Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın. Eylül 2015
Kültür Mantarları
Başlarken “Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları Bana seni gerek seni”
Şapkanın altında kalın. Aylık dergi
diyen Yunus’un elbet vardı bir bildiği. Göğüsleri yeni tomurcuklanmış bakire huriler, eşsiz tatta yemişler, sınırsız gölge –buradan cennette güneş olmadığı anlaşılıyor- , sütten, şaraptan, baldan ırmaklar… pek ilgisini çekmiyor Yunus’un. O sadece Allah’ına, Rabbine, Tanrısına… kavuşmayı diliyor.
Sayı: 11 Eylül 2015
Yayın Yönetmeni Ufuk Murat TAÇ
Tanrı eğer cennet tercihini kullarına bırakmış olsaydı herhalde daha çok taraftar toplardı. Düşünseniz ya bir, cenneti hak etmişsiniz, huzura çıktınız ve size soruyorlar: “Ey aciz kul, dünyada çok hayırlı işler yaptın ve cenneti hak ettin. Söyle bakalım nerede olmak istersin?” Tanrı’nın bu sorusuna gelecek cevapların hepsini gerçekleştirebileceğinden şüphemiz yok. Kimisi Yunus gibi sadece Tanrı’nın yanında olmak, kimisi ailesiyle birlikte olmak, kimisi de unutamadığı bir otobüs yolculuğunu sonsuza dek tekrar tekrar yaşamak ister.
Yayın Kurulu Emre GÜLSOYLU Emre SÖNMEZ Uğur GÖNÜL Cihan AŞIK Arca ALTUNAY
Redaktör Kardelen KAÇAN Sayfa Düzeni ve Kapak Tasarımı Emre GÜLSOYLU
Fakat yine de bizler, bize sunulan her şeyi olduğu gibi kabul edelim ve fıtratımız! gereği şimdilik çok da fazla sorgulamayalım bazı şeyleri. Bırakalım bunu Kültür Mantarları yapsın.
Teşekkürler Beste BÖLÜK Gizem KARADENİZ Jiyan AKHAN Demet AKMAN Yüksel ARICAN
Evet değerli okurlar, Kültür Mantarları bir yılı aşkın bir aradan sonra tekrar açtı sayfalarını. Üstelik bazı yeniliklerle… Bundan sonra her sayımızda bir dosya konusuyla karşınızda olacağız. Fark ettiğiniz üzere bu sayının dosya konusu “Cennet”. Bu sayıda arkadaşlarımızın cennet hakkındaki görüşleriyle buluşturacağız sizleri.
İletişim Adresi www.kulturmantarlari.com
Hepinize keyifli okumalar!
3
Cennet Nedir
- Emre Sönmez
Cennet nedir? Herkesin bilinçaltında “içinde iyi insanlar olan yer” imajı olsa da modern insanlardan kimse öteki tarafı düşünmek istemediği için kafalardaki cennet algısı Selvi Boylum Al Yazmalım’ın meşhur monologunu geçemiyor: “Cennet neydi? Cennet iyilikti, dostluktu. Cennet emekti.”
sancısı çekmemizin en büyük nedeni zihnimizin dört boyutla sınırlandırılmış olması. Bu karşılamanın hayatımızın kamera arkası gibi olmasını umuyorum. Artık neyin ne olduğunu, amacımızı biliyor ve mutlak doğruyu görebiliyor olacağız. Mutlak doğru ve iyiye koşarken tabi ki cennette kendimizi şımartmamızın hiçbir sakıncası olmaz. Şımartmak derken, hurileri beşleyelim değil de çabuk çabuk…
Oysa kutsal kitaplara inananlar için eninde sonunda gidilecek tek yerdir cennet. Aslen termofob olan günahlar sıcaklıkla iyice bireyden arındırılır, cennete gitmeye hazır olan hafif kavruk kullar bir süre cennetin bir nehri içinde bekletilir. Yanıklarının birçoğu iyileşen kullar cennet ahalisine katılmaya artık hak kazanmıştır. Peki ya şu arı iyiliğin bulunduğu mekan bize üç huri ve şarap şelaleleri dışında neler vaat ediyor sahiden?
Yapılabilecek o kadar çok şey var ki, özellikle fani kafayla düşünüce. Örneğin istatistik, dünden bugüne yaşamış tüm insanların, her durum ve olayın istatistiki verilerine ulaşabileceğiz. “hayatım boyunca kaç km yol yürüdüm?” ya da “ hayatım boyunca kaç kalori harcadım ve bu kaç hektar ormanın yanmasına eş değer bir enerji?” gibi soruların cevapları andan daha kısa bir sürede, ve belki de sürede bile değil, önümüzde olabilir. Hayal gücü sınırsız sonuçta, ve orada sınırsızı da aşacak.
