facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.net
TOZ DİYARLARI-1
KAN KIRMIZI YOL Orijinal Adı: Blood Red Road Yazarı: Moira Young Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Güneş Editör: Şafak Tahmaz Çevirmen: Eyüp Timur Avarkan Kapak Düzenleme: Selim Büyükgüner Basım: 2015 ISBN: 978-605-9232-15-9 Yayınevi Sertifika No: 20610 © 2011, Moira Young Türkçe Yayım Hakkı: Anatolialit Ajansı aracılığıyla © Mürekkep Divit Bas. Yay. San. Dış. Tic. Lt. Şti. Ephesus Yayınları, Mürekkep&Divit Yayın Grubu’nun tescilli markasıdır.
Baskı: Gülmat Matbaacılık-2 Matbaacılar Sitesi E-Blok No: 4/3 Topkapı/İstanbul Tel: 0 (212) 577 79 77 Kapak Baskı: Bio Ofset Matbaacılık San ve Dış Tic. Ltd. Şti. www.bioofset.com / info@bioofset.com Tel: 0212 244 0 244 Cilt: Erdoğanlar Mücellit Matbaacılık San. Ltd. Şti. Fazılpaşa Cad. No.8 Kat:3 Z.Burnu Topkapı / İSTANBUL Tel.: +90 212 612 07 39 Faks: +90 212 612 07 94 www.erdoganlarmucellit.com
Yayımlayan Mürekkep & Divit Bas. Yay. San. ve Dış Tic. Ltd. Şti. Moda Cad. Uşaklıgil Apt. No: 108 Daire: 3 Kadıköy/İstanbul Tel/Faks: 0 (216) 550 55 44 www.ephesusyayinlari.com / info@ephesusyayinlari.com
TOZ DİYARLARI-1
Çevirmen: Eyüp Timur Avarkan
Ailem ve Paul için…
TEŞEKKÜRLER
Sophie McKenzie, Melanie Edge, Gaby Halberstam ve Julie Mackenzie olmaksızın bu kitap asla yazılamazdı. Onların her birine, en içten teşekkürlerimi borçluyum. Bana olan desteklerinden ötürü Julia Green, John McLay, Gill McLay, Lisa del Rosso, Roma Downey, Gillie Russell ve Marion Lloyd’a da teşekkürler. Ve bana yol gösteren Elizabeth Hawkins’e de özel teşekkürlerimi sunarım.
7
Önce Lugh doğmuş. Gökyüzünde güneşin alçaktan salındığı, bir Kış Ortası Günü’nde... Sonra da ben doğmuşum. Tam iki saat sonra. Bu hemen hemen her şeyi açıklıyor. Lugh daima öndedir. Bense onu takip ederim. Gayet güzel. Gayet doğru. Olması gereken de bu. Çünkü her şeyin belli bir düzeni var. Her şey belirlenmiş. Doğmuş olanların yaşamları... Doğmayı bekleyenlerin yaşamları... Dünya meydana geldiği an her şey yıldızlara yazılmış. Doğum vaktin, ölüm vaktin... Hatta ne çeşit bir insan olacağın… İyi ya da kötü… Yıldızları nasıl okuyacağınızı bilseydiniz, insanların yaşam öykülerini sizler de okuyabilirdiniz. Kendi yaşam öykünüzü... Geçmişi, şimdiyi ve geleceği… Babam çocukken, çok şey bilen bir gezginle karşılaşmış. Adam babama yıldızları nasıl okuyacağını öğretmiş. Babam gece olduğunda gökyüzünde ne gördüğünü asla söylemezdi ama siz gördüğü şeyin ona bir ağırlık yüklediğini anlayabilirdiniz. Çünkü yazılmış olanı değiştiremezdin. Babam bildiğini söyleyip, seni uyarsa bile, olan olurdu yine. Onun bazen Lugh’a nasıl baktığını görüyorum. Bana nasıl baktığını… 9
Ve bildiğini bize anlatsa keşke diyorum. Babamın o gezginle hiç karşılaşmamış olmayı dilediğine inanıyorum. Ben ve Lugh’u birlikte görseniz, aynı kandan olduğumuzu asla düşünmezsiniz. Aynı rahimde beraber büyüdüğümüz aklınızın ucundan geçmez. Lugh’un saçları altın sarısı. Bense siyah saçlıyım. Onun gözleri mavi. Benimkiler kahverengi. O güçlü. Ben cılız. O hoş görünümlü. Ben çirkin. O benim ışığım. Ben onun gölgesiyim. Lugh bir güneş gibi ışıldar. Bu durum onu bulmalarını kolaylaştırmış olmalı. Tek yapmaları gereken Lugh’un ışığını takip etmekti.
