Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoritim e-Fotoğraf Kitapları No:3 ġule Tüzül – Yalnız Bir Opera Kapak Fotoğrafı: Süha Derbent
Şule Tüzül’ün Fotoritim e-Fotoğraf Dergisi’nde yayınlanan yazılarından derlenmiştir.
www.fotoritim.com 01 Mart 2012 Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved Fotoritim'in ücretsiz yayınıdır. Bu e-Kitap ve içerisinde bulunan yazılı ve görsel materyalin tamamının veya bir bölümünün, yazardan izin alınmaksızın kullanımı, başka formatlara dönüştürülmesi ve / veya basılarak çoğaltılması, farklı mecralarda yayınlanması yasaktır.
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
2
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
ĠÇĠNDEKĠLER: SĠYAH BEYAZ ġĠĠRLER AMAN DĠKKAT!... SĠYASET FOTOĞRAFA BULAġMASIN!... FOTOĞRAF HĠÇBĠR ġEYDĠR, FOTOĞRAFÇI HER ġEY!.. DERĠNLĠK FOTOĞRAFÇILARLA SOHBET EDERKEN, ġĠMDĠ… KÖRLER FOTOĞRAF ÇEKERSE NE OLUR? MURAT PULAT ĠLE SÖYLEġĠ Fotoğrafın sessiz ve tavizsiz kedisi… SÜHA DERBENT MURAT YAYKIN "FOTOĞRAF ĠDEOLOJĠSĠ" KĠTABI ÜZERĠNE DÜġÜNCELER... TUTUK KUCAKLAġMALARA ĠKĠ SERGĠ ĠKĠ YORUM DOĞANIN BAġYAPITI 7KEDĠ CAMERA LUCIDA, ROLAND BARTHES SANAT, TEKNOLOJĠ, BĠLĠM VE FOTOĞRAF BEN SĠZDEN ÇOK SIKILDIM FOTOĞRAFIN SUÇU NE? HADĠ KONUġALIM SANAL MEKANLAR ÜZERĠNE… “FOTOĞRAF”A YORUM YAPMAYA HAKKIM VAR MI? ZAMAN-SIZ BĠR KADINA MEKTUP KARANLIK ODA SEN GĠDERKEN ġULE TÜZÜL ile SÖYLEġĠ
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
3
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
SĠYAH BEYAZ ġĠĠRLER Farkında mısınız? Şiiri unuttuk… Şiiri unuttuk, çünkü bize sunulan yalanlar ve gerçekler var, tekdüzeleşen hayatımızı hızlandıran, bizi sonsuz bir koşturmayı sürdürmeye iten sanrılar… Yalan ve gerçek... Birbirine karşı olduğunu düşündüğümüz bütün kavramların sarmaş dolaş bir birliktelikle, yaşamlarımızı tehdit ettiği bir zaman diliminde, bu birlikteliklerin başını çeken iki iyi dost gibiler... Farkında mısınız, bize söylenen, sunulan, gösterilen her şeye karşı içgüdüsel bir tepkisizlik, sessizlik içindeyiz. Artık her şey olabilir, dün olması ya da olmaması için çabaladığımız her şeyi kaderine bıraktık, olsunlar ya da olmasınlar, huzurumuzu, vicdanımızı, sıradanlaşan yaşamımızı rahatsız etmesinler yeter... Savaşa, şiddete, çaresizliğimizi en çok yüzümüze vuran çocuk ölümlerine, kısaca tüm kötü haberlere alışmaktan ziyade doymuş bir halimiz var. Yarının güzel olacağına dair inançsızlığımızı, görmeden, duymadan, aldırmadan örtbas etmeye çalışıyoruz, serde insanlık var, duyarsızlık yaftasını kimse üstüne yapıştırmak istemiyor. O yafta hep başkalarına yakışıyor, ama kendimize asla... Peki kim bu başkaları? Sürekli kan kaybeden dünyada en çok can çekişenlerden biri de sanat olmalı... Hatta sanatın varlığı bile tartışmalı, varlığını öyle az hissediyoruz ki. Bizim sanatçı diyebildiğimiz ya da kendilerini sanatçı olarak tanımlayanlar, ama artık sanat üretememenin sancılarını yaşayanlar, sanatın can çekişmesine ait gerekçeler üzerine kafa yoruyorlar. Felsefeciler, sanat tarihçileri, kuramcılar, sosyologlar, herkes bir oldu soruyor: sanat neden can çekişiyor, ne yapmalı, çare ne? Bize yaşamı olduğu gibi anlatan, ait olduğu yaşamlardan soyutlanmamış bir şeyler hala üretilebiliyor mu? Yaşamın olduğu gibiliği yok olmuş sanki. Çözüm olarak bize sunulan düşünce; modernizmin de ömrünü tamamladığı, postmodern bir dünyanın kaçınılmazlığı altında, yapılacak tek şeyin, sanatçının var olan ve üretilmiş şeyler üzerinde yeniden bir yaratıma gidebilmesi. Çünkü keşfedilmemiş hiçbir şey kalmadı. Bu gidişte ne kadar anlaşılmaz, ne kadar kapitalizmi besleyen bir popülizm varsa, hassas kavramlara ve inanışlara ne kadar rahatsız edici biçimde dokunulabilirse o kadar başarıdan söz ediliyor. Gerçek ve yalanın dostluğu, para ve seksin dünyanın yegane gerçekleri olduğu konusunda bizi ikna edebilecek kadar güçleniyor. Aşk, sevgi, insanlık kavramları bu sistemin pazarlama stratejilerinin en çok kullanılan malzemeleri. Onlar pazarlanacak "şey"lerin albenili etiketleri. Bu dostluk bizim alkışlarımızla güçlenmiyor mu sizce? İşte biz, çıkmaz bir sokağın sonunda, tam da bu noktada şiiri unuttuk. Bir hatırlasak, sokak açılacak, bize ait ama unuttuğumuz o sokak canlanacak. Ah bir hatırlasak!.. Hepimiz arayışlarımızı, tutunabildiğimiz bir şeylerle somutluyoruz. Bazı insanlar, yalanla gerçeğin sorgulamasına girdiklerinde ve duyarsızlık yaftasının kurşun gibi ağırlığını hissettiklerinde ki ne güzeldir o his, uyanmak için yüzlerine çarpacak soğuk su kaynakları ararlar. Eğer bu arayışa giren kişi bir fotoğrafçı ise, bir izleyici olarak buna sevinirim, çünkü ruhumuzu besleyecek, kendimizi özdeşleyeceğimiz hikayelerin ayak sesleri kapıdadır. Oğuz Kurum, bir fotoğrafçı, arayışlarını fotoğrafla somutlaştıranlardan. Şiiri hiç unutmayan, sabırlı bir azınlıktan.
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
4
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fazıl Hüsnü Dağlarca (Fotoğraf: Oğuz Kurum)
Şiiri unutan dünyaya, fotoğraflarıyla şiir yazmaya çalışıyor. Şiiri unutmamakla yetinmiyor, unutturmamak için de önemli ve cesur bir çaba içine girdi. Cesur, çünkü objektifi ile şairlerin dünyasına girmek ve o dünyayı, kendi gördüğü gibi belgelemek cesaret ister. Her şair koca bir dünya iken, onlarca dünya arasında, her bir şairi eksiksizce fotoğraflara yansıtabilme çabası içine girmek cesaret ister. Üstelik artık cep telefonları ile görüntü tüketen bir dünyaya, ”fotoğraf ve şiir ne söyleyebilir ki?”nin inatçı bir cevabı onun fotoğrafları. Fotoğrafın içinde bir yaratma ediminin var olduğu ve fotoğrafçının da, pek çok sanatçı gibi yaratıcı bir kimliğe sahip olduğu gerçeğini yadsımıyorum. Ancak, unutmamamız gereken (çünkü maalesef hep unutuluyor) diğer bir gerçek de şu ki, fotoğraf, temelinde bir belge ve belge olmak amacıyla var edilmekte dersek, bu doğrultuda fotoğrafçı da bir belge üreticisidir diyebiliriz. Elbette bu belge, kadrajladığı konuyu, fotoğrafçının görüşünü, yaşama bakışını ve yaşamdaki duruşunu içine alarak ortaya çıkacaktır. Bir fotoğrafın, yaratıcısından soyutlanması, onun ifadelerini bize sunması kaçınılmaz. Ancak, fotoğrafçı bu türde bir belge yaratıcısı olma gerçeğini yadsıyıp, bir sanat eseri üretme çabasına girdiğinde, fotoğraf izleyicisi de benzer kaygılarla bir fotoğrafa baktığında, yani o da bir sanat eseri arayışına girdiğinde, her ikisinin de çıkmaz sokaklarda sonuçsuz arayışları hüsranla sona erecek, bu ülkenin fotoğraf camiası da, konu sıkıntıları ve sokak aralarında sümüklü çocuk fotoğrafları çekerek şöhreti yakalama telaşından kurtulamayacaktır. Oysa bu ülkenin topraklarına dağılmış, belgelenmeyi bekleyen ne çok konu var. O konular ki, belgelenmek için, yürek, bilgi birikimi, emek, sabır gerektirir, o konular ki fotoğrafı fotoğraf yapacak... Yaşamlar ve insanlık durumları, olduğu gibilikleri ile dört bir yana dağılmış bekliyorlar... Her şeyin tükendiği ve denendiği inancının aksine, özlediğimiz, eskide kaldığını düşündüğümüz, artık yok sandığımız anlar, duygular, insanlar ve iletişimler aslında varlar. Var olmasalar, hala nasıl bu özlem içinde olurduk, Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
5
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
bunlara ihtiyaç duyar, sıcak sohbetlerin kıyısına geldiğimizi hissettiğimizde, büyük bir heyecanla o sohbetleri uzatmaya çalışırdık.
Ülkü Tamer (Fotoğraf: Oğuz Kurum)
Var olmasalar, okuduğumuz şiirleri, hala nasıl tekrar tekrar okur, elden ele sevdiklerimize okuturduk. Eğer bir şiir okumak için, rastlantı eseri o gün bir arkadaşımızın, içinde şiir olan elektronik postasının bize ulaşmasını bekliyorsak ve çoğu zaman o iletiyi okumak için bile koşturmacalarımızdan taviz veremiyorsak, soruyorum, kim tüketiyor bu yaşamları? Oğuz Kurum, işte o belgelenmeyi bekleyen konulardan birini yaşam boyu sürdüreceği bir projeye dönüştürdü. Şairler... Onlar kim? Herşeyin tanımını alt üst edip yeniden tanımlayan postmodern dünya, şair tanımını da, “izm”ler sürecinde, hak ettiğini düşündüğü yere doğru sürüklüyor. Bu sürüklenişte, tüketim çılgınlığının, ezen ve ezilenlerin dünyasının, popülizmin getirisi ile beslenen yeni şair kimlikleri ortaya çıkarken, şiiri şiir yapan, şairin yüce kimliğini yürekleri ile yazan sözcük ustaları, bu çılgın dünyayı sabırla izliyor olmalılar diye düşünüyorum. Çünkü çok şükür ki onlar hala varlar, var olduklarını tek tük şiirlerine rastladığım dergilerden, ara sıra gazete köşelerine çıkan haberlerden biliyorum. Sabırlarını şiirlerinden okuyorum. Söyleşilerindeki kızmayan, bağırmayan, gülümseyen gözleri ile inatla yaşamın ne olduğunu anlatmaya çalışan hüzün kırıntıları ile bezenmiş yüzleri, varoluşlarının ağırlığını görmeye yetiyor. Onlar, şiirleri ile yalnızlığımıza dost, umutsuzluğumuza umut, çekingen adımlarımıza cesaret veriyorlar. Hala inanacak bir şeylerin var olduğunu anlatıyorlar. Sabırla dünyayı Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
6
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
izleyen bu yüzleri, fotoğraflarla yarına taşımayı amaçlayan Oğuz Kurum fotoğraflarının, bu anlamda çok değerli ve önemli olduklarını düşünüyorum. Bir şiiri ne kadar çok sevdiysem, bende ne kadar derin bir iz bıraktı ise, şairine olan hayranlık ve beğenim ile doğru orantılı olarak, benzer biçimde bu şaire olan ilgi ve merakım da o kadar artıyor. Hiç tanımadığım bu insanın, beni, bana ait bir gerçeği bu kadar iyi anlattığına inandığım bir şiiri yazması için, neler yaşadığını, hangi acıları ve sevinçleri yürek süzgecinden geçirdiğini düşünürüm. Benim inmeye cesaret edemediğim derinliklere inme cesaretini gösteren, gerçekle yüzleşmenin dayanılmaz acılarından geçmiş, Nietzschevari bir güçlenme ile o derinliklerden çıkmış dizelerin sahibini merak ederim. Gelmek istediğim nokta, bir şair fotoğrafına baktığımda, o fotoğrafta ne görmek istediğime dair beklentilerim. Bir fotoğrafçının bir şairi fotoğraflaması için, o şairin bütün şiirlerini de bir fotoğrafa koyabilme becerisi. Fotoğrafa bakan izleyicinin, eğer o şairi biliyorsa bildiği her şeyi o fotoğrafta görebilmesi. Şairi tanımayan bir izleyiciye onu anlatabilmesi. Oğuz Kurum fotoğrafları işte bunu yapmış. Bir şiir okuyucusu için en acı şeylerden biri, okuduğu şiirlerin sahibinin onu hayal kırıklığına uğratmasıdır. Eğer izleyici, bu hayal kırıklığını bir fotoğrafta yaşarsa, suç elbette şairde değil, fotoğrafçıdadır. Bu nedenle bir şairi fotoğraflamak dünyanın en zor işlerinden biri olmalı. Bütün şiirlerini okumak ve bilmek yetmez, şairin portresi ruhun karanlık odasında kendini ortaya çıkarana dek fotoğrafçının şairin dünyası ile özdeşleşmesi gerekir. Mesele bir kadraja bir şair koyabilmek değil, o kadraja o şaire ait dünyayı koyabilmek... Şiirleri okuduğumuzda hissettiklerimizi, bizdeki değişimleri o fotoğrafta duyumsayabilmek... Biz, şairlerini yakan bir ülkenin çocuklarıyız. Bu yüzden şairlere olan borcumuz çok büyük, ödenmesi mümkün olmayan bir borcu devraldık. Oğuz Kurum'un, fotoğraflarında gördüğüm belgeselci sorumluluğu ve bilinci, bu anlamda içimi rahatlatıyor. Fotoğrafları, şairlerle aramızda bir köprü, her şeyin bu kadar hızlı yok olduğu bir dünyada, şiirin yok olmasına izin vermememiz gerektiğini söylüyor. Şairler, hızla kirlenen bu dünyayı sabırla izlemek durumunda kalabilirler, dünya onlara başka bir şans tanımayabilir, bizim ise, borcu olan bir ülkenin çocukları olarak, yaşamın gerçeklik ve değerlerinin yok oluşunu önlemek adına, Oğuz Kurum'un davetine cevap vermemiz gerekiyor. Bir şairin kendisine ait olmayan ama o şairi anlatan bir şiiri olur mu? Olur. Oğuz Kurum, fotoğrafları ile şairleri anlatan şiirler yazmış: Siyah beyaz şiirler. Bizi şiire davet ediyorlar, bizi unuttuğumuz, hızla yanından geçip gittiğimiz yaşama davet ediyorlar...
Fotoritim Kasım 2007 Sayısı Oğuz Kurum : Simurg sunum yazısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
7
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
AMAN DĠKKAT!... SĠYASET FOTOĞRAFA BULAġMASIN!.. “Sen politikaya karıĢmasan bile, politika sonunda sana bulaĢır.” Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak için YaĢamak Bir fotoğraf izleyicisi olarak kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki. Aslında bu yalnızlık hissi, bir parçası olduğum ülke, dünya, işim, sosyal ortamlar, dernekler ve oluşumlar içinde de geçerli. Ve aslında, şöyle hanım hanımcık bir fotoğraf izleyicisi olsam, sadece fotoğrafları izlesem, sussam, konuşmasam, sorgulamasam, ara sıra “pek güzel olmuş!” sözcükleri ve yüzümdeki beğeni mimikleri ile gülümseyiversem, belki bir yalnızlık sorunu kalmayacak, ama olmuyor işte, suç fotoğraflarda, beni kendine baktıran her fotoğraf beni provoke ediyor, kışkırtıyor, içimde bir şeyler susmuyor, sonunda olan oluyor… Ben bu hisler içindeyken, birisi bir soru sordu: “Fotoğraf dernekleri nasıl olmalı?” Bu soru üzerine düşünürken, aklımdan çağrışım üzerine çağrışım geçti ve fark ettim ki, benim yalnızlığım bu ülkedeki bir fotoğrafçının yalnızlığının yanında hiçbir şey. Fotoğrafçı dediysem, yeni nesil kitap okumamayı maharet sayan deklanşöre basıp Photoshop‟a takla attırmakla övünen sihirbazlardan bahsetmiyorum, yaşamını fotoğrafa koyanlardan bahsediyorum. İşte o fotoğrafçılara sesleniyorum, ey fotoğrafçılar söyleyin bana, bu ülkedeki fotoğraf dernekleri sizin yanınızda mı? Bence değil. Bu soruya “evet” diyenlere ikinci sorum olacak: Hangi fotoğrafçının, dolayısıyla hangi fotoğrafın yanında? “Fotoğraf, adeta tek baĢına kimliksizdir. Ona kimlik kazandıran fotoğrafçının duruĢudur, birikimidir. “(1) Fotoğraf benim için, her şeyden önce “Sen kimsin?” sorusuna verecek bir cevabı olan, verecek bir cevabı olmasa da bu soruya cevap vermek uğruna kendisi ve yaşamla kavgasını sürdüren fotoğrafçının ürettiği bir şey. Yaşamla ve kendisi ile kavgası olmayan, derdi olmayan biri fotoğraf çekebilir mi? Elbette çeker, ama çektiği şeye o fotoğraf diyebilir, ben diyemiyorum. Neden mi? Size uzun bir hikaye anlatmam gerekiyor. Fotoğraf mikrobunun henüz hücrelerime bulaşmadığı zamanlardı. Yıllar önce bir gün İstanbul Akmerkez‟de Remzi Kitabevi‟ndeyim bir arkadaşımla. Yüksekçe bir yere, kapağını herkesin görebileceği bir şekilde bir fotoğraf albümü koymuşlardı. Arkadaşım donakalmış bir ifade ile bana kitabı gösterdi. Kapaktaki fotoğrafa baktığımda ben de donup kaldım. Coşkun Aral‟ın Sözün Bittiği Yer isimli kitabı. Yaşamın gülümseyen yüzünden başka bir şey bilmeyen çocuklardık henüz ve ilk defa bir savaşın fotoğrafını görmüştük. Bir insanın, çocuk denecek yaşta, yani bizim yaşlarımızda bir gencin, tüm varlığı ile silahla bütünleşmesini görmüştük. Silahtan çıkan kurşun değil çocuğun bütün varlığıydı; bizim sahip olduğumuz ama onun asla sahip olamadığı yok edilmiş sevdaları, düşleri, duyguları, tüm inancıydı silahtan boşalanlar. Yaptığı işten neredeyse haz alarak şiddeti temsil edişini görmüştük o fotoğrafta. Sarsılmıştık. Çevremizden insanlar gelip geçiyor, biz kıpırdayamıyorduk. Sonra fotoğraf mikrobu hücrelerimde dolaşmaya başladı ama ben uzun süre, karşıma çok çıkmasına rağmen, Sözün Bittiği Yer‟in kapağını açıp içine bakmaya cesaret edemedim. Başka bir gün karşıma Nick Ut‟un, Vietnam‟da Napalm Saldırısı sonucu tüm vücudu yanıklar içinde kalan bir kız çocuğunun koşan fotoğrafı çıktı. Sonra gittim Sözün Bittiği Yer‟in bütün fotoğraflarını inceledim. Yaşamla ilgili duruşumun ve düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi büyük, çocukluğumun ruhunu ve yüreğini zedeleyen iki olay var: biri Sivas katliamı, diğeri Uğur Mumcu katliamı. İnsanın insana yapabileceği vahşetin ilk gördüğüm kanıtlarıydı bu olaylar. “Sözün Bittiği Yer” ile kesinkes karar vermiştim: insan dünyanın en acımasız, en vahşi yaratığıydı. Vahşi yaşamın canlılarının karınlarını doyurmak için diğer canlıları öldürme Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
8
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
biçimleri belliydi. Yani eğer onlar vahşi ise, bu nasıl bir vahşilik bunu biliyorduk. Ama insanın vahşetinin sınırı yoktu. Coşkun Aral fotoğrafları bana bunu öğretti. Eğer bir fotoğraf, bende, herhangi birinde, bu kadar büyük bir sarsıntı yaratabiliyorsa, dünyanın daha güzel olacağına dair umutlar da yaratabilmeliydi. Ama nasıl? Öncelikle engelliler ve fotoğraf konusunda neler yapıldığını merak ettim. Türkiye‟de bu konuda yapılan çalışmaları araştırdığımda karşıma tek çıkan Merih Akoğul‟un Başarmak projesi oldu. Başarmak dışında ciddi bir proje bulamadım. Acaba yurtdışında neler yapılmışı sorguladığımda, kaşıma çıkan bambaşka konularda bambaşka projeler ve fotoğraflar beni şaşkınlığa, dehşete, hayranlığa ve coşkuya sürükledi. Bu süreçte, fotoğrafla dünyayı değiştirme düşüne katkı sağlayan Salgado, Capa, Bresson, Koudelka, Jakop Riis, Lewis Hine, Dorothea Lange gibi birçok fotoğrafçının çalışmaları ile karşılaştım. Türkiye şaşılacak derecede bir hızla karanlığa doğru ilerlerken, sanat ve sanatçı kavramları paramparça edilirken, neredeyse herkes iktidarın sesi olmuşken, Altan Bal‟ın “fotoroportaj.org” kanalı ile toplumun sesi olmaya çalışan yalnız çığlığını gördüm; o çığlığın “Bekar Odaları” ve “Kamyoncular”da nasıl dile geldiğini… Gazetede bir haberle karşılaşıyorum; Murat Yaykın “İmbroz, Burada Yalnız Ölüm Var” projesi ile “insan”a doğru bir şeyleri değiştirme çabasında iken, muhalefet başka bir fotoğrafçıdan geliyor; fotoğrafçı olduğu söylenen Kazım Zaim, Yeni Çağ gazetesine yazdığı yazıda 'Murat Yaykın Türk mü?' diye soruyor. (2) Örnekleri buyurun siz çoğaltın. Fotoğraf dernekleri elbette verdiğim örneklerdeki isimlerin yanında ve verdikleri destek de çok önemli, ama söylemek istediğim bugün var olan şekilde, projeler tamamlandıktan sonra sadece sergilerde boy göstermekle, alkış ve tebriklerden oluşan bir destek değil. Bu projeler gerçekleşirken fotoğrafçının projenin kendisine dair zorlukları büyük bir inançla göğüslediğine eminim, ama bu ülkede fotoğrafçıyı en çok zorlayanın, yaptığı işin karşısında yer alan zihniyetlerin çokluğu olduğunu düşünüyorum. Maalesef değişime, sorgulamaya, düşündürmeye kapalı bu zihniyetler bu projelere destek olması gereken fotoğraf çevrelerinden çıkıyor. İşte bu noktada, fotoğraf derneklerinin duruşu, çizgisi, temsil ettiği düşünceler ile sözünü ettiğim zihniyete karşı bir tavır alması gerekiyor. Fotoğraf dernekleri, temsil ettikleri düşünceye taraf olması gerekiyor. Fotoğraf derneklerinin fotoğrafa ve fotoğrafçıya bu şekilde bir destek vermesinin, Türkiye fotoğrafının gelişiminde önemli bir rol oynayacağını düşünüyorum. Türkiye‟de değil de, dünyanın başka coğrafyalarında yaşanan açlık, yoksulluk, dinleri, ırkları düşünceleri nedeni ile ötekileştirilenlerin gördüğü toplumsal baskılar, engellilerin dramı, eşcinsellerin maruz kaldığı baskılar, aids hastalarının çaresizlikleri, işkence gören mahkumlar, tecavüze uğrayan kadınlar, çocuk istismarı, kadın ticareti gibi dünyanın çirkin yüzüne ait fotoğraf projelerini alkışlıyoruz, takdir ediyoruz, hatta ve hatta Türkiye‟den fotoğrafçılar bu uzak coğrafyalarda bu konuları çekip burada gururla bu işleri sunarken biz de gurur duyuyoruz. Ama iş, aynı konuların bizim topraklarımızda yaşanan gerçekliğine geldiğinde kimse yaraya dokunamıyor. Sanki bu ülke şiş kebaptan, lokumdan, harika tatil kıyılarından, zengin doğasından, turist kızların bayıldığı Türk erkeklerinden ibaret. Hele ki Balat‟ın fotoğrafçılardan muzdarip sümüklü çocuklarını söylemeden geçemeyeceğim ve özellikle sümüklü olmaları gerekiyor! Türkiye‟nin gerçeklerine fotoğraf makineleri ile tanıklık eden fotoğrafçılar elbette var, hem de sayıları hiç de azımsanacak gibi değil, ama yalnızlar, yaptıkları bize ulaşmıyor, bunu gerçekleştirecek imkanları ve ortamları yok, onları destekleyen bir fotoğraf çevresi de. Fotoğraf dernekleri neden var? Ana amaç, fotoğrafın varlığını sürdürmesi ve geliştirmesi, fotoğrafın yaygınlaşması değil mi? Peki hangi fotoğraf? Fotoğraf dernekleri, fotoğraf sevdalılarının bir araya gelebilmeleri, paylaşarak üretebilmeleri için değil mi? Fotoğraf dernekleri bu amacın üstüne kurulan varlıklarını, içinde yaşadıkları toplumun ve coğrafyanın gerçeklerinden uzak, suya sabuna dokunmadan, fotoğrafın nasıl çekildiğini anlatan eğitimleri ve “aman kimsenin yarasına dokunmasın”a uygun fotoğraf sergileri ile Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
9
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera sürdürebilirler mi? Elbette sürdürebilirler, duyarlılığının çapı kadar bir varoluşla…
Fotoritim e-Kitapları vicdanlarının
ve
fotoğrafçı
kimliklerinin
Bugün maalesef, dijital fotoğraf tekniğinde usta olup Roland Barthes okumamakla övünen fotoğraf eğitmenlerinin fotoğraf derneklerinde fotoğraf eğitimi verdiği günlerde yaşıyoruz. Bu bana İbrahim Tatlıses‟in kendisini okumadığı için eleştirenlere “Urfa‟ya Oksford geldi de biz mi okumadık” cümlesini hatırlattı. İbrahim Tatlıses‟lerin baştacı edilip, Fazıl Say‟ların yok sayıldığı bir toplum olmamızda fotoğraf derneklerini suçlayacak değilim, sadece bir gün photoshop harikalarıyla dolu bir dijital çöplükle baş başa kalmamayı diliyorum. İbrahim Tatlıses de bir değer ve elbette olacak, ama Fazıl Say‟ların da en az İbo‟lar kadar saygı gördüğü bir toplumda, dolayısıyla böyle bir toplumun fotoğraf dünyasında yaşamak istiyorum. Fotoğraf çekmeyen birinin, yani benim gibi bir fotoğraf izleyicisinin Türkiye‟deki fotoğraf dernekleri üzerine söz söylemesi zor, çünkü böyle bir araştırma yapmadım. Bildiğim tek şey, ne zaman fotoğraf ortamlarında, Türkiye‟de yaşanan olaylara dair birileri bir şeyler söylese, oldukça kalabalık ve yetkili seslerin aman fotoğrafa siyaset karıştırmayın, aman derneğimizi yıpratmayın feryadları. Fotoğraf ve siyasetin birbirinden bağımsız olduğuna dair bu içi boş söylem kimler tarafından nasıl çıkarıldı akıl alır gibi değil, ama görünen o ki bu söylem de bir Türkiye gerçeği olmuş. “Fotoğraf Üzerine” ve “Camera Lucida”yı bile okumaya tenezzül etmeyen, sahip oldukları makinelerin fiyatlarının yüksekliği ve öğrendikleri photoshop teknikleri kadar kimlik sahibi olan bir fotoğrafçı ordusundan çok şey bekliyorum sanırım. “Bugün bir olay kesinlikle fotoğraflanmaya değer bir Ģey anlamına gelse de, hala o olayın nelerden oluĢtuğunu belirleyen tek Ģey (en geniĢ anlamıyla) ideolojidir. Bir olayın kendisi isimlendirilip tanımlanıncaya kadar, o olaya ait fotografik ya da baĢka tür bir kanıt bulunamaz. Ve olayları oluĢturabilen – daha doğrusu tanımlayan – Ģey hiçbir zaman fotografik kanıt değildir; fotoğrafın katkısı her zaman olayın isimlendirilmesinden sonra gelir. Fotoğrafların ahlaki olarak etkili olup olamayacağı, ilgili bir siyasi görüĢün var oluĢuna bağlıdır. Ardında bir siyaset olmadan, tarihin kıyım fotoğraflarına herhalde yalnızca gerçekdıĢı ya da moral bozucu duygusallıklar olarak bakılacaktır.” (3) Fotoğraf derneklerinin bu ülkedeki varlıklarını çok önemsiyorum. Çünkü birlik olmanın, paylaşmanın, bir şeylere ortak imza atabilmenin sarsılmaz gücüne inanan bir insanım. Yukarıdaki eleştirilerim, fotoğraf derneklerine değil, bu ülkenin fotoğraf ortamını oluşturan fotoğrafçılarına. Çünkü fotoğraf dernekleri fotoğrafçılardan oluşuyor. Fotoğraf derneklerinden beklentilerimizi ve onlara yaptığımız eleştirileri, derneklerde büyük bir özveri ile çalışan, emek veren bir avuç insana yüklemek doğru değil. Farklı düşünceleri ve fotoğraf anlayışları ile bu ülke fotoğrafının renklerini oluşturan fotoğrafçıların, derneklerin çatısı altında birbirlerine destek olmaları gerektiğini düşünüyorum. Benim tanık olduğum kadarı ile durum hiç de öyle değil. Fotoğraf derneklerini, siyasetten ve içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerinden uzak tutarak yıpranmaktan koruyamayız. Farkında mısınız, dünya yıpranıyor, ülkemizde Atatürk‟ün bıraktığı miras yıpranıyor, sahip olduğumuz değerler yıpranıyor, insanlık yıpranıyor. Diğer yandan, fotoğraf derneklerinin ülke gerçekleri ile yüzleşmesini de, derneklerde çalışan bir avuç insandan bekleyemeyiz, kimsenin buna hakkı yok, bu yüzleşme ancak herkes el ele verirse gerçekleşebilir. Sözün özü; “Nasıl bir fotoğraf derneği?”nin cevabı, öncelikle “fotoğraf” ve “fotoğrafçı” tanımlarından geçiyor. “Sen kimsin?” sorusu ile haşır neşir, yaşamla ve kendi ile derdi olan fotoğrafçıların buluştuğu ve yine kendileri gibi fotoğrafçılar yetiştirmeyi başaran bir çatı kurmayı başardığımızda, bu çatıları Türkiye‟nin her yanına yayabildiğimizde, Türkiye fotoğrafı diyebileceğimiz bir kavramı da yaratabileceğimize ve hak ettiği yere oturtabileceğimize inanıyorum. Ey fotoğrafçı söylesene bana; en son ne zaman bir fotoğrafa baktığında gözlerin yaşardı? Bu soruyu kendime sık sık soruyorum. Eğer uzun süredir gözlerimi yaşartan bir fotoğrafla karşılaşmadıysam, gidip bende derin izleri olan fotoğraflara yeniden bakıyorum, ağlamayı Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
10
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
unutmamak için. Utanmayı unutmamak için. Yaşama hakkını vererek gülümseyebilmenin kıymetini unutmamak için... Bir fotoğrafa baktığınızda yoksa sizin hiç gözleriniz yaşarmadı mı?... (1) Gültekin Çizgen, 101 Kompozisyon 101 Yorum (2) Radikal (3) Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine
Fotoritim Fotoğraf Dernekleri ePanel Yazısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
11
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
FOTOĞRAF HĠÇBĠR ġEYDĠR, FOTOĞRAFÇI HER ġEY!..