Açıkçası şu andan itibaren size hiçbir belge sunamayacağım. Üzgünüm ki dergimizin beni bir yıllık hazırlık evresinde cennete gönderecek kadar bütçesi yoktu. Bu yüzden buradan sonra yazdıklarım tamamen hayal ürünü olacak, fakat hayallerimizin sınırlarının bile dışında kalan mutlak iyiliğin bulunduğu mekan için hayal gücüm ancak fani dünya sınırları içinde geçerliliğini koruyacaktır.
Cennetteki bir diğer seçeneğimiz de tarih ve coğrafya. İstediğimiz tarihi olayı görebilir, istediğimiz coğrafi konumu hissedebilir hatta bu ikisini yaşayabiliriz, simülasyon gibi yani. İsteyen Atatürk’ün rakı masasına oturur, isteyen Ermeni soykırımının varlığını sorgular, isteyense ayaklarını uzatıp Fransız devriminin acılı zaferinin tadına bakabilir. Ama bunların dışında “ya şöyle olsaydı?” sorusuna yanıt arayabilmek bence kulu şımartabilecek en iyi özelliklerden biri. Düşünsenize Che’nin mühimmat çantası yerine tıp çantasını seçtiğini, sahi neler olurdu? Ya da sosyalist bir Osmanlı nasıl olurdu? Düşündükçe bile heyecan veren “ya olsaydı”
Öncelikle iyi bir karşılama bekliyorum. Cennete girmeye hak kazanmış ya da cennete girebilecek kadar arınmış insanlara cennetten önce fani hayat tanıtılmalı. Bir sınav yeri olarak evren neden oluşturuldu ve bir sınav olarak hayat neden seçildi, bunlar açıklanmalı. Zihinlerimiz tekrar beş altı boyutu algılayabilecek kadar genişletilmeli ki cenneti ve sebepleri algılayabilelim. Çünkü belki de varoluş
4
Titiwai En güzel, en rahat ne zaman hayal kurarsınız? En çok ne zaman düşünürsünüz? Siz de uyku olayını ciddileştirip ışığı kapattığınızda mı içinizi karanlığa döndürürsünüz? Karanlık neden bu kadar büyük bir gereksinimdir?
seçeneği tanrı garantili gerçekliğiyle cennette karşımızda olabilir. Aslına bakarsanız cenneti biraz da oyunun editörü gibi kullanabiliriz. Bu durum da kimseye ihtiyacımız olmadan cennette zaman geçirebilmemize olanak sağlar. Yani aslında insanın dünyada başaramadığı birey olarak yaşama eylemi cennette var olabilir. Belki de bireysellik cennette bize vaat edilen en güzel şeylerden biridir. Çünkü kötülük, bireysel olarak hayatını devam ettiremeyen kişilerin hayatta kalabilmek adına edindiği kısa yollardan ibaret. Eğer bireysellik varsa kötülük de olmaz. Ve bu da cennetin ana fikrinin oluşmasını sağlar. Yani cennet bize sandığımızdan daha bireysel yaklaşabilir, mutluluk hurinin damarlarında dolaşan asil şaraptan geçmiyor ne de olsa.
Neden gün içinde, uykuyu bekleyemeyecek kadar heyecanlandığınızda, gözünüzü kapatırsınız? Yaşananı değil, yaşadığınızı derinleştirmek için olabilir mi? Hiçbir renk bölemesin, her ses duyulmaz olsun o an. Hatta gözler size döndüğünde ‘kapalıyım’ diyebilin. Siz hiç hayal kurarken ağzını, kulağını kapatanı gördünüz mü? Ben sanmıyorum. Yaşam “göz”dedir. İnsan kendini kopartmak istediğinde yaşamdan, gözünü temastan kaçırır önce. Kapatış, görünmeme istediğidir, anlaşılan.
Bunları bir kenarı bırakıp serbest stilde de cenneti kullanabilme imkanımız olabilir. Örneğin “Anne beş dakika daha yaa” dedirten rüyaların devamını getirebiliriz. Ya da kendi Hogwarts’ımızın Harry’si olabiliriz. Hatta kendi dünyamızı yaratıp tanrıcılık bile oynayabiliriz, tabi sadece bizi etkileyen sebepler ve sonuçlar dahilinde, yani her şeyin hayal ürünü olması gibi. Kimseye bir zararı yok yani. Ama tam da hayal ürünü diyemeyiz, çünkü hayal ürünü fani dünyanın bir tanımı. Altı, yedi, sekiz boyutlu evrenimizde bize bu tanımlar yetmez.
Nereden anladığımı düşünüyorum. Sahildeyim. Yalnız. Önce kumda yatıyorum gökyüzünü ve kum gibi yıldızları izliyorum. Bu sırada hep düşünüyorum. Dilek bile tutuyorum. O kadar istiyorum yani. Sonra dalga sesi içime işliyor, köpüren suları hissediyorum. Kalkıp daha da hissetmek istiyorum onları. Kıyıya paralel yürüyorum Ay’la. Her düşü gerçek kılıyor bu ikili. Sesleriyle hissediyorum her anı, serinliği daha da gülümsetiyor köpüklerin. Mutluyum. O kadar ki yoruluyorum, bir kaya var oturuyorum.