10
GÜMÜŞGÖL
Gün çok sıcak. Öylesine sıcak ve kuru ki tadını alabildiğim yegâne şey toz… Toprağın çatırdadığını dahi işitebildiğin, cehennem gibi günlerden sadece biri. Yaklaşık altı aydır bir damla bile yağmur yağmadı. Gölün beslendiği kaynak dahi kurumak üzere. Bir kovayı doldurmak için epey uzağa yürümek gerekiyor. Çok yakında bu gölden kendi adıyla söz etmenin de hiçbir anlamı kalmayacak. Gümüşgöl… Babam her gün büyülerinden veya tılsımlarından birini deniyor. Ve her gün, öbek öbek yağmur bulutları ufukta kümeleniyor. Bulutlar bize doğru yaklaştığında, kalplerimiz çok daha hızlı çarpıyor, umutlarımız artıyor. Fakat bulutlar bize erişemeden dağılıyor, inceliyor ve nihayetinde kayboluyor. Her gün bu böyle. Ama babam katiyen kötü bir söz söylemiyor. Gökyüzüne, berrak ve zalim olan gökyüzüne sabit gözlerle bakıyor sadece. Sonra taşlarını, ince dallarını veya yere her ne dizdiyse onları bir araya getirip, yarın için saklıyor. Babam şapkasını geriye itiyor. Başını yukarı kaldırıp, bir süre gökyüzünü inceliyor. “Bir çember deneyeceğim sanırım. Evet, ihtiyacımız olan bir çember olabilir” diyor. Lugh ise bir süredir aynı şeyi söylüyor. Babamın durumu ona göre gittikçe kötüleşiyormuş. Öyle görünüyor ki 13
KAN KIRMIZI YOL
geçen her kuru günle, babam biraz daha yok oluyor. Evet, onun için en uygun kelime sanırım bu. Yok olmak… Bir zamanlar gölde tuttuğumuz balıklara ve tuzaklarımızdan yakaladığımız hayvanlara bel bağlardık. Diğer ihtiyaçlar için biraz toprağı eker, biraz etrafa bakınır, böylece geçinip giderdik. Fakat bu son sene, ne yaparsak yapalım yetmiyor, yağmursuz olmuyordu. Diyarın yavaş yavaş ölmesini seyretmekten başka elimizden bir şey gelmiyordu. Ve babam… Günbegün, ona dair iyi olan ne varsa yitip gidiyor. Doğrusunu isterseniz, babam uzun zamandır iyi değil. Yani annem öldüğünden beri... Ama Lugh’un söylediği doğru. Tıpkı diyar gibi, babam da gitgide kötüleşiyor ve gözleri yaşananları görmek yerine sürekli gökyüzüne dikiliyor. Üstelik her geçen gün durumunun vahameti artıyor. Bizi gördüğünü bile sanmıyorum artık. Hem de hiç... Emmi, kirli saçı ve sümüklü burnuyla, bugünlerde başıboş büyüyor. Lugh olmasaydı, onun yıkanacağına hiç ihtimal vermiyorum. Emmi doğmadan önce, annem hâlâ hayatta ve her şey yolundayken, babam farklıydı. Annem onu hep güldürürdü. Babam beni ve Lugh’u nereye gidersek gidelim takip eder veya biz ona durmasını çığlıklar atarak söyleyinceye dek bizi havaya fırlatıp dururdu. Gümüşgöl’ün dışındaki dünyanın kötülüğü hakkında da uyarırdı. O zamanlar, babamızdan daha uzun boylu, daha güçlü yahut daha akıllı herhangi birinin yaşamış olabileceğini düşünmezdim. Ben ve Lugh kulübe çatısının tamiratına devam ediyorken gözümün ucuyla onu izliyorum. Hepsi üst üste yığılmış lastiklerden yapılma duvarlar yeteri kadar sağlam. Fakat gölü bir uçtan ötekine dalgalandıran kötü huylu, sıcak 14
MOIRA YOUNG
rüzgârlar en küçük çatlaklara dahi sinsice sokulup, çatının bütün kısımlarına anında zarar verebiliyor. Bu yüzden o lanetli şeyi daima onarmak zorunda kalıyoruz. Bu nedenle, dün geceki sıcak rüzgârın ardından, ben ve Lugh beliren ilk ışıkta çöp sahasına indik. Sahanın daha önce hiç denemediğimiz bir bölümüne bakındık ve kendimize, az da olsa, en iyi kalitede hurda edinmeyi başardık: Fazla paslanmamış, hoş, büyük bir metal levha ve hâlâ sapı olan bir tencere. Ben hep zamanki gibi merdiveni inip çıkmak için kullanarak Lugh’a ihtiyacı olanları veriyorken, Lugh da çatıda var gücüyle çalışıyor. Nero’ysa daima yaptığını yapıyor, yani omzuma konuyor ve ne düşündüğünü bana söylemek