Kültür Mantarları
Başlarken
Şapkanın altında kalın.
Şapkanın Altı’ndan merhaba,
Aylık dergi
Bu ay sonsuzluğu kavrayamayan aciz beynimizi yıpratmadan, parçalara odaklandık ve "yolda olmak" konusunu işledik. Böylece "Hiçbir şey zor değildir, yalnız onu ufak parçalara bölmesini bilelim." diyen Henry Ford'un ne kadar haklı olduğunu görmüş olduk. Tam anlamıyla, kendimizi durduramadık ve yazdıkça yazdık. Kabımıza sığdıramadığımız bu konuyu, başka sayılarda tekrar ele alacağız.
Sayı: 13 Kasım 2015 Yayın Yönetmeni Ufuk Murat TAÇ Koordinatör Emre SÖNMEZ Yayın Kurulu Betül TEZCAN Cihan AŞIK Arca ALTUNAY Beste BÖLÜK Uğur GÖNÜL
Sonsuzluğu kavrayamamamız, hayal edememiz hepimizin bildiği bir gerçek ama sonsuzluğu, kavrayabileceği parçalara bölmek konusunda kendimizi epey geliştirmiş durumdayız. Üstelik bu parçaların başlangıç ve bitiş noktaları için "Her son bir başlangıçtır." diyerek sonsuzluğa göz kırpmaktayız.
Düzelti Kardelen KAÇAN
Başlangıç ve bitiş noktaları arasında yaşadıklarımız aslında başlangıç noktasından, bitiş noktasına yaptığımız bir yolculuktan öte bir şey değil. Başlangıcı, isterseniz evrenin doğumu olan Büyük Patlama'yı alın, isterseniz doğumunuzu, isterseniz işe gitmek için bindiğiniz trenin kalkış saatini… hepsi bir süre sonra seçtiğiniz bitiş noktasına ulaşacak ve yolculuk tamamlanacak. O andan itibaren yeni yolculuklar için kapılar açılacak. Kim bilir, belki başka yerlerde, başka zamanlarda yine yollarımız sizinle kesişir.
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni Emre GÜLSOYLU Görsel Danışman Gizem KARADENİZ Teşekkürler Noemi Velez Garcia Jiyan AKHAN Erem GÜLSOYLU Setenay Sıla ETKİN
Keyifli okumalar…
İletişim Adresi www.kulturmantarlari.com
3
Yolda Olmak Nedir
yurtsuzluktur, amansız bir göçebeliktir. Felsefe evine hiçbir zaman ulaşamaz. Felsefe sadece aramaktır, aradığını bulamayacağını bile bile aramaktır. Felsefe hakikate varamaz. O, hep eksik olmakla yazgılıdır.” Hepimiz yoldayız ve amacımız yolun sonuna gitmek değil, yolda olmak. Yarınki maç kendi saatine kadar olan hayatımızı düzenliyor; yüz gün sonraki tatil yüz günümüzde tatile gideceğimiz kişiler ve tatil yeriyle aramızda bir bağ kuruyor; sınav stresi sınavdan sonrası için uçsuz bucaksız, belki de imkansız hayaller kurup bunlara inanmamızı sağlıyor. Hayat, aslında evrimleşmekten başka hiçbir amaç taşımazken evrim sisteminin bozulmaması için kölelerine motivasyon kaynağı veriyor, Matrix’in bulunmasını önlüyor ve sadece birer hormondan ibaret olan duyguların insanlar için fizikselden öte olduklarını söylüyor, insanları inandırıyor. Her şeyin sonunda, biz insanlar, Roma’ya çıkan tek yolumuzda giderken aslında Roma’ya varmak isteyen kimse yok. En Cladius’tan da Cladius’umuzun amacı bile Roma’da sonsuz mutluluk bulmak, sonsuz bir yolun yolcusu olmak. Belki de bir gün Neron gelecek ve hepimizin bildiği Roma’yı yakıp şiirini bizlere okuyacak, işte o gün kıyamet gelecek!
- Emre Sönmez
Herkes zihinsel olarak daha mutlu yaşayabilmek için bir tarafından tutmaya çalışıyor hayatın. Bunun en iyi yoluysa kendine vadeli amaçlar tasarlamak. Önce meslek tercihi, sonra buna bağlı olarak bir üniversite, üniversite için çalışma programı, çalışma programına uygun boş vakitler ve boş vakitlere uygun arkadaş toplantıları tasarlanıyor, uzaktan yakına. Yarın sabah yapacağın maçın heyecanı geceyi mutlu kılıyor, yüz gün sonra gideceğin yeni bir ülke ayların hızlıca akmasını sağlıyor. Bazense işler tasarlandığı gibi gitmiyor ya da kötü sonuçlar tasarlanmak zorunda hissediliyor. İlk buluşma korkusu geceleri uykusuz bırakıyor, bir sene sonra gireceğin sınavın gerginliği sigaraya başlatıyor, ay sonunda harcayacak paranın hesabı günlerinin yıllar gibi geçmesine sebep oluyor. İyi ya da kötü, insanın kafasındaki tasarılar ve planlar umut vadediyor, umutsa kalbin kan pompalamasını sağlıyor, insana yaşadığını ve o an orada olduğunu hissettiriyor. Ya umutsuz insanlar yaşayabilir mi? Soru her ne kadar duygusal bir yaşamdan söz ediyor gibi dursa da aslında öyle değil. Çölde su bulma umudu olmayan bir adam neden susuzluk hissini yaşamak ister? Peki ya biraz daha derine inersek, özütünü elde edersek, bir insan ölümü bile bile neden yaşamaya devam eder? Aslında hayatın en saçma yanlarından biri sonunu biliyorken kabullenememek, hiçbir zaman tünelin karanlık kısmına girmeyecekmişçesine yaşamak olsa gerek. Düşününce, insanın bu durumu yaşamının her anında sorgulaması, toplu intiharların önlenemez seviyeye gelmesi ve evrim sisteminin çökmesi gerekiyor. Hala dünya üzerinde bulunan gelecekten umutlu insanların var olmaması gerektiği de cabası. Aslında bu durumda bir gariplik yok. Çünkü bu noktada Jaspers’ın felsefe tanımı devreye giriyor: “Felsefe yolda olmaktır, hiçbir yere yerleşememektir, sürekli bir maceradır. Felsefe yersiz
4
Güven - Setenay Etkin
Güven bir yola çıkmak gibidir. Hissedilen bir duyguyla başlar. Dağın eteğinden başlayan bir yoldur bu aslında. En fazla dağın tepesine kadar görebiliriz. Ondan sonrası belirsizliklerle doludur. Sonsuzdur. Peki ya "sonsuz" gerçekten düşündüğümüz kadar büyük müdür? Birine güvenince sarsılmaz mıyız? Böyle zamanlarda sona gelmiş olmaz mıyız? Ya da biz çok mu sadığız birilerine? Hiç mi ihanete uğramadık, hiç mi ihanet etmedik?