Bu seçenekleri toparladığımızda aslında cennetin kendi hayal gücümüzün tanrısı olabilme yetkisinin vaadi olabileceğini görebiliriz. Ve yine bir tanım sorunu orta çıkıyor aslında, her ne kadar hayali olsalar da hepsi her şeyi yaratan tanrı tarafından onaylı olacak. Tüm olasılıkları yüzde yüz doğru görebileceğiz. Ve ilk defa yüzde yüz, doksan derece ve birbirine paralel iki doğru gibi kavramların mutlak doğru hallerine kavuşacağız. Ve belki de en önemlisi, tanrıyı hiç olmadığı kadar yakından tanıyabileceğiz.
Birden tekrar yaşıyorum. Çünkü farkına varıyorum. Deniz iki renk siyah ve beyaz. ‘Hayal ve Gerçek’ e Ayrıca, “Suya yansımış” demek için bir kelime türeten güzel Yeni Zelanda yerlisine sevgilerle.
Bence iyi bir insan olma yolundaki amacımızı bu gibi düşüncelerle üç huriden ve şarap nehrinden biraz olsun farklılaştırmalıyız. Hem böylece biraz daha iyi insanlar olabiliriz, kim bilir? Cennette bilmek üzere…
- Beste Bölük
5
Saat 11
- Cihan Aşık
Saat 11'e geliyor Dışarı bakıyorum Televizyona bakıyorum Her şeyi kapattım Kendimi Kayıp gibi hissediyorum Bardakta kalan son yudum gibi Birileri beni bırakmış, unutmuş Hayat devam etmiş Saatler geçmiş Ne yaptım bilmiyorum Bilememek delirtiyor beni Tekrar saate bakıyorum Aralıkları sayıyorum Sandalyedeyim Kahvem buz gibi Camda bir sinek var Bana bakıyor Ben ona bakıyorum Acizliğimizi görüyorum Cam duvarlar ardındaki insanlar Aralık bir yer arıyor Kaderin gazetesini başımıza yiyoruz Öldürdüm attım dışarı, sinirimi bozdu. Camdan dışarı bakıyorum "Cennet" der anneannem buraya Arabalarsa uçuyor asfaltta Geç kalmışlar bir yerlere Ve geç kalmaktan korktukları için Geç kaldılar bu âna da Geride bırakıp bir şeyleri Birilerini, bir yerleri Lastikler şeritleri yalarken Kurtulma arzusu ile yanarken
Sahip olduğumuz şeylerden Sahip olma arzusu içindeyiz Sahip olmadığımız şeyler için İçimiz boşalırcasına çalışacağız yarın Hırs ve nefret Şehvet ve öfke Bizi eritirken için için Afyonumuz patlamadan sabahları Bir yerlere gidiyoruz Afyonumuz patlamadan Bu dünyadan gidiyoruz Çatlarak ölürken birileri Tad alamamaktan Açlıktan kırılıyor birileri Bir lokma alamamaktan Dualar Cennet için Bağışlanma arzusu Helallikler Cennet için 70 senelik günahlar 7 senelik sevaplar için Dini programlar İktisatçı istihdam ederken Borç yapılandırmaları Taksitlendirmeler için Ezan okuyan saatler Kimin için çalıyor?
