi gök hepimizin. Ve mavi gökte güzel şeylerin izlerini, zihninde keşfedebilirsin. Haydi gel bir bank edinelim, bunalıma sürüklenmeyelim...

Hamid Yıldızgil hamidyildizgil@kulturcikmazi.com


Aşık Veysel Şatıroğlu “Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde.” Âşık Veysel Şatıroğlu, 1894 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelmiştir. Annesi Gülizar, babası "Karaca" lakaplı Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel'in iki kız kardeşi, yörede yaygınlaşan çiçek hastalığına yakalanarak yaşamlarını yitirmiştir. Ardından Veysel de yedi yaşında aynı hastalıktan dolayı iki gözünü de kaybetmiştir. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.” Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü.


Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.” Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası. Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.” Ali adında bir ağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içlidışlı biriymiş. . Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almıştır. Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendirmişlerdir. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölmüştür.

1921’in 24 Şubat’ında annesi, onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşmışlardır. Köye de birçok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemişlerdir. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel'de geri kalmamıştır. Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutmuşlardır. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olmuştur. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali'de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırmış bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklemiş, böylece. Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi: “Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde.”


Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşamışlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı etmişlerdir. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz almış; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybetmişler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara vermişler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlenmiştir.” 1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurmuşlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlamış. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretlemiş.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşlerdir. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması olmuştur. Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin: “Mecnunum, Leyla’mı gördüm Bir kerrece baktı geçti. Ne söyledi ne de sordum Kaşlarını yıktı geçti Soramadım bir çift sözü Ay mıydı gün müydü, yüzü Sandım ki zühre yıldızı Şavkı beni yaktı geçti. Ateşinden duramadım Ben bu sırra eremedim Seher vakti göremedim Yıldız gibi aktı geçti. Bilmem hangi burç yıldızı Bu dertler yareler bizi Gamzen oku bazı bazı Yar sineme çaktı geçti... İzzetî, bu ne hikmet iş Uyur iken gördüm bir düş Zülüflerin kement etmiş, Yar boynuma taktı geçti.” şiiridir. Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapmıştır. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır. 21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumuştur.


Eserleri: Deyişler (1944) Sazımdan Sesler (1950) Dostlar Beni Hatırlasın (1970) Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984)

Kaynakça: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%82%C5%9F%C 4%B1k_Veysel http://www.antoloji.com/asik-veyselsatiroglu/hayati/

Selin Sabcıoğlu selinsabcioglu@kulturcikmazi.com



“Ali Poyrazoğlu” Röportajı Bu sayımız için, tiyatro sahnelerinde, TV yapımlarında, sinema filmlerinde ve birçok kültürelsanatsal alanda adı sıkça geçen Ali Poyrazoğlu ile röportaj yapmak istedik. Kendisi de bizi kırmadı, o yoğunluğun içinde “Asi Kuş” adlı oyun için Bakırköy Yunus Emre Sahnesine giderken bizimle bu röportajı gerçekleştirdi. Biz keyifle gerçekleştirdik, umarım sizler de okurken keyif alırsınız... İyi okumalar :) - 1) Merhaba Ali Bey, ilk sorumuzla başlayalım. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz, sizi yönlendiren biri oldu mu, yoksa bu süreç tamamen sizin kontrolünüzde miydi? - İnsan belirli bir yaşa geldiğinde bilinçli olarak nasıl bir yaşam biçimi istediği, nasıl bir meslek seçeceği konusunda ciddi bir biçimde düşünmeye başlıyor. Çocukluk hayallerinin yerini yavaş yavaş yaşamın gerçekleri almaya başlıyor ve kendi kendine diyorsun ki “Mutlu olabileceğim bir meslek yapmalıyım ve çocukluk hayallerimi terk etmemeliyim gerçekler yüzünden. Çünkü ne kadar hayallerimle önümü görmeye çalışır, hayallerimi gerçekleştirmeye çalışırsam, o kadar mutlu olurum.”

Onun dışında ben resim yapıyordum, yazı yazıyordum, müzikle uğraşıyordum ve de oyunculuk yapıyordum çocukluğumdan beri. Beni oyunculuğa iten içimdeki sezgiydi. Tiyatronun; yazmayla- çizmeyle, müzikle uğraşabileceğim, hepsini bir araya toplayan bir yer olduğunu yavaş yavaş iyice ciddi bir biçimde düşünmeye başlayınca amatörlüğü bırakıp profesyonel olmaya karar verdim. Konservatuarın tiyatro bölümüne girdim. Okuldayken profesyonel olarak oynamaya başladım şehir tiyatrolarında. Sonra yavaş yavaş kendime bir yol haritası çizdim. Zaman o yolu takip ettim, zaman zaman yolun dışına kaydım, yan yollara çıkmaz sokaklara saptım, macera peşinde dolaştım ve bu güne kadar geldim.


- Her oyuncunun bir idolü vardır. Peki sizin kendinize örnek aldığınız, “onun gibi olmak istiyorum” dediğiniz bir oyuncu var mıydı? - Hiçbir zaman olmadı, birisi gibi bir oyuncu olayım diye düşünmedim. Çoğu zaman birkaç tane insanın karışımı olayım diye düşündüm ama. Yani hem iyi bir Amerikalı oyuncu, hem bir Fransız oyuncu, hem bir Türk oyuncu. Bunların hepsi aynı zamanda benim hayalimdeki idolün parçaları gibi duruyordu. Onun için birçok zaman insanların çok beğendiğim, hayranlıkla izlediğim yanlarından yola çıkarak yavaş yavaş oyuncu Ali Poyrazoğlu’nu oluşturdum. Ama benim oyuncu olma yolculuğumda bana örnek olan, idolüm olabilecek insanlar vardı. Bunların hepsi oyuncu değildi. Bir kısmı yönetmendi, bir kısmı yazardı. Örneğin; Shakespeare’ydi, Haldun Taner’di, Aziz Nesin’di, Yaşar Kemal’di. Yazarlar, oyuncular, ressamlar, müzisyenler, hepsinden birer parça alarak hayalimdeki oyuncuyu gerçekleştirmeye çalıştım. Zaman zaman yaklaştım, zaman zaman da uzağına düştüm. Ama yolculuk daha bitmiş değil, keyfim yerinde. Çünkü işimi çok seviyorum. Çok mutlu oluyorum oyunculuk yaparken.

- Peki özellikle mutlu olduğunuz bir alan var mı? Sinema, tiyatro, TV yapımları gibi birçok alanda çalıştınız, size en çok keyif veren alan hangisiydi? - Tiyatro. Oyuncunun er meydanı tiyatrodur. Tiyatrodan sonra da sinema. Tabii sinemada, hele yönetmenin de iyiyse, onunla birlikte onun yarattığı dünyanın bir parçası olmaya çalışmak çok keyifli, huzur verici ve heyecanlı bir maceradır. - Ali Bey, bunların yanında radyo tiyatroculuğu da yapmış birisiniz. Peki sizce günümüzde radyo tiyatroculuğuna gereken değer veriliyor mu? - Hayır, maalesef verilmiyor. Biraz TV yüzünden, biraz da hayal gücünün kapılarını aralayan şeyler olduğu için radyo oyunları. Çünkü karşında bir şey görmüyorsun, önünde oynanmıyor oyun, sadece seslerini duyuyorsun ve o dünyayı sen zihninde yaratmak zorundasın. Çok keyifli bir iştir. Ben çoook genç yaşlarımda radyo oyunları yazarak geçinirdim. TRT’nin radyo tiyatrosu çok ciddiye alınacak bir şeydi. Önemli bir işti. O zaman hem yazıyordum hem oynuyordum. Yıllarca yaptım bu işi, radyo tiyatrosundan geçindim yani. Sonra 12 yıla yakın bir zaman da “Gölgede Muhabbet” adlı bir radyo Talk Show’u yaptım. Çok dinlenen, tutmuş bir programdı. Radyoculuk keyifli iştir ama dediğim gibi maalesef gereken önem verilmiyor. O muhteşem radyo tiyatrosu dönemi bitti. Halbuki şimdi ne kadar çok iyi oyuncu var.. O zaman da vardı ama şimdi daha çok. Gençler de geldi, geliyorlar. Keşke devam etse TRT. Keşke özel radyolar da yapsalar. - Peki tekrar yapmayı ister miydiniz siz, teklif edilse? - Bayıla bayıla, koşa koşa! - Umarım yapılır… Ali Bey biraz genel bir soru olacak ama ülkemizde sanatsal ve kültürel alanlar sizce


hak ettiği yerde mi? Yani edebiyat, tiyatro, sinema vs… - Hayır hayır hayır hayır. Sanatta-kültürde devamlı itilerek kakılarak, giderek ülke bir kültür çölüne dönüşsün diye dört bir taraftan baskı kurularak, sanatçıların rahatı kaçırılarak, toplumun layık olduğu çizgiye yükselmemesi için herkes elinden geleni yaptı. Ülke yavaş yavaş kültür-sanat çölüne dönüşmekte... El birliği ile bu çıkmazdan kurtulmak için hepimiz elimizden geleni yapmalıyız. Kültür ve sanat işleriyle uğraşan insanların muhteşem özverileri ve inatlarıyla bugüne kadar gelindi. Şimdi de öyle devam ediyoruz. Herkes artık işini inadına yapıyor çünkü. - Haklısınız... Evet, bir oyuncu olarak izlemekten keyif aldığınız ve mutlaka izleyin dediğiniz bir sinema filmi, seyredin dediğiniz bir tiyatro oyunu var mı? - O kadar büyük bir alanda bir kum tanesi soruyorsun ki… Çoook! Ne önerebilirim bilmiyorum. Ama şunu önerebilirim; düzeyli, aklı başında, insanın dünyayla ilişkisini yenileyebilecek olan her kitapla, filmle, tiyatroyla ilişki kurmaya çalışmalı insanlar. Tabii biraz seviye de gözetmeliler. Yani yavaş yavaş artık insan kendine demeli ki “Ya ben hayatımı bu dandik televizyon dizilerini izleyerek mi geçireceğim, bu mu benim payıma düşen bu dünyada, lanet olsun, ben bu şapşallıktan kendimi kurtarmalı ve doğru dürüst filmlerioyunları izlemeliyim.” Tabii büyükşehirlerin dışında birçok yerde tiyatroya hatta sinemaya bile ulaşmak çok zor. TV’de açtığı tahribatı bazen –farkında olmadaniyi filmler oynatarak kapatıyor. TV’deki filmleri doğru dürüst seçip izlerse insan açığını biraz kapatır. Ama tabi ki film sinemada izlenir. Oyun, tiyatroda izlenir. Onun için biraz fedakarlık yaparak, biraz da yaşamlarının içine sanatınkültürün her biçiminin sadece izleyicisi değil, kıyısından tutmuş üreticisi olmayı denemeli insan. O zaman belki bir fark yaratabilirler.

- Bildiğiniz gibi edebiyat ağırlıklı bir dergiyiz, bu yüzden bu soruyu mutlaka sormak istiyoruz. Okumaktan keyif aldığınız yazarlar var mı, önerebileceğiniz kitaplar? - Olmaz mııııı, olmaz mıııı! Söyleyeyim kimler: Yerlilerden Yaşar Kemal’e, Orhan Kemal’e bayılırım. Şairlerden Behçet Necatigil, Edip Cansever, Turgut Uyar Orhan Veli, Nazım Hikmet. Bunlar yaşamın bize sunduğu muhteşem nimetler. Ayrıca Shakespeare okumadan bu dünyadan geçerse insan, boşa geçmiş olur. Dostoyevski okumazsa, insanın özünü keşfedemez, olmaz, ruhunu anlayamaz. Efendim, hangi birisini sayayım.. Homeros Destanı’ndan başlayıp günümüze kadar doğru dürüst yazmış, insanın özüne yolculuk yapmayı denemiş, yaşama emek vermiş her yazarı okumak isterim. Ben bir okuma hastasıyım. Boş kalan her vaktimde okurum. Bu ara yeni hazırladığım ‘Küçük Prens Bana Dedi Ki’ adlı oyunum için hem yazarın –Antonie de Saint Exupery’nin- yaşamı hem de eserleri üzerine kitaplar okuyorum. Onun dışında yeni çıkan oyunları okuyorum. Dünyada ne oluyor, birçok yabancı eseri takip ediyorum.


- Üzerine yazılmış-çizilmiş çok büyük bir ozanımız. Kitap da okudum, eserlerinin çoğunu da dinledim, hayat hikayesiyle ilgili de bilgi sahibiyim. Efsanesi devam ediyor ve edecektir. Geleceğe kalacak olan büyük bir yaratıcı... Türkülerinin de çoğunu severim. - Son olarak, şu an gösterimde olan bir oyunuz var mı ya da yakın zamanda gösterime girecek olan? Ayrıca bize ve okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? - Şu anda yolculuk yapıyorum, arabadayım. “Asi Kuş” adlı oyunum var bu akşam, Bakırköy Yunus Emre Sahnesi’nde oynayacağım. Oyuna gidiyorum “Asi Kuş”u oynamaya.

Başka bu ara ne okuyorsun dersen, Marquez okuyorum. Çok sevdiğim bir yazardır, okumadığım kitaplarını okumaya çalışıyorum. Yeni şairleri ve yeni Türk yazarları keşfetmeye çalışıyorum. Okumaktan keyif alıyorum ya. Ve insan keyif aldığı şeyleri yapmalı. Keyif almıyorsa da, keyif almayı öğrenmeli. - Bu sayımızda bir de Aşık Veysel’e yer verdik, onunla ilgili çalışmalarımız da oldu. Sizin Aşık Veysel’in yaşamı, sanat hayatıyla ilgili söylemek istedikleriniz var mı?