“Kendinize karĢı dürüstseniz, fotoğrafınız gerçek olur.” Arto Tunç Boyacıyan*
Fotoğraf: Murat Pulat**
Başlığın ilk bölümü bana ait değil, “Fotograf hiçbir Ģeydir; beni ilgilendiren hayat.” diyen Henri Cartier-Bresson‟a ait. Benzer ifadeler, “ustalar” dediğimiz pek çok fotoğrafçı tarafından da dile getiriliyor. Bresson, yarım asırlık pratikten sonra fotoğrafında hiçbir gelişme kaydetmediğini, fotoğrafları önemli ve dünyaca ünlü sanat galerilerinde sergilenip Sanatın Öyküsü (EH Gombrich) isimli kitaba girmeyi başaran tek fotoğrafçı olmasına rağmen fotoğrafın sanat olmadığını, öncelikle bakışın geldiğini ve insanın görsel heyecanlarını aktarırken kullandığı tekniğin önemi olmadığını söylediğinde, zamanının fotoğraf ortamlarında oldukça büyük tepki görmüş. Düşünsenize, savaşlarda canı pahasına fotoğraf çekmiş, hatta bu uğurda Almanya‟da esir kampına düşmüş, belgesel fotoğrafın babası sayılabilecek bu fotoğrafçı, fotoğrafı hiç tereddüt etmeden bir hiç olarak görüyor. Kendisine diğer fotoğrafçılar hakkındaki fikirleri sorulduğunda, bir fikrinin olamayacağını, çünkü fotoğrafın var olmadığını söylemiş. (1) Bresson, kendi fotoğrafları da dahil, hayatı boyunca en çok etkilendiği tek bir fotoğraf olduğunu belirtiyor: Martin Munkacsi tarafından 1929-1930 yıllarında çekilmiş bir fotoğraf. Afrika‟da Tanganyika gölünün dalgalarına doğru atlayan üç tane çıplak siyah genç. Bresson‟un yıllarca, evinin görünür bir yerinde duran tek fotoğraf da bu fotoğraf. Etiği ve fotoğrafın kurallarını reddettiğim geçen yazıma, fotoğrafın özgürlüğü kavramı da dahil, tepkiler aldım. Ne güzel. Rahatsız etmeyi ve rahatsız olmayı seviyorum. Çünkü, rahat koltuklarımızda ruhumuzun dinginliğini koruyarak, daha güzel bir dünyada yaşayacağımız yalanına inanmıyorum. Ülkemizdeki fotoğraf ortamlarının en büyük eksiği, Bresson‟un yarattığı Karar Anı (The Decisive Moment) kavramını, anı yakalamaktan yola Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
12
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
çıkıp, “fotoğraf”ı deklanşöre basma anı ile özdeşleştiren ve dolayısıyla o ana indirgeyen anlayışların hakimiyeti. Fotoğrafa dair çok konuşuyormuşuz gibi görünsek de, aslında hiç konuşmuyoruz. Bir anın görüntüsünün, teknik olarak nasıl ortaya çıktığı ve somut hikayesini konuşuyoruz, evet, ama o ana ait koca bir geçmişi ve hatta geleceği konuşmuyoruz. Çünkü konuşmak için biriktirmek gerek, okuyarak, görerek, dinleyerek, hissederek, emek vererek ve yaşayarak biriktirmek gerek. Bir fotoğrafa baktığımızda, fotoğrafçı o fotoğrafın neresinde, nasıl var oluyor? Fotoğrafçı kimdir, adı, sanı, özgeçmişi ile değil, fotoğrafta var olan kimliği ile fotoğrafçı kimdir? Bunu kaç kişi düşünüyor? Neden düşünmüyoruz peki? Eğer etikten söz edeceksek, benim için sadece insanın/insanlığın etiği var: insanı yücelten, insanı aşağılamayan. İnsanı var eden, yok etmeyen. İnsanı hatırlatan, unutturmayan. Dünyanın her yerinde var olan şiddet, savaş, kan, ölümler, katliamlar, dünyanın o hiç de sevmediğimiz, görmek istemediğimiz yüzüne dair ne varsa, fotoğraflarda da var olması kaçınılmaz. Anlatmak, göstermek, unutmamak için. Vicdanı, utanmayı ve insanı unutmamak için. Bir izleyici olarak, bir fotoğrafa baktığımda, neyi nasıl anlattığına bakıyorum. Bunu yaparken, aslında her fotoğrafta, fotoğrafçı da izleyici de kendini aramıyor mu? Kendi ile yüzleşmiyor mu? Eğer bir fotoğrafta kendimi bulabiliyorsam, orada fotoğrafçı var demektir. Hayata nasıl bakıyorsak, hayat bize öyle görünüyor. Yüzümü acılara dönüyorsam, acı çekiyorum, çocuk gülüşlerinin peşine takıldıysam, bulduğum sürece umutluyum, mutluyum. İşte bu noktada, etiği ve fotoğrafın kurallarını reddediyorum. Bir fotoğraf, dolayısıyla o fotoğrafın yaratıcısı fotoğrafçı, beni kendimle yüzleştirebiliyorsa, fotoğraflarında kendimi bulmama neden olabiliyorsa, tüm kuralları aşacak kadar o kuralları iyi bildiğini ve uyguladığını, etiği sorgulatmayacak kadar yaşamda sağlam bir duruşu olduğunu düşünüyorum. Etiği ve kuralları sorgulayacak olan, fotoğrafa bakan ben ya da bizler değil, fotoğrafçının kendisi olmalı. Bir fotoğraf karşımıza çıktığında, etiğini ya da kurallarını sorguluyorsak, o fotoğraf daha olmamıştır, fotoğrafçı da. Dolayısıyla, elbette etikten ve fotoğrafın kurallarından söz edebiliriz, elbette bunları sorgulayabiliriz. Fakat ben kendi adıma, bu işi fotoğrafçının kendisine bırakıyorum. Herkes gibi bazen izleyici de yanılabilir, kendini bulduğu fotoğraflarda aslında kendi olmayabilir, ya da inandığı bütün doğruların yanlışlığı ile yüz yüze gelebilir. Nazif Topçuoğlu, Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor isimli kitabında “Fotoğraflar yalan söylemez, bilgisayarlar hata yapmaz, silahlar adam öldürmez; her üç durumda da, istenmeyen ve yanlıĢ olan Ģeyi adı geçen araçları belirli biçimlerde kullanan insanlar yapmaktadırlar, isteyerek veya istemeyerek.” diyor. Bu noktada gelin, en meraklı yanımızla şu soruyu soralım kendimize: Fotoğraf adına gerçekleştirdikleri ile fotoğraf tarihine, hele de belgesel fotoğraf konusunda, adını başköşeye yazdıran Bresson gibi bir fotoğrafçı, en sonunda fotoğrafın bir hiç olduğunu söylemek için, neden hayatının yarısını fotoğrafa verdi? Pierre Assouline, Bresson‟u anlattığı kitabında, bu sorunun yanıtını şöyle veriyor: “Onun bakışının hikayesi, tüm hayatı boyunca kendine hep aynı soruyu sormuş, ama cevabı olmadığı için de hiçbir zaman buna cevap bulamamış bir adamın hikayesidir: „Asl olan nedir?‟” Ey sevgili fotoğrafçı, cevabı olmayan bir sorunun peşinde koşmaya cesaretin var mı? Hem de öyle üç beş sene değil, bir ömür boyu!... Ey sevgili fotoğrafçı, neden fotoğraf çekiyorsun? Bir şekilde var olmak için mi, ün için mi, para için mi, kız ya da erkek tavlamak için mi? Anlamak ve anlatmak için mi? Görmek ve göstermek için mi? Yaşadığın toplumun ya da dünyanın yaralarına merhem olmak için mi? Acıyı dindirmek için mi? Umut vermek için mi? Nedeni her ne olursa olsun, ortaya çıkan “şey”e fotoğraf diyebilmek için, deklanşöre basmaktan, fotoğraf gezilerinden ve kurslarından, fotoğraf paylaşım sitelerinden, Balat‟ın sümüklü çocuklarından daha fazla şeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafçının ismini sosyal sorumluluk projelerinden birinde görmek gibi mesela. Tuzla‟daki dramı gündeme taşıyan fotoğrafçıların bir parçası olmak gibi mesela. Fotoğrafları ile ezilenin yanında olmak gibi mesela. Dünya ve fotoğraf tarihine ismini yazdıran en az yüz Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
13
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
fotoğrafçının neler yaptığından haberdar olmak gibi mesela. Fotoğraf yarışmalarında ödül almak yerine, yarışmaların kime ve neye hizmet ettiğine göre yarışmalara katılmak ya da katılmamak gibi mesela. Ara sıra sokaklara çıkıp, fotoğraf çektim geldim demek yerine, bazen birkaç yıl, bazen koca bir ömrü bir düşünceye, inanca, bir insanlık düşüne adayarak fotoğraf çekmek gibi mesela. Türkiye'deki fotoğraf ortamını eleştirdiğim bir yazışmada, sevgili Özcan Yurdalan hocamız bana şöyle bir cevap verdi: "Fotoğrafçıların ele almasını istediğin konularda yaşanacak değişimin, iki fotoğraf ile üç fotoğrafçının işi olmadığını keşke hepimiz bilsek. Kamusal alanda sorumluluk almadan, siyasal faaliyetten uzak durarak, toplumsal eylemlere katılmadan, örgütlü mücadele vermeden, fotoğraf makinesiyle mucizeler yaratma, ne problem varsa hepsini bir çırpıda çözüverme hevesine kapılmasak keşke, fotoğrafı da şişirmesek." Genç yaşına rağmen, yaşama bakışı ve yaşamdaki duruşu ile, fotoğrafçı olsak da olmasak da, hepimize örnek olması gerektiğini düşündüğüm Altan Bal‟a sormuşlar, bu kadar kişiye fotoğraf dersi veriyorsun, bugüne kadar içlerinden sürekli fotoğraf üretenler çıktı mı, diye. Evet, 5-6 kişi var demiş, sonra düşünmüş, sürekli fotoğraf üretenlerin ortak özelliği, fotoğraf dersi almadan önce de zaten çok ciddi birer okur olmalarıymış.(3) www.belgeselfotograf.com ‟da yayınlanan Altan Bal ile yaptığım röportajı şiddetle tavsiye ediyorum. Altan, fotoğraf ve fotoğrafçıdan önce, nelerin sorgulanması ve tanımlanması gerektiğini çok güzel anlatıyor o röportajda. Fotoğraf, hedefimiz değil de, hedeflediğimiz yaşama ulaştığımızda ortaya çıkan bir şey olmalı. Fotoğraf için emek harcamadan önce, inandığımız doğrular, ömrümüzü adayabileceğimiz değerler için emek harcamalı, fotoğraf o doğruların ve değerlerin yansıması olmalı. Deklanşöre basmak anlık bir iş. O ana gelmeden önce, o ana anlamını verecek bir yaşamı var etmeliyiz. Mehmet Eroğlu, “Bir yazar olmak için, büyük yaşamak gerek” der. Fotoğrafçılar için de bu geçerli. Büyük yaşamak için, yat-kat sahibi olmak gerekmiyor. Son model fotoğraf ekipmanına sahip olmak gerekmiyor. Fotoğraftaki öyküler, kendi öykümüzün yolundan geçiyor. Bir öykümüz yoksa, fotoğraflarımızın öyküsü de yok. Fotoğrafçı her şeydir. Çünkü ancak o söyleyebilir bana doğruyu ve yalanı, aşkı ve nefreti, umudu ve umutsuzluğu, düşleri ve düş kırıklıklarını. Fotoğrafçı yaşamda nerede duruyorsa, fotoğrafta da orada duruyordur. Fotoğrafçı neye inanıyorsa, fotoğraf bizi ona inandırır, fotoğrafçı neyi reddediyorsa, fotoğraf da reddeder. Fotoğraflar bize hiçbir şey söylemezler, fotoğrafçı söyler; neyi anlıyorsa onu anlatır, neyi görüyorsa onu gösterir. Fotoğrafın derinliği, fotoğrafçının derinliği kadardır. “Ġnsan insana ulaĢır.” (2) Fotoğraf insana ulaşmaz, fotoğrafçı insana ulaşırsa, fotoğrafta da insan insana ulaşır. Farkında mısınız; fotoğraf makinelerinin modeli yükseldikçe, özellikleri çoğaldıkça, çeşidi arttıkça, fotoğrafçı sayısı azalıyor. Fotoğraf, fotoğraf teknolojisindeki gelişme ile ters orantılı olarak erozyona uğruyor. “Dijital teknoloji sayesinde, Cartier-Bresson olmadan, Cartier-Bresson yaratabilirsiniz.” Eğer amacınız kendinizden bir Bresson yaratmaksa, evet, günümüzde bunu başarmak pek de zor değil, benzer fotoğrafları üretmek bugünün teknolojisi ile mümkün belki. Ama kolay herkes tarafından başarılabilir ve birçok benzerinizle karşılaşabilirsiniz. Ve sonuçta, hiçbir zaman Bresson olamazsınız, sadece benzeri olursunuz. Her şey olmak zordur. Çünkü en başta “kendi olabilmek” zordur. En önemlisi; her şey olsan bile, yaşamına olabilecek her şeyi sığdırsan bile, dünyanın bütün savaşlarını görmüş, bütün acılarına tanık olmuş bir gezgin olmana rağmen, çocuk saflığını ve duruluğunu kaybetmemiş, katıksız bir alçakgönüllülükle, sanki hiçbir şey yapmamışsın gibi, “daha olmadım!” diyebilmek zordur. Bazı soruların cevabı yoktur, yine de peşinden koşulur. Fotoğrafçı olmadan, fotoğrafa ve fotoğrafçıya dair bu kadar ahkam kesmemi yadırgayanlar olabilir. Bresson, Çin hakkında yayınlanacak albümüne Sartre‟dan yazı istemiş. Sartre, Çin‟e hiç gitmediği için yazıyı da yazamayacağını söylemiş. Bresson da, Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
14
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
“Ne fark eder, rahipler de hiç evlenmiyorlar, ama kadınlar hakkında pek çok şey biliyorlar.” demiş. Sartre, Çin‟e gitmeden, Çin fotoğrafları üzerine yazısını yazmış. Ben, elbette Sartre değilim, ama zaten siz de Bresson değilsiniz!... Peki, sen kimsin fotoğrafçı?... Sus… Çünkü cevabının sözcükleri yok! Tek bir fotoğraf hiçbir şey söylemez! Hani fotoğrafların?... Fotoğrafçı nerede?... * Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj. ** Fotoğraf: Murat Pulat (www.muratpulat.com) (1) Yazıda geçen Bresson ile ilgili alıntı ve bilgiler Pierre Assouline‟nin Yüzyılın Gözü Henri Cartier-Bresson ve Ġlker Maga tarafından hazırlanan Henri Cartier-Bresson Karar Anı isimli kitaplardan alınmıĢtır. (2) Oya Baydar, Kayıp Söz. (3) http://www.belgeselfotograf.com/aid=185.phtml
Fotoritim Eylül 2008 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
15
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
DERĠNLĠK “Ġlginç olan Ģu, biz henüz çerçevenin içine girebilmiĢ değiliz. Galeri, kitapta ya da herhangi bir yerde, bir yüzey üzerinde resim gördüğümüzde gerçekten yüzeyine bakıyoruz. Ama o fotoğraf bir derinlik taĢıyor. Biz bunu konuĢmaya değer bulmuyoruz.” Mehmet Kaçmaz*
Fotoğraf: Süha Derbent**
Hadi konuşalım!...
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
16
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğraf dediğimiz iki boyutlu yüzeyi “derin” yapan nedir? Hani şu Roland Barthes‟ın Camera Lucida‟sından yayılıp, hepimizin diline yerleşmiş studium-punctum meselesi; fotoğraftaki punctum nasıl var edilir? Bu punctum denen şey, yenilir mi, içilir mi, tanımı kuralları var mı, ki alalım da fotoğrafa tak diye koyuverelim? Fotoğrafçı, fotoğrafının kadrajını, ışığını ayarladığı gibi derinliğini de ayarlayabilir mi? İzleyici şıp diye anlar mı o derinliği? Peki ya anlamazsa, anlayamazsa? Fotoğraf mı derinlikten yoksun, yoksa izleyicinin anlayışında mı bir noksan var diyeceğiz? Kim karar verecek fotoğrafta derinlik var mı yok mu meselesine? Fotoğrafa dair pek çok kavram gibi, “derinlik”in de konuşarak, tartışarak, anlaşarak tanımlanabileceğine, ortak bir paydada buluşulabileceğine inanmıyorum. Fotoğrafın “ne” olduğuna dair ortak bir tanımın olmasına inanmadığım gibi… Benim içimde fırtınalar estiren bir fotoğrafın, bir başkası için hiçbir anlam ifade etmeyebileceği gerçeğine dayanarak, bu derinlik kavramının da, fotoğrafçı ya da izleyici olsun, kişilerin düşünce, duygu ve tercihlerine göre biçimleneceği kanaatindeyim. Bu noktada, fotoğrafın hangi kategoride olup olmadığının hiçbir önemi yok. İster belgesel fotoğraftan bahsedelim, ister böcek makrolarını temel alalım, “derinlik” dediğimiz şey, geçmişimiz, bilgi birikimimiz, ilgi alanımız, fotoğraf pratiğimiz ve hatta fotoğrafa baktığımız andaki ruh halimiz ya da bulunduğumuz koşullar itibari ile var ya da yok olabiliyor, şiddeti yüksek ya da yok denecek kadar az olabiliyor. Elbette belgesel fotoğraf, fotoröportaj vs. gibi alanlarda, başka kategorilerde yer alan fotoğraflara nazaran, bir dizi fotoğrafın bir konuyu belirgin ve net biçimde anlatma çabasını yadsımıyorum, ancak bu tür çalışmalarda da, konu ne kadar çarpıcı olursa olsun, derinliği fotoğrafçının ve izleyicinin yaşamdaki varoluş ve duruş biçimlerinin belirlediğini düşünüyorum. Bir sonuca varmayı hedeflemediğim bu yazıda, benim bu konuya değinmemin sebebi ise, derinlik şudur budur diye ahkam kesmek değil. Benim derdim bu yazıya ilgi gösterecek bir avuç fotoğrafseverle sohbet etmek, hepsi bu. Yukarıda Mehmet Kaçmaz‟dan alıntıladığım gibi, fotoğrafı neredeyse değerini “hiç” ederek deliler gibi tüketiyoruz, ama “fotoğraf”a dair hiç konuşmuyoruz. Bu durum, fotoğrafın tükenişini daha da dramatikleştiriyor. Dolayısıyla, eğer bir fotoğrafta bir “derinlik” söz konusu ise, o şey her ne ise, okyanusların derinliklerinde bulunmayı bekleyen bir batık gibi kalıyor, sonsuza kadar… Samih Rıfat, Akla Kara Arası isimli kitabında çeşitli fotoğraf örnekleri vererek fotoğrafları okuyor, okutuyor. Bir sayfada, Ara Güler‟in siyah beyaz bir fotoğrafı yer alıyor. Bir yokuşun başında, bahçe içinde eski bir ev. Samih Rifat‟ın verdiği bilgilerden bir konak fotoğrafı olduğunu anlıyoruz, fotoğraf da komşu konağın balkonundan, tepeden çekilmiş. Bahçede, başında şapkası bir adam, sırtı bize dönük. Fotoğrafın Ara Güler‟e ait olduğunu bilmeden baktığınızda fotoğraftan yansıyan eski bir hüzün, fotoğrafçının kimliğini öğrendikten sonra, Ara Güler‟in pek çok fotoğrafında olduğu gibi, izleyicide kelimeleri kifayetsiz bırakan duygulara neden oluyor. Fotoğrafın bir yerinde kendimizden parçalar var, kendimize dair bir şey buluyoruz, ama tanımlaması güç. Bir parça yalnızlık, biraz hüzün, yaşamın sadeliği ve basitliğine dair bir şeyler. Fotoğraftaki dinginlik ve huzura özlem duyuyoruz belki. Fotoğrafa dair düşüncelerimiz bu düzeydeyken, Samih Rıfat‟ın açıklamaları ile fotoğraf zihnimizde yeni açılımlara neden oluyor. Fotoğraftaki evin Erenköy‟de bir konak, sırtı dönük adamın ise kaybettiğimiz şairlerimizden Metin Eloğlu olduğunu öğreniyoruz. Metin Eloğlu‟nu tanımayanlar için bu bilgiler bir şey ifade etmeyebilir, ama örneğin benim gibi tek tük şiirlerini okumuş biri için, fotoğraf yeni anlamlar kazanıyor. Samih Rifat‟ın, kitabın bu bölümünde bir de Metin Eloğlu‟nun “Yitikçi” isimli şiirinden yaptığı alıntı ile fotoğraf farklı bir derinliğe ulaşıyor: “Hadi git azıcık Ġstanbul iste Kosunlar o denizi bir çanağa Bir çıkına elesinler o günlerimi O yazdan, Üsküdar‟dan, ne kaldıysa Elif‟ten Doldur ceplerine Onlarda yoksa komĢularında vardır Tanırlar sevinirler Beni Bay Metin gönderdi, de.” Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
17
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğrafı bilmeyenler ve şimdiye kadar görmeyenler, şu yazdıklarımdan sonra bu fotoğrafla karşılaştıklarında ne hissedecekler acaba?... Peki, yukarıda yer alan fotoğraf size bir şey ifade ediyor mu? Sizce ben, bu sayfada derinlik konusunda gevezelik ederken acaba neden bu fotoğrafı seçtim? Seçilen konu itibari ile, vahşi doğa fotoğrafçısı Süha Derbent‟in, bildiğimiz/alıştığımız vahşi kedilerinden farklı bir çalışması ile karşılaşmak belki sizi şaşırtmıştır. Fotoğrafın, bendeki etkisinin yüksek olmasının nedenlerinden biri Süha Derbent imzası taşıması. İyi okur dediğimiz kişilerin ortak bir özelliği vardır: kitap değil, yazar okurlar aslında. Yazarların peşine düşerler, beğendikleri bir kitap olduğunda, o kitabın yazarının bütün kitaplarını okumakla kalmazlar, o yazarın seçip okuduğu bütün yazarların da peşine düşerler. Ben fotoğraflara da öncelikle böyle bakılmasından yanayım, fotoğrafların da böyle okunması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, fotoğrafa baktığımda, Süha Derbent‟in vahşi doğa fotoğraflarında edindiğim izlenimler, bu izlenimlerden doğan duygu ve düşünce boyutundaki tecrübelerle okuyorum bu fotoğrafı. Fotoğrafçının, vahşi doğanın canlılarını fotoğraflarken gösterdiği duyarlılıkla, o yaşamdan çekip çıkardığı, kadrajladığı görüntülere eş duyarlılıkta bir fotoğraf duruyor karşımda. Evet, fotoğraftaki modeli tanıyorum, ama fotoğrafa baktığımda farkına vardığım tanışıklık modelden değil, fotoğraf geçmişini tanıdığım fotoğrafçı ile bu fotoğrafta da karşılaşmaktan kaynaklanıyor. Evet diyorum, ancak Süha Derbent çekerdi bu fotoğrafı... Fotoğraftaki modeli tanıdınız mı? Model Gizem Girişmen. Eylül ayında Pekin‟de gerçekleşen 2008 Paralimpik Oyunları‟nda ülkemizi temsil ederek okçuluk dalında Türkiye‟ye altın madalya kazandıran milli sporcumuz. Gizem henüz 27 yaşında. Türkiye‟ye olimpiyatlarda altın madalya kazandıran ilk kadın sporcumuz. 11 yaşında geçirdiği trafik kazası sonucu omurilik felci olmuş. Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü‟nden mezun olarak tamamladığı başarılarla dolu bir eğitim hayatı var. İngilizce, Fransızca ve İtalyanca biliyor. Üniversite‟den sonra rastlantı sonucu okçuluk sporuna başlıyor. Türkiye‟nin engellilere hiç de uygun olmayan fiziki yaşam koşullarını ve fiziki koşullardan daha zorlayıcı olan toplumsal önyargıları aşıp, olimpiyatlarda altın madalya kazanacak bir seviyeye gelmek hiç kolay olmasa gerek. Gizem‟in okçuluğa başladığı yıllarda ülkemizin okçuluk konusunda bir tesisi yoktu. Şimdilerde birkaç tane var. Okçuluk milli takımı olimpiyatlara büyük özverilerle gerçekleşen milli kamplarda hazırlandı. Milli kampların dışında da Gizem, okçuluk antrenmanlarının büyük bölümünü oturdukları apartmanın bodrum katına kurdukları hedefler ile gerçekleştirdi. Nasıl bir azim ve emek, siz değerlendirin artık. Gizem hakkında yazdıklarımı, gazetelerden öğrenmedim. Gururla söylüyorum; çünkü o yakın arkadaşlarımdan biri. Size, ona dair tanık olduklarımın çok küçük bir özetini yazdım. Futbolla yatıp futbolla kalkan bir ülkede, basının Gizem‟in ulusal ve uluslararası başarılarına ancak olimpiyatlarda altın madalya kazanınca ilgi göstermesini doğal karşılıyorum. Tabii bu tür konulara fotoğrafçıların gösterdiği ilgiyi de. Yine de Türkiye, Gizem‟leri yolun en başında fark etse ne iyi olurdu demeden de geçemiyorum. Yukarıdaki fotoğraf, yaklaşık 2 sene önce çekildi. Fotoğrafı bu yazıya konuk etmemin sebebi, aslında tüm Türkiye ile birlikte taşıdığım o muhteşem gurur duygusunu bu ayki yazımda paylaşmaktı. Yani bu ayki amacım aslında Gizem‟in başarısını bir kez de buradan duyurmak. Fotoğrafla bu konunun ne ilgisi var diyenlere, kim bilir kaçıncı kez tekrarlamaktan bıkmayacağım: “Sadece fotoğraftan anladığını ya da sadece fotoğrafla ilgilendiğini söyleyen insan, aslında hiçbir Ģeyden anlamıyor demektir.” (İlker Maga) Yukarıdaki fotoğrafın derinliği, çekildiği günden beri arttıkça arttı ve artmaya devam ediyor. Sözü tamamlamadan önce bir konuya daha değinmek istiyorum. Geçtiğimiz yıl Samih Rıfat‟i kaybetmiştik. Geçtiğimiz ay da maalesef fotoğraf camiamızı büyük üzüntüye boğan Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
18
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
bir kayıp daha yaşadık; Adnan Veli Kuvanlık‟ı kaybettik. Kıymetini bilemediğimiz değerlerimizden birini daha yitirdik. Ne fotoğraf camiamız ne de Türkiye onu tanımak için yeterince çaba harcadı. Biz analog mu dijital mi tartışmaları ile kendimizi oyalarken, dijital çalışmaları Türkiye‟de ilk gerçekleştirenlerden biri olarak o, sadece çalıştı, çalıştı, çalıştı, uluslararası platformalarda ülkemizi başarı ile temsil etti, sonra da sessiz sedasız gitti. Hayatın çok çeşitli alanlarında varlığını gösteren çok yönlü kişiliği ile örnek bir sanatçıydı. Sevgi ve saygı ile anıyorum. Bence herkesin bir yaşam sözlüğü olmalı ve herkes kendi için sözcüklerin anlamlarını yeniden tanımlamalı. Örneğin benim sözlüğümde fotoğrafçı; fotoğrafta derinlik dendiğinde ilk akla gelenin geniş açı objektifler ve düşük diyafram ayarları olduğu fotoğraf eğitimlerini aşıp, yaşamın her alanında var olabilmeyi amaç edinenlere deniyor. Fotoğraf yayınları açısından maalesef oldukça yoksuluz. Bunda hepimizin payı var. Evrensel Kültür dergisinin belgesel fotoğrafı konu alan Ağustos sayısını, üstelik de Ankara‟da, bulmak için oldukça çaba harcadım. Fotoğraf dergilerini ararken de bu sıkıntıyı çokça yaşıyorum. Dijital fotoğraf makinelerinde satış rekoru kırdıran fotoğraf sevdalıları, aynı ilgiyi yayınlara da gösterseler, belki yayınların çeşidi ve sayısında da bir rekor kırabiliriz. Dergiye ulaşamasaydım, sözlerine kulak vermemiz gereken fotoğrafçılarımızın belgesel fotoğraf üzerine söylediklerinden haberim olmayacaktı. Eğer bu işe yıllarını vermiş fotoğrafçıları dinlemezsek, yaptıklarını izlemezsek, Süha Derbent‟in fotoğraflarındaki canlıları anlamaya çalışmazsak, Gizem Girişmen‟in bakışındaki anlamlar için onun hayatına dair bilgi edinmezsek, Gizem‟den yola çıkıp bu ülkede engelliler ne zorluklar yaşar diye kafa yormazsak, Dostoyevski‟nin Raskolnikov‟undan haberimiz olmazsa, İçimdeki Deniz filmini izlemediyseniz, bir Sezen Aksu şarkısında hiç gözünüz yaşarmadıysa, Samih Rıfat ne yazmış okumazsak, Adnan Veli Kuvanlık‟ın fotoğraflarını görmezsek, fotoğraflarımız hep eksik kalacak, hep yüzeyde kalacak. Hele hele “okumadan fotoğraf asla olmaz”. Fotoğraf deklanşöre basılarak çekilmiyor, her anın öncesi ve sonrası var, fotoğraflar geçmiş ve gelecekleri ile derin... Fotoğraflarınız eksik kalmasın. İzleyicileri yüzeye bakmak zorunda bırakmayın... *Evrensel Kültür. Ağustos 2008. Belgesel http://www.narphotos.net) ** Süha Derbent, www.suhaderbent.com
Fotoğrafı
tartıĢıyoruz.
(Mehmet
Kaçmaz
için
ayrıca
bakınız
Fotoritim Ekim 2008 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
19
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
FOTOĞRAFÇILARLA SOHBET EDERKEN ġĠMDĠ… “Sular bizden akıllıdır, uyumaz, Açar maviliğe, iri gözlerini. Ve bekler bir ölüm sırrı içinde, Kendi hayatının yerini.” Fazıl Hüsnü DAĞLARCA*
Fotoğraf : Murat Şen**
Ne zaman deklanĢöre basılır? Şimdi... Deklanşöre "şimdi" basılır. Benim için yaşama dağılmış anılar film şeritleri halinde. Pek çok fotoğrafçı gibi, deklanşöre basarken nefes aldığımı hissediyorum, ara sıra durup geriye baktığımızda zamanın unutturduklarından arta kalan yine o film kareleri. Geçmişte, şimdi ya da gelecekte olması fark etmiyor, deklanşöre hep şimdi bastım, hep de "şimdi" basmaya devam edeceğim. Günün birinde deklanşöre basacak bir parmağım, o parmağın ardında bir ben kalmadığında o anlar benim "şimdi"lerim olmaya devam edecek. Kısaca, deklanşöre şimdi basılır, deklanşöre basılan her an bir "şimdi"dir dersem çok beylik bir yaklaşım mı olur? Öyleyse “fotoğraf; fotoğrafçının olduğu kadar yaĢamın da 'Ģimdi'sidir, geçmiĢ ve geleceği içinde barındıran bir 'Ģimdi'...” diyebiliriz sanırım? Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
20
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Evet, biliyorum, haklısın, fotoğrafçı bir „an‟a sığdırdığı, bazen kocaman bir dünyayı içine alan o 'Ģimdi'yi yaratırken, kısacık bir an süren o eylemi katıksız bir doğallıkla yapıyor. O 'an'da sorgu suallere, „acaba'lara, düĢünme payı isteyen kararlara yer yok. Dijital makinelerde de var olan, Roland Barthes'ın o çok sevdiği sesin duyulması ile her Ģey olup bitiveriyor. Yine de fotoğrafçıyı o eylemi gerçekleĢtirmeye iten, içten gelen o dürtü nedir? O „an'dan hemen önce ne hisseder, ne düĢünür fotoğrafçı? Herkesin "şimdi"si aynı değil sanıyorum. Bu bir farkındalık meselesi. Sinemada perdede akan görüntü saniyede 24 kare fotoğraftan başka bir şey değil. Nasıl kendimizi buna kaptırıyorsak, kendimizi kaptırdığımız hayat da bir "anlar silsilesi". Özünde geçmiş de gelecek de yok, bu bir fantezi falan değil. Fotoğrafın gücü buradan geliyor. Bunu fark ettiğin anda fotoğraf senin için sadece fotoğraf olmaktan çıkıyor. Bu bilinç bir fotoğrafçının aydınlanması, ermesi ya da nirvanaya ulaşması gibi bir şey. Evinin çok değerli eşyalarla dolu olduğunu düşün ve bir yangın çıkıyor. Tek tek eşyalarını kurtarıyorsun. Bir tane, bir tane daha, bir tane daha... Sonra alevler her şeyi yutuyor. Fotoğraf çekerken bazen bu hisse kapılıyorum. Belki çektiğim tüm fotoğraflardan daha uzun ömürlü olacak bir yapıyı fotoğraflıyorum o anda, ama düşündüğüm yangından mal kaçırırcasına bir kaç kare daha çekebilmek. Bu bir hastalık belki, beynimde bir yere ya hiç elektrik gitmiyor ya da kısa devre falan oldu zamanında. Ama buradan, benim düşündüğüm yerden tam olarak böyle görünüyor hayat. Entropi, sonsuz yok oluş, sessizlik... Fotoğraf, o anı, hayatı anlama ve iletişim kurma aracı... "Duyarga" galiba doğru kelime. Fotoğrafçıyı bu eylemi gerçekleştirmeye iten şeyi sorgulayabilmek için bir fotoğrafçı tanımı gerekiyor önce. Sontag‟ın çok detaylı bir şekilde anlattığı ölümlülük bilinci, bilinçaltı düşler, iz bırakma çabası, hepimizin kleptomaniden az da olsa muzdarip olmamız fotoğraf çeken herkesin dürtülerini bir yere kadar anlamaya ve anlatmaya yeter. Bir de hayata vizörden bakan, fotoğraf üzerinden düşünen insanlar var ki onları fotoğraf çekmeye iten sebepleri, refleksleri bu kadar kolay izah etmek mümkün olmadığı gibi haksızlık da olur. Fotoğrafçı her şeyden önce fotoğraf çeken insan demek değil bence. Neredeyse herkes okuma yazma biliyor, kaç tane Yaşar Kemal, kaç tane Nazım ya da Cervantes var? Günümüzde biraz para kazanan herkes için kolaylıkla ulaşılabilen arzu nesneleridir fotoğraf malzemeleri. Ama bu işin sadece alfabe kısmı. Edebiyat başka bir şey! Hatta fotoğrafçı olmak için fotoğraf çekmenin şart olmadığını da söyleyebilirim. İşin ucunda ortodoks fotoğraf camiası tarafından aforoz edilmek olsa da, Nietzsche kadar cesur olmalı insan, ölenlerin ardından "öldü" demek gerektiğinde!... Fotoğraf üzerinden hayat ile ilişki kuran insan için fotoğrafı çekilecek konuların ve fotoğraf çekilecek zamanların bir sınırlaması olamaz, fakat her an her yerde fotoğraf çekmek en azından teknik olarak, bazen de hukuk ve ahlak açısından mümkün değildir. Bu hukuki, ahlaki, teknik sınırlamaların olmadığı her durumda, hatta bazen bu sınırlamaların olduğu durumlarda dahi, fotoğrafçı içsel bir dürtü ile o anı kaydetmeye mecbur hisseder kendini, ama fotoğraf sadece fotoğraf çekmekten ibaret olmadığından bu geçmişte okunmuş, hafızada kalmış bir fotoğraf ile o anı ilişkilendirmek şeklinde bir fotografik eyleme de dönüşebilir. Fotoğraf çekerken hissedilenler, Barthes‟ın o çok sevdiği, benim daha çok sevdiğim sesler vs., işin virtüözitesi. Enstrüman seçimi, yapılacak müziğe karar verme, nota ve müzik teorisi öğrenimi ardından gelen virtüözite, günümüz fotoğrafçılığında merdivenin ilk basamağı gibi görülüyor. Çoğu insanın fotoğraf ile ilk ilişkisi, fotoğraf makinesi sahibi olmak. Ben İstanbul sokaklarında onlara çok rastlıyorum, ilk bakışta kendilerini ele veriyorlar. Sen hiç Tchaikovsky‟nin Op.35 keman konçertosunu bir acemiden dinledin mi... İşte bu, fotoğrafa Op.35‟den başlamaya çalışanların makine tutuşlarını ve çektikleri fotoğrafları görmek, aynı derece ızdıraplı bir şeydir. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
21
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Virtüöz seviyesine ulaşmış bir fotoğrafçının yaşamına örnek olarak Josef Koudelka gösterilebilir. Sahada olmadığında sadece evinin çevresinde yürüyüşe çıkıp yirmi makara film çekermiş bu adam. Şimdi senin soruna dönersek, fotoğrafçının o anda ne düşündüğü konusuna, fotoğrafçı için öncelikle makinesi gözünün ve vücudunun devamı olduğundan, artık beyin makine, ışık, ayarlar ile meşgul olmaz. Parmaklar doğru zamanda doğru notayı bulacaktır şüphesiz. Benim kulaklarım uğuldar, sesler azalır, kan basıncım artar, kendi kalbimin sesini duymaya başlarım. O anda düşünmem, çalışırım. İç seslerim susar, dünyadan kısacık bir kopuş ve geri geliş... Fotoğrafça bir miraç belki, gidersin gelirsin... Fotoğraf çekerken dünyadan kopulduğunun, algıların şekil değiştirdiğinin bir kanıtı, işi başında kazaya uğrayıp ölen fotoğrafçıların sayısının bir hayli fazla olmasıdır belki de. Bu noktada birbirine çok sıkı bağlarla bağlı üç sorum var. Soru bir; fotoğrafçıların fotoğrafa olan tutkularını anlayabiliyorum, ancak fotoğrafı biraz fazla büyütmüyor muyuz? Soru iki; ve böyle olduğu için de acaba bir Ģeylerin, mesela yaĢamın, yanımızdan kaçıp gidivermesi gibi bir risk yok mu, fotoğrafçı „Ģimdi‟lerin peĢinde koĢarken, aslında „Ģimdi‟leri kaçırıyor olabilir mi, yaĢamdan „an'lar çalarken, kendi yaĢamının „Ģimdi‟lerini de çalmıyor mu, fotoğrafçı da, herkes gibi, seçimlerinin bedelini kendi yaĢamıyla ödüyor diyebilir miyiz? Soru üç; madem bu iĢin bedeli bu kadar yüksek, öyleyse fotoğrafçı objektifini yaĢamın hangi yüzüne çeviriyorsa, kendi hayatını da yaĢamın o yüzüne adıyor diyebiliriz, değil mi? Fotoğrafı biraz büyütmüyor muyuz: büyütüyoruz! Ama bir şeyleri büyütmeden yapamıyoruz. İlla ki bir şeyi büyüteceğiz. Hayatı anlamlandırmanın başka bir yolu yok. Kimi arabasını, kimi sevgilisini, sevgilerini, kimi inançlarını abartıyor ama en azından bir şeyi abartmayan yok... Bir hayata tutunma, hayatı anlamlandırma meselesi. Bir şeylerin kaçıp gidivermesi bir risk değil ki. Her an yaşadığımız bir şey. Bak geçip gidiveriyor günler. Yüzünü nereye dönersen dön arkanı da bir yere dönmüş oluyorsun. Biraz klişe ama her tercih bir vazgeçiş. Fotoğrafçı ortalama insandan daha şanslı, ne kadar çok şey kaçırdığını biliyor, fotoğraf çeken ve izleyen insanın zaman kavramıyla daha farklı bir ilişkisi var. Bunun büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Bir şey kaçacaksa bunun ne olduğunu, ne kadar olduğunu bilmek ya da hissetmek -ürkütücü olsa- da güzel. Diğer insanlar için “kaçıp giden” fotoğrafçı için “iz bırakıp giden”, yani kaydı olan bir şey. "Bu işin bedeli madem bu kadar yüksek" diyorsun ya, bir bedel var mı bilmiyorum. Muhakkak zahmetsiz rahmet olmaz ama hayat iki liman arasında bir yolculuk gibi düşünülecek olursa, fotoğraf bu yolu kat etmek için seçilebilecek güzel bir tekne. Kaçış yok, bir şekilde geçeceksin o sulardan. Ben bindiğim tekneden memnunum, bir bedel olduğunu düşünmüyorum, ama kolay olmadığı kesin. Sonsuz bir yaşama inanamayan, ölümle her şeyin noktalandığını düşünen insanlar için fotoğraf, kısacık hayata yakından ve güzel bir bakış diye düşünüyorum, bu bedel falan değil büyük bir şans... Hayat öyle yüzleri olan, köşeli bir şey değil bence. Hayatın şu ya da bu yüzüne objektifi çevirmek şeklinde düşünmedim hiç. Fotoğrafını çektiğim şeyler hayatıma fotoğraftan sonra girmiyor, hayatımda oldukları için fotoğrafıma giriyorlar, mesela İstanbul; tutkum, aşkım... Makineler ve makine parçaları... Hepsi zaten vardı, fotoğraf da vardı. Her şey o kadar yumuşak geçişlere sahip ki, senin önermenin benim hayatımda pek karşılığı olmadı. İki önemli hikaye var, pek çok şeyi basitçe açıklayan. Adamın biri Mevlana‟ya gidip bir müridini şikayet ediyor, bu adamın burada, senin yanında ne işi var diyor. Mevlana da "bir derdi olmasa burada ne işi var ki" diyor. Diğer hikaye Picasso amcadan. Sormuşlar "yahu bu yaşta neden bu hırsla ve hızla üretiyorsun" diye, "yapmadan duramıyorum" demiş. Benim fotoğraftaki duruşum Mevlana‟nın müridi ile Picasso arasında. Derdim var, anlatmak lazım ve yapmadan duramıyorum. Bugün fotoğraftan para kazanır hale geldim, yapmak için çok nedenim var, ama hiç kazanmadığım zamanlarda da bu işi yapmak için dayanılmaz bir arzu vardı, içimde hep o dışarı çıkmayı, çıkarılmayı bekleyen ama asla son bulmayan mesele... Ona ne dendiğini bilmiyorum... Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
22
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Murat ġEN - ġule TÜZÜL * Anısına saygı ve sevgilerimle... **Verdiği cevaplarla bu yazının teĢekkürlerimle…
oluĢmasına
katkılarından
dolayı
MURAT
ġEN‟e
Fotoritim Kasım 2008 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
23
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
KÖRLER FOTOĞRAF ÇEKERSE NE OLUR?