6
BekleyiĹ&#x;
7
Bekleyiş Bu gece geliyor, diye bütün gün tekrarlamıştı içinden. Beata'nın geliyor olması onu hiç olmadığı kadar heyecanlandırıyordu. Aslında hiç yaratıcı biri olmamasına rağmen heyecanı onun sınırlarını zorluyor ve kendi çapında güzel bir karşılama planlamasına olanak sağlıyordu. Evi, Beata'nın hoşuna gideceği sıcaklığa getirdi. Beyaz ampulleri -Beata beyaz ışığı sevmezdi- sarı renkli ampullere çevirmekle işe başladı. Sonra yayıntılarını topladı. Beata için yıllar önce aldığı perdeleri taktı ve misafirleri için sakladığı birkaç halıyı serdi. Hoşuna gideceğini düşündüğü birkaç düzenlemeden sonra evden çıkıp alışveriş merkezine gitti. Alışverişe gitmek için sokağa çıktığında ilk anda arabasına doğru yönelse de canının yürümek istediğini fark etti. Eviyle alışveriş yapacağı yer arası yürüyerek yaklaşık 15 dakika sürüyordu. Üstelik alışveriş listesi kabarık da değildi. Dolayısıyla yürümeyi tercih etti ve yol boyunca Beata'yı düşündü. Geliyordu işte! Alışveriş yapmayı pek sevmediği için markete girdiğinde hızlıca listesine göz atıp işe koyuldu. Macaristan'da yeterince iyi ayran bulamadığını söylediği için en sevdiği markadan küçük bir şişe ayran aldı. En sevdiği meyve olan ama her fırsatta Macaristan'da Türkiye'ye kıyasla daha lezzetli olduğunu söylediği nektarinlerden aldı biraz. Son olarak biraz Tokay şarabı alarak dönüş yolunu tuttu. Eve vardığında yorulduğunu fark etti. Artık gençliğindeki gibi yürüyüşler yapamadığının bir süredir farkındaydı. Ne zaman yürümeye kalksa çok geçmeden sol dizi dayanılmaz bir acıyla onu durduruyordu artık ama bugün dizinde bir ağrı yoktu. Taşıdığı torbalardan olsa gerek sadece biraz yorgunluğu vardı ya da heyecanı dizinin acısını bastırmıştı. Aslında yol hakkında birkaç kare dışında bir şey hatırlamıyordu. Sadece kurduğu hayaller geliyordu aklına. Yol boyunca bir arabanın ona çarpmaması mucize gibi geldi ona. Zaten Türkiye'de yaşayan herkes, yaşadığı için şanslıydı. Aldıklarını masaya dizdi ve yanına alacaklarını küçük bir paket yapıp buzdolabına koydu. Havalimanına gitmesi için daha çok vakti vardı. Bu nedenle her ayrıntıya fazladan dikkat ederek ağır ağır hazırlandı. Hazırlanması bittiğinde aynaya baktı ve nadiren fark ettiği bir parlaklık gördü yüzünde. Kıyafeti oldukça şıktı. Zaten havalimanına giderken hep şık giyinilmesi gerektiğini düşünürdü. Garip bir şekilde saygı duyuyordu havalimanlarına. Fakat bu saygı saçma havayolu firmalarının yaptığı seferle bir sonraki yolculuğa kadar yıkılıyordu. Üstelik şık giyimin polisler üzerindeki etkisini fark etmişti. Evin son halini bir de şık kıyafetleriyle teftiş etti. Her şey uygun gözüküyordu. Saatine baktı: Vakit yaklaşıyordu. Vaktin yaklaşmasıyla heyecanı daha da artıyordu. Durmayı oldum olası sevmemişti, evde dört dönmeye başladı ve bir anda ayakkabılarını giydi. Sonra karşılama paketini almayı unuttuğunu fark edip eve geri girmesi gerekti. Karşılama paketini unuttuğu için kendisine kızamıyor, sadece Beata'nın gelmesinin heyecanını hissediyordu tüm vücudunda. Hızlı hareketleriyle arasına dört defa kitlenmiş kapı girdiğinde biraz olsun sakinlemişti. Heyecan düzeyi azalmış, hiç olmazsa kendisini "Heyecandan oluyor bunlar." diye avutmak için bir duygu boşluğu bulmuştu. Anahtarı yavaşça çevirirken evden ani çıkışının arkasındaki dürtünün nedenini sezdi. Havalimanına arabayla değil, otobüsle gidecekti. Böylece evde durmaktan ve otopark parası vermekten kurtulacaktı. Üstelik biraz yürümek için bahanesi de vardı. Heyecandan dizindeki acıyı hissetmiyordu nasıl olsa. Bu fırsatı kaçırmamalı, Beata'nın daha gelmeden onu gençliğindeki gibi hissettirmesine izin vermeliydi. Bavulu taşımak zor olacak ama hiç olmazsa yolda vakit geçirebileceğim, diye düşündü ve dışarı çıktı. Üstelik dönüş yolunda Beata omuzlarına başını koyabilir ve yorucu geçen yolculuğundan sonra bir süre uyuyabilirdi. Uykusunda yüzünün nasıl şekil aldığını hatırladı. Tamamen ruhsuz, duygusuz bir yüz ifadesi. Fakat bedeniyle birlikte uyuyan yüzü, uyandırıldığı ilk anda adeta dans ediyordu. Saatlerdir neredeyse hiç kıpırdamayan kaslar uyanırken kendinden geçiyor ve kısacık bir süre içinde yapabilecekleri bütün hareketleri yapıyorlardı. O kısacık süre içinde Beata'nın bütün duyguları yüzünde görülebiliyordu. Bu düşünceler aklını meşgul ederken en yakındaki otobüs durağına ulaşmıştı bile. Bu durum onu kısmen şaşırtmışsa da "Hoş," dedi, "bütün ömrümü onun sadece uyandığı ilk andaki yüz ifadelerini düşünerek geçirebilirim." Yeni günün ilk saatinde olduğu için otobüsler her duraktan geçmiyordu. Üstelik hangi otobüsün havalimanına gittiğinden de haberi yoktu. Bu bilgileri internetten bulabilirdi ama durakta bekleyen bir adam gözüne ilişti. Duraktaki adam hafif kel kafasıyla, kahverengi tonlarındaki havai gömleğiyle ve açık kahverengi şortuyla tatilci amca ile Ayhan Sicimoğlu arasında gidip
8
geliyordu. Ona sordu:
abiliyorum ama karşıladığım bir kişinin bavulunda olması gerekenden yarım litre fazlası var diye sorun çıkartmışlardı. Bunu anlayamıyorum işte! İzmir ise sıkıya yakın bir kontrol uygular. Umarım bugün bir sıkıntı yaşamaz karşılayacağın kişi. İzmir de çok kötüye gidiyor gün geçtikçe. Şimdi o gelecek, Kemeraltı'na falan götüreceksin. Her yer Suriyeli Arap kaynıyor artık oralarda. Elinde bir parça tavuk yerde yatanlar, dilenenler, bıçakla insan kovalayanlar… Eskiden bu kadar Arapça levha da yoktu orada. Şimdi her şey onlara ve onlarla çalışıyor, çok bozuldu.
