Lahzadergisi sayı1

Page 1

“Hiç bir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim.” Mark Twain

Aylık fikir dergisi

lahzadergisi Sayı 1

· Mart 2014

Seküler Bu Dönemde Açlık

Kıyafetsiz Beslenenler Araştırma

Osmanlı Döneminde Fotoğraf ve Sinema

bir anekdot...

Babamın Ardından. Önüme koymuştu geçmişimi...


İçindekiler 2 ·Yazan’a 10-11 · Kıyafetsiz Beslenen... 3-4 · ”Hadi Çocuklar...” 12 · Bana Öyle Bakma 5 · Bir Kürdancık 13 · Babamın Ardından 6 · Bir Tarafta Kimyasallar... 14 · Şiirin Amentüsü 7-8 · Anekdot 15 · Yabani Özgürlük 9 · Kumlar Var 16-17 · Araştırma

Genel Yayın Yönetmeni ve İmtiyaz Sahibi Mehmet Emre Karamuk

Editör

Sema Aslan Meryem Beyza Emen

Yayın Kurulu

Emirhan Ertürk Sema Aslan Mehmet Emre Karamuk Meryem Beyza Emen Mehmet Meşe

Redaksiyon

Emirhan Ertürk Sıdıka Erkoç

Resim

Mehmet Çağlar

twitter.com/LahzaDergi facebook.com/LahzaDergi

info@lahzadergisi.com

Tasarım

Tür; Yaygın Süreli.Ayda bir yayınlanır. Dergideki yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.İzin alınmadan içerik kullanılamaz. Tüm Hakları Saklıdır.

Mehmet Emre Karamuk

Reklam

İbrahim Taş Mehmet Emre Karamuk Veysel Çiçek

Dağıtım Organizasyonu Ve Abone Servisi Veysel Çiçek- 0538 378 44 55 İbrahim Taş- 0553 592 33 59


Yazan

Meryem Beyza Emen Sen yazsan Ben okusam. Hatta o kadar okusam ki, Yemeyi, içmeyi, uyumayı hepsini unutuversem Kendi kelimelerimle konuşmasam. Çıkanlarsa saygısızlığımdan dökülüverse.. Ya da konuşsam bile: Hepsi senin kelimelerinden ibaret olsa... Şaşırsa insanlar, Bu kadar çok dizeyi nereden biliyor? Bu kaçkın diye... Halbuki dize bilmiyorum ben. Sadece hayatın ruhundaki kelimeler bunlar. Hayatın daha fazla hayat olmasına yardımcılar... Bende anlatsam insanlara Anlaşılma kaygısıyla değil ama; Anlatamama endişesiyle yaklaşsam tüm evrene. Sonra sen yanıma gelsen: Ben heyecandan gözlerimi kaybetsem Bulamasam,korksam Sende alnımdan öpüp kulağıma fısıldasan Sevgi sözcüğü değil ama Fısıltıyı fısıldasan Kimse anlamasa bizi Birbirimizi anlasak sadece Ve orada öylece kalsak. Sakin ve huzurlu. Huzur... Huz.. Hu.... Oruc’a...

lahzadergisi · 1


“Hadi Çocuklar Kompozisyon Yazıyoruz! Konu; Damlaya dam…” Mehmet Çağlar

Google’da “resimde kompozisyon, resim düzeni vb.” kalıpta cümleler yazıp aratınca birbirine yakın birçok yazı bulacağız. Birçoğu da aynı yazılar. Ben de öyle yaptım ve karşıma çıkan ilk sayfada, kompozisyona dair ilk cümle, “Resmi meydana getiren unsurların yüzey üzerine göze hoş gelecek şekilde yerleştirilmesidir.” diye başlayan, altın orandan tutun da klasik dönem ressamların yaptıkları resimlerin örneklerine kadar uzun bir yazı geldi. Bu tür yazıları, oluşturuyor olduğumuz kişisel kütüphanemizden ya da il ve özel kütüphanelerin “sanat” raflarından edineceğimiz birçok kitaptan bulabiliriz. (Bana kalırsa “sanat”ı sadece kitaplardan araştırmalıyız. Kitaplara, yazarlara güvendiğimiz gibi internet üzerindeki yazılara güvenimiz aynı ölçüde olmamalı. Özellikle “sanat tarihi” konularında.) Kompozisyonu bizler “giriş, gelişme ve sonuç” kelimeleriyle galiba ortaöğretim yaşlarımızda Türkçe dersi öğretmenlerimizle tanıdık. Düşünüyorum da resim dersine dair öyle bir sözcük hatırlamıyorum. Çoğu insanın resim dersi o dönemler eminim matematikle, dışarıda oyunlar oynayarak ya da buna benzeyen geçiştirmeli etkinliklerle akıp gitmiş olmalı. Bizim de çoğu kez resim öğretmenimiz gelmezdi.

lahzadergisi ·

2

Hatta öyle bir öğretmenim var mıydı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Ortaöğretim yıllarımda durum böyle iken İlkokula dair resim dersini hatırlamıyorum bile. Kompozisyon sadece güzel sanatlarda resmin önemli bir unsurlarından değil artık günümüzde yaşamımızı belirli bir düzen çizgisi içerisinde çevreleyen ve yaşam standardımızı belirmede büyük rolü olan bir kavram halini aldı.


Özellikle mimari sanatta oldukça önemli bir kavram. Bu da yaşamımızı etkilediğinin en büyük göstergesi.

TDK’nin Büyük Türkçe Sözlüğünde “Ayrı ayrı parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturma biçimi ve işi. ” yazıyor. Yine aynı sayfada; Çağımızda renk, çizgi ve yüzeylerin dengeli ve uyumlu biçimde bir araya getirildiği resim. olarak açıklamış ve sanat çerçevesi içerisinde ele almış. Etrafınıza baktığınızda hayatınızın bu iki cümlede oluştuğunu ve kainatın bir düzen içerisinde yaratıldığını göreceksiniz. Evler binalar, sokaklar caddeler, şehirler ülkeler, ağaçlar kuşlar, insanlar hayvanlar odanızın penceresinden neleri görüyorsanız. İşte bu yüzden bu kavramın sadece okul yıllarımızın değil hayatımızın her alanının önemli parçalarından biri olduğu ve düzeni oluşturan parçaların bir araya gelmesinin etkisinin yadsınamaz gerçeği olduğu var. Bu kavramla birlikte sanat içerisinde bir disiplin üzerinden gidersek önümüze yine birçok farklı kavram çıkıyor. Fotoğraftan ele alacak olursak; altın oran, netlik-fluluk, boşluk, oran-orantı, ışık, form-biçim, doku, açık-koyu, uyum, yalınlık, ritim vb. birçok değerler ortaya çıkmakta. Bunların iyi kullanımı çektiğiniz bir fotoğrafın niteliğini oluşturuyor. Lahza’yı oluşturan dergi düzeni içerisinde bana ayrılan bu kısımda bundan sonra ağırlık olarak resme dair yazıları dilimin döndüğü, haddimin yettiği kadarıyla sizlerle paylaşacağımdan dolayı yazıma ilk bu gibi önemli bir kavramla başlamak istedim.