Ve son olarak sizlere söylemek istediğim; benim tüm kitaplarımı okuyabilirsiniz ama özellikle iki tanesi, “Tamamla Bizi Ey Aşk” ve “Ödünç Yaşamlar” adlı kitaplarımı okursanız aramızdaki dostluğun taa derinlere doğru ilerlediğini ben buradan hissederim. - Pekala, bunu da ileteceğiz okurlarımız :) Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz, iyi oyunlar… - Rica ederim, kolay gelsin.

Kübra Sırmalı kubrasirmali@kulturcikmazi.com



Esir Tutsak şimdi tüm hisler, hünerli tabiatın sanatına. Esaretinde gizli tarifi asla bulunamayan aşk sancılarının. Sense tüm bu olan bitenden habersizsin. Acı uğramamış semtine, hasreti en fazla bir pencereden selamlamışsın… Olsun yine de gözlerin yaşarmasın, gerçi elimde olsa güneşe yaşlı anıların resmini çizerdim. Hafızamda ki tebessüm dolu fotoğrafları, umarsız bakışlarının inadına… Suretini görmekse aya bağlı her gece, çünkü biliyorum sendedir çaresi, gecenin ve benim. O

yüzden kapatma gözlerini soldurma şu gökyüzünü. Bırak mavi canlı kalsın, bir parça umut saklı kalsın bulutlarda. Aramızda okyanuslarda olsa sen kapatma gözlerini, göz kapaklarında esirim. Esaretin en cezbedici şekli bu. “Gözlerinde tutsaklık!” Şimdi her şeyi unut geçmişi at bir kenara, gözlerini aç zaman tükeniyor. Zaman yetersiz seni sevmem için. Oysa ben gözlerini asırlarca anlatsam bitiremem. Oysa ben gözlerini asırlarca yaşasam da vazgeçemem.

Bilal Çakıl bilalcakil@kulturcikmazi.com


Bir Beyaz Yolculuk Trendeyim, beyazın içinde gidiyorum. Tren beyaz. Ve bir beyazdan ibaret gökyüzüyle yeryüzü, hangi beyazda olduğumdan emin değilim. -Bir bank gözüme çarpıp kayboldu.Bank beyazda asılıydı, asılı olma eylemi bile beyazdı. Zamanda bir duraksama. Bir durak. Beyazın ortasında bir siluet, bu bankta oturuyor. Öyle zarif bir duruşu vardı ki, acaba buranın zamansız olma nedeni o mu? Akıp

geçen trenler karşısında ki kayıtsız duruşu, evet zaman onda duruyor. Bir sevgiliyi bekler gibi soğuya aldırmaksızın bakıyor gökyüzüne. Ama burası bir durak değil, bekleyenlerden ötürü o ismi almış belli; trenlerin durduğu bir yer değil, hayır. Öyleyse beklenilen ne, sahiden bir sevgili mi? Bu kişi beklemekten ziyade duruyor. Durmakla beklemek aramızdaki cam kadar ince bir çizgi. Ben gidiyorum (beyazın içinde) o duruyor (beyazın ortasında) yine de yan yanayız, işte gitmekle durmak arasındaki çizginin inceliği.

Merve Nur Doğan mervenurdogan@kulturcikmazi.com


2014 - İstanbul/Türkiye

Burak Erdoğan


2015 - İstanbul/Türkiye

Burak Erdoğan


Son Şiir Bu seni sevmediğim ilk şiir Tüm neferlerimin nefretle ıslanıp Bir daha aşkla yakılamayacağı, “Asla” yüklü bu ilk şiir Kötü huylu ilhamı gaz lambasına sıkıştırıp Ben bugüne dek sabreden şair... Ve bugün bu yanan, İlk şiir... Ben tren garındaki o öksüz... Ben o garda balmumu sanılan... Sen o tren... Sırf kandırmak adına bir gün gelen, El sallayıp giden, O el, o hadsiz sen... Yıllardır fark etmeden taptığım zehir, O tanrı, o put sen... Ve bu şiir, Baltayla yazılmış ilk şiir Kırıla kırıla kırmayı öğrendim Sen sevmiş bulunduğum ilk kadın, İlk kırdığım, Hayal kırıklığım... Bu seni sevmediğim ilk şiir Kalbimin efektlerinden arınarak Gözlerime yansıyan ilk çıplak görüntün Seni tanıdığım, bu ilk şiir Gözüme hoş gelmediğinden artık Hoşuma gider bu şiir Senin adına ölümü arzuladığım, Sanırım bu ilk Ve son şiir...

Fatih Albayrak Misafir Yazarımız


Gülhane’de Kırlangıç Gözleri Dikilmiş suların başına, dimdik, topraktan gelen Denize bekçilik eder bir orman askeri Bak çöl rüzgârları var dağların ardından gelen Anlarsın ki ışığın son vakitleri Almış boş sandalyeler dolusu kalabalığı ardına Kaldırmış kollarını el sallar Artık kara dumanları yok vapurların Sırasız dizili evler var karşı dağlarda Biz göremesek bile onlar görürler belki Bir günde kelebeklerin, Neden öldüklerini. Etrafta özenle serpilmiş parça parça bulutlar var Sen Gülhane’de bir yerlerdesin Havada göç kuşlarının kanat kokusu Ve ben sevgilim Göç yolundaki bir kırlangıcın gözlerindeyim Giderken, Karda açan bir zambak görmeliyim.

Bilal Maral Misafir Yazarımız


90'lar Kalbimde Yârdır - Çocukluğum ve Memuriyet Arasındaki Güzel Çizgi Anne ve babası memur olan her çocuk gibi memuriyeti çok küçük yaşlarda anlamlandırmış aynı zamanda anne ve babasının -parfüm kokularının nescafe kokularına karıştığı- iş yerinde olmaktan büyük haz alan bir çocuktum ben de. Bu durum benim indimde memuriyet kelimesinin karşılığı oldu epey zaman. Ve bu zamanlarımın büyük bölümü 90'lara tekabül ediyordu. 90'lar, çocukluğum ve memuriyet...

ise bıkkınlık yaratan cümle olmuştur. Daktilo ile oyun devrim artık kapanmış, yeni yeni bilgisayara ayak uydurmaya çalışmalarım başlamıştı. Daktiloyla bile sınırsız oyunlar yaratan ben, bilgisayarda tıkanıp kalırdım. Annemin boş vakitlerinde oynadığı "solitaire"i minimize edip "Mario"yu oynamak için can atardım.

Artık anaokuluna gitmekten yılmış olacağım ki 1999 yılının ortasında beni okuldan aldı ailem. Anaokuluna gitmediğim için de anne ve babamın iş yerinde geçirdim zamanlarımı. Ki benim çok büyük şansım oldu bu durum. Sabah annemin iş yeri, öğleden sonra ise babamların okul. Harika. Tek kelimeyle, harika. Eşi benzeri olmayan bir ilgi, oynayacağım pek alternatif olmasa da eğlenebileceğim birçok keşif... "Annee, bu oyun nereden açılıyor?" İşte bu soru cümlesi çocukluğuma yapışmış benim için eğlenceli; annem ve iş arkadaşları için

Fonda Ebru Gündeş; "Bıraktığın gibi buradayım


Yalnız değilsin canındayım Tut elimi tut yanındayım Yalnız değilsin canındayım Bir kaç gün içinde dön ne olur"

Nazar değmez inşallah" Ah tanrım, ne güzel parça. Art arda öyle güzel parçalar çalıyor ki mutlu olmamam elde değil. İşte bir diğeri;

Bende de şu mırıldanmalar peyda olurdu; "Birkaç gün içinde Anaokuluna dönmeyeyim Ne oluuur?" Öğlene kadar bilgisayar ve kitaplarla ilgilenirdim. Annemlerin odasının solunda kütüphane vardı. Mario'yu yeterince oynadıktan sonra biraz da kütüphanede vakit geçirirdim. Kokusu hâlâ burnumda. Yerdeki kırmızı halılar da... Ve masa da duran "Story" kitabı. "My name is Ozmo" yazısıyla hatırımdan hiç çıkmayan... Hemen kapıyorum serilerden birkaç tane. Öğleden sonra eğer canım sıkılırsa buradaki resimlere bakar vaktimi geçirirdim. Ve vakit geldi. Annemlerin iş yerinden ayrılma vakti... Babam geliyor ve arabaya geçiyoruz. Arabanın ön koltuğuna oturmak istiyorum her daim. Annem yoksa ön koltuk benimdir. Her ne kadar "Barış abi" uyarsa da ben ön koltuğa oturmak için can atardım. Ve yolculuk başlasın...

babamların

okula

"Deli dolu sözlerin, o güzel gözlerin. Yakıyor yüreğimi bitmek bilmez bu sevgin. Deli dolu sözlerin, o güzel gözlerin. Yakıyor yüreğimi bitmek bilmez hiç tükenmez, Sana olan bu sevgim. Emrine amadeyim... Ben senden vazgeçmem, yoluna köleyim. Sözünden hiç çıkmam, emret öleyim.” Fazlasıyla güzel geçecek olan günümün habercisiydi aslında bu parçalar.. Okula giriyoruz. Öğle yemeğimi babam ve öğretmen arkadaşlarıyla yiyoruz. Benim spesiyalim belli. Salçalı tost ve Capri-Sun. Anaokulunun yumurta kokan yemekhanesinden kurtulmuştum. Harika bir kantin vardı okulda ve her şey bana ısmarlanırdı...

doğru

Arabaya geçer geçmez "Radyo Su" yu açıyorum. Edirneliler çok iyi bilir Radyo Su'nun güzel parçalarını. Radyoda Kenan Doğulu: "Çok tatlısın çok Seni veren Allah'a Şükürler olsun Çok güzelsin çok Ben güzelden anlarım Göze geleceksin vallahi Kırk bir kere maşallah

"Aşkın ateşine dağlar dayanmaz Aşkı bilmeyenler gönülden yanmaz Aşk bir hastalıktır tabip anlamaz Aşka yardan başka Bana senden başka çare bulunmaz Seni anan benim için doğurmuş canım Hamurunu benim için yoğurmuş canım."

Öğretmenler odasındayız. Yukarıda bahsettiğim kahve ve parfüm kokuları eşliğinde yiyorum tostumu. Burada da müthiş bir ilgi. Ve bu da en sevdiklerim arasındaydı. Ben tostumu yediğim gibi babamın odasına geçiyordum. Çünkü beni "Prince of Percia" bekliyordu. Bu kez yardım almadan geçeyim şu bölümü diyorum yine olmuyor. Ramazan abi yardımıma yetişiyor


ama ben yapamıyorum diye kendime bir hayli sinir oluyordum. Neyse biraz müzik dinleyip konsantrasyonumu toplamak istiyorum. Ama okulda sürekli Müzeyyen Senar dinleniyor. Umduğum enerjiyi alamıyor; annemin iş yerinden aldığım İngilizce kitaplarını karıştırıyorum. Okuldaki öğretmenlerin de yardımlarıyla İngilizceyi de bir şekilde kulak dolgunluğu yapmayı başarmıştım. Fakat bu böyle gitmezdi. Okulda bulunduğum müddetçe okula giden tüm öğrencilere özenerek baktım. Ben de derse girmek istiyordum. Ablamın gibi kitaplarım, defterlerim, çantam olmalıydı. Ah şu deftere ne kadar özenirdim:

Teneffüslerde öğretmenler odasında, ders bittikten sonra da babamın odasında olurdum. Dersler bittikten sonra öğretmenler masa tenisi oynar, kazanınca da bana hediyeler alırlardı. Şanslıydım velhasıl. Bu oyunda benden şans isteyen öğretmen kazanırsa bana atari alacağını söylemişti. Ve bir gün atari gelmişti eve. Ama atariyi bana o öğretmen mi almıştı hatırlamıyorum...

Babamla konuştum ve bunun mümkün olamayacağımı, yaşımın henüz gelmediğini ama istersem arada onunla birlikte derse gireceğimi izah etti ve kabul ettim. Çok nadir giriyordum ben de derslere. Öğrencilerden tek farkım önlük yerine, 90'ların vazgeçilmez pantolonu vardı üzerimde:

Okulda oynadığım "Prince of Persia" , "Mario" ve "Stunts" gibi oyunlardan çok daha fazası vardı ataride. Müthiş oyunlar... Hepsi birbirinden güzel ve eğlenceli. Hele "Circus" vardır ki; beni benden alırdı. Circus oynamayan bir nesle aşina değiliz. Circus oynamayan bizden değildir...


Ve sonra yalandan bir karneyle okula da veda ettim, 90'lara da. Ben o okulda hep küçüktüm. Küçük olarak kalacağımı düşünürdüm orada. Ama gün gelir, büyüyeceğinize inanmadığınız o yerde büyürsünüz. Göksel Bekmezci'nin tabiriyle: "Hayat verir ağzımızın payını..." Devamı gelecek; Selamıyla...

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com


Suskuntu Kitap kokan bir odaydım bu gece. Aynalı dolabın tek manzarasıydım korkak. Yolculukları andıran kokunun şahidiydim yalnız... Haykıramadıklarımın sayfalarını çevirirken hızla Sen diye bağıran sokak lambalarının Avcı çocuğuydum. Duvarlar dinliyor konçertomla beni Yalnız onlar duyuyor söyleyemediklerimi Yıldızlı geceler ayrı bir lacivert ya hani Korkarım, tutamazsam dileğimle seni Suskuntularım kalır benden geri.