- Buradan havalimanına giden otobüs geçer mi? - Evet, ben de onu bekliyorum zaten. Bir önceki otobüsü kaçırdım ve kırk dakikadır burada bekliyorum. Beni başka bir ESHOT şoförü yanılttı. Bilinçsiz, toplumumuz bilinçsiz! Sinirini yatıştırmak için olsa gerek biraz duraksadı. - Bu arada siz havalimanında mı çalışıyorsunuz?
- Yine de bazı turistler kafalarındaki Türkiye imajına uyduğu için o tür yerleri seviyorlar.
Onu havalimanında çalışıyor sanması hoşuna gitmişti. İşi gereği hep şık giyinmesi gerektiği için artık böyle yakıştırmalar duymuyordu pek. Ama aklında farklı bir şey dönüyordu. Adamın Türkçesi iyi olmakla birlikte uzun süre yabancı dil konuştuğunun bazı sinyallerini de veriyordu. Üstelik toplum konusunda yaptığı yorumlar kahvede de söylendiği şekilde söylenmemişti. Söylediklerinin altını dolduracağı hissediliyordu. Bu nedenle kesinlikle uzun süre yurtdışında kalmış biri olmalıydı.
- Evet, turistler otantik yer sever ama böyle rezillik sevmez. Bunun adı rezilliktir, ben sana söyleyeyim. Otantik bir ortamda öyle üstünde paçavra olan adamı yolun ortasında göremezsin, göremezsin. Kendi değerlerimizi de kaybediyoruz. - Haklısınız. Gergin havayı biraz olsun kırmak için adamın suyuna gitmeye karar verdi ve uzunca bir süre birkaç kelime haricinde sessizlik oldu. Otobüsün görülmesiyle bu sessizlik bozuldu.
- Hayır, birini karşılamaya gideceğim. Bu cümleyi öyle tonlamıştı ki gelecek kişi sadece kendisi için değil dünya için çok önemli biri gibi anlaşılıyordu. Adamın yüzü de bu yönde değişti.
- İşte geliyor! Bir saat oldu, burada bekliyorum. - Evet, geliyor.
- Gençliğimde ben de çok insan karşıladım. Kağıda yazdın mı adını?
İkisi de bir süre konuşmadılar. Sonra adam beklemenin verdiği sıkıntıdan olsa gerek tekrar söze başladı:
Aklında çabucak karar vermesi gereken bir ikilem belirdi. Otobüse bindiğinde adamın yanına mı oturmalıydı, yoksa adamdan ayrılıp başka bir koltuğa mı geçmeliydi? Eğer adamdan ayrılırsa adamın onu sıktığını düşünebilirdi. Böyle bir nezaketsizlik yapmak istemiyordu. İçten içe adama bir yakınlık duymuştu. Öte yandan eğer adamın yanına oturursa adamı rahatsız edebilir ve yapışkan birine dönüşebilirdi. Kibarlık yapmanın ne kadar zor olduğunu düşünmeye başladı ama adamın kendisini anlayacağını düşünerek otobüse bindiğinde adama iyi geceler dedi ve adamdan birkaç koltuk geriye oturdu.
- Bir dahaki sefere Antalya'da karşılamanı öneririm. Oraya habire turistler geliyor diye gümrük çok baştan savma kontrol yapıyor ama Türkiye'deki en fena kontrol İstanbul'da. Oraya da habire Araplar geliyor diye çok sıkı bir gümrük var. Bir keresinde Arap bir turistin bavulundan tek parça keçi çıktığını gördüm. Böyle bir durumda gümrüğün sıkı olmasını anlay-
Birkaç durak sonra otobüsteki yaşlı kadınlardan bazıları sıcaktan şikayet etmeye başladılar. Halbuki otobüsün içindeki sıcaklık neredeyse soğuk bir düzeydeydi. Birkaç durak süren bu şikayet içlerinden cabbar olanın, şoförün yanına gitmesiyle sonlandı. Şoförden klimayı daha fazla açmasını istedi kadın. Şoför de bu saçma isteği sert
Son anda adamın ağzından çıkıveren soru birazcık alaycı olmakla birlikte samimiyeti kuran bir soru oldu. - Hayır, yazmadım. Kendisini tanıyorum ve ne kadar kalabalık olursa olsun hemen ayırt edebilirim. Üstelik o da beni tanır.