Yolumuza devam etmeye karar verdiğimiz an başlar alaylı fısıldaşmalar, sinsi gülüşmeler… Şimdiye kadar olduğumuz en zor sınavı olmaya hazırlanır, yamacı tırmanmaya başlarız. Her adımda biraz daha zor gelmeye başlar bu tırmanış. Ama biliyoruz ya güvendiklerimiz arkamızdadır. Buna öyle inandırmışızdır ki kendimizi dönüp arkamıza bakmaya dahi ihtiyaç duymayız. Er ya da geç bu yamaç da biter. Zirvede buluruz kendimizi. Arkamızdan gelenlerin, bizi bu yola ikna edenlerin bizimle gurur duyduğunu görmek için arkamıza baktığımız an şaşırtıcı ama bir süre sonra normal gelen bir manzarayla karşılaşırız. Artık yalnızızdır. Yanımızda olduğunu sandığımız herkes sırtımızda bir bıçak izi daha bırakıp hissettirmeden, yavaşça kendi yoluna gitmiştir. Yapacak hiçbir şeyimiz kalmamıştır o saatten sonra.
Sonsuz olduğuna inandığımız bu yola çıkarken duvarlarımız vardır mutlaka. Güven duygumuz güçlendikçe duvarlarımız incelir. Her adımda yeni çatlaklar, yeni boşluklar oluşur. Derken önce ayağımız ufak bir taşa değer, sonra kocaman bir kayaya çarparız. İşte o anda -ihanet kapımızı her çaldığında- güven azalır, duvarlar güçlenir. Ayağımıza takılan çoğu taş bizi düşürmez ama hepsi mutlaka duvarlarımızdaki çatlakları doldurur.
Bu durumu kabullenip yara bırakılmaya alıştığımız sırtımızı tedavi etmeye gerek bile duymadan, kabullenmişlikle önümüze döner sessizce yolumuza devam etmeye karar veririz. Ancak ihanete uğradığımız insanların son bir kazığı daha vardır bize: Çıkmaya ikna ettikleri o dik yamacın çıkışı kadar zorlu ve dik inişi. Fark ederiz ki artık o yolda geri dönmek ilerlemek kadar zordur. Eğer geri dönersek duvarlarımız daha sağlam, daha kırılmaz, daha kalın olur. Yola daha güçlü başlarız. Ama ne kadar güçlü olursak olalım yolumuza çıkan taşların aynı yerlerinde durduklarını, onları yoldan çekmediğimizi hatırlar aynı acıları bir daha yaşamamak için yolumuza devam ederiz. Sonsuzluğa doğru. Yaralı ama güçlü, yorgun ama güvenmeye muhtaç…
Zaman gelir dinlenebileceğimiz kadar düz, engelsiz; ama yürüyemeyeceğimiz kadar engebeli bir yer çıkar karşımıza. Duvarlarımız ve onların boşluklarını dolduran her taş bu zorlu yolda en büyük destekçimiz olur. Büyük zorluklarla, yorgunluklarla burayı geçtikten sonra öyle bir yamaçla karşılaşırız ki ucu bucağı, başı sonu yoktur. O an pes etmek isteriz, geri dönmek, başladığımız yerden yeniden başlayıp daha farklı bir yol seçmek isteriz. Geriye dönüp baktığımızda karşımıza bize bu yolda ihanet etmemiş duvarlarımızın ince çatlaklarından sızmayı başarabilmiş olanlar çıkar ve bizi yolumuza devam etmeye ikna ederler. O korkutucu yamacın arkasında rahatlayabileceğimiz bir düzlük olduğuna inandırırlar.
5
Yaşamında Olmak
- Beste Bölük
Olmaya dair bahsedilesi şey çok şu keşfini sevdiğim dünyamda ama sizlere bir tanesini ve benim o eylemdeki halimden bahsetmek isterim.
“..Arayışım içinde. Kendi sınırlarımın sonuna doğru çıktığım bu yolculuğun her hangi bir anında nasıl bağımsızım. Bir başımalığımın asıl derinden duyabiliyorum. Ne kadar mutluyum.”