Didem Onmuş didemonmus@kulturcikmazi.com


Su ile Toprak Söğüt dalı gibi incelmesinden bahsediyorum bir çınarın yıkılan gövdesinden... Çam sakızı, köklerine sinmiş kozalaklar hanidir ayrı meşrebinden... Her teslimiyette bir kubbe her direniş aksi seda! Uzlaşmıyor su ile toprak gün çelişkide, ve gece çamura bulanıyor yine... Pek geniştir bu mesken hiç bu kadar kaybolmadım kendi içimde... Ne su gibi akan bir ruha sahibim ne de toprak kokar içerim... ya ben, ben değilim ya da ruhuma oturmamış bedenim...

Sibel Ayan sibelayan@kulturcikmazi.com


Önceli Renkler Sonralı Renklere Boyandı… Mevla’m ağır cezalandırmıştı ikisini de… Kadınlığı biçmişlerdi, dertleri kadın olmaktı sadece…

- Öz razılığa kıydırdıysa kendini… Ölen toprağı nadasa bırakamazsın, siyah… Ümidi bırakmadan ümitlen…

Beyaz çorabın üzerine giyilmiş siyah pabuçlar gibi sırıtmaktaydı hâlbuki varlığın gerçekliği onların saçlarında… Elleri buruşmadan gözleri çizgilenmiş bu iki kadın, buluşmuşlardı o gece bekleme salonundaki nasılsa durağında… Kent kentlerden biri, saat gecenin bilmem neresinde oyalanmaktaydı… Umursamıyorlar, siyah saçlı olan turuncunun saçlarını içiyordu… Turuncu ise siyahın bordoya boyanmış tırnaklarının devamı dudaklarını tekrar çiziyordu…

Kanırtıktı ikisinin de yüreği, sözcükler özleme bulanıp da öyle yerleşiyordu tekrar ve tekrar kursağa… yutkunamadılar, yudumladılar sigaraları… Turuncunun sağ eli titrekti, daha sık titrer olmuştu o gittiğinden beri, özü kalamadığından ötürü…

Siyah: - Diyeceğim o ki: Biçim, özü vuramaz hiçbir vakit, dedi usulca emirlerin çekiminde… Hükümdü bu düpedüz, arabeskin kılıcında -en acıtandıSusarak söyledi turuncu:

Yontulmuş heykeller arasına sıkışmış gibi hareketsizleşen siyah araladığında dillerini: - Yığınla sözcüğü azarlayıp teslimiyetle başa çıkamamak, kedinin ana dili, olarak fısıldadı. Ufak adımlı, insanın sahibi, kısık bakışlı yârini nasılda çağırdı yeniden cümleleri… Sus, diye haykırmak istese de turuncu, masalda kaybolmuştu yorgun şövalye… Kedi kahvede dilini yutmuştu… Artık konuşabilmek ne mümkün… Yitirilen bir yetiydi sadece hafızalarda…


Çakı, paslı kesilmiyor; dizler, yaraya meftun kabuksuz diz bir son… Uzun bir nefes çekti bu kez siyah… Güldü turuncuya, sevdi bakışlarıyla, okşadı saçlarını sanki “ağlama güzelim kadın, o, seni kelimesiz sevmekte” dedi. Hangi çölde var olamayan varlığı anlatırdı ki bu… Kıyıma armağanlanmaktı işte bu… - Bekleme salonluğunu bilir misin? Ben işte oradan gelmekteyim, ama sen anlarsın beni, köşeyi döndüğünde görmüştüm senin ırmak dağınıklığını orada ilk kez… Sonra bekledim ümitle siyahı -beni- göreceğin günü… Kendiliksiz bir bekleyiş değildi bu, zamansızdı sadece… - Hakikatleri ölüler yıkamış o halde… nasılsa durağında buluşacağımızı bildiğim için gelen otobüsleri bilerek kaçırdım, geldin, hoş geldin kadınlığın seher yeli… Ben sevmekteyim, bir âdemi; sen, vurulmuşsun borana kurtulmak nâmümkün mümkünlerin kıyısında… Artık tüm kıyılar imkânsızlığın ıslaklığında… Faydasızlık faydalarda… Çöpçüler geçer işte tam bunu anladığında, ayak diplerinde kirlenmiş bir kedi miskinliğiyle. Gurur bizim gibilerin neyine, aşk affetmez sonralarda bu ihaneti… Boğaza kaçan tükürükler ikisini de boğmuştu, su altında yaşanmaktaydı cinayet… Su yıkayamadı kanı, çöllerdeki kızıllık sudaki kandan ötürü olsa gerekti… anladılar ve sustular… - Yalnız evli kadınlar değil, bütün kadınlar biraz ölü yıkayıcısıdırlar diyerek Cemal Süreya’ya olan tepkimi dile getirmek istiyorum. - Kadını görmüş gibi bahsediyorsun… Kafka mıyız ki biz, siyah? - İnce olanların peşi sıra mevcudiyetini sürüklemiş o da. Milena’nın hamallık yaptığı gerçeğine, kanının vücudundan aktığını seyrediyor gibi dehşetle bakması gibi meselâ. Durmadan kadınlığımızdan pay biçiyorum meselem bu benim galiba…

Ey siyah meselen kadınlık olsaydı havvalığından âdem için vazgeçebilir miydin? Sen elmayı yedirdiğin an âdemleştin ve sürgünü hakkettin… Elmanın zehri şimdi tenindeki panzehir olsa da sen ölüme sevdalı maşalı masallık… Şimdi neysek nesneyiz… - Mektuplar dedin sen şimdi... “On Üç Günün Mektupları” da bir kadına… “Seher yelindeki kadındı, kadınlığı biçti” şeklinde hüküm vermiştim kadınlığa, bilirsin! Hüküm verilmez, ruh yakılırdı… Turuncu bunu bilemese de… Bildiği gibi yoğurmak da neyin nesi? Sonra devam etti iç kanamayla: - Aralanan kapının ardından beni görünce onun kaçması sevmek midir, nefret midir? Ben artık hesaplayamıyorum düşüncelerdeki altlara gizlenmiş satırları… Tırnaklarım çekiliyor o esnada, siyah bana bir çare… Yeniden doğurulamaz mıyım ben? Sen söyle mümkünlük var mıdır bu arzuda? deliliğin alâmetleri mahvetti bizi... Kusuldu onun için tüm gün kırıntıları… Gece tüm bekleyişlerin anlamlandığı, görünenin kılık değiştirdiği, ilenilen mabet duvarlarındaki kutsallık gibi beklemekte günü… Beklemekteyim, hiçlik için düştüğüm tüm bu yolları tekrar var olmak için yürürüm, bıkmam da… Yol aslında durup, düşünmenin menzilidir. Bu kaçışın sebebi ölmekse, neden durarak çareyi aramakta? Gelgitlerin düşün gerçeğinde kıvranabilirim onun için… Razıyım buna… - Nefret edenler kaçmıyorlar genelde… Ama gizlenmiş satırlar zordur hem de nasıl zordur… Kan emer, hayat emer, soluk emer… Yazma kenarındaki oyalar gibi kanı süsleyerek emer… Bitersin… Atları denize sal turuncu… Can kanırtıldı işte bir kez daha… Hükümsüzler mahkemesinde gibi hükümsüz ve sonuçsuz kaldılar ve son dikenli nefesleri çektiler… Birilerine ithâfen hayatlarını aydınlık kusulurken geceye…

tutuşturdular

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


“Aydın Şimşek” Röportajı - Klasik bir başlangıç yapalım; "Aydın Şimşek" kimdir? Hayat serüveninizi bizimle kısaca paylaşabilir misiniz? - Hayat serüvenini deneyimleyerek yaşayan bir gezgin bile denilebilir benim için. O nedenle akıl kipi yerine sezgileriyle ve duygularıyla hayatı eşeleyen bir romantik olduğumu söylemeliyim. Keşfetmek ve bunu göze almak için iki şeye çok inanırım. İlki hiç kuşkusuz ki dil, ikincisiyse; Yaratma cesaretidir. Elbette bu iki kavram da insana bir bedel ödetmek üzerine inşa edilmiştir. Siz bana kendine yaptığı yolculuğu bitirememiş bir acemi de diyebilirsiniz. Bu acemi şiir yazar, kelimelerle uyuyup-uyanır, kulakları ve gözü dışarıya daima duyarlıdır. Biriktirmekten çok, paylaşmayı sevdiğinden, anlaşılmayı beklemeden, anlam katmanlarıyla boğuşup durur. Yani toplum açısından baktığınızda, bir zavallı. - Sizi siz özelliklerinizin sizden alsak…

yapan özellikleriniz? Bu kitaplarınıza yansımasını

- Sanırım ilk sorunuza verdiğim yanıtlar bu soruyu da direk cepheden yanıtlamıştır. Kitaplarım, ah kitaplarım… Keşke her zaman beni yansıtsalardı… Beni oluşturan şeyleri benden daha çok yansıttıklarını düşünüyorum. O nedenle öteki ben olarak sürüyor yazdıklarımda. Benim için çok önceleri yazar öldü, yaşasın yapıt hali, sürüyor. - Çeşitli ortamlarda; "İyi bir yazar önce iyi bir okur olmalıdır" dersiniz. Neden böyle olmalıdır. Yazmak ve okumak arasındaki bağlantıdan bahsedebilir misiniz? - Ben okumazyazarlardan çok çektim, onlar da benden. Çünkü okumak insanın biricikliğine eklenen bir şeydir ve ancak okudukça sizden önceki büyük birikimle ilişkileniyorsunuz. Böylelikle de orijinal olamayacağınızı, kök ve gelenek olamayacağınızı ancak bir eklenti olduğunuzu öğreniyorsunuz. Bu durumda hayat size geri çekilmeyi, üst perdeden cümleler kurmak yerine, mütevazi olmayı öğretiyor. O nedenle yazar değil de, yazan birisi olmanın


erdemini keşfedip, vitrinde olmak gibi o büyük çileden de kurtuluyorsunuz. Yani neyseniz O' sunuzdur. Çünkü sizi yapan şeyler ve sizle başkalarını oluşturacak olan şeyler, getirdiklerinizdir. Diyeceğim o ki; “Biz yok iken kim vardı buralarda"… - Yazar - Şair olmak sizin için nasıl bir duygu? Ve ilk olarak kendinizi hangisi ile anarsınız? - Valla şiir dili kullanmayı reddeden bir disiplindir ve o beni anlatır. Ben onu anlatabilmek için otuz yıldır eşeliyorum kelimeleri! - Yazar-Şairliğinizin yanında bir yayınevi (Kanguru Yayınları) sahibisiniz. Masanın iki tarafında da yer alıyorsunuz. Ülkemizde yayıncı olmak nasıl bir iş? Sektörden kısaca bahsedebilir misiniz? - Hem yazar olmak hem de yayınevi yönetmek kimi incelikleri özenle korumayı zorunlu kılıyor. O nedenle de Kanguru Yayınları’nı ticari açıdan değil de daha çok estetik açıdan önemsiyorum. Bu nedenle sektördeki kaba, sıradan ve etik dışı tutumlar ve rekabetten uzak duruyorum. Bugün için sektörü şöyle tanımlıyorum: Estetiğin bütün birikimlerini ekonomi geçirdi ve tüm değerleri satın aldı.

ele

- Yazar, şair namzetlerine önerileriniz, özellikle ilk kitaplarını bastırmak isteyenlere... - Şair adaylarına bir öneride bulunmak kolay iş değil. Algılar, nesnel dünya ve onun araçları, dolayısıyla da dil o denli hızlı geçişler üzerine inşa ediliyor ki, ben mi genç adaylara öneri de bulunacağım, yoksa ben mi onları izleyerek yeni olana yaklaşacağım… Öyleyse her dönemin çeşitliği ve zenginliği kendinde bir anlam taşıyor. Bu bağlamda önermemi iyi bir şairin iyi bir şiir okuru olduğunu biliyorum. İlk kitap heyecanını yaşamak, tüm telaşa, aceleliğe karşın keyiflidir. Korkmamak gerek… - Kanguru Yayınları olarak sanat atölyeleri de düzenliyorsunuz. Örneğin geçen sene TÜYAP İzmir Kitap Fuarının onur konuğu

Feyza Hepçiringirler'i dinleme fırsatı bulmuştuk sayenizde. Atölyelerdeki faaliyetleriniz ve içerikleri hakkında bilgi alsak... Nerelerde gerçekleşiyor, ilgililer nasıl ulaşabilir? - Kanguru Yayınları saygın bir yayınevi. Genç yazarlara kapısını ön kabul ve önyargısızca açmış bir yayınevi. Bünyesinde yine aynı adla kültür merkezi de bulunuyor. İzmir’de de Alsancak, Kıbrıs Şehitleri Caddesinde faaliyetini sürdürüyor. Her hafta bir dizi imza, söyleşi şeklinde süren etkinlikleri var. Ayrıca; Yaratıcı Yazarlık Atölyesi, Sinema Atölyesi, Diksiyon Atölyesi, Fotoğrafçılık Atölyesi gibi atölye çalışmaları da bulunuyor. - Roman, hikaye ve şiir hepsi bir birinden farklı edebi ürünler. Sizin kelimelerinizle tarif etsek. Yazar-Şair bunları yaratırken nelere ihtiyaç duyar? (Disiplin, yetenek, edebi bilgi vs.)


