Kültür Mantarları
Şapkanın altında kalın.
Başlarken -Unutma Red, umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez. (Andy Dufresne) -Umut tehlikelidir. Umut bir insanı deli edebilir. Bu iyi değildir. (Red)
Sayı: 15 Ocak 2016
Filmin bu sahnesinde kimimiz Andy’ye, kimimiz de Red’e hak verir. Fakat filmin sonunda herkes aynı kişiye hak verir.
Bakınız: Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption), 1994 yapımı Amerikan filmi.
Aylık dergi
Yayın Yönetmeni Ufuk Murat TAÇ
Merhaba dostlar.
Bizi yakından takip eden okuyucularımız bilir, her ay farklı bir konuyla karşınızda olmaya karar vermiştik. Bu ay da “umut” konusuyla karşınızdayız. Yazdığımız şiir ve yazıları umut teması üzerine oturtmaya çalıştık daha çok. Fakat eserleri okumaya geçmeden önce şunu bilmenizde yarar var: Biz her zaman olduğu gibi, bu sayımızda da Kültür Mantarları felsefesine ters düşmedik ve hiçbir şekilde sizlere “umudunuzu yitirmeyin, hayata hep umutla bakın.” gibi sığ duvar yazıları tadında mesajlar vermedik. Okuyacağınız satırlar boyunca yapmaya çalıştığımız tek şey, insandan ayrı düşünülemeyecek bu duygunun varlığını ve önemini sizlere hatırlatmak oldu sadece. Evet, hep vardır umut. Sınava giren her öğrencide, çocuğuna şefkatle bakan her babada, takımı 3-0 gerideyken maçın son düdüğünün çalmasını bekleyen taraftarda, greve çıkan memurda… Umut insanların en temel ihtiyaçlarındandır ve tıpkı bilmem kaç saat susuz kalınamayacağı gibi bilmem ne kadar umutsuz yaşayamaz insan.
Koordinatör Emre SÖNMEZ Yayın Kurulu Betül TEZCAN Cihan AŞIK Arca ALTUNAY Beste BÖLÜK Düzelti Kardelen KAÇAN Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni Emre GÜLSOYLU Görsel Danışman Gizem KARADENİZ Teşekkürler Kaan BOLAT Setenay Sıla ETKİN İletişim Adresi www.kulturmantarlari.com
İçerideki yazılar her ne kadar klişe olmaktan uzaksa da ben klişe bir bitirişle çıkayım aradan ve sizi “umut” temalı şiir ve yazılarla baş başa bırakayım: 2016’da umarım hepinizin umutları gerçekleşir. İyi yıllar Şemsiye Altı Sakinleri!
3
Filler ve Yüzey Gerilimi
-Kaan BOLAT
Hayatım boyunca sorguladığım şeylerden biri oldu umut, her sıradan insan gibi. Görsel ve yazılı medyanın, filmlerin, şarkıların en temel sorularının ve sorgularının kaynağı olduğundan belki; yahut belki her basit insan evladı gibi yalnızca umduğumdan birçok şeyi. Birçok klişe laf duyabilirsiniz, üstelik birbir-leriyle de çelişir bunlar; “Umut fakirin ekmeğidir.” diyenler gün gelir “Umut öldürür insanı.” der. Her şeyi gibi insanın, umuda bakışı da değişir yaşadıklarıyla, değişecektir de. Peki gerçekten ölmek midir umut etmek, yoksa yaşamak mı, veya umudun da girdiği gri alanlar var mıdır? Umutlar mıdır hayallerin kaynağı, yoksa hayali olanın mı vardır umudu? Toplumsal görevlerimiz, yetiştirilme tarzımız, dünyayı döndüren unsurlar, hepsi bizi aslında ortak temelde bazı hayaller kurmaya ve bunların gerçekleşeceğini ummaya iter; öyle inanırız ki bu yaratılmış gerçekliğe, öyle arzularız ki aslında bize ait olmayan bu hayalleri, bize ait olanları unutur ve bunlar için çalışırız tüm hayatımız boyunca. Şu sınavı geçince ilgilenmek için bir köşeye bırakırız mesela o gitarı, yarınki sunumu halledip içimiz rahat ettikten sonra yazmak isteriz ne zamandır kafamızda tasarladığımız o öyküyü, üniversiteye hele bir geçinceye erteleriz o tatil planını, şu okuldan mezun olup altın bileziğimizi kolumuza taktıktan sonra hobi olarak devam ettirme hayali kurarız tutkuyla yaptığımız oyunculuğu. Önce meslek, önce hayat, önce aile, önce düzen, garantiye al kendini! İyi ama neden? Kim için? Çünkü bizim değil bu hayaller. Bunun adı yaşamak mı yoksa zaman doldurmak mı? Hani anime izliyorsanız eğer, “Filler” adı verilen bölümler olur; o bölümlerde hiçbir şey olmaz, olay örgüsüne hiçbir katkısı yoktur onların, birkaç bölüm “Filler” üzerine ana hikayeyi etkileyen bölüm gelir ve bu böyle devam eder. Peki bu önceliklerle yaşarsak hayatımız da aslında ana hikayeye katkısı olan bölümü beklediğimiz bir “Filler” olmaz mı? Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak yetiştirilmişseniz eğer, ve sorguladıysanız şayet ucundan bir parça, bu “Yaratılmış Gerçeklik” adını verdiğim konsept biraz da olsa tanıdık gelecektir size. İşte bu yaratılmış gerçekliğin getirdiği algı ve bakış açısı, zamanla yüzey gerilimi düşük bir akışkan gibi ince bir filmle kaplar hayatımızın her alanını ve önyargısız, diyalektik doğan insan her şeye bu filmin arkasından bakar artık. Yarı mutlu ilişkilerinde hep “Şu kavgayı aşalım da, her şey iyi olacak.”, “Şu engeli de geçelim de, bak görürsün mutlu olacağız.” umuduyla bocalar durur. Gerçekten aşık olmadığı, harbiden sırf dokunuşuyla mutluluğu bulamadığı birisiyle ömrünü geçirmeye razı eder kendini. Düzenini bir kurar çünkü, kendini bir garantiye alır; zaten niye ayrılsındır ki sevgilisinden? Aldatmış mıdır sevgilisi onu? Hayır. Bir kötülük yapmış mıdır ona? Hayır. E ortada sorun yoksa neden ayrılsındır? Ya da pek de memnun olmadan çalışıyor olduğu işi; neden bıraksındır ki? İyi bir şirkette düzenli maaş almaktadır, sosyal statüsü de yerindedir, o halde neden bırakıp riske girip o çok açmak istediği kurabiye dükkanını açsındır? Emek-liye ayrılınca ikramiyesiyle zaten yapacaktır o işi. Bu film öyle kaplar ki yüzeyimizi, tutkularımızı bile unutur ve o yaratılmış gerçekliğin tutkularını yaşamaya başlarız. Bir gün emekli ikramiyemizi aldığımızda yahut o kavgaların hepsini aştığımızda ise artık içimize işlemiş olan filmizdir, kurabiye dükkanı için gün sayan romantik değil. Şimdi, büyük bir riske girip tam bu cümlede size şimdiye kadar yazdıklarımın hiç de iç karartıcı olmadığını, aksine sizi öldürecek umudu size vermeye çalıştığını söyleyeceğim. Çünkü az önce hep beraber, gerçekten de hep beraber zira bu yazının başına oturmadan herhangi bir şey tasarlamamıştım ve tamamını tek seferde yazıyorum, şu en başta bahsettiğimiz bizi öldüren umudun kaynağını bulduğumuza inanıyorum. Buradan ötesi ne peki? Ne yani sevgilimizi mi bırakalım? İşten ayrılıp hemen gidip dükkan mı açalım? Elbette bu sorulara “Daha ne duruyorsunuz hemen gidin!” gibi hayalperest bir cevap vermeyeceğim, romantizmin de bir sınırı var. Bence yapılması gereken, önce ufak şeylerden başlamak; erteleme davranışını bırakmak, sınava biraz çalışırken gitarda bir şarkı çıkarmak, sevgili ile gerçekten bir olmaya çalışmak ve ilişkinin dinamiklerini gözden geçirmek, hafta sonları veya akşam işten gelince yeni bir kurabiye tarifi öğrenmek… Bizden azar azar ama acımasızca alınan romantizmimizi, diyalektiğimizi yine azar azar ve azimle geri kazanmak. Çünkü bu hayat güzel, insanoğlu doğanın başına gelmiş en büyük felaket olsa da, evrende kendisi de dahil var olan tüm türlerin en büyük düşmanı olsa da güzel. Çünkü sevgi diye bir konsepti yaratmış, her şeye rağmen oracıkta duran. Önce kendini severse insan, başkasını sever, sevgilisiyle üretmeyi ve paylaşmayı sever, yaşamak için değil keyif almak için yapar işini; ve mutlu olunca insan, mutlu eder. Umut yaşatır hepimizi, bir gün her şeyin güzel olacağı umuduyla yaparız her şeyi Bob Marley’in vaad ettiği gibi. Gelecek savaşlar, açlık, yoksulluk, susuzluk ve kıtlık kadar umutsuz değil. Yeter ki arkasından bakacağımız ince filmi doğru seçelim, yeter ki öldüren değil yaşatan umudu seçelim; kim bilir, belki bu seçimi doğru yaptığımızda “Filler” gibi değil de filler gibi yaşamaya başlarız hayatımızı. Özgür, gülerek!
4
Sadece Olmak
-Cihan AŞIK
Küçük yaratıklar geldi Küçük kafaları Ve büyük soruları ile İçimdeki güzel şeyleri İşgal ettiler Onlara gitmelerini Söyledim Onlar gitmemi söyledi Ufak bir kavgaya Bir tilki Bir geyik Ve bir aristokrat Bir köprünün altında şarap içerken Bize kulak misafiri oldular Bıyıklı olan Bıyığının altından güldü Ve dedi ki Bence hepiniz gitmelisiniz Saat geç oldu Sabaha bir şey kaldı Saatler dışında Huzur Ölüm sessizliğinden Damıtılmış bir zehir Güneşi düşman eden Kızıllığı görmeden dönmeli Sonra uyku olmayacak Sadece arzu kalacak Unutmak arzusu Tilki dedi ki Eğer siz ne üzerine Tartışmaya çalıştığınızı Şu duvara anlatabilirseniz Üstüne bağrışacak Bir mesele kalmayacak Duvarlar anlar Ya da anlamaz Bir tilki ne anlar?
Geyik sustu ve Kafasını eğdi Pek mutlu değildi dünya Ama dönüyordu işte Bilinenler, bilinmeyenler Ve burnundaki sümükle Geyik ölü gözlerle Şu aptal şehre bakıyordu Işıksızlığın içinde Bir cesedi andıran bedeni ile Yalnız olduğunu biliyorsun dedi Varlığının kendine haslığından Ve kendini var etme arzundan Küçük şeytan Sen yalnızlık içinde yüzmezsen Birisinin tavasında kızartılacaksın dedi Diğeri omzuma elini koydu Ve bana bir gerçeği hatırlattı Ölüm kadar gerçek Ve bir kaldırım taşının arasında Varolmaya çalışan bir ot kadar inatçı Kimsenin umurunda değiliz Neden olmalıyız ki? Geyik o an kafasını kaldırdı Ne fark eder ki dedi Gerçekten ne fark ederdi Ölümden korkamayacak kadar cesetsin Hayattan korkamayacak kadar insan Şaraptan bir yudum aldı Artık çok bir anlamı kalmamıştı Yeni güneşte bir umut vardı Ve umutsuzluk Bu oyunda Kazanmak yoktu Sadece var olmak vardı.