istercesine, kulağımın içine hakikaten yüksek sesle gaklıyor. Onu Nero yapan bir görüşü daima var ve sahiden akıllı da. Keşke kargaların dilinden anlayabilsek... Böylece bize bir çatıyı tamir etmek için en iyi yöntemin ne olduğu konusunda bir iki şey söyleyebilirlerdi. Nero’nun fikir yürüttüğünden emin olabilirsiniz. Çatıyı tamir etmemize son beş yıldır tanık oldu. Nero onu yuvasından düşmüş bir vaziyette bulduğumdan beri bizimle birlikte. Annesi de hiçbir yerde görünmüyor. Babam bir karga yavrusunu eve getirdiğimi gördüğünde fazla sevinmemişti. Bana bazı insanların kargaların ölüm getirdiğine inandıklarını söyledi, fakat ben bu kargayı beslemeye karar verdim ve bir şeye karar vermişsem o karara sadık kalırım. Bir de Emmi var. Daima yaptığını yapıyor, yani beni ve Lugh’u hiç rahat bırakmıyor. Ben merdivenden hurda yığınına gidip geri dönerken peşime takılıyor. “Yardım etmek istiyorum,” diyor. 15
KAN KIRMIZI YOL
“Merdiveni tut öyleyse,” diye cevap veriyorum ona. “Hayır! Gerçek anlamda yardım etmek istiyorum! Hep yapmama izin verdiğin şey merdiveni tutmak!” “İyi işte, belki de senin için tek uygun olan budur. Bunu hiç düşündün mü?” Kollarını sıska, minik göğsünde çaprazlama kavuşturup kaşlarını çatıyor. “Huysuzsun işte,” diyor. “Huysuz!” “Konuş dur,” diyorum ben de. Elimde paslı bir metal parçasıyla merdivene sıçrıyorum, ama Emmi merdiveni tutup sallamaya başlamadan önce en fazla üç basamak çıkıyorum. Kendimi düşmekten alıkoyuyorum fakat Nero ciyaklıyor ve ardında tüylerini bırakıp, kanat çırparak uzaklaşıyor. Aşağıda duran Em’e sert sert bakıyorum. “Kes şunu! Ne yapmaya çalışıyorsun, boynumu kırmaya mı?” Lugh’un kafası çatının yan tarafından görünüyor. “Tamam, Em, yeter artık. Gidip babama yardım et.” Emmi yelkenleri suya indirmek üzere. Ne de olsa Lugh’un ona söylediğini her zaman yapar. Yine de “Ama size yardım etmek istiyorum,” diyor somurtkan yüz ifadesiyle. Son bir kez şansını deniyor belli ki. “Senin yardımına ihtiyacımız yok. Sensiz pekâlâ idare ediyoruz,” diyorum. “Sen şimdiye dek yaşayan en huysuz ablasın! Senden nefret ediyorum, Saba!” “İyi! Çünkü ben de senden nefret ediyorum!” “Bu kadar yeter! İkiniz de!” diyor Lugh. 16
MOIRA YOUNG
Emmi bana dilini çıkarıyor ve yanımızdan ayrılıyor. Ben de merdivenden çatıya tırmanıyor ve metal levhayı Lugh’a veriyorum. “Bugünlerde onu öldüreceğime yemin edebilirim,” diyorum. “O henüz dokuzunda, Saba. Bir değişiklik için ona iyi davranmayı deneyebilirsin.” Oflayıp pufluyor ve oracığa çömeliyorum. Burada, çatıdayken yukarıdan her şeyi görebiliyorum. Lugh’un çöp sahasında bulduğu, külüstür iki tekerleğin üstünde turlayan Emmi’yi, babamı ve büyü çemberini… Babamın, çizmeli ayaklarını vurarak düzleştirdiği yerde topraktan başka bir şey yok. Babam çembere yaklaşmamıza dahi müsaade etmiyor. Durmadan şikâyet ediyor ve rüzgârın getirdiği ince dalları veya kumu süpürerek toprağı temizliyor. Topraktaki yağmur çemberi için çubuklar henüz düzenlenmiş değil. Babamın süpürgeyi yere bırakmasını izliyorum. Sağa üç adım, sola üç adım atıyor. Daha sonra bunu tekrar yapıyor. Ve tekrar. “Babamın ne yaptığını gördün mü?” diyorum Lugh’a. Lugh başını kaldırmıyor. Düzleştirmek için levhaya çekiçle vurmaya başlıyor sadece. “Gördüm. Aynısını dün de yaptı. Önceki gün de.” “Bütün bunlar neyle ilgili? Sağa gitmek, sonra sola, defalarca...” “Nereden bileyim?” diyor Lugh. Dudakları ince bir çizgi halini alıyor. Babam ona bir şey söylediğinde ya da ondan bir şey yapmasını istediğinde takındığı anlamsız ifade yüzünde yeniden beliriyor. Bugünlerde o ifadeye Lugh’ta daha çok rastlıyorum. 17