Zira resim, fotoğraf gibi sanat disiplinleriyle bir derse başlamış olsaydım uzun bir süre kompozisyon anlatır, sanat yapıtlarını irdeler, sanatçıları ve eserlerini anlayamaya ve özümsemeye çalışarak öğrenme aşamasına adım atardım. Önemli bir noktadır. Tabi burada o kadar uzun anlatımlara dayalı bir yazı ya da yazılar yazmam mümkün değil. Amacım sadece farkındalık oluşturmak. Bakınız gün içerisinde bu kavramdan o kadar çok yararlanıyoruz ki, gördüğümüz birçok fotoğraf, resim vb. imgeleri kolaylıkla “beğen”iyor ya da “beğen”miyoruz. Bunları nitelendirirken zevkimizin bir düzen içerisinde olan çerçevesine göre kalıplandırarak belirtiyoruz. Bu işte kompozisyon algımızdır desek yanlış olmaz. İnsan bu çerçeveyi daraltıp büyültebilir, daraltıp geniş tutabilir, bozup şekillendirebilir, kargaşa oluşturup düzenleyebilir. Bunların olumlu halde oluşması için sosyal ve kültürel anlamda kişinin kendini geliştirmek istemesi gereklidir. Tabi burası farkı bir uzun bir konuya açılan ayrı bir kapı. Kompozisyon hayatımıza bu denli girdiğine göre anlaşılan paçamızı pek bırakmayacak. Bu yüzden yeri geldikçe yine bu kavram üzerinde diğer konularla birlikte değineceğiz.

lahzadergisi · 3


Bir Kürdan Vedat Ekin

Dünyaya umutla bakmak aslında onurlu bir duruşun timsalidir, lakin olmayacak bir olguya umutla bakmak salaklıktan ötedir. Bitmiş bir şey için umut edilmez ama ağlayabilirsin, içkiye verebilirsin kendini, hırpala yak, yık ama asla olmayacak bir şey için umut etme.Yıllar önce imha edilmiş bir tren garında bekleyen hiç olmadı, olmuşsa da bir öküzden başka kimse olmamıştır.Yaptığıda boş boş bakmaktır. Umut çok güzel bir duygudur kardeşim ama boş bir umut bir intihardan farksızdır.O boşa umutlarınla beraber dolu dizgin geçecek bir zamanı intihar etme,yolunu gözleyen nice insanlar var onları intihar etme. Ne boş bir tren garı ol, ne de boşa bakan bir öküz... E birader, umutlanmayınca ne olacak mal mısın der gibi nefesin çıkıyorsa şu an, kardeşim sen ne boş bir tren garısın ne de boşa bakan bir öküz!. Sen anne rahminde doğmayı bekleyen ölü bir çocuksun... Umutsuz yaşanır mı hiç kardeşim. Haa bahsettiğim umut fakirin ekmeği olan umut değil zenginin kürdanı olan umut bu...

lahzadergisi · 4


O devirler bitti artık bu deviri merak ediyorsan bana takıl BİR TARAFTA KİMYASAL BOMBALAR,BİR TARAFTA DOLU DOLU TABAKLAR; Hamza Altıntaş

Herşey,Tahta Arabası Demir Yığını Tarafından Ezilen Çocuğun Buklesine Dökülen Damla Yaş İle Başladı, Ne Zararı Olabilirdiki O Ayakları Mis Toprak Kokulu Çocuğun Arabasının? Her Bir Karışı,Her Bir Taşı Şehit Kokan O Toprakları, Uğrunda Nice Ocak’lar Sönen O Toprakları Doya Doya Yaşamak Değilmiydi Hakkı? Bir İnsan Topluluğunun ,Dört Duvar Arasında Bir Araya Gelip, Dolu Dolu Tabakları Önlerine Serilenlerin ‘Bir’ Sözüyle, Çeşitli Kimyasalların ‘İnsanlığın En Önemli Eseri Çocukların’ Üzerine, Saçma Saçma Yağmalanmasımıydı İnsanlık? Hayalini Çaldığınız O En Kutsal Varlık, Beton Yığınlarının Altında Bıraktığınız Her Umut, Geleceğinde Yeşil Rengini Çaldığınız İnsanlık, Bir Gün Karşınıza Dikilip Diyecekki ‘Nerede Çaldığınız Tahta Arabamız?’’..

lahzadergisi · 5


ANEKDOT... Sema Aslan

Sokağa çıkıp insanlara sorsak; ”Ayrımcı mısınız?” , birçoğu olmadığını söyler. Fakat hepimiz, ayrımcıyız. Acımasız olmayalım, elbette aramızda Hitler kafalı olmayanlar vardır. Günümüzde insanlar ayrımcı, ön yargılı yaftalamalarından hoşlanmıyorlar. Bu sebepten ötürü toplum inkar etse de, eylem boyutunda ayrımcılığı, ön yargıyı kolayca gözlemleyebiliyoruz. Sosyal psikolojide buna ‘ Sinsi Ayrımcılık ‘ deniyor. Kimileri tarafından alenen ayrımcılığın olmayışı, ayrımcılığın yok oluşuna işaret etse de, bazıları sinsi ayrımcılığı daha tehdit edici buluyor. Bu konuya, önceleri etrafımdaki insanların etnik ayrımcılığa maruz kalmalarıyla yöneldim. Biraz empati yaptığımızda ilgi duymamız çok zor olmuyor.

lahzadergisi · 6

Daha sonraları farkettim ki bu konu etnik ayrımcılıktan ibaret değil. Hayatımızda farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız birçok ayrımcılık var. Bir kere ön yargılarımız var, bizi ayrımcılığa iten de bu ön yargılarımız ve kalıp yargılarımız.Sizi çok sıkmadan ayrımcılık, ön yargı ve kalıp yargı ilişkisine psikoloji literatüründen kısaca bir bakalım. Sosyal biliş yaklaşımında öncelik etkisi denilen bir etkiden bahsedilir. Bu yaklaşıma göre elimizde karşımızdaki kişi hakkında ne kadar az veri olursa olsun bazı yargılara varırız. Daha sonra kişi hakkında bilgi edinsek dahi önceki yargılarımız daha etkili kabul edilir. Benim fikrim öncelik etkisi olabilir ancak bu değişmez değildir. Hem karşımızdaki bireyi tanıdıkça kafamızdaki kalıptan kurtulabiliriz hem de insanları tanımadan tanımlamanın


