Kültür Mantarları Sayı: 12

Page 1

Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın. Ekim 2015



Kültür Mantarları

Başlarken Merhaba Şemsiye Altı Sakinleri,

Şapkanın altında kalın.

Bu ay “Ahlak” dosya konusuyla karşınızda olacağız. Aslında o kadar genel, o kadar görece, o kadar geniş bir kavram ki ahlak; bu konuda dergiye bir Başlarken yazısı yazmak bile oldukça güç.

Aylık dergi Sayı: 12 Ekim 2015

Ahlak konusunu ele alırken bir sınırlandırma yapmak belki de işimizi kolaylaştırırdı: (Sporda ahlak, bilimde ahlak, sanatta ahlak, siyasette ahlak…) Ama biz zor olanı yapmaya, ahlak kavramını genel hatlarıyla irdelemeye çalıştık. Yazdığımız yazılarla ahlak kavramını dolaylı yollardan sezdirmeye çalıştık size. Bunu yaparken de asla “şöyle yapın, böyle olun” gibi bir üslup benimsemedik. İstedik ki ahlaklı olanı siz seçin, ahlaklı olana siz karar verin.

Yayın Yönetmeni Ufuk Murat TAÇ

Yayın Kurulu Emre GÜLSOYLU Emre SÖNMEZ Uğur GÖNÜL Cihan AŞIK Arca ALTUNAY

Görece bir konu hakkında yazmanın zorlukları olduğu kadar kolaylıkları da olabiliyor. Açıkçası “Ahlak anlayışımız okuyucumuzla örtüşmezse?” sorusu geçmedi değil aklımızdan. Ancak işin büyülü yanının bu olduğunu düşünerek eserlerimizi ortaya koyduk. Bizi ahlaklı ya da ahlaksız bulmanız açıkçası umurumuzda değil. Bekliyoruz ki, bizim ahlaki duruşumuz da sizin umurunuzda olmasın. Hele hele parayla imanın kimde olduğunu bilmediğimiz şu çağda aslında ahlakla ahlaksızlığın da kimde olduğunu sezemiyorsak eğer boş verelim kim ahlaklı, kim ahlaksız ya da hangi davranış ahlaka uygun, hangisi değil meselesini.

Redaktör Kardelen KAÇAN Sayfa Düzeni ve Kapak Tasarımı Emre GÜLSOYLU Teşekkürler Beste BÖLÜK Begüm BÖLÜK Cenk YET Jiyan AKHAN

Öyleyse; Kâfirun Suresi, 6. Ayet: Sizin dininiz size, benim dinim bana! Kültür Mantarları 12. Sayı, Başlarken Yazısı: Sizin ahlakınız size, benim ahlakım bana!

İletişim Adresi www.kulturmantarlari.com

3


Ahlak Nedir?

4


Ahlak Nedir

bireyleri ve bireysel çıkarları önde tutar bir hale gelmiştir. Fakat unutulmamalıdır ki ahlakı ve kadını bu kadar erkek egemenliğinde tutan tek neden erkek değildir. Unutulmamalıdır ki her çocuğu ailesi, en çok da annesi büyütmektedir. Erkeğe gücünü veren, kadından da esirgeyenler arasında kadınların yeri de oldukça büyüktür. - Emre Sönmez

