Ada Ön Okuma

Page 1



facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.org



T.J. Callahan’la birlikte seyahat ettiğimiz deniz uçağı Hint Okyanusu’na düştüğünde otuz yaşındaydım. T.J. on altı yaşındaydı ve Hodgkin lenfoması üç aydır gerileme halindeydi. Pilotumuzun adı Mick’ti ama o biz suya çarpmadan öldü. Her ne kadar beni arabayla bırakmasını istediğim insanlar sıralamasında annem ve kız kardeşimden sonra gelse de havaalanına erkek arkadaşım John’la gittik. İkimiz de tekerlekli, büyük birer valiz çekerek kalabalığın arasında ilerlemeye çalışırken, acaba o gün Şikago’daki herkes başka bir yere mi uçmaya karar verdi diye düşünüyordum. Nihayet US Havayolu bankosuna ulaştığımızda bilet görevlisi gülümsedi, valizimi etiketledi ve bana bir uçuş kartı uzattı. “Teşekkürler Bayan Emerson. Malé’ye kadar tüm uçuşlarınızı işledim. İyi yolculuklar.” 7


Uçuş kartını çantama koydum ve hoşça kal demek üzere John’a döndüm. “Arabayla bıraktığın için teşekkür ederim.” “Seni kapıya kadar geçireyim Anna.” “Gerek yok,” dedim kafamı sallayarak. John yüzünü buruşturdu. “Gerek olduğundan değil, gelmek istiyorum sadece.” Ağır ağır hareket eden yolcu kitlesini takip ederek bir süre konuşmadan ilerledik. “Çocuk nasıl bir tip?” “Zayıf ve kel.” Kalabalığı gözlerimle taradım ve T.J.’i kahverengi kısa saçlı bir halde görünce gülümsedim. Elimi salladığımda kafasını hafifçe sallayarak bana karşılık verdi. O sırada yanında oturan çocuk dirseğiyle T.J.’in kaburgalarını dürttü. “Diğer çocuk kim?” diye sordu John. “Sanırım arkadaşı Ben.” Çoğu on altı yaşında oğlanın tercih ettiği kıyafet stili içinde koltuklarına gömülmüş oturuyorlardı: uzun, bol spor şortlar, tişört ve bağcıkları açık tenis ayakkabıları. T.J.’in ayaklarının dibinde lacivert bir sırt çantası vardı. “Yapmak istediğin şeyin bu olduğundan emin misin?” diye sordu John. Ellerini pantolonunun arka ceplerine soktu ve yıpranmış yer döşemelerini incelemeye başladı. Yani, içimizden birinin bir şey yapması gerekiyor. “Evet.” “Lütfen geri dönene kadar kesin bir karar verme.” Ricasındaki komikliği vurgulamamaya karar verdim. “Öyle bir şey yapmayacağımı söylemiştim.”

8


Yine de aslında ortada tek bir seçenek vardı. Sadece onu yaz sonuna kadar ertelemeye karar vermiştim. John kollarını belime doladı ve beni öptü. Halka açık bir yerde sürmesi gerektiğinden daha uzun bir öpücüktü. Utanarak geri çekildim. Göz ucuyla baktığımda T.J. ve Ben’in her şeyi izlediğini fark ettim. “Seni seviyorum,” dedi John. Başımı salladım. “Biliyorum.” Biraz gücenerek çantamı yerden kaldırdı ve askısını omzuma yerleştirdi. “İyi yolculuklar. Vardığında beni ara.” “Pekâlâ.” John arkasını dönerek uzaklaştı. Kalabalıkta kaybolana kadar onu izledim, sonra eteğimin önünü düzelterek çocuklara doğru ilerledim. Yanlarına vardığımda her ikisi de yere bakıyordu. “Selam T.J.. Harika görünüyorsun. Gitmeye hazır mısın?” Kahverengi gözleri bir an benimkilerle buluştu. “Evet, tabii.” Kilo almıştı ve yüzü eskisi gibi solgun değildi. Dişlerinde daha önce fark etmediğim diş telleri ve çenesinde ufak bir yara izi vardı. “Selam. Ben Anna,” dedim T.J.’in yanında oturan diğer oğlana. “Sen de Ben olmalısın. Partin nasıl geçti?” Ben biraz kafası karışmış bir halde T.J.’e baktı. “İyiydi.” Cep telefonumu çıkardım ve saate baktım. “Ben hemen dönerim T.J.. Uçuşumuzu bir kontrol etmek istiyorum.” Uzaklaşırken Ben’in “Dostum, bebek bakıcın cidden çok ateşli,” dediğini duydum. 9