yanlışlığını, yanıltıcılığını farkedebiliriz. Farklı ön yargı tanımları mevcut olmakla birlikte genel olarak; dış gruplar hakkında olumsuz kanaatler ve bu kanaatlerce geliştirilen tutumlardır denilebilir. Ayrımcılık ise ön yargının davranışa dönüşmüş hali şeklinde tanımlanır. Genel olarak kalıp yargı, ön yargı konuları etnik ayrımcılık üzerinden işlensede farklı açılardan da bakmakta fayda var. Dünya ‘ da görülen en yoğun ayrımcılık çeşitleri milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobidir. Şimdi yeniden başa dönecek olursak, “ Ayrımcı olduğunuzu düşünüyor musunuz? “. Birçoğumuz ‘ hayır ‘ diyoruz ama ‘ evet ‘ ayrımcıyız. İnsanlara kıyafetlerine göre muamele etmek de ayrımcılık olmaz mı sizce? Peki siz hiç yapmadınız mı bunu? Ya da karşılaşmadınız mı? Bir hastanede, kuaförde, bakkalda, markette...Karşılaştığınızda ne yaptınız? Elinde gördüğümüz gazete yüzünden aramıza mesafe koyduğumuz insanlar...Eski ve pis giyindiği için otobüste yer vermeye layık görmediğimiz insanlar...Belki fazlaca makyaj yaptığından dini, ahlaki, hassasiyetleri olamayacağını düşündüğümüz arkadaşımız...Hepimiz biraz ön yargılı ve ayrımcıyız. Toplumumuzda farklı etnik gruplara yapılan ayrımcılığın hepimiz farkındayız zaten.Arkadaşlarım ev ararken şivelerinden dolayı telefonda nereli olduklarını soran “amca” cevabı duyunca ‘Olsun insan olsun da’ diyebiliyorsa bu amca ayrımcı değilim diyemez. İlk bakışta masum gelen bu cümlenin altında yatanlar can yakıcı. Birçok insan içinde bulunduğu grubu yüceltme yahut yüceltilmiş olarak görme eğilimindedir.

Eğer ön yargı ve ayrımcılığın kötü bir şey olduğunu kabul ediyorsak, bu konuda kendimizi nasıl değiştirebileceğimizi ya da en azından nasıl frenliyeceğimizi bulmamız, bilmemiz gerekir. Bu konuda yapacağımız en mühim şeylerden biri farkındalıktır. Kendimizin farkında olmalıyız. ‘Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor, hiç kimse kendini değiştirmeyi düşünmüyor’ der Tolstoy. Eğer yeryüzündeki adaletsizliklerden, ırkçılık adına yapılanlardan, şiddetten konumuz olan ayrımcılığın her türünden rahatsızsak; bunları kendi hayatımızda farkederek değişimi kendimizde sağlamalıyız. Dua ile...

lahzadergisi · 7


Kumlar var Burak Uysal

Kumlar Var Ağzımın İçinde Dilim kuma dönüşüyor, Yİne ağzımın içinde Gözlerim çürüyerek uyanıyorum Her gün, her sabah Dudaklarım dökülüyor kuruyup Herhalde yalnızlıktan Ben sürgünüm; Ben, yorgun Kimse eşlik etmiyor Bir hayalî arkadaş dahi. Zaten hangi hayalî arkadaş ister Zırvalıklarını dinlemek Bir sürgünün. Gel sevgilim! Çay demledim bu gece de. Kuru dudaklarımı dayayıp bardağa İçerken çayımı Dilim kuma dönüşüyor Yine ağzımın içinde ve Gözlerim çürüyerek uyanıyorum Her gün, her sabah Dudaklarım dökülüyor kuruyup Herhalde yalnızlıktan Nefes alamıyorum Kumlar var ağzımın içinde...

lahzadergisi · 8


Kıyafetsiz Beslenenler Mehmet Emre Karamuk

İnsanlığın varoluşundan günümüze büyük bir felaket olabilecek, her milletten her devletten insanın yaşayabileceği büyük bir sorun.Yaşayabileceği diyorum,evet. Çünkü bu duruma neden olan şey doğallık değil. İnsanın ve düzeninin ta kendisidir. Söz konusu insan olan her olgunun bu bitap düzen ile akıbeti asla belli olmayacaktır.Yazılan yazıların çoğunda ‘açlık azalıyor’ gibi iyi bir haber yapıyormuşçasına coşan da insandır.Bahsim akleden kalplerden yana değil.Asla kalbinin yolunu bulamayacak beyne sahip olanlardan bahsediyorum. Yukarıda değindiğimiz üzere açlığın azalıp azalmadığı okuyucunun pek de ilgisini çeken bir olgu olmasa gerek.Okuyucuya, buna fırsat veren, neden olan durumlardan söz etmek daha mantıklı olacaktır , sanırım. Gıda üretiminin artması, açlık sınırında olan ve açlık çeken insanların, bu üretileni bulması anlamına gelmez.Teknoloji,bilim gibi dalların gıda üzerindeki etkisi, evet, gıda üretimini artırdı...GDO’ lar, melez tohumlar vs...

Gıdalar sağlıklı yahut sağlıksız üretilen çeşidine, miktarına, tipine göre değişmeler ve fazlalıklar gösterdi.Sağlıksız damgasının altını çizmiyorum!Burada beslenmekten bahsediyorum.Su bile bulamayan insanlardan!Sağlıksız evet ; ama bir çözüm olabilir.Bunlara sağlıksız derken kullanmıyoruz diyemiyoruz nasılsa.Tükettiğimiz binbir türlü üründe ve hizmette,malda hepsinden fazlasıyla olduğunun farkındayız.Bir de yetersiz beslenmekten bahseden manşetler ve haberler var elbette.Tamam kabul ediyorum kendi toplumları için birşeyler yapmaya çalışanlar da olabilir elbette. Bu sadece bazı durumlar söz konusuyken anlamsız geliyor.Bahsimiz açlık olunca , yetersiz beslenme gibi bir başlıktan söz etmeyeceğim.Yine de verilen bilgilere göre yetersiz beslenme oranı azalıyormuş.Tebrikler! Bir ahlak sorununa yol açtığı söylenilebilir mi açlığın?Aç kalmış bir millet, yahut insan zorbalığa itilir mi? Başkasının malına uzatır mı elini? Yahut canına?Empati yaparak cevap aramaya çalışsak bir cevap bulabili rmiyiz peki? Hepsi de çok zor sorular değil mi?