- Elbette yazmak daha en başından bir disiplin işidir. O da okumak gibi bir süreklilik ister. Yani yazan kişi her gün kaleminin ucunu açık tutmalıdır. Çünkü yazı, yazarak öğrenilen bir şeydir. Bu durum yazarın sürekli yazı içinde ya da kurgu içerisinde kalmasını sağlar. Böylelikle de yazı disiplini edinilmiş olur. Yetenek çok da önemsediğim bir durum değil. Varlık, yetenekle donanmıştır ki, bu nedenle biriciktir insan. Ancak o biricikliğin içinde nelerin olduğunu, disiplinli bir çalışma ortaya çıkarır. Ayrıca, yeti geliştirilen bir şeydir. Bu nedenle de zaman içinde de edinilebilir. Aslolan düzenli çalışmaktır. - Konvansiyonel yayıncılık yapan bir girişimci olarak baktığınızda, sizce dijital yayıncılık ne yöne doğru gelişir. Dergiler, kitaplar tamamen dijitale kayar mı yakın zamanda. Kitapların orta ve/veya kısa vadede basımı durur mu? - Ben hep bir adım ilerisine bakmayı, orayı göremesem bile sezgilerimle yaklaşmayı severim. O nedenle klasik yayımcılık varlığını sürdürse de –ki daha bir süre sürdürecek gibi gözüküyor- geleceğin yayıncılığı dijital ortamda sürecek. Bu ucuz kitabın da üretilmesi anlamına gelecek ve yazarları basılı matbuattan da kurtaracak. Böylelikle hemen her yazar dijital ortamda varlığını sürdürecek, bloklar vs. daha anlamlı olacaktır. Dergilerde de durumun pek farklı olacağını sanmıyorum. Dijital ortamdaki

derginin kalitesi sadece içinde taşıdığı yazınsal görsel materyalle olacaktır. Kağıdın ekonomik üstünlüğü birilerinin tekelinden çıkacak, bu durum da yayıncıyı da, yazarı da, daha özgür kılacaktır. O zaman, geleceğe bir adım için şimdiden dijital ortamda örgütlenmek gerekiyor. - Gelecek projelerinizden biraz bahsetsek. Okurla paylaşabileceğiniz bir iki tüyo, hem kendi eserleriniz hem de yayınevi olarak yayınlayacaklarınız ile ilgili… - İlki kendimle ilintili… Yakında okurlarla roman üzerinden buluşacağım. İkincisi Kanguru Yayınları 2015 yılı içerisinde her yaklaşık 7-8 kitap ulaştıracak okurlarına. kitapların büyük kısmı ise genç yazarların kitapları olacak.

bir ise ay Bu ilk

- Klasik başladık, klasik bitirelim! Neden yazıyorsunuz? Yazmak, edebiyat ile uğraşmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Yazar neden yazar? - Neden yazdığımı tam olarak açıklayamam. Tanımlanamaz bir dürtü. Öyleyse yazma nedenimle varoluş nedenim arasında dolaysız bir ilişki var diye düşünüyorum. Sait Faik’e ironik bir gönderme yapayım; “Yazmasaydım delirirdim…”

Özgün Kabacaoğlu ozgunkabacaoglu@kulturcikmazi.com



Masa, Saat, Sen, Ben, Diğer Şeyler İkimizdendir neyi bölüştüysek Mutluluğumuz da var denizlerimiz de Kırıldık kaç yerimizden Ayakta bir o kadarımız Baştanbaşa unutmuşuz çaresizliğimizi Bir kez iki kez üç kez ellerin Caddeler küçülür ansızın Kesişir soluğumuz Şimdi nasıl olsa senin atkın vardır Bense uzanırım Bulurum bir dinginliği. Toplarım. Ne güzeldir bizim bu unutulmuşluğumuz Senin bu sesin öyle gelincik çizgisi Çoğalıyor çoğalıyor şuracıkta duruyor Kalkıp gidiyorsun aydınlığını alıp geliyorsun Sabah oluyor bir masada oturuyoruz Saat kaç bilmiyorum Yüzün ellerinin arasında yüzünde bir coşku Sen sonrasızsın durup izliyorum Sen sonrasızsın durup izliyorum Seni alıyorum somut yerlerinden öpüyorum Seni alıyorum soyut yerlerinden öpüyorum

Enes Taşbaşı Misafir Yazarımız


Çizgi Dünyası x parantezine alalım tüm bilinmeyenleri. ateşin düştüğü yeri yakar dediklerimize sunulur elbet bir gün yanık kremi. duyarlılığa hamlettiğimiz her ne duruşumuz varsa akrebin ardılı yelkovana teslim edildir. -itinaylasızıyla berkitilmiş hislerimiz karantina altında. bunun da çaresine bakalım bir ara... evet evet "biz bir enginar bile olamayız bayım..." şimdi kalbim, bir hikâyede kurtarılmayı bekleyen kahraman gibi. kimin kurtaracağı ise tamamen muamma. her şey bir muammayla başladı muamma kirletti dünyayı muamma acılar bıraktı! acının adresi; açık adreslerden açık yaralar açtı. hayatta kalmak başarı sayılıyorsa eğer ve değer kaygılarımıza dönüştüyse her şey insanlık kavramı taklalar atıyorsa düşüncemizde ve biz buna engel olamıyorsak, hayatın bizi büyütmesini izleriz yalnızca hem de; içimiz acıya acıya... belki de "bugünü de kurtardık" şükrüyle... peki nereye kadar? "nerede birlik orada dirlik" derler. yoksa lâf ü güzâf mı? ne dersiniz?

Ayça İşbilen aycaisbilen@kulturcikmazi.com

Selin Çelen


Saygı “Sana İki Çift Lafım Var…” Merhaba, Kültür Çıkmaz’ı bana duyduğu ‘’saygı’’dan dolayı iletişim kurabilmemiz adına biliyorsun ki dergimizde benim için de her ay birkaç sayfa ayırmakta. Ben de bu saygıya layık olabilmek ve sana duyduğum saygıyı gösterebilmek maksadıyla her ay -çatlamış tohumlardanyazıyorum/paylaşıyorum. (“Yazmak” meselesine geçen sayımızda değinmiştim). Girizgah biraz karmaşık gelebilir, bahsetmek istediğim bu ay temas edeceğim kavramın “saygı” olmasıdır. Saygı, ne menem bir algı ki üzerinde durmaktan kendini alamamış insanlık? Küçüklere sevgi, büyüklere saygı duymak noktasında senden ve benden beklenen ne? Hareketlerini şekillendiren ayrıntılardan birisi de kuşku yok ki saygı, peki ya saygı ne şekilde teşkil edilmeli? Ben bu soruların cevaplarını verebilecek bilgeliğe sahip değilim. Ancak her seferinde olduğu gibi, yine bu soruların benlik cevaplarını okuman gayretindeyim. “Saygı”nın tanımını çeşitli kaynaklarda görebilmekteyiz. Daha önemlisi hiçbir şekilde okumamış veya okumayacak dahi olsan da, varlığından bu yana, saygıya dair fikirlerin muhakkak var. Bu yüzden tanımdan ziyade örneklerle devam edecek bir sohbet umuyorum seni sıkmaz. SANA SANA SANA… SENİ SENİ SENİ... Sohbetimizin bu kısmına kadar çoğulluktan sıyrılıp tekillikle örülmüş

cümleler karşıladı sizleri. Eminim ki birçoğunuz, ukala, “saygı”sız ve üsluptan bihaber biri olarak değerlendirirken, birçoğunuz ise fark etmedi bile. Çünkü bazı katlanılabilecek noktalarda saygı da izafidir. Ben bu saydıklarımı aklından geçiren ve geçirmeyenlere sonsuz saygılarımı sunmak ile beraber teşekkür ederim. İşte meselemiz bu... Bundan sonraki cümlelerim yine çoğul olarak devam edecek. Çünkü ben sizlerle sürekli (aralıkla samimiyet sağlanması babında olmalıdır) sen’li konuşacak yetki ve donanımı henüz kendimde görmemekteyim. Bu hususu uygulayabilecek mükemmel değerlerimiz var, iyi ki de varlar. Dolayısıyla “sen” meselesi onların kalemleriyle ahbaptır. Benim kalemimin ucu açık bile değil. (Bir de sayımız 15 bini bulunca, itiraf etmeliyim ki daha da çekinir oldum, bu yüzden sürç-i lisan edersem affınıza sığınıyorum) Saygı biraz da kişinin kendi mevkisini bilip ona göre şekillendirmesidir yönünü. Aslında barındırdığı o kadar fazla kavram var ki; Zaruriyet… Olmazsa olmazlık… Nezaket ile ayrılmaz bütünlük… Haydi başlayalım; Burada Nietzsche’ye atıfta bulunmak lazım: “Artık el kaldırma onlara! Saygısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...” Belli ki yapılan eylemlere saldıranlar mevcut. Bir kişiye – bu kişi bilim insanı ya da sanatçı olsunduyduğunuz sevgi, beraberinde saygıyı getirecektir. Ama bu, bazı kitlelerce -eğer


saygı duyulan kişi yaşıyorsa ve çevremizdeyseamiyane tabirle ‘yalakalık’ olarak nitelendirip gerçekten yalakalığı benimsemiş insanları gayr-i ihtiyari yücelterek, samimiyetle devam edenleriyse yerle yeksan etme çabasından başka bir şey değildir bana kalırsa. Direk olarak konuyu buradan başlatmamın da özel bir sebebi yok. Sadece kapsamı oldukça geniş bu kavramın neresinden tutarsam tutayım yanlış olmayacağı düşüncesindeyim. Dediğim gibi yerle yeksanlık, saygının kaderidir bu… Bazen maruz kalır işte. Bolca kullanılmış ve benim de dile getirmekten zevk aldığım bir söylem var; ‘’Saygı standart sevgi opsiyoneldir’’ Evet, tam da böyledir. Sevmek ya da sevmemek tamamı ile elimizde ancak az önce ifade edildiği üzere, kişinin kişiye saygı duyması ve saygı duyulmasına da saygı duyulması standartın da ötesinde elzemdir. Bu hem toplumsal normlar gereği, hem de insanın özüne yakışan bir davranıştır. Öncesinde şunu sorgulamak lazım; onun bireylere ya da ‘şey’lere duyduğu saygı, sana absürt ya da itici gelebilir amenna, peki ya senin bireylere ve ‘şey’lere duyduğun saygın o’nluk değilse, onun sana göstermeyeceği saygı seni üzer mi ya da kızdırır mı ? Cevap, ‘Hayır!’ ise bile, bu sana onun saygısızlığına aynı şekilde cevap verme hakkını tanır mı ? Bence tanımaz, işte bir miktar saygı örneği. Bakınız olması gereken eylem usulca ne de saygılı bir harekete dönüşmekte. Bu arada oldukça fazla zikredildi saygı kelimesi farkındayım ama farklı yollara başvuracak olursam da (eş anlam vs.) derdimi anlatamam. Şimdi size kendimle uzun zamandır yaşayıp, sonunda bir neticeye vardığımı( ya da öyle sandığımı) düşündüğüm bir mücadeleden bahsedeceğim; misalen müzik hususunda her insanın zevkleri vardır. Kimimiz slow melodilerden hoşlanırken, kimimiz harareti yüksek notalardan keyif alırız. Bu noktada kendimle çeliştiğim ya da çelişmekten vazgeçmek istemediğim uzam şu idi; bana tat vermeden var olan müzikle dalga geçmek, alay etmek yani hoşnutsuzluğu dile getirmek diyelim, acaba saygısızlık mı? Bilahare dedim ki, değil. Neden olsun ki? Eğer alay edişler, dalga geçmeler insana özgü melekelerse, (ve tabi bunların yine bir insana yönelik olmaması da kaide ise) ne zaman kullanacağız ki bu

sayılanları başka? Dolayısıyla hoşnutsuzluğun bu şekilde ifade edilmesinde sakınca görmemekteyim. Zaten haz duysam alay etmem. Ancak, kilit kısım ve benim huzursuzluğuma kaynak olan durum ise şu; nefret etsek dahi, şayet varsa o müzikten haz duyan biri, o haz duyan şahsa saygısızlık etmemek noktasında, tavırlarımızın ölçüsünü tutturabilmek meselesidir. Kısaca taviz vermemek ama kalp de kırmamak… Akla ne zor geliyor. Fakat dinlemek zorunda değiliz, mecbur bırakılmak asıl saygısızlık. Böyle düşünün. (En azından bana bu süreçte bir nebze yardımcı oldu). Müzik fikrime en yatkın örnekti. İşte bu hadiseyi hayatımızın her boyutuna temas ettirerek düşündüğümüzde, sanıyorum ki çok daha kaliteli bir yaşantı sürmek güç olmayacaktır. Karşılıklı saygının olduğu yerde letafet vardır. Aksi halde, şu içinde bulunduğumuz dönme dolapta bir bardak daha su içecek olmanın, bir gün daha nefeslenmenin ne önemi kalır… Söylenecek şeyler bitmez, fakat ele alınan konu takdir edersiniz ki sınır çizdiriyor. Son birkaç şey daha ifade etmek istiyorum; hepimizin hayatımızı yaşama tarzlarımız farklı olabilir. Bu yüzden severiz birbirimizi, bu yüzden bağımlı değil bağlıyızdır. Düşündüğümüzde bu sevgi ve bağlılığın membaı, bilinçaltımızda yatan saygıdan kaynaklıdır. Hayranlık duyarız, imreniriz çoğu yönlerimize. Bunlardır kişiyi değerli kılan unsurlar nitekim. Zira insan aynı olamaz diğeriyle, olmamalıdır da, öğrenmelidir, tatmalarıdır hiç görmediği olguları. Hayal ediniz; hepimiz aynı anda aynı şeylere karar veriyoruz, gündelikte aynı kıyafetleri giyiyoruz, tek bir fikrin mevcut olduğuna inanıyoruz, bizlerin bu minvalde doğup, büyüyüp, yiteceğimizi hayal ediniz. Vaziyet bu olsaydı, yanlışlıklarımızı ya da fevriliklerimizi kim engellerdi ki... Ne kadar da monoton olurdu böylesi değil mi… Zaten “Kimim?” sorusunun cevabına böyle böyle yaklaşılır. (Lakin “Buyum” denilemez yine de, çünkü ancak biz dünyaya veda ettiğimizde “Buydu” denir.) Fakat ne kadar farklı yapılara sahip olsak da, bazı noktalarda marjinalliğimizin sınırlarını zorlasak da, mütemadiyen spesifiklikten dem vursak da, uyulması gereken kuralların ihlal edilmemesi kanısındayım. (Bahsettiğim etik kurallar çerçevesi) Çünkü her ne olursa olsun hayat, kimsesizlik ile değil herkes


ile yaşanmakta. Burada söz konusu olan yergiden ziyade fikir beyanıdır. Tutum bu şekilde olursa nefes alıp vermekten haz almak için çok daha fazla sebebimiz olacaktır. İşte bundandır

arkadaşlarımızla içilen çay ve kahveden, edilen sohbetlerden tat almamız. Sabrınızdan dolayı çok teşekkür ederim. SAYGILARIMLA…