KAN KIRMIZI YOL
“Lugh!” Babam eliyle gözlerini güneşten koruyarak başını yukarıya kaldırıyor. “Burada senin yardımına ihtiyacım var, oğlum!” “Sersem ihtiyar,” diye mırıldanıyor Lugh. Metal levhaya çekiciyle fazladan sert bir darbe daha indiriyor. “Bunu söyleme. Babam ne yaptığının farkındadır. Yıldız okuyucudur.” Lugh bana bakıyor. Az önce söylediğime inanamıyormuş gibi başını iki yana sallıyor. “Hâlâ anlamadın mı? Her şey onun kafasında. Uyduruyor. Yıldızlarda yazılmış hiçbir şey yok. Büyük bir plan filan da yok. Dünya devam ediyor. Bu tanrının belası yerde hayatlarımız ha bire devam ediyor. Ve işte o kadar. Öldüğümüz güne dek de sürecek. Farkına varabildiğim kadarını sana anlatıyorum, Saba.” Ona sabit gözlerle bakıyorum. “Lugh!” diye sesleniyor babam. “Meşgulüm!” yanıtını veriyor Lugh. “Hemen şimdi, oğlum!” Lugh içinden sövüyor. Çekici yere atıyor, beni iterek geçiyor ve merdivenden apar topar iniyor. Babama doğru gitmekte aceleci davranıyor. Çubukları ondan zorla alıp, toprağa fırlatıyor. Çubuklar her yana saçılıyor. “İşte! İşte bu! Bunun bir yararı olmalı! Sağanak yağmuru yağdırmalı!” diye haykırıyor Lugh. Babamın yeni süpürdüğü büyü çemberini tekmeliyor. Ardından parmağıyla babamın göğsünü sertçe dürtüyor. “Uyan, ihtiyar! Bir rüyada yaşıyorsun! Yağmur katiyen yağmayacak! Bu cehennem çukuru ölüyor ve burada kalırsak biz de öleceğiz. 18
MOIRA YOUNG
Peki, ne tahmin ediyorsun? Ben bunu yapmıyorum artık! Gidiyorum!” “Bunun yaşanacağını biliyordum. Yıldızlar senin mutsuz olduğunu bana söylediler, oğlum,” diyor babam. Elini uzatıp Lugh’un koluna koyuyor. Lugh o elden öyle bir silkiniyor ki bu silkiniş, babamı geriye doğru sendeletiyor. “Sen çıldırmışsın, biliyor musun? Yıldızlar sana söylemişlermiş! Niye bir kez olsun benim söylediğime kulak asmayı denemiyorsun?” diye haykırıyor babamın yüzüne. Sonra kaçıp gidiyor. Merdivenden süratle iniyorum. Babam omuzları çökmüş vaziyette toprağa bakıyor. “Anlamıyorum. Yağmurun yağdığını görüyorum. . . Bunu yıldızlarda okuyorum fakat. . . Yağmıyor. Neden yağmıyor?” diyor. “Sorun değil, baba. Sana yardım edeceğim. Onları istediğin yere koyacağım,” diyor Emmi. Dizlerinin üstüne çömelip, toprağı eşeleyerek çubukların hepsini topluyor. Kaygılı bir gülümsemeyle babama bakıyor. “Lugh öyle söylemek istemedi, baba. Öyle söylemek istemediğinin farkındayım.” diyor Emmi. Onların yanından geçip ilerliyorum. Lugh’un nereye gittiğini biliyorum.
Onu annemin kaya bahçesinde buluyorum. Lugh her biri farklı tonda ve büyüklükte, hepsi farklı taşlardan meydana gelmiş, girdapmışçasına döne döne şekillenmiş karelerden, dairelerden, küçük patikalardan müteşekkil desenlerin ortasında, yerde oturuyor. Minik çakıl 19
KAN KIRMIZI YOL
taşlarını dahi annem kendi elleriyle dizmişti. Hiç kimsenin ona yardım etmesine izin vermezdi. Son taşı dikkatle yerleştirdi. Topuklarının üstünde rahat bir oturma konumuna geçip koca hamile karnını ovarken bana gülümsedi. Örgülü, altın sarısı, uzun saçı bir omzunun üzerindeydi. “İşte! Görüyor musun, Saba? Güzellik herhangi bir yerde olabilir. Burada bile. Şayet yoksa da onu kendin oluşturabilirsin.” Ondan sonraki gün, Emmi’yi doğurdu. Bir ay erken. İki gün boyunca kanaması dinmeyen annem öldü. Cenazesini törenle yaktık ve ruhunu yıldızlara geri yolladık. Küllerini rüzgâra savurur savurmaz Em’le kalakaldık. Kalp atışı bir fısıltıyı andıran, çirkin, kırmızı bir ufaklıktı. İnsandan daha çok, yeni doğan bir fareyi andırıyordu. Aslında, bir ya da iki günden fazla dayanmaması gerekiyordu. Fakat hayata bir şekilde asıldı ve hâlâ burada, bizimle. Yaşına