lahzadergisi · 9


Açlık çeken bir ülkenin çocuğu diğer aç kardeşine mi zorbalıkta bulunacak?Büyük şehirlerde yaşanan açlık ile ülke geneli yaşanan açlığı ayrı tutmuyorum aslında.Zaten büyük şehir deyip geçince yetkisi olanların da bununla çok ilgilendiğini düşünmüyorum açıkçası.Bu insanlar şehirde var mı yok mu araştırmaktan öte, uzaktan bakarak anlıyorlar sanırım.Konuştuğum bazı insanlar kendilerine ulaşan herhangi bir elden bahsetmiyorlar.Çeşitli yönlerden uygulamaya sokulan sosyal mesaj, sosyal bilinci aşılama projelerinde bu alanda biraz daha fazla girişimde bulunsalar.. Bulunmuyorlar demiyorum ama dahası gerekli. Şehir merkezlerine konulan devasa Tvlerden daha önemli bir konu sonuçta.Hastalıkların pençesine çok kolay düşebilen bu insanlar içerisindeki çocuklar, yetişkin hale geldiklerinde yeterli seviyede fiziksel ve zihinsel olguda bulunamıyorlar. O çok fazla tatmin olmadığım verilere bir göz gezdirecek olursak tekrardan, en çok açlık çeken ülkeler en kötü yönetilen ülkeler arasında yer alıyor.Buna örnek olarak edindiğim bir makaledeki bilgi şöyle; “Zimbabwe’ de hükümet toprağı kapmakta ve destekçilerine vermektedir.Elbette bu tarımın düşmesine neden olabilir.”.Yönetim şeklininde açlığın ilerlemesinde yahut zıttı bahsinde etkisi olduğuna değindik.Birde ekonomik nedenlerine bakacak olursak, açlık seviyesine gelene kadar da insan kayıplara uğratılmaktadır.Bir çiftçi bazen ekonomik nedenlerden ötürü mesleğini icra edemiyor geçimini sağlayamıyor.Şöyle de genişletebiliriz olayı, az gelişmiş ülkelerdeki üretimler,gelişmiş ülkelerin ilgisinde yahut rağbetinde değildir.İlgilenmezler.Gelişmiş ülkelerin çiftçilik yahut diğer sektörlerde kullandıkları teknoloji,sağlık,hijyen,işçi sayısı vs. durumlarından ötürü az gelişmiş ülke üreticilerinin işleri iyi gitmiyor.Hindistan’ da bu sebepten çok sayıda çiftçinin intihar ettiği söyleniyor.Diğer ülkelerde de bu intihar ve ölümler destekliyor bu durumu.Yine gelişmiş ülkelerdeki yönetim çiftçisini ve diğer organlarını eğitim, sağlık, teknoloji vs gibi alanlarda binbir projeyle fazlasıyla destekliyor.Bahsi geçen konu sadece çiftçilik değil malumunuz üzere, diğer kısımlar içinde aynı durum mevcut.Az gelişmiş ülkelerde elde bulunan ham madde kaynaklarından kazanç sağlama düşünceside yine ülke yönetimi yüzünden hüsran ile bitmektedir.İhracat ve ithalat durumları söz konusuyken bile yapılan gümrük uygulamaları, vergiler vs. sıkıntı teşkil etmektedir. Devletin üreticisini desteklemesi oldukça önemlidir bu hususta.Ülkelerin karşılıksız dahi verdiği desteklerden bile söz edilmektedir.Verilen eğitimler sayesinde bilincin ve hizmetin artması hedeflenmekte.Kaldı ki az gelişmiş ülkeler bunlarla fazla ilgilenememekte bile. Toplumsal bir sorun olarak açlık hafife alınmamalı.Burada yönetimden bile daha önemli olan şey milletin sosyal bilinci ve sorumluluğu.Birey bunun farkında olduktan sonra,büyük işlere imza atılabiliyor.Bizim ülkemizde muhtaç ülkelere göre açlığın fazla olduğunu düşünmüyorum.Bir yerlerde Somalide ki insanımızın aç ve perişan halinin fotoğrafını bir kenara koyup sosyal bilinç oluşturmaya çalışanlar ,umarım destekleri buralara ulaşıyordur.Ülkemiz kaynaklı kuruluşlarımızı bu konuda destekliyorum ve başarılı işlere imza attığını düşünüyorum.Yurt içi ve yurtdışı çalışmalarını ilgili gözlerle izliyorum.

Dua ile... lahzadergisi · 10


İki Fincan Kahve Feyza Demirtaş

Hiç kendinizi karşınıza alıp, karşılıklı birer kahve içtiğiniz oldu mu şöyle en kremalısından? Kaçımız kendisiyle bir bütün? Kaçımızın içinde yaşayan beden arkadaşı var? Hepimiz anlaşıyor muyuz, kafamızın içindeki sesle ya da kalbimizle çatışan o ikinci kişiyle? Bir düşünün. Alsak içimizdeki beni, sohbete başlasak çay bahçesinde, kaçımız anlaşır, sever, kurar o muhteşem dostluğu? Ya da gerçekten bir miyiz kendimizle, hakikaten uyumlu muyuz her fikrimizde? Kimi iç ses der, kimi ikinci yüz. Yalnız bir şey var ki çok iyi deforme ediyoruz başkalarının yanında. Bir oluyoruz, saklıyoruz çatışmalarımızı, kavgalarımızı. Dost oluveriyoruz bir anda. Peki, sahiden mutlu muyuz? Barışık mıyız kendimizle? Bence bunu düşünün, olmadı birer kahve alın konuşun bakalım. Kim bilir belki 40 yılın hatırı kalır aranızda:)

lahzadergisi · 11


Bana Öyle Bakma! Yazamıyorum Muhammed Selvi

Madem yazı yazıyoruz, yazacağız, başlık da buna uygun bir şey olmalı. Çok düşünmedim açıkçası velakin esti bir yerlerden... Herkes için geçerli olmasa da birisi siz konuşurken gözlerinize baktığında bir çekinme, bir utanma durumu olur. Gözlerinizi hemen kaçırırsınız başka bir yöne. Şimdi yeniden buna benzer bir durumun içerisindeyiz. Bana öyle bakma, yazamıyorum... Düşüncelerin düşüncelerime sızıyor, duyguların duygularımla karışıyor. Hani diyorum öyle bakmasan, karalayacağım bir şeyler ama yok. Sabah güneşisin sanki gözlerimi kamaştırıyorsun... Gözlerin diyorum, gözlerine yazılacak milyonlarca şiir var ama bana öyle bakma! Yazamıyorum... Anlamıyorsun, seni sevmediğim için kaçırmıyorum gözlerimi. Gözlerinin derinliklerinde kaybolurum, hapsolurum ve belki de kahrolurum diye kaçırıyorum.

lahzadergisi · 12

Şarkılar diyorum, yazabilmemi, anlatabilmemi sağlıyor seni dünyaya. Gidiyorum bir sahile. Ya da oturuyorum kir tutmuş bir pencerenin önüne. Ya da dımdızlak kalıyorum gürültülü bir sokağın tam ortasında. Ve açıyorum adını vurgulayan, bana sesini fısıldayan bütün şarkıları… Adınla, saçlarınla, kokunla başlayan cümlelerin sayısı çok fazla fakat yine, sen bana öyle bakıyorsun. Yazamıyorum dedikçe ayırmıyorsun gözlerimden gözlerini. Gönlüme düşen her bir kelime yakışıyor bakışlarına. Çekiliyorum, kilitliyorum kendimi kokuna bulanmış odama. Seni çalan şarkılarla avutuyorum kendimi. Ve her baktığında adını sayıklıyorum okyanuslara...