Geçtiğimiz ay İstanbul'da yaşanan olay da aslında ahlakımızın ne kadar insancıl bir yapıda olduğunu değil, tamamen erkekçilliğini göstermektedir. Hepimiz aslında içimizden 'oh olsun' desek de ne kadar acınası bir halde olduğumuzu görmeliyiz. Kadın kendini fiziksel olarak koruyamıyor çünkü normal olarak fiziksel olarak bir avantajı yok. Polise gitse, hani şu ahlak polisi olarak da çalışanlardan(!), kim bilir nasıl bir psikolojik baskı görecek. Kadın polisler ayıplarcasına bakacak, erkek polisler belki de sırıtacak, çünkü daha konuyu anlatmadan belki de kadın olduğu için 'damgalanacak'. Bu yozlaşmışlıkta çözümü yine yoz olan ahlak ortaya koyuyor, erkeğin toplumdaki her kadını sahiplenmesi ve koruması. 'anamız bacımız var ulan!' dan öteye çoğunlukla gidemeyen bu çözüm, bazen de kadınları kurtarabiliyor. Toplumdaki bireyler olarak da bu yoz yapıda tek çözümü ahlakta bulduğumuz için de belki de bu erkekçil ahlaktan vazgeçemiyoruz. Ayrıca küçük bir kesimin yaratmaya çalıştığı farkındalık da ya çok geç yerine ulaşıyor, ya da alıcısını bulamıyor. Çünkü ahlak geçmişten geliyor, yazılı değil ve insanlar onu istedikleri gibi evirip çevirebiliyor, özellikle de bu durum eğitimsiz kişilerin ellerinde ve üzerilerinde oldukça tehlikeli bir hal alıyor.

Geçtiğimiz ay İstanbul'un İstiklal caddesinde ilginç bir olay yaşandı. Yanındaki kadını darp etmeye başlayan adamı uyaran bir grup erkek , adam darptan vazgeçmeyince onu hastanelik etti. Aslına bakarsanız ülkemiz bu tip olaylara oldukça alışık. Belki uyarma kısmına pek aşina sayılmayız fakat bir grup erkek tarafından yapılan çoğu 'uyarı' zaten kavgayla sonuçlanır ülkemizde. Asıl ilginç olan şey, Avrupa ülkelerinde yapılan bir deneye göre insanların çoğu bu gibi durumlara karşı kayıtsız kalıyor! Peki bu durum sahiden de büyüklerimizin(!) de dediği gibi Avrupa'nın ahlaksızlığından mı kaynaklı, yoksa biz gerçekten de insan haklarına saygılı ve toplum düzenini bozan her çıkıntıyı düzleştirmeye çalışan bir toplum muyuz? Şimdi başka bir örnek üzerine yoğunlaşalım, töre cinayetleri. Bildiğiniz gibi töre kelimesi aslen ahlak kelimesini de kapsar. Peki yıllardır, belki de yüzyıllardır kurtulamadığımız, çığ gibi üzerimize çökmüş töre cinayetleri bize ahlak yapımızı açıklayabilir mi? Öncelikle bu durum bize kadının toplumdaki yerini gösterir. Kadın hala erk toplumun en sevdiği oyuncağı konumundadır. Kadın her ne kadar bireyselliğini yasalar dahilinde kazansa da bunu korumak hala erkeklerin elindedir. Elde tutulan bu sorumluluk erkek için erkekliğini yüceltici ve cömertçe olsa da aslında erkeğin kadınların yönetimini elinde tutmasını sağlar. 'İlişkiyi her zaman yöneten erkek olmalıdır' diyen kadınlarsa ipin ucunu kaçırdıklarında erkek arkadaş sahibi olamaz, olduklarında ise şiddet görür. Bunun topluma ve adalet sistemine yansıması ise tecavüze uğrayan kadınların susturulması, psikolojik baskı uygulanması ve suçun kadına atılarak sanıkların beraat etmesine kadar götürülebilir. İlginç olansa erkek, tecavüze uğrayan kadının öncelikle kendini suçlamasını sağlar, eğer tecavüz değil de normal bir ilişkiyse kendi elleriyle cezalandırmaya kalkar. Geçmişten gelen, yığılarak kendini genişleten ahlak, kulaktan kulağa oyunuyla nesilden nesle yayılmış ve aslında toplumu düzeltmek ve eşitlemek yerine

Peki ya eğitim ahlakla birleşince ne mi oluyor? Etik! Yani, ahlakın yazılı olarak bilimsel metotlarla kontrol edilebilir ve incelenebilir, geliştirilebilir halini alıyor. Gelişmiş toplumlarda da etik, insanların toplumsal davranışlarını kulaktan kulağa yayılan bizim ahlak anlayışımızdan çok daha iyi düzenliyor. Geriye sadece bireylerin kendi hür iradeleri kalıyor, hangisi iyi, hangisi doğru onlar seçiyor. Yine aileden gelen bir kültürle bireysel ahlaklarını şekillendirseler de bir noktada 'hoop!' diyebilecekleri yazılı kaynakları olabiliyor. Bizde ise vefat eden dedeler örnek gösterilirken şahit bile ortaya çıkarılamıyor! Her şey tamam, peki TDK bu ahlak için ne diyor? 'Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları' mi?