Fotoğraf: Buğra İnkaya
"Bana ait olmayan bir şeyi 'çalıp', film üstünde ölümsüz hale getirmek fikri, çok büyük haz verdi. Sonra da anladım ki görmediğim bir şeye de 'sahip' olabilirim". Evgen Bavcar Uzun bir zamandır engelliler üzerine yazmaktan ve konuşmaktan hoşlanmıyorum. Bunun nedeni bu konuya olan duyarlılığımın azalması ya da konu ile ilgili hissettiğim rahatsız olma hali değil. “Engelliler” olarak bir kategori/sınıf yaratılmasından, engelliler sanki insan değil de insan türünün, kaderin sillesini yemiş, farklı şekilde yaklaşılması gereken bir kolu gibi değerlendirilmesinden rahatsız oluyorum. Ne zaman bu konuda kelam etmeye kalksam, farkında olmadan kendimi de bu tür bir söylemin temsilcisi gibi hissetmeye başlıyorum. Ancak gelin görün ki, öyle uygulamalar ve yaklaşımlarla karşılaşıyoruz ki, susmak ve kayıtsız kalmak mümkün olmuyor. Bu toplumdaki genel yaklaşım şudur: engelliler engellidir, başka kimlikleri yoktur, izin verilirse sırf kendilerini iyi hissetsinler diye bir şeyleri yapıyormuş gibi yapabilirler, ama aslında yapamazlar ve onlardan “normal”(!) bir insanın performansını beklememeliyiz. Bu konudaki yaklaşım ve söylemler birikti, birikti, sonunda Gültekin Çizgen hocamızın, internette yayınlanan Fotoritim Dergisi Mart 2009 sayısında yer alan yazısındaki bazı ifadeler, şu anda okumakta olduğunuz bu yazıyı kaleme almama neden oldu. Yazısında maymunların ya da fillerin eline fırça alıp resim yapmasını soytarılık olarak niteledikten sonra, Sayın Çizgen şöyle diyor: “Buna benzer bir olay da geçenlerde bizim medyamıza da yansıdı. Ülkemizin görme engellileri NiĢantaĢı City‟de ve üstelik ġiĢli Belediye BaĢkanı Mustafa Sarıgül‟ün açılıĢıyla “Sanat severler”le buluĢmuĢ. ġimdi hiç görmeden, fotoğraf üretme olayının sanatlı bir Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
24
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
etkinlik haline getirilmesini anlamak zorluğu içindeyim. Elbette fotoğraf kamerası, kontrol edilmeden de görüntü meydana getirebilir ama bilgi ve bilinç dıĢı bu yaklaĢımların, sanatlı bir olay olması düĢünülemez. Görme özürlülerin hiçbir estetik ve fotoğraf duygusu olmadan kompozisyonları merkez konumlama, yardımcı öğeler, altın kesim, oran, eksen, doku, ritim, uyum, perspektif, atmosfer gibi fotoğrafik öğeleri düzenleyerek görmeden yapamayacaklarına göre, bu sadece bir teselli, bir rehabilitasyon çalıĢması sayılabilir. Sanatsal fotoğrafın bu tür garipliklerle bir iĢi olamaz. Çünkü sanat ürünü, oluĢumunda tüm bu bilgi kıvrımlarının yer aldığı bir bütündür.” (1) Benzer bir yaklaşımı, 2007 yılında F Fotoğraf Dergisi‟nin ilk sayısında yer alan yazısında, Ozan Bilgiseren de dile getirmişti. Herkesin fotoğraf çekebileceğini kanıtlamak için görme engellileri örnek gösteren arkadaşlarına, o da maymunların yaptığı soyut resimlerin astronomik fiyatlarla satıldığını söylüyormuş.(2) Ozan Bilgiseren‟i tanımam, o zaman yazısını okuduğumda küplere binmiştim ama bir iki yerde dedikodusunu yapmaktan öteye gidemedim. Fakat, Gültekin Çizgen, fotoğraf yolculuğuna ilk adım attığımda kitapları ile yola çıktığım, bu nedenle tüm kitaplarını, yazılarını, fotoğraflarını, mümkün oldukça söyleşilerini takip ettiğim, yaşamdaki duruşu ve fotoğrafçı kimliğine büyük saygı duyduğum bir hocamız. Üstelik pek çok kişiyi çileden çıkaran o kavgacı ve keskin dilini de çok severim. Ama o keskin dil bir gün gelip beni de çileden çıkaracakmış, aklımın ucundan geçmezdi. Sayın Çizgen‟in konunun sadece sanat boyutu ile ilgili kısmına eleştiri getirdiğinin, sözü geçen aktivitelerin sanatla ilişkilendirilmemesini dile getirmeye çalıştığının farkındayım. Sözü geçen aktivitelerin sanat olduğunu iddia etmek gibi bir tavır içinde değilim. Sayın Çizgen‟in yukarıda alıntıladığım ifadelerine tepkimin nedeni, eleştirisini yaparken görme engellilerin fotoğraf çekme eylemini, kontrolsüz bir fotoğraf makinesi kullanımı, estetik ve fotoğraf duygusu yoksunluğu, fotoğrafik öğelerin kullanılmaması gibi tanımlara indirgemesi. Bu ifadeler, maalesef Sayın Çizgen‟in görme engellilerin nasıl fotoğraf çektiği konusunda hiçbir bilgisi ve deneyimi olmadığını gösteriyor. Sanat nedir? Yüzyıllardır dünya sanatın ne olup ne olmadığını tartışıp dururken, görme engellilerin çektiği fotoğrafların sanat olup olmadığı kararını kim, hangi kriterlere göre ve nasıl bir ölçümle verecek? Oysa, bir görme engellinin fotoğrafçı kimliği ile varlığını sürdürmesi ve bu konuda ürettiği çalışmaların, sanatın içinde olup olmamasından çok daha geniş bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Evgen Bavcar ismini sanırım birçok kişi duydu, görme engelli bir fotoğraf sanatçısı söz konusu olunca ilk akla gelen isim(3). Evgen Bavcar hiç görmüyor, yaklaşık kırk senedir fotoğraf çekiyor, hayatını fotoğrafçı olarak kazanıyor. Ancak Bavcar tek örnek değil, dünyada profesyonel olarak fotoğrafçılık yapan görme engelli fotoğrafçı sayısı oldukça fazla. Bu fotoğraf sanatçılarının özgeçmişlerine baktığımızda, gören fotoğrafçılardan farklı bir geçmişleri yok: bilim ve sanat disiplinlerinde eğitim almışlar, fotoğraf yaratma süreçlerine hayata çok yönlü bakış açıları ve yaşamdaki duruşları damga vuruyor, hepsi için fotoğraf bir yaşam biçimi. Türkiye‟de bugüne kadar Evgen Bavcar‟lara rastlamamış olmamız şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak, engeli fotoğraf çekebilme kriterleri içinde görmeyen bazı fotoğrafçılarımız sayesinde bu konuda önemli adımlar atılıyor. Merih Akoğul‟un daha önce Adana‟da engelli çocukların eğitim gördüğü bir merkezde Başarmak isimli projesini gerçekleştirdiğini ve aynı okulda bu çocuklara fotoğraf eğitimi verdiğini, çocukların çektiği fotoğraflardan “İki Dünya Arasında” ismi ile İstanbul‟da bir sergi yapıldığını biliyoruz. Ankara‟da ise, AFSAD‟dan Fazlı Öztürk‟ün önderliğinde bir grup AFSAD‟lı fotoğrafçı ve fotoğraf öğrencisi, “Azıcık Işığın Peşinde” ismini verdikleri proje kapsamında, birkaç yıldır görme engelli çocuklara fotoğraf eğitimi veriyorlar. Bu çocuklar %10 ile %40 görme kaybı olan çocuklar, ancak fotoğraf çeken çocukların az ya da çok görmelerinin, ortaya çıkan ürünün değerini etkilediğini düşünmüyorum. Bu fotoğraflar bugüne kadar birçok sunum ve Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
25
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
sergide yer aldılar. Fazlı Öztürk ve ekibi, farklı engel grupları ile benzer çalışmaları sürdürüyor. Bu konuda başka bir önemli örnek de ZİÇEV (Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı) Fotoğraf Atölyesi. Faika Berat Pehlivan‟ın başlattığı bir çalışma ile, AFSAD‟dan Mehmet Oğuz, Suderin Murat ve Ayşe Saray başta olmak üzere, isimlerini bilmediğim daha birçok gönüllü eğitmen zihinsel engelli çocuklara fotoğraf eğitimi veriyor. ZİÇEV Fotoğraf Atölyesi‟nin çalışmalarının gösterildiği bir sunum öncesi, Faika Hanım yaptığı konuşmada öğrencilerinden, Damla‟dan bahsetti: “Damla bizim ilk öğrencilerimizden, onunla tanıĢtığımızda bana dünyanın iki güneĢi olduğunu söyledi. O günden beri ben de onun iki güneĢine inanıyorum ve bugüne kadar bu yüzden bu çalıĢmayı sürdürdük.” Sayın Çizgen‟in ifadelerinden yola çıkarak, konuyu fotoğrafik öğeleri uygulayamayacağı sanılan tüm engel grupları için genişlettim, çünkü fotoğraf ile ilgili engellilere yönelik önyargılar görme engelliler ile sınırlı değil. Nasıl ki, fotoğraf derneklerine üye binlerce fotoğraf sevdalısı, üniversitelerin fotoğraf bölümlerinden mezun olan yüzlerce öğrenci içinden ancak belirli özelliklere sahip olanlar fotoğrafçı olarak yaşamlarına devam ediyorsa, bu engelliler içinde geçerli. Bu yolda kim tutkuyla çalışıp didinirse, ömrünü bu işe adarsa, Gültekin Çizgen‟in kitaplarında çok bahsettiği çok yönlü bir sanatçı olmak için emek harcarsa bir şeyler olabilir. Görsün ya da görmesin, fotoğrafçıların her çektiği fotoğraf sanat olamıyor, ustalar binlerce fotoğraflarından oluşan portfolyolarından ancak bir ya da iki fotoğrafı ön plana çıkarabileceklerini söylüyorlar. Elbette bir fotoğrafı sanat eseri kategorisinde görmemiz için belirli kriterler var. Ama ortaya çıkan eseri yaratan kişinin görme engelli olması, bu kriterler içinde yer almamalı, fotoğrafa gönül veren ve bu yolda ilerlemek isteyen birine görme engelli olduğu için “yapamazsın!” demek, önüne engel koymaktır. “Olmaz!”ların yerine “neden olmasın”ları kullanmak neden bu kadar zor? Engellilerin gerçekleştirdiklerini ve bunların değer görmesini, sanatsal bir aktivite olarak görmek ya da görmemek hiç önemli değil, benim derdim bu değil, ama bunu bir “teselli” olarak görmek büyük bir haksızlık. Diğer yandan, fotoğrafın bir rehabilitasyon olması konusunda Gültekin Çizgen‟e katılıyorum. Çünkü bunun tüm fotoğrafçılar, tüm sanatçılar, tüm sanat izleyicileri için geçerli olduğunu düşünüyorum. Sanatın kendisi bir rehabilitasyon değil mi? Sanatçı, varoluşunu sanat yolu ile anlamlandırırken, aynı zamanda sanat sayesinde, anlaşılmayanı anlaşılır, ötekini kendimiz, ifade edilemeyeni ifade edilebilir yapmıyor mu? Sanat sayesinde insan, insan olmuyor mu, sanat insanı insana yaklaştırmıyor mu? Evgen Bavcar ile ilgili bulduğum bir makalede yazar şöyle diyor: “Sorulması gereken soru „körlük‟ hakkında değiĢik disiplinlerden gelenlerin ne dediği değil, „körlüğün‟ bunlar için ne söylediğidir.”(3) Türkiye, çelişkileri ile şaşırtan, bizi çoğu zaman gülsek mi ağlasak mı arasında bırakan “yalnız ve güzel” bir ülke. Engelliler konusundaki yetersizliklerine ve engellilerin yaşamını çok çok zorlaştıran “düşünce engelleri”ne rağmen, ortopedik engelli bir olimpiyat şampiyonumuz (Gizem Girişmen), dünyanın tüm kıtalarında maratonlara katılmış görme engelli bir milli atletimiz ve dağcımız (Necdet Turhan), benzer başarılara imza atmış dünyaca tanınan arkadaşlarımız var. Bir de doğuştan görme engelli ve kırk yıldan fazla bir süredir resim yapan ressamımız Eşref Armağan var. Ressamımız diyorum, ama Eşref Armağan‟ı bizden çok dünya sahiplendi. Onun gerçekleştirdiği mucizevi yaratımlara, Türkiye ilgi göstermediği gibi, bu ülkede iş bulması ve çalışması konusunda çeşitli güçlükler yaşamış. Harvard Üniversitesi ise Eşref Armağan‟ı bilimsel çalışmalarına konu yapmış, dünya medyası ona büyük ilgi göstermiş. Ben kendisini televizyonda yayınlanan bir programda tanıma şansı buldum. Program yurtdışında hazırlanan bir yapımdı. Dünya ona bu kadar ilgi göstermese, adını duyabilecek miydim, emin değilim. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
26
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Üniversitelerin fotoğraf bölümlerine desen sınavı ile öğrenci seçen bir ülkede, görme engellilerin ya da engeli ne olursa olsun fotoğrafla kendini ifade etmek isteyen herkese bir şans verilmesi gerektiğini düşünmem, gerçekleşmesi çok zor olan bir düş mü? Bu sayfadaki fotoğrafı çeken Buğra, ileride fotoğrafçı olmak istese, ona nasıl hayır diyeceksiniz? İki güneş olduğuna inanan Damla‟nın ve arkadaşlarının fotoğraflarını gördüğümden beri ben de iki güneş olduğuna inanıyorum. Tüm “yapamazsın”lara rağmen, engelsiz bir yaşamı inatla temsil eden Damla‟lara ve Buğra‟lara, başarıları ile bizi tüm dünyada temsil eden ve gururlandıran engellilere teşekkür ediyorum, düşlerimi zenginleştirdikleri için…
Gerisini, tek güneşle yetinmek zorunda kalanlara bırakıyorum. (1)http://www.fotoritim.com/yazi/gultekin-cizgen-ile-fotograf-gundemi--fotografi-okumak (2)“Santa Maria, Nina ve Pinta, Ozan Bilgiseren, F Fotoğraf Dergisi Mart-Nisan 2007, Sayı 1 (3)http://www.fotografya.gen.tr/issue-9/evgen/Evgen%20Bavcar.htm
Fotoritim Nisan 2009 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
27
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
MURAT PULAT ĠLE SÖYLEġĠ
Fotoğraf: Murat Pulat
Ġlk söz? Birinin yüzüne kamera tuttuğumda nasıl hissettiğini anladım şimdi. Senin için iyi fotoğraf kötü fotoğraf diye bir kavram var mı? Nedir? Evet var. Aslında iyi fotoğraf kötü fotoğraf değil de bağlamından kopartılmış fotoğraf kavramı var. Fotoğrafın iyiliği ya da kötülüğü, ne için çekildiği ve ne için kullanıldığı ile ilintili. Eddie Adams‟ın Güney Vietnam Polis Şefi‟nin Viet Kong‟lu bir genci sokak ortasında vuruşu mesela. Fotoğrafçının niyeti aslında bu olmasa bile fotoğrafın savaşın durması konusunda etkisi olmuş. Tabii en son karar izleyicinin. Olaya insan tarafından bakarsak, eziyet çeken insanın tarafındaysa ve bunu durdurmaya yönelikse o zaman iyi fotoğraf. Bu söylediklerim, manzara fotoğrafı ya da fine art ya da fotoğrafın başka düzlemleri için değil, belgesel fotoğraflar için geçerli. Belgesel fotoğraf dışında kalanlar için, örneğin bir reklam fotoğrafı için eğer markayı çok sattırırsa ya da bir fine art çalışmada sanatçının iç dünyasını iyi yansıtıyorsa ve kendini izlettiriyorsa iyi fotoğraftır diyebiliriz. Bunun dışında bir fotoğrafa doğrudan bakıp iyi ya da kötü demek pek mümkün değil. Peki “fotoğraftan anlamak” kavramı için ne düĢünüyorsun? Genel kanı, bir fotoğrafı eleĢtirmek ya da yorumlamak için fotoğraftan anlamak gerektiği, yani tekniğini bilmek, okumak, kurslarına, okullarına gitmiĢ olmak gerektiği yönünde. Bir fotoğraf konusunda konuĢabilmek için bu Ģekilde bilgi sahibi mi olmak gerek? Bence gerekmiyor. Büyükler hep bir şeyler yapıyor ama oynayanlar çocuklar. Bir oyuncağı büyükler tasarlıyor ama çocuklar oynuyor. Oyuncağın yapım aşaması ile de çok ilgilenmiyor o çocuklar. Hatta elektronik olması ile ya da uzaktan kumandalı olmasıyla da ilgilenmiyorlar. Tamamen çıkardığı sese, rengine, vesairesine bakıyorlar. Ya da o anki ruh durumuna göre bakıyorlar. En son kullanıcı çocuk olduğunda çocuktan da yapımı ile ilgili pek bir şey beklemek doğru değil. Bence fotoğraf için de aynı şey geçerli. Fotoğrafın Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
28
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
tüketicisi ya da izleyicisi o fotoğrafta kendine ait bir şey buluyorsa ya da fotoğraf onda bir şeylerin değişmesine yardım ediyorsa en son kararı onlar vermeli. Bu noktada da eleştirmesinin çok problem olduğunu düşünmüyorum. Ama bunun şu bağlama çekilmesi de çok doğru gelmiyor bana; yani teknik anlamda eleştiri yapmak değil bu. Fotoğrafın anlattığı şey ile ilgili bir eleştiri ise evet, ama gerçekten teknik anlamda bir eleştiri yapmak için tekniği iyi bilmek gerekiyor. Hani bu konuda da sadece tekniği eleştirecek bir adam olacaksa, o zaten çok akademik bir tartışma, ben de içinde olmak istemiyorum, ama onun dışında bence fikir eleştirilmeli, teknik eleştirilmemeli gibi geliyor bana. Murat Pulat nasıl bir fotoğrafçıdır? Fotoğrafçı mıdır onu bilmiyorum. Bu işe uzun yıllardır kafa yoran biri olarak düşünülebilir. Öğrenmeye çalışıyorum. Bu bitmeyen bir yolculuk. Bu yolculukta da sanatın her alanı ile ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Benim için bir eğlence, bir oyun bahçesi. Oyun oynayabildiğim ve keyif aldığım sürece devam edeceğim. Fotoğrafçı kimdir? Bence herkes. Bir Panel‟de Orhan Cem Çetin şunları söyledi: “Arabamı her park ettiğimde cep telefonum ile bir fotoğraf çekiyorum. Ama ona bakmaya hiç ihtiyaç duymuyorum, çünkü hep aklımda kalıyor. Ama eskiden o fotoğrafı çekmeden önce arabamın yerini unutabiliyordum.” Dolayısıyla herkes için bir takım önemli şeyler var. O şeylerin fotoğrafını çekersek sonucun birileri tarafından beğenilip beğenilmemesi de çok önemli değil. Yani fotoğraf önce fotoğrafçının kendisi için bir belge. Fotoğrafın bir tek üreticisinin olduğunu düşünmüyorum ben. Kimisi bunu makine ile üretiyor, kimisi zihinlerinde üretiyor. O noktada da birilerinin tekeline sokmak çok yanlış geliyor bana. Sadece daha fazla vakit harcayan, bir de kendi kafasında ürettiklerini başkalarının da izlemesini isteyen kişiye fotoğrafçı demek belki doğru olur. Yoğun bir iĢ tempon olduğunu biliyorum, hatta biraz iĢkolik olduğunu da. Aynı zamanda sinema ve televizyon üzerine yüksek lisans yapıyorsun. Evlisin ve evde senin ilgini bekleyen 2 minik oğlun var. Fotoğraf çalıĢmaların da yoğun biçimde sürüyor. Bunlara ek olarak, fotoroportaj.org gibi fotoğrafa dair baĢka iĢlere de katkı veriyorsun. Bir fotoğraf okulu kurma aĢamasındasın. Sanırım yakında bu okuldaki dersler baĢlayacak. Gün 24 saat ve Murat Pulat bir tane, nasıl oluyor tüm bunlar? Ben aslında biraz geç farkına varanlardan olduğum için bu kadar şeyin içine sıkıştım. Üniversitedeyken kendi isteklerimizden çok bir an önce para kazanmak ve ondan sonra hayata tutunmak gerekiyordu. Bir de ailenizin geliri çok iyi değilse yapmak zorunda olduğun şeyler vardı. Dolayısıyla yapmak istediklerimi hep ertelemek durumunda kaldım. Fotoğraf benim için bir hayat tarzı olmaya başladığı andan itibaren de şunu fark ettim; aslında yolun daha çok başındayım ve öğrenmem gereken çok şey var. Fotoğraf camiasının içerisinde olup diğer insanları gördüğümde iyi bir okuyucu olan ben, fotoğrafla ilgili daha çok şey okumam gerektiğini gördüm. Okumak konusunda bir kütüphane oluşturmak, buna daha fazla vakit harcamak. O beraberinde tabii şunu getirdi; kendi öğrendiklerim yeterli değil, akademik bir çevrede ne öğrenebilirim. Akademik çevrede neler oluyor; bu sadece panellere katılmak vs değil. Kendi okumamın dışında bir şeylere daha ihtiyaç olduğunu fark ettiğimde, bir yüksek lisans arayışı başladı. Şantiyede çalıştığım zaman bu çok mümkün değildi. Nikon‟da çalışmaya başladıktan sonra en azından iş saatlerimin daha uygun olması, bir akşam programının olduğu bir okula gidebilmeme olanak sağladı. Bu kadar çok şeyin bir arada olması kişisel bir mecburiyet, bir eksikliklerimi tamamlama isteği. Bunların hepsini bir potada eritmek hakikaten çok güç oldu, yani geçen dönemin sonunda neredeyse ayakta duracak halim kalmamıştı. Bir yandan yüksek lisans dersleri, bir yandan iş, bir yandan çocuklar, daha az uyuyarak, daha çok koşturarak geçti. Bir de şunu gerçekten anladım ki insanın gerçekten istediği bir şey için vakit yaratması o kadar da güç değil. Bir şeylere vaktim yok diyoruz ya, aslında kişisel olarak hazır olmadığımız anlamına geliyor bu. Günün 18 saatini bazı işlere ayırmak Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
29
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
gerekiyorsa, içinizden de geliyorsa 18 saat değil 20 saat de ayırabiliyorsunuz. Ben de çok fazla yorularak, çok fazla koşarak devam ettim ama yaş nedeni ile de biraz yoruldum.
Fotoğraf: Murat Pulat
Uzun yıllarını fotoğrafa verdikten ve hala da fotoğraf, yaĢamının bir parçası iken, neden sinema? Bu temponun içinde, hem zaman hem de ulaşım avantajları açısından yüksek lisans için gideceğim okullar sınırlıydı. Bunlardan en uygunu Bahçeşehir Üniversitesi idi. Bahçeşehir Üniversitesi‟nde ise fotoğrafın yüksek lisansı yoktu, sinema ve televizyonun vardı. Sinema ve fotoğraf, aslında birbirlerinden çok farklı şeyler olsalar da Sinema ve Televizyon Bölümü‟nde de en azından sinema ile fotoğraf ilişkisindeki gelişimi takip etme şansını yakalayabilirdim. Bahçeşehir Üniversitesi‟nin hocalarının biraz araştırmasını yaptım ve benim için çok önemli olduğunu düşündüğüm isimlerle karşılaştım. Dolayısıyla fotoğraf yüksek lisansı yapmak istesem de sinema ve televizyon yüksek lisansına başvurdum. Okulda, iki belgesel dersi artı sinema, film teori diye bir ders ve hiç alakadar olmadığım halde korku filmleri ile ilgilendim, ama çok da iyi ettim. Mesela korku filmlerinin aşığı ya da fanatiği değildim, hatta hiç izlemezdim, ama onların da çok ciddi bir toplum eleştirisini içlerinde barındırdıklarını öğrendim. Belgesel dersinde ilk kısa filmimi çektim. Sinemayı seçmem iyi oldu benim için. Fotoğrafla ilgili okula gitmeden de birçok şeyi takip edebiliyordum. Ama sinema belki de hiç öğrenemeyeceğim bir şeydi. Ama şimdi hareketli görüntünün de en azından önemli bir şey olduğunu ve bunun da bana başka ufuklar açtığını düşünüyorum. Fotoğrafçı gibi düşünmek yerine hareketli görüntüleri de düşünmek çok farklı, tek kare ya da 15-20 kareyi değil artık neredeyse 1000 kareyi bir arada düşünmek durumundasınız. Ben keyif aldığım ve eğlendiğim sürece bir şeyin olması gerektiğini düşünüyorum. Şu anda ikisinden de çok büyük keyif alıyorum. Fotoğraf senin için bugüne kadar profesyonel yaptığın bir iĢ değildi, ama artık bir fotoğraf okulu projen var. Hayatının büyük kısmını alan fotoğraf Ģimdi iĢ olarak da neredeyse hayatının tamamını almıĢ olacak. Fotoğraf okulu hakkında neler söyleyeceksin? Zaten bir sürü fotoğraf okulu, kursu, atölyesi var, bu okulun farkı ne olacak? Bu Altan‟la (Altan Bal) bizim uzun yıllardır ortak bir hayalimizdi. Başta fotoğraf okulu iddiası ile girmek gibi bir eğilimimiz yok. Daha ağırlıklı aslında belgesel fotoğraf okulu Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
30
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
düşüncemiz var. O da deneniyor ve bence iyi de ediliyor. Birçok farklı yerin bunu yapması da lazım. Bizim okulun farkını nerde yaratmak istediğimizi anlatmak için önce, okulun bir anlamda ilk adımı olan fotoroportaj.org‟un nasıl ortaya çıktığı ve temel düşüncesinden bahsetmek gerek. Biz hep şunu düşündük; insanların hep yapmak istediğini yaptığı ve anlatmak istediklerini başka bir mecrada birçok kişiye ulaştırabilecekleri bir şeyi hedefledik. Fotoroportaj.org ile o biraz da olsa bir yere geldi. Daha ilerlemesi gerekiyor. Hayat aslında her gün her dakika her saniye haber niteliği taşıyan olaylar silsilesinden oluşmuyor. Hayatlar aslında çok sıradan, bunun içerisinde alışılagelmişin dışında uç noktalar çok az yaşanıyor. Küçük yerde yaşayan, büyük yerde yaşayan, ama kendi hikayesini anlatmak isteyen herkesin hikayesine tercüman olacak bir mecrayı düşlüyoruz. Aslında yaşantılarımızın ya da sıkıntılarımızın birbirinden çok da farklı olmadığını, en azından başkalarının da aynı şeyleri yaşayabildiğini düşünüyorum. Bir yüksek gerilim işçisinin yüksek gerilim hattını yaparken yaşadıkları gibi mesela ve bunları anlatması önemli. Aslında hiçbir yerde bu hikayeye yer bulamazken, fotoroportaj.org‟da kendine yer bulması bence önemli. Zaten insanların hepsinin böyle hikayeleri var. Murat Pulat‟ın başka bir hikayesi var ama küçük bir hikaye, gazete sayfalarına çıkmayacak bir hikayenin fotoroportaj.org‟a taşınması gibi. Bence hayatın kendisi de bu küçük küçük hikayelerden oluşuyor. Bunlar önemli. ġöyle diyebiliriz o zaman, kuracağınız düĢüncenin sürdürüleceği yeni bir yer.
okul
fotoroportaj.org‟da
oluĢan
Aynen öyle. İyi bir fotoğraf kütüphanesi olan, isteyenlerin ücret ödemeden fotoğraf kütüphanesinden yararlanabilecekleri, fotoröportaj üretmek isteyenlerin yan yana gelebileceği, bununla ilgili eğitim alabileceği bir mecra gibi düşünülebilir. Ama daha çok insanların birbirine yardım ettiği ve birbirinin hikayesini merak ettiği bir yer. Birlikte öğrenebileceğin bir yer. Yönetici vs. gibi bir hiyerarşisi yok. Herkesin söz söyleme hakkının olacağı bir yer. Fotoğrafın sosyal belgesel diye adlandırdığımız alanında çalıĢmayı tercih ediyorsun, bu alanda çalıĢan bazı fotoğrafçıların aksine, estetik ve görsel anlatımın da fotoğrafın kavramsal sözcükleri kadar önemli olduğunu savunanlardansın. Neden? Bu konuda kafam oldukça karışıktı. Bu karışıklığı açığa kavuşturmak yönünde, akademik hayatın bana iyi etkilerinden bir tanesi de bu oldu. Birincisi bu konu sadece fotoğrafta yaşanmış bir şey değil, sinemada da yaşanmış. Sadece bizde değil, yurtdışında da benzer tartışmalar yaşanmış. İçeriği boş olan bir estetiğin çok faydalı olduğunu düşünmüyorum. Sadece estetiğin hakimiyetindeki fotoğrafların da çok etkili olabileceğini düşünmüyorum. Hem içerik olarak hem de estetik olarak fotoğrafın güçlü olması gerektiğini düşünüyorum. Sebebi de şu; estetik olarak güçlü olmak fotoğrafa bakma eyleminin gerçekleşmesini sağlıyor. Fotoğrafın kalıcılığının ya da belleklerde yer etmesinin bence ana koşulu estetik olarak güçlü olması. Bu inkar edilemez bir şey. Fotoğraf tarihi boyunca aklımızda kalan kareler hep estetik olarak çok güçlü kareler. Ama manzara fotoğraflarından daha akılda kalıcı olanlar içeriği de dolu olanlar. Dolayısıyla bu ikisini birbirinden ayırmak çok doğru gelmiyor. Nasıl ki içeriği boşaltılınca fotoğraf bir şey ifade etmeyen, sadece iki boyuta sığdırılmış, içeriği boş bir “şey” haline dönüşüyorsa, aynı şekilde estetik değerlerinden yoksun fotoğrafa da bakma eylemi gerçekleştirilmediği için içeriğin yeteri sayıda fazla insana ulaştırılamayacağını düşünüyorum. Bu noktada bence en önemli şey fotoğrafın nerde, kimler tarafından ve kim için kullanıldığı.
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
31
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğraf: Murat Pulat
Senin için fotoğrafın olmazsa olmazı? İnsan. Etik? Bence insanın kendi içinde olması gereken kurallar. DüĢ? Fotoğraf okulu. Genelde fotoğrafın bir çırpıda her Ģeyi anlattığına inanıldığından, karĢımıza çıkan fotoğrafların çoğu da bir çırpıda her Ģeyi anlatan cinsten oluyor. Senin fotoğraflarını ise, her bakıldığında biraz daha demlenen cinsten olarak görüyorum. Ayrıca, tek tek anlattıklarından çok, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları bence. YanlıĢ mı düĢünüyorum? Ben kendim içinde olmadığım şeylerin de fotoğrafını çektim evet ama kendim içinde olduğum, kendim yaşadığım şeylerin fotoğrafını daha iyi çektim. Örneğin Nefes, benim içinde çok uzun vaktimi geçirdiğim bir yerin bir sunumu idi. Bensel bir sunumuydu. İnşaat da öyle. Ben yıllardır inşaatlarda çalışan biri olarak orayı çektiğim için o da çok bensel bir şey. Hiçbiri bir sipariş değildi. Tamamen benimle ilintili işlerdi. Yani benim biraz hayat hikayem gibi oldu. Kendi fotoğraflarıma baktığımda benim için de, her baktığımda gördüğüm şeyler biraz daha farklılaşıyor. Yaşanırken çok da dikkat etmediğimiz şeyler yıllar sonra kendi çektiğim fotoğraflara bakıyorsam o zaman hatıralar da başka şeyler de canlanıyor. Yani biraz daha böyle masallaşıyor belki. Öyle demek lazım. Sanırım bu durum izleyiciler için de geçerli. ġöyle diyebilir miyiz; fotoğrafın bir anlamı yok, bakan kadar, izleyen kadar anlamının olabileceğini düĢünüyorsun?