“O benim özel öğretmenin, geri zekâlı.” Duyduğum yorum beni pek etkilemedi. Bir lisede öğretmenlik yapıyordum ve hormonlarıyla savaş veren oğlanlardan arada sırada duyduğum yorumlara karşı bağışıklık kazanmıştım. Uçuş saatimizde bir değişiklik olmadığını gördükten sonra geri döndüm ve T.J.’in yanındaki boş koltuğa oturdum. “Ben gitti mi?” “Evet. Annesi arabayla havaalanının içinde dolaşmaktan yorulmuş. Ben onun bizimle içeri gelmesini istememişti.” “Bir şeyler yemek ister misin?” Kafasını iki yana salladı. “Aç değilim.” Uçağa binme vakti gelen kadar tuhaf bir sessizlik içinde oturduk. T.J. birinci sınıftaki koltuklarımıza giden dar koridor boyunca beni takip etti. “Cam kenarını ister misin?” Omzunu silkti. “Olur. Teşekkürler.” Kenara çekildim, o oturana kadar bekledim, sonra yanına oturarak kemerimi bağladım. T.J. herhangi bir sohbetle ilgilenmediğini kibarca gösterecek şekilde sırt çantasından portatif bir CD çalar çıkardı ve kulaklıklarını taktı. Ben de çantamdan bir kitap çıkardım ve pilotun havalanmasıyla Şikago’yu ardımızda bıraktık. *** İşler Almanya’da ters gitmeye başladı. Şikago’dan Malé’ye – Maldivler’in başkenti – uçmak aslında on sekiz saatten biraz uzun sürüyordu ama orijinal rotamızı geçersiz kılan mekanik problemler ve hava muhalefeti yüzünden tüm günü ve gecenin bir 10


kısmını Frankfurt Uluslararası Havaalanı’nda, havayolu şirketinin bize yeni bir rota çizmesini bekleyerek geçirdiğimiz için programın gerisine düşmüştük. Nihayet bir sonraki uçağa bineceğimiz söylendiğinde T.J. ve ben sabahın üçünde plastik sert sandalyelerde oturuyorduk. Karşıdaki boş sandalye sırasını işaret ettim. “İstersen biraz uzan.” “Böyle iyiyim,” dedi esnemesini bastırarak. “Daha bir iki saat buradayız. Biraz uyumaya çalışman lazım.” “Sen yorgun değil misin?” Yorgunluktan ölüyordum ama muhtemelen T.J.’in dinlenmeye benden daha çok ihtiyacı vardı. “Ben iyiyim. Hadi sen git uzan.” “Emin misin?” “Kesinlikle.” “Pekâlâ,” dedi T.J. ve hafifçe gülümsedi. “Teşekkürler.” Sandalyelerin üzerine uzandı ve anında uyudu. Ben de camdan dışarı bakıp kırmızı ışıkları gece göğünde yanıp sönen uçakların piste inişlerini ve tekrar kalkışa geçmelerini izlemeye başladım. Klimanın buz gibi soğuk üflediği hava yüzünden kollarımdaki tüyler diken diken olmuştu, eteğim ve kolsuz bluzum içinde şöyle bir titredim. Yakınlardaki bir tuvalette el bagajımdaki kot pantolonumla uzun kollu bluzumu giydim ve bir fincan kahve aldım. Tekrar T.J.’in yanına oturduğumda kitabımı okumaya başladım. Üç saat sonra uçuş vaktimizin geldiğini haber verdiklerinde onu uyandırdım. Sri Lanka’ya vardıktan sonra yine rötar yaptık. Bu seferki neden uçuş mürettebatı eksikliğiydi. 11