göre küçük ve sıska yine de. Uzun bir süredir, ona bakmaya dahi tahammül edemiyorum. Lugh ona karşı bu denli katı olmamam gerektiğini söylediğinde, Em olmasaydı annemin hâlâ hayatta olacağını söylüyorum. Buna verecek hiçbir cevabı olmuyor çünkü bunun doğru olduğunu o da biliyor, ama daima başını iki yana sallayıp, şöyle birtakım sözler sarf ediyor: “Bunu çözüme kavuşturmanın vaktidir, Saba ve bu tür bir şeyi.” Şu günlerde Emmi’ye katlanıyorum, fakat katlanabildiğim kadarıyla. Şimdi sırtım Lugh’unkine yaslanacak şekilde, sert mi sert toprağa oturuyorum. Böyle oturmamız hoşuma gidiyor. Lugh konuştuğunda, sesinin tınısını kendi bedenimde hissedebiliyorum. İkimiz beraber annemizin karnındayken buna benzer bir vaziyet almış olmalıydık. O zaman hiçbirimizin konuşamadığını kabul ediyorum elbette. 20
MOIRA YOUNG
Orada kısa bir süreliğine sessizce oturduktan sonra, “Burayı uzun zaman önce terk etmemiz lazımdı. Buradan daha iyi yerler vardır mutlaka. Babamın bizi götürmesi gerekirdi,” diyor Lugh. “Gerçekten gitmiyorsun,” diyorum. “Gitmiyor muyum? Kalmak için hiçbir sebep yok. Ölmeyi bekleyerek öylece oturamam.” “Nereye gideceksin ki?” “Önemi yok. Gümüşgöl gibi olmayan herhangi bir yere.” “Ama gidemezsin. Bu çok tehlikeli.” “Babama göre öyle. İkimiz de tüm yaşamımız boyunca bir günlük yürüyüş mesafesinden uzağa gitmedik, biliyorsun. Kendimizden başka hiç kimseyi görebilmiş değiliz.” “Bu doğru değil,” diyorum. “Peki ya geçen sene, devesinin üstündeki, o çıldırmış şifacı kadın? Ve. . . Kocagöbek Pete de var. Nerede bulunduğu veya kimi gördüğü hakkında bir-iki hikâyesi daima olur onun.” “Her birkaç ayda bir uğrayan o dalavereci seyyar satıcıdan bahsetmiyorum bile. Aklıma gelmişken, geçen sefer bana satmaya çalıştığı pantolon nedeniyle ona hâlâ kızgınım.” “Pantolon berbat kokuyordu hiç kuşkusuz. Sanki onu en son bir kokarca giymiş gibi. Hey dur, Procter’i unuttun.” Tek komşumuz buranın yirmi kilometre kuzeyindeydi. Procter John adındaki yalnız bir adam. Tam da Lugh ve ben doğduğumuz sıralarda oraya bir çiftlik kurmuş. Ayda bir kez filan uğrar. Atı Öcü’den inmez, fakat kulübenin yanına yaklaştıktan sonra hep aynı şeyi söyler. “İyi günler, Willem. Çocuklar nasıllar? İyiler mi?” “İyiler, Procter. Sen?” 21
KAN KIRMIZI YOL
“Biraz daha dayanacak kadar iyiyim.” Daha sonra şapkasını hafifçe eğip, gider ve biz onu bir ay daha görmeyiz. Babam ondan hoşlanmaz. Hoşlanmadığını asla söylemez, fakat siz söyleyebilirsiniz. Babamın bizden başka biriyle konuşmaktan hoşnut olacağını düşünebilirsiniz, ama hiçbir zaman Procter’ı biraz daha kalıp da bir yudum içsin diye katiyen içeri davet etmedi. Lugh bunun chaal yüzünden olduğunu söylüyor. Tek bildiğimiz böyle isimlendirildiği, çünkü babama Procter’ın sürekli çiğnediği şeyin ne olduğunu bir kere sormuştum. Babamın yüzü gerilmiş ve bize söylemek istemediğini belli etmişti. Fakat sonra babam o şeyin chaal diye adlandırıldığını, aklı ve ruhu zehirlediğini ve şayet bize herhangi bir kimse tarafından önerilirse onu reddetmemiz gerektiğini söyledi. Ne var ki hiç kimseyi görmediğimiz için o türde bir öneri pek muhtemel görünmüyor. Şimdi Lugh başını iki yana sallıyor. “Procter John’u sayamazsın. Nero’nun sohbeti bile onunkinden daha fazla. Yemin ederim, Saba. Eğer burada kalırsam ya delireceğim ya da baba katili olup çıkacağım. Gitmek zorundayım,” diyor. Arka tarafa emekleyip onun önünde dizüstü oturuyorum. “Seninle geliyorum,” diyorum. “Elbette. Emmi’yi de yanımızda götüreceğiz.” “Babamın bize izin vereceğini sanmam. Emmi de gitmek istemeyecektir zaten. Babamla kalmayı yeğleyecektir.” “Kalmasını senin yeğlemen anlamına geliyor bu. Onu yanımızda götürmeye mecburuz, Saba. Geride bırakamayız.” “Ya da… Belki babamla konuşsaydın, halden anlayabilirdi. O zaman yeni bir yere hepimiz birlikte gidebilirdik.” “Babam gitmeyecektir. Annemi terk edemez.” 22