Ruhuma gözlerini kapattırabildiğim bir an diye tanımlıyorum bu zamanı ben. Hatta gözlerini kapatıp küçükken gittiği lunaparkta istediği oyuncağın havalanmasıyla babasına coşkuyla haykıran bir kız çocuğu özgürlüğünden bahsediyorum size. Öylesine doyurucu, öylesine baskın bir duygudan bahsediyorum ki yaşamın o zamanların da geleceği geçmiş olarak eritebildiği, anıların anları fotograf karesi olarak eline aldırabildiği, tek tek geçmişine dokunma şansı verdiği bir zamandan bahsediyorum.
Kendisiyle tanışalı bir yıl oluyor. Okuduğumdan beridir her anıma uydurabildiğim bir cümlesi vardır aklımda. Defalarca okuduğum kısa ama yoğun kitaplarını her okuyuşumda farklı algılamam onun yalnız kendisini değil Kafka’yı, Svevo’yu, Pavese’yi yaşayıp aktarmasından sanıyorum. Benim hayatımda onunla kalıplanan “Gitme“ fikri aslında tüm kalıplardan kaçışı, kaçışımı arzulamamdan. Giderek yenileri keşfetme, giderek keşiflerinden ayrılma, giderek yaşadığın hüzün ve en sonunda giderek hepsinden kaçma.
Dengeyi zıtlıklarla yakalayan benim için coşkumu hüznüme karıştırmış, geçen zaman hızına karşın dünyamın içine zamanı dahil etmediğim yerdeyim. Burası benim kendimin kendime yolculuğu. Ben buradan geçerken insanlardan, hayatlardan geçiyorum sıkça. Dönerken ise dünyaya, beni buraya getiren cümle geliyor aklıma sonra da kendisi.
Ben onun için hüznü sevme hali diyorum. Ayrılıkların korkularını yenmiş, acılarını bastırmış ve artık ayrılığa değil gitme fikrine çevirmiş hayatını. Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, gitmek olarak algılıyorum.
Der ki sık sık bana sevgili Tezer ÖZLÜ
6
Durak
- Cihan Aşık
Yolun yanlış tarafındayım Hiç gelmeyecek bir otobüsü bekliyorum Uzun ışıksız bir yolda Yanımdan geçip giden farları Elimden kaçan şansları sayıyorum. Aklımda geçmişten kalan üç beş hatıra Yarısını unuttuğum bir şarkı ile Yağmurun altında Hiç gelmeyecek bir otobüsü bekliyorum Nefret de çok uzak bana Mutluluk da Bu garip yerde Sadece pişmanlık varolabilir Nefret edemeyecek kadar yorgunken Yağmur bedenimi yıkarken Düşündüğüm tek cümle Hayal ettiğim tek şey Yeniden başlamak
İnsan hayalleri kadar mutsuz İnsan aşkları kadar acınası Olamayacak kadar güzel şeyleri Sahip olmadığı mutluluğu Kovaladıkça aptal Dönüp geriye baktıkça Beceriksizliğinin eserine Her gün daha pişman Ve her gün yok oluşuna Bir gün daha yakın Hayallerine bir gün daha geç
Şu sayfaları yırtıp atıp Yepyeni bir şeye başlamak Bu sefer hatasız Bu sefer hayalsiz Tam anlamıyla gerçeği Ve sadece gerçeği yaşamak
Cehaletin mutluluğundan uzak Her bilgi bir acı daha Ve her romanla Bir adım daha yakın düşlere Ve bir adım daha yakın boşluğa Saatler geçerken Hep geç kalmışım bir şeylere İşte burdayım, bu karanlık yolda Hiç gelmeyecek otobüsü bekliyorum Hayallerime bir durak daha uzak Ve mezarıma bir durak daha yakın
7
Nebi 3019: Amatör Fabrikatör
- Emre Sönmez
Bölüm 1 Bu sabah erken uyandım. Zihinsel olarak değil tabii, tamamen fiziksel. Yoksa her sabah erken uyanırım. Uyandığımda yeraltında tren bekliyordum. Kapının tam olarak nereye açılacağını hesap ederek yürüdüm. Amacım doğrultusunda yolun trene göre türevini bile alabilirdim. Bunlara gerek kalmadan tren geldi. Şimdi sıra iki boyuta geçmekteydi. Belediye çalışıyor, çalıştıkça metro işliyor, işledikçe doğa korunuyordu. Doğa korundukça da sabahları trenin içinde tarafıma ayrılan hacim azalıyordu. İneceğim durakta dolaptan çıkarılmış pirinç pilavı gibi yapışık yılışık iniyorduk büyük bir topluluk olarak. Bu topluluk öyle bir topluluktu ki nice yiğitleri koltukaltında eritmiş, kapı dibinde ezip geçmişti. Teker teker birer hiçtik, birlikteyken nice yiğitler biçtik, bre hey! Halkapınar’da aktarma yaparken çalışmam gereken dersler ve ulaşmam gereken hayaller kafamdaydı, tabii “şu kız beni mi kesiyor yoksa” sezgisini yok sayarsak. Erkek öyle yüce bir varlıktır ki şurada duran kız hep onu keser. Bunun bilincinde olan erkekler kendilerinden