Maldivler’deki Malé Havaalanı’na vardığımızda Callahan’ların yazlık evi hâlâ deniz uçağıyla iki saatlik mesafedeydi ve ben otuz saattir uyanıktım. Şakaklarım zonkluyor, yanan ve batan gözlerim ağrıyordu. Bizim için herhangi bir rezervasyon olmadığını söylediklerinde ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kâğıt parçasını bankonun üzerinden uzatarak “Ama onay numaram var,” dedim bilet görevlisine. “Sri Lanka’dan ayrılmadan önce rezervasyonumuzu güncelledim. İki kişilik. T.J. Callahan ve Anna Emerson. Tekrar bakar mısınız lütfen?” Bilet görevlisi bilgisayarı kontrol etti. “Özür dilerim,” dedi. “İsimleriniz listede yok. Deniz uçağı dolu.” “Peki ya bir sonraki uçuş?” “Hava kararmak üzere. Deniz uçakları gün batımından sonra uçmaz.” Suratımdaki acı ifadeyi fark ederek bana sempatik bir şekilde baktı, klavyesini tuşlayarak telefon ahizesini kaldırdı. “Yapabileceğim bir şeyler var mı bakayım.” “Teşekkürler.” T.J. ile birlikte ufak bir hediyelik eşya dükkânına gittik. İki şişe su aldım. “Birini ister misin?” “Hayır, teşekkürler.” “Hadi çantana koy,” diyerek şişeyi ona uzattım. “Sonra isteyebilirsin.” Çantamdan bir şişe Tylenol çıkardım, sallayarak elime iki tane aldım ve suyla yuttum. Bir banka oturduk. T.J.’in annesi Jane’i arayarak bizi sabaha kadar beklememesini söyledim. “Bize bir uçak bulma ihtimalleri var ama bu akşam buradan ayrılabileceğimizi sanmıyorum. Deniz 12


uçakları hava karardıktan sonra kalkış yapmıyorlarmış, o yüzden geceyi havaalanında geçirmemiz gerekebilir.” “Üzgünüm Anna. Çok yorgun olmalısın,” dedi Jane. “Sorun değil, gerçekten. En azından yarın kesinlikle orada oluruz.” Ahizeyi elimle kapadım. “Annenle konuşmak ister misin?” T.J. suratını buruşturarak kafasını salladı. Bilet görevlisinin bana elini salladığını fark ettim. Gülümsüyordu. “Jane, dinle sanırım...” derken hat kesildi. Telefonu çantama koydum ve nefesimi tutarak bankoya doğru yaklaştım. “Pilotlardan biri sizi adaya götürebilecek,” dedi bilet görevlisi. “Taşıyacağı yolcular Sri Lanka’dan ayrılamamışlar ve yarın sabahtan önce buraya gelemeyecekler.” Soluğumu bırakarak gülümsedim. “Bu harika. Bize bir uçuş ayarladığınız için teşekkürler. Gerçekten minnettarım.” Tekrar T.J.’in anne babasını aramaya çalıştım ama bağlantı kurulamıyordu. Adaya vardığımızda ararım, diye düşündüm. “Hazır mısın T.J.?” “Evet,” dedi sırt çantasına uzanarak. Küçük bir minibüs bizi havaalanı taksi durağında bıraktı. Bankodaki görevli girişimizi yaptı ve dışarı çıktık. Maldivler’in iklimi bana spor salonumdaki buhar odasını hatırlattı. Alnımda ve ensemde anında boncuk boncuk terler oluşmuştu. Kot pantolonum ve uzun kollu gömleğim sıcak, nemli havayı çekerek tenime iyice yapıştırdı ve keşke üzerimi değiştirip daha hafif bir şeyler giymiş olsaydım dedim. 13