9
bir şekilde redderek direksiyon sallamaya devam etti. Kadın bir süre orada bekledi ve sonra yerine oturdu. Birkaç durak sonra bu iki yaşlı kadın yer değiştirmeye karar verdiler ve birkaç koltuk öne yerleştiler. O andan sonra şikayet faslı bitti, dedikodu faslı başladı. Kulaklarının buna dayanamayacağını düşünerek müzik dinlemeye ve yolu seyretmeye başladı. Dinlediği şarkılar bir süreliğine heyecanını alıp götürmüş olsa da havalimanına yaklaştığını hissettikçe heyecanı dayanılmaz boyutlara ulaşmaya başladı yeniden. Dayanamayıp ayağa kalktı ve yolculuğuna ayakta devam etti. Otobüsün havalimanına girmesiyle şoföre dur sinyalini verdi. Henüz havalimanının daha iç hatlar bölümündeyken kapılar açıldı ve otobüsten inmek zorunda kaldı. Yürümek için bir başka bahane bulmuştu. Hava beklediğinden daha sıcaktı. Terlemekten çekiniyordu. Çünkü terli birinin şık olamayacağını biliyordu ve ne olursa olsun, Beata'nın karşısına son derece şık çıkmak istiyordu. Yavaş yürüyerek bu sorunu çözebileceğini düşündü ve dış hatlara doğru sallanarak yürümeye başladı. Etraf bir havalimanına göre fazla sakindi. Galiba iki uçağın arasındaki bir saate denk gelmişti. Hoşuna da gitmişti bu sakinlik. Geceye yakışıyordu kendi düşüncesine göre. Çevrede çok fazla ışık olduğu için gökyüzünü hakkıyla inceleyemiyordu ama havalimanının güzel hazırlanmış peyzajını, ışıklandırmasıyla birlikte inceleyebiliyordu. Hatta kendini çevresine o kadar kaptırmıştı ki, dış hatlara doğru gitmek yerine fark etmeden polis merkezine doğru yürümüştü. Bunu fark edip dış hatlara doğru yürümeye başladığında artık heyecanını kontrol edebilir haldeydi ve kesintisiz şekilde Beata'yı düşünmeye başladı. Onun yokluğunda kendini vererek yapabildiği yegane şey buydu zaten. Dış hatlar binasının dışındaki bilgilendirme ekranının önüne geldiğinde uçağın inmesine on beş dakika kaldığını gördü. Çıkış kapısını görecek şekilde, dışarıda beklemeye başladı. Küçük bir hesapla yaklaşık bir saat daha bekleyecekti uzun süredir beklediği Beata'yı. Aslında Beata hep onunla birlikteydi. Kalbindeydi ve beyninde… Duygularının yoğunluğunu umreye giden hacılar bozdu. Din denen kutsal olgunun gösteriş denen çirkin olguyla birleşmesini görüyordu bazı kişilerde. Hacıların karşılayanlara nasıl güzel ibadet ettiklerini anlatmalarına istemeden kulak misafiri oluyordu. Sonra "Neyse, en azından çok duygusal değilim artık," dedi, "onu bu kadar yoğun duygularla karşılarsam boğarak öldürebilirim." Zaman geçti, hacılar bir bir bekleyenlerine kavuştular ve Beata'nın uçağı havalimanına iniş yaptı. En azından uçağı güvenli şekilde inmişti ve artık Beata'yla aynı karaya ayak basıyorlardı. İçten içe indiğini belirten bir mesaj beklemeye başladı Beata'dan. Belki de kendisi aramalıydı birazdan. Dakikalar geçti, bagajı olmayan Macar yolcular havalimanını terk etmeye başladılar. Beata'ya benzer yüzler görmekten, en azından aynı kültürden olduğunu belirten mimikler görmekten hoşnut oldu. Sonra daha çok tanıdık yüz geçti. Kocaman bagajı çekiştiren benzer mimikli insanlar, daha çok insan, daha çok, daha çok… Havalimanının çıkış kapısı sakinleşti. Hala dışarı çıkanlar oluyordu tek tük ama bir şeylerin ters gittiğini düşünmeye başladı. Telaşına karşı koyamayıp Beata'yı aradı. Macarca konuşan bir sekreter, çat pat konuşabildiği Macarcasıyla anladığı kadarıyla sinyal sesinden sonra mesaj bırakmasını istiyordu ondan. Herhalde uçaktan çıktıktan sonra telefonunu açmayı unuttu, diye düşündü. Yine de telaşı bir miktar daha artmıştı. O andan sonra her beş dakikada bir Beata'yı aramaya karar verdi. Çıkış kapısından son on dakikadır kimse çıkmıyordu. Dış hatlar binasının içinde sadece güvenlik görevlileri vardı. Her beş dakikada bir aradığı Beata'ya hala ulaşılamıyordu. Gece yatmadan telefonunu kapattığını ve sonra uçağı kaçırdığını düşünmeye başladı. O, Beata için heyecanla beklerken, Beata nasıl böyle bir şey yapabilirdi ki? Sonra aklına daha önce düşündüğü bir olasılık geldi. Gerçi bu olasılığı