Nebi Eren Bayramoğlu nebierenbayramoglu@kulturcikmazi.com


Yalnızlıkla Geçen Ömür Hani insanlar hep ilgilensin isteriz, hep sevsin isteriz. Belki sadece saatlerce konuşmak isteriz birisiyle. Bazen sıkı sıkı sarılıp öylece durmak... Bazen birinin bizi fena halde sahiplenmesine ihtiyaç duyarız hatta. Yalnız kalmak istemeyiz. Olur ya en kalabalıklarda bile yalnız hissederiz. Göğüs kafesimiz sıkışır düşünmekten. Bu yalnızlık nereye kadar deriz bir rakı sofrasında. Sonucunu hiçbir şekilde bilmeden konuşuruz kendi kendimize. Geçecek deriz bir gün o gün gelmek bilmez. Mutlu insanlara bakıp imreniriz bazen. Bir “ah” çekip yolumuza devam ederiz. Dinlediğimiz her şarkıdan biraz bile olsa anlam çıkarırız burası beni anlatıyor diye... O sahte

gülen suratımızdaki maskeyi çıkarmak isteriz. Yalnızlık dışında her şeyi isteriz ama hep o denk gelir hayatımıza. Köşesinden kıyısından giriverir ve hiç beklemediğimiz bir anda mahveder bizi. Yalnızlık ne uçsuz bucaksız bir kelime öyle. Sonunun ne zaman olacağını hiç bilemeden mutsuz ve umutsuz yaşamak yalnızlık yüzünden... Her zaman suratımızı asabilen ne garip bir duygu bu yalnızlık. Paylaşmak isteriz. Olmaz. İçimize atmak zorunda kalırız genelde. Ne doğru demiş şair “yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” diye. Paylaşamayız ve yalnızlığa alışıp hayatımızı öyle idame ettirmeye çalışarak geçer ömrümüz...

Benan Şahindoğan benansahindogan@kulturcikmazi.com


Sağırların Dünyası Ses yok… Bir sinema şeridi... Gölgeler dolaşıyor... Canlı cenazelerin kaç hayali eridi. Işıklar parıldıyor bir kukla oyununda, İskeletler bulundu her oyunun sonunda. Ses yok… Gözleri kımıldıyor yerde sürüngenlerin, Akrep hazır, bekliyor tetikte sokmak için, İpi oynatanlara baktılar derin derin, Her sualin cevabı; ellerde bir hareket, Ne sorulsa sorulsun dediler; evet evet. Kurulmuş saatlerin anahtarları nerde? Kayboldu zannettiler, geçmiş, yaban ellerde. Ses yok… Bu bir kukla oyunu, bir sinema şeridi… Tekrarıdır ne yazık, bilmezler ki tarihi... Her zaman bulamazsın kurtaracak birini, İkram, lütuf sanırsın hakkın olan şeyleri, Arada bir görsen de gelen işaretleri, Duymuyorsan çare yok, bekle akıbetini, İşitebilseydin sesleri, Geçerdi ipler eline, Mitolojide bile, Kurgulanır oyunlar, Güçlüler üzerine.

Ayşe Satılmış Misafir Yazarımız


Zamanı Var Biraz birikmiş sözcüğüm var Yeri geldiğinde onu harcıyorum Yoksa derin sessizliklere dalıyorum Bir sevdam var hiç yaşamamış Ona kıyamıyorum

Uykusuz geçen birkaç gecem var Ayrılıktan bu yana Rüyalarımı kayan yıldızların kuyruğuna bağlıyorum Onlar gibi sonsuzlukta kaybolup gidiyorlar

Sena Sabcıoğlu Misafir Yazarımız


Bir Anne - Kız Masalı Annemin çıkardığı seslerle uyandım. Tavana bakarak dinledim bir süre. Sakinleşmeye çalıştım. Bazen diyorum ki ben de unutsam. Unutsam da korkmasam ve bocalamasam böyle sürekli. Mesela şimdi annemi sakinleştirmem gerektiğini unutsam. Kim olduğumu, nerede olduğumu, payıma düşen acıları, annemin unuttuğu her şeyi, unutmanın ta kendisini unutsam. Hatta koridora çıktığımda birlikte kaçış planları yapsak. Tanımadığımız bir evden kaçış planları. Olası bir katilden ya da sapıktan. Birbirini hiç tanımayan, iki tutsak gibi. Daha küçük olduğum için beni kollamak ister belki. Belki de üniversiteye giden bir kız sanıyordur şimdi kendini. O zaman, ben şefkatle yaklaşırım ona. O zaman, garipsemez şefkatimi şimdi garipseyeceği gibi, altında bir kötülük aramaz. Odama doğru yürümeye başladı sanırım. Halıya sürtünen terliğin sesini duyuyorum. Terliğin teki yok büyük ihtimalle. Farkına da varmamıştır zaten. Yavaşça kalkıyorum yerimden. Komodinin üstündeki albümü alıyorum elime. Küçük, pembe bir albüm bu. Annemin sevdiği eski, büyük albümü kaldırdım. Geçen sefer nerede olduğunu, kim olduğumu unuttuğunda, albümle ona vurmaya kalkışacağımı düşünmüştü.

Bu albüm fikrini izlediğim bir filmden aldım. Anneme yeni tanı konmuştu o zamanlar. Elime geçen her yazıyı okuyup, bulabildiğim her filmi izleyip bir ipucu arıyordum. Filmi izlediğimde hissettiklerimi anlatmam mümkün değil. Alzheimer hastası bir kadın vardı başrolde. Annemin yaşlarındaydı. Yanında gerekli bilgilerin ve çocuklarının resimlerinin olduğu bir defter taşıyordu. Böylelikle hatırlayabiliyordu kim olduğunu, çocuklarının olduğunu. Anneme benziyordu hali, tavrı. Annem de bir gün benim kim olduğumu unutur mu diye düşünmüştüm. Şanslı olduğumuzu söylemişti doktor. Hastalığı çok ilerlememiş. O halde annemin beni unutmasına daha çok zaman vardı. Vardı, değil mi? O gün duyduğum korku hiç terk etmedi beni. Evet, alıştım belki annemin beni unutmasına. Bir hırsız, komşu çocuğu ya da üniversitede ki ev arkadaşı olmaya. Ama annemi kaybetme fikrine alışamadım. Beni bir gün tamamen unutabileceğine de. Geçen gün beni bir arkadaşına benzetti. Hayırsızlığımdan yakındı yüzüme bakarak. Bunun bir oyun olduğunu düşünmeye çalıştım. Bir doğaçlama. “Kızın çok meşgul bu aralar” dedim. “Geçen gün alışveriş yaparken karşılaştık. Seni çok özlemiş, bir fırsat bulur bulmaz gelecekmiş.” Gülümsemesine karşılık vermeye çalıştım. Hâlbuki ağlamak


geliyordu içimden. Bağıra bağıra ağlamak, koşarak kaçmak bu evden ve babamı bulmak istiyordum. Bulmak ve hesap sormak. Bir yıl önce bavullarını toplayıp gitmişti. Hiçbir eşyasını bırakmamıştı ardında. Annemin alyansını da almıştı giderken. Hiçbir detayı atlamazdı, mükemmeliyetçi biriydi. Mükemmel bir şekilde gitmişti annemin hayatından. Hiç var olmamış gibi. “Baba beni yalnız bırakma” diye yalvarmıştım. Gitmeden bir gün önce kavga etmiştik. “Katlanamıyorum artık” demişti. “Bir bakımevine yatıralım. Hatırlamaz bile bizi bir süre sonra. Hatırlamadığı bir şeyi özleyemez. Boşuna işkence etme bize. Boşuna vicdan azabı çekme.” Kabullenememiştim dediklerini. Onu canavarın biri olmakla suçlamıştım. Odamın kapısı aralanınca sıyrıldım düşüncelerden. Sessizce içeri girdi. Terliğinin biri yok, doğru tahmin etmişim. Gece lambasının ışığı meyve bıçağının yüzeyinde yansıyor. Dün gece meyve götürmüştüm televizyona bakarken yemesi için. Bıçağı unutmuşum. Elleri titriyor korkudan. Gözleri iri iri açılmış. Korkma diye tekrarlıyorum içimden. Sana saldırmaz sadece dikkatli ol. - Anne, korkma benim. İstersen polisi arayabilirsin. Ama önce şuna bak istersen. Bak, albümde ikimizin fotoğrafları var. Bir baksan eminim hatırlarsın. Ya da sadece kafan daha da karışır diyorum içimden. Gülümsüyorum gözlerine bakarak, sakinleşmesini umarak. - Benim kızım küçük, diyor. Anne büyüdüm demek istiyorum. Ama bu olanlarla başa çıkabilecek kadar değil. O kadar büyümedim. O kadar büyüyebilmek elimde değil. - Anne şu albüme bir bak lütfen. Biraz kafan karıştı sadece. Bakınca hatırlayacaksın, lütfen. Eli titriyor albüme uzanırken. Fotoğraflara bakmaya başlıyor. Arada bir kontrol ediyor beni tedbiri elden bırakmamak için. Vereceği tepkiyi biliyorum. Yavaş yavaş büyüdüğümü görecek albümde. Büyüdüğümü kabullenmek zorunda kalacak. Şaşkın bir ifade belirecek yüzünde

hatırlamadığı yıllara bakarken. Yüzünün, saçının ne kadar değiştiğini görecek sonra. Ellerine dikkatle bakmaya başlayacak. Elli dört yaşında bir kadının elleri. Yüzüğü de yok. Nerede? Vücuduna bakacak sonra. Hafif göbeği var. Bacakları daha kalın. Orta yaşlı biri gibi. Sonra titrek elleriyle yüzüne dokunacak. Yanakları daha tombul. Emin olamıyor ama ağzının kenarında kırışıklıklar var sanki. Şaşkınlığı, ürkekliği gözlerinden okunuyor. - Ayna getirebilir misin bana? diyor hafif çatlak bir sesle. - Tamam, diyorum. Ama nolur şu bıçağı bırak, korkutuyorsun beni. Başını sallıyor. Bıçağı komodinin üstüne koyuyor. Gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor. Sarılıyorum. Saçlarını okşuyorum. Hala elinden bırakmadığı albüm gövdeme batıyor. Aramızda bir fotoğraf albümü yok. Aramızda yıllar var. Hatırlamadığı, onu korkutan, beni yıpratan yıllar. - Her şey yoluna girecek anne. Ağlıyor bir süre. Aynaya bakıyor, bana bakıyor dikkatlice. Yeterince bakarsa, yeterince dikkat ederse bir daha unutmazmış gibi. Sakinleşince hadi yatalım artık diyorum. Yatmadan evvel bir defa daha sarılıyorum anneme. Kızı olduğunu hissetmeye ihtiyacım var. Bu defa o okşuyor saçlarımı teselli etmek gibi. - Sabah erken kalk, diyor. Güzel bir kahvaltı yapalım. Olur diyorum. Gülümsüyoruz birbirimize. Uyumadan önce masal dinlemiş çocuklar gibi. Yarını belirsiz olmayan bir anne kız masalı bu. İçinde hastalığın hiç geçmediği, insanların mutlu bir şekilde uyandığı, keyifli kahvaltı masalarının hazırlandığı, eşyaların nereye konulduğunun ya da evin yolunun unutulmadığı, fotoğraf albümlerinin bir delil olarak kullanılmadığı bir masal. Normal bir anne-kız masalı. İnsanların kıymetini bilemediği günlük hayatları yani. Bizim içinse artık sadece bir masal.

Özge Özdemir ozgeozdemir@kulturcikmazi.com


Ray Harding Bölüm 2: Sepetçi Ryan Amir Hamilton’un yüzüne bakmıştı Ray. Ayrıca ortamın da beklenenden oldukça tenha olduğunu da istemese de görüyordu. En azından kendi beklentisinden… Lafa girmek istemedi ve bir giriş yapmasını umduğundan amir Hamilton’un yüzüne bakmayı sürdürdü. Beklentisinin aksine Michael Dursley, konuşmaya başladı. - Aramıza Hoş geldin. Yoksa merhaba mı demeliydim sepetçi Ryan? - Sepetçi Ryan mı?

- Ray! Senin adın artık Ryan. Geçen ay sizin büroyu arayıp çok güvenilir bir personel isteğinde bulunduğum zaman, büyük bir lütfa nazır olmuştum. Yani sen gönderilmiştin. burada

- Kesinlikle… Amir Hamilton! Ben onurlu bir vatanseverden başkası değilim. Şimdi büroya dönecek ve hakkınızda soruşturma açılmasını sağlayacağım. “Tamam, önce Dursley konuşsun ve sonrasında istediğini yaparsın” dedi Hamilton. Biraz da gülümsüyordu. Michael Dursley, söze girdi.

Amir Hamilton, söze girdi.

- Peki benim öğrenebilir miyim?