5

Kusursuz bir töre cinayeti açıklaması değil


Kestanekarası Fırtınası Günü Mesela bana göre hissetmek işteş bir fiildir. Evet, işteş. Özlemek de yalnız olmaz, unutmak da. Çekim midir enerji midir ben bilmem. Özlüyorsa özleniyordur. Düşünüyorsa düşünülüyor. Ama önemli olan, farkı atan nedir bilir misin? Miktarı… Ağaçlardan Su Çekilme Zamanı İlk defa arkana bakma demiyordu. Üstelik “yeniden düşün” diyordu. Yeniden düşün diyerek şimdiyi yaşatmıyordu belki ama olsun bu onun ileride düşüneceklerinden bir nebze azaltıyordu. İleriyi yaşamak için bir fırsat sunuyordu şimdiden bir an eksilterek. Belki yeniden yapamaz hatta karar verilmiş bir düşünce üstüne karar vererek bunu ilk kez gerçekleştirmiş olabilir. Ama ilk kez yüreğini işitiyordu. Hem de aksini binlerce kez okumuş bunu ise işitmişti. Artık daha yüksek sesle konuşabilirdi, kalbi. Beyni bu fikre o kadar da kötü bakmıyordu. Yaşamanın ve yakalamanın peşinde olarak bölünmüştük ya, ikiye, bir denge yakalıyordu sanki. Sızıntılar derinleşmiş, koşmalar yavaşlamıştı bu sefer. İlkti. Kararın üstüne karar verebilmesi gibi. Turnageçimi Fırtınası Günü Yarattığınla yaratılanı, yarattığından bir eksik yaratılandan bir parça hissetmek midir?

Mantarın Günlüğü

Yoksa sabırsızlık mıdır? Gerçek olduğunu hissetme merakı mıdır? - Beste Bölük

Ya da kavuşturamadıklarımızı kavuşturma mıdır? Yaprakdökümü Fırtınası Günü Unutmak yıllarla, kayıplarla olacak türden bir eylem midir?

Çaylak Fırtınası Günü Doğduğu saniye ağladığına göre hissetmeye nefes almayla başlayan insanoğlu gün geçtikçe yeni hisler öğrenir. Öğrenmek, hayatımızda hiçbir şeyde yapamadığımız kadar tekrar barındırır. Hiçbir duyguyu unutmazsın, yaşadıysan. Sonra gün gelir anne baba kardeş gibi başlayan tanışma serüvenine arkadaşlar, büyükler, küçükler eklenir. “Rol” kavramını öğretirler. (Gerçi öğretsinler ki yaşadığına sahip çıkman gerektiğini farkına var.) Sonra öyle anlar gelir ki, saklarsın. Hatta o kadar kaptırırsın ki yaşıyormuş gibi olursun. Gibi olmak, insan olmanın azalmasıyla artan bir şeydir.

“Zamanla” denilen şey ayni zamanda yasarken demek değil midir? Derinleşen duygular yasadıkça gömülmez mi en içe? Siz çocukluğunu, bebeklerini, arabalarını anlatanları duydunuz mu? Dile getirilmez, derinlikler. Çok uzaktadır onlar, mesafeleri kat ettiklerinde kelimelerin onları karşılayamayacakları kadar uzak.

Yine mi ters orantı?