internetten kaza yapan uçaklara bakarak çürütmüştü. Üstelik önündeki bilgilendirme ekranında kocaman "İNDİ" yazıyordu. Başka bir olasılık da Beata'nın başka bir kapıdan çıkmış olması ve birileri tarafından kaçırılmış olmasıydı. Bunun da mümkün olmadığını mantığı söylüyor ama gönlü, Beata'nın niçin gelmediğini, niçin uçaktan inmediğini açıklamak için her yolu deniyordu. Vakit geçtikçe özellikle kötü olanları denemeye çalışıyordu anlaşılan. İçeride bir araçla temizlik yapan görevli gözüne takıldı ve sanki binaya girmek için binanın temizlenmesini bekliyormuş gibi içeri girmeye karar verdi. Zaten iki saattir bir şekilde göz göze geldiği güvenlik görevlilerinin kibar bir şekilde onu içeri alacağını düşünüyordu. İçeri girdiğinde tüm çıkışları gören bir yer aramaya başladı. Artık yorulduğunu hissediyordu. İçi gittikçe kendisini daha çok sıkılıyor, eğer bir yere oturmazsa vücudunun bu talihsiz ve anlaşılmaz duruma daha fazla dayanamayacağını düşünmeye başladı. Tüm çıkışları gören bir yere oturdu ve karşıdaki oturaklara ayaklarını uzattı. Ruhuna iyi geleceğini düşünerek müzik dinlemeye başladı. İki saat boyunca dinlediği müziği kesecek tek şey artık her
10
on beş dakikada bir yaptığı aramalardı. Çaresiz hissederek hiçbir şey yapmadan durulabildiğini biliyordu. Dolayısıyla ne kadar bekleyecekse beklesin, şu an hissettiği çaresizlikle beklediği zaman ona bir saniye gibi gelecekti. Müthiş bir kararlılıkla iki saat daha bekledi Beata'yı. Toplamda dört saati aşkın süredir, ki bunun iki saatten fazlası ayakta geçmişti, beklediği Beata'nın uçağı kaçırdığına neredeyse kanaat getiriyordu ki böyle bir karar vermeden önce biraz dinlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Günün ilk ışıklarıyla metroya binmiş ve evinin yolunu tutmuştu. İçinde bulunduğu tedirginlik durumundan olsa gerek metroda neredeyse hiç uyuyamadı. Bilinci tam olarak kapanmıyor, sürekli başka birilerinin sesini Beata'nın sesi sanıyor ve uyanıyordu. Her uyanışında Beata'yı arıyor ama ulaşamıyordu. Bu sisli bilinçle eve vardı. Odasına girdiğinde Beata'yı her yarım saatte bir aramaya karar verdi ve ilk yarım saatlik periyodu eve gelir gelmez başlattı. Daha sonra üstünü değiştirip yatağa girdi. Yarım saat sonrasına bir alarm kurmuştu. Yarım saat sonra alarm çaldığında etrafındaki beyazlığa şaşırdı. Uyandığı yer yarım saat önce yattığı yer değildi. Sonradan nerede olduğunu anladı ve konuşmaya başladı. - Efendim, bana bu yolculuğu yapmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Ayrıca, beni o lanet arabaya tekrar bindirmemek için verdiğiniz dürtü için çok teşekkür ederim. - Beğendiğine sevindim. Tanrının her şeyi bilmiyormuş gibi konuşması onu her seferinde şaşırtıyordu. - Seni ilginç yaratmıştım zaten ama dünyada bu konuda kendini daha da geliştirmişsin. Mesela her seferinde sanki her şeyi bilmiyormuşum gibi konuşmam seni şaşırtıyor, ben de buna şaşırıyorum. Tanrının şaşırmasına da şaşırmıştı yine. - Karşındakinin seviyesine göre konuşmak çok temel bir kural değil mi insanların iletişim sisteminde? Ben de onu yapıyorum işte. Seninle konuşmama şaşırmıyorsun ama duygularım varmış gibi davranmama şaşırıyorsun. Biliyor musun, eğer sana kendimi daha ayrıntılı şekilde anlatsam kafayı falan yemeyeceksin ya da bayılmayacaksın. Sadece anlamayacaksın. Bir maymuna kitap vermek gibi düşünebilirsin. Anlatacaklarım bir kulağından girecek ve öbür kulağından çıkacak. Üstelik şaşırman hoşuma gidiyor. Bak, yine bir duygudan söz ettim. Sadece anlaman için. İstesem seni, beni anlayacak seviyeye getirebilirim ama o zaman da insan olmazsın. Hatta dur sana bir sır vereyim, beni neredeyse tamamıyla anlayan yaşam formları da var ama sizden farklılar. Bu söylenenleri can kulağıyla dinlemişti ama aklı başka yerdeydi. - Efendim, beni yine otobüs durağına götürebilir misiniz? … Duraktaki adam hafif kel kafasıyla, kahverengi tonlarındaki havai gömleğiyle ve açık kahverengi şortuyla tatilci amca ile Ayhan Sicimoğlu arasında gidip geliyordu.