Babamın Ardından Vedat Ekin

Son bardağı diplerken seslendi bana. -Çok sert değil mi o , dedi. Hiç dönmedim arkamı yüzüne bile bakmadım ama kursağımda kaldı yarım bardak sek rakı. -Çok acı çekmiş olmalısın, dedi ihtiyar sesiyle. Dönmedim yine sırtımı sanki tüm acılar onun sesinde birikmişti.Titreyen elimden boş bardak düşecek gibiydi. Korkutuyordu bu ses beni. -Çok kaçtın evlat, dedi. Uzak değilim boğazında kalan sek rakı kadar yakınım sana , deyip kalkmıştı ağır edasıyla. Elimdeki boş bardağa döktüğüm gözyaşlarını yutkunurak içmiştim babamın gidişi üzerine.Zaten beni korkutacak ikinci bir ses olamazdı böyle.Son sigaramı sararken seslendim barmene -Geçmişimi getir, dedim. Gözü alnından fırlamış pis suratıyla karşımda dikiliyordu. -Buyrun, demişti o egzoz bozuntusu sesiyle.Önüme koymuştu son bir saat içindeki geçmişimi . Daha fazlasını da getiremezdi zaten içtiklerimin faturasından ötürü...

lahzadergisi · 13


Şiir’ in Amentüsü Feyza Demirtaş

Bir gün öleceğim. Her şey gibi, Herkes gibi, Dedem gibi. Sanırım ölümü kabullenemeyeceğim ölmeden. Hangi notayla ölür ki bedenler? Bu aynı sesidir sur’un. Evet bir gün ben de öleceğim, Bende öleceklerle beraber gömüleceğim. Suya,sulara,denize gideceğim Hangi renkle ölür ki bedenler? Kan kırmızı,deniz mavi,ağaç yeşil... Ölümün rengi nedir? Bu aynı rengidir ilk sorgunun. Kalemim ölüm mesaisinde ve artık yorgun. Azrail ölebilir mi ben ölmeden?

lahzadergisi · 14


Yabani Özgürlük Meryem Beyza Emen

Kaybettiklerim kadar değil, Kazandıklarım kadar bir özgürlük benimkisi. Nedenli, sebepli, bağımlı Bu yüzden mutlu etmiyor Tam. Net. Asla saçma olan bu düzende yeni bir düzen hayal ettirmiyor. Yüzümdeki kıvrımları canlandırmıyor. Asla. Sadece öylesine silik, buruk Adını Dudağımda ıslık niyetine çaldırıyor. Bu yüzden Kendime anlam veremiyorum. Kendim olamıyorum. Affedemiyorum üstüne üstlük; Belki de bu sebepten Ne kendimi Ne her kimseyi...

lahzadergisi · 15


Osmanlı İmparatorluğunda Fotoğraf ve Sinemanın Serüveni Murat Morkoç

Fotoğrafın Doğuşu ve Osmanlı İmparatorluğunda Fotoğraf 18. yüzyılda, önce İngiltere’de daha sonrada tüm Avrupa’da dönen fabrika çarkları, yeni bir dönemi haber veriyordu. İnsanlık tarıma dayalı kültürden endüstri çağına geçmeye başladı. Toplum yaşamının her alanını etkisi altına alan endüstri çağı, kendine hizmet edecek küçük buluşları da beraberinde getirdi. 19 Ağustos 1839’da Fransa’dan bulunuşu resmen dünyaya duyurulan fotoğraf, yirminci yüzyılın en önemli buluşlarından biri oldu. Yeni buluşun adı Daquerrotyp’di. Paris’te 19 Ağustos 1839’da Daquerrotyp’nin dünyaya tanıtılması olayı, pek çok ülke gibi Osmanlı Devleti’nde de ilgi çekmiş ve hemen kamuoyuna bu icatla ilgili bilgiler verilmiştir. Bu konuda en eski belge günümüzde, Süleymaniye Kütüphanesi, gazete koleksiyonları arasında bulunan, İstanbul da yayınını Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca, ve Ermenice sürdüren 28 Ekim 1839 tarihli ve 186 sayılı Takvim-i Vekayi’dir. Gazetenin 5 ve 6 sayfalarında daquerreotype’in bulunuş evreleri özetlendikten sonra, teknik özelliklerinden söz edilmekte ve mucidi Daquere (Dager) tanıtılmaktadır. Fotoğrafçılığın Osmanlı İmparatorluğundaki ilk temsilcileri yabancı gezgin fotoğrafçılardır. 17 Temmuz 1842 tarih ve 95 sayılı Ceride-i Havadis gazetesinde çıkan ilanat da, Daquerre’nin (Dager) öğrencisi olduğu belirtilen Mösyö Kompa adında zat İstanbul’a gelerek, Beyoğlun da Daquerrotype (Dageryotip) olayını uygulamaya, göstermeye ve isteyen olursa öğretmeye başlamıştır.

lahzadergisi · 16

XIX. yüzyılın en önemli olaylarından biride “ Kırım Savaşı “ dır. Bir yandan Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, öbür tarafta Rusya arasında devam eden Kırım Savaşı, askeri ve politik bakımdan olduğu kadar fotoğrafçılık açısında da önemli tarihi bir olaydır. Roger Fenton, “ fotojurnalizm’in “ ilk örneklerini, savaşın dehşetini yakaladığı fotoğraflarıyla burada verir. Kırım Savaşından sonra asıl mesleği kimyager olan Alman “ Rabach “ adında bir fotoğrafçı 1856’da İstanbul’a gelerek Beyazıd da profesyonel anlamda ilk fotoğrafhaneyi açmıştır. Rabach kısa sürede işlerini geliştirir. Bir yandan da yardımcılarına –ki bunlar geleceğin en ünlü fotoğrafçıları ( Abdullah Biraderler’dir )- sanatı öğretmektedir. İki yıl sonra Almanya’ya dönen Rabach stüdyosunu ve laboratuvarını Abdullah birederler’e bırakmıştır. (1858) İmparatorluğun Studyoları ve Pera’nın Fotoğrafçıları İstanbul yakasındaki surların içine yerleşmiş olan Bizanslılar Haliç’in karşı kıyısına peramatis, kısaca, Pera derlerdi. Pera Osmanlı İmparatorluğunda fotoğrafın doğuşuna tanıklık eden yerdir. Abdullah Biraderler ( Abdullah Freser- Viçen: 1820-1902 Hovsep : 1830-1908, Kevork: 1839-1918 ) Pera’nın en ünlü fotoğrafçıları Ermeni asıllı Abdullah biraderlerdi.Kevork Abdullah, 9 Eylül 1857’ de Venedik’teki Murad Rapha-