Burası hep böyle sıcak mı? Rıhtımda, suyun yüzeyinde hafifçe sallanan deniz uçağının yanında bir havaalanı görevlisi duruyordu. Adam elini sallayarak bizi çağırdı. T.J. ile birlikte yanına gittiğimizde kapıyı açtı, başımızı eğdik ve uçağa bindik. Pilot yerinde oturuyordu; çizburger dolu ağzıyla bize gülümsedi. “Selam, ben Mick.” Çiğnemesini bitirdi ve yuttu. “Umarım akşam yemeğimi bitirmemin bir sakıncası yoktur.” Ellilerinin sonunda görünüyordu ve öyle kiloluydu ki pilot koltuğuna zar zor sığıyordu. Üzerinde kanvas şort ve o güne kadar gördüğüm en geniş batik tişört vardı. Ayakları çıplaktı. Üst dudağının üzerinde ve alnında ter damlaları birikmişti. Çizburgerinin son lokmasını da ağzına attı ve yüzünü bir peçeteyle sildi. “Ben Anna ve bu da T.J.,” dedim gülümseyerek ve elini sıkmak üzere elimi uzattım. “Elbette sakıncası yok.” Deniz uçağımız Twin Otter DHC-6 on koltukluydu. İçerisi uçak yakıtı ve küf kokuyordu. T.J. oturarak kemerini taktı ve camdan dışarı bakmaya başladı. Ben koridoru aramızda bırakacak şekilde hemen karşıdaki koltuğa oturdum, çantamı ve el bagajımı koltuğun altındaki yere yerleştirdim ve gözlerimi ovaladım. Mick motorları çalıştırdı. Çıkan ses onun sesini bastırıyordu ama başını hafifçe yana çevirdiğinde kulaklığından biriyle konuştuğu belli olacak şekilde dudakları kıpırdıyordu. Rıhtımdan uzaklaştı, hızımızı arttırdı ve havalandık. Uçaklarda uyuyamama özelliğime lanet okudum. Bir uçak kalkar kalkmaz uyuyan ve inişte tekerler yere temas edene kadar uyanmayan insanlara oldum olası 14


imrenirdim. Biraz kestirmeye çalıştım ama deniz uçağının camlarından içeri dolan güneş ışığı ve iyice kafası karışmış beden saatim uykuya dalmamı imkânsız hale getiriyordu. Vazgeçip gözlerimi açtığımda T.J.’i bana bakarken yakaladım. Eğer onun yüzündeki ifade ve kendi yüzümdeki hafif yanma hissi bir göstergeyse, durumun ikimizi de mahcup ettiğini söyleyebilirdim. T.J. başını çevirdi, sırt çantasını başının altına yerleştirdi ve birkaç dakika sonra uykuya daldı. Ben kendimi hâlâ huzursuz hissediyordum, kemerimi çözdüm ve ne kadar yolumuz kaldığını sormak üzere Mick’in yanına gittim. “Bir saatten biraz fazla,” dedi Mick ve başıyla yardımcı pilot koltuğunu işaret etti. “İstersen oturabilirsin.” Oturdum ve kemerimi bağladım. Gözlerimi güneş ışıklarına karşı elimle koruyarak nefes kesen manzaraya baktım. Bulutsuz, çini mavisi gökyüzü önümüzde uzanıyordu. Altımızda nane yeşili ve turkuaz mavi karışımı Hint Okyanusu... Mick yumruğunu göğsünün ortasında gezdirdi ve antiasit tabletlerine uzandı. Ağzına bir tane attı. “Midem yandı. Çizburger yemenin sonucu bu işte. Ama lanet bir salatadan çok lezzetli oluyorlar, değil mi?” Yüksek sesle güldü, ben de başımla onaylayarak ona katıldım. “Eee, siz ikiniz nerelisiniz bakalım?” “Şikago.” “Şikago’da ne iş yapıyorsun?” “Onuncu sınıf İngilizce öğretmeniyim.” “Ah, yazların boş oluyor yani.” “Benimkiler değil. Yazları genelde özel ders veriyorum.” Başımla T.J.’i işaret ettim. “Anne babası 15