5
Umut Nedir
ulaşmaya çalışırken kim bilir o dünya saatiyle ne kadar vakit geçirdi bizimle. Bence deklanşöre basıp zamanı durdurduktan sonra önce şöyle bir aramızda dolaştı. Yüzünde o sıcak gülüşten eser yoktu, işine odaklanmış olmalıydı. Hepimizin yüz hatlarını tek tek inceledi belki de, benim orantısız gülüşümle dalga geçmiş olmalı. Daha sonra cüzdanlarımızı alıp kimliklerimize bakmıştır, kim bilir? Ben olsaydım her birimizin tek tek kokusunu duymaya çalışırdım ya da bir köşeye oturur soluklanırdım hayatın tik tak sesleri eşliğindeki aman dinlemeyen yürüyüşünde. Kim bilir kaç defa dinlenmişti deklanşöre basıp, kim bilir o deklanşörüyle evrene inat kaç kere dünyayı durdurup yaşamlarımızın süresini arttırmıştı. Ama ben olsaydım, ve o da ben olsaydı, donmuş gülüşünde gizlice verdiği yarım soluğu hissetmeye çalışırdım ya da belki saçlarının kavranamaz buklelerinde kaybolmaya çalışabilirdim. Yani ben olsaydım, dünyayı durdurduktan sonra fotoğrafı tamamlamazdım. O yüzden ben benim, o yüzden fotoğraftaki insanların arasına karışmak zorundayım. Hayallerden uyanıp sıra ufak bir gülüş ödünç almaya geldiğinde son bir kez de zamanı durdurduktan sonra dikkatini çekip çekmediğimi düşünmeliydim. Bence ucundan kıyısından yakalamıyordu gerçeklik bu ütopyayı. Bunu bilerek borçlanmalıydım; ama bunu değil, hayatımda bildiğim hiçbir şeyi bilmesem de borçlanacaktım. Borç yiğidin kamçısıydı, akreple yelkovan yiğitliğe koşuyordu, ağzımdan çıkan bir iki kuru kelime uzaklarda hiç görmediğimiz ve bilmediğimiz bir yiğide üç el ateş ediyordu.
Zamanı durdurma yeteneğiyle ortalada süzülüyordu. Bu yeteneği öylesine ustaca kullanıyordu ki Ben Willis görse kıskanabilirdi. Uyandırdığı hisler o kadar karşı konulamazdı ki objektifin içinden geçip gözlerine koşmaya çalışan milyonlar bulabilirdim. Çektiği fotoğraflardan sonra fotoğrafları sahiplerine gösterecek kadar da mütevazıydı üstelik; bir organizasyon tarafından görevliydi, fotoğrafları göstermese de olurdu ama sıcak bir gülüş eşliğinde gösteriyordu herkese tüm çektiklerini. Başkalarına ödünç verdiği gülüşler içimde tarifi olmayan bir dehşet yaratmıştı. Sanki içimde milyonlarca kozalak vardı, fotoğrafları görmek isteyen her bir misafirle birlikte binlercesi büyük bir hınçla yırtılıp kanat seslerini duyulabilir kılıyordu. Ağzımdan kelebeklerin kaçışmayacağından emin olduğum bir anda fotoğrafları görmek için yanına gitmeye karar verdim. Aslında zamanı durdurduktan sonra aramızda dolaşıp dolaşmadığını da sorabilirdim fakat şimdilik sıcak bir gülüşün garanti olduğu fotoğrafları sormalıydım. Aklıma hiçbir fotoğrafta çıkmadığım geldiğinde sinsice fotoğrafının çekilmesi gereken insanların arasına karışmıştım bile. Hayatımın en uzun enstantaneye sahip fotoğrafı olduğuna yemin edebilirdim. Artık Bayan Willis’in yeteneklerinden emindim. Geriye sadece zamanı durdurduktan sonra neler yaptığını düşünmek kalmıştı. Sahi ya, ben objektiften yağmur ormanlarını besleyen eşsiz toprağa
6
-Nasıl çıktığımı görebilir miyim? Barutlu silahların icadından sonraki en büyük yiğit öldüren şey hadsizliktir. Ve dünyanın neresinde bir hadsizlik peydahlansa asi çayırlarda onuruyla yaşayan bir yiğit daha ölümle yüzleşir. Sorumu yanıtlarken ödünç verdiği gülüş hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir borcun altına imza attığıma delaletti. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılabilirdi acaba? Peki ya fotoğrafa bakarken fotoğrafçıyla nasıl iletişime geçilebilirdi? Peki bunların hepsi olurken nasıl yüzünde kaybolabilirdim? Bukalemunlar senin eserin olmalıydı. -Fotoğrafın sanırım buydu, bakabilirsin. -Sanırım bir tane daha çekmeni isteyeceğim, çünkü ışığı çok beğendim ve belki de bundan faydalanmalı ve beni arkadaşlarımla çekmelisin. Ya da dur daha iyi bir fikrim var, standın başında sadece beni çekebilirsin belki de...