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
32
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğraflarda, kendi yaşadıklarımla ilintili olan birçok şeyin bende uyandırdığı duygularla, bunu hiç yaşamayan insanların fotoğrafa baktıklarında hissettikleri şey çok farklı olacaktır tabii. Çünkü herkesin bence tarihsel bir geçmişi var. Ve o tarihsel geçmiş de zaten benim çekerken gördüğümle insanın bakarken gördüğü arasında yaşadıkları ile ilişkilendirilmesi demek zaten ve onu ilişkilendirdikleri zaman da farklı farklı hikayelerin çıkması çok normal. Bir diğer düĢüncem ise, fotoğraflarında kendini kolay ele vermediğin. Murat Pulat‟a ulaĢmak ve onu anlamak için, fotoğraflarına zaman zaman tekrar tekrar bakmak gerektiğini, her bakıĢta yeni sözcükler duyacağımızı düĢünüyorum. Fotoğraflarında Murat Pulat‟ın ne kadarını görmemize izin veriyorsun merak ediyorum? Aslında burada konu manipülasyona geliyor, teknik anlamda bir manipülasyon değil, fotoğrafçının fotoğrafı yaşamdan koparıp alması, fotoğrafçının hayata bakışı ve duruşu ile ilişkili tercihlerinden kaynaklanan bir manipülasyon. Fotoğrafı çektiği anda zaten fotoğrafçı gerçeklikle oynamış oluyor. Benim gördüğüm hikayeleri şimdi görmeyebilir izleyici. Onun için oradaki başka bir şey başka bir imge bana farklı şeyler çağrıştırabilir ki, bence fotoğrafın esrarengiz bir şey olmasının, gizemli bir şey olmasının sebebi de bu. Herkes kendi yaşadıkları ile ilgili. Ben ne söylersem söyleyeyim izleyici kendi yaşadıklarından bir çağrışım görecek en sonunda. Bu anlatımı ile ilgili kısmı. Sence sen ne kadarını koyuyorsun? Sen tamamen fotoğraflarda kendini itiraf ettiğini düĢünüyor musun? Çünkü aslında fotoğraf bir yandan baktığımızda da itiraf; senin bütün yaĢama bakıĢın, düĢüncen, o olaya nasıl baktığını gösteriyor. Yoksa bazı konularda, ya bu kadar da ileriye gitmeyeyim dediğin oluyor mu? Kesinlikle böyle bir seçim yapmıyorum. Yani aslında o tamamen bensel bir şey ama sonuçta ben de değişiyorum. Evet, o anki beni anlatıyorum ama 3 gün sonra farklı bir ben varım. Her günün üzerine bazen bir şeyler koyuyoruz, bazen de bir şeyler çıkarıyoruz, yani biraz eksik olup biraz da fazlalaşıyoruz. Dolayısıyla Nefes fotoğraflarını çektiğim gündeki benle bugünkü ben arasında dağlar kadar fark vardır. Şöyle düşünülürse; o günkü ben hakkında bilgi edinilmek isteniyorsa evet o fotoğraflarda benim de en azından bir kısmım görünüyor. Son okuduğun kitap? Fatmagül Berktay – Tarihin Cinsiyeti. Feminizmle ilgili, okula bir ödev hazırlamak için özellikle okudum, çok güzel bir kitap, tavsiye ederim. YaĢam? Nefes almak ya! Üretmek ve yaratmak için beslenmek gerekiyor. Murat Pulat nereden besleniyor? Birincisi, fotoğrafların nereden besleniyor, ikincisi bu kadar iĢi yapmana yetecek enerjiyi üreten-besleyen ne? Beslenmekten önce, tüm bunları tetikleyen sürmesine neden olan bir şey var, benim için bu fotoğraf okulunun hayaliydi. Yapabilir miyiz yapamaz mıyızı hiç bilmiyorduk. 5 senedir konuştuğumuz, hatta böyle gerçek olmaya yaklaştığında da bir an donup kaldığımız bir hayal. Yani önünüze bir amaç varsa, her şeyi gerçekleştirebilirsiniz. Beni tetikleyen de besleyen de bu amaç. Fotoğrafları besleyen ise; hep zor işlerde hep zor koşulların içerisinde oluşum. Fotoğraf çekmek de bir hayal aslında. Çünkü o kadar az vakit kalıyor ki yaşamak zorunda olduğumuz için yapmak zorunda kaldığımız şeylerden. Tabii bu arada da insan mesela bir konuyu bitirdiğinde ya da bitirmeye yaklaştığını hissettiğinde aslında küpünün tamamının da boşaldığını düşünüyorum. O dönemde de ben şunu yapıyorum; bir okula yazıldım, Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
33
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
yüksek lisans programına, daha fazla kitap okumaya çalışıyorum. Daha fazla hiç bilmediğim müzikleri dinlemeye çalışıyorum. Ama esas besleyen bence bu hayatın içindeki bütün sürtüşmeler, yani işyerindeki sürtüşmeler, insanlarla sürtüşmeler, o gerginlikler hatta belki daha az sayısı ama çok mutlu anlar da bunu besliyor. Ama bazen karamsar baktırıyor bazen iyimser baktırıyor. YaĢamın kendisi diyebiliriz yani? Evet. Sıradan hayat yani. Son söz? Mücadele. Bu hayaller olmasaydı hiçbirine kalkışmazdım ve belki uzun yaşayıp yatağımda öylece ölürdüm ama şimdi bu kadar yormasına rağmen bu kadar mücadele etmek gerekiyor. Başka yapacak bir şey ne olabilir onu da bilmiyorum işin gerçeği. Hiçbir şey ne yazık ki altın tepside sunulmuyor. Her şey için çok ekstra çaba sarf etmek gerekiyor. Benim bildiğim yol da bu olduğu için son söz hep mücadele olacak galiba. 25 Nisan 2009 İstanbul
Fotoritim Haziran 2009 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
34
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğrafın sessiz ve tavizsiz kedisi… SÜHA DERBENT
Şule Tüzül ve Süha Derbent (Fotoğraf: Füsun Saka)
Ġlk söz? Doğduğum şeye ölene dek... Nasıl ki bazı sözcükleri kullana kullana tüketiyor, içini boĢaltıyoruz, “fotoğraf”, “fotoğrafçı” ve “kedi” sözcükleri de öyle. Elimde olsa bu sözcükleri kullanmadan bu söyleĢiyi gerçekleĢtirmek isterdim, ama bu mümkün olmayacak. Amacım bunların biraz ötesine geçmek. Ġsterim ki hem bizim hem senin kendin için yeni bir Ģeyler keĢfedelim. Bu nedenle, kullandığımız kavramların bilindik, alıĢıldık tanımlarını bir kenara koyup devam edelim istiyorum. Mehmet Eroğlu “yazmak aşk gibidir, öğretilemez, öğrenilir” diyor. Aynı Ģeyi fotoğraf için söyleyebilir miyiz? Ben hep “fotoğraf hayat gibidir” derim. O da öğretilir bir şey değil. Hayata dair ancak öğrenebilirsin çünkü. Tabii ki bu fotoğraf için de söylenebilir. Fotoğraflarımın içindeki bana ait duyguyu her seferinde karşı tarafa geçirememiş olabilirim, ama onun ne olduğunu çok iyi biliyorum ve bu hayata dair bir şey benim için, var oluşa, devam edişe, yok oluşa, hepsine dair ve çok hayatın içinden bir şey. Zaten yaptığım iş de çok hayatın içinden, yani gündelik şehir hayatının içinde olmasa bile, bence “gerçek” hayatın içinden bir şey yapıyorum. Bir anlamda da benim için gerçek hayat bu, başka hayat da yok aslında. Hayat da aynı aşk gibi bir şey. Öğretilir bir şey değil, bir süreç içerisinde devamlı değişen, devinim halinde olan, inişleri çıkışları olan ve yaşadıkça öğrenilen ve belki bazen de öğretilen. Sonu olan bir şey değil, zaten sonu olan bir şey olsaydı insanlar fotoğrafa bu kadar tutku ile bağlanmazdı, fotoğraf bir yaşam biçimi haline gelmezdi. Ama buradan hareketle, birazcık fotoğrafın dışında bir şeyler de söylemek gerektiğini düşünüyorum. Uzunca bir süredir fotoğraf benim hayatımda tutkuyla bağlı olduğum ilk ve tek şey değil.
Önceden tutkuyla bağlı olduğun ilk ve tek Ģey miydi?
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
35
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Aslında hiç olmadı, daha çok hayata bağlı biriyim ben. Fotoğraf bunu ifade ederken kullandığım, John Berger‟in dediği gibi, bir ulaşım aracı benim için. Fotoğraf, aslında gerçekten var olmak istediğim ve bulunmak istediğim yerlere beni ulaştıran bir araç haline dönüştü zaman içinde ve öyle bir yer edindi kendine. Ben doğada bulunmayı çok seviyorum. Fotoğraf, orada o hayvanlara o kadar yakında bulunmanın ve onları izlemenin, onlarla iletişim içerisinde bulunmanın bana kattığı duygunun ötesinde bir şey değil, beni oraya ulaştıran bir araç sadece. Bu nedenle ikinci sırada. Hep söylediğim gibi, eskiden fotoğraf çekmek için seyahat eden biriyken, artık orada olmak için, olabilmek için fotoğraf çekiyorum. Ama bu tutkularım için yaşadığımı da değiştirmiyor.
Fotoğraf: Süha Derbent
Bir fotoğrafın var: karda sana doğru koĢan bir kaplan. Bu fotoğrafla ilgili olarak, o fotoğrafı çekerken yaĢadığın, hissettiğin Ģeyin üstüne hiçbir Ģey söylenemeyeceğini, hiçbir sözcüğün bunu tanımlamaya yetmeyeceğini söylemiĢtin bir gün bana. Fotoğraf böyle bir Ģey olmalı; yani senin o sırada hissettiğin ve sözcüklerle ya da baĢka bir Ģeyle tanımlanamayacak olan Ģey her ne ise o… Evet, sözünü ettiğin yaşadığım o an üstüne birinin bir şey katabilmesi ya da söyleyebilmesi benim için mümkün değil. O benim üç beş metre yanımdan koşarak geçti, ben yere bastığında çıkan sesi, kürkünün hareketinin çıkarttığı sesi duydum. Gözlerindeki ifadeyi en yakından gören kişi olabildim. Bir kaç adım ötemden geçerken duyduğum hayranlığı anlatabilmem mümkün değil. Daha ne olabilir. Ölüm döşeğinde olan ve kısa bir süre sonra öleceğini bilen birini ne kadar anlayabiliriz? Ya da birinin çektiği acıyı? İşte bu fotografın da başkaları tarafından bana kıyasla ne kadar anlaşılabileceğini gösteriyor. Bu sadece benim fotoğraf çektiğim alana uyarlanabilir bir şey değil, her tür fotoğrafa uyarlanabilen bir şey olarak kabul etmek lazım. O duyguyu yaşayan biliyor. Sözünü ettiğimiz bu duyguyu yaĢamadan, yaptığımız iĢi ve kendimizi fotoğraf ve fotoğrafçı tanımının içine koymanın mümkün olamayacağını düĢünüyorum. Senin fotoğrafçı kimliğinin bendeki izlenimine dair kısa bir tanımlama yapacağım; seni düĢündüğümde aklıma ilk gelen kavramlar, sessizlik ve tavizsizlik… Bir kedinin sessizliği ve tavizsizliği… Bir Ģeyleri herkes gibi Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
36
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
anlatmıyorsun da, kediler gibi, varlığınla, duruĢunla, çeĢitli konularda aldığın tavırlarla anlatıyorsun… Süre giden bir sürü tartıĢmanın içinde senin ismini hiç görmüyorum, kavga gürültünün, tartıĢmanın içinde göremiyoruz seni. EleĢtiri okları doğrudan sana yöneltildiğinde umursamadan, bir kedi tavizsizliği ile yoluna devam ediyorsun. Bunlar benim için söylenebilir şeylerden bazıları. Yanlış değiller. Ben gerçekten kedilere hayran biriyim ve onların bazı özelliklerini kendimde bulduğumda ya da kısmen hissettiğimde, bundan çok mutluluk ve onur duyan biriyim. Kendimi bunlardan ötürü ayrıcalıklı hissetmek bana fazlasıyla yetiyor da denilebilir. Belki bu yüzdendir... Tanıdığım insanlar içinde kuyruğu olmadığı için üzüldüğünü söyleyen ilk ve tek insansın… Kediler gerçekten öyle, duruşu ile birçok şeyi anlatabilen bir hayvan, sen anlayabilirsen. Onun gibi olabilmek ve böyle olduğumun düşünülmesi benim için çok keyif verici bir şey. Yaptığım işle kendimi anlatabilmeyi seçtim her zaman. Bunun dışında bir yol denemek istemedim. Kuyruk kesinlikle estetik katıyor... Yaptığın iĢle kendini bütünüyle anlatabildiğini düĢünüyor musun? Çok da bunun üstünde durmadım. Umursadığım bir şey değil aslında. Kendi kendime anlatabiliyorsam benim için iyi. Sanki buna gerek de yok, öyle değil mi? Ben anlatıyorum isteyen anlar diyorsun. Bir şeyi herkesin anlaması zaten mümkün değil. Böyle bir şey beklemek de yanlış. Böyle bir beklentim olmadı hiçbir zaman. Hatta hayatım boyunca yedi büyük kediyi fotoğraflayıp onları bu fotoğraflarla bir kitap yapmak ideali ile yola çıkmış biri olarak, yedi büyük kediyi çektikten sonra ilk verdiğim karar böyle bir kitabı yapmamak oldu. Çünkü yapacağım da ne olacak oldum. Devam edeceğim tabii ki çekimlerime, ama bunu anlatmanın çok da zorunlu olduğunu düşünmüyorum bir yandan. Belki kararım değişir ama şu an için en azından kitap yapmayı düşünmüyorum. Buna değmez diye mi düĢünüyorsun? Yoo hayır onunla ilgili değil, ama değip değmemesinden öte, biraz önce söylediğimiz gibi, işte ben gördüm oradaydım, ben yaşayacağımı yaşadım. Bu anlatılır bir şey değil, bunu anlatırken o kadar çok şey yitiyor ki, sözlü olarak anlatırken de, fotoğrafça anlatırken de. Birilerine anlatırken bile bazen yaşadığıma saygısızlık ettiğim duygusuna bile kapılabiliyorum. Onlar sanki doğa ve hayvanlar ile benim aramdaki sırlar gibi. Bir Ģeyleri sözcüklere döküp tanımlamaya kalktığımızda anlamlar eksiliyor, yitiyor... Evet, detaylarını kaybediyor. Yine böyle devam edeceğim. Bu ülkede fotoğrafçı olmak ve bu iĢten para kazanmak bu kadar zorken, fotoğrafçı bile olsan daha rahat para kazanabileceğin yollar ve yöntemler varken, en zorunu seçmiĢsin gibi geliyor bana; neden vahĢi doğa fotoğrafçılığı? Bir anlamda öyle, bir anlamda değil. Bir sürü şey sayılabilir benim açımdan; bir, zor olması beni çok çekti. İki, kedilere hayranlığım nedeni ile beni çok çekti. Üç, orada olmayı çok seviyorum. Yapan hiç kimsenin olmadığı bir alanda çalışmanın getirdiği zorluklar var, bir şeyin ilki olmak gerçekten bir yerde zordur. Sonradan gelenler bunun biraz lüksü ile hareket ederler. Daha önce yapılmışlığı ile. Böyle bir zorluğu var, ama dediğim gibi galiba kolay şeyler beni çekmiyor. Mesela şimdi doğada hemen hemen hiç fotoğraflanmamış siyah leopar çekmek istiyorum. Onunla ilgili araştırma yapıyorum. Bu da kolay bir iş değil; çok ağır şartlarda çalışılacak ve çekeceğinin garantisi olmayan bir iş. Böyle şeyler hem içinde adrenalin olan, hem her bakımdan güçlüğü olan işler. Beni daha çok çekiyor. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
37
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Böyle bir heyecanım var içimde yitirmediğim. Çocuk tarafım var belki. Onun arkasından gitmeyi de seviyorum. Bir işe motive olduğumda onun dışındaki her şey gerçekliğini ve önemini biraz yitiriyor benim için. O kedi ile tanışmak fotoğrafını çekemesem bile görebilmek benim için çok değerli. Evet bu bir tanışma aslında...
Fotoğraf: Süha Derbent
Onların, yani vahĢi diye adlandırdığımız bir yaĢamın baĢrolündeki bu canlıların dünyasını görmek, ister istemez insanın vahĢetini sorgulamaya yöneltiyor insanı. Ġnsanlık tarihi boyunca, hele bu yüzyılda insanın insana yaptıklarını düĢünürsek, onlar o kadar masum kalıyorlar ki. Ne acı ki, insanoğlunun vahĢetinin sınırı yok maalesef. Orada onlarla olmak bambaĢka bir var olma hali olmalı. Onlara bu kadar hayranlık ve özlem duyarken, böyle bir dünyaya nasıl katlanıyorsun? Bir kere “vahĢi” tanımlaması benim seçtiğim ve belirlediğim bir şey değil. Böyle bir fotoğrafçılık alanı var. Yoksa en vahşi canlının insan olduğu konusunda ben herkesten daha çok bu fikre kapılmış biriyim. Dünyanın en masum canlıları hayvanlardır. Bütün hayvanlar için söylenebilir bu. Mesela goriller için söylenebilir; insandan çok daha uysallar. İnsan kadar vahşi bir canlı yok. Yeryüzündeki biyolojik üretimin yüzde seksenini dünyanın yüzde yirmisi tüketiyor. Birbirine uyguladığı bu vahşeti hayvanlara çok daha kolay uyguluyorlar. Ben gittiğim yerlerde bunlara da tanık oluyorum ve bunları görerek yaşıyorum. Hayatıma ilişkin duruşum, bakışım ve beklentilerim değişiyor, insanlara bakışım değişiyor bu seyahatler sonrası. Yani sadece fotoğraf çekip dönmüş olmuyorum. Ama bu bir tanımlama, dünyada da böyle geçiyor “wildlife photographer”, ya da “yabanıl hayat fotoğrafçısı” da denilebilir. Ama hiçbiri tam karşılamıyor aslında. En vahşi öldürme eylemini insan yapıyor. Hayvanlarınki bizimkinin yanında çok masum. İyi ki onlar bize benzemiyor ve özenmiyorlar. Yoksa doğada da toplu katliamlar olurdu. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
38
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Biz insanların kendimize katabilmek için ömrümüzü harcadığımız, bazen vakfettiğimiz bazı yetiler birçok hayvanda doğuştan ve mükemmel olarak zaten bulunuyor. Kime özeneceğimizi bir bilebilsek... Bunlar kavrama dair düĢüncelerin, bir de iki yaĢam arasında gidip gelirken katlanamamazlık durumu yaĢadığın oluyor mu, onu merak ediyorum. Zaman zaman oluyor. Yani bir kere benim kadar orada olmaktan bu kadar önemle bahseden birinin niye İstanbul gibi bir şehirde yaşadığı sorgulanması gerekir önce, ama cevabım maalesef çok açık ve basit: para burada bulunuyor. Ben oraya gidebilmek için burada durmak zorundayım. Burada durduğum süre içerisinde oraya gidebilmenin koşullarını araştırmakla geçiyor günlerim. Firmalarla görüşmeye çalışıyorum. Projeler oluşturuyorum. Firmaların marka değerlerini inceleyip onlara yönelik projeler oluşturmaya çalışıyorum. Buna ciddi mesai ayırıyorum. Burada yaşamamın sebebi bu. Orada olabilmek ve oraya gidebilmek için burada çok çalışmam gerekiyor. Yoksa tabii ki burası orada olma ile kıyaslanmayacak bir şey. Çünkü kendimiz olmamızın engellendiği bir hayat yaşanıyor burada. Herkesin yüzünde maskeler ve rolleri var. Doğada böyle bir şey yok. Hiçbir hayvanla böyle bir iletişim kuramazsınız. Hiçbir hayvan birbiri ile böyle bir iletişim kurmaz. Ama olanaklarım olsaydı zaten bırak İstanbul‟u, şehirde yaşamazdım. Hatta hastane yatağında, evde, trafik kazasında ölmektense, doğada ölmeyi ve bir hayvan tarafından yenilerek son bulmayı kesinlikle tercih ederim. Kongo'ya gorillerin fotoğrafını çekmeye gitmenle birlikte bu canlılardan da en az büyük kediler kadar etkilendin ve sanırım onların da kediler kadar özel bir yeri var artık sende. Gorillerle çalıĢırken, büyük kedilerle yaptığın çalıĢmalardan farklı Ģeyler hissettin mi? Sende nasıl bir etkileri oldu? Fark oldu. Ama bu sadece gorillerden kaynaklanan bir fark değil. Dünyada gorillerin bulunduğu tek bir yer var: Kongo. Kongo – Ruanda arasındaki savaş sürerken biz bunu yaptık. Orada gördüğüm ve yaşadıklarımın da bana kattığı çok şey oldu. Ama önce sorunun ilk kısmını yanıtlamak gerekirse, kediler bulundukları ormanda, bulundukları doğada predatör (yırtıcı) olarak yaşıyorlar. Gorillerse böyle değil. Yani gerçekten kat be kat insandan masum canlılar. Geçip karşına kafasını sallayıp sana filozof gibi bakan, seni seyredip düşünen, ama sana hiçbir tepki göstermeyen, seni olduğun gibi kabul edebilen bir hayvan goril. Onların bu masumiyeti insanların onlara uyguladığı vahşeti değiştirmezken, kedilere uyguladıkları vahşet bunun yanında çok daha hafif kalıyor. Çünkü goril çok daha masum. Asla zarar vermeyecek bir hayvan. Yavru gorillerin yanlarında uzun süre kaldıktan sonra gelip ceplerimi karıştırdıklarına şahit oldum. Dolayısıyla o hayvanlara karşı çok duyarlıyım. Çok az sayıda kaldılar. Elinden kültablası yapmak, yavruyu hayvanat bahçesine satmak gibi amaçlar uğruna goril aileleri yokediliyor. Bir iç savaşın ortasında gerillaların geçiş noktası olan dağda yaşıyorlar, volkanik dağlarda yaşar goriller. Çok trajikti, gerçekten benim hayata bakışım değişti oradan döndükten sonra. Bu projeyi WWF (World Wild Foundation) Türkiye ile yaptık. Türkiye CEO‟su Filiz Demirayak ile birlikte gitmiştik. Onun için de benim için de çok etkileyici bir süreçti. İnsan olmaktan utanarak geri döndüm.
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
39
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğraf: Süha Derbent
VahĢi doğa fotoğrafçılarının bir kısmı iĢin sanatsal boyutuna ağırlık verirken, bir kısmı bu canlıların doğal davranıĢlarını görüntülemeyi amaçlıyor. Sen de ikinci gruptansın. Bu seçimin bir nedeni var mı, sözünü ettiğin deneyimlerin tercihin üzerinde etkisi var mı? Sanatın kapsamının çok geniş olduğunu düşünüyorum. Dedim ya orada olmak istiyorum, orada oluyorum, olurken de elimden geldiğince gördüklerimi belgelemeye çalışıyorum. Davranışları ile yaptığım iş çok ilişkili. Onları bilmek zorundayız bu işi yaparken. Hayvan davranışı öğrendiğimizde insanların ne kadar gerçekten vahşi canlılar olduğunu öğreniyorsunuz. Hem erdemli bir şey söyleyip hem de sonra bunun tam tersini yapan başka bir canlı yok yani. O yüzden orada olmanın önemi çok büyük benim için. Davranış belgelemek yaptığım iş. Yapabildiğim kadar. Sanatsal bir kaygım, derdim de yok. Öyle bakmadım çektiğim fotoğraflara. Çekerken de öyle bir kaygı taşıyarak çekmiyorum zaten. Deneyimlerimin etkisinden çok benim kişisel tercihim bu ve sanırım değişmeyecek. Fotoğraf ne iĢe yarar, bir iĢe yarar mı, yaramalı mıdır? Çektiğim fotoğraflarla ilgili yanına bir şeyler yazmak ya da fotoğrafların yanı sıra bir şeyler söyleme olanağım olduğunda, soyu tehlikede olan türlerin korunmasına yönelik bir bilincin oluşturulmasına katkıda bulunmak amacıyla, buna yönelik konuşmalar yapıyorum ya da yazılar yazıyorum, bir işe yarasın diye. Ama aslında bu benim misyonum da değil. Benim işim fotoğraf çekmek. Herkes kendi işini yapmalı diye düşünen biriyim. Benim işim sadece gördüğümü görüntülemek, başka bir şey değil. Bunu yapacak başkaları olmalı. Hepsini birden benim yapmamı, buna yetişebilmek ve doğru yapabilmek, tam yapabilmek anlamında yeterli bulmuyorum. Bence fotograf çekeni tatmin ettiğinde işlevini bulmuş ve tamamlamıştır. Fazlası olursa iyi ama zorunluluğu yoktur.
Etik…
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
40
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Genelden başlayıp özele gidelim. Etik denen şeyin iki yüz metre sonra bile değiştiğine inanıyorum. Yani buradan iki apartman öteye gittiğinde, yan dairede başka bir etik anlayışı ile karşılaşabilirsin. Bu tamamen vizyonla ilgili. Bu ülkede yaşayan biri bu ülkenin etik anlayışına sahip olur. Fotoğrafla ilgili ve benim konumla ilgili tarafa dönecek olursak, ben bu işi yaparken bir miktar hayvanların özel hayatına giren biriyim. Ama fotoğraflarımın kullanıldığı her yerde de bu canlıların hayatlarının korunmasına ilişkin bir şeyler söyleyen biriyim ve bunu vurgulayan fotoğraflar çekiyorum. Bu işi yaparken de temel prensibim, bu hiç değişmedi, minimum risk alarak bu işi yapmaktır. Sadece kendimi değil, hayvanı da riske etmek anlamında söylüyorum. Benim için en değerli fotoğraf en az risk alınarak çekilmiş fotoğraftır. Diğerlerini çok çekebilirdim. Bir kez bile denemedim. Çünkü kendimi ve hayvanı riske ederek çektiğim fotoğrafın benim için hiçbir değeri yok. Ben iş yaparken takıntı derecesinde mükemmelliyetçi biriyim. Seyahat öncesi bir yıla yakın yazışıyoruz. Gittiğimizde minimum sürprizle karşılaşmak için bunu yapıyoruz ve gerçekten de öyle oluyor. Hayvanı ve kendimi riske ederek çektiğim fotoğraf benim için fotoğraf bile değil, haddini ve amacını aşmaktır. Hiçbir zaman yapmadım ve yapmıyorum. Değerli olan, bu risklerin olmadığı ortamı oluşturup o fotoğrafı orada ve mükemmel çekebilmektir. Aynı Ģeyleri fotoğrafın her alanı için söylemek lazım. Bu söylediklerin fotoğrafın ve fotoğrafçının ne olup ne olmadığı ile yakından iliĢkili. Fotoğrafın hangi alanından söz ediyor olursak olalım, fotoğrafa konu olan herĢey için, insan, hayvan, bitki ya da herhangi bir Ģey, fotoğrafçının sorumluluğu olduğunu düĢünüyorum. Çünkü bunu yaparken o “şey”i, gerçekten “şey” durumuna sokuyorsunuz, nesneye dönüĢtürüyorsunuz. Dolayısıyla bu anlamda söylediklerin çok önemli. Ben biraz daha iddialı bir şey söyleyeceğim; aslında her fotoğraf içinde bir taciz içeriyor. Fotoğrafa konu olan kişi fotoğrafının çekilmesine izin versin ya da vermesin, fotoğrafta gösterildiği şekilde olmaktan memnun olsun olmasın, bu değişmez. Ben gördüğümü çekiyorum, izleyen de görmek istediği şekilde görüyor ya da anlıyor o fotoğrafı. Ben ne kadar duyarlılık göstersem de, fotoğrafını çektiğim canlılar, örneğin bir kaplan, bakalım öyle görünmek istiyor mu? Bunu illa ki olumsuz anlamda algılama. Ama bunun tanımı tacizdir, çünkü bu eylemde fotoğrafçı hükmedendir, onun gördüğü ve göstermek istediği olur, fotoğraftakinin buna müdahale etme şansı yoktur. O canlılara karşı çok duyarlıyım, bu yüzden fotoğraflarını çekerken bunu sürekli düşünüyorum, bu anlamda onlara karşı sorumlu hissediyorum kendimi. Türkiye fotoğrafı diye bir Ģeyden bahsedebilir miyiz? Bahsediyoruz. Türkiye‟de çok, ama dünyada yok! Biz kendi kendimize bahsediyoruz. Bu konularda bir yerlerde konuşan, görüş bildiren biri değilim, ama bu vesile ile senin aracılığın ile, ne düşündüğüm ortaya çıkmış olsun. Türkiye‟de başarılı işlerin çıkarıldığını, ama yeterince tanınmadığını ve tanıtılmadığını düşünüyorum. Türkiye‟de bir sürü fotoğraf kitabı da basılıyor. Bence boşuna basılıyor hepsi, benimkiler de dahil. Çünkü dünyada böyle bir kitap yapmış olmuyorsunuz, dünyada kimsenin sizden haberi yok. Şimdi ben yurtdışında kitap yapmak istiyorum, yapmam çok zor. Amerika‟daki copyright ajansları önümüzdeki iki yılı bile belirlemişler. Süha Derbent ne demek? Hiçbir anlamı ifade etmiyor, John bilmem ne değilim ben çünkü. Yaptığınız işle de bir yere gelmeniz çok uzun süreçler. Dünyada fotoğraf kitabı basılmış, kitabının Amazon‟da satıldığı, Barnes&Nobles‟da bulunduğu kaç tane Türk var, bence yok. Ama biz bu konuda o kadar fazla konuşuyoruz ki, bunu yaparken birbirimizin üstüne de basıyoruz. Birilerinin iyi işler yapmasına engel olmaya da çalışıyoruz. Yapanlara destek olmak yerine köstek oluyoruz. Böyle kendi kendimize yuvarlanıp gidiyoruz. Millet bu işleri rönesansta aşmış, biz daha hala oraya gelemedik. Öte yandan genç ve çok iyi fotografçıların olduğunu görmek beni ümitlendiriyor geleceğe dair. Dilerim onlar bu döngüyü kırabilirler burada yıpratılmadan. Bu noktada yine seninle ilgili bir izlenimimi paylaĢacağım. Sözünü ettiğimiz bu ortamda 20-30, hadi diyelim ki 50 isim var. Fotoğraf üzerine bu isimler söz sahibi genellikle. Konular ve kavramlar, bu isimlerin çevresinde ve çoğunlukla da bu isimlerin yönlendiriciliği altında tartıĢılıp duruyor. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
41
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Çok doğru. Kendimi bildim bileli böyle bu. Yukarıda sana dair bir kedi sessizliği ve tavizsizliğinden bahsetmiĢtim ya, yine o noktaya döneceğim. Senin ismini bu tartıĢmaların yakın ya da uzağında hiç görmüyoruz. ġimdi sen, internet ortamında yayınlanacak bu sohbetin içerisinde bu ortama dair eleĢtiriler getirince, Ģöyle bir tedirginlik içine girdim; hiç istemeden seni bu tartıĢmalar içerisine sürüklemiĢ oluyorum Ģimdi. Özellikle de internet ortamında “ağzı olan konuşuyor” durumu söz konusu. Senin hiç istemediğin nitelik ve biçimde, düĢüncelerin tartıĢılabilir duruma düĢebiliyor. Böyle bir şeyle ilgilenmeyecek biri olduğum için sorun değil. Bu tür şeyleri zaman kaybı olarak değerlendiriyorum. Peki, genel anlamda tartıĢmalara girmeme tercihinin bir nedeni var mı? Özellikle tartışmalara girmiyorum. Buna ayıracağım zamanı yapacağım proje ile ilgili araştırmaya ayırmayı daha verimli, daha hayatın içinden ve daha gerçek buluyorum. Burada ya da sözünü ettiğim fotoğraf ortamlarında, insanların kendi kendine böyle şeyleri konuşmasının, çok kısıtlı bir çevre içerisinde kalan bu tartışmaların bir yere gitmediğini ve bir yere varmadığını, bunu yaparken de insanların o anda belki hırsa kapılıp ve istemeden de olsa birbirinin üstüne bastığını da görüyorum ve üzülüyorum. Ben kendimi o duruma düşürmek istemiyorum. Şimdi burada, bu söylediklerime karşı çıkıp bir şeyler söyleyenler olacaktır. Tabii ki cevap vermeyeceğim, çünkü böyle bir zamanım yok. Boş işlere zamanım yok çünkü. Böyle bir tartışmada bana söylenen bir şeye cevap vermektense, oturup iki fotoğrafımı daha işlerim, daha verimli zaman geçirmiş olurum veya iki tane mail atarım yabancı bir firmaya sponsorluk bulabilmek için, veya bir hayvanın hangi bölgede, ne sıklıkta görüldüğünü öğrenmek için iki tane yazışmada bulunurum. Bu bana daha çok yol katettirir. Benim için önemli olan yaptığım işin kalitesi, ben bunu iyi yapmak istiyorum. Ne kadar yaptığım kesinlikle tartışılır. Ama benim işimin kalitesine bu tartışmanın içerisinde bulunmak bir şey katmayacak. Herkes işini yapsın. Ben fotoğraf eleştirmeni değilim. Olmak gibi bir hedefim de yok. Arzum da yok. Fotoğraf eleştirmeyi de sevmiyorum. İnsanlar işlerini yapsınlar ve o işlerle bir yere gelsinler. Benim için en değerli şey bu. Başka şeye ne kadar zaman ayırırsan, yani bu tartışma için söylemiyorum bunu, işimi yapmak yerine oturup televizyonda bir dizi seyredersem de aynı şekilde zaman kaybediyorum. Özetle ne dizi seyrediyor ne de bu tartışmalara giriyorum. Benim için işimin kalitesini arttırmak bunların çok önünde geliyor. Yaptığın iĢ nedeni ile Türkiye‟nin tek vahĢi doğa fotoğrafçısı olarak oldukça popüler bir kimliğe sahipsin, farklı bir imajın var, ne kadar uzak dursan da, cevap vermesen de, bazı tartıĢmaların, çekiĢmelerin içine en azından ismin karıĢıyor. Artık bunları çok önemsemiyorum, ama evet bazen hiç de ben olmayan bir imaj oluşuyor, rahatsız olduğum bazı durumlar oluyor. Yaşadığımız ülkede benim çektiğim fotoğrafların bir ederi yok. Mesela fotoğraf gösterilerimde söylüyorum, az önce beş para etmeyen fotoğrafları izlediniz, diyorum. Gerçekten beş para etmez. Hiçbir yerde satamazsınız. Hiçbir değeri olmayan, piyasa değeri olmayan fotoğraflar çekiyorum bu ülke için. Böyle bir iş yaptığınız zaman, fotoğraf çekerek para kazanmak mümkün değil, proje satmanız gerekiyor. Proje sattığınız zaman da, sattığınız proje fotoğrafları üzerinden bir gelir elde etmeye yönelik olmuyor genellikle. Fotoğrafların medya geri dönüşünden yararlanmaya yönelik projeler oluyor. Sponsorlarıma medya geri dönüşü satıyorum. Dolayısıyla, bu nedenle çok fazla gazete, dergi ve televizyonda çıkmak durumunda kalıyorum. Bu benim kişisel tercihim olmadığı gibi, aslında hiç de hoşlanmadığım bir şey. Zaman içerisinde bundan çok da zarar görmüş biriyim. İnsanların büyük çoğunluğu bende para çok, rahat battı ve o yüzden bu işi yapıyorum zannediyor. Benden aklınıza hayalinize gelmeyecek konularda yardım isteniyor, maddi yardımdan bahsediyorum. Bu kadar çok gazete, dergi ve televizyona çıkınca, yönetemediğim bir imajım oluşuyor ve bu beni çok rahatsız ediyor. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
42
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Bir de Ģöyle bir imajın var; her konuda çok ticari düĢünen, parayı çok önemseyen biri olduğun söyleniyor. Bu yönetemediğin imaj, senin aslında hiç olmadığın bir şey. Mesela bana mail atanların hepsine cevap veriyorum, klasik olarak hepsinden aynı cümle ile başlayan yanıt geliyor; “inanamıyorum cevap verdiniz” diye başlıyor. Aslında ben hepsine yazıyorum zaten. Ama insanlar beni başka bir yere koyuyorlar, mesela beni gözlerinde çok büyütüyorlar, en çok karşılaştığım şey bu, karşı karşıya oturduğumuzda aynı kendisi gibi sıradan biri olduğumu gördüğünde de, bu sefer küçümsüyorlar. İkisi de doğru değil. Ben aynı onun gibi biriyim, hiçbir farkım yok. Senin soruna gelince, çok basit bir cevabı var; ben profesyonelim ve bu işten para kazanmak zorundayım, bir kere o nedenle ticari düşünmek zorundayım. Bu konuda çok rahat içim, çünkü ben ticari olmayan neler yapıyorum bunların bazılarını sayayım, bana bunu söyleyenlere yeterli cevaptır; ben bütün arşivimi, bugüne kadar çektiğim 50.000‟e yakın fotoğrafın tamamını WWF‟e bağışladım. İstedikleri gibi kullanabilirler. Bundan sonra çekeceklerimi de aynı sözleşme ile bağladım, bağışladım. Bugün bana sponsor olan bir firma bu şartı kabul ederek sponsor olmak zorunda. Her sene en az 5 tane, varoş bölgelerinde olan devlet okulu seçip, gidip oralarda sunum, fotoğraf ve mesleki başarılar üzerine konuşma yapıyorum ve bunlardan hiçbir ücret almıyorum. Özel okullar beni aradığında ise ciddi ücretler alarak bu işi yapıyorum. Yine örneğin şu sıralar sokak hayvanları ile ilgili filmde sabahtan akşama kadar gönüllü olarak çalışıyorum. Üstelik set fotoğrafçılığı yapıyorum. Hayvanlarla ilgili çünkü, onur duydum, gittim yapıyorum. Bunun gibi çok fazla şey var. Beni ticari düşünmekle eleştirenler bunları tabii ki bilmez, çünkü her yerde bakın ben bunları yapıyorum diye dile getirmiyorum, bu hoş bir şey değil. Ticari bir konuda en çok katlanamadığım şey şu, özellikle fotoğraf adına hiç katlanamadığım şey kendi adıma değil sadece; fotoğrafın bu kadar değersizleştirilmesini kabul edemiyorum. Bir proje yapılıyor, herkese para ödeniyor, matbaasına, kağıdına, tasarımına, ama fotoğrafa gelince ödenmiyor. Öyle bir proje ile bana gelindiğinde isteyeceğimin üç katını istiyorum zaten. Çünkü orada bulunmak istemiyorum. Dolayısıyla fotoğrafa bunun yapılmaması lazım. Fotoğrafı değersizleştiren bir şey bu. Bence herkes yaptığı işle ilgili ticari düşünmek zorunda. Bir iş ne zaman para ederse o zaman değerini buluyor. Dünyada rantın belirlemediği hiçbir şey yok maalesef. Siz kendi işinizi değerlendirip yerine koymazsanız kimse size gelip bunun yerine karar vermez. "Fotoğraf da aynı yaşam gibi. Yaşamda nerede duruyorsak fotoğrafta da orada duruyoruz aslında." demiĢtin. Nerde durduğun buradan gayet iyi görünüyor ama sence sen nerde duruyorsun? “Neden varım?” sorusunu sormamız gerektiğine inanıyorum. Öncelikle kendim kendimden mutlu olmalıyım. Ben kendimden mutlu olursam insanlara bir şeyler verebilirim veya onlara faydalı olabilirim veya onları mutlu edebilirim. Onların göz zevkini okşayabilirim. Kafasını biraz düşünmeye yöneltebilirim. Hayatın burada, bu şehirde yaşandığından ve döndüğünden ibaret olmadığının farkında olmaya çalışarak yaşıyorum. Yaptığım iş de buna çok uygun bir iş. Kongo‟da bir dağ gorilinin mezarına çiçek koymak benim için çok önemli bir şey. Oradaki yerel halktan birinin yaptığı gibi. İki metreden bir kaplanın sarı gözlerine bakabildiğimde aslında ne kadar küçük olduğunu, aslında hiçbir şey olmadığını görebilmek benim için çok değerli. Çünkü biz şehir hayatında yaşarken o an ne iş yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz. Taksi şöförü isek müşteri bulacağız, doktorsak o an ameliyatı bitireceğiz, ne iş yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz ve o anda en önemli şey o, başka bir şey yok. Halbuki hiçbir şey değiliz. O kadar küçüğüz ki. İşte ben bunu doğada görüyorum, hayvanlardan öğreniyorum. Bu benim için çok değerli. Durduğum yer de orası. Aslında hiçbir şey değilim. Kendimi mutlu ediyorum yaptığım bu işle ve eğleniyorum da ben bu işi yaparken, çok da keyif alıyorum. Onlardan çok şey öğreniyorum. Şehir hayatında insanlardan öğrenemediğim, en yakınlarımdan bile öğrenemediğim çok şeyi Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
43
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
hayvanlardan öğreniyorum. Günde kaç kez hayal kırıklığına uğrayabilir ve kaç kez yeniden ümit edebilirimin sınırlarını öğreniyorum hayvanlardan, nasıl aşık olunduğunu öğreniyorum. Ne kadar aşık olunduğunu öğreniyorum. Aşk için neler yapılabileceğini öğreniyorum. Bunları bu şekilde deneyimliyor olmak hayatta durduğum yeri de belirliyor. Yani mesela ben Kongo‟ya dağ gorili çekmeye gitmeden önce, Kongo‟da bir goril katliamı yapıldı, gitmeyi çok istedim onların cenaze törenine ve gidemedim. Mesela bu bile bana bir şey katıyor. Belki dünyanın en görkemli cenaze törenlerinden biri yapılıyor orada dağda, tahtalarla indirildi onlar oradan aşağı, halk ağlayarak taşıdı. Ben gittiğimde hala mezarlarının üstü çiçek doluydu, çünkü her gün herkes çiçek koyuyordu. Hayatta durduğum noktayı bu seyahatlerde sadece fotoğraf çekerken değil, yolda yaşadığın şeyler de belirliyor. Bütün bunlara açık olmak gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan bunları gidip orada yaşarken ondan sonra burda gelip o onu dedi bu bunu dedi ile uğraşmanın çok değerli olan zamanın kaybı olarak görüyorum.