MOIRA YOUNG
“Ne demek istiyorsun? Annem ölü.” “Demek istediğim. . . Babam ve annem bu evi beraber yaptılar, babamın zihninde, annem hâlâ burada. Annemin hatırasını terk edemez.” “Ama biz hâlâ hayattayız. Sen ve ben.” “Ve Emmi. Bunun farkındayım. Babamın nasıl olduğunu görüyorsun. Sanki bizler yokmuşuz gibi. Bizi umursamıyor.” Lugh bir an düşündükten sonra konuşuyor: “Sevgi seni zayıf kılar. Birine düşkün olmak, çoğunlukla, düzgün düşünemediğin anlamına gelir. Babama bak. Onun gibi olmayı kim ister? Hiç kimseyi katiyen sevmeyeceğim. Böylesi daha iyi.” Hiçbir şey söylemiyorum. Toprakta parmağımla daireler çiziyorum yalnızca. Bağırsağım burkuluyor. Haşin bir el tam içime girip onu zorla alıyor gibi. Sonra konuşuyorum: “Peki ya ben?” “Sen benim kız kardeşimsin. Aynı şey değil.” “Ama ya ölseydim? Beni özlerdin, değil mi?” “Hah. Ölüp beni huzur içerisine terk etmen düşük bir ihtimal. Beni her yerde daima takip ederek çıldırtıyorsun. Doğduğumuz günden beri.” “Civardaki en uzun boylu varlık olman benim hatam değil. Senden iyi gölgelik oluyor.” “Hey!” Beni itiyor, sırtüstü düşüyorum. Ben de onu ayağımla itiyorum. “Asıl sana hey!” Dirseklerimin üstünde doğruluyorum. “Peki, özler miydin?” “Ne?” “Beni özler miydin?” 23
KAN KIRMIZI YOL
“Aptallaşma.” Önünde dizüstü oturuyorum. Bana bakıyor. Lugh yazın gökyüzü nasıl berrak ve maviyse, işte öyle gözlere sahip. Annem Lugh’un gözlerinin denize açılıp uzaklaşmayı istetecek kadar mavi olduğunu söylerdi. “Ben seni özlerdim. Ölseydin, seni o kadar çok özlerdim ki canıma kıymak isterdim.” “Aptalca konuşma, Saba.” “Söz ver bana.” “Neye dair?” “Ölmeyeceğine.” “Herkes bir gün ölmek zorunda kalır.” Elimi uzatıp, onun doğumayı dövmesine dokunuyorum. Dövme tıpkı benimki gibi sağ elmacık kemiğinin üst kısmında, doğduğumuz gece ayın gökyüzünde nasıl göründüğünü resmetmekte. O kış ortasında bir dolunay vardı. Ender bir durumdu bu. Fakat yıl dönümündeki bir dolunay zamanı doğan ikizler daha da enderdi. Babam bizi özel olarak işaretlemek amacıyla dövmeleri bizzat kendisi yapmış. Son doğum günümüzde on sekiz yaşımızdaydık. Dört ay önce olmalıydı. Yeterince yakın bir tarih. “Öldüğümüzde yıldızları beraber boylayacağımızı düşünüyor musun?” diyorum. “Böyle düşünmeye son vermelisin. Sana anlattım, bu sadece babamın saçmalığı.” “Devam et öyleyse, eğer o kadar çok biliyorsan, öldüğümüzde ne olduğunu anlat bana.” “Anlatmam.” Gökyüzüne göz ucuyla bakarak iç çekiyor ve tekrar yere odaklanıyor. “Yalnızca… durursun. 24
MOIRA YOUNG
Kalbin atmaz artık, nefes alıp vermezsin ve o zaman yalnızca… ölürsün.” “O kadar mı?” diye soruyorum. “Evet.” “İşte bu aptalca. Yani, hayatlarımızı hep böyle yaparak… uyuyarak, yiyerek, çatıları tamir ederek harcadıktan sonra her şey yalnızca… bitiyor. Zahmete değermiş gibi görünmüyor.” “Ee, neyse o.” “Sen… hey Lugh, sen bensiz gitmezdin, değil mi?” “Elbette gitmezdim. Ama gitseydim bile, sen beni mutlaka takip ederdin.” “Seni takip edeceğim. . . gittiğin her yerde!” Bunu söylediğimde gözlerimi pörtletiyor ve çıldırmış bir yüz ifadesi takınıyorum çünkü böyle yapışım Lugh’u ürkütüyor. “Gölün dibinde... dünyanın uçlarında... ayda... yıldızlarda!” “Kapa çeneni!” Ayağa sıçrıyor Lugh. “Bahse girerim ki taş sektirmek için peşime takılmazsın,” diyor ve kaçıyor. “Hey! Beni bekle!”