6


Umut

- Cihan Aşık

Boşalmış gibi denizler Ve dalgaların sesleriSadece kayıtlarda Defterlerde kalmış En güzel satırlar Kağıt toplayan Arabalara yığılmış Sayfalara yığılmış anlamlar Hala bir şeyler var ama Yaşama dair Geçmişten kalan Eski şarkılar Sessizce dolaşırken sokakları Köpeklerin uyuduğu saatlerde Hala ışık varsa bir evde Ve şayet O evde biri Bir başı okşuyorsa Bir avuç kadar Bir avuç daha sevgi Bir avuç daha umut var Belki Nefret etmeden Lanet etmeden önce yaşama Güneşin doğuşundan Başlayan saatlerden korkmadan Bir çark olmadan Sürü olmadan Birey olabilirse Belki Bir insan daha yaşadı diyebilir Bizi yaratan Kendi yarattığımız Kıyma makinelerinden Çekmeksek etini

Becerebilirlerse İnsan olmayı Birey olmayı Bir eş, bir aile olmayı o eller O küçük yaratık Deşecek bağırsaklarını Bu dev balinanın Ve haykıracak "Ben biriyim, ben bireyim" Erdemleri tırmanacak Nietsche ağlayacak Mutluluktan Üstün insan doğacak Bir Homobilmem ne değil Piyon değil Oyuncu olacak Sürüleri dağıtacak Bir kurt kadar çevik Bir tilki kadar zeki Ya taht olacak Ya tabut olacak sonu Ama bir iz olacak Bin farklı geceden Bin farklı bebek Parmak kadar küçük ayaklarla Askerler gibi sert Askerler gibi seri adımlarla Sıradanlaşmaya, basitleşmeye Aptallaşmaya darbeyi indirecek O evden Ya bir Evren daha doğacak Ya bir evren daha doğacak!

7


Küçük Prens


Küçük Prens

- Cenk Yet

“Okuldan ilk kaçışımda yakalanmam benim ne kadar şanssız olduğumu değil, ne kadar okula bağımlı bir hayat yaşayacağıma işaretmiş, şimdi anlıyorum.” Birinci sınıftan beridir pek parlak bir öğrenci değildim. Zaten küçüklüktendir yerimde duramadığım için okul olgusunu vücudum en başından beri kesin bir dille reddetmiştir. Yine de on iki yıllık ilköğretim ve lise maceram kötü bir son bulmadı, tabi ÖSS tercihlerimi saymazsak. Sınav yılı, büyümenin de getirdiği olgunlukla biraz olsun çalışmıştım. Çalışmaların sonucunda da belli bir puan aldım fakat hatırlamıyorum, o sıralar ilgilenecek daha önemli işlerim olduğundan -dünya kupası-sınav sonuçları ve tercihler gibi önemsiz bir iş için küçük kuzenimi görevlendirmiştim. Emir komuta ilişkimizdeki tek buyruğum “nereyi tutuyorsa yukarıdan aşağıya yaz, ilk 3 basamağa tutmayan yerleri yaz, belki tutar.” dan ibaretti. O da benim ne kadar okumayı sevdiğimi bilirdi, o yüzden ilk beş sıraya edebiyat öğretmenliği yazmış. Sağ olsun. Edebiyat öğretmenliğini altı yılda anca bitirebildim. Son senemde alttan kalan derslerimi verebilmek için hem bolca zaman hem de bolca para harcamak zorunda kaldım. Aslında okul o kadar da fena değildi, en azından çevresinde çitler yoktu. Yeşillik vardı, güzel kızlar vardı, ağaçlar vardı… Şimdi mezun bir edebiyat öğretmeniyim. Nefret ettiğim o okula girebilmek için okulun bir alt dalı olan dershanelere tonlarca para akıtıyorum. KPSS benim için çok önemli çünkü okulların dershanelerdense bahçeleri var en azından. Yeşillik, yaşlı hocalar, tekil ağaçlar… Hayat size her zaman istediğinizi vermez, çok haklısınız. Fakat bu durum sadece sizin için geçerli olabilir. Çünkü altı yıllık Türkçe eğitimim sonucunda şunu söyleyebilirim ki bu cümlede “her zaman” diyebilmek için en azından bir kere hayatın size istediğiniz şeyi vermiş olması gerekiyor. Böyle bir ilk’e de şu ana kadar ben rastlamadım. KPSS sonucumla da loto oynadım. Tutmadı. KPSS’nin üzerinden bir yıl geçmişti. Bir yıldır evde annemin yanında pinekliyordum. Günlerim annemin yeme-