emindir. Erkekliğe ya da hanzoluğa yeni adım atan genç dimağlar ise “şu kız beni mi kesiyor yoksa” diye kendilerine dönüp sorarlar. Bu soruyu sormadıkları günün şafağında erkeklikleri tescillenir. Çünkü orada her zaman ona bakmakla sorumlu “yanık” bir kız vardır, her zaman. İZBAN’da oturacak yer bulmak İzmir metroya vücudunuzu sığdırmaktan daha kolay. O yüzden Halkapınar’da türeve yer yok. Fakat Halkapınar’da zeki, çevik ve bir nebze ahlaksız olmalısınız. Rakiplerinizin önüne geçmezseniz direk dibinde emekli bir striptizciyi oynarsınız. Tutunacak takati kalmamış fakat oturmaya yeri olmayan ıssız ve fakir bir striptizci. Tabi ben de filmlerin sağladığı öngörüyle konuşuyorum, tamamen ikinci el kaynak… Ahlaksız ve zekiydim fakat pek çevik olduğum söylenemezdi. İki izbandut arasında sıkışmamak için kapıdan biraz geç girdim, direğin en soğuk yerini buldum ve tutunmaya başladım. O eski müziği bekliyordum sanki… Genelde İZBAN’ı okula gitmek için değil de zihnimin derinliklerine inmek için kullanan birisiyim aslında. İnsanların yüzlerine bakıp bambaşka şeyler düşünürken ayağımın altında statiği bozan bir şeyler olsun maksat. Hem yolun ortasında durup insanların mimiklerini incelemek kötü sonuçlar doğurabiliyorken İZBAN’da kimin gözü kimin mimiğinde belli değil. Bunun sebebini tüm insanların aynı ivmeli hareketi yapmasına bağlıyorum. Hareketli kimseler potansiyelini tamamen fiziksel enerjiye çevirmiyorlar çünkü. Bir koşuşturma içine kapılıp zihinsel olarak da hareketleniyorlar. Bu durumun diğer adına da “ne bakıyon lan sen enerjisinin aktive edilmesi” de denebilir. İZBAN’da ise aynı ivmeyi yakalayan toplulukta “beyler aynı gemideyiz, batsak da çıksak da” psikolojisi ne bakıyon lan sen kinetiğini nötralize eden en büyük etken. Zihin olarak kutuplarda balık tuttuğum aslense mavi gömlekli birinin gömleğine olta attığım anların birinde İzban raylardan fırladı, denize doğru ilerledi. İnsanlar koşuşmaya başladılar. Sağa sola doğru da yalpalıyorduk fakat hala ilerliyorduk. Trenin yarısından fazlası denizin içindeydi sanki. Sakin kalmaya çalışarak kutuplarda tuttuğum balıkları tekrar suya attım. Mavi gömlek koyulaşmaya başlamıştı, tehlikeli sularda yüzdüğümü fark ettim. Sanırım balıklarla bir denizin dibini boyluyorduk. Tren tamamen suyun içine girmişti artık. Diğer yolcularla beraber ben de çığlık atmaya başladım. Ağzı yaralı balıklar kaçışmaya başladı, bense bir köşeye yığılıverdim. Bölüm 2 Yolcuların yarısı koşuşturmaktan yorulmuş farklı bir aktivite olarak kalp krizi geçiriyorlardı. Bağırmaya devam eder şekilde uyandım. Ne olduğunu anlayamamış olmak mı yoksa anlamış olmak mı beni daha çok telaşa sürüklüyordu bilmiyordum. Kısa bir süre sonra bi anons geldi. Rahatlatıcı özellikte bir gaz salınımı başlamış, kısa bir süre içinde telaş bitecekmiş, herkes kendine bir yer beğenmeliymiş, herkese yetecek kadar yer de varmış, vagon ilavesi yapılmış.
8
Peki dedim, kaderimiz buymuş, oturalım bakalım maruzatları neymiş? Ne zaman racon bu seviyelere inmişti onu düşünmeye başlamıştım. Toplu adam kaçırılıyor fakat denizin dibine. Yer mi kalmamıştı bre, dağlara kaçırsalardı ya yiğit gibi ya da kullanılmayan bir madene, mafya gibi. Hem masuma dokunmak da neymiş deniz insanı! Racon yenilendikçe bozulmuştu sanki. Nerde o eski raconlar? Sahi racon neydi? Sanırım yatıştırıcı gaz bildiğimiz uyuşturucuydu. Seymen Ağa’yla Çakır karışımı bir adama dönüştürmüştü beni. Umarım bir daha hiçbir kişi denizin dibini boylarken nefret ettiği dizi karakterlerine dönüşmez diye düşündüm, insan ölürken de bir haysiyeti kalmalı değil mi? Kafa karışıklıklarının etkisiyle uyumuşum. Uyandığımda treni karaya oturtmuşlardı fakat henüz herkes uyanmamıştı. Allahsızlar şimdi de uyku için bir gaz vermişlerdi anlaşılan. “Madem uyku gazınız vardı, neden insanı kendine düşman etmeden vermiyorsunuz ulan!” diye bağırdım, içimden. Çok sinirlenmiştim fakat bu topraklarda yeniydim, hem geçmişteki