- Yeni çalışma arkadaşım mı? O bir kaçakçı değil mi?

olma

sebebimi

- Bu konuda seni, yeni çalışma arkadaşın Dursley, bilgilendirecek.

- Öncelikle bana devlet kaçakçılık yapmam karşılığında para ödüyor. Bu sana şaşırtıcı gelebilir ama evet öyle. Çünkü bir zamanlar ben de senin gibi bir polis memuruydum. Şimdi ise MI5’e bağlı bir istihbarat personelinden başkası değilim. - Peki o cinayetlerin… Öldürdüğün polisler nedir?


- Öncelikle şunu iyi bilmelisin Ryan. Ajan olmak hiç kolay olmayan bir iştir. Onların yani bilgisini çalacağın kişilerin dostu olman, En azından öyle görünmen, gerekir ki güvenlerini kazanabilesin. İkinci olarak Ryan, dediğim gibi… Ajan olmak, kolay değildir. Bazı fedakarlıklar yapmak zorundasın. - Pekala şimdi ne olacak? - Şimdi buradan ikimiz çıkacağız. Ben Dursley ve uzun yıllardır uluslararası temaslarımı işleten çocukluk arkadaşım sen. Yani sepetçi Ryan. İşte o gün, Ray’in Ray olarak kaldığı ve de mesleğini polis merkezinde sürdürdüğü son gündü. En azından uzun bir süre için… Ne de olsa amir Hamilton, pardon, “eski amir” Hamilton, ona ikinci bir emre kadar evinde sessizce “Ryan olarak” beklemesini emretmişti. Yeni patronu Dursley ile tanışmasından bir hafta sonra, evde beklemekten sıkılmıştı. Eşine Şanslı hafta izninde olduğunu söylemişti ve bu haftanın da sonuna gelmişti işte. 8. günün sabahında biricik Rona, mutfakta kahvaltı yapıyordu. - Günaydın hayatım! - Günaydın Ray, sen bugün de mi gitmedin? - Şimdi çıkıyorum sevgilim. Bu da benim şanslı 8’lim. O sıra sabah ilk kalktığında gözüne çarpan ve cep telefonundaki uyarı ışığının mütemadiyen yanıp sönmesine sebebiyet veren SMS’i tekrar gözledi. “Günaydın Sepetçi, şimdi kalk ve sevgili eşini

Ray, şimdi sokaktaydı. Aracını garajdan çıkardı ve o çok meşhur buluşma noktasına doğru yola koyuldu. İlginç mi rastlantı mı eşiyle tanıştığı yer de Brazil Shop’tu. Öğle yemeği için en ideal mekan da Brazil Shop’tu genç beyinler için. Ray, mekana vardı ve göz göze geldiler. Michael Yürümeye başladı. Ray bir an için Michael’ın o kadar planlı yaşadığını düşündü ki onu düşünmek bile içini ürküttü Ray’in. - Hey Ryan sallanma bu kadar. - Hadi ama bana Ryan diyip durma! - Bak Ryan, sen de benim gibi eski bir polissin. - Eski mi? Ne eskisinden bahsediyorsun sen? Ben hala polisim! - Hangi polis günün tamamını hafta boyu yatağında geçirir Ryan? Seninle aynı durumları yaşadım ve emin ol ben polisken taşıdığım adı bile hatırlamıyorum. Bu duruma alışsan ve yeni ismini sahiplensen çok ama çok iyi bir iş yapmış olursun. Tamam mı? - Değil ama tamam diyelim. Yoksa sabaha kadar susmayacaksın. Söylesene beni neden diktin buraya? - Ülkemiz büyük bir tehlike altında. Benim mafyadaki görevim ülkede önlenemez uyuşturucu gerçeğini kontrol altında tutmak ve devletin kontrolünden çıkmasını engellemek. Benim durumumda onlarca insan var. Sadece uyuşturucu için değil… - Dur bir dakika anlamadım. Tekrar etsene.

öp. Neden mi? (istemsizce neden diye mırıldandı) Uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Çok uzun… Seni 13:00’te Lock Market’in içindeki Brazil Shop’ta bekliyor olacağım. Görüşürüz Ryan… Michael”

- Anlamayacak ne var? Engelleyemiyorsan, kontrol et. Bütün devletlerin politikası budur. Bizim diğer polislerden farkımız da budur. Diğerleri suçu engellemek ve yok etmek zorundadır. Ama onların engelleyemediği suçları biz kontrol ederiz. Sorun şu ki kontrol edemediğimiz bir şeyler var. - Ne gibi? - Sanırım şebekede bana olan güven azaldı. Birkaç bilginin polise sızmasından beni sorumlu


tutanlar var. Ve tabi sen de taze kansın, polisin yeni kaynağısın ve devletin kurtuluşusun.

- Pekala. Devletim için torbacı da olurum. Pekala.

- Ama ben hiçbir halt bilmiyorum ki bu konuda. Her şeyi b*k edebilirim.

Günler geçmiş ve biricik eşiyle kahvaltı ediyorken, yine gelen yağmurlu bir Londra sabahının romantik havasını soluyordu Ray. Ve Michael ile tek irtibatı olan Kriptolu telefonuna bir mesaj daha geldi.

- Şimdi asıl konumuz bu değil. Asıl sorun seni nasıl sokacağız aramıza. Bana güven gittikçe azaldı. Benim referansımla gelmen sana zarar verir. Ama belki diğer şebekedeki adamımızın yardımıyla seni torbacı yapmamız oldukça olası bir ihtimal. Şanslıysan haftaya bugün işe başlamış olursun. Sen benden gelecek ikinci bir habere kadar polis merkeziyle irtibata geçme! Oraya da sızdıklarından şüpheleniyoruz.

“İşe Alındın! Yarın gel başla!” Devam edecek…

Burak Karakaya burakkarakaya@kulturcikmazi.com


Çizgiliye Fırtına ortasında karteli kırılmış kaptanın iniltileri Kulağını çınlatan küfürler ve Edenlerin haklı sayıltıları Hanede yatay bir çizik Üç dikeyin yaşamı bu Şafak sayarken insan kaç diye Tutuklu bir anıdan kalan Her az satan kitaptan dibace Yorgun, çaresiz gelince Hanede yatay bir çizik Üç dikeyin giyotin cezası bu Yalnızca efendiye has bir maharetle Hediye etmeye hazır üvendiresiyle Ezbere bildiği yine de saydığı merdiven basamaklarına Güvenircesine Hanede bir içtima duvar üstünde İnfaza hazır Yatay bir çizik Üç dikeyin duvara aczi bu Taraf yok Kayıp var Da tanımaz etmez Hangisi doğru diye haykırmaktan bitap düşünce Dinlenir aklın duldasında Bir sofra da orda Memnun peynir ekmekten Balçık tıraş eserini geceden saklar Sunuyorum derken eyerimi Sonra sunar kurak toprak misali Güneşten hatıra çizgilerini Dönerse evine Hanesine Bir yatay çizik daha İşinde en iyi olan cellat Çıkarırsa yarını da Çarptırır hükmedeni Giyotin cezasına

İbrahim Albayrak Misafir Yazarımız


Şiir Potpurisi Gelincikler Nar çiçekleri Ihlamurlar Yaz değil Ağustos böcekleri geldi Halim iyi değil demeyin ahbaplar! Dün akşam kapıma dostluğunuz geldi Hoş geldi! Akasyalar Çimenler Dağ çilekleri... Ve keyfimin kâhyası çiçeklendi Uzanan bir eldi “Döndüm baktım, gelen bir edalı yar idi...” * ...zamanlar mı geçti benden? ben mi zamanlardan...? çocukken geçmek bilmezdi şimdi ben peşinden koşarım varamam... çekil önümden bana yol ver zaman, yetmiyorsun...! *

Ekmek ana ekmek Ben ekmeğe aç Şimdi sen bana açsın, Açız ana açız.... Ekmeğin ana açlığını da berberinde getireceğini nerden bilebilirdim? Şimdi hem ekmeğe açım, hem de anama... Üzerimi örtmesinler Anam bana açken Kanayan yara insanımı acıtırken Ben üşümüşüm ne yazar Varsın hesabımı ekmek kokusunun ahı alsın... Alsın çocuklar alsın Bahar yağmurları günahlarımızı alıp sele katsın Ekmek peşinde koştururken minnacık ayaklarınız Ölüm sizin peşinizden koşturmasın! * Gözlerde boş bakışlar Muhabbet dediğin birkaç kelimeden ibaret, Kafalarda binbir hesap kitabın muhasebesi, İnsanlığın çivisi çıkmış a dostlar Samimiyetin bugün defin merasimi var, Ruhlar, bedenler sürgünde Kıyametin şemali bu olsa gerek.


*

*

Kumrular zamanıdır Bilmem anlatabiliyor muyum...!? Bilmem duyuyor musun!? Bilmem ne haldesin!? Bak kumrular zamanı Öt Kanat çırp Yüksel Korkma sevgilim! Kumrunun şefkat ve asaleti yakışıyor bize... * Hiç ağladınız mı biri için siz? Peki ağladı mı biri sizin için hiç? Vardınız Aksi hiç yaşamadınız... Sormayın! Artık kısa şiirler yazıyorum... * Duydum ki özlüyormuşsun Düşünme beni sevgilim Düşündükçe saçlarına aklar düşer bilirim Say ki yokum Veyahut hiç olmadım Varlığım değiştirmedi hiçbir şeyi görüyorsun Saçına aklar Ömrüne düşmesin hüzünler.

Üsküp'te yazdan kalma bir güneş Etrafta buz gibi kış kokan ne çok insan var Üşüyoruz, Üsküp'te tarihten kalma bir ben Etrafta sonbahar kokan ıslak yapraklar var Düşüyoruz, Karşımda bir çift tebessüm gülüşüyoruz Kahve telvesinde bizi anlayan bir çift muhabbetimiz var Tutup elimden kaldırıyor şahlanıyoruz… Üşüyoruz, Düşüyoruz, Şahlanıyoruz... * Küs Dargın Kelimelerim Şems bugün, Pervasız Acımasız Kor ateşler gibi düşüyor gırtlağıma... Sessiz sadasız bu aralar hepsi Sabra sükûta zincirli Bıraksam Azgın okyanus dalgaları misali çalkalanacaklar, Yakında Kelimelerim çok şey konuşacak...

Taner Güçlütürk Misafir Yazarımız

* Telve gibi fincan dibine çökmüşüz Biz fincanı fincan bizi anlıyor İkimizin yükü ağır omuzlarında Vardar sularına kapılır gençliğimiz Bir nostaljidir şimdi Üsküp kaldırımlarında benliğim Genzimizi yakar gelecek kaygısı Üsküp beni ben Üsküb'ü anlarım Halimi sormayın a dostlar Artık kısa şiirler yazıyorum...



“Accept” Accept’i dinlemeyen birey heavy metal dinliyorum demesin. Biraz fazla iddialı bir giriş oldu ama Accept bir döneme damgasını vurmuş efsane gruplardan biri. Şimdi grubun kronolojisine hep beraber bir göz atalım. Grup 1970’lerin başında Udo Dirkschneider tarafından kuruldu. Udo’nun önderliğinde kurulan grup, kuruluşundan sonraki birkaç yıl boyunca birçok kadro değişikliği yaşadı. Bir süre amatör olarak sahnelere çıkan grup, 1976’da ilk profesyonellik deneyimlerini Rock am Rhein Festivali’nde yaşadı. Festivalin hemen ardından birçok müzik şirketinden anlaşma teklifi alan grup, stüdyoya girerek kendi adlarını taşıyan ilk albümleri olan “Accept”i kaydetti. Fakat bu albüm beklenen başarıyı yakalayamadı. Accept’in ilk sağlam ve uzun süreli kadrosu; vokalde Udo Dirkschneider, gitarda Wolf Hoffmann ve Gerhard Wahl, bas gitarda Peter Baltes ve davulda da Frank Friedrich’ten oluşuyordu. Friedrich ve Wahl, Accept albümü kaydedildikten sonra gruptan ayrıldı ve onların yerine Stefan Kaufmann ve Jörg Fischer geldi. Yeniden şekillenen kadrosuyla 1980 yılında “I’m

a Rebel” albümü yayımlandı. Accept bu albüm sayesinde medyanın ve müzikseverlerin ilgisini üzerine çekmeyi başardı. Ardından da ilk televizyon şovlarına davet edildiler. 1981 yılında grup için çok önemli üç gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, “Breaker” adlı albümleri yayımlandı. İkincisi, menajer Gaby Hauke ile anlaşma imzaladılar-bu anlaşma, kariyerleri boyunca devam etti- ve üçüncüsü, Judast Priest ile birlikte dünya turuna katıldılar. Accept bu turne sayesinde adını Avrupa dışında da duyurmaya başladı. 1982 yılında üçüncü albümleri olan “Restless And Wild” yayımlandı. Albüm kayıtlarına başlamadan önce gruptan ayrılan Jörg Fischer yüzünden tüm gitar kayıtlarını Wolf Hoffmann kaydetti. Bu albümle birlikte grubun soundunda göze çarpan değişimler yaşandı. Bu değişimler daha sonradan speed metal olarak adlandırılacak bir türün temelini oluşturdu. Albümün hemen arkasından bir turne düzenlendi. 1983 yılında “Balls to the Wall” albümüyle yine farklılık yarattılar. Albüm birçok konuyu ele