9


klerini eleştirmek, temizliğini eleştirmek, onun bana olur olmaz zamanlarda Küçük Prens'im deyişine kulak tıkamak, gelen misafirlerden kaçmak ve babamla araya uzunca bir mesafe koymaya çalışmakla geçiyordu. Bunlardan en önemlisi babamla arama koyduğum mesafeydi, çünkü babam sinirlenince evin sınırları pek de elverişli kalmıyordu, sınırlarla oynuyordum adeta. Bazen kendimi tuvalete kilitliyor kaçıyordum, bazen ayazda balkona çıkıyor korunuyor, bazense uyuyor taklidi yaparak olumsuzlukları erteliyordum. Fakat erteleyemeyeceğim bir şey vardı: Askerlik.

Prens’ten metin mi kullansam acaba, bu yıl telif süresi dolmuştu.” Kamp başladı, burası hiç de tahmin ettiğim gibi bir yer değilmiş. İlk üç gün büyükten de öte büyüklükteki masalarda yemek yiyip altından da altın sarısı bardaklarda ayran içip sohbet ettik. Burada yaşlılar çoğunlukta olmasına rağmen hepsinin içi kaynıyor gibi. Hepsipatlamaya hazır birer havai fişek sanki ayrana rağmen. Kaynaşma günleri çok eğlenceli geçmişti esasen. Hiç beklediğim gibi bir hava yoktu. Normalde kendimden büyük insanların sohbetlerine dayanamazdım fakat kaynaşma günlerinde en çok kendimden yaşça büyük ve ÖSYM’de kıdemli insanlarla sohbet etmiştim. Yarın soru yazım günüydü. Gerçeklerle daha yeni yüzleşecektim ve eskiden kalma bir alışkanlıkla az sonra kendimi tuvalete kilitleyecektim.

Kısa dönem askerlik benim gibi sorumsuz bir adam için çok uzun gelmişti. Az dayak yemedim, doğrusu her gün dayak yedim. Bazen nöbette uyuduğum için yedim, bazen uyumadığım için, bazense sırf orada varolduğum için. Dayak yemek çok yorucu ve kuvvetlendirici bir spor olsa da bir süre sonra bayıyor, bayılmışım. Son hatırladığım tüfeğimi kaybetmem ve bayılana kadar dövüldüğüm. Sonra tüfek bulunuyor, benim askerliğin son haftaları da hastanede geçiyor zaten.

Soru yazım günlerinde bina ve bahçede öğretmenlerden başka kimse bulunmazmış. Polisler bile bahçe dışında nöbet tutarmış. Kaynaşma günlerinde ise insanlar aile ve arkadaşlarıyla gelmişlerdi. Açıkçası o sırada işler ciddiye binmemişti. Şimdi işler ciddileştikçe değişen suratlar, katlanılmaz ego savaşları ve bolca sessizlikle yüzleşeceğimden emindim. Korkuyordum fakat cebimde her zaman bir B planım olması da içimi rahatlatmıyor değildi. Tuvaletin anahtarını her daim yanımda taşımaya başlamıştım.

Askerden gelince babama karşı iyice laçkalaşmıştım açıkçası. Ben ki kaderin sillesini suratıma yemiş, yetmemiş bir tabur askerin sillesinden canlı çıkmış Kenan Komutan… Sen mi beni korkutacaksın be peder? Korkutuyordu. Benim için bir arkadaşıyla konuşmuş, iş bulmuş bana. Sırıtıyordu. Tuvalete kaçtım. Cuma namazı saatlerinde babamın arkadaşı, babam ve ben camide buluşacaktık. Yoldayken adamın ÖSYM’den olduğunu öğrenmiştim. “Vay be, cidden din sömürüsü. Din elden gidiyor baba” dedim. “Buna alet olamam baba, bir kömüre altı yıllık bilgimi satamam.” Günlük azarımı da bu olay üzerine yerken caminin sadece adamın evine yakın ve çok bilindik bir yer olmasından kaynaklı buluşma yeri seçildiğini öğrenmiş, bu işten de sıyrılabileceğim hiçbir yol bulamamıştım. Adamla buluşur buluşmaz babam eti senin kemiği benim demişti. Sanırım ilkokula geri dönüyorum.