Fotoğraf: Süha Derbent
Bence hiçlikle her Ģey olmak arasında bir fark yok. Ġnsan ne kadar duyarlı ise, göreceli olarak o kadar daha fazla acı çektiğini, dolayısıyla o kadar daha fazla derinleĢtiğini, ancak bu durumun bir nihilizm boyutunda değil de, daha güzel bir dünya yaratmaya yönelik olarak kullanılmasının, ortaya çıkan iĢlerin de daha güzel, daha derinlikli ve anlamlı olmasına yaradığını düĢünüyorum. Fotoğraflarına bu duyarlılığın yansıdığını, yaĢamdaki duruĢunun da bununla çok iliĢkili olduğunu düĢünüyorum. Bu duyarlılık – farkındalık - derinlik, insanı yaĢamın içindeki o her Ģeyi barındıran süreçlerden geçirip hiçliğe ulaĢtırmıyor mu? Tabii ki, işte bu Mevlana‟da da var, birçok felsefe ve inançta da var. Kendini ne kadar çok hissediyorsan, yani ne kadar önemli hissediyorsan o kadar yoksun aslında. Hiçbir şey yapmıyorsun aslında. Ne kadar yok hissediyorsan da o kadar varsın aslında… Evet. Var olabilmen için önce hiçbir şey olmadığını bilmen gerekiyor. AĢk? Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
44
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
İlk aklıma gelen şey aşksız yaşanmayacağı. Bence insanın varlığını en anlamlı kılan duygu bu. Aşk için yaşamaktan daha erdemli bir şey yok. Benim için hayattaki en değerli şey. Bu sadece karşı cinse duyulan bir aşk olmanın ötesinde doğaya, hayvanlara duyulan, yaptığım işe duyduğum bir aşk da olabilir. Ama herşeyin başında ve ötesinde, bir kadına aşık olmak benim için çok önemli. Ben aşık olmadığım zaman hiçbir şey yapamayacak ve üretemeyecek, yok olacak biriyim herhalde. Aşık olarak varolmak benim için her zaman daha fazla enerji, tutku ve heyecan dolu bir şey ve böyle yaşıyorum. Benim bu kedi hayranlığımın bir nedeni de şu; kediler çok dişiler, erkeği de öyle. Kadınlar kedi gibiler, kediler de onlar gibi, böyle de söylenebilir. Çok çekiciler ve çok estetikler. Aşkla çok bağlantılı bir şey bu, insanda çok heyecan tutku uyandıran bir şey. Benim için o yüzden çok tutkulu bir şey bu. Hadi araya bir Ģiir yerleĢtirelim… Araya bir şiir koymak yerine kaplanlarla ilgili söylenmiş bir şey var onu koyalım: “Eğer bir kaplan avlamak istiyorsanız, önce kendi içinizdeki kaplanı avlamak zorundasınızdır, yoksa ona av olursunuz.” DüĢ mü gerçek mi? İkisi birden. Gerçeğin olabilmesi için önce düşlemek gerekiyor. Ben düşlerine çok inanan biriyim. Düşlediğim her şeyi yapmak isteyen biriyim. Bir şey düşlediysem yapıyorum. Kaç yıl önceydi bilmiyorum, National Geography dergisinin kapağında Sita diye bir kaplanın fotoğrafını gördüm, ağzında yavrusunu taşıyordu. Ben gidip Sita‟yı ve yavrusunu çekeceğim dedim, iki yıl sonra aynı kaplanı ve yavrularını gittim çektim. Sonra yedi büyük kediyi fotoğraflayacağım dedim. Kademe kademe tek tek hepsini de yaptım. Şimdi de siyah leopar çekmek istiyorum. DüĢlerin ve düĢlemenin sonu yok değil mi? Yıllarca yaptığım iş ile ilgili tüm yayınları takip ettim. Bu anlamda ciddi bir kütüphanem var. Çıkan bütün kitapları alıyorum. Yıllarca evdeki Sibirya kaplanlarının fotoğraflarına baktım. Örneğin bir tanesinde, kardan bir tümseğin üstüne oturmuş, üstüne kar yağıyor lapa lapa. Bu fotoğrafa, böyle bir şeyi ben çekmek istiyorum diyerek baktım hep. Sonrasında çektiğim fotoğraf, gördüğüm ve hayal ettiğimin çok ötesinde bir şey oldu. Yani koşarak bana doğru gelen ve üç metre yanımdan geçen bir hayvan çektim. Bir Sibirya kaplanı. Dedim ya eğer düşlersen yapıyorsun. Çok ağır koşullarda çalışıyoruz. Normal bir insanın bir şeye motive olmadan dayanamayacağı koşullarda. En son Brezilya‟da jaguar çekerken, 250 m 2 yani Türkiye‟nin üçte biri büyüklüğünde bir sulak alanda, milyonlarca nehir kolu var, nehir üzerinde, güneşin altında bir botun içerisinde, 60 derece sıcakta ve %100 nem altında bütün gün, günde 100 km, bazen daha fazla yol yaptığımız günler oldu. Düşlersen ve kendine inanırsan, düşlerine inanırsan gerçekleştiriyorsun. Şu anda bir proje için çalışıyorum. Benim projem değil. Hiç tanımadığım birisi bana sokak hayvanları ile ilgili bir film yaptığını ve bununla ilgili gönüllüye ihtiyacı olduğunu söyledi. Bu filmde hiç kimse hiçbir ücret almıyor. Herkes gönüllü olarak çalışıyor. Benim de bu projede fotoğraf çekmemi istedi. Ama bunu isterken bana şöyle bir cümle söyledi, ki benim için anahtar cümle idi: “ben idealimi gerçekleştireceğim bu olduğunda” dedi. İşte ben böyle bir şeye çok saygı duyan biriyim. Aynı şeyi ben de çok yoğun biçimde hissettiğim için bunu duyar duymaz hemen kabul ettim. Birinin bir idealini gerçekleştirmesine küçücük de olsa bir katkımın olacak olması, benim için çok önemli bir şey. Bir insana verilebilecek en büyük destek bu. O yüzden bir şeyi kafaya yatırmak ve ona motive olmak, hayatını buna göre şekillendirmek, bunun için ve buna göre yaşamak. Yaşadığım bütün hayat hep böyle geçti: bir şeye inanmak ve onun peşinden gitmek şeklinde. Bu bazen kısa, bazen çok uzun bir süreç olabilir. Evet, şimdi siyah leopar çekeceğim, onu çektiğimde bitecek mi? Hayır. Bir hayvanı çekersin, koşarken çekersin, avlanırken çekersin, avını yerken çekersin, çiftleşirken çekersin, su içerken çekmediysen Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
45
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
onu çekmek istersin. Sonu olan bir şey değil. Dolayısıyla her zaman eksik bir şeyler kalacak. Ama bu sadece benim bu konuda ulaşmak istediğim şeylerin çokluğundan ya da benim tatminsizliğimden değil, büyük kedilerin hepsinin tüm davranışlarını çekmek bir insanın ömrünün kolay kolay yetebileceği bir şey değil zaten. Böyle bir şeyi seçtiğinde zaten sonu gelmeyecek bir uğraş seçmiş oluyorsun bir kere. Ama tam tersi de çok feci bir şey, insanın ölmesi gibi bir şey bence. Yapmak istediğin herşeyi yapıp bitirdiğinde sen de bitmişsindir zaten. Bitebileceğim bir şeyi seçmedim ben. Seçmezdim de. Murathan Mungan “Başarı; Türkiye’de sadece bir dershane adıdır.” diyor. Ben de aynı fikirdeyim. Bu yüzden seni tanımlarken baĢarılı bir insan demek istemiyorum, fotoğrafçı tanımı da dar bir tanım aslında senin için. Yaptığı iĢle varlığını anlamlandıran, varlığı ile de yaptığı iĢi anlamlandıran diyelim, böyle insanların böyle olmasında birçok etken var. Senin de belirttiğin gibi aĢk bunlardan en önemlisi gerçekten. Buradan yola çıkarak sözü Ģuraya getirmek istiyorum; tüm konuĢtuklarımızı içinde barındıran Süha Derbent kimliğinin, bence arkasında değil tam da yanında, önemli bir isim var: Füsun Saka. Bu birlikteliğin yakın tanığı olarak biliyorum ki, aslında Ģu ana kadar konuĢtuğumuz her sözcüğün içinde o da var, yine de Füsun özelinde de birkaç Ģey söylemeni rica edeceğim senden. Eski yıllarda krallar sponsor olurmuş kaşiflere. Sonradan büyük düşünürlerin, büyük yaratıcı insanların hepsinin eski deyimle birer hamisi olmuş. Onlar sadece düşünmüşler ve yaratmışlar ama onların gündelik hayatlarını sürdürmeleri için onlara destek olan, özellikle ekonomik destek olan birileri hep olmuş. Füsun‟un benim için anlamı şu; ben ilk yayınlanan Yüz Yüze adlı kitabımda yazdım, benim için yaşam sponsoru o. Maddi destek demek doğru olmaz, ama benim gibi abuk subuk şeylere kafayı takıp bunların peşinden gitmek inadıyla yaşayan birine verilebilecek en büyük desteği vermiş biri o. Çok şanslıyım ki bu desteği bana veren kişi benim aşık olduğum ve hala deli gibi aşık olduğum kadın ve onun da bana karşı aynı duygularda olduğunu biliyorum. Benim için yapmadığı şey yok ve yapmayacağı şey de yok. Bütün fotoğraflarımın altında, hem onun hem rehberlerimin, emeği geçen herkesin imzası var. Ben hiçbirini tek başıma yapmadım. Her fotoğrafımda Füsun‟un payı vardır. Hiç kimsenin ulaşamadığı yerlerde her gün beni arayıp bulmuş ve konuşmuştur. Her zaman bana çok destek olmuştur. O olmasaydı ben bunların hiçbirini tek başıma yapamazdım diye düşünüyorum. Bu sadece bana böyle bir destek vermenin ötesinde, tutku ve heyecanla aşık olduğum bir kadın olması anlamında da çok değerli bir şey. Fotoğraf dışında ve aslında fotoğrafı da kapsayacak bir şekilde ifade etmem gerekirse ki en doğrusu bu olacaktır, Füsun benim tutkum ve varlık nedenimdir. Ona doğmuş ve ona yaşayanım... Son söz? İyi fotoğraf çekmek istiyorsanız aşık olmanız lazım… 06 Haziran 2009, İstanbul
Fotoritim Temmuz 2009 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
46
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
MURAT YAYKIN "FOTOĞRAF ĠDEOLOJĠSĠ" KĠTABI ÜZERĠNE DÜġÜNCELER... Susan Sontag‟ın Fotoğraf Üzerine isimli kitabını o kadar önemsiyorum ki, bu kitabı okumayan birinin “fotoğrafçıyım” demeyi bırakın, “fotoğrafla ilgileniyorum” deme hakkının bile olamayacağını söyleyebilirim. Tabii bu oldukça iddialı bir ifade. Hadi bunu Sontag‟a takıntılı bir fotoğraf izleyicisinin düşünceleri olarak alın, ama geçen sene Fotoğraf Dergisi‟nde Fotoğraf Günlüğü köşesinde Merih Akoğul da benzer bir ifadeyi dile getirmiş, Sontag‟ın kitabına ek olarak Roland Barthes‟ın Camera Lucida isimli kitabı ile Gombrich‟in Sanatın Öyküsü isimli kitabını fotoğrafa ilgi duyan herkesin okuması gerektiğini, bu kitapları okumayanları ciddiye almadığını belirten ifadeler kullanmıştı. Okumayı sevmeyen ve okuma eylemine pek de değer vermeyen bir toplumuz maalesef. Ortak yazışma listelerinde kitap okumadığı halde çok iyi fotoğraf çektiği ya da photoshop‟ta harikar yarattığı ile övünen insanlara rastlıyorum. Yine söylenenlere göre, fotoğrafla ilgilenmeye başlayanlardan Sontag‟ın kitabını okuyanların çok zorlandıklarını, bu nedenle daha sonra fotoğrafa dair kitap okumaktan soğuduklarını öğreniyorum. Acaba Sontag‟a kadar kaç kitap okudu ki bu kişiler, Sontag‟ın kitabını okuduklarında birdenbire soğuyuverdiler? “Kitap okumaktan soğumak” benim algılayamayacağım bir davranış biçimi. İnsan kendisini yıpratan, eksilten, üzen, rahatsız eden olgulardan, oluşumlardan, ortamlardan ya da insanlardan uzaklaşabilir, soğuyabilir, ama kitap okumaktan neden ve nasıl soğur? Okur sayısının az oluşuna ek olarak, Türkiye fotoğraf ortamının önemli sıkıntılarından biri fotoğraf üzerine yayın sayısının çok az oluşu, özellikle Türkiye fotoğrafçılarından yazarak üretenlerin sayısının az oluşu. Böyle bir ortamda fotoğraf dergileri ve gazeteleri gibi periyodik yayınlar da hayatlarını sürdüremiyorlar. Bu nedenle, fotoğraf üzerine konuşacağımız, tartışacağımız platformların sayısı çok az. Tüm bunların doğal sonucu olarak da, okumayan, tartışmayan ve sorgulamayan bir ortamda ortaya çıkan fotoğrafların neyi ne kadar anlattığı, hangi amaca hizmet ettiği, değeri konularında da sağlıklı değerlendirmelerde bulunamıyoruz. Karamsar bir giriş yapmama rağmen, hiç de karamsar değilim. Çünkü son birkaç yılda, en azından benim izleyebildiğim kadarı ile, fotoğraf derneklerinin, merkezlerinin, eğitim kurumlarının, fotoğraf seminerlerinin ve sempozyumlarının sayısında oldukça farkedilir bir artış var. Bazı kavramlar daha çok tartışılır hale geldi. Ortaya çıkan birikimler de, yayına dönüşmeye başladı. Fotoğrafın gerçeği yansıtıp yansıtmadığı, belgesel fotoğraf, fotoğraf ve siyaset ilişkisi, fotoğrafçının kimliği üzerine oldukça önemli tartışmalara tanık oluyoruz. Bu sürece ilk olarak Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj isimli kitabı ile önemli bir katkı sağladı. Geçtiğimiz ay yayınlanan sözünü ettiğim tartışmalara yön verecek yeni bir kitap yayınlandı: Murat Yaykın‟ın Fotoğraf Ġdeolojisi. Bu konuların yazılı bir hale gelmesini, Amerika‟yı her seferinde yeniden keşfetmeye çalışan ve bu nedenle kısır tartışmalarla zamanı boşa geçiren fotoğraf ortamımız açısından çok önemsiyorum. Murat Yaykın kitabın ilk bölümünde, daha sonra irdeleyeceği kavramları tanımlıyor. Bu tanımlamaları yaparken de izleyiciyi “algıda gerçeğin bozulumu”nun nasıl oluştuğuna dair hazırlıyor. Görüntü ve fotoğrafın dili, soyutlama, nesnellik ve öznellik, algı ve bellek, toplumsal bellek, gerçek ve kurgu, estetik, etik ve belgesel fotoğraf nedir sorularına yanıtlar veriyor. Belgesel fotoğraf gerçeği yansıtıyor mu? Nasıl? Gerçeği olduğu gibi yansıtabilmenin koşulları nelerdir? Peki hangi gerçek, kimin gerçeği?
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
47
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Karşı koyamadığımız gibi, algı kapasitemizin çok çok üstünde bir görüntü bombardımanına maruz kaldığımız günlerde yaşıyoruz. Bugün inandığımız değerler, yarın yerle bir ediliyor, bir sonraki gün başka bir biçimde yeniden önümüze sunuluyor. Bir zamanlar dehşet içinde okuduğumuz George Orwell‟in 1984‟ü, Travenian‟ın Şibumi‟si içinde yaşıyor hissine kapıldığınız oluyor mu? Peki ya kendinizin bile metalaştığınızı hissettiğiniz zamanlar? Yaykın‟ın kitabında okuduğum satırlar beni bu nedenle etkiledi ve heyecanlandırdı. Yaykın kitabında, sistemin bireyi nasıl edilgenleştirdiğini, iktidarın kendi düşüncelerini empoze etmek ve kendi isteklerini uygulatmak için fotoğrafı ve görsel iletişim araçlarını nasıl kullandığını, “algıda gerçeğin bozulumu”nu nasıl sağladığını anlatmaya çalışıyor. Yaykın diyor ki; “Ġktidarlar, egemenliğini kurmayı ve (onu) pekiĢtirmeyi kavramların ve/veya olguların kendi ideolojileri doğrultusunda ya içini boĢaltarak ya da anlam sapmaları yaratarak, toplumları ve kiĢileri Ģekillendirme amacına ulaĢırlar. Bunun için ise yaĢanan gerçeği manüple etmesi, bazen gizlemesi ya da çarpıtması ve yeni bir gerçeklik yaratması için algıda gerçeğin bozulumuna ihtiyacı var. Öyleyse kavramların ve olguların içini boĢaltarak, algıda gerçekliğin bozulumunu nasıl becerebildiğini kavramamız gerekiyor.” Yaykın‟a göre; fotoğraf inanılırlığını yitirirken, bundan en büyük zararı belgesel fotoğraf gördü. Sistem ya da iktidarların emrine amade fotoğrafçılar (embedded muhabir / iliştirilmiş foto muhabiri), sistem neyi nasıl anlatmak istiyorsa fotoğrafları ile olayları o şekilde anlatıyorlar. Yaykın işte bu noktada, belgesel fotoğraf, kurgu, sanat fotoğrafı kavramlarını sorgulayarak, ne olduklarının çok iyi tanımlanması gerektiğini belirtiyor. Belgesel fotoğrafın gerçeği ile sanat fotoğrafının gerçeği birbirinden çok farklı. Fotoğrafçının öznel ve nesnel gerçekliği kullanım şekli, ortaya çıkan fotoğrafların hangi kategoride değerlendirileceğini belirliyor. Eğer belgesel fotoğraf ile ilgili bir proje sözkonusu ise fotoğrafçının “çekmek istediği konu ile ideolojik yakınlığının” olması gerekiyor. Fotoğrafçının öznel gerçeğinin, konunun nesnel gerçeğinin önüne geçmemesi gerekiyor. Kitaptaki önemli bulduğum bölümlerden biri de Batı‟nın Doğu‟ya bakışını anlatan bölüm. Doğu‟yu fotoğrafların nesnesi konumuna getirirken ötekileştiren Batı, bu şekilde kendi Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
48
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
çıkarına uygun ideolojileri uygulayabiliyor, kendini gelişmiş ve uygar, Doğu‟yu ilkel ve vahşi sıfatları ile tanımlarken sistemin rekabet koşullarını kendi lehine belirlemiş oluyor. Fotoğraf üretirken kendine Batı‟yı örnek alıp aynı Batı‟lılar gibi Doğu‟ya ait fotoğraf projeleri üreten, hatta daha ileri giderek aynı Batılılar gibi kendi coğrafyasının insanlarını onlar gibi tanımlayan / yargılayan fotoğrafçıların kitabı okuyup, şapkalarını önlerine koyup, ne yaptıklarını tekrar düşünmelerinde fayda var. Batının tanımlamaları ile öylesine sınırlanmış durumdayız ki, fotoğraftan çok fotoğrafçının kimliğinin, yaşamdaki duruşunun önemli olduğunu anlatmaya çalıştığım bir ortamda, bir fotoğrafçının beni duygusal olmakla, “bir Türk ve bir Ortadoğulu gibi” düşünmekle yargıladığını hatırlıyorum. Biz bizi Batı‟lılar gibi yargılıyoruz. Batı‟nın bize yaptığını, bizim fotoğrafçılarımız aynı şekilde kendi coğrafyasının insanlarını nesneleştirerek, ötekileştirerek kendi insanlarına yapıyor. Aynı coğrafyadan olmamız gerekmiyor, Orta Doğu ya da Uzak Doğu ülkelerine giderek fotoğraf projeleri üreten fotoğrafçılarımızın davranışları da aynı kategoriye giriyor. Murat Yaykın, fotoğrafçıları yaptıkları işin sonuçları ve insanlığa karşı olan sorumlulukları konusunda uyarıyor. Neye ve kime hizmet ettikleri konusunda dikkat çekmeye çalışıyor. “Fotoğrafın masum bir keĢif olmadığını, üstelik bugün gelinen süreçte fotoğrafçıların ellerindeki kamerayı bilinçli/bilinçsiz tehlikeli biçimde kullandığının altını çizmek istediğini” belirtiyor. Fotoğraf İdeolojisi kolay okunan bir kitap değil. Okuyucuyu zorlayan kitaplardan. Yaykın sonuç bölümünde fotoğrafçılara anlatmaya ve açıklamaya çalıştığı noktalara ulaşırken, çok sayıda kavram ve tanımdan, farklı disiplinlerin konuları ele alış biçimlerinden yararlanmış. Kavramları ve fotoğrafa dair irdelenecek sorunları masaya yatırırken, çok sayıda kaynağı referans olarak kullanmış, düşünce ve vardığı sonuçları önemli düşünürlerin alıntıları ile desteklemiş. Tüm bunların bir kitapta biraraya getirilmesi ve açıklanması oldukça zorlu bir süreç olmalı. Dolayısıyla bir okuyucunun da bir kitapta bu kadar çok konu ve kavramı birarada algılaması kolay olmayacaktır. Bu kapsamda, Fotoğraf İdeolojisi‟nin, kullandığı kaynak kitapların ve yazıların da ayrıca okunmasını gerektiren bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitaplar okunması gerektiği için değil, kişi okumaya ihtiyaç hissettiği için okunur. Okudukça okumaya daha çok acıkır insan. Susan Sontag‟ın kitabı gibi, Fotoğraf İdeolojisi de, yaşam ve fotoğraf konusunda derdi olan, düşünen, kafa yoran, okudukça okumaya acıkmış insanlara önerebileceğim bir kitap. Bir fotoğraf izleyicisi olarak, Murat Yaykın‟ı kitabından dolayı kutluyor, fotoğraf yayınlarımız arasına bizden bir fotoğrafçının çalışmasını eklediği için duyduğum memnuniyetle teşekkür ediyorum.
Fotoritim Kasım 2009 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
49
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Şule Tüzül'ün Kaleminden "Sanal Bedenler"
TUTUK KUCAKLAġMALARA KurĢun sesi kadar hızlı geçer yaĢamak; Öyle zordur ki, kurĢunu havada, sevgiyi de yürekte tutmak! Bazen duygularımız bizden erken yaĢlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu. MURATHAN MUNGAN
Fotoğraf: Ali Alışır
Gerçekliğin temelleri hiç bugünkü kadar yerle bir olmamıştı. Öyle zamanlar var ki, kendimize bile güvenmekte güçlük çekebiliyoruz. Bugün inandığımız ya da kabullendiğimiz düşüncelerin yarın değişmeyeceğini garanti edebilenler kendine güvenenler değil, bugün söylediğini yarın inkar edebilecek kadar günü gününe yaşamayı başaranlar. Zaten bugün artık onların dünyası. Çevrenize bir bakın, ne kadar çoklar değil mi? Şu satırları okuyan sen, ey okuyucu, nasıl hemen de kendini garantiye alıverdin, “onlar”dan değil de “biz”den olduğunu söylemene bile gerek yok değil mi? İyi ama kim “onlar”, “biz” kimiz?... Şanslı çoğunluk, zavallı azınlığa karşı! Birileri can hıraç özgürlük diye bağırırken, özgürlüğü imajların büyülü görüntülerine endeksleyenler için hayat ne Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
50
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
kadar kolaylaştı. Değil mi?.. Ve ne güzel: Bütün doğrular ve yanlışlar yerli yerinde. Peki ama, her şey bu kadar bilinirken ve anlaşılırken, sorular niye? “Gerçeğin ne kadarını yaĢayabiliyorsak o kadarına inanabiliriz” görüşünden yola çıktığımızda, gerçeğin varlığının oynak zemininden daha tedirgin edici olan şeyler var: küçülen dünyalarımız... Teknoloji ve iletişimin küçülttüğü dünyamızdan ve birbirimize “uzakları yakın eden” çağdan bahsetmiyorum. Aşklarımızın ve düşlerimizin var olabileceği tek yerden bahsediyorum, sahip olabileceğimiz yegane şeyden. Kendimizden. Git gide eksilen... Eksilen gerçek değil, “biz”iz... Biz… Ingeborg Bachmann “FaĢizm, insanlar arasındaki iliĢkilerde baĢlar, iki insan arasındaki iliĢkide baĢlar...” diyor.
Fotoğraf: Ali Alışır
Herkesin varlığı konusunda hemfikir olduğu bir sistem var. Öyle bir sistem ki sanki yoktan varedildi, oluşmasında kimsenin payı yok, biz kendi halimizde yaşayıp giderken bir de baktık “sistem” diye bir canavar ortaya çıktı. Her şey onun başının altından çıkıyor şimdi. Sistemin son marifeti, bugün dünyada yaratılacak bir şey bırakmamış olması. Dostoyevskilerin, Sheakspearlerin, Mimar Sinanların, Picassoların devri bitti. Bugün imaj çağındayız. Yaratıcılık ancak varolanın ya da bir zamanlar gerçek kabul ettiklerimizin kopyalanması ile sınırlı. Başka çıkış yok. Batı‟nın büyük düşünürleri, kuramcıları, yazarları Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
51
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
olup biteni büyük kavramsal sözcüklerle tanımlıyorlar, ben toplumsal bir hastalığın içinde yuvarlandığımızı düşünüyorum. İnsanoğlunun genlerinde her daim varolan tüketimin ve şiddetin, kendilerini varetmeyi başardıkları yeni bir hastalık… Baudrillard Amca diyor ki; “Gerçeğin tüm göstergelerine sahip, gerçeğin tüm aĢamalarına kısa devre yaptıran kusursuz, programlanabilen, göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden söz ediyoruz. Gerçek bir daha asla geri dönmeyecektir.” Eyvah, ne olacak şimdi?!... Bizler, yani annelerimizin kucaklarının sıcaklığını sonuna kadar yaşamış, kömürlüklerin karasını üstümüze başımıza bulaştıra bulaştıra saklambaç, kavanoz kapaklarından tabak çimenlerden yemek yaparak evcilik oynayabilmiş, ilk aşklarımızın eline bile dokunmadan yaşadığımız en derin duyguları hala hatırlayabilen şanslı kuşak. Size anneniz kadar içten sarılan kaç kişi kaldı çevrenizde? Kentlerin ve insanların hızla dönüştüğü bu çağda siz neredesiniz? En güçlü imajlar, içimizde kalan duyguları hala ayaklandırmayı başaranlara ait: gençler ve yaşlılar, kadınlar ve erkekler, yoksullar ve zenginler, güzel ve çirkin, biz ve onlar, ötekiler, ötekiler… Ve aslında yoklar. Bugünün anneleri ne kadar içten sarılabiliyor çocuklarına? Vakit bulabiliyorlar mı bunun için? İşe yetişme telaşında kahvaltı ve okula gönderme sorumluluğunun anne ile baba arasında atılıp tutulduğu, bakıcıların sığınaklarında, bayram tatillerinin değişmeyen koşturmasında acele dokunuşlar… Bugünün çocuklarının içi ne kadar ısınıyor acaba? Şefkati idealize edilmiş bedenlerde arayan bir nesil yetiştirdik. Hadi, tebrik edelim kendimizi… Baudrillard‟ı haklı çıkarmak için bize sunulan bütün imajları üstümüze giyiyoruz. Bunun için yarışıyoruz. Sözcüklerin içini kim boşalttı, sistem mi? Oysa en sıkı kucaklaşmalar tutuk şimdi… Ve akmayan gözyaşları; en değerli hazinemiz, içinde düşler saklı… Eksilen gerçek değil, “biz”iz... Biz.. Hepimiz… Neye benziyoruz şimdi? Biz, hepimiz, Ali Alışır‟ın Sanal Bedenleri‟nde buluştuk. Hepimiz o fotoğrafların içindeyiz şimdi…
Fotoritim Ocak 2010 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
52
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
ĠKĠ SERGĠ ĠKĠ YORUM “KARġILAġMALAR”A DAĠR İtiraf etmeliyim ki, daha önce, tanınmış ve fotoğrafla ilgilenen işadamlarının, çok iyi sunumlara sahip sergilerine gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığı nedeni ile Mustafa Koç‟un Rahmi Koç Müzesi‟nde sergilenmekte olan Karşılaşmalar sergisine giderken soru işaretlerim çoktu. Açıkçası, proje ekibinde Süha Derbent ve Ali Alışır gibi fotoğrafın önemli isimleri olmasaydı, Ankara‟dan gelip de bu sergiye vakit ayırabilir miydim, emin değilim. İfadelerimden işadamlarının fotoğrafla ya da sanatla ilgilenmemesi gerektiği gibi bir anlam çıkarılmasın lütfen, aksine sanatla ilgilenen işadamlarımızın sayısının artması kesinlikle memnuniyet verici, fotoğraf ortamı özelinde konuşursak bunun gerekliliğine ve önemine çok inanıyorum. Önyargı her zaman kötü bir şeydir. Karşılaşmalar sergisini görmeseydim, hem özellikle vahşi yaşam ve büyük kedi fotoğraflarının tutkulu bir izleyicisi hem de bir hayvansever olarak çok şey kaçıracağımı, daha sergi salonuna adım attığımda anladım.