alıyordu. Siyaset, din ve cinsellik gibi temalar içeriyordu. Şarkı sözlerinin yazarında Deaffy adı geçiyordu fakat daha sonra bu kişinin takma isim altında Gaby Hauke olduğu açıklandı. Gaby bu albümle beraber şarkıların resmi müellifliği hakkında hiçbir hak talep etmeden sözleri yazmaya devam etti. 1983 yılında bir konser sırasında tesadüf sonucu Jörg Fischer ile karşılaşan grup, Hauke’nin çabaları sonunda Jörg bir kez daha Accept’e dahil oldu. Bu ani gelişmenin ardından 1984’te tarihi Monsters Of Rock Festivaliyle tamamlanan bir dünya turnesi düzenledi. 1985 yılında “Metal Heart” albümleri yayımlandıktan hemen sonra “Kaizoku-Ban” albümü aynı yıl içerisinde piyasaya sürüldü. Prodüktörlüğünü Scorpions’un prodüktörü Dieter Dierks’in yaptığı “Russian Roulette” albümü yayımlandı. Albümün ardından grupta ayrışmalar ve uzaklaşmalar başladı. Peter Baltes, Wolf Hoffmann ve Gaby Hauke Amerika’ya karşı büyük bir ilgi göstermeye başladılar. Bu ilginin giderek artmasıyla zamanlarının çoğunu Almanya’dan uzakta yani denizin diğer tarafında zaman geçirmeye başladılar. Zamanla grubun kalan üyeleriyle aralarındaki mesafe arttı ve

uzaklaşmaya başladılar. Bu durum Accept için mola verme vaktinin geldiğine işaretti. Bunu fırsat bilen Udo, solo kariyer yapmaya karar verdi. Grubun diğer üyeleri Udo’nun bu kariyerinde yardımcı oldu ve ilk albümünün teknik alanında da ona yardım ettiler. Albüm “Animal House” adıyla U.D.O adıyla Avrupa ve Amerika’da piyasaya çıktı. Uzun süren molanın ardından Peter, Wolf ve Stefan vokalde David Reece’in yardımıyla tekrar grup olarak çalışabileceklerine karar verdi. Ancak Jörg Fischer bir kez daha Accept’i yarı yolda bıraktı. Grup birkaç demonun ardından artık hazır olduklarını hissedip 1989 yılında “Eat the Heat” albümünü piyasaya sürdü. Bu Accept’in ilk Udo’suz albümü oldu. Bu albümün çıkışının ardından ritim gitarda Jim Stacey’in desteğiyle bir Avrupa turnesine çıktılar. Turne sırasında Stefan Kaufmann sırtından ciddi bir şekilde sakatlanarak acilen tıbbi müdahaleye alındığı için turne yarım bırakılmak zorunda kaldı. Turnenin geri kalanında Stefan’ın yerine çalması için Ken Mary ile anlaşıldı. Turnenin sonunda grubun asıl üyeleri olan Wolf Hoffmann, Peter Baltes ve menejer Gaby Hauke bir araya gelip grubun geleceğini tartıştılar. Vokalde bulunan David Reece’ın sağlam bir kişiliğe sahip olmadığını ve


Stefan Kaufmann’ın uzun bir süre molaya ihtiyacı olduğu kanısına vardılar ve bütün bunların sonucunda artık bırakma zamanın geldiğine karar verdiler. 1989 yılında grup, çalışmalarına böylelikle ara vermiş oldu. 1990 yılında live albüm “Staying a Life” yayımlandı. Bu albümün ardından tüm fanları grubun yeniden bir araya gelmesini istiyordu. Udo, Almanya ziyareti sırasında Accept’ten eski arkadaşlarıyla karşılaştı ve oturup konuştuktan sonra tekrar bir araya gelmeye karar verdiler. 1993 yılında “Objection Overruled” albümü yayımlandı. Bu albüm Avrupa ve Amerika’da çok büyük bir başarı yakaladı ve ardından bir dünya turnesi düzenlendi. 1994 yılında “Death Roow” adlı albümü piyasaya sürüldü ancak Stefan Kaufmannn’ın belindeki sakatlık yinelediği için çalamadı ve yerine geçici olarak Stefan Schwarzmann davet edildi. Ve artık grupta yorgunluk belirtileri giderek artmaya başladı. 1995’te “Predator” için stüdyoya girdiklerinde artık bir “son” hissedilmeye başladı. Bu kez davulda Kaufmann yerine Michael Cartellone bulunuyordu. Bu albümün ardından grup on yıllık bir sessizliğe gömüldü. Grup on yıldır bir araya gelmezken sessizliklerini bozup, 2005 yılının başında klasik kadrosu anısına küçük bir dünya turnesi düzenleyeceğini duyurdu. Bu turnenin son konseri 27 Ağustos 2005 te Bulgaristan Kavarna’da gerçekleşti. 2009 yılında tekrar toplandıklarını duyuran grup, yeni kadrosuna TT Quick’in eski vokali Mark Tornillo'yu dahil ederek albüm çalışmalarına başladı. 2009 yılından bu yana yapılan çalışmalar meyvelerini “Blood of the Nations” albümü ile verdi. Bu albüm piyasaya sürüldükten sonra dünya çapında büyük bir ilgi topladı ve hayranları tarafından son 10 yılın en iyi albümü olarak nitelendirildi.

Accept, 26 Haziran 2010'da Sonisphere Festival 2010 kapsamında İstanbul'da bir konser verdi. Grup, 2012 yılında yayımladığı “Stalingrad” albümüyle tüm zamanların en iyi heavy metal albümlerinden birini yaptı. 2 senelik bir aranın ardından, adeta hayranlarına ilaç gibi gelen “Blind Rage” albümü yayımlandı. Tornillo’nun söz kabiliyetini ve farklı vokal melodilerini öne çıkaran bu albüm, son iki albümlerine kıyasla yapılan bu değişiklikler albümü bambaşka bir noktaya taşıdığı ise aşikâr.

Albümleri: Accept (1979) I'm A Rebel (1980) Breaker (1981) Restless & Wild (1982) Balls To The Wall (1983) Metal Heart (1985) Kaizoku-Ban (1985) Russian Roulette (1986) Eat The Heat (1989) Staying A Life (1990) Accept Live In Japan (Live, 1992) Objection Overruled (1993) Death Row (1994) Predator (1996) All Areas-Worldwide Live (Live, 1997) The Final Chapter (Live, 1998) Rich & Famous (EP, 2002) Blood Of The Nations (2010) Stalingrad (2012) Blind Rage (2014)

Özge Özgüner ozgeozguner@kulturcikmazi.com


Tebessüm Durağı "Ne olacak sanki onlar da yese!" diye bağırdı küçük kız annesine... "Kızım olur mu hiç, onlar kendileri yiyeceklerini bulabilirler, hem uzağa uçabilirler, sen neden bizim kışlık bulgurumuzu güvercinlere veriyorsun?"

"Bak gördün mü, anladın mı şimdi beni, neden güvercinleri buraya toplamaman gerektiğini? Git ambardan arpa al hadi madem, ama avludan dışarıya çıkıp saç ki hem kuşlarından ayrılmamış, hem bulgurumuzu hiç etmemiş, hem de onları dışarıya alıştırmış olursun."

"Ama ne güzel hepsi avluya toplandılar bak, çok seviyorum ben onları."

"Yaşasıınnn!" sesiyle çınlamıştı avlu. Koşarak annesinin boynuna sarıldı. "Anneeemm, bitanecik annem" dedi sevinçle.

"Alıştırdın ama güvercinleri kızım buraya, yeni yıkadığım çamaşırlara pislemişlerdi geçen gün de" dedi küçük kızın annesi, elindeki süpürge ile yarım yamalak, belini tutarak doğrulmaya çalışırken.

"Ah seni yaramaz aah! Beni üzüyorsun ama ne yapıp edip kendini affettiriyorsun" dedi o da gülerek. "Bak avlu kapısının yanında eski bakır bir kap var, al ona doldur arpayı, ama sadece bugünlük yetecek kadar e mi?"

"Hem sen, benim sana ağaca kurduğum salıncakta sallansana, neden yaramazlık yapıyorsun, üzme beni ne olur, bak yoruldum zaten hadi kızım."

Küçük kızının bu sözü çok hoşuna gitmişti annesinin. Yine gülerek;

"Ama hiç arkadaşım yok kiii, sıkılıyorum ben yalnız başıma köyde. Salıncağın minderine de hep kuşlar pislemiş zaten" diyerek yakındı başı öne eğik ama gözleriyle de annesini takip ederken.

"Küçük cadım benim, o senin bulgurumuzu yedirdiğin güvercinlerden yüzlerce var da ondan. Biri gidip, biri geliyor. Sen hepsi birbirine benziyor diye ayırt edemiyorsun sadece. Köydeki bütün güvercinleri doyurabilir miyim sandın?"

Anne hafif kızgın, hafif tebessümle başını yana doğru çevirerek;

"Ama onlar hiç doymuyorlar ki anne yaa!"

Mücteba Ünal Misafir Yazarımız


Kanattaki Kabuk Yüreği sevişleri karşılayacak kadar engin olsa da ürkekti oysa… Avuç içine sığan kuş kadar delici uçuculuğu, koyu kumral saçlarına sinmekten ziyade, beyaz ellere sinmiş de kalmıştı tırnak diplerinde… Kemikli çarklarda öğüttüğü çocukluğu, kulaklarındaki altın küpeler kadar sarı, parlak olmadı… Bakışlarındaki tumturaklı masumluk her zaman yutan bir ağız oldu… Örümcek ağı bozulmuştu bir kez ne anlatılabilirdi… Anlatmadı, sustu… Susabildiği kadar sustu… Sessizliği taşıyacak kadar büyüttü ellerini, dillerini, dişlerini… Kenet, kilitlendi… Kanat, kırıldıysa da sağaldı… Gecenin maviliği bakırın kadehteki yansımasına vurduğunda aramaya başladı dünyadaki mucizeyi… Kadındı… Narin parmaklarından sızan dumanlar kadar incecikti, beyazın siyahlıktaki aksiydi… Efsundu ve ölmemişti -şairler de yanılırdı.Cehennemin yoldaşı yalnızlığı sırtlanıp revan olmuşken asfalta, cehennemin barışı ile gerçekleşti dirimi…

Dimağı diriltti topraktaki küskünlüğü… Kabuktan çıktı kaplumbağa… Dünya döndü, sema büyüdü… Sırtındaki evi kadar kapalı kaplumbağa… Sokaklar, öğütememişti yavaş adımlarını… Akşamları sokak köşelerine sinen ve susan kaplumbağa… Neler gördü geçirdi boğazın karşısındaki bankta… Sayfaları örterken kabuğuna her daim üşürdü… Eksikliğin kavramsallaştığı ağırlıkla aradı karalıktaki aydınlığı… Ademdi… Havva’dan yoksun, kabullenilmeyen kavmin sessiz sözcüsü… İçi tufan dışı sükûnetti… saç diplerine sinmiş tırtıklı deri yumuşacıktı… Kaplumbağa kanatlı, kuş ev-li… Gök mavi, renk kırmızı… Bunlar rüya, bunlar aşk, bunlar hakikat… Bunlar sıcak, mevsimler bahar, yollar açık, çatlaklar kapalı… Tenler içildi, beyazlandı…

çöl

vahalandı,

karanlık

Ve kaplumbağa uçtu…

Serap Bozkurt serapbozkurt@kulturcikmazi.com


Sahile Vurdu Sevdam Gözlerin veda edip Ayrılınca limandan Yıkıldı umutlarım Sahile vurdu sevdam Ve gittin, ardında Ne aşina bir ses Ne de serçelere sığınak Yalnız ve yalnız Yangın yeri bıraktın Ben hasretinin kokusunu çizerken Sevdamın fırçasıyla Giydin bir hayalin efsunlu bestesini Ve gittin Cemre düşmez oldu çilelerime Ve gittin Rüyamın ritmi koptu Ahenk bozuldu Bir aşkın rıhtımında Gözlerim öksüz kaldı

Birkan Akyüz birkanakyüz@kulturcikmazi.com


Kayıp Bir Dost “Sen yoksun, deniz yok Yıldızlar arkadaşım. Ya bu gece harika bir şeyler olsun, Yahut infilak edecek başım." Attila İlhan… Yıldızların en kadim dostu yahut en kadim dostu yıldızlar... Bu yazı Yıldızlara bir sesleniş belki biraz serzeniş... Öyle bir şey ki; insana hayal kurdurtabilecek kadar yakın, umudunu kırabilecek kadar uzak bir düşünce. Öyle egoisttir ki onlar; her şarkıya ilham verebilecek kadar sanatlı, içindeki ilhama el uzandırmayacak kadar mesafeli sanata. Ve yıldızlar kaçmaya çalıştığın her an seni takip eden bir canavar. Ve yıldızlar kaybolduğun her an sana yol gösterebilecek kadar da Kahraman… “Hep benle kal... Çoban Yıldızı." Hepimiz, bir diğerimizden kaçamayacak yada özleyemeyecek kadar yakınız aslında. Kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz gökyüzü, biz insanların aksine bölünmemiş bir bütün belki "tüm dünyayı saran" Gökyüzü… Nice yangınların dumanlarını sinesine çeken bulutlar, nice gecelere sabah olan güneş, nice savaşlara ışık tutan ay ve nice askerlere umut olan, kayıplara pusula, aşıklara mutluluk kaynağı olan, evinin cam kenarında oturan veya yalnızca bir çadırın altında olan nice “farklı" çocuğa dilek olup "aynı" kayan Yıldızlar...