Taş sektirmek için yeterince su bulmadan önce kuru göl yatağında hatırı sayılır bir mesafede koşuyoruz. Biz küçük çocuklarken babamın inşa etmede bana ve Lugh’a yardım ettiği tek kişilik ufak kayığı geçiyoruz. Bu kayık eskiden kıyı şeridindeydi. Şimdiyse yüksek ve kuru bir yerde duruyor. Kulübenin göründüğü alandan, babam ve Emmi’nin görüş alanından çıkıncaya dek ilerliyoruz. Kızgın öğle vakti güneşi üstümüze vuruyor ve ben sheemamı başıma 25
KAN KIRMIZI YOL
doluyorum ki çok fazla kızarmayayım. Keşke Lugh gibi anneme benzeseydim, fakat ben babama benziyorum. Epey ilginç olansa şu: Başımı kapatmazsak, siyah saçlı olmamıza rağmen, cildimiz yanıyor. Lugh asla bir sheema kullanmaz. Onların kendisini kapana kısılmış gibi hissettirdiğini ve güneşin onu her ne hikmetse hiç de rahatsız etmediğini söyler. Benim gibi değildir. Ona güneş çarpmasından düşüp ölmeyi hak ettiğini söylediğimde, “Öyle bir olay olursa ‘Sana söylemiştim’ diyebilirsin,” der. Söyleyeceğim de. Oldukça güzel bir taş buluyorum hemencecik. Parmaklarımı taşın pürüzsüz yüzeyine sürtüyor, ağırlığını hissediyorum. “Uğurlu olanını buldum,” diyorum. Lugh kendisine bir tane bulmak için bakınıyor. O ararken ben de ellerimin üstünde bir ileri bir geri yürüyorum. Bu onun yapamayıp, benim yapabildiğim tek şey neredeyse. Umursamıyormuş gibi davranıyor, fakat umursadığını biliyorum. “Baş aşağı komik görünüyorsun,” diyorum. Lugh’un altın sarısı saçı güneşte parıldıyor. Saçını neredeyse beline kadar erişen uzun bir saç örgüsü şeklinde arkadan bağlı tutar. Benimkinin de şekli aynı, ancak saçım Nero’nun tüyleri kadar siyah. Lugh’un kolyesi ışığı yakalar. Çöp sahasında parlak, yeşil camdan yapılma, küçük bir halka bulmuş ve onu bir deri parçasına geçirmiştim. Yaptığım kolyeyi on sekizinci doğum günümüzde hediye olarak Lugh’a vermiştim ve Lugh o zamandan beri onu boynundan hiç çıkarmadı. Lugh bana ne mi verdi? Hiçbir şey. Her zamanki gibi. “Tamam, güzel, bir tane buldum,” diye sesleniyor. 26
MOIRA YOUNG
Bakmak için oraya doğru koşarak gidiyorum. “Benimki kadar güzel değil,” diyorum. “Bugün sekiz kere sektireceğim. Bunu yürekten hissediyorum,” diyor. “Rüyanda görürsün. Ben yedi diyorum.” Kolumu geriye sallıyorum ve suyun üstünde kayarcasına giden taşı fırlatıyorum. Bir kez, iki kez, üç kez sekiyor. Dört, beş, altı. . . “Yedi!” diyorum. “Yedi! Bunu gördün mü?” Gözlerime inanamıyorum. Daha önce beşten fazla hiç yapmamışım. “Üzgünüm. Bakmıyordum. Sanırım, bunu tekrar yapmak zorunda kalacaksın.” “Ne? Şimdiye kadarki en iyi atışım ve sen görmedin ha. . . seni sıçan! Gördün! Kıskançlıktan kuduruyorsun sadece.” Kollarımı göğsümde çaprazlama kavuşturuyorum. “Haydi. Senin sekiz yaptığını görelim. Bahse girerim ki yapamazsın.” Yedi yapıyor. Sonra ben olağan beşimi yapıyorum. Lugh diğer bir deneme için tam kolunu geriye çekiyorken, birdenbire, Nero gaklayarak üstümüze çullanıveriyor. “Lanet kuş, taşımı düşürttü,” diyor Lugh. Taşı aramak için dizlerinin üstüne çöküyor. “Defol!” diyorum, ellerimi Nero’ya doğru çırparak. “Kış kış, seni kötü çocuk! Gidip başka birini bul!” diye bağırıyorum ona. Bir toz bulutu ufukta beliriyor. Dalga dalga kabaran turuncu bir toz bulutu bu. O denli yüksek ki sanki güneşe kadar ulaşıyor. Üstelik çok hızlı hareket ediyor. Derken dosdoğru bize yöneliyor. 27
KAN KIRMIZI YOL