si olmuştum adeta. Kirpiklerinin birbirine her değdiğinde, kalbinin odacıklarındaki her kan değişiminde ve konuşurken dilinin aldığı her şekilde peşindeydim. Yalnızca organizasyon bitimi kıyafetini değiştirmeye gittiğinde yalnız bırakmıştım onu. Ben de zaten o sırada çıkışta onu beklemeye koyulmuştum. Geldiğinde üzerinde rahat şeyler vardı, saçlarını toplamıştı. Tam lafa girecektim ki,
Arkadaşlarım şansımı azaltabilirdi. Deklanşörün sesi kalp atışımla birleşti ve sonsuzluğa açılan kapıdaki anahtarın klik sesini oluşturdular. Beni incelemekten başka bir şansı yoktu artık, emindim. Ehliyetimi, okul kartımı ve üzerinde ismim yazan her şeyi gömleğimin cebine sıkıştırmıştım. Yapması gereken tek şey gömleğimin cebine elini attığında kalbimin adrenalin dolmasına engel olmaktı. İnce parmaklarının hissi üzgünüm ki beni ve dünyayı tekrar harekete geçirecek kadar adrenalin salgılatabilirdi bana. Objektifin en derinlerine bakmıştım ki bana doğru yürüdüğünde hala gözlerinin içinde olabileyim. Olmadı. Objektife bakmam ve deklanjör sesinden sonra bana doğru yürümesi arasında saniye bile yoktu. İlk fotoğrafla son fotoğraf arasındaki enstantane farkı kendimi özel hissetmemi, ve hatta kendimi hissetmemi bile engellemişti. Bana doğru yürürken gömleğimin cebini yokladım, her şey yerli yerindeydi.
-Benim acil bir işim var, fotoğrafları organizasyon sitesinde bulabilirsin. -Peki ya seni? Zamanı durdursan, biraz konuşsak mesela gelecek hakkından. Ya da tamamlamasan fotoğrafı ve ortada gelecek kalmasa. El ele binaların yıkılışını çatı katından izlesek seninle ve dünya sen kollarımda can verene kadar dursa? Bak ne diyeceğim, bilmiyorum daha önce yeteneğini keşfeden oldu mu ama seni ilk gördüğümde objektifin içinden kalbine ulaşabileceğimi biliyordum. Zamanı durdurabildiğini biliyorum! Benim için yaratıldığını biliyorum!
-Bak bakalım beğenecek misin?
Diyemedim. Görüşürüz demekten başka elimden bir şey gelmemişti. Beş ay ve beş gün oldu ben diyemeyeli ve hala bekliyorum. Kartlarıma baktığını biliyorum, ismimi bildiğini biliyorum. Bekliyorum, geçmişe dönebilme yeteneğinin bir sabah erkenden içime işlemesi ya da senin bir yerlerden çıkıp gelmen umuduyla bekliyorum. Ve ayrıca, umut en büyük yetenek, biliyorum.
Fotoğrafa değil de yüzüne biraz daha uzun baksam? -Bence öncekinden de iyi bir ışık var, ışığı sen mi ayarlıyorsun? -Hayır otomatik, benim gitmem gerek. İstersen çıkışta gel de fotoğrafları sana nasıl atacağımızı konuşalım. Şimdi gidip fotoğraf çekmeliyim, çıkışta görüşürüz.
-Emre SÖNMEZ
Çıkışa kadar peşinde sürüklenen gölge-
7
Geldik Mi
şeyi anlattı. Hem ağladı hem konuştu. Bunların hepsini duyarken hiçbirine cevap veremiyordu. Annesinden sonra babası girdi içeri. Çocukken başını bir kere bile okşamayan babası şimdi elini çekmiyordu başından. Ağlarken hiç görmediği o adamı şimdi ağlamaktan mahvolmuş bir halde hissetti genç kadın.
-Setenay ETKİN Yavaşça arkasını döndü genç kadın. Son kez geleceği bu yere son kez göreceği bu yüzlere baktı sakince. Kırık dökük birçok kalp bıraktı arkasında. Farkında bunun ama elinden başka bir şey gelmiyordu ki. Artık maddi bir bedeni yoktu kadının. Kendi cenaze törenini uzaktan uzağa izliyordu. Onu canından çok seven bir genç adam bıraktı arkasında. Ona can veren annesini, babasını, can verdiği minik kızını bıraktı. Minik kızının kendi gibi minik elleriyle “Annem” diye okşadığı tahta kutuya baktı kadın. Hemen yanında ayakta ağlamamak için kendini tutan yakın arkadaşına baktı. Can dostuna. Her ihtiyaç duyduğunda yanında olan kadına. Gözleri kıpkırmızı olmuştu bütün arkadaşlarının. Düşündü kadın. Değer miydi onun için bu kadar üzülmeye? Bağırmak istedi onlara. “Üzülmeyin” demek istedi ama yapamadı. Senelerdir tanıştırmak istediği iki arkadaşı yan yana duruyordu orda. Birbirlerine destek oluyorlardı. Bundan bir hafta öncesi geldi aklına. O yoğun bakım ünitesinde makinelere bağlı yatarken yanına gelenleri, onunla konuşanları, hepsinin son bir umut uyanması için söyledikleri sözleri düşündü. Kocası girmişti önce odaya. Bütün güzel anılarını fısıldadı kulağına kadının. Hala ilk günkü aşkıyla saçlarını okşadı. Ardından minik kızı geldi içeriye. Yarım yarım konuşuyordu daha ama çok bilmişti. “Okulda arkadaşlarım annesiyle gelirken annesi gitmesin diye ağlarken ben senin resmine sarılıp ağlamak istemiyorum. Benimle kal.” dedi miniği ona dilinin dönebildiği kadar. Sonra çıktı ikisi de annesi girdi içeriye. İlk kelimesinden düğününe kadar her
Beş harf ve iki heceden oluşan iki kelimenin savaş meydanında kalmıştı. Kaçış yeri arıyordu ama tek çaresi bir taraf seçmekti. Ölüm mu yoksa yaşam mı? Bütün sevenleri tarafsız bölgede -umudun yanında- bekliyorlardı onu. Bir hafta daha kaldı orada genç kadın. Son gün doktoru kapıdan çıktı ve haber verdi ailesine savaşın bittiğini. Savaşı ölümün kazandığını söyledi. Annesinin feryadını duydu bedeninden ayrılmış ruhani benliği kadının. Sonra annesini gördü, bayılmıştı kadın. Hayat arkadaşı sanki onu görüyormuş gibi ruhani varlığın olduğu yere bakıyordu ama ifadesizdi. Babası sessiz ağlamaya çalışmaktan yorulmuş olsa gerek artık hıçkırarak ağlıyordu. Bütün umutlar tükenmişti işte. O muhteşem güzellikleri getireceğini beklediğimiz umut da bitmişti işte. Onun da gücünün yetmediği yere gelmişlerdi. Şimdi kendi cenazesini izlerken bir ay önce girdikleri yeni yıldan istediklerini yazdığı kâğıt geldi aklına. Büyük umutlarla sıralamıştı yeni yılın getirmesini umduklarını. Ama hepsi boşa çıkmıştı işte. O çok inandığı umut yaşamla kurduğu ittifaktan yenik çıkmıştı. Savaşı ölüm kazanmıştı. İşte bedeni şimdi giriyordu toprağın altına. Son saniyeleriydi genç kadının. Son kez can verdiği miniğine baktı. Yanağına ikisinin de hissedemeyeceği son öpücüğünü koydu ve yavaşça uzaklaştı umudun son bulduğu o yerden.