yaşadıklarım sinirle kalkan Seymen Ağaların ne yüce zararlarla oturduklarını bana öğretmişti. Mavi gömlek kurumuştu sanki, havalandırma iyi çalışıyordu. Vagonların kapısı açıldığında herkes uyanmıştı fakat kimse konuşmuyordu. Her kapıdan biri erkek biri kadın ikişer askeri giyimli kişi içeri girmişti. Bilmediğimiz dilde bir şeyler mırıldanıyorlardı, vücut dilleri ise “kalkın” der gibiydi. Herkes yavaş yavaş elleri havada kalkıp tek sıra olmaya başladı. Tek sıra tamamlanmış her mırıltıda bir sıra insan kapıdan çıkıp karada diğerlerini beklemeye başlamıştı. Herkes indiğinde kusursuz bir düzen içindeydik. Birkaç dakika içinde topluluğumuz önüne Türkçe bilen bir bayan geldi. Türkçe bildiğini göz bebeğinden anlamış Hollywood filmlerine konu olacak maceramın en can alıcı kısmında kendi kafamda kendimi övüyordum. Kadın ilk Türkçe kelimeyi söylediğinde “Bingo!” diye bağırdım. Güneş gözlüklerim benim istemim dışında cebimden çıktı ve havada süzülerek gözlerimin önüne yerleşmeye başladı. Gazın etkisi sürüyordu anlaşılan, tepkiye bakılırsa bağırdığım falan da yoktu sanırım. Uysal bir rehin olma kararını hızlıca aldıktan sonra kulağımı kadına verdim. “Hahahaha! Dilsiz güvenlik görevlilerimizle tanışmanız biraz aksiyonlu olmuş sanırım. Sizden sadece dışarı çıkıp beni beklemenizi istiyorlardı. Ama evet, düzen iyi olmuş, düzeni beğendim. Keşke metrobüs gibi toplu taşıma araçlarına binerken ve inerken de bu kadar dikkatli olsanız.” Aha! Metrobüs yerine bizi kaçırmışlardı sanırım. Acaba uyarsa mıydım? Her zaman biraz daha beklemekte yarar vardır ha Seymo? “Sanıyorum hepiniz buraya neden geldiğinizi merak ediyorsunuz, ya da buranın neresi olduğunu. Belki de bir İzban treninin nasıl sualtı yolculuğunu yaptığını da merak ediyor olabilirsiniz ya da hangi ara nasıl gaz yediğinizi. Aranızda gazların neyden elde edildiğini merak edenler de olduğuna eminim tabi.” Anlaşılan yanlış kaçırılmış kimseler değildik. Şu ana kadar saydıkları arasından da sadece nerede olduğumu merak etmemiştim sanırım, sahi neresiydi burası? Raconda yeri var mıydı? “Bu sorularınızın yanıtlarını burada geçirdiğiniz süre içinde fazlasıyla alacağınıza eminim. Şimdilik sizi bilgilendirmem gereken kısım ise şu: Nebiland’e hoş geldiniz.” Bölüm 3 İlk günkü konuşmanın ardından her birimizi dörder kişilik odalara yerleştirdiler. Geceyi burada geçirmeli, yarınki toplantıya fiziken hazırlanmalıymışız. Anladığım kadarıyla yarınki toplantıda önce geniş bir sağlık taramasından geçirilecek sonra da böbrek sökücü, dalak ayıklayıcı gibi makinelere atılıp parçalanacağız. Acaba sigara içenlerle ne yapıyorlar, damar kalınlaşması, ciğer solması, göz ferinin gitmesi ve derinin kara trenin geciktiğini belirten uzaklardan gözüken duman gibi kokması dışında sanıyorum ki geriye sadece sağlam olan örs, üzengi ve çekiç kemikleri kalıyor. Anlaşılan makineye atsan elektriğe yazık olacak kişiler, sanırım hayatımdaki en büyük hatam bugüne kadar sigara içmemiş olmam. Nerden bilebilirdim ki sağlıklı olmanın adamı ipe götüreceğini? Ama biraz düşünsem çıkarırmışım aslında, sonuçta çevremiz otuzlu yaşlarının başından bu yana ağrılar ve acılarla kor alevlere dönmüş doksanlık insanlarla dolu değil miydi sahi? Gece geçmek bilmemişti. Odamdaki üç herif de ertesi gün toplantı adı altında olabilecek vahşet planlarını
9
tüm gece ardı ardına sıralamıştı. Yahu öleceksek öleceğiz, bari uykusuz gitmeyelim. Ebedi uyku dedikleri merette de Münker ve Nekir uyutmaz ki, sorgu sual bir sürü olay olacak şimdi. “Ah çocuklar öyle bir şey olsa emin olun ilk sizinle paylaşırdım” ya da “bir projeyi görüşmek için yemek yedik, sadece arkadaşız” gibi popüler cevaplardan gitsem belki biraz duraksamalarını sağlar ve uyurdum ama o uykusuzlukla iş “kaç yaşındasın lan sen” gibi bir yere de varırsa toprağın altında organsız vaziyette derisi çürümeye yüz tutmuşken günah işleyebilen biri olarak da tanrı katında tanınmak istemem doğrusu.