Gece stresten uyuyakalmışım. Genelde stresli zamanlarımı uyuyarak geçirdiğim ya da geçiştirdiğim için vücutta kalıcı bir hasar oluşmuştu. Ne zaman kaygı duyacağım bir olayla yüzleşmeye çalışsam uyku bastırıyordu, özellikle askerde yediğim bayıltıcı dayaktan sonra da kendimi tutamaz olmuştum. Kalkar kalkmaz tuvalete gittim ve aynaya baktım, öncelikle yüzümü “deneyimli Türkçeci” haline büründürmeliydim. Bu aşamayı geçtikten sonra ortak salona doğru fırladım, fırlayışımdaki hiddet aklımda kalan tek romanın Küçük Prens olduğu gerçeğini ört pas eder cinstendi.

Soru ekibine alındım. Bir ay sonra kampa girecekmişiz. Hazırlıklarımı tamamlamam için bir listegeliyor adamdan. Hazırlanıyorum fakat tırsıyorum. Herhangi bir yazı yazmayalı ya da dil bilgisi bakmayalı yıllar olmuş, araya askerlik girmiş, dayaktan bayılmışım falan. Zor günler geçiriyorum, evde bir bayram havası. “Sorularımda Küçük

Koridorda çıkarılıp fırlatılmış kıyafetler vardı. Hiddetim azalıp yerini meraka bıraksa da yüzümdeki “Külyutmaz Necmi” yerini kaybetmemişti. Kıyafetleri takip edereksalona gelmiştim bile. Büyük salonun girişinde devrilmiş büyük kül tablaları ve boş alkol şişeleri doluydu. Biraz ileride sızmış öğretmenler adeta odanın birer parçasıymışçasına uyuyordu. Boş