Fotoğraf: Mustafa Koç
Sergi mekanının Rahmi Koç Müzesi olması, sergi salonunun ve serginin tasarımı, fotoğrafların oldukça büyük baskılarla sergilenişi, ışıklandırma, vs. sergiyi zaten izlenilesi yapıyor. Sunum çok önemli elbette, ama bir fotoğraf sergisine gittiğinizde, sunum ne kadar iyi olursa olsun, fotoğrafların izlenilesi olması için daha fazla şey gerekiyor. Fotoğrafın önemli özelliklerinden biri, buluşturucu olmasıdır. Fotoğraf buluşturur; fotoğrafçı ile izleyicisini, izleyici ile fotoğrafı, fotoğrafın modeli ya da nesnesi ile fotoğrafçıyı ya da izleyiciyi, fotoğrafçı ya da izleyiciyi bildiği ya da bilmediği olaylarla, duygularla, düşüncelerle buluşturur fotoğraf. Bu buluşmanın eşitleyici bir yanı da vardır, fotoğraf eşitler. Fotoğrafın çevresinde buluşan insanların, fotoğrafçının, izleyicinin, fotoğrafın nesnesi olan insanların kim ve ne olduklarının önemi yoktur. Kısıtlı harçlıkları ile fotoğraf yolculuğuna çıkan bir öğrenci ile bir ülke ekonomisine yön verecek güçte bir işadamının ya da söz sahibi konumda bir politikacının neden fotoğraf çektiği sorusuna verdikleri cevaplar birbirine yakınsa “fotoğraf”tan bahsedebiliriz, aksi halde ortaya çıkan işlere fotoğraf özelinden değil isimler üzerinden yaklaşmaktan başka seçeneğimiz kalmaz. Benim açımdan, bir fotoğraf sergisine gittiğimde ya da bir fotoğraf izlediğimde aradığım, fotoğrafın kendisi değil, neyi nasıl söylediğidir. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
53
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Vahşi doğa fotoğraflarına baktığımda fotoğrafın bana ilk hissettirdiği şey, ona verdiğimiz “vahşi” sıfatını nasıl da anlamsız hale getirdiğidir. Bu fotoğraflar vahşi bir yaşamı değil, insanın doğa karşısındaki kaçınılmaz acizliğini hatırlatır. O görüntüler karşısında hissettiklerimizi ifade etmeye çalıştığımız tüm sözcükler anlamsız kalır. Neredeyse benim boyum kadar büyüklükte bir fotoğrafta, bir bebek gibi sırtüstü yatıp başını arkaya eğerek fotoğrafçıya doğru çevirmiş, sanki bilinçli bir şekilde objektife bakmış gibi görünen bir arslanın bakışları ile kaşılaştığınızda, ya da boyunlarını birbirine dolamış iki zürafanın enfes görüntülerine baktığınızda içinizde kabaran duyguları hangi sözcük anlatabilir? Böyle zamanlarda ister istemez insanların dünyasına döner karşılaştırmalar yapar zihnim; hangi dünya daha vahşi ve acımasız ya da hangisi daha masum ve yalansız... Böyle fotoğrafların karşısında elbette fotoğrafçıya özenilir. Bu fotoğrafları çektiği, bu kadar iyi bir sunumla sergileme şansı bulduğu için değil, bu “karşılaşmalar”ın bizzat tanığı ve öznesi olduğu, bu bakışlarla doğrudan temas edebildiği için. Eğer fotoğrafçı Afrika ya da benzer bir coğrafyaya turistik ya da sadece fotoğraf çekme amaçlı gitmediyse, fotoğraflarda fotoğrafçının o coğrafyayla, o coğrafyanın insanları ve doğadaki canlılar ile kurduğu özel iletişimi de hissedebilirsiniz. Fotoğraflar, doğayı ve canlıları nesneye indirgememiştir, fotoğrafçının hissettikleri, düşünceleri ve düşledikleri ile zengindir, derindir. Sizin fotoğrafta yüz yüze geldiğiniz her bakış ya da an, fotoğrafçı için özel bir ansa, fotoğraf fotoğrafçının o anda söylemek istediklerini anlatmak için bir araç olabilmişse, size de bir şeyler söyleyebilir. “Ben Afrika‟ya gittim, oradaydım, aslanlar, kaplanlar gördüm, işte bunlar da kanıtı” diyen fotoğraflar, bu cümleden başka bir şey söyleyemez çünkü... Karşılaşmalar sergisinde, sergi kapısından girer girmez, geride İstanbul‟u bırakıp farklı bir coğrafyaya girdim. O coğrafyanın görüntülerinin önünden geçtim hayranlıkla, doğaya ve fotoğraflardaki canlılara imrenerek. Sergiyi gezerken yanıma aldığım sözcükleri de bıraktım teker teker; ne de çok ağırmışlar, ne de çok yüklenmişim, her fotoğrafta biraz daha hafifledim. Afrika, canlılar, doğa ve onların bana hatırlattığı yaşam ile buluştuk, bir de fotoğrafçı ile. Bu buluşmada fotoğrafçının varlığı ve kimliği, orada olması, bu paylaşımın bir parçası olması, bunları paylaşılabilir kılması ile anlatıyordu kendini. Diğer bütün kimlikleri ve sıfatları, İstanbul ve sözcükler gibi dışarıda kalmıştı. Bu sergiyi benim için değerli ve anlamlı yapan da bu oldu. Karşılaşmalar sergisine ait kitapta, projenin fotoğraf danışmanı vahşi doğa fotoğrafçısı Süha Derbent‟in etkileyici bir giriş yazısı var. Diyor ki; “VahĢi doğada baĢarılı fotoğraf çekebilmenin bir baĢka Ģartı da kusursuz bir donanımdır. Elbette yalnız teknik donanımdan bahsetmiyorum. Bu donanım, doğa ve hayvana sevgi, onlarla barıĢık olabilme, önceliği onlara tanıyabilme özelliği ile baĢlar ve onlara saygı ile devam eder. Fotoğrafçı bu donanıma sahip değilse elindeki teknik ekipman iĢlevsiz kalmaya mahkumdur.”
“YOL”A DAĠR Hayvanların dünyasını ve davranış biçimlerini tanımaya, onlarla bir insanla asla kuramayacağınız çok farklı bir iletişim içinde bulunmaya başladığım zamanlardan beri, insanoğlunun pek matah bir varlık olduğunu düşünmüyorum. Oysa bana çok büyüleyici, mucizevi gelen özelliklere sahibiz. Ama diğer yandan, bu özelliklerimizi kendimiz ve yaşadığımız dünyayı daha güzel yapmak için kullanamayan bir beceriksizliğe de sahibiz. Enteresanız vesselam. İnsanoğlunun sahip olduğu en önemli özelliklerden biri kendine bir dünya yaratabilme becerisi. Bu yeteneğini iyi kullanırsa, tüm evreni içinde taşıyabilir, kötü kullanırsa kendini hapishane gibi daracık bir yaşamın içinde bulabilir. Fotoğrafın, dünyasını sürekli büyütebilen yetenekteki insanların kullandıkları araçlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında fotoğrafçılar, tıpkı tüm sanatçılar gibi, kendi dünyalarını genişletirken, fotoğraflarını izleyenlerin de dünyalarını genişletmelerine neden olurlar. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
54
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Tabii burada “fotoğrafçı” derken, bu yazıya konu olan Murat Germen gibi fotoğraf sanatçılarımızı kastediyorum, “fotoğrafçıyım” diyen herkesi değil.
Yaşamla ve kendi ile derdi olan, dertlerinin içinde boğulmak yerine sürekli üretenler için bir fotoğraf, bir sözcük, bir anlık bir duygu, fotoğraf karesi içine hapsedilmese bile bir çakımlık bir görüntü, yeni bir dünyanın kapısından içeri dalmaya yeter de artar bile. Murat Germen, şu sıralar İstanbul Modern‟de sergilenmekte olan YOL sergisinde, YOL‟a dair fotoğrafça söylemek istediklerini izleyici ile paylaşırken, bir izleyici olarak ben de serginin beni çıkardığı kendi yolculuğum içinde buldum kendimi. Germen, sergideki her fotoğrafına bir isim vermiş. Bu isimler, kimi fotoğraflarda benim de o fotoğrafta bulduğum duygu ile örtüşüyor, kimilerinde ise hiç uymuyordı. Bazen fotoğrafla ismi arasında hiçbir bağlantı kuramadım. O zaman bu fotoğrafların, fotoğrafçıda nasıl ve neden bir etkiye sebep olduğu üzerine düşündüm. Örneğin sergiye “Hilkat / Genesis” isimli fotoğraf ile başlıyorsunuz. Başlangıç için çok iyi seçilmiş bir fotoğraf, çünkü hem bir yolculuğa başlayacağınız hissini uyandırdı bende, hem de bu yolculuğun öyle bildik/tanıdık/alışıldık bir yolculuk olmayacağının meraklandıran ipuçlarını veriyordu. Zihnimde, “Hilkat” ve yolculuk kavramları flu çağrışımları ayaklandırırken, sergideki her bir fotoğrafla bu çağrışımlar çoğaldı. Fotoğrafların kiminde izleyene görsel bir keyif verecek estetizm hakimken, kiminde fotoğrafçının en ufak bir estetik kaygı taşımadığı görülüyor. Kiminde yaşam olduğu gibi izleyiciye sunulurken, kiminde fotoğrafçının kurguları ile karşılaşıyorsunuz. Bir sergiyi gezdikçe, genelde her bir fotoğrafla birlikte sergi konusuna dair düşünceler de izleyicinin kafasında netleşir. Burada ise öyle olmuyor; sergiyi gezdiğim süreçte, önünden geçtiğim her bir fotoğraf ve fotoğrafa verilmiş isimler beni öyle farklı yerlere götürüyor ki, birbirinden bağımsız bir çok düşünce ve duygu kafamda uçuşuyor, fotoğrafçının neyi göstermeye ve ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışırken, aslında hep kendime dönük, kendi geçmişimin, hatta içinde bulunduğum anın ve geleceğimin yolculuklarında gezindiğimi farkediyorum. Fotoğraflarla ve isimleri ile karşılıklı bir sohbet içinde gibiydik; biraz onlar bir şeyler söyledi, biraz ben… Bazen aynı noktada buluştuk, bazen zıt yönlerde uzaklaştık, ama tüketmeden… Serginin sonuna geldiğinizde sizi, Murat Germen‟in serginin kitabındaki yazısından harika bir alıntı yolcu ediyor. Ve tekrar hatırlıyorsunuz; insanlar neden fotoğraf çeker, neden fotoğraf izler, neden fotoğraflar üzerine konuşur… Böyle zamanlarda yaşam hep daha anlamlıdır, hiç de boşuna değildir ve insanoğlu mucizevi bir varlıktır. Alıntıyı burada da paylaşmak isterdim ama sergiyi izledikten sonra sergi mekanında bu alıntıyı okumanın çok daha yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı okuyup da sonra sergiyi izleyecek olanların bu tadı yaşamalarını engellemek istemedim. İster fotoğrafçı olun ister izleyici, yaşam ve fotoğrafın birbirinin yerine geçtiği zamanlarda tüketmek ile çoğaltmak arasındaki seçim size kalmıştır. Bir yolculuğu hep bir sonraki durağı düşünerek ve bu yüzden hep koşarak tamamlayabilirsiniz, ya da bir yolculuğu tamamlamak gibi bir derdiniz yoktur; yaşamın kendisi ile derdiniz vardır, bu yüzden yoldasınızdır zaten…
Fotoritim Haziran 2010 Sayısı Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
55
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
DOĞANIN BAġYAPITI 7KEDĠ “Bir kediyi anlayabilmekti amaç. Oysa kedi olmak anlaĢılmazlıkla eĢanlamlıdır. Kedi olmak tüm kediler kadar bağlantısız olmak demektir. Peki mümkün müdür anlaĢılmaz ve bağlantısız olanı anlayabilmek? ĠĢte bu yüzden bir kediyi anlayabilmek sadece ne kadar kedi olduğunuzla bağlantılıdır.” Süha DERBENT
Fotoğraf: Süha Derbent
İnsan neden fotoğraf çeker? Siz, bu satırları okuyan fotoğrafçı ya da fotoğrafçı adayı, siz neden fotoğraf çekiyorsunuz? Bu soruyu daha önce hiç düşündünüz mü? Hiç düşünmediniz mi? Ya cevaplarınız, hep aynı mıydı, yoksa yaşamla birlikte cevaplarınız da değişti mi, dönüştü mü? Joseph Conrad‟ın Karanlığın Yüreği isimli kitabı Afrika‟da, Belçika Kongo‟sunda geçer. Kitapta yer alan kahramanlardan biri Kurtz‟dur. Kurtz kötü bir kahramandır. Dünyanın bitip tükenmek bilmeyen soykırımlarından birini kendisine dayanak alan kitapta, Kurtz da vahşetin kahramanlarından biridir. Kitabın sonunda son nefesini verirken gözlerini kocaman açar ve kitabın ana kahramanı Marlow‟a zorlukla “Dehşet!... O Dehşet!...” der ve ölür. Kitabı okuduğum dönemde, Kurtz‟un son sözleri, Marlow‟u olduğu kadar beni de korkunç etkilemişti. Kurtz tek sözcükle koca bir ömrü, kendi ömrünü anlatıvermişti. Marlow kitabın bu bölümünde Kurtz‟un son sözünü söylediği ana dair, o etkilenme anına dair düşüncelerini ifade ederken Conrad okuyucuya yaşamı anlatır. Kurtz‟u müthiş kıskanmıştım; elbette vahşetin kahramanı olduğu için değil, bir ömrü bir sözcükle anlatıverme becerisini doğallıkla gerçekleştirebildiği için. O zamandan beri, yani yıllardır, düşünürüm; son nefesimde yaşamı tek bir sözcük ya da kısa bir cümle ile özetlemeye kalksam ne derim diye… Cevaplarım hep değişiyor, dönüşüyor… Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
56
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Doğanın başyapıtı dediğimiz büyük kedilerin muhteşem fotoğraflarından oluşan bir sergi yazısında Conrad‟ın, soykırımın, “dehşet” gibi rahatsız edici sözcüklerin ve hatta ölümün, son nefeste söylenecek sözlerin ne ilgisi var? Çok ilgisi var çünkü Conrad‟a Karanlığın Yüreği gibi bir kitabı yazdıran, Marlow‟ın gözleri ile dünyayı izleyen ve onun düşünceleri ile bizi etkileyen vahşetin kahramanı bir adama son sözlerini söyleten nedenler ne ise, dünyadaki herhangi bir sanatçının, ama göbeğini kaşıyanlardan bahsetmiyorum, “sanatçı”lardan bahsediyorum, ürettiği eserleri ortaya çıkaran da aynı nedenler… Bir “fotoğrafçı”nın neden fotoğraf çektiği sorusunun cevapları da bu nedenleri içeriyor. Bir fotoğrafın ardındaki nedenleri, bir sergi yazısı içinde ya da sözcüklerle anlatmak kolay değil, zaten tam anlamı ile ifade edebilmenin de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda emin olduğum tek bir şey var: bir fotoğraf ile iletişimde bulunan her insanın yaşadığı şey sadece o insana özel ve anlatılamaz. Anlatılmaya ihtiyacı da yoktur. Bu fotoğrafçı için de, o fotoğrafın yüzlerce, binlerce izleyicisi için de geçerli. Yıllar önce bir fotoğrafçının neredeyse elimden tutup çekiştirmesi ile içine düşüverdiğim fotoğraf dünyasına girdiğimden beri kafamı en çok kurcalayan soru: İnsan neden fotoğraf çeker? Bu sorunun cevabını fotoğraflarda bulacağımı düşündüğümden uzun bir süre deliler gibi fotoğraf izledim, fotoğrafların peşinden sürüklendim. Beni en çok etkileyen fotoğrafların ardındaki fotoğrafçı özgeçmişlerini merakla okuyordum, bu sırrı bulabilirim belki diye. O günlerde, sanırım yıl 2003‟tü, bir televizyon programında Türkiye‟nin pek de alışık olmadığı fotoğraf projelerine imza atmış fotoğrafçılar konuktu. Sunucu sohbeti ısrarla fotoğraflara çekmeye çalışıyor, katılan fotoğrafçılar ise hayata bakışlarını, hepimizin içinde yaşadığı dünya ve topluma dair düşüncelerini, güzel bir dünya için düşlerini anlatıyorlardı, “fotoğraf” denen şey neredeyse umurlarında değildi. Sohbet sırasında anlattıklarından dünyanın farklı yerlerine giderek vahşi doğa fotoğrafları çektiğini anladığım konuklardan birinin gözleri özellikle büyük kedilerden bahsederken parlıyor ve şöyle diyordu: “İlk başta oraya onların fotoğraflarını çekmek için gitmiştim, artık sadece onları görmek için fotoğraf çekiyorum.” İsmini ilk defa o programda duymuştum, o güne kadar bir tek fotoğrafını bile görmemiştim ama bu cümleyi duyduğum anda karar vermiştim: O, Süha Derbent, aradığım, fotoğrafın ardındaki sırları keşfetmeye çıktığım yolculuğun “fotoğrafçı”sıydı işte. Süha, fotoğraf yolculuğumun en önemli durağı oldu, çünkü o andan itibaren yönümü değiştirdi. Zaman içinde en iyi dostlarımdan biri oldu. Dostluk bir insanın yaşamındaki en değerli birkaç şeyden biridir. Ama Süha‟nın bir dost olmanın ötesinde de, aynı zamanda bir fotoğrafçı olarak hayatıma kattığı önemli şeyler oldu. O ana kadar yere göğe koyamadığım fotoğraf bir hiç‟ti artık. İnsanın var oluşunun bir nedeni olmalıydı. Yaşamla bir derdi olmalıydı insanın. Düşleri olmalıydı, uğruna bir ömür verilecek... Sahteliklere, başka yaşamlara özenilerek yazılan hikayelere yer yoktu yaşamda. Ne alkışlar, ne de yergiler çizebilirdi insanın yaşamının akışını. Yaşamın anlamı belki herkes için tek, ama o anlamın bulunduğu yer, o anlama ulaşmak için kat edilen yollar ve zaman herkes için farklı olmalıydı. Eğer bir ömür harcanacaksa, uğruna feda edilecek bir ömür, buna değecek tek yol o anlamın peşinde koşulan yol değil miydi? Üstelik son durakta bir hiçlik‟le karşılaşacak olsak bile… Süha ile yaptığım bir söyleşide bana "Fotoğraf da aynı yaĢam gibi. YaĢamda nerede duruyorsak fotoğrafta da orada duruyoruz aslında." demişti. Bunun üzerine sormuştum: “Sen nerede duruyorsun?” Cevabı şuydu: “Kongo‟da bir dağ gorilinin mezarına çiçek koymak benim için çok önemli bir Ģey. Oradaki yerel halktan birinin yaptığı gibi. Ġki metreden bir kaplanın sarı gözlerine bakabildiğimde aslında ne kadar küçük olduğunu, aslında hiçbir Ģey olmadığını görebilmek benim için çok değerli. Çünkü biz Ģehir hayatında yaĢarken o an ne iĢ yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz. Taksi Ģoförü isek müĢteri bulacağız, doktorsak o an ameliyatı Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
57
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
bitireceğiz, ne iĢ yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz ve o anda en önemli Ģey o, baĢka bir Ģey yok. Halbuki hiçbir Ģey değiliz. O kadar küçüğüz ki. ĠĢte ben bunu doğada görüyorum, hayvanlardan öğreniyorum. Bu benim için çok değerli. Durduğum yer de orası.”* Bunlar fotoğrafta olmazsa fotoğraf nedir? Hiçbir şeydir… Süha, pati izlerinin peşinde geçen yıllarını anlatmaya çalışmış Doğanın BaĢyapıtı 7KEDĠ isimli sergisi ile. Bu sergiyi izlediğimizde her birimiz bu bir ömürlük hikayenin kendi payımıza düşen kısmını göreceğiz, bu fotoğrafların anlattıklarının ne kadar parçası olabiliyorsak o kadarını. Büyük kedilerin muhteşem fotoğrafları ile başka bir dünyanın içinde gezindiğimizi hissedebiliriz bu sergide. Ama o fotoğraflarda aslında sadece o kediler yok. Sadece o kedilerin ve o kedilere adanmış bir yaşamın hikayeleri yok. Baktığımız her fotoğrafta kendi hikayelerimizin parçalarını da buluruz. Doğanın başyapıtlarının fotoğraflardan bize bakan gözlerine baktığımızda hiçbir şey olmadığımızı hissedebildiğimiz kadar… Fotoğraflar gibi, güzel kavramının ardında da yaşam yoksa o güzellik yavan kalır. İçi boştur. Eğer bir sanatçı yaşadığı dünyanın ve toplumun gerçeklerinden uzaksa, ki zaten bu durumda sanatçı olup olmadığı şüphelidir, ürettikleri eksik kalmaya mahkumdur. Süha bir vahşi doğa fotoğrafçısı olarak, işi gereği sadece insanlık tarihinin soykırım ve katliamlarına değil, vahşi doğanın başyapıtı büyük kedilerin, gorillerin ve diğer canlıların da insanlar tarafından nasıl katledildiklerine yaşamı boyunca tanık olmak zorunda kalmış bir sanatçı. Sergide göreceğiniz bu muhteşem güzellikteki fotoğraflar vahşi doğanın acılarını da taşıyor bu yüzden. Çünkü fotoğraf kadrajın içindekilerden çok dışını gösterir… Conrad gibi kimi yazarlar ve sanatçılar Kurtz gibi kahramanların ağzından bir sözcükle anlatır yaşamı, Süha doğanın başyapıtları ile anlatıyor. İnsanın, düşünme yetisi olan doğadaki tek canlı olduğu söyleniyor. Ne kadar ayrıcalıklı bir yetiye sahibiz ki dünyanın durumu ortada. Keşke hepimiz, tüm insanlar, bir kedinin anlaşılmaz ve bağlantısız ruhuna sahip olabilseydik… * http://www.fotoritim.com/yazi/sule-tuzul--fotografin-sessiz-ve-tavizsiz-kedisi-suha-derbent-ile-soylesi
Fotoritim Ekim 2010 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
58
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
CAMERA LUCIDA, ROLAND BARTHES İnsanlık tarihinin hiç eskimeyen, vazgeçilmez ve kaçınılmaz temel sorusu “Ben kimim?” gibi, fotoğrafın da ortaya çıktığı günden beri gündemdeki yerini yitirmeyen temel sorularından biri: “Fotoğraf nedir?” Göstergebilimin önemli isimlerinden, Fransız aydın ve eleştirmen Roland Barthes da Camera Lucida isimli kitabı ile bu sorunun peşine düşmüş. Barthes‟ın en bireysel ve kurgusal yazılmış kitabı olarak belirtilen Camera Lucida‟da, gerçekten de bir okuyucu olarak, eleştirmen kimliğini ve fotoğrafın sanat platformlarındaki tanımlarını bir kenara koyup yaşamla ve kendi ile yüzleşmesini, yaşamla alışverişini fotoğraf üzerinden yapmaya çalışan bir insanla karşılaşıyoruz. Barthes fotoğrafı sınıflandırmak istemiyor, bir sanat yapıtı olarak ya da eleştirmenlerin değerlendirmeleri ışığında bakmak istemiyor fotoğrafa. Diyor ki: “Bazı fotoğraflara bakarken kültürsüz ve ilkel bir insan olmak istiyordum.” Lewis H. Hine‟nın bir fotoğrafının kendinde yarattığı vurucu etkiyi ise şöyle ifade etmiş: “Ben ilkel bir insan, bir çocuğum – ya da bir manyak; tüm bilgiyi, tüm kültürü dışlıyor, kendiminkinden başka bir gözden herhangi bir şey miras almayı reddediyorum.” Başka bir bölümde de “Fotoğrafın beni duygulandırması için onu her zamanki zırvalarından geri çekmem gerekir: „Teknik‟, „Gerçeklik‟, „Röportaj‟, „Sanat‟, vb.: susmak, gözlerimi kapatmak, ayrıntının kendi ahengiyle etkin bilince yükselmesine izin vermek.” diyor. Fotoğrafa gönül verdiğiniz ilk zamanları hatırlıyor musunuz? Barthes‟ın sözünü ettiği zırvalıklar yüzünden mi fotoğraf dünyasına adım atmıştınız? Hiç sanmıyorum. Duygularımızı ayaklandıran, söze dökemediğimiz ama söylemek istediklerimizi söyleyiveren fotoğraflar neden olmamış mıydı bu serüvene? Peki sonra ne oldu? Sonra hepimiz zamanla kirlenmedik mi, masumiyetimizi yitirmedik mi?... Bu kitapla Barthes fotoğraf dünyasına iki önemli kavramı armağan ediyor: “studium” ve “punctum”. Herkes tarafından yere göğe konulamayan ya da eleştirmenlerce “iyi fotoğraf” tahtına oturtulan fotoğrafların neden bizde bu kadar yaygara koparan bir etki bırakmadığını, diğer yandan kimsenin dikkati çekmeyen, son derece sıradan olarak değerlendirilen bazı fotoğraflarınsa neden içimizde fırtınalara sebep olduğu, yaralar açtığı, acıttığını bu iki kavram ve Barthes‟ın bizimkine benzer deneyimleri sayesinde daha rahat ifade edebiliyoruz. Kitapta Barthes, iki konunun üzerinde önemle duruyor: Fotoğraf ve Tarih, Fotoğraf ve Ölüm. Bu konuları irdelerken, fotoğrafın kendi üzerinde yaratığı sarsıntıyı, etkiyi, duygusal olarak onu delip geçen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Fotoğraflar üzerinden bir yolculuğa gidiyor, sanki kendisine gider gibi… İşte bu yolculukta aradığı şeyle, kendini derinden vuran fotoğrafla karşılaşıyor: Annesinin 7 yaşında çekilmiş bir fotoğrafıyla. Fotoğrafa dair bireysel düşüncelerini bu fotoğrafla doğruluyor. Bu fotoğraf bir anlamda onun ölümü çözümleme yolu oluyor ve Barthes annesinin “kış bahçesi” ismini verdiği fotoğrafını hiç de alışık olmadığımız bir şekilde okuyor. Bu okumada ne fotoğrafın teknik kuralları, ne kompozisyonu, ne de kadrajın içindeki manzaraya dair şeyler var. Bu okumada Barhtes fotoğrafa bakarak içsel bir yolculuğa çıkıyor ve bunu paylaşıyor okuyucu ile. Barthes, Kış Bahçesi Fotoğrafı‟nın kendisine ne ifade ettiğini anlatmak için Nietzsche‟den bir alıntı yapmış: “Bir labirent insanı gerçeği değil, Ariadne‟sini arar.” Barthes için dünyanın bütün fotoğrafları bir labirenti oluşturuyor, Kış Bahçesi fotoğrafı ise onun Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
59
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Ariadne‟si oluyor. Kitabın bu bölümünde Kış Bahçesi fotoğrafından yola çıkarak kendisini derinden etkileyen fotoğraflara karşı hissettiklerini ifade ettiği bir sözcük var: yara… “Kış Bahçesi Fotoğrafı‟nı çoğaltamam. O yalnız benim için vardır. Sizin için diğerlerinden farksız bir resim, „sıradan‟ın binlerce görüntüsünden biri olacaktır; o hiçbir biçimde bir bilimin gözle görülür nesnesini oluşturamaz; sözcüğün olumlu anlamı ile bir nesnellik kuramaz; olsa olsa studium‟unuzu ilgilendirir: dönem, giysiler, fotojeniklik; ancak onda sizin için yara yoktur.” Kitap 1980‟de yazılmış. Yaşasaydı bugün benzer şeyleri söyleyebilir miydi Barthes? Özellikle fotoğraf ortaya çıktığından beri korkunç bir görüntü kirliliği içinde yüzüyoruz. Görünen o ki bu duruma karşı koyma şansımız da yok! Buna rağmen fotoğraflarla kurduğumuz iletişimi teknik, estetik, sanatsal ya da populist yaklaşımlardan soyutlayarak, fotoğrafla yüz yüze gelebilir miyiz? Buna cesaretimiz yeterince var mı? Yaralanmaya cesaret edebiliyor muyuz? Barthes gibi… Hadi sizi en çok etkileyen fotoğrafı düşünün. Hayır hayır, fotoğraf tarihine adını yazdırmış o ünlü ve muhteşem fotoğraflardan bahsetmiyorum. Barthes‟ın sözünü ettiği yara gibi sizi yaralayan, sadece sizin için özel olabilen fotoğraflardan bahsediyorum. Baktığınızda bütün bir yaşamı tek bir karede hissetmenize neden olan ya da kendinizi bir kadrajın içinde bütünüyle var ettiğini düşündüğünüz bir fotoğraf… Yok mu? Demek ki yeterince yara almadınız! Camera Lucida, devasa bir görüntü çöplüğünde temiz kalmış bir dünya gibi. “İyi fotoğrafkötü fotoğraf” tartışlamalarının teknik çözümlemelere indirgenerek kısırlaştırıldığı, teknik bilgi sahibi olmadan fotoğraf üzerine fikir sahibi olunamayacağı önyargısının hakim olduğu bir ortamda, fotoğrafı duyguları ile çözümleyen Barthes‟ın açtığı pencereden fotoğrafa bakmak elbette kolay değil. Anlaşılmayabilirsiniz, dışlanabilirsiniz, acımasızca eleştirilebilirsiniz. Tek başına kalabilirsiniz. Olsun. Denemeye değer. Kaybedecek ne var ki: sürekli birbirini kopyalayan fotoğraflardan başka… Hem zaten Barthes‟ın dediği gibi: “Yaşam bu küçük yalnızlık darbelerinden oluşur.”
Fotoritim Aralık 2010 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
60
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
SANAT, TEKNOLOJĠ, BĠLĠM VE FOTOĞRAF
Sanat, Teknoloji, Bilim ve Fotoğraf, Murat Yaykın‟ın İmbroz – Burada Yalnız Ölüm Var isimli fotoğraf albümü ile Aze‟nin İzi isimli romanının yanı sıra, fotoğraf üzerine düşüncelerini paylaştığı ikinci kitabı. İlk kitabı Fotoğraf İdeolojisi‟nde gündeme getirdiği tartışmaların bir devamı olarak düşünebiliriz yeni kitabını da. Çünkü Yaykın yine, ilk kitabında olduğu gibi, bugün gündemde olan birçok kavramı masaya yatırıp, sanat, teknoloji ve bilim ile fotoğraf ilişkisini eleştirel bir bakış açısı ile irdeleyerek, özellikle fotoğrafçıları ve fotoğrafla ilgilenenleri, küresel dünyanın toplumlara dayattığı siber gerçeklikler, kapitalizmin başarısının sefasını sürdüğü yeni dünya düzeninde bu düzene hizmet etmekle toplumsal çıkarlar için muhalif kimliğini korumaya çalışmak arasındaki seçimler konusunda uyarıyor. Yaykın‟ın kitabında dile getirdiği eleştiriler önemli, çünkü kitap Türkiye fotoğraf ortamında bu konuyu irdeleyen çok az sayıdaki birkaç sesten biri. Dünya kaynaklarını belli sınıfların lehine adaletsiz olarak dağıtan, var oluşunu ve gücünü emek sömürüsüne borçlu olan sistemin ayakta kalmak için enformasyon ve iletişim teknolojilerini amaçları için nasıl kullandığının çoğumuz farkında olsak da bunu sık sık unutuyoruz. Çünkü maruz kaldığımız devasa boyuttaki bilgi ve görüntü çöplüğü bu farkındalığı sağlıklı bir biçimde sürdürmemizi engelliyor. Algılarımız, duyarlılığımız, davranışlarımız ve hatta yaşamdaki duruşumuz sistem tarafından şekillendiriliyor. İnternet sayesinde ihtiyacımız olan her türlü bilgi ve belgeye ulaşacağımızı, bilgiye ulaşmak konusunda özgür olduğumuzu düşünüyoruz. Acaba gerçekten öyle mi? Herhangi bir konuda çeşitli medyalardan ulaştığımız bilgiler doğru mu, gerçek mi, yoksa sadece sistemin ulaşmamıza izin verdiği doğrular ve gerçekler mi? Bilginin tekelleşmesi gibi bir durumdan söz edebilir miyiz, eğer öyleyse bu tekel kimin elinde? Bilginin belirli merkezler Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
61
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
tarafından yönetildiği bir dünyada fotoğrafçının ve foto muhabirinin özgürlüğü nereye kadar? Yaşamımızı kolaylaştırdığı iddia edilen teknoloji ilerledikçe neden yaşam daha zor olmaya devam ediyor? Bilim kime ve neye hizmet ediyor? Bilim ilerlerken neden hala savaşlara, açlığa, yoksulluğa, hastalıklara ve şiddete çözüm bulunamıyor, dünyanın bu sorunları artarak devam ediyor? Peki sanat tüm bunların neresinde? Sanatın sınır tanımadığını, muhalif bir dilinin olduğunu, seslerini duyuramayanların seslerini duyuran bir araç, insanlar, olaylar ve toplumlar ile empati kurmamızı sağlayan bir yol olduğunu dile getiriyoruz sık sık. Ancak dönüp baktığımızda sanatın da sanat adına ortaya çıkan ürünlerin de, piyasa ekonomisinin kurallarına göre şekillediğine, bir meta gibi değerlendirildiğine, bir eserin pazar değerinin o eserin anlamının önüne geçtiğine tanık oluyoruz. Yaykın, kitabın Sanat ve Fotoğraf başlıklı bölümünde Andy Warhol‟dan bir alıntı yapıyor: “Sanat para yapmaktır.” Aynı bölümde, yutdışında ve yurtiçinde sanat adı altında yapılan çalışmaların sermaye ile olan ilişkisini irdeleyen Yaykın, konuyu fotoğrafla ilişkilendirdiği bölümde belgesel fotoğrafların sanat başlığı altında ele alınmasının sakıncalarına, bu durumun belgesel fotoğrafın varoluş amacının aykırılığına değiniyor ve şöyle bir saptamada bulunuyor: “Belgesel fotoğrafın sanat olarak değerlendirilmesi yanlıĢtır. Estetik olabilir, ancak her estetik durum sanat değildir, fotoğrafçısını da fotoğraf sanatçısı yapmaz.” Birbirini alkışlayanları bol olan fotoğraf ve sanat ortamımızda, yaptığı çalışmalarla her defasında eleştiri oklarının hedefine yerleşmeyi başaran Murat Yaykın‟ın bu çalışmalarını ben de bu yüzden önemsiyorum. İmbroz – Burada Yalnız Ölüm Var fotoğraf çalışması ve kitabı, Fotoğraf İdeolojisi isimli kitabı pek çok kişide rahatsızlık yarattı, çünkü ezberimizi bozdu, alışkanlıklarımızı zorladı. Aynı durumun Sanat, Teknoloji, Bilim ve Fotoğraf isimli kitabı için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir insanın rahat koltuğunda oturarak herhangi bir şey üretebileceğine, herhangi bir konuya katkı sağlayabileceğine inanmıyorum, bu yüzden de bizleri rahatsız eden, düşünce, duygu ve vicdanlarımızı ayaklandıran çalışmaların önemine inanıyorum. Fotoğraf İdeolojisi‟nde olduğu gibi bu kitapta da okuyucu kitapta sözü geçen kavramlara ait oldukça yoğunlaştırılmış bir bilgi ve düşünce birikimi ile karşılaşıyor. Yaykın okuyucuya bir kapı aralıyor, kapıdan girip bu kavramlara dair yeni düşünce ve fikirlerin, tartışmaların peşine düşmek ya da düşmemek okuyucuya kalmış, bu nedenle kitap dilerim çok sayıda okuyucuya ulaşır ve bu okuyucular da açılan o kapıdan girerek doyurucu tartışmaların oluşmasına neden olurlar. Kitaptan bir alıntı ile sözlerimi tamamlarken, Murat Yaykın‟ı taviz vermeden sürdürdüğü samimi ve muhalif sesinden dolayı kutluyorum: “Artık ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız önemli olmuĢtur. 20. yüzyılın bir derdi olan fotoğrafçıları yerine toplumsal sorunlara eğilmeyi bir çeĢit bağnazlık sayan, sistem içine dahil olduğunun farkında ya da değil ama rahatsız olmayan fotoğrafçılar çoğalmıĢtır. Sınıfsal zemini (küçük) burjuvazide bulan bu ideolojik tutumla, toplumsal olandan uzak dururlar. Böylelikle neo-liberalizmin kaygan zemini küçük-burjuva sanatçısına kucak açar.”