8
İyi Bir Yaşam
hani şu gerçekten enstrüman çalabilenlerden. Uzun tırnaklarından telli bir şey olduğunu çıkarmak zor değildi. Bakımlı olmaları ucuz taklitçilerden ayıran başka bir özellikti. Ellerinde titreme vardı ve küllüğü doluydu. Bir şeyler olmuştu ve anlatması gerekiyordu belki dudakları anlatmaya hazırdı ve sözcük kalabalığından titriyordu. Kolaydı ve erişilebilirdi. Yanına oturdum. Bir sigara yaktım ve bir bira söyledim.
-Cihan AŞIK
Uzaklaşmam lazımdı. Günlerdir aynı yerlerde dolaşıp duruyordum. Bir vapura binip öteki tarafa geçtim. Geceleri ışıl ışıl gözüken bu bölge daha güneş batmamışken çirkin bir yığın gibi göründü. Bildiğim yerler vardı tabii ama biraz kaybolmak istedim. Kalabalık caddelerden birine girdim ve insanlarla beraber yürüdüm. Varlığımdan habersizdi çoğu, kendi varlıklarından habersiz oldukları kadar. Bir ara sokağa sapıp gittiği yere kadar takip ettim. Yol beni güzel bir mekânın önüne kadar getirdi. Ahşap, eski bir bina, tenha bir yol üstünde. Merak uyandırdı içimde. Kapıdan geçtim. Oturmadan önce etrafa bakındım. Nadir portreler... Sıradanlıktan uzak sade sıradan ve süslenmemiş yüzler. Bir kaç manzara resmi, dünyandan uzak olduğu kadar hayale yakın. Ayakları yere basan bir güzellik. Bar güzel donatılmış, barmenin yüzünde garip bir resmiyet işini ciddiye aldığını gösteren. İçerisi kalabalık değil saat geç olsa da. Bir grup beyaz yakalı, üç motorcu, bir de aceleden üstündeki ters giymiş bir eleman. Ya farkında değildi, ya umursamıyordu, fakat merakımı cezbetmişti. Çirkin bir oğlan sayılmazdı, müzisyene benziyordu,
-Merhaba, Savaş ben. Sözlerimi idrak etmesi beş saniyesini aldı. Havadaki elim ona tanışma konusunda ısrarcı olduğumu anlatıyordu. Eli sıkıca sıktı. -Turgut ben. Kusura bakmayın biraz değişik bir gündü ve kafam çok karışık. -Merak etmeyin sizi yargılayacak değilim. Davetsiz gelen benim. Lütfen rahatsız olmayın. Bir süre sessizce oturduk. Acelesi yoktu, sarhoş değildi. Sadece karşısındaki resmi inceledi. Bir an bana baktı. Benim de resmi seyrettiğimi görünce bir an durakladı. -Ne kadar ilginç değil mi, tonlar ve gölge değişimlerindeki akıcılık. Sanki her parça ayrı bir resim gibi ama hepsi birlikte daha üstün bir varlık oluşturuyor.
9
-Haklısınız. İnsanı hatırlatıyor. İster vücut olarak alın, ister kişilik. Binlerce parçanın bir araya gelmesinden oluşan bir canlı yığını veya düşünce yığını. Nereden baktığınıza bağlı. -Resimden anlar mısınız? -Anlayan dostlarım vardı bir zamanlar. Ama haz alabildiğimi söyleyebilirim. -Bu sözler, sizin mi yoksa bir alıntı mı? -Bilmiyorum. Sadece içimden bir ses işte. -Kaba bir şekilde sorduğumdan dolayı kusura bakmayın, Savaş’tı değil mi?
alan bir insandı ve “Ticaret adamı” olduğu için böyle şeyleri çok mühim görüyordu, bilirsiniz, aynı zamanda bir prestij meselesi. Talihim açıktı, belirli bir çevremiz vardı, sanatçı dostlar bu tip işlerde önemlidir. Kısa zamanda, biraz da torpille, çalışmaya başladım. Öyle çok büyük işler değildi ama parası gerçekten iyiydi. Mesleğinin en iyileriyle de çalıştım, ritim yeteneği olmayan zengin çocuklarına ders vermek zorunda kaldım. Hatır gönül meselesi değildi, para sıcaktı ve alınacak çok şey vardı, üstüne bir de konservatuar. Konservatuardan mezun olduğumda kendimi gerçekten hazır hissetmiştim. Kafamın içindekileri yazmaya başladım. Bir hafta sonra elimde dolu bir kasetle yanında çalıştığım adamın evine gittim. Kaseti teybe taktık ve oturup sessizce dinledi. Tüm dikkatini verdiğini görebiliyordum. Heyecandan ellerim titriyordu.