elyan okulundan mezun oldu. 1858 yılında İstanbul’a döndü. Viçen Abdullah 1856’da İstanbul Beyazıd’da bir fotoğraf stüdyosu açan ve bu stüdyoda Dageryotip ile uğraşan kimyager Rabach’ın yanında rötuşçu olarak çalışmakaydı. Daha sonra burayı Rabach’tan devraldılar. 1886’da, Mısır Hidivi Tevfik Paşa’nın çağrısı üzerine , Kahire’de şube açtılar. Sultan Abdülaziz, Abdullah Biraderleri 1863 yılında İzmit’teki av köşküne davet ederek onlara portresini çektirdi. Sonuç olağanüstüydü. Sultan Abdülaziz, Abdullah Biraderleri “ Ressam-ı Hazret-i Şehriyar-i “ rütbesi ile ödüllendirdi. 1869 yılında, İngiltere veliahtı Galler prensi Edwar ( daha sonra kral VII. Edward ) 20 kişilik maiyetiyle İstanbul’a geldiğinde, Abdullah Biraderler fotoğraflarını çekti. Hem saray nezdinde hem de halk arasında ilk fotoğraf kahramanları olarak bilinen Abdullah Biraderler Yıldız Albümlerinin ( 1862 ile 1917 yılları arasında saltanat sürmüş Osmanlı padişahlarının; Abdülaziz, II. Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdetti’nin yaşadığı Yıldız Sarayındaki 1847 adet fotoğraf albümünden oluşuyor.) oluşmasında önemli rol oynadılar. Mükemmel performansları ile yazılı arşivin yanında görsel arşivinde kurulmasını temin ettiler. Vasil Kargopoulo 1850 de Rum asıllı fotoğrafçı Kargopoulo, Pera’da Rus Sarayına yakın bir yerde stüdyosunu açtı. Daha sonra, o zamanlar kalabalık bir ordu merkezi olan Edirne’de ikinci bir stüdyo açtı. Kargapoulo Sultan Abdülmecit’den “ Padişah Hazretlerinin Fotoğrafçısı “ ünvanını almış , Sultan V. Murad’a ( saltanatı 30 Mayıs – 31 Agustos 1876 ) şehzadeliğinden başlayarak fotoğraf dersleri vermiştir. Aşil Samancı Ressam ve dekoratör Yakup Samancı Efendi’nin oğlu Aşil Samancı, fotoğrafçılığı Abdullah Biraderlerden öğrendi. İstanbul’un eski eserlerinin fotoğrafik koleksiyonunu hazırladı. Aşil Samancı, Apollon adlı stüdyosunda 1925 yılına kadar çalışmalarını sürdürdü. Apollon şimdiki Beyoğlu İstiklal Caddesinde yer alır.Foto muhabirliği dalında ilk önemli örnekleri veren veren müessesedir.

1908- 1909 olaylarını, ayrıntılarıyla belgelemiş, devrin flaş isimlerinin – Niyazi Bey, Enver Bey ve V. Mehmed Reşad’ın – çeşitli portrelerini çekmiştir. Apollon fotoğrafhanesi başlangıç dönemi Türk fotoğrafçılığı açısından iki önemli özelliğe sahiptir: birincisi; kamerayı ıssız saray bahçelerinden, insansız ihtişamlı salonlardan, tarihi binaların nört görüntülerinden, şehrin içine, padişahın gezilerine, siyasi hadiselere, hareketli bir günlük yaşama çevirmesidir. İkincisi; başarılı fotoğraf örneklerinin yanı sıra bilinçli fotojurnalizm çalışmaları yapmış olmasıdır. Müslüman –Türk Fotoğrafçılar Ramizade Bahaeddin Bediz (1875-1951 ) 1905’te Girit’te küçük bir atölyede başladığı fotoğrafçılık mesleğini İstanbul’da sürdürmeye karar verir ve böylece İstanbul’da fotoğrafhane açan ilk Müslüman- Türk ünvanını kazanır.(1909) Sonradan “ Resne “ adıyla anılan müessesesinin, 1920’lerde Babıali’deki merkezin yanı sıra Bahçekapı ve Üsküdar’da şube açtı. Fotoğrafçılık alanında Türklere öncülük etmiştir. Asker Fotoğrafçıları II. Abdülhamit döneminde askeri okullara fotoğraf dersleri eklenmiştir. Sultan bu okullardan mezun olan askerlere ülkedeki olayları ve temel kuramları belgeleme görevi verdi. Bu fotoğrafçılardan ilk akla gelen 1865 yılında Mühendishane-i Berr-i Hümayun’un Topçu – Ressam sınıfından mezun olan ve 1872 yılında “ Risale-i Fotoğrafya” kitabını yazan Yüzbaşı Hüsnü Beydir. 1865’de Mühendishene-i Berr-i Hümayun’dan topçu mezalimi olarak mezun olan ve Anadoluya gönderilerek Bursa, Bozüyük, ve İznik’den fotoğraflar çeken Servili Ahmed Emin Osmanlının asker fotoğrafçıları olarak tarih sayfalarında yerlerini almışlardır. Savaşan Ulusun Fotoğrafçıları Talha Ebüzziya (1880-1921 )- Velid Ebüzziya (1882-1845 ) 1912 yılında matbaalarına karanlık oda kuran Ebüzziya kardeşler önemli olayları kendileri foto muhabirliği yaparak çektiler.

lahzadergisi · 17


1915 Çanakkale Zaferinden sonra, Velid Bey harp alanının fotoğraflarını çekmek üzere Çanakkale’ye gitti. Savaşa katılan Mehmetçikleri, kumandanları ve Türk bataryalarının fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflar Tasvir-i Efkâr’da yayımlandı. Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982) Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ( Güzel Sanatlar Akademisi ) mimarlık bölümünü bitiren Koyunoğlu, 1915’de İstanbul Babıali’de “ Yeraltı Fotoğrafhanesi” açtı. Kurtuluş Savaşı sırasında askerliğini yaparken, Erzurum dağlarında ordu kayak takımının fotoğraflarını çekti Burhan Felek (1895-1982) 1914 yılında karargah genel fotoğrafçısı olan Burhan Felek, 1915 yılı sonlarında Çanakkale Savaşı’nın cephe fotoğraflarını çekmek üzere görevlendirildi. Fotoğrafın Gelişmesinde Sultan II. Abdulhamid’in Rolü Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı’da fotoğrafın en büyük koruyucusu ve destekçisi oldu. Sultanın fotoğrafa verdiği bu olağanüstü önem, bu sanatın kendi döneminde Osmanlı İmparatorluğunda süratle gelişmesini sağladı. Sultan, İstanbul’un en önemli ailelerinin kendisinde bulunan aile fotoğraflarına bakarak, Harbiye’ye girecek öğrencileri seçerdi. Tahta geçişinin 25 yılında Osmanlı topraklarında çıkarılacak af için, ülkenin bütün cezaevlerindeki mahkumların, tek tek veya üçerli gruplar halinde boy fotoğraflarını çektirdi, mahkumların isimleri, suçları ve mahkumiyet müddetleri de yazılı olan bu albümlere bakarak af kararını verdi. Sultanın Başkatibi Tahsin Paşa anılarında, Abdülhamid’in sık sık kendisine; “Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyasi, hissi manaları telkin eder, onun için ben tahriri münderecattan ziyade resimlerden istifade ederim” dediğini yazar. Sinemanın Doğuşu ve Osmanlı’da Sinemanın Serüveni Sinema, Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin “Sinamotoqraphe”(Sinematograf) adı verdikleri aygıtlarıyla 28 Aralık 1895 günü Paris’te Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de