10


bardaklardan yayılan alkol kokusunun beynimi uyuşturuyordu. Dayak yemişten betere dönmüş, tuvaletle rahat nefes alabileceğim balkon arasında gidip gidip geliyordum, ta ki Deli Fişek Ömer uyanana kadar… Deli Fişek Ömer, ki lakabını boş alkol şişelerinden öğrenmiştim, bana her şeyi açıklıyor. Dün gece saat 12de polisler ve görevliler bina ve bahçeyi terk etmiş, öğretmenler de biraz eğlenmek istemiş. Beni uyandırmak istememişler. Ama hiç üzülmemeliymişim çünkü bu durum soru yazım ayı boyunca sürecekmiş. Umarım yanımda yeteri kadar alkol getirmişimdirmiş… “Abi” diyorum, “ben buraya gelmeye camide hak kazandım, ne diyorsun sen? Neler diyorsun ulan?” Deli Fişek sinirlendiğimi sanıyor, aslında haklı. Birden ayağa kalkıp bağırıyorum: “Nasıl buradan dışarı çıkıp alacağım ulan içkileri? Niye daha önce haber verilmiyor!” Hayatımın en güzel birkaç haftasını geçirmiştim. Eğlencenin dibini gördük adeta. Dipten kurtulmamız biraz zaman aldı fakat toparlanmayı başarmıştık, en azından dinlenme süresine geçmek için. Son haftaya kadar da dinlemeye karar verdik. Son hafta sıkı bir çalışma başlıyor, güya. Ben genelde öğretmenlere kahve falan götürüyorum, kimse gözünü açamıyor. Deli fişek 1 hafta boyunca sadece 10 saat uyuduğunu iddia ediyor. “Hadi len.” “Hadi len Deli Fişek, yürü be” diyorum tabi kahvesini verirken. “Hadi len” tek başına pek uygun gitmiyor, sonuçta içtiklerimin yarısı Deli’nindi. Son güne girerken elimizde sadece 25 soru ve üç hoca kalmıştı. Bunlardan birisi bendim. Son saatlerde üç hocanın ikisi ancak ve ancak 39’a kadar getirebildi soru sayısını. Sonuncuyu benim yazmamı isteyip uyudular ve tabi yazdıktan sonra soruları paketleyip teslim etmemi. Uyandıklarında soruları teslim etmiş olmam gerek. Terliyorum. Balkona çıkıyorum. Birkaç kadeh içip alıyorum elime kalemi. Alkol kokusuna Deli Fişek uyanıyor, “Ooo…” diyor “Soru yazmanın ilacını bulmuşsun.” Hiç içten olmayan bir sırıtışla suratımı çeviriyorum ona doğru. Terli alnımı silip son soruya odaklanırken Deli oraya bir yere yığılıverip sızıyor tekrardan. Korkuyorum. Yığılmasından değil tabi, bunu son bir ay içinde en azından beş kere görmüşümdür. Birkaç kadeh daha içip ben de sızıyorum. Sabah alarma uyanıyorum, soru yazılı. O gün vedalaştık valizlerimiz elimizde tüm görevlilerle. Evde beni büyük bir sürpriz bekliyordu, hissedebiliyordum. Otobüsten indiğimde ben saatin aile saadetini gösterdiğini fark ediyor, babam bana sarılıyordu. Ne son ama! Bugün YGS günü. Saat bir gibi kalktım. Televizyonu açar açmaz kendi sorumla yüzleşmiştim. Soru tamamen hatalar bütününden oluşuyormuş, üstüne üstlük Küçük Prens paragrafı yanlış alıntılanmış. ÖSYM şimdi ne yapacakmış, 2 milyon kişinin emeği hiçe sayılmış falan filan.Hafiften tuvalet sinyalleri vücudumun farklı noktalarında belirlemeye başlamıştı. Kim bilir nasıl bir dava açılacaktı hakkımda? Elde ne var ne yoksa alacaklar mıydı? Tüm gün bu ve bunun gibi sorularla geçmişti fakat tuvaletten oldukça uzakta kalmayı başarmıştım. Artık yavaş yavaş stresle başa çıkabilmeyi öğreniyordum sanırım, umarım babama evin parasının ödeyeceğimiz tazminata neden yetmeyeceğini tuvaletin dışında izah edebilirim. Ertesi gün uyandığımda ağzımda bir yara vardı, zaten acısına uyanmıştım. Anneme sordum, stresten dedi ve ardı arkası gelmeyen soruların tetiğine bastı.“Neden, ne oldu, acıyor mu, işle mi ilgili, kız arkadaş …”derken ortamı terk ediyorum, hızlıca, artık zamanı gelmişti. Tuvaletta. O gün de öyle geçmişti fakat ertesi gün suratıma bir mektup fırlatılarak uyandırıldım. Uyanır uyanmaz, gözümün önünde kocaman bir Ö harfi vardı. Az sonra elimle bu Ö’nün ait olduğu zarfı açacak ve odaklamaya çalışırken yataktan düşecektim. Mektup ÖSYM’dendi ve tuvalet ulaşamayacağım kadar uzaktaydı. Yataktan düşmeden önce gördüğüm kısımsa tüm korkumu alacak olsa da şaşkınlığımı önleyemeyecekti “Artık tam bir ÖSYM yazarı oldun, ARAMIZA HOŞGELDİN!”