Kafamla onayladım. İlgisini çekmiştim. Artık o konuşmaya yön verecekti. Biraz ölçme gereği duyması normaldi. -Müzikle ilgilenir misiniz Savaş Bey? -İyi bir dinleyici olduğumu düşünürüm. -Aslında en önemlisi bu belki de. İyi bir dinleyici olabilmek. O kadar zor ki iyi bir dinleyiciye denk gelmek, insan konuşmaya bile çekiniyor. -Anlatacak bir şeyleri olan insanlar o kadar nadir ki kafamız çöplük olmasın diye kulaklıklara sarılıyoruz. -Evet haklısınız. Şey eğer müsaitseniz, yani rahatsız olmazsanız size bir şey anlatmak istiyorum. Garip gelebilir, sonuçta daha önce hiç karşılaşmadık, iki yabancıyız. Ama dinlemek isterseniz bu yabancının bir hikâyesi var. Hiç olmazsa o, olduğuna inanıyor.
Derin bir yudum aldı, paketten bir sigara çekti ve yaktı. Gözlerini tekrar resme dikti. -Ne dedi peki? -”Senin kadar iyi bir gitarist böyle bir saçmalığı nasıl bana getirebilir.” dedi. Sonra güldü, kendisine şaka yaptığımı falan düşündü. Gayet ciddi olduğumu görünce bana çok genç olduğumu söyledi. Zamanla bazı şeylerin daha iyi oturacağını söyledi. Başkalarının yazdıklarını çalmakta gayet başarılıydım. Ama o ben değildim. Yani çaldıklarım bana ait değillerdi. Kendimi yansıtan tek eserimde böylece hiç oldu. Herifçioğlu kaseti kaptığı gibi çöpe attı.
Hafif bir tebessüm belirdi yüzümde.
-Yarın çoktan unutulmuş olacağını bile bile anlatmak sizin için bir sorun değilse zevk duyarım.
Gözleri yaşlanmıştı. Biraz içti. Sigarasının bitmesini bekledi. Acelemiz yoktu. -Kazandığım parayla bir yaşam alanı kurdum. Bir sığınak, Aşiyan bir nevi. Orada çalışmalarıma devam ettim. O hıyarın sözleri üstüme öyle yapıştı ki bir daha hiçbir bestemi kimseyle paylaşmamaya karar verdim. Çalışmaya da devam ettim bir taraftan. Daha iyi bir rehber bulmam gerekiyordu. Hiç olmazsa öyle sanmıştım. Yılın sonunda daha iyi olduğuna inandığım birinin kanatları altındaydım. Dostane ayrılmak zorundaydım, bana söylediği kelimelerin hepsini yutarak elini sıktım. İnsanı ezen alçakgönüllü havasıyla bana hiçbir şeyi dert etmememi, önümde uzun bir ömür olduğunu söyledi. Teşekkür ettim. Kanat altında olmanın en büyük zararı nedir biliyor musun Savaş? -Hiçbir zaman kendi başına uçamazsın. -Aynen öyle, aynen öyle. Beş yıla yakın yeni rehberimin gözdesiydim. Çok şey öğrendim, çok insanla tanıştım. O zamanlar baş sanatçı kadar saz ekibinin
O da gülümsedi -Hayır hiç sıkıntı değil. Birasını bitirip iki tane daha söyledi, benimki daha bitmemişti. -Uzun zamandır müzikle uğraşıyorum. Çocukluğumdan beri diyebilirim. Kendimi bir şeye adadım. Kafamın içinde bir ses var. Daha doğrusu sesler var. Onlarca yüzlerce ses... İnanması zor ama uzun zamandan beri o sesleri kâğıda geçirmek istedim. Ve bu gün başardım. Nasıl emin olduğumu inanın ben de bilmiyorum ama yine de... -Bu sesler... Sizde ne zamandan beri var? -Gerçeği söylemek gerekirse bilmiyorum. Ama o kadar uzun zamandır oradalar ki biri bana ezelden beri var olduklarını söylese inanırım. 63 sene eder bu hesaptan. Ailem en büyük destekçimdi. Çok zengin değildik ama anlarsınız ya para geliyordu işte bir yerlerden. Babam böyle bir şey yapmamı, müzisyen ya da bestekâr olmamı çok istedi. Kendisi müzikten haz
10
de bir saygınlığı vardı. Daha sonra işler daha çirkinleşti. Piyasa değişti. Eski tabular yıkıldı. Yeni türler çok hızlı girdi, yeni isimler birden afişlere döşendi... Bizse kenarda kalmıştık. Zavallı adam, eski şaşalı günlerine dönme umuduyla kendini parçaladı. Bir iki filmde oynadı. Beceremedi. Bilirsin herkes Sinatra değil. O filmlerde oynamak için elde avuçta ne varsa verdi yapımcılara. -Sonra rehberlik kölelik oldu değil mi? -Gerçekten iyi bir dinleyicisiniz. Her ay bir turne, yollar bitmek bilmiyordu. Kasabalarda bile konser verdik. Tutmuyordu işte. Borç verende kalmayınca ücretlerimizi de veremedi. Bavulunu sazını kapan “eyvallah” deyip gidiyordu. Sonunda ikimiz kaldık. Bana gitmemi söyledi. Nereye gidebileceğimi sordum, bir tomar isim ve rica mektuplarıyla uğurladı beni. İhtiyar cidden severdi beni. Biralarımız bitmişti. Viski söyledi. Bir sigara daha yaktı. Havada asılı kalan dumana baktı bir süre. Sanki o sislerin arasından eski rehberinin ya da sahibinin yüzünü görüyordu. Erkeklerin ağlaması çirkin olur. Ama o an çok anlamlı geldi. Gözlerinin kenarından düşen yaşlar eski günlerinin güzelliğini betimleyebilecek tek şeydi belki.