eksikliklerini kapatmam için yaz boyu özel ders vermemi istedi. Hodgkin lenfoması vardı ve bu sene okuldan bayağı geride kaldı.” “Ben de annesi olamayacak kadar genç olduğunu düşünmüştüm.” Gülümsedim. “Anne babası ve kız kardeşleri bizden birkaç gün önce geldiler.” Ben Callahan’lar kadar erken gelememiştim çünkü öğretmenlik yaptığım devlet okulu T.J.’in devam ettiği özel okuldan birkaç gün daha sonra kapanıyordu. T.J. bunu öğrendiğinde anne babasını, hafta sonunu da Şikago’da geçirip benimle birlikte gelmek konusunda ikna etmişti. Jane Callahan bunun benim için bir sakıncası olup olmadığını sormak için telefon açmıştı. “Arkadaşı Ben bir parti veriyormuş. T.J. de partiye gitmeyi çok istiyor. Senin için sorun olmayacağına emin misin?” “Elbette, hiç sorun olmaz,” dedim. “Hatta birbirimizi tanımamız konusunda bize zaman kazandırır.” Daha önce T.J. ile bir kere, anne babasıyla görüştüğümde karşılaşmıştım. Bana ısınması biraz vakit alacaktı; yeni bir öğrenciyle özellikle de ergenlik çağında bir erkek öğrenciyle hep böyle olurdu. Mick’in sesiyle düşüncelerim bölündü. “Peki ne kadar kalacaksınız?” “Yaz boyu. Adada bir ev kiraladılar.” “Çocuk şimdi iyi mi?” “Evet. Anne babası bir ara durumunun epey kötü olduğunu söylediler ama birkaç aydır tamamen temiz.” “Bir yaz işi için güzel mekân.” Gülümsedim. “Kütüphaneden iyi olduğu kesin.” 16


Bir süre konuşmadan uçtuk. “Aşağıda gerçekten bin iki yüz tane ada mı var?” diye sordum. Ben sadece üç dört tane sayabilmiştim onlar da zaten suyun üzerine devasa puzzle parçaları gibi yayılmıştı. Bir süre cevabını bekledim. “Mick?” “Ne? Evet, aşağı yukarı o kadar vardır. Sadece iki yüz kadarı boş ama bu hızla giderse yakında onlar da insan kaynamaya başlar. Her ay yeni bir otel ya da tatil köyü açıyorlar.” Kıkırdadı. “Herkes cennetten bir dilim istiyor işte.” Mick göğsünü tekrar ovaladı ve sol elini kontrol panelinden kaldırarak kolunu ileri doğru uzattı. Suratındaki acı duyan ifadeyi ve alnında birikmeye başlayan terleri fark ettim. “İyi misin?” “İyiyim. Ama şimdiye kadar hiç bu kadar berbat bir mide yanması görmemiştim.” Ağzına iki antiasit daha attı ve boş ilaç ambalajını buruşturarak kenara bıraktı. Ben giderek daha huzursuz olmaya başlamıştım. “Birini aramak ister misin? Telsizi nasıl kullanacağımı gösterirsen istediğin birilerini arayabilirim?” “Hayır, antiasitler etkisini göstermeye başlasın, düzelirim.” Derin bir nefes aldı ve bana gülümsedi. “Ama sağ ol yine de.” Bir süre daha iyi göründü ama on dakika sonra sağ elini kontrol panelinden çekerek sol omzunu ovalamaya başladı. Şakaklarından terler akıyordu. Soluk alış verişi değişmişti; adeta rahat bir pozisyon bulamıyormuş gibi koltuğunda kıpırdanmaya başladı. Hissettiğim huzursuzluk keskin bir paniğe dönüşmüştü. T.J. uyandı. Motor seslerini bastıracak kadar yüksek bir sesle “Anna,” diye seslendi. Ona doğru döndüm. “Daha gelmedik mi?” 17


Kemerimi çözdüm ve T.J.’in yanına giderek oturdum. Bağırmak istemediğimden, onu kendime doğru çektim. “Dinle, Mick’in kalp krizi geçirdiğini düşünüyorum. Göğüs ağrıları var ve korkunç görünüyor ama hâlâ mide yanması olduğunu düşünüyor.” “Ne! Sen ciddi misin?” Başımı salladım. “Babam da geçen yıl büyük bir kalp krizi atlattı, o yüzden belirtileri biliyorum. Sanırım Mick ters giden bir şeyler olduğunu kabul edemeyecek kadar korkuyor.” “Peki ya biz? Uçağı durdurabilecek durumda mı?” “Bilmiyorum.” T.J. ile birlikte kokpite gittik. Mick her iki yumruğunu göğsüne dayamıştı ve gözleri kapalıydı. Kulaklığı yana doğru eğilmişti ve yüzü grimsi bir ton kazanmıştı. Bütün bedenime yayılan korkuyu hissederek Mick’in koltuğunun yanına diz çöktüm. “Mick.” Sesimde oldukça telaşlı bir ton vardı. “Yardım çağırmamız gerek.” Başını salladı. “Önce uçağı suya indireceğim, sonra ikinizden birinin radyoyu kullanması gerekecek,” diye zorla konuşmaya çalıştı. Kesik kesik soluyordu. “Can yeleklerinizi giyin. Kapının yanındaki depo kompartımandalar. Sonra yerlerinize oturup kemerlerinizi takın.” Acıyla yüzünü buruşturdu. “Hadi!” Kalbim göğüs kafesimi yırtarcasına atıyordu ve bütün bedenime yayılan adrenalini hissediyordum. T.J. ile birlikte depolama kompartımanına koştuk ve içeri daldık. “Niye can yelekleri giyiyoruz ki Anna? Uçağın iniş botları yok mu sonuçta?” 18