Fotoritim Ocak 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
62
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
BEN SĠZDEN ÇOK SIKILDIM “Aslanlar arasından tarihçi çıkmadığı sürece avcılık tarihi her zaman avcıyı yüceltecektir.” Afrika Atasözü İçimde bir sıkıntı. Hiç bitmiyor. Ezelden beri, yani fotoğrafla ilgilenmeye başladığım o ilk günden beri var. Tam bitti diyorum, yeniden ortaya çıkması için muhakkak bir şey oluyor. Önceleri suçu politikacılara, devlet büyüklerine atıyordum. Hani şu sanatın içine tüküren, otellerin önündeki nü heykellerin edep yerlerini örttüren, sanata tahammül edemeyen, tahammülsüzlüklerini ellerindeki yetkileri kullanarak sansürle tatmin eden politikacılarımız ve devlet büyüklerimize kabahat buluyordum. Memleketin hali ortadayken, insanlar ne yapsın diyebilirdim, dedim de, diyorum da, ama yok, içim pek öyle rahat değil, şairin dediği gibi “kabahat senin, -demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatın çoğu senin, canım kardeĢim!”. Bu kabahatli olma meselesine kendimi de dahil ediyorum, o yüzdendir bu satırları dile getirişim. Ben sizden çok sıkıldım sevgili fotoğrafçılar. “Fotoğraf sesi çıkmayanların sesidir, haksızlığa, ayrımcılığa uğrayanların, ezilenlerin, görünmeyenlerin sesidir” diyerek toplumun ayrımcı yaklaşımlarına maruz kalan kesimlerin, örneğin engellilerin, eşcinsellerin, hayat kadınlarının, yoksulların, aç çocukların, ezilen kadınların sesi olmaya niyetlenen, ancak fotoğrafları ile onların sesi olmaktan çok sessizliği olan, bu insanları daha fazla kategorize eden, daha çok ötekileştiren fotoğrafçılar. Ben sizden çok sıkıldım. Elbette tanıklığınız önemli, duyarlılığınız kayda değer. Ancak 3-5 aya sığdırdığınız tanıklık ve duyarlılığınızla adına büyük harflerle “proje” dediğiniz fotoğraflarınız bu insanları değil, sizi anlatıyor bize, sizin ne yaptığınızı. Bu yüzden hepinizin fotoğrafları birbirine benziyor. Bir yaşamın parçası olmadan o yaşama dair ne anlatabilirsiniz? Anlatabilecekleriniz ancak bir gazete muhabirinin anlatabilecekleri ile sınırlıdır. Bir hırsız gibi, bu insanların yaşamlarına kısa süreliğine girip, onların yaşamlarından görüntüler çalıp, çıkıp gidiyorsunuz. Fotoğraflarınıza konu olan insanlar sorunları ile yaşamaya devam ediyor. Sizse fotoğraflarınızla alkışlar, ödüller alıyorsunuz. Yeni tanıklıklara ve yeni keşfettiğiniz duyarlılıklara doğru. Ben sizden çok sıkıldım sevgili fotoğrafçılar. Yaşam zor. Yaşamın zorlukları ve sorunlarından bir parça sıyrılmak için fotoğrafa sığındınız. Tamam, buraya kadar sorun yok. Haklısınız. Ama sonra durum değişiyor. İstiyorsunuz ki, fotoğrafla ilgilendiğiniz zamanlar yaşamınızın en sorunsuz, en huzurlu zamanları olsun. Siz zaten sabah-akşam işinizin sorunları ile boğuştunuz bütün gün. İşin dışındaki sorunlar da cabası. Hafta sonları gezilere katılın. Fotoğraflarınızı beğenen insanlarla birlikte olun, birbirinizin fotoğraflarına övgüler söyleyin. Zaman içinde sizi eleştirenler, ya da fotoğrafa siyaset karıştırmaya çalışanlar, ya da fotoğraflarınıza laf edenler olabilir. Onlardan hemen uzaklaşın. Hiçbir konuya, hiçbir görüşe taraf olmayın. Ne şiş yansın ne kebap yaşamınızın yansıdığı fotoğraflarınızla harika bir fotoğrafçı olacağınızı düşleyerek sürdürün yaşamınızı. Hatta bir gün o harika fotoğrafçı olduğunuza yürekten inanın. Sürekli gülen, hayatından hep memnunmuş gibi görünen, ama aslında hiç de öyle olmayan yaşamlar… Eğer olur a başkalarının yaşamı, yani hiçbir zaman sizin yaşamayacağınız yaşamları fotoğraflarınıza konu olursa, alkışları alçakgönüllülükle karşılarken, içinizden derin bir nefes alın ve kendi özenli yaşamınıza şükredin. Zaten bu yüzden çekilmedi mi o fotoğraflar? Sahi, ne kadar da çoksunuz... Ben sizden çok sıkıldım sevgili fotoğrafçılar. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
63
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğrafı amaç yapmanızdan. Fotoğrafı şişkin egolarınızın dayanağı yapmanızdan. Şişkin egolarınızın körüklediği tartışmalarınızdan. Fotoğrafa ömür vermiş ve isimlerini tarihe yazdırmış fotoğrafçılara burun kıvırmanızdan, fotoğrafa yeni başlayanları, fotoğrafa taze soluk getiren gençleri küçümsemenizden. Hiç kitap okumamanızdan ve bununla övünmenizden. Sergilere sadece açılışlarda boy göstermek için gitmenizden, gittiğiniz sergilere çamur atmanızdan. Cahilliğinizi, üç beş sözcüğü biraraya getirip fotoğrafa dair birkaç kelam edememenizi “fotoğrafların zaten sözcüklere ihtiyacı yoktur” yalanının arkasına sığınarak saklamanızdan. Fotoğrafçı kimliğinizi pahalı ekipmanlarınızla var edişinizden. Photoshopla herşeyi yapabileceğinize olan yıkılmaz inancınızdan. Paranızı ve ilişkilerinizi kullanarak açtığınız sergilerinizden. Tarikat şeyhleri gibi mürit toplamanızdan ve alkışlarını her daim sizden esirgemeyen müritlerinizden. Çok sıkıldım… Lütfen yaşamlarının bir parçası olamadığınız insanları rahat bırakın. Yaşamlarının, acılarının ve sevinçlerinin, hüzünlerinin ve dertlerinin bir parçası olamadığınız insanları rahat bırakın. Sadece insanları mı? Hiçbir iletişim kuramadığınız, hatta böyle bir zahmete gerek görmediğiniz doğayı ve o doğada yaşayan canlıları da rahat bırakın lütfen… Sürekli büyüyen bir fotoğraf çöplüğüne değil, paylaşmaya ve birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. “Fotoğraf” zamanı gelince gelir…
Fotoritim Mart 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
64
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
FOTOĞRAFIN SUÇU NE? Ġçinde yaĢıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, “Fotoğrafta baĢka çıkıyor o” dediğimiz Ģeydir hayat. Murathan Mungan, Kibrit Çöpleri Fotoğraf ne zaman başka görünür insana? Birilerinde fırtınalar koparan bir kare, birçoğumuz için neden bir an bakılıp geçilen sıradan karelerin ardına eklenir, hafızalarda bir çakımlık bile yer edinemeden yok olur gider? Ya da defalarca karşımıza çıkan bir fotoğraf, birgün hiç ummadığımız bir anda nasıl da çarpar yüzümüze, acısını ya da sevincini kazır içimize… Fotoğraftan yola çıkıp fotoğrafa dönen soruların cevapları yoktur. Çünkü böyle bakıldığında çıkmaz sokaklardır fotoğraflar. Tıkanıp kalırsınız kadrajın sınırladığı alanda. Yaşamdan koparılıp alınan, bazen çalınan, bazen bir av gibi avlanan, bazen de bir karenin içine hapsetmeye kıyılamasa da yaşamsal zorunluluklardan, sorumluluklardan dolayı fotoğraflanması gereken yaşam parçalarına bakmak, fotoğrafçı ile kurduğumuz suç ortaklığıdır. Bazı suçların işlenmesi gerekir; suçluyu kahraman yapar. Bazı suçlar pişmanlık getirir, bazıları utanç. Bazıları ise korkaktır, hiç suç işlemeden göçer gider yaşamdan. Oysa belki de yaşama karşı işlenen en büyük suçtur bu. İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiş der ya atalarımız, doğrudur, suç işlemekle işlememek arasında gidip gelmek değildir mesele. Mesele, hem suç işleyip hem de işlememiş gibi davranmak, suçu birine yüklemekle yüklememek arasındadır. İşte fotoğraf orada girer devreye, günah keçimizdir o bizim. “Ben yapmadım, o yaptı” diyebileceğimizdir… Fotoğrafta başka çıkmaz yaşam. Yaşam zaten bambaşkadır. Fotoğraflarda gördüklerimiz yaşamda gördüklerimizden farklı değildir. Fotoğrafçı için de izleyici için de. Fotoğraf bize bizi gösterir, yaşamın başkalığını değil… John Berger Sabit Kırmızı isimli yapıtının önsözünde şöyle demiş: “Öğrenciliğimden beri, burjuva toplumumuzun sanat alanında yansıtılan adaletsizliğinin, ikiyüzlülüğünün, acımasızlığının, ziyankarlığının ve yabancılaĢmasının farkındaydım. Ve amacım hangi yoldan olursa olsun bu toplumu yıkmaya yardımcı olmaktı. Bu toplum en iyi insanları bile hayal kırıklığına uğratmak için vardır. Ben bunu çok iyi biliyorum ve libarellerin savlarından hiç etkilenmiyorum. Liberalizm her zaman alternatif iktidar sınıfı içindir: asla sömürülen sınıf için değil.” Şimdi soru şu: Bu toplumun bir parçası olarak, sen ve ben, hangi suçun parçası olabileceğiz, dürüstçe, fotoğrafı değil kendimizi suç ortağı yaparak?... Fotoğraf soru sormaz, cevap vermez, ama belki cevapları fotoğraflarda görürüz…
Fotoritim Nisan 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
65
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
HADĠ KONUġALIM “Bir insanın tek baĢına mutlu olması utanılacak bir Ģeydir.” Albert Camus, Veba Çünkü yeterince konuşmuyoruz. Hangi fotoğraf iyi hangisi kötü; şu karenin kadrajı, ışığı, rengi, kontrastı şöyle mi olsun böyle mi; o, bu projeyi üç ayda mı yapmış beş ayda mı; şu projenin bütçesi şu kadarmış; o iyi fotoğrafçıdır ya da değildir; vs. vs. Sonra çeşitli düzeylerde sataşmalar, polemikler, yerli yersiz alkışlar ya da saldırılar… Evet, bunları konuşuyoruz, hatta bunları yeterinden fazla konuşuyoruz. Oysa sözünü etmek istediğim fotoğraf üzerine konuşmak. Bir şeyleri kendimize dert edinip peşine düştüklerimizin, paylaştıklarımızın, acımızın ve sevincimizin, aşklarımızın ve nefretlerimizin, isyanlarımızın, itirazlarımızın, düşlerimizin fotoğrafları üzerine… Fotoğrafın anlattıkları, anlatamadıkları, gerçekleri ve yalanları üzerine… O fotoğrafa bakarken anladıklarımız ya da anlayamadıklarımız, hislenmelerimiz üzerine… Peki neden? Birincisi, o kadar çok sevdiğimizi, tutkumuz olduğunu, yaşamlarımıza anlam kattığını iddia ettiğimiz, bambaşka ve çok güçlü bir anlatım dili olduğunu düşündüğümüz, buna tüm kalbimizle inandığımız fotoğrafa hak ettiği değeri verebilmek için. Bir fotoğrafın değeri kadrajının, ışığının, netliğinin kusursuzluğu ile değil, anlatımındaki samimiyetin, doğallığın ve dürüstlüğün kusursuzluğu ile belirleniyor; fotoğrafa konu yaptıklarınızın bir parçası olabildiğinizde, konularınız yaşam biçiminizin içinde yer alabildiğinde belirleniyor. Bunu ben söylemiyorum, kısacık fotoğraf tarihi söylüyor. Düşünün; aklınızın ve ruhunuzun bir yerlerine hiç silinmemecesine yerleşen fotoğrafları. Sayıları ne kadar az değil mi? Ve izleri ne kadar derin? Üzerine en çok konuştuğunuz, en çok düşündüğünüz, en çok paylaşımda bulunduğunuz fotoğraflar değil mi onlar? İkincisi, yukarıda sözünü ettiğim kadar önemli. Çok önemli. Çünkü bugün konuşmadan tükettiğimiz her fotoğraf, geleceğimizi tehdit eden bir dünyanın yaratım sürecine hizmet ediyor. Lewis Hine, 1900‟lerin başında "Fotoğraflar yalan söylemez, ama yalancılar fotoğraf çekebilir" diyordu. Bugün artık fotoğraflar yalan söyleyebiliyor. Çünkü artık yalan ve gerçeğin kol kola gezdiği bir dünya var. Nazif Topçuoğlu daha henüz 2000 yılında basılmış kitabı Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor‟da "Aslında, belki de görüntülerin manipülasyonundan çok kitlelerin manipülasyonundan çekinmemiz gerekir." diyordu. Çekinme aşamasını çoktan geçmedik mi? İnandığımız gerçeklerin ertesi gün yerle bir olmuş, bambaşka bir gerçekliğe dönüşmüş olduğu görüntü ve bilgi bombardımanı altında şaşkına döndüğümüz zamanların sayısı günbegün artıyor. Amacım komplo teorilerine doğru bir yönlendirme ya da felaket tellallığı yapmak değil. Sadece, yaşamlarımızı korkunç biçimde hızlandıran bir görüntü selinin yol açtığı tufanda “an”larımızın savrulup gitmesinden kaygılıyım. Savrulup gidiyorlar zaten. Bizler, çevremizi saran fotoğraflar üzerine yeterince konuşmadığımızda ne oluyor? Öncelikle fotoğraflarımız hafızalarımıza dokunamadan görüntü çöplüğündeki yerini alıyor. Dolayısıyla anlatmak istediklerimiz o çöplüğün içinde yok oluyor. Bazı fotoğraflar anlatmak istediklerini anlatıyor, ama onların kaderi de sisteme egemen güçler tarafından yeniden yazılıyor. Örneğin Kevin Carter gibi bir fotoğrafçı ödül aldığı bir fotoğraf Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
66
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
yüzünden intihar edebiliyor. Eugene Smith, Japonya'nın Minamata köyündeki köylülerin civadan zehirlenmesi üzerine yaptığı çalışması nedeniyle kimyasal madde üreticilerinin kötü bir saldırısına uğrayarak aktif gazeteciliği bırakabiliyor.
Fotoğraf: Ahmet Şık, Mayın isimli çalışmasından.
Ahmet Şık, ülkemizde benzer deneyimleri yaşayan isimlerden sadece biri. Onun yıllar önce çektiği Mayın isimli çalışmasının fotoğrafları üzerine yeterince konuşsaydık, bu çalışmaya konu olan yaşamlar belki daha çok aramızda olabilirlerdi, daha çok “biz” olabilirdik. Bugün daha farklı olabilirdi. Türkan Saylan fotoğrafçı değildi, ama bir fotoğrafı var; evine baskın yapıldığı günlerde, ölmeden çok kısa bir süre önce balkonundan el sallıyordu. Gülümseyen, ben hala buradayım diyen. O fotoğraf üzerine de yeterince konuşmadık mesela. Konuşsaydık… Fotoğraf bu; uyuşturur da uyandırır da. Bu yüzden hadi konuşalım. Dünya yalan söylüyor. Fotoğraf üzerine yeterince konuşmadıkça, fotoğraf da susuyor.
Fotoritim Mayıs 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
67
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
SANAL MEKANLAR ÜZERĠNE…
Ali Alışır - Sanal Mekanlar
2009 yılında açtığı Sanal Bedenler sergisinden sonra şimdi de Sanal Mekanlar ile günümüz insanın hızla dönüşen gerçekliği üzerine yeni ve farklı bir biçimle imza atan Ali Alışır‟ın sergisi 28 Nisan-28 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Art ON‟da izleyici ile buluştu. Sanal Bedenler‟de, anlatmak için görsel malzeme olarak bedenleri kullanan sanatçı, Sanal Mekanlar‟da Ortaçağ ve Rönesans‟tan günümüze kadar varlığını koruyan mekanlardan yararlanmış. Alışır, kendine özgü tekniği ile fotoğraflarda bu mekanları, günümüzün hızlı bilgi akışını ve iletişimini sağlayan ağ temsilleri ve ara yüzleri ile buluşturmuş. Fotoğraf izleyicileri için kaçırılmaması gereken bir sergiydi, çünkü bu sergide yer alan fotoğrafların küçük boyutlu baskıları ya da bilgisayar ekranlarından görülebilecek kopyaları ile fotoğraflar söylemek istediklerini söyleyemeyecektir. Fotoğraflarda yer alan ayrıntılar, Ali Alışır‟ın gerçekliği sorgulamak için çok farklı kavramları fotoğraflarda ustaca kullanımı, fotoğrafın büyüleyici görsel etkisi kadar söylemek istediklerini söyleyebilmesi açısından da çok önemli, ancak bu ayrıntılar sergide yer alan fotoğrafların uzun kenarı 2 ya da 3 metreye yaklaşan boyutları ile mümkün olabilir. Sergideki fotoğrafların önünden tek tek geçerken beni en çok saran duygu, yaşama geç kalmışlık duygusu oldu. Üstelik bu duygu, yaşama yetişememekten değil, aksine yaşamın yanından hızla geçip gitmekten kaynaklanıyor. Hem kendimde, hem de uzak ve yakın çevremdeki insanlarda son yıllarda fark ettiğim ve beni çok kaygılandıran konulardan biri; ilişkilerimizin ve iletişimlerimizin eksilmesi, kan kaybetmesi. Yok öyle kimse ile aramız bozuk değil, kırgınlık küslük yok. Ama eksiliyoruz, içimiz, ilişkilerimiz, yaşamımız, anlarımız eksiliyor. Çünkü artık daha çok işimiz var, daha çok şey yapıyoruz, hani sanki daha çok şey yaşıyor gibiyiz, ama hayır; eksiliyoruz… Ali Alışır‟ın sergi kataloğunun giriş yazısında da söylediği gibi, bugün artık yeni bir gerçeklik tanımı ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Bu gerçeklik, gördüğümüz değil de bize sunulan, gördüğümüz gerçekliğin kopyası, sanal bir gerçeklik. Hani neredeyse evden çıkmamıza gerek yok artık. Bilgisayarlarımızın, laptop‟larımızın, Ipad‟lerimizin karşısına oturarak her şeyi yapıyoruz, her şeyi yaşıyoruz. Bir yandan birkaç arkadaşımızla aynı anda konuşuyor (ekran üzerinden aynı anda konuşabildiğimiz kişi sayılarının yüksekliği ile övünerek), bir yandan Londra‟da bir galeriyi gezebiliyor, mümkünse araya internet bankacılığından bir havale gerçekleştiriyor, hatta aynı anda ticari işlerimizi yürütebiliyoruz. Ekran karşısında aşık olup, aşklarımızı sonlandırıyor, acılarımızı Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
68
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
dertlerimizi unutmak için ekrana bakıp yeni dostlar buluyoruz, omuzlarına yaslanmamıza ihtiyacımız yok, ekrandan bize ulaşan sayısal sözcükleri yetiyor. Yetiyor mu gerçekten?... Sanal Bedenler‟de, birbirimizi hapsettiğimiz önyargıları, sınırları kalın çizgilerle çizilmiş tanımlamaları, yaşamın derinliğini ve gerçekliğini yok eden koşturmalarımızı, imajlara endekslenmiş düşünce kalıplarımızı beden ve cinsiyet üzerinden sorgulayan Alışır, Sanal Mekanlar‟da bu sorgulamaları hepimizin gitmesek de bildiğimiz, az çok fikir sahibi olduğumuz tarihi mekanlar üzerinden sürdürüyor. Bu fotoğraflarla iletişim kurmak için fotoğraflara konu olan mekanlara gitmeniz, orada bulunmuş olmanız gerekmiyor. Alışır‟ın mekanlarla buluşturduğu elektronik devreler, fotoğrafları bir sanat eserine dönüştürürken, izleyiciyi de kendi özel mekanlarına, içinde yaşadığı(!) ya da her gün önünden geçip gittiği ama havasını bile solumaya fırsat bulamadığı mekanlara yolculuğa çıkarıyor. Hep bir sonraki anda neler yapacağımıza endekslenmiş yaşamlarımız, yaşayamadıklarımıza geç kalarak sürüp gidiyor… Bize dayatılan, yaşamak zorunda kaldığımız, üstelik de sanki tüm bunları biz istiyormuşuz gibi peşinden sürüklendiğimiz gerçeklikler ne kadar bize ait? Nerede bize ait gerçeklik? Soru bu… Ülkemizde ne koleksiyoneri ne de alıcısı olan, olsa bile bir elin parmaklarını geçmeyen fotoğraf sanatının sayılı sanatçılarından Ali Alışır‟ı bu zorlu yolculuğu ısrarla ve eksilmeyen bir tutkuyla sürdürdüğü için ayrıca kutlarım. Ticari bir galeri olarak bir fotoğraf sergisine ev sahipliği yapma cesaretini gösteren Galeri Art ON‟a da teşekkür etmek isterim.
Fotoritim Ağustos 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
69
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
“FOTOĞRAF”A YORUM YAPMAYA HAKKIM VAR MI? Sanırım 2001 yılı başlarıydı; fotoğrafçı Murat Şen ile tanışıp onun sayesinde fotoğrafın uçsuz bucaksız ve karşı konulmaz dünyasına adım atmıştım. Giriş o giriş, çıkmak mümkün değil. Beni bilenler bilir de bilmeyenler için söylemeliyim; fotoğrafın dünyasına girdim derken, herkes gibi elime hemen bir makine alıp yaşamı kadrajlamaya başladım sanmayın, aksine eskiden ailenin ortak kullandığı bir fotoğraf makinesi ile anı fotoğrafları çekerdim, onu bile çekemez oldum. Fotoğraflara bakmak ve o fotoğrafların açtığı pencereden yaşama bakmak, fotoğraf çekmekten çok daha heyecan vericiydi. Fotoğrafların açtığı pencereden yaşama bakmak ne demektir? Bir işçinin kirli yüzüne bakıp emek fotoğrafına, gülen bir çocuğa bakıp bir çocuk fotoğrafına, bir kaplana bakıp doğa fotoğrafına, acı çeken bir kadına bakıp kadınların acılarına dair bir fotoğrafa bakmaktan söz etmiyorum elbette. Bir fotoğrafa ya da belirli bir konuyu anlatan fotoğraflar serisine baktığınızda, fotoğrafların sizi kadrajın içinden çok, kadrajın dışında olan bitene ait sonsuz bir dünyaya götürmesinden bahsediyorum. Baktığınız fotoğrafın bir hiç haline gelmesinden, aslolanın kadrajın dışındaki o dünya olduğundan, meselenin o dünyayı görebilmek olduğundan bahsediyorum. Elbette o dünyayı görmek için bir fotoğrafa bakmak yetmiyor, tıpkı bir fotoğrafı çekebilmek için deklanşöre basmanın yeterli olmaması gibi… Neyse efendim, işte ben bu “fotoğraf” ile ilgilenmeye başladığım dönemlerde bir yandan fotoğrafa dair yayınları peş peşe okumaya çabalarken, bir yandan da baktığım fotoğrafların nasıl ortaya çıktığına dair hikayelerin peşinden gidiyordum. Sonra yolum, genelde küçümsenen, ama binlerce üyesi ile sürekli büyüyen şu fotoğraf paylaşım sitelerinden birine düştü. Sonra birkaç tanesine daha. Bir iki fotoğraf altına düşüncelerimi yazmamla başlayan süreç, beni fotoğraf ortamımızın farklı platformlarında fotoğraf üzerine yazar, konuşur, tartışır hale getirdi. Ben kendi adıma fotoğraf paylaşım sitelerinden oldukça kazançlı çıktım. Bu sitelerin, yaşadığımız toplumun birer aynası, fotoğraf ortamımızın ise sanal sokakları olduğunu düşünüyorum. Bu sitelerde yaşadığınız hayal kırıklıkları, yalanlar, ikiyüzlülükler, sahte alkışlar, inanın gerçek fotoğraf ortamımızda yaşayacaklarınızdan çok daha masum ve zararsız olacaktır. Bu nedenle yeni başlayanlar için, fotoğraf dünyasının engebeli yollarında ilerlerken buradaki deneyimlerin de faydalı olabileceğini düşünüyorum. Sözü biraz dağıttım, ama az kaldı sadede geliyorum. En başından bugüne kadar olan süreçte, fotoğraf benim için yaşamı anlamlandırmanın, yaşamla kurduğum iletişimin bir aracı oldu. Diğer yandan, ilk günden beri arka planda sürekli kafamı kurcalayan, zaman zaman beni son derece rahatsız eden bir durumun varlığı ile fotoğrafın yollarında yürüyordum. Fotoğrafın türü ya da konusu ne olursa olsun, fotoğraflardan bize gösterilen yaşamlar, yaşamın sadece minicik bir anından kesip koparılan parçalardı. O parçanın öncesi ve sonrası, yaşamın diğer parçaları ile olan ilişkisi konusunda fotoğrafçı kendi deneyimlerine, biz izleyicilerse fotoğrafçıya güvenmek zorundayız. Başka seçeneğimiz var mı? Bu kapsamda yapabileceğimiz tek şey gördüklerimizi sorgulamak, hikayenin gerisini araştırmak. Ancak, her birimiz ancak kendi yaşamlarımızın baş aktörü olduğumuzdan yola çıkarsak, bizim dışımızdaki yaşamlara dair edindiğimiz düşünce ve fikirler asla o yaşamın kendisi ile tam anlamı ile örtüşmeyecektir. Yani ancak ve ancak kendi geçmişimizin izin verdiği ölçüde düşünce ve duygularımız şekillenebilir. Ne kadar duyarlı bir insan olduğumuzu iddia edersek edelim, duyarlılığımız başka yaşamları anlamaya tam anlamı ile yeterli olmayacaktır. O halde hem yaşamın tanığı fotoğrafçıların hem de o fotoğrafları izleyenlerin, bu yaşamlara dışarıdan bu şekilde bakmaya, üstelik bakmakla yetinmeyip yorum yapmaya, yargılamaya, daha ileri gidersek ahkam kesmeye ne kadar hakkı olabilir? Olabilir mi? Nereye kadar. Kendinizi o çok etkilendiğiniz fotoğraflardaki nesneleşen insanlardan birinin yerine koyun, ya da ister insan, ister bir hayvan, ister bir bitki olun. Ben kendimi onların yerine koyduğumda, hiç emin olamıyorum acaba o Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
70
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
fotoğraflarda o şekilde görünmek ister miyim, insanların o fotoğraflardan bana bakıp yorumda bulunmalarını ister miyim, pek emin değilim… Kafamda gezinip duran bu düşüncelerin sözcüklere dökülmesini ilk tetikleyen ve su yüzüne çıkaran kişi vahşi doğa fotoğrafçısı Süha Derbent‟tir. 2009 yılında yaptığımız bir söyleşide bana söylediklerini pek çok yerde sık sık kullanıyorum, çünkü fotoğrafın olmazsa olmaz kriterlerinden biri olmalı Süha‟nın bu söyledikleri: “…..aslında her fotoğraf içinde bir taciz içeriyor. Fotoğrafa konu olan kiĢi fotoğrafının çekilmesine izin versin ya da vermesin, fotoğrafta gösterildiği Ģekilde olmaktan memnun olsun olmasın, bu değiĢmez. Ben gördüğümü çekiyorum, izleyen de görmek istediği Ģekilde görüyor ya da anlıyor o fotoğrafı. Ben ne kadar duyarlılık göstersem de, fotoğrafını çektiğim canlılar, örneğin bir kaplan, bakalım öyle görünmek istiyor mu? Bunu illa ki olumsuz anlamda algılama. Ama bunun tanımı tacizdir, çünkü bu eylemde fotoğrafçı hükmedendir, onun gördüğü ve göstermek istediği olur, fotoğraftakinin buna müdahale etme Ģansı yoktur. O canlılara karĢı çok duyarlıyım, bu yüzden fotoğraflarını çekerken bunu sürekli düĢünüyorum, bu anlamda onlara karĢı sorumlu hissediyorum kendimi.” Düşüncelerimin bugün okuduğunuz bu yazıya dönüşmesine ise Özcan Yurdalan‟ın AFSAD Kontrast Dergisi Temmuz-Ağustos 2011 sayısındaki “Geldiği Gibi” başlıklı yazısı neden oldu. Özcan Hoca benim için, fotoğraf ortamımızda bizler hiç farkına varmadan moda düşüncelerin ve fikirlerin girdabında sürüklenmeye başlarken, aklımızı başımıza getiren yazıların sahibidir. Yazıları ağır eleştiriler içerir, ama bence eleştiriden çok yol göstericidir o yazılar. Ve maalesef bu ülkede Özcan Yurdalan‟ların sayısı iki elin parmaklarını geçmez, o yüzden de pek kıymetlidir, kıymetini bilmek gerekir. İşte Özcan Hoca‟nın “Geldiği Gibi” yazısındaki bütün o ağır eleştirileri ben üstüme alındım ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Özcan yazısında özetle “fotoğrafik görüntünün dili”nden söz ediyor, buradan yola çıkarak ülkemizdeki fotoğraf piyasasının hareketlenmesi sonucu fotoğrafın konusunun değil meta değerinin konuşulur hale gelmesini, fotoğrafın anlamlandırılarak sanat haline getirilmesini, bu anlamlandırmanın “fotoğrafa bakarak Ģerbetli cümleler kurmak”, “duygusal püskürmeler gerçekleĢtirmek”, “bir fotoğraf, bakana ne kadar Ģiirli laflar ettirebiliyorsa o kadar baĢarılıdır demek”, “kahve falı bakmak ile fotoğrafa bakmak”, “hayal gücüyle birlikte çenesi en kuvvetli kiĢinin, en iyi fotoğraf seçicisi, eleĢtiricisi sayılması” ile gerçekleşmesini eleştiriyordu. Yazısını şu cümlelerle sonlandırıyor: “Velhasıl meramım Ģudur ki, fotoğraf ister kendi baĢına bağımsız bir dile sahip olsun, isterse kendini var edebilmek için sözel dilden medet umsun, her ikisinde de bağımsız bir dizgeler bütününe, anlam kodlarına ihtiyacı var. Teknik bir kayıttan ibaret olmayan fotoğrafçılığın kendi bağımsız dilini taĢıyabilmesi için, muhatabı olan insanın iç dünyasında birtakım kapıların - kanalların açılması ayrıca zaruri. Yok değilse, fotoğraf da resim gibi, grafik gibi iki boyutlu düzlem üstüne yapılan yerleĢtirmeler aracılığıyla bir anlam yaratma sanatıysa eğer, o vakit yormayalım kendimizi, Ģimdiye kadar geldiği gibi gitsin.” Fotoğrafa başladığım günden beri fotoğraflara yorum yapan ve onlara kendimce anlamlar yükleyen biri olduğumdan, Özcan Hoca‟nın yazısını okuduğumda kendimi çok ciddi biçimde sorguladım. Yıllardır okuyordum. Araştırıyordum. Sergiden sergiye koşuyordum. Tartışıyordum. Fotoğraf adına bugün “fotoğrafçıyım” diyen pek çok insandan, hatta bu gruba bazı akademisyenleri bile dahil edebilirim, daha fazla birikime sahip olduğumu iddia edebilirim rahatlıkla. Ve pek çok kişiden daha çok yazdığımı. BUFSAD‟dan Utku Kaynar sağ olsun, onun sayesinde işi BUFSAD‟da “Fotoğrafta Yorum” başlıklı bir sunum yapmaya kadar götürdüm. Tüm bunlara rağmen, yazdığım yazıları ben ve birçok okuyan öyle görmese de, birileri o yazılara bakıp kahve falı bakar gibi fotoğraf baktığımı, şerbetli cümleler kurduğumu söylese kendimi nasıl savunacağım, bilemiyorum. Bu yazılar bakan ve okuyan açısından rahatlıkla bu kategoriye de konabilir. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
71
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Pek çok fotoğrafın da, bağlamından koparıldığında anlatmak istediğinin çok uzağında hatta bazen tamamen zıt yönde anlamlar yüklenmesi gibi… Şu fotoğraf ortamımızda fotoğrafları ve yazıları belirli bir birikim ve sorumlulukla doğru dürüst sorgulayan kaç kişi var ki? Hiçbir kitap okumamakla ama buna rağmen photshop‟ta harikalar yaptığı için övünen, isminin sonuna 1-2 senede “photography” ekleyerek fotoğrafçı oluverenlerle dolu ortalık. Fotoğrafçı ya da izleyici, fotoğrafın karşısındaki sorumluluklarımızın aynı olduğunu düşünüyorum.
rollerimiz
farklı
olabilir
ama
Soru şu: “fotoğraf”a yorum yapmaya hakkım var mı? Süha Derbent‟in ve Özcan Yurdalan‟ın sözünü ettiği sorumluluğu içimde taşıdığım andan beri bu sorunun cevabından emin değilim ve hiç de emin olamayacağım sanırım… Peki sen fotoğrafçı, başkalarının yaşamına vizörün ardından bakarken, bunu yapmaya hakkın olup olmadığını hiç sordun mu kendine? Cevabın ne oldu? Cevabından emin misin?
Fotoritim Eylül 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
72
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
ZAMAN-SIZ BĠR KADINA MEKTUP
Fotoğraf: Süha Derbent
yaşamın bir bu yanı var bir de öbür yanı bir yanını kendimize saklıyoruz bir yanını çevremize bir yanını eskitiyoruz bir yanı zaman-sız... zaman-sız aşklarımız, dostlarımız, anlarımız, anılarımız düşlerimiz hiç tanımadan hiç görmeden ömrümüze kattıklarımız ile ömrümüzün bir parçası yaptıklarımızdan karşıdan karşıya geçerken bir an göz göze geldiklerimize dumanlı meyhanelerin kırmızı şarapla yıkanan sözcüklerinde en fazla birkaç saat buluştuklarımıza kadar hangi kitaptandı o cümle hangi filmdi içimizin en bilmediğimiz derinliğini boydan boya çizen... bir bakıştı… bir susku… zaman-sız... hiç eskimeyen, hiç yıpranmayan, hiç yitip gitmeyen... sokakta bir çocuk anne diye bağırmıştı dünyanın bütün çocuklarının yerine bir kedi sokak lambasının altına gölgesini bırakıp gitmişti umursuz Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
73
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
İstanbul'a kimbilir kaçıncı kez küsmüştüm bir tek onun rüzgarı yüzüme çarpıp geçmişti kimbilir kaçıncı kez bir adam yaşamla alışverişini tamamlamış ölmek istiyordu kimse izin vermiyordu varoşlardan bir kadın çıkıp geldi bir tek o anladı onu izin verdi aslında herşey ne kadar yalın ve basitti “En büyük çaresizlik varoluĢtur. ”* dedi şair kimbilir ne zamandı ve kaçıncı kez ağmak isteyip de ağlayamadı başka biri zaman-sız... bazen uzaksın bazen eksik en zoru sen olmadığın zaman-lar... oysa biliyorum ki hepsi sen, zaman-sız... evet korkuyorum zaman-dan... sıradanlıktan... çok korkuyorum... belki her şey bu yüzden... incinen yerlerimi onarmayı bırakalı epey oldu yaralarımı da çünkü onlar da zaman-sız onarılanlar zaman-a yenik düşüyor çünkü... bir de sevmeye dair her şeyi bıraktım ama kendisini değil koşullarını beklentilerini amalarını keşkelerini eğerlerini hepsini zaman-ın puslu ayazına bıraktım o çok sevdiğim pus ve ayaza ara sıra dönüp bakıyorum zaman-a geçerken görmediğim uçurumları görüp de şaşırmak için... bir kedi yalnızlığında zaman-ı ağırlamak için… kediler gibi sadece sevgi... en katıksız… en zaman-sız...