severim, en azından şu ana kadar hep ciddi insanlarla çalıştığım için karakterim bu şekilde biçimlenmişti. Elime iyi para geçmişti, babamı dinleyip gayrimenkule yatırdım. Evet ders vermeye devam ediyordum ama alıştığım şeylerden feragat etmek de istemedim. Seçeneklerim olmasını seviyorum. İstediğin zaman çıkıp gidebilmek büyük bir ayrıcalıktır. Kaybetmek istemeyeceğin kadar büyük... -Bu süreçte iç sesinizi kaybettiğiniz oldu mu? -Evet. Piyasa müziği bana göre değildi. Saatlerce üstüne çalıştığım ya da çalıştığımız şeylerin bir hafta baş tacı edildikten sonra kenara atılması kabul edilebilir bir şey değildi benim için. Tekrar sığınaktaydım. Tek başıma içimdeki sesi tekrar uyandırmak için gecelerimi harcadım. Çocuklar geri dönmem için çok ısrar etti, telefonu kaldırdım. Oraya kadar geldiler, bir daha gelmeyin dedikten sonra tekrar kapıyı kapattım. Boşuna ısrar ettiklerini anladılar ve beni rahat bıraktılar. Sadece derslerime gidiyordum. Zaten sayıları da iyice azalmıştı. Okumak istiyordum, çalmak ve dinlemek.... Angaryalar zor gelmeye başlamıştı. Ailem yaşımın farkında olmadığımı söylüyordu. Ama ben halimden memnundum. Görüştüğüm biri vardı ve beni yalnız bırakması gerektiğini anlayabiliyordu. Bardağında kalanı da yavaşça içti. -Bazen içini uyandırman için iyi bir tokada ihtiyacın vardır. Beklemediğim zamanda geldi. Kardeşimin bir kamyonla çarpıştığını öğrendiğimde yıkıldım. Arabama bindim ve ailemin yanına gittim. Herkes oradaydı, bilirsin, cenaze evi işte. Nasıl olduğunu sormadım. Yeğenlerime bakamadım bile. Eşinin yüzünü hiç unutmuyorum. Güzel bir genç kızdı ben onu tanıdığımda. O zamansa gençliğine dair her şey silinmiş, nefes alan bir ölüydü. Kalan kısmı ile seni sıkmak istemiyorum. Cenazeden döndüğümde uyandığımı hissettim. Evet, eski sesler tekrar içimdeydi. Benim seslerim... Çığlık çığlığa bağırıyorlar, tartışıyorlar ve birbirlerine bir şeyler fırlatıyorlardı. Yattım. Bir güne yakın uyumuşum. Kalktığımda kapıda abim vardı. Konuşmamız gerektiğini söyledi. İçeri girmesine izin verdim. Bana kendimi sorgulamamamı söyledi. Evet belki ailemi ihmal etmiştim. Ama onlar anlıyordu. Hiç olmazsa abim böyle söylemişti. Sadece ara sıra yeğenlerimle vakit geçirmemi, haftada bir annemi aramamı falan söyledi. Sonra da gitti zaten. Konuşurken boğuluyordu. Biliyordum çünkü ben susarken boğulmuştum. O gece durmadan çaldım. Sabah ellerimin pansumana ihtiyacı vardı. Ama olmuştu. Bir beste. Sadece bana ait, benden kopan bir parça, tüm hüzünler arasında kıvançla doğan bir güneşti. Sabah telefonla uyandım. Elime sardığım bezi çıkardım. Herkesin bir şekilde haberi olmuştu. Öğlen ziyaretler başladı. Eski iş arkadaşları,
-Giderken onu bir daha göremeyeceğimi biliyordum. Son kez sarıldım. Büyük bir sanatçıydı gözümde, üstattı. Hala da öyle. Vedalaştıktan sonra kayboldu. Alacaklıları vurdu dediler, Avrupa’da dediler... Milletin ağzı torba işte, kimse bir daha haber alamadı. Listenin tepesinden başladım. Günün sonuna gelmeden elimde iki isim kalmıştı. O gece uyuyamadım. Sabaha kadar çaldım. Güneş doğarken uyumuşum. Öğlendi, kapının sesine uyandım. Genç biri, daha önceden bir kaç yerde denk gelmiştik, yani tanıyordum da yine anlam veremedim ziyaretine. Boşta olduğumu duymuş, gitariste ihtiyacı varmış yeni bir çıkış yapacakmış falan filan. Son ikiden çoktan umudu kesmiştim. Boşta kalsam da iyice unutulacaktım. Kabul ettim. Bütün yazı çalışarak geçirdik. Bir grup kurduk, çeviriler yaptık. Dananın kuyruğunun koptuğu dönemdi, millet dışardan ne gelirse alıyordu. Çocuklar daha gençti, deneyimsizdiler. Ne biliyorsam gösterdim, anlattım. Tek şartım vardı, spotun karşısında ben olmayacaktım. Düşünmeden kabul ettiler. Kışın listeyi patlattık. Millet deli olmuştu. Her yerde şarkılarımız çalıyordu. Röportajlar, radyo programları, sponsorluklar... Çocuklar alışkın değildi böyle şeylere. Yanlış anlama aptal da değildiler ama çok bilinir olmak onlara kendilerini unutturdu. Eskisi gibi değillerdi. Provalar iki üç şarkı çalıp içmeye gitmek oldu. Ben de ceketimi alıp çıktım. Ben ciddiyeti
11