birazdan anlattıklarımıza inandığınız takdirde yeni bir evrene de inanmış olacaksınız. Toplantımız son bulduğunda bizlere inanmayanlar eski dünyalarına iş ve okula iki gün devamsızlık haklarını kullanmış şekilde geri döneceklerdir.” Ne diyordu bu herif? Yeni bir evren dedikleri böbreklerimin içinde başka kanların süzülmesiyse bundan pek hoşlanacağımı sanmıyorum. Ayrıca o iki gün devamsızlığa da ihtiyacım vardı sevgili setresi uzun eteği çamur kâtip efendi. “Burası Nebi İşhanı tarafından 1958 yılında kurulmuş bir deniz kentidir. Modern insanın tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmış bu deniz kent, siz yeni misafirlerimizin yurttaş olmasını bekliyor. Yapmanız gereken tek şey kısa bir eğitimden geçip bu eğitimi tüm yaşantınıza yansıtmanız. Eğitimi algılayamayanlar ki sandığınızdan çok daha fazla algılayamayan insan olacak, öğrenene kadar; eğitimi yaşantısına yansıtamayan ya da yansıtmamayı tercih etmiş kişilerse ebediyen Nebiland sakini olamayacaklardır. Öğrencilerimiz sadece İşhanı kampüsünde yurttaşlardan uzakta yaşayabilecek, mezun olduklarında ise Nebiland’de şahıslarına ait olacak müstakil evlerinde yaşamlarını sürdüreceklerdir. Öğrenci ve yurttaşların tüm ihtiyaçları, aldıkları eğitim dâhilinde her ne isterlerse istesinler, Nebiland devleti tarafından karşılanacaktır. Öğrencilerin yapması gereken tek şey öğrenmek, yurttaşların yapması gereken şeyler ise haftanın iki gününü Türkiye’de halkla birlikte yaşamaktır. Çalışmak istemeyen yurttaşların çalışmayabileceği gibi Nebiland’deki eğitim, inşaat, gıda gibi sektörlerin yurttaşlara hizmet verebilmesi için Türkiye projesinde görev almak istemeyenler bu alanlarda çalışabilirler. Fakat Türkiye projesi haftada 48 saatle sınırlıyken Nebiland’de normal bir iş yürütmek haftanın her gününü içermektedir.“
Toplantıya indiğimizde sadece bizim odadaki A takımı üyelerinin değil tüm İzban halkının uyumadığı yüzlerinden anlaşılıyordu. Bizden ilk defa “İzban halkı” olarak bahseden kişi ben değildim, ama birlik ve beraberliğe en ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bizi birleştirecek ve bütünleştirecek her türlü söz öbeğine de vardım. A takımı üyelerinin yanına, kendi adıma bütünün de bütününü oluşturmak adına, koğuş arkadaşlarımın yanına çöküverdim. Şimdi herkes beyaz suratlarında korku ifadesi, böbreklerin “ben buradayım” sesleriyle birlikte sahne alacak yetkili kişiyi bekliyordu. “Bekletmek racona sığar mıydı acaba?” diye aklımdan geçirdim. Daha sonra bu fikir yerini “Salınan gaz kalıcı etki yaratıyor olabilir mi acaba?”ya dönüşüvermişti. Kendi kendime yönelttiğim soruların beynime ördüğü örümcek ağından sıyrılmaya çalışırken aklıma yine Münker ve Nekir geldi, koğuş arkadaşlarıma bir daha küfrü bastım, içimden. Belki de “organların sağlıklı alınabilmesi için uykunun gerekliliği” adlı konuşmayı yetkili ağabeylere sunmama izin verilirse biraz uyuyabilirdim. Kaçırılmadan önceki gece de sınav için uyumamıştım, dün geceyle birlikte iki gece etmişti. “Belki de gazın etkisi değil de uykusuzluğun etkisiydi. “ diye düşündüm, içim rahatlamıştı. Giden böbreklerimin yeni sahiplerinin psikolojisini bozmasını istemezdim doğrusu. Yetkili kişiler sonunda teşrif etmişti. İki kibar beyefendi ve yaşlı bir adamdılar. Yaşlı adam sahnenin köşesindeki masada yerini almış kibar beyefendilerin konuşmaya başlamasını bekliyordu. Konuşmaya sinekkaydı beyefendi başladı, diğerinin şekilli bir sakalı vardı.
Dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım doğrusu. Hala kafamda uyku vardı, sadece uyumak istiyordum. Sanırım en kısa zamanda uyumak için burada kalmalıydım. Kalmak istemeyenleri topla, ikna et, konuş, tekrar bir su altı aracıyla İzmir’e bırak, sonra eve gidilsin uyunsun falan derken yine günü uyumadan geçirebilirdim.
“Öncelikle hepinize aramıza hoş geldiniz demekten büyük bir mutluluk yaşadığımı belirtmek istiyorum. Sizler her ne kadar seçilmiş kişiler olmasanız da talihli kişilersiniz. Şu anda talihinizi kara baht olarak değerlendiriyor olmanız çok olası fakat
Birden ayağa kalktım: atıyoruz?” diye bağırdım.
“Nereye
Bu sefer bağırmıştım sanırım.