* Murathan Mungan, ġairin Romanı
Fotoritim Ekim 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
74
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
KARANLIK ODA
Karanlık Oda, Hakan Bıçakçı
Negatiflerin dünyasından fotoğrafa adım atan, dondurduğu anlarla fotoğraf banyosunun içinde beliriveren görüntüde tekrar karşılaşmanın o müthiş duygusu ile banyonun kimyasallarından gelen kokular birbiri ile özdeşleştiğinden, o kokuyu nerede duysa aynı duygularla yüreği kabaran fotoğrafçılar için karanlık odanın elbette özel bir yeri vardır. Böyle bir yaşamın içinden gelmesem de ve karanlık odada fotoğrafçıların yaşadıkları pek çok şeyi deneyimlememiş olsam da, analog makinelerin siyah beyazına, hele de grenlerine tutkun bir izleyici olarak “karanlık oda” kavramı benim için de özel bir yere sahip. Fotoğrafla ilgilensin ya da ilgilenmesin, fotoğraf banyosunda bir kartın üzerinde yavaş yavaş oluşan o görüntüler herkes için bir büyüden farksız değil mi? Bu yazının konusu karanlık oda ama yaşamdan çaldığınız anları büyüklü küçüklü kartlarda bir büyücü gibi ortaya çıkardığınız o karanlık oda değil, genç yazarlarımızdan Hakan Bıçakçı‟nın kahramanı bir fotoğrafçı olan ve bu fotoğrafçının yaşamın birebir içinde yarattığı, kendine ait karanlık odasını anlattığı romanı. Hakan Bıçakçı bambaşka bir karanlık odaya davet ediyor okuyucuları. Kitabın arka kapağında şöyle diyor kitap için: “Hakan Bıçakçı, akılcılığın maskesini çıkarttığı, her gecenin bir gündüzün içine aktığı Ģizoid ve polarize bir karanlığı resmediyor.” Kitaba başlarken bugüne kadar kafamda oluşan karanlık oda ve fotoğraf kavramlarının yaşama yansımaları ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Oysa bunun tam tersi ile karşılaştım. Her insanın az ya da çok yaşayabileceği yabancılaşma, kendinden ve çevresinden uzaklaşma, yaşamın tekdüzeliğinin getirdiği kısır döngüler, düşle gerçeğin birbirine karıştığı ruh sağlığını tehdit eden süreçler, karanlık oda ve fotoğrafa dair Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
75
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
kavramlar aracılığıyla anlatılıyor. Aslında tıpkı fotoğrafçılar gibi Bıçakçı da yaşamı ve insanlık hallerini fotoğraf üzerinden ifade ediyor. Fotoğraf makinesi ve görüntü ile değil de, yazı ile… Hakan Bıçakçı, kendisi ile yapılan bir röportajda, “fotoğraf”ın kendisine neyi ifade ettiği sorusuna şöyle cevap veriyor: “Fotoğrafın zamanı kaydetmekle ilgili çok ciddi bir iddiası var. Ayrıca fotoğraf, hayatın sürekliliğine meydan okuyor. Yine de, tüm bu gücüne rağmen, bir yanıyla soğuk ve yabancılaĢtıran bir makine. Romanın ritminde kadraj hissi olsun, fotoğraf duygusu hissedilsin istedim. Fotoğrafın „yabancılaĢtırma‟ gücünüyse karakterimin Ģizofrenisiyle birleĢtirdim. Zaten romanın dili bile bu kadraj hissiyle birlikte Ģekillendi. PeĢ peĢe ilerleyen resimlerin etkisini yakalamak için, kısa, net fakat etkili cümleler kurmak zorundaydım.” 1 Hakan Bıçakçı, bu cevabında da belirttiği gibi, Karanlık Oda‟da fotoğrafın çok önemli bir özelliğini, “yabancılaştırma” gücünü kullanarak, “yabancılaşma”yı irdeliyor. Fotoğraf sevdasına tutulan pek çok kişi şu deneyimi birbiri ile paylaşmıştır: öyle bir zaman gelir ki fotoğrafçı çevresinde baktığı ve gördüğü her şeyi makineyi kullanmadan hafızasında kadrajlamaya, hatta fotoğraf işleme programlarında işlemeye başlar. Baktığı her şey hafızasındaki bir çerçevenin içinde kendisi tarafından şekillenir. Bir süre sonra da yaşamın içinde birebir gördüğü ile kafasında oluşturduğu bu görüntüler karışmaya başlar. Yabancılaşmanın bütün yükünü ve sorumluluğunu elbette fotoğrafa ve fotoğrafçılık sürecine yükleyemeyiz. Fotoğrafla ilgili olsun olmasın, toplumdaki her birey, gündelik yaşamda hepimizin karşılaştığı olaylar, sorunlar, rutinler nedeni ile yoğunluğu azalan ya da çoğalan bir yabancılaşma hissi ile karşılaşabilir. Çoğu zaman deneyimlediğimiz bu duygunun kaynağı konusunda hiçbir fikrimiz yoktur, bu daha da rahatsız edicidir. Kitapta yazar biraz da bunlara değiniyor; gündelik yaşamda hepimizin karşılaştığı ve olağan saydığı şeylerin olası bir yabancılaşma durumu üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğini irdeliyor, pek çok yerde okuyucuyu kendi ile yüzleşmeye davet ediyor. Diğer yandan roman kahramanının bir fotoğrafçı olması ve bir fotoğrafçının yukarıda sözünü ettiğim yabancılaşma süreci yazar tarafından bir parça daha ileri götürülerek, kitabın son derece gerilim yüklü bir kurguya sahip olmasına neden olmuş. Yazar röportajlarında zaten amacının bu olduğunu, psikolojik gerilim tarzında romanlar yazmayı tercih ettiğini belirtiyor. Kitabın, fotoğrafı kullanarak oluşturduğu yüksek gerilimdeki kurgusuna çok yakıştığını düşündüğüm iki konuya daha değinmek isterim. Birincisi kitabın kapağı. Kapakla karşılaşan okuyucuya kapak daha baştan gerilim yüklü bir romanın içine gireceğini haber veriyor. Kapağı gören çevremdeki pek çok kişi kapağı korkutucu bulduklarını belirttiler. İkinci konu ise kitap boyunca yazarın kullandığı cümle ve ifadeler. Yazarın, yukarıda da alıntıladığım söyleşisinde belirttiği gibi “kısa, net fakat etkili cümleler” ile okuyucunun kafasında tek tek fotoğraflar oluşuyor. Örneğin daha ilk sayfalarda kullandığı “Bürokrasi mavisi…”, “Kahredici bir dinlenmiĢlik hissi…” (sf.12). Bu ifadelerin geçtiği bölümlerde roman kahramanı fotoğrafçı ile öyle bir özdeşleşme içine giriyorsunuz ki, “Bürokrasi mavisi…” dediğinde gerçekten de devlet kurumlarında, bir tanıdık olmadan işinizi asla halledemeyeceğiniz o sıkıntılı süreç, mavi gömleği ile size bakan bir devlet görevlisinin fotoğrafı olarak zihninizde canlanıveriyor. Yine örneğin “Ben de çayımdan bir yudum aldım. Ağzımın içini kaplayan jelatin boydan boya yırtıldı.”(sf. 29) cümlesi ile o yırtılma ve dehşet hissini iliklerinize kadar hissederken, zihninizde fotoğraf makinesinin anı donduran o sesi kulaklarınızda çınlıyor, fotoğrafçının içinde bulunduğu sahne gözünüzün önünde donup kalıyor. Bir sonraki cümle ile, bir sonraki fotoğraf karesine geçiş yapıyorsunuz. Ayrıca roman o kadar sade bir kurguya sahip ki, kitabın bu özelliği de okuyucuyu “fotoğraf”a yaklaştırıyor. Hakan Bıçakçı oldukça genç yazarlarımızdan. Karanlık Oda onun beşinci kitabı. Kendisi aynı zamanda reklam yazarı olarak çalışıyor. Kitabı özgün fotoğraf kareleri ile dolu bir Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
76
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
albüm gibi, aynı zamanda sıradışı bir fotoğraf yolculuğu. Bu kitapta elbette her okuyucu kendine dair bir şeyler bulabilir, ama fotoğrafla ilgili okuyucuların kitabı göreceli olarak kendilerine biraz daha yakın bulabilecekleri, kendi fotoğraf yolculukları ile yüzleşerek, iyi bir irdeleme şansı bulabilecekleri inancındayım. AFSAD‟da her ay bir kitap seçerek OKUYORUZ adı altında gerçekleştirdiğimiz toplantılarda seçilen kitap üzerine konuşuyoruz. Ekim ayının konusu Karanlık Oda‟ydı. Katılımcılar kitap konusundaki düşünceleri ile şaşırtıcı biçimde farklı gruplara ayrıldılar: kimi kitaptan son derece rahatsız olduğu ve bu rahatsız ediciliğin kitabın anlatımını güçlendirmek yerine zayıflatan bir rahatsız edicilik olduğunu, kimi kitabın okuyucuda yarattığı gerginlik ve rahatsızlığın çok başarılı olduğunu, kimi kitabı hiç gergin bulmadığını aksine keyifli ve sürükleyici bir kurgu olduğunu söylüyordu. Toplantı boyunca kitaba dair tüm katılımcıların hemfikir olduğu bir olgu ile karşılaşamadık. Karanlık Oda‟nın edebiyatımızın pek de alışık olmadığı türde yazılmış bir roman olduğunu düşünüyorum. Bence bu kitabın ve dolayısıyla Hakan Bıçakçı‟nın hem en önemli başarısı hem de edebiyatımıza en önemli katkısı bu: alışkanlıklarımızı bozması. Her yaşamın bir karanlık odası vardır. Sanatçılar karanlık odalardan romanlar, filmler, resimler ve fotoğraflar çıkartmayı bilen insanlardır… Son söz: Karanlık odalarınıza dikkat edin!.. 1 Milliyet
Fotoritim Kasım 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
77
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
SEN GĠDERKEN
Fotoğraf: Celil Sezer, Doğubeyazıt – Ağrı, 2011
biri alıp başını giderken hayatınızdan sanki herkes gider evdeki kedi sabah ekmek aldığınız bakkal bindiğiniz otobüsün şöförü yanınıza o gün ilk defa oturan bir yolcu bütün fotoğraflardaki bütün insanlar bir telefon kadar yakın dostlarınız o gün hepsi terkeder sizi biri alıp başını giderken hayatınızdan hiçlik başını kaldırır kuytusundan en kadim zamanlardan biri alıp başını giderken Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
78
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
zamanı değildi denir hiçbir gidişin zamanı yoktur oysa oysa zaten tüm gidişler bilinir çok çok öncesinden daha ilk günden sen alıp başını giderken ben daha yeni şefkat dileniyordum hiç varolmamış birilerinden tam da sen alıp başını giderken şefkat ve şiddetin sonu belli kördöğüşündeydim ben ikisi yanyana gelirse savaş olmaz sanırken incinmiş yerlerimi onarmaya çalışıyordum dövüşürken tam da sen giderken biri alıp başını giderken hayatınızdan son bir çırpınıştır anlamını yitirmiş sözcükler yaralara iyi gelir iyileştirmeden şiddetin zaferi dokunuşlara muhtaç değildir hiç dokunmadan da incitebilir insan şefkatin yenilgisinden kalan tek zenginliktir susku… biri alıp başını giderken hayatınızdan sanki herkes gider…
Fotoritim Aralık 2011 Sayısı
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
79
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
ġULE TÜZÜL ile SÖYLEġĠ Merhaba ġule, söyleĢimize farklı bir giriĢ yaparak çocukluğunu anlatmanı istiyorum. Nasıl bir çocuktu ġule Tüzül ki, bugünkü ġule Tüzül oldu? Çocukluğum, herkesinki gibi, beni ben yapan önemli bir dönemdi ve hayatımın sanırım en güzel dönemiydi diyebilirim. Çocukluğum Ankara Yenimahalle'de denizcilerin lojmanlarında geçti. Sabah gözümüzü açıp sokağa çıkardık, gece yatana kadar. Tam bir sokak çocuğuydum. Bu söyleşiyi okuyup beni tanımayanlar için belirteyim; ortopedik engelliyim. Bu özgür çocukluk dönemim, ailem, ilkokul öğretmenim ve o dönemdeki arkadaş çevrem sayesinde engelimi hiçbir zaman hissetmedim, diğer yandan o dönem sayesinde mücadele etmeyi ve yaşamda ayakta kalabilmeyi de öğrendim bir şekilde. O zamanlar ne olmak isterdin, yazar olmak gibi bir düĢüncen var mıydı? Nedendir bilmiyorum, ben hiçbir zaman ne istediğimi tam olarak bildiğimi söyleyemem. Ne istediysem yaptım ama uzun vadeli planlarım hiç olmadı. Örneğin çocukken en çok istediğim şey öğretmen olmaktı. Hem de matematik öğretmeni. Ama yaşam beni nereye sürüklerse peşinden gitmeyi seçtim galiba. Yaşamı ben peşimden sürüklemedim. Üniversiteye gireceğim dönemde, o ara mühendislik, mimarlık popülerdi, ben de önce Yıldız Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü‟ne girdim. Öyle amacım olduğu için falan değil. Sonra sağlık nedenleri ile okula devam edemedim. Bir dönem okudum ve bıraktım. Ankara'ya dönünce üniversite yerine önce işe girmeye karar verdim, yine koşullar nedeni ile. Baktım; kafam çalışırken kapasitemin çok altında işlerde ömür tüketmek saçmalık olacak, evde çalışıp ODTÜ İşletme‟ye girdim. Yani kafayı takınca insan ne isterse başarabilir mantığında şeyler yaptım, evet ama bunlar pek bilinçli tercihler değildi aslında. Yazar olmayı 1999 yılına kadar aklıma bile getirmemiştim, hala da yazarlık gibi bir amacım yok ama yazmayı çok seviyorum. 1999 yılında UMAG seminerlerine katıldım ama yazmak için değil, Mehmet Eroğlu hayranı olduğum için. 1991 yılından beri tüm kitaplarını okuduğum ve o kitapların bende izleri olan bir yazardır. Bir nedenle 1999‟da Mehmet Eroğlu ile bir röportaj yaptım, ilk röportajımdır. Sonrasında sırf onun derslerine girmek için UMAG seminerlerine katıldım. Yazmak öyle başladı. Hemen ardından 2001 yılında hayatıma fotoğraf girdi. Fotoğraf ve yazma serüveni buluşunca bu günlere geldim işte… Şunu belirteyim burada; yazar değilim, yazmayı seviyorum. Ġnsanın ruhundaki birikimler, bir vesile ile dıĢa vurmak, paylaĢmak böylece daha çoğalmak baskısı yapıyor insana, bunu da insan yazmak, çizmek, çekmek, söylemek gibi Ģekillerde gerçekleĢtiriyor. Ama iĢin içinde birikim, sabır, belki törpülenmek var. Evet, zaten yazı da fotoğraf da bir anlatım aracı, kendimizi ve bize görünen yaşamı ifade etmekte kullandığımız araçlar. Fotoğraf ile baĢladın?
tanıĢtıktan
sonra
fotoğraf
izlemeye,
çekmeye,
okumaya
mı
Fotoğrafla tanışınca büyülendim, sanki ilk defa karşılaştığım bir dünyanın içine giriyordum, merakla ve heyecanla okumaya başladım, ne bulursam okuyordum… Sonra fotoğraf yorumları yapmaya başladım, ardından röportajlar ve düşünce yazıları geldi. Fotoğraf çekmekle ve tekniği ile ilgilenmiyorum. Kendime fotoğrafsever ve fotoğraf izleyicisi diyebilirim. Evet, internette paylaşım sitelerinde fotoğraflarımı görebilirsin ama hepsi ya anı fotoğrafıdır ya da kedimin fotoğrafları. Şu anda konumuz olan fotoğraf tanımına girecek şeyler değil. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
80
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Şule Tüzül (Fotoğraf: Süha Derbent)
Bir dönem benim de içinde olduğum ve aslında uzun süre bulunmaktan keyif aldığım yerlerdi, fotoğraf paylaĢım yerleri. Yorumlar, takipler, paylaĢımlar vs. ama pek sağlıklı değildi... Açıkçası ben o ortamlardan çok faydalandım çünkü o ortamları çok doğru kullandığımı düşünüyorum. Bugün hayatımda olan ve asla vazgeçemeyeceğim fotoğrafçı dostlarımın çoğunu oralarda tanıdım. Oralarda içimi döktüm, dert dinledim, fotoğraf üzerinden yaşamı paylaştım. Ama bugün aynı duyguları yaşayabileceğim bir ortam yok maalesef, olsa yine o ortamlarda olurum. Belki de yaĢanıp geçilmesi gereken bir süreç / evre idi. Öyle de denebilir… YaĢam çok değiĢken, dünya dönüyor, bir gün sonra bir evvelki gün olduğumuz yerde değiliz. Hatta saatimiz saatimize uymaz. Ġnsanın doğası -buna geliĢim mi denir değiĢim mi denir- değiĢken. Söylenen, sevilen, etkilenen Ģeyler hep değiĢir, hiç bir Ģey sabit olamaz. Muhtemelen, yazarlar dedik, onlar bile eski hikaye, öykü ve Ģiirlerini tekrar yazsalar eminim tamamen farklı olur. Olabilir… Bu süreçlerde yani hayatın içinde yaĢarken bir anda durup eleĢtiri, yorum ve belki bir sonuç yazabilmek zor geliyor bana… Bana da fotoğraf çekmek zor geliyor. Hepimiz bir anlatım aracını seçiyoruz işte; kimimiz yazıyor, kimimiz fotoğraf çekiyor, kimimiz Fotoritim vb. dergilerde yaşamdaki duruşunu gerçekliyor. Evet, sen yazılarını oluĢtururken nasıl yollar izliyorsun, nasıl bir denge ve kalıcılık / mantıksal bir tutarlılık sağlıyorsun? Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
81
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Bu konuda bir süre önce Özcan Yurdalan'la da tartışmıştık. O bir kaç yazısında yazı ve yorum yazanlara diyordu ki; bir standardınız olsun, kurallarınız olsun, tutarlığınız olsun, edebiyat parçalar gibi ya da fal bakar gibi fotoğraflara yorum yapmayın, diyordu. Haklıydı, ama ben sana benim kurallarım, standardım şu diyemem. Bu yazıların ortaya çıkış sürecini madde madde ifade etmem zor. Temel prensibim şu diyebilirim: içimden geleni yazıya dökmek, mümkün olduğunda kendimi sınırlamadan, özgürce, doğal ve samimi bir şekilde, yalansız dolansız. Neden? Çünkü fotoğrafı ben kendimi ifade etme, yaşamla buluşma ve yüzleşme, paylaşım aracı olarak seçtim. Fotoğraf olmazsa hayatımda, ben de yokum diyebilirim rahatlıkla. Bu kadar iddialı. Ama aynı zamanda diyorum ki; fotoğraf hiçbir şeydir. Elbette o yazıları gökyüzünden vahiy gelir gibi ortaya çıkarmıyorum. Yukarıda da dediğim gibi yıllardır okuyarak, izleyerek, tartışarak belirli bir birikim edindim. Bu birikimler olmasa o yorumların olması da zor. Bu birikimlere dair anlatmaya kalksam sayfalara sığmaz. Geçtiğimiz yıllarda Utku Kaynar BUFSAD‟da fotoğrafta yorum konusunda bir sunum rica etmişti. Orada bunlara değinmeye çalıştım ama 1-2 saatlik bir sunuma sığdırmakta çok zorlandım örneğin. Ġnsan her Ģeydir. Beni biraz farklı algıladın, aslında tersini söylemek istedim, sanat eseri kiĢiseldir, yani bir fotoğraf beni farklı seni farklı etkileyebilir… Aynen dediğin gibi, fotoğraf çok kişisel bir şey, senin için şaheser olan bir şey benim için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Örneğin Gursky fotoğrafları, şu 3 milyon dolara satılan fotoğraf. Benim için sadece kapitalizmi ifade ediyor; evet, müthiş bir yaratım, çok emek var falan ama benim için değeri yok. Sadece bir meta. Bana bir şey söylemiyor ama örneğin yeni fotoğrafa başlayan birinin bir fotoğrafına bakıp günlerce düşünebilirim. Tabii bunlar benim fotoğrafa bakış açım, bir başkası farklı düşünebilir, saygı duyarım. Önemli olan fotoğraf değil içinde yatan insandır ve onun karmaĢıklığı. Evet, hep şunu derim fotoğraf değil, fotoğrafçı benim için önemli. O fotoğrafın ardındaki insan kim, ne düşünür, ne hisseder, nasıl acı çeker, yaşama karşı nasıl durur, vs. Benim için önemli olan bunlar. Ve şuna inanıyorum; eğer benimle aynı ruha sahip, aynı ruh ailesinden bir fotoğrafçı ise baktığım fotoğrafın fotoğrafçısı, o fotoğrafta biz muhakkak buluşuruz, birbirimizi tanımamız gerekmiyor. O yüzden sana çocukluğunu sordum, yaĢadıkların seni sen yapan, bunları bilmeden, seni okumak yüzeysel. Bence fotoğrafçılar için de öyle. Biz de bir saçma kural var; fotoğraf yazıya ihtiyaç duymazmıĢ. Evet, saçma kurallarımızdan sadece biri. Yazı olabilir de olmayabilir de. Yazıdan kastımı açayım biraz, Jack London'ın bir hayat hikayesi var. Onu okuduktan sonra o yazarın kitaplarını okumak ve anlamak bir anda değiĢiyor. Evet, kesinlikle… Örneğin beni yazmaya başlatan UMAG seminerlerinde ben yazmayı değil, okumayı öğrendim aslında. Mehmet Eroğlu bizlere kitap değil, yazar okumayı öğretti. Mungan'ın bir kitabını okumakla Mungan okudum diyemezsin ya da Orhan Pamuk'un bir kitabını okuyup onun hakkında ahkam kesemezsin. Ben bir kitabı beğendim mi yazarının peşine düşüyorum, tüm kitaplarını okuyorum. Varsa biyografilerini de. Onu ve kitaplarını ancak öyle anlayabilirim. Fotoğraflar için de bu geçerli. Bir fotoğrafçının adını gazetelerden, internet sitelerinden öğrenemezsin, peşine düşmek, ne yaptığını, yaşamını bilmek gerek. Eğer bir fotoğrafı beğendiysen fotoğrafçının peşine düşmek gerek. Fotoğraflar böyle derinleşiyor. Bir de ben fotoğraflar üzerine konuşmalıyız diyorum, en büyük eksiğimiz bu. Konuşmuyoruz. "Pek güzel olmuş" ya da "aaa bu kopya, daha önce bilmem kim bunu yapmıştı" dan öteye gidemiyoruz. Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
82
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Fotoğraf ortamlarında bu kapsamda müthiş bir kısırlık var. Bir isimden bahsetmeye çekiniyorum bazen, ortamdaki herkesin adamla bir sorunu olmuş, onlardan bahsediliyor, hiç kimseden fotoğraflarına dair bir şeyler duyamıyorum. Bu anlamda çok kompleksleri olan bir toplumuz. Bir isim bize sempatik görünmezse yaptığı işleri bir türlü beğenemiyoruz. Ya da hep şu düşünce var: aman ne yapmış sanki ben de onu yapabilirim. Ara Güler örneğin, arkasından en çok konuşulan fotoğrafçılardan biri bu yüzden. Neden “Yalnız Bir Opera” baĢlığını kullanıyorsun köĢende? Murathan Mungan'ın Yaz Geçer isimli şiir kitabının ilk şiiri. Hayatımın şiiri. Fotoğraf ortamı, camiası vs. burada bir trajikomik durum var kanımca. Fotoğrafı çeken ben, çektiğime bakan baĢka fotoğrafçı, eleĢtiren bir baĢka fotoğrafçı, nasıl bir iĢ bu? Kendi kendimize. Evet, başka Şule'ler istiyorum! Ciddi bir izleyici profilimiz yok. İzleyici ve fotoğrafçı aynı kişi hep. Dolayısıyla fotoğrafa bakarken hep işin tekniğine, kendi kurallarımıza, kendi ekolümüze bakıyoruz ama fotoğraf çok başka şeyler söyleyebilir. Örneğin son yazdığım Jakop Aue Sobol - Bangkok Karşılaşmaları. Git bizim otoritelerden birine götür, ilk söyleyeceği şeyi söyleyeyim: “aaa olmamış, bu fotoğraflar arasında tutarlılık yok, hepsi ayrı telden çalıyor!”. Tekrar çek. Evet, hepsi tutarlı olsun, birbirine benzesin. Sen örneğin bir coğafyayı projene konu seçtiysen, hem fakirliği, hem kız arkadaşını, hem de çocuk masumiyetini çekemezsin, birinden birini anlatacaksın. Öznelliği çok fena yargılıyoruz. Elbette nesnelliğe ve gerçekliği de ihtiyacımız var ama bunları kalıplaşmış alışkanlıklarımızla, bakıç açılarımızla karıştırıyoruz. Oysa hepimizin gerçeği farklı. Fotoğrafta da fotoğrafçının gerçeği olacak doğal olarak. Ezberimizin dışına çıkınca nesnellik bozuluyor gibi bir saplantımız var. Ben ezber bozan, beni rahatsız eden, hiç düşünmediklerimi düşündüren şeyleri seviyorum. İyi ya da kötü olmasına sonra karar veririz. Önce bir izin verin insanlar kendini ifade etsin. Bu yüzden ben eğer gerçekten samimi ise gençlerin çalışmalarının hepsini seviyorum. Hepsi beni heyecanlandırıyor, onların yaşama bakışlarından çok şey öğreniyorum. Onlar daha kirlenmediler çünkü. O bakışlardan hepimizin öğreneceği çok şey var, onlar bizden daha iyi ve güzel görüyor. Neticede onlarınki bir keĢif aynı zamanda. Biz keşfedemeyecek kadar körleşiyoruz zamanla. İşte orada sıkıntı var. Farklılık korkutuyor kimilerini. Birçok hoca bu gençleri dizginliyor. Ben de nasibimi alıyorum bu yaklaşımlardan. Fotoğraf çekmediğim için fotoğraf üzerine yazı yazmamı, yorumlamamı bir türlü kabullenemeyen, yazmamın anlamsız olduğunu söyleyen çok kişi var. Fotoğraf çekmeden, bilmeden nasıl yazabilirim, değil mi!? "Sen de kimsin" sorusu, eleĢtirmene ilk saldırı sorusudur. En çok karşılaştığım şey şu; birinin fotoğraflarına olumlu görüş bildiriyorsam her şey iyi hoş, aman ne güzel yazıyormuşum falan, ne zaman olumsuz eleştiri yapsam, gelen tepki şu; “eee tabii sen şimdi fotoğraf çekmediğin için bunu anlamamış olabilirsin, bak ben şimdi sana anlatayım”.
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
83
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Şule Tüzül (Fotoğraf: Füsun Saka)
Bu durumları sen aĢmıĢsındır kanımca... Ama şu var, ben beğenmediysem o fotoğraf kötü değil ki, bu sadece benim düşüncem. Belki çok iyidir de bana bir şey ifade etmemiştir. Burada şunu belirtmek isterim, çok önemli; ben yazar değilim, eleştirmen değilim, yorumcu değilim. Ben bir fotoğraf severim ve fotoğraf izleyicisiyim. Tanımım bu. Sen ya da birileri farklı sıfatlar kullanabilirler, sağ olun var olun, ama ben kendimi bu sıfatlarla tanımlamıyorum. Çünkü çok eleştirdiğim bir şey de şu: herkes hemen bir şey oluveriyor bu ülkede. Durun bakalım, bir demlenin, acı çekin, hırpalanın, yenilin, düşün, kalkın öyle. Eleştirmen, yorumcu ve yazar olmak için daha çok yolum var, belki hiç olamadan öbür tarafa gideceğim. Böyle bir amacım da yok zaten. Keyif aldığım şeyi yapıyorum, hepsi bu. Fotoğrafın yazım, kuram, inceleme kısmına çok önem veriyorum. Çünkü YOK. Maalesef çok eksiğiz bu konuda. Az evvel senin de belirttiğin nedenlerle. Fotoğrafçı (sanatçı) bence tüm egolarından, tüm komplekslerinden arınmıĢ biri olmalı. Sanattan para kazanıyor Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
84
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
sanatçı, sunuyor, satıyor vs. Ben de izleyici olarak alıp, bakıyorum. Çok kötü diyebilirim, çöpe atabilirim ya da bayılıp, diğer eserleri almak için çırpınırım. Benim düşüncem şu; bu tür durumlar sanatın her dalında var. Fotoğrafta daha fazla çünkü fotoğrafçı sıfatını herkes hemen boynuna asıyor kendi kendine. Kimse de sen kimsin ya diyemiyor. Sanatçı bence egosuz ve kompleksiz, arızasız olamaz. Bunlar kötü özellikler değil ki, insanın ve yaşamın defoları nedeni ile sanat ortaya çıkıyor zaten. Dünya güllük gülistanlık olsaydı, bir derdimiz olmasaydı sanata ne gerek vardı. Ama egolarımızı, komplekslerimizi, arızalarımızı başkalarının üzerinde tatmin etmeye hakkımız yok. Sen eserini üret, kim ne derse desin, yaptığın işlere katkısı olan bir eleştiri ise ciddiye alır işlerine yansıtırsın, değilse niye takılıyorsun, gül geç. Fotoğraf projesi konusuna nasıl bakıyorsun? Sence nasıl bir örgü bu, proje oluĢturma, gerçekleĢtirme, sunma vs.? Fotoğraf sadece bir araç, esas olan insan ve yaşam. Önce kendin olacaksın, anlatmaya değer bir şeylerin olacak, bir derdin olacak, fotoğraf ondan sonra gelecek. Ne için? İçini dökmek için. Kendin olmaya devam edebilmek için. Tek fotoğrafa ben de inanmıyorum, tek fotoğrafla bir şey anlatılacağına da. O yüzden bir fotoğrafçı için yazıyorsam bil ki o fotoğrafçıya dair kendimce bir secere çıkarmışımdır. Özetle, makineni başkasının hayatına sokamazsın, o hayatın bir parçası olmak zorundasın, içinde olmak zorundasın, konu yaptığın şey senin derdin olmalı. Aksi röntgenciliktir, tacizdir, başkaları üzerinden prim yapmaktır. Olaya böyle bakıyorum… Bir an Magnum fotoğrafçılarının rakı masası baĢında toplanıp, Jacop'a “gene gidip Tayland‟a fahiĢe fotosu mu çektin?” diyip gülmeleri hayali canlandı kafamda. David Hurn'ün kitabında vardı. Bir nedenle 3-5 fotoğrafçı bir araya gelmişler ve hiç fotoğraf konuşmamışlar. Kimisi bel ağrılarını anlatmış, havadan sudan konuşmuşlar. David Hurn sanırım şöyle bir yorumda bulunmuştu: “o toplantıdaki paylaşımlarımız fotoğrafa aslında en yakın olduğumuz zamanlardı”. Altan Bal bana Ģunu demiĢti; fotoğraf projem yani sunumum, bir Ģiirdir, her mısrası fotoğraftır, Ģiiri okursun, görürsün, ne bir eksik ne bir fazla… Proje yaparken bunu atlıyoruz kanımca, yaĢayıp hissetmeden ve de beceremeden… Altan bir şey dedi mi muhakkak ciddiye alırım. Her anlamda filozoftur Altan. Bence Altan derslerinde ve atölyelerinde fotoğraf değil, yaşam dersi veren nadir fotoğrafçılarımızdan biridir. Bana da bir söyleşimizde ”Ben Sait Faik öyküleri gibi fotoğraf çekmek istiyorum, biri bana fotoğrafında Sait Faik öykülerinin tadı var desin, benim için en büyük iltifattır.” Ben de hemen ardından kendisine “Fotoğrafların Sait Faik öyküleri gibi.” demiştim. Çünkü öyle gerçekten. Fotoğrafı Ģimdilik bir yana bırakalım, hobilerinden bahsedelim. Hobi tanımını sevmiyorum. İlgilendiğim şeyler yaşamımın öyle derininde ki; şiir ve kitaplar, edebiyat, sinema. Hobi demek basit bir tanım olur bunlar için. AFSAD Okuyoruz etkinliğinden bahsetmeni isterim. Üç yıldır Kamuran Feyzioğlu ile devam ediyoruz. Genelde fotoğraf ve görsel sanatlar üzerine kitaplar. Ama Hakan Bıçakçı‟nın Karanlık Oda isimli romanı gibi, farklı türde kitaplar da okuduk konu olarak. Kitaplardan yola çıkıp kendi deneyim, gözlem ve düşüncelerimizi paylaşıyoruz bu etkinlikte. Bu yüzden çok keyif aldığım bir etkinlik. Bir fotoğrafçının yaĢamı ve eserleri üzerine bir okuma yaptınız mı?
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
85
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
Evet, Ara Güler ve Tina Modotti ilk aklıma gelenler. Diğer yandan toplantı konusu olan kitaplar bir fotoğrafçının biyografisi olmasa bile, kitapta geçen fotoğrafçıların yaşamları üzerine ister istemez konuşuluyor. Bir hayata ve eserlere bakınca neyi gözlemliyorsun? Yaşamları beni çok etkiliyor. Çok tanıdık yaşamlar aslında, bizden farkları yok ama daha idealistler. Özgürlüklerinden taviz vermeyen insanlar, onlar tarihe geçiyor işte. Ülkemin fotoğrafçısını düĢünüyorum da atölyeler yapıp para kazanma peĢinde, yıllardır hep aynı çizgide, 20-30 yıl evvel çektiği ile bugünkü halen aynı ve bunu salık veren, toplumsal bir baĢkaldırı, isyan, çığlık yok. Etliye sütlüye bulaĢmamıĢ. Sanatçı ne için var ve topluma katkısı ne diye sormak istiyor insan. Ara Güler‟i eleştiriyorlar, Onun gibi yaşasınlar bakalım kolay mı? Onun kadar okuyan kaç insan var Türkiye‟de? Her seçim başka bir şeyden vazgeçiştir. Hem onu hem öbürünü seçemezsin, seçiminin bedelini ödeyeceksin, gerekirse ömrünü vereceksin. Capa gibi, Gerda gibi, Tina gibi… Bak kimse töre cinayetini cesurca konu yapamıyor, bence ülkenin en önemli konusu. Kızlarımız neden öldürülüyor onu çek, Doğu‟ya gidip portre çekeceğine. Ondan sonra Arbus‟a, Mappletorph‟a manyak diyorlar. Biz manyağız aslında kör olmayı seçtiğimiz için… Türk ve Dünya fotoğrafını, fotoğrafçılarını karĢılaĢtırdığın zaman ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? Bu konuda neler düĢünüyorsun? Dünya fotoğrafı konusunda tam anlamı ile yetkin olduğumu düşünmüyorum. Ancak izleyebildiğim proje ve fotoğraflar açısından baktığımda elbette dünya ile boy ölçüşebilecek noktadayız diyemeyeceğim. Diğer yandan böyle bir şey gerekli mi? Bence hayır. Ben konuya şu şekilde bakıyorum. Fotoğraf, yaşadığımız ülke ve toplumun parçalarından sadece biri, dolayısıyla bu ülkenin genel gündemi nasılsa fotoğraf da bundan payını alıyor. Genel olarak okumayan, eğitim ve kültür konusunda kendisini ileriye götürecek adımları atamayan, cehaletin ve görgüsüzlüğün, kolaycılığın, kabadayılığın baştacı yapıldığı bir ülkede, sanata tükürenlerin karar verici makamlarda oturduğu bir ülkede fotoğrafın da dünya standartlarında yerini alabileceğini düşünemiyorum tabii. İFOD'un Aykırı isimli sergisinin başına gelenler bunun güzel bir örneği idi. Diğer yandan çok karamsar olmaktan yana da değilim. Fotoğrafın çok yaygınlaşmasının getirdiği güzel sonuçlar da var: çok ciddi sayıda genç fotoğrafçı çok güzel işlerle karşımıza çıkıyorlar. Onların desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'nin fotoğraf camiası olarak eğer güzel örgütlenebilir, sen ben kavgalarını, ego savaşlarını bir yana koyup ülkemizin ve fotoğrafın gelişimine yönelik adımlar atabilirsek güzel şeyler çıkarabileceğimize inanıyorum. Bu konuda umudumu yitirmek istemiyorum. Bu arada çizdiğim bu olumsuz tablo nedeni ile uluslararası platformlarda önemli başarılara imza atmış, ismini Türk fotoğrafçısı olarak duyurmuş arkadaşlarımızı dikkate almadığımı düşünme. Elbette bizi gururlandıran işler de oluyor. Ama sayıları çok yetersiz. Senin için baĢarı ne anlam ifade ediyor? Yaptığın ve yapmayı düĢündüğün iĢler, çalıĢmalar konusunda özellikle... Murathan Mungan'ın çok sevdiğim bir cümlesi vardır: "Başarı, bu ülkede sadece bir dershane adıdır." Bu isimde bir dershane hala var mı bilmiyorum, ama benim üniversiteye girdiğim yıllarda vardı. Ben de olaya böyle bakıyorum. Fazıl Say'ların yok sayıldığı, Hülya Avşar'ların müzik ve yetenek otoritesi ilan edildiği bir ülkede, nü fotoğrafın ayıp sayıldığı, nü poz verenlerin fahişe damgası yediği, diğer yandan televizyonlardaki dizi bombardımanında kadını meta olarak sunan, tecavüzü erkeğe hak sayan bir ülkede, kadının namusunun başındaki örtü ile değerlendirildiği bir ülkede başarı sözcüğü bana çok ironik anlamları çağrıştırıyor. Televizyonda rayting rekorları kıran programların tamamına saçmalık diyebilirim. Ama milyonlar ağzı açık şekilde bu programları izliyor gerçekten. Fotoğraf ortamımız da bu durumdan payını alıyor tabii. Fotoğrafa dair o kadar az yazı ve yayın var ki, birkaç kişi üç beş satır yazınca dikkat Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
86
Şule Tüzül – Yalnız Bir Opera
Fotoritim e-Kitapları
çekiyor. Oysa hiçbir şey yaptığımız yok. Fotoğraf yazılarına dair başarıdan söz edebilmek için bu ortamda binlerce yazının ve yazarın var olduğu günleri beklememiz gerek. İşte o zaman bir başarı ya da başarısızlıktan söz edebiliriz belki. Ben kendi adıma keyif aldığım bir paylaşımı gerçekleştiriyorum yazdığım fotoğraf yazıları ile. Hepsi bu. Takdir edildiğimde elbette hoşuma gidiyor, ama kendimi bir şey zannetmiyorum, yolum çok çok uzun daha, bunu biliyorum. Olumsuz eleştirildiğimde de kötü hissetmiyorum, hatta ne kadar çok kişiyi rahatsız ediyorsa yazılarım "hmmm, iyi yoldayım demek ki" diyorum. Farklı düşüncelerin çoğaldığı, tartışıldığı bir ortamı umutla bekliyorum. SöyleĢi: Levent YILDIZ ġubat 2012
Her Hakkı Saklıdır © All Rights Reserved
87