tanıdıklar falan. Benden bir isteğimin olup olmadığını, yapabilecekleri ne olduğunu soruyorlardı. İstediğim zaman onları arayabileceğimi, istersem bana bir iş ayarlayabileceklerini, bunun bana iyi gelebileceğini söylüyorlardı. Bir hafta sonra eski dostlarımdan biri geldi. Yeni bir yer açıyorlardı. Gelip görmemi istedi. Turnedeki anılarım rahat bıraksaydı gitmezdim. Ama mazimiz vardı ve o maziden de bir gelecek doğdu. Güzel bir salondu ve çalmak gerçekten zevkliydi. Daha önce çalıştığımız yerlerle kıyaslanamazdı. İnsanların içmesi için değil, dinlemesi için yapılmıştı. O zaman daha çalışmalar bitmemişti ve eski dostlardık zaten, yargıç yoktu karşımda, ben de kendi bestemi çaldım. Bitirince ne kadar yorulduklarını yüzlerinden okuyabiliyordum. Onlar da anlamamıştı. Biliyordum, anlatmak mümkün değildi. Alışmıştım. Salona ortak olmak istediğimi söyledim. Kabul ettiler zaten bunun için gelmiştiler onca yolu. On yıla yakın akşamlarım orada gecelerim evimde çaldım. Teklifler geliyordu, reddediyordum. Bestem olup olmadığını sorduklarında olmadığını söylüyordum. Baba sözü dinlemekle yanılmadığımı anladım. Para çeşmeden akmıyordu belki ama salondan gelen payda eklenince rahatımı sağlayabileceğimden fazlası oluyordu. Yeğenlerimle bolca zaman geçiriyordum. Kendim dışında kimse için veya kimseyle çalışmam gerekmiyordu. Evlenmem biraz ani oldu herkes için ama onu da yaptım. Annem zaten yeterince yorgun bir kadındı. Benim yalnız öleceğimi düşünerek ölmesini istemedim. Eşimi seviyordum, bana bir gün bile evlenmek istediğini söylemedi belki ama biraz daha uzatırsam gideceği belliydi. Kaybetmek istemiyordum. Kaybetmeye tahammülüm kalmadığını düşünüyordum. Doğal ölümler beni çok üzmedi. Annem ve babamın mutlu öldüklerini düşünüyorum. Babamın yas tutacak zamanı bile olmamıştı. Evlatlarının yanında sürünmek istemediğini söylüyordu zaten. Yük olmak istemiyordu. Yıllarca bizi çekmişti belki ama bunu seviyordu.
mekânımda içemediğimden buradayım. -Dinlemek isterim. -Besteyi mi? -Evet -Kulaklıklarımı kullanmanız sizin için bir sıkıntı olmazsa, tabi. 25 dakikalık uzun bir beste, arada eserini açıklama ihtiyacı duysa da anlaşılamamışlıktan, bir süre sonra anladığımı, belki ilk defa anlaşıldığını hissetti. Bu ruhani bir şeydi. Sesler karman çorman olsa da biri elbet birini yavaşça bastırıyor, ritmler birbirleriyle dans ediyor ve insanda düşünmek dışında hiçbir eyleme izin vermiyordu. Tek karakterli değildi. Çift karakterli de değildi. Kafa seslerinin bir yansımasıydı. Binlerce farklı fikir düşünce ve kişilik bir insanın içinde nasıl bir bulamaç oluşturup içinden tek bir karakter doğuruyorsa bu dev ahenksizlik ve karmaşa da içinden dev bir düzen var ediyordu. Sonunda tek bir ritim, bir kalp atışı yavaşça sönüyor, kulaklardan kayıp gidiyordu. Yaşamın, insan yaşamının hızlandırılmış haliydi. İçte karışık; çok renkli, çok sesli. Dışta ise bir bütün dalgalanarak kendini arayan. -Nasıl buldunuz? -İç seslerinizin bu kadar güçlü olması sizi korkutmuyor mu? Karakter değişimleri ve bitmeyen dalgalanmalar... Kendinizi parçalanmaktan nasıl koruduğunuzu merak ediyorum. -Açıkçası bilmiyorum. Hissediyorum, içimde binlerce “BEN” ama kimse anlamak istemiyor. Kimse bilmek istemiyor. Belki de olması gereken budur. Yani içte de yapay bir bütünlük. Bir duvar kadar yapay. -Bir duvar kadar ölü. Fakat siz canlısınız, bir orman kadar... -Evet, siz de yaşadınız mı hiç? -Yaşamasaydım anlayamazdım. -Peki siz nasıl başa çıkıyorsunuz? -Başa çıkmıyorum, anlatmıyorum da. Çünkü kimse için bir değeri olduğunu zannetmiyorum. Bu çok seslilik delilik alameti olarak yorumlanır, alimlik alameti olduğunu söyleyenler de var. -Ama sadece insanlık. Sadece düşünme ve yaratma. -Eşinize anlatabildiniz mi? -Hayır. Ama ayak uydurabiliyor. Belki kendini zorunda hissediyor. Eşim demişken benim kalkmam lazım Savaş’cığım. Eşim biraz pimpiriklidir. Bilirsin işte...
Gözleri doldu. Bardakları yeni doldurmuştu barmen. Elini bardağa götürdü. Nazikçe kavradı. Derin bir yudum aldı. -Lafı çok uzattım değil mi? -Hayır, lütfen devam edin. Uzun zamandır iyi bir yaşam dinlememiştim. -Uzun zaman geçti. İki gün önce bir telefon geldi ve... Çakmağını aldı, bir sigara daha çekip yaktı. -Salonun yandığını söylediler. Gittiğimde geriye sadece kolonlar kalmıştı. Kafamda onca anı yankılanırken eve gittim. Bütün gece eşimle beraber çaldık ve bir çocuğumuz daha oldu. Bu gecede kendi
Ayağa kalktım. Biraz zorlandım. İyi içmiştik ve anlattıkları da meze değildi. Elini sıkıca sıktım. Giderken ister istemez abi diye diye hitap ettim. Kendime yakın hissetmiştim. Yarın ilginç bir gün olacaktı.
12