lahzadergisi · 18

yaptıkları gösteriyle doğmuştur. Lumiere’nin elemanları (Alexandre Promio, Perrigot gibi …) 1896 yılından başlayarak çeşitli zamanlarda Rusya’ya ve Orta Doğu’ya gidip gelirken Osmanlı imparatorluğuna gelerek İstanbul, İzmir ve bazı yerlerde filmler çektikleri ve Türkiye’ye sinemayı tanıttıklarını öğreniyoruz. Babıâli’nin sinemtograf adı verilen bu icattan haberdar olması, Mösyö Jamin adlı Fransız vatandaşının sefareti aracılığıyla gönderdiği bir yazı vesile oldu. Fransız sefaretinden Osmanlı Hariciye Nezareti’ne gönderilen 17 Haziran 1896 tarihli yazıda, Mösyö Jamin’in sinematografı için gerekli lambanın gümrükten geçirilmesi isteniyordu. II. Abdülhamid’in elektrikli ve maniveyalı aletlere karşı hassasiyetini bilen sadrazam Halil Rıfat Paşa, Hariciye Nezaretinin kendisine ilettiği bu yazı üzerine adı geçen aletin ne olduğunun araştırılması için gerekli çalışmaları başlattı. Sonuç 20 Eylül 1896 tarihli bir raporla sadrazama bildirildi. Raporda “sinematograf adı verilen aletin ilmi yönden insanlık için faydalı olduğu” belirtildi. Osmanlıda ilk film gösterimi II. Abdülhamid Dönemi’nde 1896’da Bertnard adlı bir Fransız’ın sarayda yaptığı gösterimler ile başladı. Sinemanın Osmanlı topraklarında tanınması, halka ulaşması 1897 yılı başlarında “Pathe” isimli bir Fransız şirketinin Türkiye’deki temsilcisi olan Romanya uyruklu Sigmund Weinberg aracılığıyla ile mümkün oldu. Halka açık ilk film gösterisini İstanbul Galatasaray’daki zamanın ünlü birahanesi olan Sponeck’te Sigmund Weinberg gerçekleştirdi. Weinberg’in film gösterilerini yine İstanbul Beyoğlunda Cambon adlı bir Fransız’ın yaptığı gösteriler izler. Halkın sinemaya gösterdiği rağbeti göz önüne alan Weinberg, 1908’de Türkiye’deki ilk sinema olan “Pathe Sinemasını” İstanbul Tepebaşında yaptırdı. İstanbul’da açılan Pathe sinemasının ardından Beyoğlunda “Palas” Taksim de “Majik” sinemaları açılır. Bunları Sirkeci’de Kemal ve Şakir(Seden) kardeşler ile Fuat Uzkınay “Ali Efendi” ve Demirkapı’da “ Kemal Bey” sinemalarını açarlar. 1914’te Murat ve Cevat Beyler tarafından İstanbul yakasında Fevziye Kırathanesinin yerinde “ Milli Sinema” adıyla açılan sinema, Türkler tarafından işletilen ilk sürekli sinema salonu olarak tarihteki yerini aldı.


14 Kasım 1914 tarihinde çekilen “ Ayestefonos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı belge filimin ilk Türk filmi olduğu ve bu filmi çeken Fuat Uzkınay’ında ilk Türk sinemacısı olduğu düşünülmesine rağmen, bu filme ait hiçbir belge bulunamaması kuşkuya neden olmaktadır. Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan Manastırda fotoğrafçılık yapan Osmanlı uyruklu Janaki ve Milton Manaki kardeşler ( Balkanların Lumiere kardeşleri olarak tanınırlar.) londradan getirdikleri Bioscope 300 adlı kamera ile 1911’de çektikleri “ V. Sultan Mehmed Reşat’ın Manastır Ziyareti” adlı belgeseli Osmanlıların son döneminde çekilen ilk film olma özelliğini taşımaktadır. Bu filmin orijinal kopyası Makedonya- Üsküp sinematekinde bulunmaktadır. Sultan Reşad’ın , Manastır tren istasyonundan çıktığı sırada onu kamerasıyla görüntülemeye çalışan Milten Manaki’yi engellemeye çalışan güvenlik görevlilerine “bırakın oyansın çocuk” diyerek çekim yapmasına izin vermesi dikkat çekicidir. Osmanlı Ordusunda bir sinema kolunun kurulması da sinema tarihimiz açısından çok önemli bir gelişmedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk ordularının başkomutanı Enver Paşa, Almanya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında Alman ordusunda bir sinema kolunun kurulduğunu ve bu kolun çektiği bazı filmleri izleyince, sinemanın değerini anlamış yurda dönünce sinema kolunun Osmanlı Ordusunda da kurulması emirini vermiştir. 1915 yılı ortalarına doğru Osmanlı Ordusunda “ Merkez Ordu Sinema Dairesi” adıyla birim kuruldu. Dairenin başına Sigmund Weinberg , yardımcılığına ise Fuat Uzkınay getirildi. Merkez Ordu Sineması Dairesi bugünkü İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinin karşısındaki binada çalışmalarına başladı. Türkiye’de ilk konulu filmin çekimi için Enver Paşayı ikna eden Weinberg, İstanbul’da gösteriler sahneleyen Benliyan’ın “ Milli Operet” kumpanyasıyla anlaşarak topluluğun repertuarında bulanan “ Leblebici Horhor Ağa” çekilmeye başlar. Çekimlerin başlamasından bir süre sonra filmin başrol oyuncularından birinin ölmesi üzerine film yarıda kaldı. Weinberg, bu kez de kumpanyanın repertuarındaki Moliere’in “Himmet Ağanın İzdivacı” adlı oyunu çekmeye başladı(1916). Bu filmde Benliyan topluluğu oyuncularıyla birlikte Ahmet Fehim, İsmail Galip Arcan, Behzat Butak gibi Türk oyuncularda yer aldı. Ancak çekimler sırasında oyuncuların çoğunun askere çağrılması üzerine yarıda kalan bu filmi savaş sona erdikten sonra Weinberg’in yardımcısı Fuat Uzkınay tarafından 1918 yılında tamamlanabildi. Böylece Türkiye’de ilk konulu film çekilmiş oldu. 1916’da Osmanlı İmparatorluğu Romanya’ya savaş ilan edince Romanya uyruklu Weinberg Merkez Ordu Sineması Dairesindeki görevinden uzaklaştırılır yerine Uzkınay getirilir. Türkiye’de ilk tarihsel film denemesini Sedat Simavi tarafından ortaya konmuştur. Simavi Birinci Dünya Savaşının son aylarında, Celal Esat( Arseven ) ile Selah Cimcoz’un 1909 yılında yazdıkları Alemdar Mustafa Paşa ile III. Selim’in acıklı sonunu anlatan “Sultan Selim-i Salis” adlı oyundan esinlenerek “ Alemdar Vakası Yahut Sultan Selim-i Salis” adlı filmi çekmeye başladı. Ancak Osmanlı Devletinin savaşta yenilip Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamasıyla ilk tarihsel film denemesi yarıda kaldı. Merkez Ordu Sinema Dairesi ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetinin (yarı resmi ) elindeki malzemelerin işgal kuvvetlerinin eline geçmemesi için “ Malul Gaziler Cemiyetine” devredildi. Derneğin başına Fuat Uzkınay getirildi. Cemiyetin ilk iki uzun öykülü filmi 1919 yılı içinde çevrilen Mürebbiye ve Binnaz oldu. Uzkınay film çekimi görevini tiyatromuzun kuruluşunda büyük emekleri olan Ahmed Fehim Efendiye verdi. Ahmed Fehim başrollerinde kendisinin de oynadığı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ünlü romanı “Mürebbiyeye” çekti. Bu film aynı zamanda bir protesto özelliğini taşıyordu. Çünkü romanda Türk ailesine kapağı atan bir Fransız mürebbiyenin ailenin bütün erkeklerini birbirine düşürerek roman kahramanının işgalci kuvvetleri kötülemesi nedeniyle Mürebbiye sinema tarihimizin sansüre uğrayan ilk filmidir. Malul Gaziler Cemiyetinin çevirdiği ikinci film Yusuf Ziya Ortaç’ın bir oyunundan sinemaya uyarlanan “Binnaz” oldu. Çekim tarihi 1919 olan bu filmin konusu, oyuna adını veren Lale Devri’nin ünlü güzeli Binnaz’la onu elde etmek için birbirleriyle çatışan iki erkek arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Yönetmenliğini Ahmed Fehim Efendi ve Necip Fazıl birlikte yaptı. Binnaz ilk başarılı iş filmidir. 5.000 liraya çekilen bu filmin İstanbul’da 55.000 lira gelir getirdiği ayrıca İngiltere’de de 5.000 lirası gelir sağlanmıştır. Filmin süresi kırk beş dakikadır.