Onları duymayı bilmeli insan, ya da sesini duyurabilmeli onlara. Yıldızlardan çok var, aynı insanlardan da çok olduğu gibi. Yıldızlar gökyüzünden insanları izler, tıpkı insanların yeryüzünden onları, yıldızları, izlediği gibi. Yeryüzü ve Gökyüzü birbirine uzak göründüğü kadar yakındır, işte bu yüzden. Çünkü gökyüzüne bakan her insan bir yıldızla mutlaka göz göze gelir. Çünkü yıldızlar, durmaksızın insanları izler. Çünkü her insanın, bulması gereken bir Yıldızı vardır. Şimdi duyun beni yıldızlar... Siz ki aşık bir şairin yazdığı şiirde, aşkından size sığınabileceği kadar şefkatli; siz ki bir şarkının en sevilen kısmı olabilecek kadar nazlısınız. Siz ki farklı dünyaların pencerelerinden aynı görünebilecek kadar yüce, siz ki bayrak olup dalgalanabilecek kadar onurlusunuz. Ve siz, yıldızlar, bizi en çok kollayan ve en iyi dinleyen, en kadim ve en vefalı dostsunuz... Ne derdi şair “Göğe Bakalım!"...

Yıldız Alara Yücel Misafir Yazarımız


Hayat Böyledir İşte Bu hayatta şunu öğrendim ki insan yalnız doğar ve yalnız ölür ve her kararı kendin vermelisin çünkü bedelini yalnız ödersin. Ayak bağı olsun istemezsin kimseleri, iyi gün dostlarına güvenemezsin; tatlı sözlere, güler yüzlere kanma sakın hoş görme yalanları, eğer kabullenirsen özürleri seni hapseder tıkanırsın. Hayır demesini öğren artık, verdiğin kadarını geri iste ama mutlaka iste, hep verip hiç almamak adil değildir. Yalnız göğüs germeyi öğren hayata, taşıya bildiğin kadar yük al omuzlarına, hırsların olmasın çünkü çok gördüm hırslarına esir düşenleri olmayacak düşler kurma sakın yere sağlam basmayı öğren. Çok fazla bel bağlama insanlara, kendi işini kendin yapmayı öğren; hani derler ya “kurda sormuşlar ensen neden kalın diye demiş ki kendi işimi kendim yaparım demiş.” İşte bende bunu anlatmak istiyorum. Kimseye borçlu kalma, sana yapılan her şeyin karşılığını mutlaka zamanında ver eğer vermezsen sonra seni kullanmak isteyenler olabilir. Sırlarını asla paylaşma bir bumerang gibi sana dönebilir çünkü dost diye düşündüğün sırlarını paylaştığın biriyle aranız açılırsa ya da istediklerini sana yaptıramazsa günün birinde sana sırtını dönebilir. Sırf bu yüzdendir asırlardır yalnızlığım iyi gün dostları istemem.

Açık sözlü ol daima, yalana kaptırma kendini sakın kandırma; kanma. Herkese hak ettiği kadar değer ver ne eksik ne fazla. Avcundaki serçeyi çok sıkarsan ölür, gevşek bırakırsan kuş uçar tutmayı bileceksin. Hayat böyledir işte, yaptığın iyiliklerin karşılığını görememiş olabilirsin; küsme sakın insanlara, bırak onlar zaaflarına yenik düşsünler, sen duruşunu bozma güçlü dur güçlü kal. Bırak sana ulaşmaya çalışsınlar, yardıma muhtaç olanlara yardım et, sohbete hasret kalanlara sohbetini paylaş ki; insansın sen komşun açken sakın tok yatma. Bir gün göreceksin iyiler daima kazanacak, ben inanıyorum ki iyi ve dürüst yaşarsan yaptığın iyilik ve güzellikler bir gün mutlaka şans kapını sonuna kadar açacaktır, sabırla beklersen kazanırsın; sana da o kapıyı güvenle ve tebessümle açarak kabullenmek düşer çünkü iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey değildir. Hayat böyledir işte...

Ergül Yılmaz ergülyilmaz@kulturcikmazi.com




Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” Romanında Nev-Yunanik, Realist ve Batısal Unsurların İncelenmesi Sefa Görkem Aktaş

Özet Tanzimat dönemi Türk edebiyatında yoğun olarak kendini gösteren Batı düşüncesi, Batı’nın örnek alınması Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt romanında da kendini göstermektedir. Romanda bu Batı düşüncesi realizm ile pekiştirilerek okuyucuya sunulmuştur. II.Abdülhamit istibdadının verdiği olumsuz hava romanda o dönemin toplumsal problemi olan esir ticareti, Batı’nın örnek alınması, soyluluk düşünce ile pekiştirilerek verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Tanzimat, Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt, Batı

Samipaşazade Sezai’s “Sergüzeşt” In The Roman Nev-Yunanik, Investigation Of Items Be Realistic And Westerly

Abstrach Tanzimat period of Western thought manifests itself as intense in Turkish literature , shows itself in the West's sampling Samipaşaza Sezai's novel. In the novel, the reader is presented with this reinforced the idea of Western realism . Abdulhamid's despotism in adverse weather novel given by the slave trade with the social problems of that period, the West's sampling , has been reinforced with noble thoughts. Key Words: Reforms , Samipaşazade Sezai , Sergüzeşt , Western

Giriş Sergüzeşt, Tanzimat döneminde insan ticareti, esaret temeli üzerine yazılmış dramatik bir aşk romanıdır. Kafkasyalı esir Dilber ile soylu bir aileden gelen, Paris’te resim öğrenimi görmüş olan Celal Bey arasındaki aşk soyluluk töresine bağlı aile bireylerinin bu sevgilileri ayırmaları sonucu bir trajediye dönüşür. Dilber son olarak satıldığı Mısırlı zenginin odalığı olmayı reddederek intiharı seçer. Celal bey özellikle Dilber’e aşık olduktan sonra soyluluğun aslında çirkin dünyasını görmekte gecikmez. Samipaşazade Sezai bu roman aracılığıyla, esaret ve insan ticareti konusunda eleştirilerini aksettirmektedir. Bu eleştiriyi küçücük bir bedenin, Dilberin aracılığıyla yapmaktadır. Bu esirin yaşadıkları, oradan oraya sürüklenişi, hiçbir elin ona uzanmaması – ne kadar Celil Bey’in eli uzansa da soyluluğun üstünlüğü bunu engellemektedir-, esir olarak gittiği evlerde bırakın küçük bir çocuğun, büyük bir insanın bile

kaldıramayacağı eziyetlere maruz kalması bu eleştirinin en açık ve mükemmel bir realiteyle yapıldığının somut kanıtıdır. Tanzimat döneminin en belirgin kuralı olan soyluluk Sergüzeşt romanında da kendini göstermektedir. Romanda ikiyüzlülük, çıkarların her türlü değerin üstünde sayılması, insanların ekonomik ve toplumsal konumlarıyla orantılı olarak değer kazanmış olmaları inancı… Herkesin kendi toplumsal konumuna uygun bir aileden biriyle evlenmesi inancı romanın temelini oluşturmaktadır. Romanda Tanzimat dönemi Türk romanının genel özelliği olan iyi, güzel tiplerin yenik düşmesini, kötü tiplerin kazançlı çıkmasını Dilber gibi iyi bir eserin romanın sonunda kendini Nil’in sularına bırakarak hayatına son vermesi, soylu tiplerin ise Dilber’e ve diğer esirlere çektirdikleri acılara rağmen hayatlarına devam etmesi bu yargımızı doğrulamaktadır. Dilberin yaşadığı olaylar sırasıyla üç mekanda geçmektedir: a)


Esircinin evi ile Harputlu Mustafa Efendi’ni konağı, b) Asaf Paşa’nın konağı, c) Mısırlı tacirin sarayı. Romancı bu mekanların betimlemesinin hemen hep Dilber ile ilişkili olarak yapmaktadır. Gittiği evlerde Dilber’in gündüz çektiği eziyetler karşısında kendini tutması ancak geceleri yorganının altına girdiğinde acı içinde ağlaması

okuyucuyu derinden etkilemektedir. Bir kuşun sesiyle bir çocuğun ruhu arasında ilişki vardır. Samipaşazade Sezai aslında bu söz ile “çocukların ruhları kuşların kanatları gibi özgürdür” ifadesini yapmaktadır. Ancak bu Dilber için geçerli değildir. Dilber ancak romanın sonunda Nil’ de özgürlüğüne kavuşacaktır.

Romanda Nev-Yunanilik ve Batı Unsuru Nev-Yunanilik, Türk edebiyatını temelinden Batılılaştırmak amacıyla, "Eski Yunan edebiyatını örnek almak"tır. Yahya Kemal'le Yakup Kadri benimsedikleri bu eğilime Eski Akdeniz uygarlığıyla ilgili olduğu için Havza Edebiyatı ya da Nev-Yunanilik adını vermişlerdir. Samipaşazade Sezai belirgin olmamakla birlikte bu unsurun Sergüzeşt romanında yer aldığı görülmektedir. Öyle ki romanda Celal Bey Yunan’ın göz okşayıcı kızlarından başka kimseyi beğenmeyen ve gönlüne yanlış haber vererek aldatan güç beğenir bakışını düzelterek ve inandırarak coşku ve acısını dindirmek istiyordu. Aynı zamanda Dilberi Yunan heykellerine benzetmesi de bunu kanıtlamaktadır. Batı düşüncesine gelince, biliyoruz ki Batı düşkünlüğü özellikle Tanzimat döneminde kendini göstermiş olup bu durum Servet-i Fünunda da yoğun bir şekilde devam etmiştir. Romanda Celal Bey’in kız kardeşi Tesliye, kendisinin mürebbiyesi olan yaşlı Fransız Hanım’ı on yıldan beri İstanbul’da

bulunduğu halde, Türkçe olarak; ‘’Bakalım… kısmet… yavaş yavaş…’’ gibi bir iki kelime ve cümleden başka bir şey bilmez, ve fakat misyonerlerin Protestanlığı yaymak için gösterdikleri derece bir bağnazlıkla kendi ulusunun dilini herkese öğretmek isterdi. “Voltaire’in, Hugo’nun, Jean Jacques Rousseau’nun dilini bütün insanlık alemi öğrenmeye mecburdur” derdi. Aynı zamanda Dilber’de kimsenin olmadığı boş bir yer bulduğunda Paul ve Virginie’yi okumakla meşgul olurdur. Romanın şu kesitinde de batı unsuru kendini göstermektedir: Asaf Paşa’nın yeğenlerinden biri, Paris’in son modasını taklit ederek giydiği uzun etekli açık mavi elbisesi ve boynuna taktiği iki üç sıra incilerle – bütünüyle doğuya özgü hayallerden değilse- sabaha karşı sönmek üzere olan yıldızlarıyla gökyüzüne benzemişti. Görmekteyiz ki bütün bunlar romanda Nev-Yunanik ve Batı unsurlarının belirgin olduğunu bize açıkla kanıtlamaktadır.

Romanda Realizmin Yansıtılması Samipaşazade Sezai Sergüzeşt romanında realizmi belirgin olarak ön planda tutmuştur. Dilber’in çocuk yaşta çektiği eziyetleri, Celal Bey ile aralarında ki duygusal bağın kuvvetini, tüm bu acılara dayanamayıp Dilber’in romanın sonunda kendini Nil’in sularına bırakmasını yazar tüm gerçekçiliğiyle okuyucuya sunmuştur. Edebiyatçılar Samipaşazade Sezai Bey'in Sergüzeşt isimli romanına, neşredildiği senelerden beri büyük bir değer bağlamışlar ve bu arada, bizde realiste roman tarzının başlangıcını da bu romana mal etmişlerdir. O günden bugüne kadar bu eser hakkında yazılanların bazılarını okuyacak olursak, hem bu romanın edebiyat tarihimizde işgal ettiği yeri,

hem de bugüne kadar realizme mesleğinin bizde nasıl anlaşıldığı hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Aynı zamanda romanda Dilber’ in yaşadıkları, o dönemde görülen hadiseler arasında olması romanın gerçekçi bir ifade ile ele alındığını bize göstermektedir. Romanın son kısmına da dikkat çekmek gerekir. Romanın sön kısmının Mısır'da cereyan etmesini izah etmek gerekiyor: anlaşılan Sezai Bey ne de olsa romanındaki fikirleri AbdülHamid istibdadından ve sansürden gizlemek istemiştir; A. Mithat Efendi gibi bu fikirleri yok etmemek şartı ile, biraz onun gibi masal havasına bürünerek ve vak'ayı zaman içinde değilse de mekânda, Mısır'a kadar uzaklaştırarak, buna muvaffak olmaya çalışmıştır; çünkü o devirde (1889) İstanbul saray


ve konaklarında oturan zadeganın bir cariyeye bu kadar zalimane muamele etmesinin gösterilmesi, hele onun hapsettirildikten sonra kaçırılma ihtimalinin tasavvur edilmesi çok manalı gözükebilirdi. Ayrıca da Mısır mevzubahis olunca Zenci esirlerin ana vatanı olan Afrika ele alınmış oluyordu; bu suretle Çerkez ve Zenci olan esirlerin zenci tipi de Mısır zadeganının hayat çerçevesi içinde gösterilerek, esaret fikrinin daha tamam olarak incelendiğine Sezai Bey kanaat getirmiş olsa gerek. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt romanında yer yer realiste gözükmesi,

yer yer konuşma dilindeki sadelik, aşkın doğuşunun izahı o gün için mevcut olmayan bir edebi yenilik oluşmasındandır. Aynı zamanda anlamaktayız ki realiste dünya görüşüne sistematik bir şekilde sahi olmadan gerçekçi bir romana çığır açmak mümkün değildir. Romanda konusu geçen sınıf farklılıkları da realiste unsurları taşımaktadır. Romanda yoğun olarak üzerinde durulan “soylunun soylu ile evlenmesi” o dönemin gerçeklerin yansıtan bir durumdur.

Sefa Görkem Aktaş Misafir Yazarımız




#kulturcikmazi

kulturcikmazi /

www.kulturcikmazi.com /

kulturcikmazi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.