- Emre Gülsoylu
11
Gönül’den Tarih
sokaklara bırakır gotik tarzdaki avrupai mimari kaybolur Osmanlı mimarisi Avrupa’nın ortasında yerini alırdı. Belki de başkent ilerki seferlere kolaylık sağlaması açısından İstanbul’dan Beç’e taşınırdı. İlerde, tıpkı Yunanlarla hala yaşadığımız Konstantinopolis-İstanbul tartışması gibi bir tartışmayı Alman topluluklarıyla yaşamamız işten bile olmazdı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmayacağı için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulamaz ve Birinci Dünya Savaşı nedir bilmezdik. Avusturya doğumlu Hitler’in ailesinin soy ağacında belki de bir eksiklik yaşanacak ve Hitler ailesinde Adolf adında bir erkek çocuğu olmayacak ve milyonlarca Yahudi soykırım kurbanı olmaktan kurtulacaktı. Öte yandan, Osmanlı’nın baskısıyla bilimsel çalışmalarına ara verecek olan Mendel asla kalıtım biliminin babası unvanına erişemeyecek ve genetik bilgimiz bugün oldukça düşük olacaktı. AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun bir parçası olan Prag’da doğan Franz Kafka’nın kitapları uygun görülmediği gerekçesiyle toplatılıp Kafka Malta’ya sürgüne yollanacaktı.
Beç Viyana kalesi tarih sayfalarına Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik olana kadar sürecek olan Avusturya-Osmanlı rekabetinin merkezi olarak yer edinmiştir. Osmanlıların “Beç” diye isimlendirdiği şehir, bugün hala Balkan dillerinde Viyana yerine Beç diye anılmaktadır. Batılıların ‘Muhteşem’ sıfatını uygun gördüğü Osmanlı’nın sahip olduğu en başarılı padişahlardan olan Kanuni’ye yenilgiyi hatırlatan bir şehir burası. Bugün sanatın ve müziğin başkenti kabul edilen Viyana, bundan yüzyıllar önce Osmanlı ve Avrupa ordularının başrolleri paylaştığı en unutulmaz savaş senfonilerine iki kez ev sahipliği yapmıştır. Yarattığı etki bugün hala tüm Avrupa genelinde devam etmektedir. Geçenlerde izlediğim bir videoda Avusturyalılara ‘Türkler hakkında ne bildikleri’ soruluyor. Mikrofon yöneltilenler ya cevap vermekten kaçınıyor ya da Viyana Kuşatmalarından bahsedip tarihlerindeki kara sayfaların yazarları olduklarını söylüyorlardı. Bu kuşatmalar öyle bir yer etmiş ki Avusturya halkında, Napolyon’un Viyana’yı ateşe verip yerle bir etmesinin bile önüne geçmiş. Hatta bazı rivayetlere göre hilal şeklindeki kruvasanlar ya da ay çörekleri Avusturya halkının Osmanlı karşısında aldığı zaferi kutlamak için yaptığı bir simgedir adeta.
Nedendir bilinmez ama Viyana tarih boyunca Türkleri hep kendine çekmiştir. Bugün Viyana’daki en büyük azınlığın Türkler olması şaşırtmıyor bu yüzden bizleri.
- Uğur Gönül
Şimdi bütün bunları bir kenara bırakalım da birazcık hayal gücümüzü kullanalım. Acaba Viyana Kuşatması’nda Osmanlı ordusu galip gelseydi ve Viyana’nın Beç’e dönüşümü başlasaydı bugün neler olurdu? Aslında önümüzde Balkanlar gibi bir örnek olduğu sürece pek de zor değil düşünmesi. Çehresi değişirdi öncelikle diye düşünüyorum. Yıkıntılarından yeni bir şehir doğardı savaş sonrası. Geniş caddeler yerini daha dar
12