Çünkü Mick bizi vaktinde suya indiremeyeceğinden korkuyor. “Bilmiyorum, belki standart bir prosedürdür. Okyanusun ortasına iniş yapıyoruz.” Can yeleklerini üzerinde Life Raft yazan silindir şeklinde bir kutu ve bir sürü battaniye arasında buldum. “Al,” dedim bir tanesini T.J.’e uzatarak ve diğerini de kendim giydim. Kokpitten çıkarak yerlerimize oturduk ve kemerlerimizi bağladık. Ellerim öyle kötü titriyordu ki kemerimi ancak ikinci denememde bağlayabilmiştim. “Eğer bilincini kaybederse hemen ilkyardıma başlamam gerekecek T.J. tamam mı?” Gözleri kocaman açılmış halde kafasını salladı. “Tamam halledebilirim.” Koltuğun kolunu sıkıca kavrayarak camdan dışarı baktım ve okyanusun dalgalı yüzeyinin giderek yaklaşmasını izledim. Ama sonra yavaşlamak yerine birden hızlandık ve dik bir açıyla aşağı inmeye başladık. Uçağın ön tarafına doğru baktım. Mick kontrol panelinin üzerine kapanmıştı, hareket etmiyordu. Emniyet kemerimi çözdüm ve koridora fırladım. “Anna,” diye bağırdı T.J.. Tişörtümün ucu elinin arasından kaydı. Ben kokpite ulaşmadan önce Mick göğsünde başlayan büyük bir spazmla koltuğunda geriye doğru kasıldı. Elleri hâlâ kontrol çubuğundaydı. Uçağın burnu sertçe yukarı doğru kalktı ve diklemesine dalgaların üzerine kayarak kuyruk üzerine indik. Kanatlardan birinin ucu suyun yüzeyine temas etti ve uçak kontrolden çıkarak dönmeye başladı. Çarpmanın şiddetiyle adeta birisi ayak bileklerime bir ip bağlamış ve sertçe çekmiş gibi ayaklarım yerden 19


kesildi. Kulaklarım kırılan cam sesleriyle doldu ve uçak suya çarpıp dağılırken bir uçma hissinin ardından bütün bedenime yayılan delici bir acı hissettim. Deniz suyu boğazımdan dolar halde okyanusa gömülmüştüm. Yer ve yön duygum tamamen kaybolmuştu ama can yeleğim yavaş yavaş beni yukarı kaldırdı. Başım suyun yüzeyine çıktığında birden hava alıp, suları çıkartacak şekilde deli gibi öksürmeye başladım. T.J. Aman Tanrım, T.J. nerede? Gözümün önüne T.J.’in kemerini çözememiş ve koltuğunda sıkışıp kalmış görüntüsü geldi. Yakıcı güneşin altında korku içinde suyun yüzeyini taramaya ve ismini bağırmaya başladım. Tam boğulduğunu düşünmeye başlamıştım ki öksürüp çırpınarak yüzeye çıktı. T.J.’e doğru yüzdüm. Bir taraftan da ağzıma kanımın tadı geliyordu ve kafam öyle zonkluyordu ki patlamak üzere olduğunun düşündüm. T.J.’e ulaştığımda elini yakaladım ve hayatta olduğu için nasıl mutlu olduğumu söylemeye çalıştım ama kelimeler ağzımdan bir türlü çıkmadı ve bir sis bulutu içinde gidip gelmeye başladım. T.J. kendime gelmem için bağırıyordu. Büyük dalgaları ve biraz daha su yutuşumu hatırlıyorum, ondan sonra her şey karardı.

20


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.