10
imza
Yargıç
- Cihan Aşık
Basit bir adamdı. Bir isim ve bir yüzdü. Çok tanıdık bir hikâyesi vardı. Çok akıllı sayılmazdı, ama öyle olduğuna inanır bu modeller, depresyonlarına kadar. Zaten dikkat çekiyordu ve birinin gelip onunla konuşmasına ihtiyacı olduğunu anlamamak için salak olmak gerekirdi. Yanına oturdum ve bir bira teklif ettim. Kabul etti ve konuşmaya başladık ufaktan. Ağzından kelimeler düzgün çıkıyordu. Yan masaları süzüyordu bir taraftan. Kadınlara karşı bir zaafı olduğu bariz, anne korumasına muhtaç bir çocuk gibi. En sonunda yüzüme baktı. -Hayat çok anlamsız, dedi. -Hayat senin kadar anlamlıdır, dedim. Kafasını salladı, evet anlamında. Kötü bir giriş seçmişti ve üstüne gittim. Çok zamanım vardı, başka birini bulmak çok zamanımı almazdı. Belki daha iyi görünen birini. - Akıllı birisiniz, dedi, bunu severim. Cevap vermedim, övülmeyi, teselliyi bekliyordu, dileniyordu. Ben iyilik meleği değilim. - Bana hikâyeni anlatabilirsin, dedim, ama yarın ikimiz de birbirimizi tanımayacağız. Gülümsedi. - Bir kadını bekliyordum ve ekildim, dedi. Onu rahatsız eden bu değildi. Beklediği önemli biri de değildi. Saatini ya da telefonunu kontrol etmiyordu, gözü yolda değildi. Gecelik bir işti ve reddedilmeyi yedirememişti. - Ben, dedi, ben aslında… - Merak etme seni yargılamak için çok suçluyum, dedim. Hiç olmazsa bu beden öyleydi. Anladığımı anladı, bir yüzük taşımıştı parmağı, unutamadığı bir şeylerin hıncını almak içindi. Üstündeki kıyafet, fular ve numarasız gözlük beğenilmek içindi. Beğenilememekten çok korkuyordu ve geçen her saniye bir cümle dizip bozuyordu sessizlikte. - Neyimi beğenmedi sence, neden? - Belki zevksizliğindendir, dedim. Özne olmayı kabullenmediğinden kişiliği, mutlu oldu. Hayatında hep nesne olmuştu çünkü. - Ben hayatım boyunca yarıştım, dedi. Ailem okuyacaksın dedi, okudum, Bilkentliyim. İş bul dediler, buldum. Hep isteneni yaptım. Hep mutsuz oldum. Babam, kendisi memurdur, bana hep bir ahmak olduğumu söyledi, ben öyleydim. Ona inandığım için ahmaktım. O aptal kasabadan Bilkent'e gittiğimde bile aptaldım. Gözüm orada açıldı. Bir kız arkadaşım vardı, seni nasıl sevebildiğimi bilmiyorum dedi, giderken. Haklıydı. Ben hiç kimseydim. Sadece verilen işleri yaptım. Ne derlerse oydu. Durakladı, beyninin kelime dağarcığını yemişti. Biraz içmesi gerekliydi. Çilekeş biri, dolu biri görüntüsü vermek için kendini yırtıyordu. İçindeki boşluk ilgi diye yalvarıyordu. - Ne iş yapıyorsun, dedim. - İnternet üzerinden çalışıyorum, kozmetik ürünler pazarlıyorum, parası güzel ve masa başı işler bana göre değil. Biliyor musun, eğer kadınlar bu kadar çirkin olmasaydı, ya da çirkin olduklarına inanmasaydı, belki milyonlarca insan aç kalabilirdi. Şu saati görüyor musun, bunu ilk ay hediye ettiler. Bana bir araba bile kiraladılar. İşi kendini iyi hissettiği tek şeydi. Çünkü hala hiç kimseydi, sadece verilen işi yapmayı o kadar içselleştirmişti ki ayın elemanı olmak sadece on beş günü almıştı. -Pardon ya, sizin ne iş yaptığınızı bile soramadım. -Tefeciyim, kumar da oynatıyorum, iki üç mekanım var. Bir ara uğrarsın. Lavuk yüzümdeki yaraya bakıp duruyordu. Sokağa tükürmeye korkan bu hıyara MOSSAD ajanıyım desem bile gıkını çıkaramazdı. Ezilmeye, itilip kakılmaya alışmıştı. Ayağa kalkıp bir şeyler yapmak için gerekli öz güveni yoktu. -Tabi biraz heyecan hayatı zevkli kılar zaten. Cebimdeki kartlar rahatsız ediyordu zaten birini uzatıp verdim, bir nakliye deposu. - Başka birisi olsa size bu yaptığınızın yanlış olduğunu söyleyebilir, kalkıp gidebilir, hatta polis çağırabilirdi. Fakat ben öyle düşünmüyorum, dedi. Bunu söylemek için bardağı yarılamıştı. -Benim babam hayatında rüşvet bile almadı. Diğer memur çocuklarının güzel giysileri ve oyuncakları kaliteli kalemleri
11
vardı. Diğer memurların yazlıkları, yastık altlarında altınları vardı. Bizse sürünüyorduk. Neden? Şeref, onur, gurur, haysiyet, et cētera… Bana da aynısını söylerdi hep. Annemle kavgalarının sebebi de buydu. Hepsinin canı cehenneme! Hayatımın 21 senesinde bu saçmalığa katlandım. Peder tam bir ahlak timsaliydi. Şimdi aptal saptal bir mezarın sakinlerini rahatsız ediyor, beni değil. Bunu söylemek için de bardağı bitirdi. Bana da bir tane söyledi. Kendini göstermeye çalışıyordu. Cebinden bir paket sigara çıkardı. İthal sigara. Kabul ettim. Biraz daha konuşsa ağlayacaktı belki. Soru sormadım, beklemeye aldım. Kendi döndü bana. -Bir kadını gerçekten çok sevdim. Öyle ki evliliği bile düşünüyordum. Hayatımı ona adayabilirdim. Fakat bir hata yaptım. Küçük önemsiz bir şey, eminim kadınların