lahzadergisi · 19


1921’de Malul Gaziler Cemiyeti’nin çektiği üçüncü film, o zaman ki tiyatro seyircisinin bir tiyatro eseri olarak beğendiği “ hisse-i Şayia” adlı bir oyunun uyarlamasıdır. Bu oyunda Bican Efendi adlı bir evkaf memurunun çeşitli serüvenleri anlatılmaktadır. Bu filmde yönetmen olan Şadi Fikret Karagözoğlu, bir güldürü tipi olan Bican Efendiyi daha önce sahnede bir oyuncu olarak başarıyla temsil ettiği için birde sinemada denemek ister. “Bican Efendi Vekilharç” adı ile tasarlanan bir konuyu senaryolaştırarak 22 dakikalık kısa bir filmde ilk güldürü tipini yaratmış olur. 1919’da Kemal ve Şakir Seden kardeşler yabancı filmler getirmek amacıyla ilk Türk Film Şirketini kurdular. Daha sonra 1922’de “Kemal Film” adıyla bir laboratuvar ve stüdyo kurarak faaliyete geçtiler. Böylece ilk özel yapım evi kurulmuş oldu. Muhsin Ertuğrul 1916-1922 yıllarında Berlin de sinema ve tiyatro çalışmaları yürüttükten sonra 1922’de Kemal Film adına ilk olarak “ İstanbul’da Bir Facia-i Aşk” adlı filmi yönetti. Muhsin Ertuğrul’un Kemal Film adına çektiği üçüncü film, Halide Edip Adıvar’dan uyarladığı “Ateşten Gömlek”tir. İzmir’de kocası ve çocukları öldürüldükten sonra Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçen Ayşe’nin öyküsünü anlatan bu film, Kurtuluş Savaşını konu alan ilk filmimizdir. Bu filmin önemli diğer bir özelliği de ilk kez Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir adlı iki Türk kadın oyuncunun bu filmde rol almasıdır. Sonuç Bizim 1839 sonrasına dair görsel enformasyonumuzun birinci kaynağı fotoğraftır. İkinci kaynağı ise sinemadır. Fotoğraf ve sinema kaybolan şeylerin sağ kalan tanıkları, gerçekliğin sadık birer kopyasıdır. Toplumların gelişmesinde eğitim kurumları kadar içinde var olduğu toplumun birer aynası, göstergesi olan sanat kurumlarına da büyük görevler düşer. Fotoğraf ve sinema verdiği mesajlarla büyük kitlelerde ortak bir görüş yaratma özelliğine sahip iletişim araçları olmalarının yanında kültürel yaşama biçim veren güçlü ve evrensel sanatlardır. Dolayısıyla ait oldukları toplumların aynaları konumunda olan iki temel argümandırlar.

Yararlanılan Kaynaklar Engin Özendes, Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık 1839-1923 Engin Özendes , Osmanlı Sarayı’nın fotoğrafçıları Engin Çizgen, Türkiye’de Fotoğraf Giovanni Scognomillo, Türk Sinema Tarihi Nejat Özön, Türk Sinema Tarihi (1896- 1960) Esra Danacığolu, Geçmişin İzleri

lahzadergisi · 20


Bu alana reklam verebilirdik...

:)


Güneşli gereksiz ismi olan bi gün Çay içen, simit yiyen insanlar... Gereksiz ismi olan güne inat Masada oturan kadının simiti oluyorum. Beni ısırıyor, yeşil paltolu renksiz kadın. Susamlarım evlatlarım oluyor o an, Dağılmalarını izliyorum endişeyle. Dişlerde ezilip gidişleri, hiçliğimi var ediyor. Kıyma diyorum, o kadar da lezzetli değilim diyorum. Sahip olmadigi kulaklarıyla duymuyor beni Vazgeçiyorum simitten. Şeker atıyor çayına, Şeker oluyorum. Dagılıyorum, eriyorum bitiyorum, İnadına içiyor. Tüketme diyorum, en lezzetli zehirim diyorum Sahip olmadığı gözleriyle görmüyor kirimi, pasımı... Güneşli gereksiz ismi olan bir günde ben Yaşayan oluyorum Oturuyorum masaya Bir çay söylüyorum şekersiz. Bir de simit tabii Ama susamsız... Meryem Beyza Emen

Diğer sayıyada bekleriz... fotoğraflar;mehmet çağlar

Bizlere göndermek istediğiniz yazıları, resimleri vs. info@lahzadergisi.com adresinden gönderebilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.