11


Gönül’den Tarih - Uğur Gönül

Roma

sınırlarını üç kıtaya yayıp tüm Akdeniz’in tek hakimi olma unvanını elinde bulunduran bu dev ülke iç sorunlar olmadığından yeni seferlere çıkıp sınırlarını iyiden iyiye genişleterek tüm dünyanın tek ülke altında yaşamasını sağlayabilirdi belki de. Çünkü o zamanlar insanlar arasına asıl sınırları çeken milliyet ve din kavramları tam olarak gelişmemişti. Kıta Avrupası hukukunun temeli olan Roma Hukuku, hüküm sürülen topraklarda daha adil bir yaşam verebilirdi herkese. Kesin olan bir şey var ki eğer Roma İmparatorluğu bölünmeyip günümüze kadar gelseydi Latince dünyanın en önemli dillerinden birisi olurdu ki hala önemli dillerden birisi hukuk ve tıp alanlarında. Belki de Ortodoks ve Katolik ayrımı olmayacak ve Hıristiyanlıkta mezhep birliği olacaktı veya Hıristiyanlık yok olacak ve diğerleri vuku bulamayacaktı. Herkesin pagan inancına dönmesi sağlanacaktı. Çünkü uzunca bir süre yeraltından da olsa pagan ayinleri devam etti Roma’da.

Tarihin en uzun soluklu imparatorluğu Roma… Bu dünya imparatorluğunun hikayesi bugünkü İtalya Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Tiber nehri çevresinde gelişip günümüze kadar devam ediyor. Bir efsaneye göre Roma şehri dişi bir kurdun Tiber nehrine sepet içinde bırakılmış ikizler olan Remus ve Romulus’u kurtarmasıyla başlar. Şehir büyür, gelişir ve büyüyüp gelişirken insanlığa ve özellikle Batı uygarlığına paha biçilemeyecek değerler bırakır. Öyle değerler ki bugün hala hukukumuzu, kültürümüzü ve dilimizi etkiliyor. Çoğumuz Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında imparator Theodosius tarafından ikiye bölünerek oğulları Honorius Batı’yı, Arcadius Doğu’yu alacak şekilde paylaşıldığını biliriz. İsimleri bilmesek de bölünmeyi biliriz. Zira bizim tarihimizle de oldukça yakından ilişkilidir Roma. Daha önce Byzantion, Nova (Yeni) Roma gibi isimlerle anılan ve daha sonra imparator Konstantin’in onuruna Konstantinopolis denmeye başlanan İstanbul bölünmeden önce imparatorluğa ikinci merkez, bölündükten sonra ise Doğu Roma imparatorluğuna başkentlik yapmıştır. Yanlış bir şekilde Doğru Roma genellikle Bizans olarak bilinir fakat Bizans terimi son yüzyıllarda tarihçilerin uydurduğu bir terimdir. Doğu Roma ya da Romania olarak bilinen bu imparatorluk, Osmanlılar 1453’te gelip şehri alana kadar Batı Roma’dan 1000 yıl daha fazla yaşayarak tarih sahnesindeki yerini canlı olarak korumuştur.

Her ne olursa olsun, Roma İmparatorluğu’nun bizlere bıraktığı değerlerin yeri çok büyüktür. Bazı kesimler tarafından hukukumuzun Roma’dan gelmesi rahatsızlıkla karşılansa da bugün Roma temelli hukukumuz sayesinde yaşanabilecek ülkelerden birisiyiz. Ya da bilime ve tıbba önem veren Roma sayesinde bugün bu kadar ilerideyiz. Aut disce aut discede (Ya öğren ya terk et) de okullarımızda motto olması gereken bir söz olmalı bence. Mesela Harvard’ın logosundaki Veritas sözcüğü de Latince ‘gerçeklik, hakikat’ demektir. Çünkü gelişmiş okullar sadece Veritas için çalışıp hiçbir ideolojiye hizmet etmez. Ya da ABD’nin E Pluribus Unum (Çokluktan birliğe) mottosu Amerika’nın çok kültürlülüğe verdiği önem ve saygıyı gösteriyor. Şimdi kedimize sormamız gereken en önemli soru şu: Tüm bu sözlerin Latince yani Roma’nın dilinde olması tesadüf mü?

Aklıma yine ilginç bir soru geliyor ve düşünüyorum… Acaba Roma bölünmeseydi bugün neler farklı olurdu? Diyelim ki siyasi durum elverdi, ülkedeki sorunlar çözüldü ve Theodosius’un tek oğlu oldu. Böylece Roma İmparatorluğu tek ülke olarak devam etti. Düşünüce aklıma ilk gelen şey zaten

12




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.