kötü şeyleri büyütme konusundaki ustalığına şahit olmuşsunuzdur. Bu sebepten bir kez daha yalnız ve çaresiz bırakıldım. Yıllarca uğruna çalıştığım üniversite bile soğuk ve karanlık bir binaydı. Yürüdüğüm yollar artık eski esenliği vermiyordu. Kaldırım taşları yuvarlanıyordu ayaklarımın altında ve bedenim ayaklarımın üstünde kaldırımda yuvarlanıyordu. Alışkanlık korkunç bir şey.Bir bağımlılık bu ilişkiler ve bırakması çok acı verici. Artık onun için gecenin sonu geliyordu ve kendisi de hissettiğinden bunu sakladığı son kartı oynadı. Kafasındaki her şeyden kurtulmak istiyordu. Fakat yarın yine aynı yerde duracaktı. Bir direğin etrafında koşuyor, hep aynı yere varıyordu. Yolunu kaybetmeye cesareti yokken kendini kaybedememesi rastlantı değildi. Elinde sadece bir tomar para ve kırık bir gurur vardı. Bir köleydi. Kendisine çizilen sınırların dışına çıkamıyordu ama kareleri ve yuvarlakları taşırmadan doldurabiliyordu ve bundan mutlu oluyordu. Aile ise içini karalayamadığı tek boşluktu, tik atamadığı tek soruydu. Sahip olmak için yanıp tutuşurken kaybettiği saadet içinde derin bir yangını beslemişti. O yangını yarım aklıyla okuduğu kitaplar körüklemişti. Şimdi ise dünyayı yakma hazırlığındaydı. On milyar insan tarafından düşünülmüş ve kendisine tükürülmüş idealler uğruna ölmeye hazırdı. -Hatan neydi? -Çok basit ve aptal bir şeydi. O kadar saçma ki hatırlayamıyorum bile. Sadece yüzü kaldı geride ve bununla yaşamaya çalışmıyorum artık. Kendi hayatını bensiz yaşayabiliyorsa o, benim de onsuz bir hayat yaşayamam için bir sebep göremiyorum. Ama acı veriyor. Terk edilmek, bir it gibi tekmelenerek kovulmak… - Şimdi de ona acı çektirmek için mi diğer kadınlar, para ve güç sana sahip olan? - Bilmem belki öyledir. Ama hayır, onların bana sahip olduğunu düşünmüyorum. Onlar sadece ben istediğim için hayatımdalar. Hayat bir denklem, x y'ye eşit ve eşit olmadığı durumlarda bir z var. Z yalnızlık benim için. Sadece daha da çekilebilir hale getirmeye çalışıyorum. Daha fazlası için çalışma sebebim de bu belki. Hayat hüzünden fazlası da olmalı. Hiç olmazsa benim için. Sonuçta doğmak bizim tercihimiz değilken doğduktan sonra yaptığımız eylemlerle ne kadar yargılanabiliriz. -Galiba benden bu kadar. Yarın uzun bir gün olacak ve izninizi istemek zorundayım. - Tabi, iyi akşamlar. Sabah uyandım. Bu aptalın bedenine giren en düzgün, belki en yamuk şey bendim. Evi fena döşenmemişti. Yatak rahata benziyordu ve dinç uyandığımı hissediyordum. Mekânın ışıklandırması kötüymüş, eleman sandığımdan da tipsiz. Bir şeyler yemek için mutfağa gittim. Bu eziğin aç kalmasında bir kârım yoktu. Bir şeyler atıştırdım ki ortalama bekâr evi için fazla yiyecek vardı. Kitaplığına bir göz attım. Bir ordu ıvır zıvır ve bir elin parmakları kadar güzel kitap. O beş kitabı aldım ve kapının yanına koydum. Dergiler sehpanın üstündeydi. “Erkek Nasıl Olmalı” konulu dergiler, sanki karşı yakaya geçmekten bile korkmuyormuş gibi "Dünyada Gidilesi Bin Yer" temalı dergiler… Zavallının tekiydi. Dolapları karıştırdım. Özellikle en uzakta olanı. İçinden bir aile albümü çıktı. Babası anlattığından daha düzgün bir adama benziyordu. Gözleri acıyı ve hayal kırıklığını yansıtıyordu. Bir düş kırıklığı doğmuştu tüm beklentilerinden. Dünyaya bir asalak getirmişti en azından bir asalak yetiştirmişti. Dünyanın saçından ayıklanana kadar kan çekecek bir bit. Dışarı çıktım, saat öğlen. Bir kırtasiye buldum, elemandan kurtardığım kitaplar elimde. Selam verdim ve çıkmayan keçeli kalemlerden istedim. Eleman kalemleri ararken kitapları bir köşeye koydum. Parası neyse verdim, dışarı çıktım. Eleman arkamdan seslendi, duymazdan geldim. Geri döndüm bir armağan vermek için. Duvarlara yazdım nefretimi bu çürükçül hayvana. Babasının fotoğraflarını astım tam kapının önüne. Şahin bakışlı adam, bu yaratıktan onu üzdüğü için ayrı tiksindim. Değersizdi hayat denkleminde. Değer kümesini tanımlanmamıştı hem aptallığından hem korkaklığından. Hayatta bir şeye değebilecek hiçbir şey yapmamıştı yemek ve dışkılamak dışında. Dışarı çıktım hava yavaşça kararmaktaydı. Sahilden gemileri izledim. Yavaşça geçtiler bir kez daha önümden. Arkalarında izleri yavaşça silinirken balıkçılar bir kez daha olta sallıyordu talihlerine, bir çocuk daha kuşlara yem atıyordu. İnsanlar yaşamaya çalışıyordu bir şekilde, alçalmadan, bakışları karanlığı delercesine ışığı arzulayan umutlu insanlar. Çıplak ellerde emeğin izleri derinleşmişken, bu “çilekeş” tırnaklarını yeni yaptırmış. Tiksindim. En yakın bara attım adımlarımı. En yakın barda ineceğim bu binekten.
12