“Ah... Lugh,” diyorum. Sesimde bir şey olsa gerek. Lugh aniden yukarıya bakıyor. Elindeki taşı düşürüyor. Yavaşça ayağa kalkıyor. “Vay canına,” diyor. Orada öylece dikiliyoruz. Dikilip, bakakalıyoruz. Buradaki her tür hava durumunu biliriz. Sıcak rüzgârlar, ateş fırtınaları, kasırgalar ve hatta yazın ortasında bir-iki kez tanık olduğumuz kar… Yani bol bol toz fırtınası görmüştüm. Ama bunun gibisini ilk kez görüyorum. “Alışılmışın dışında bir bulut bu,” diyorum. “Buradan uzaklaşsak iyi olur,” diyor Lugh. Hâlâ sabit gözlerle bakarak, yavaşça, geri geri uzaklaşmaya başlıyoruz. Sonra, “Koş, Saba!” diye bağırıyor Lugh. Ayaklarım hareket edene kadar elimi sıkıca tutuyor ve sonra koşmaya başlıyoruz. Ava çıkmış kurt köpekleri misali süratle koşuyoruz. Omzumun üzerinden bakıyor ve bir şok yaşıyorum. Toz bulutu gölü yarılıyor. Bu kadar hızlı bir şey hiç görmemiştim. Üstümüze çökmeden önce bir, en fazla iki dakikamız var. “Daha hızlı koşamayız! Çok hızlı geliyor!” diye haykırıyorum Lugh’a. Kulübe görünüyor ve biz bağırıp kollarımızı sallamaya başlıyoruz. Emmi hâlâ iki tekerleklisinin üstünde. “Baba! Baba! Emmi! Toz fırtınası!” diye çığlık atıyoruz. Babam kapı aralığında beliriyor. Elini gözlerine siper ettikten sonra Emmi’ye doğru atılıyor; onu kapıp, yeraltı fırtına sığınağı yönünde tam sürat koşuyor. 28
MOIRA YOUNG
Sığınak, kulübeden taş çatlasa elli adım uzaklıkta. Babam yere yapılmış ahşap kapıyı çekerek açıyor ve Emmi’yi içeriye bırakıyor. Kollarını bize çılgınca bize sallıyor. Arkaya bakıyor, nefesimi tutuyorum. O azametli, turuncu toz dağı, bir kükreme eşliğinde, bize doğru hızla yaklaşıyor. Yaklaşırken, açgözlü bir canavar gibi toprağı yalayıp yutuyor. “Daha çabuk, Saba!” diye haykırıyor Lugh. Gömleğini çekip yırtıyor ve yüzüne sarmaya başlıyor. “Nero!” diyorum. Durup çevreme bakınıyorum. “Nerede Nero?” “Zaman yok!” Lugh bileğimden yakalayıp beni çekiyor. Babam işitemediğim şeyler söylüyor. Fırtına sığınağına inip, kapıyı aşağıdan çekerek kapatıyor. “Onu burada, dışarıda bırakamam!” Lugh’tan kurtuluyorum. “Nero!” diye sesleniyorum. “Nero!” “Çok geç! Kendisini kurtaracaktır! Haydi!” diyor Lugh. Tüm haşmetiyle yere bir yıldırım düşüyor. İç karartıcı bir gürültü duyuluyor. “Çok az kaldı!” diyor Lugh. Her şey kararıyor. Bulutlar üstümüzde. Hiçbir şey göremiyorum. “Lugh!” diye çığlık atıyorum. “Sıkı tut! Bırakma!” diye bağırıyor. Sonra vücudum karıncalanıyor. Nefesimi tutuyorum. Lugh da bunu hissetmiş olmalı çünkü elimi bir anda bırakıyor. “Yıldırım düşüyor! Çök!” diye haykırıyor. Aramızdaki mesafeyi biraz ayırarak yere çömeliyoruz. Elimizden geldiğince yere yakınız. Yüreğim ağzıma geliyor. 29
KAN KIRMIZI YOL
“Bir kere daha, Saba. Şayet yıldırım seni açık alanda yakalarsa, n’aparsın?” “Çömelirim, başım aşağıda, ayaklarım bitişik, ellerim dizlerimde. Ellerimi veya dizlerimi yere değdirmem. Bu doğru, değil mi, baba?” “Ve katiyen yatma. Bunu unutma, Saba, katiyen yatma.” Babamın sesini kafamda gayet net duyuyorum. Babamı çocukken yıldırım çarpmış. Doğru olanı yapmayı bilmediğinden az kalsın ölüyormuş. Karanlık parlak, ani bir ışıkla ve büyük bir gürültüyle bariz biçimde yarılıyor. Resmen uçuyor, başımı sertçe yere çarpıyorum. Kalkmayı deniyor, ama tekrar düşüyorum. Sersemlemiş bir vaziyetteyim. Başım fırıl fırıl dönüyor. İnlemeye başlıyorum. “Saba! İyi misin?” diye sesleniyor Lugh. Karanlığı başka bir ani ışık ve gümbürtü yarıyor. Kafam çok karışık. Kulaklarım çınlıyor. “Saba! Neredesin?” diye haykırıyor Lugh. “Burada!” Alabildiğine ince ve titrek bir şekilde sesleniyorum: “Buradayım!” Ve Lugh’u görüyorum. “Yaralandın mı? İyi misin?” diyor. Kolunu bana dolayarak, ayakta durmama yardım ediyor. Bacaklarımın titrediğini duyumsuyorum. “Sana çarptı mı?” “Ben… ah… o… ayaklarımı yerden kesti, hepsi bu,” diyorum. Sonra, biz orada dikilirken, karanlık uzaklaşıyor. Ve dünya kırmızılaşıyor. Ateşin kalbi gibi parlak kırmızı. Her şey... Yer, gök, kulübe, ben, Lugh – kıpkırmızı. Güzel kırmızı toz, havayı 30
MOIRA YOUNG
dolduruyor; her şeye dokunuyor. Kırmızı kırmızı bir dünya. Bunu daha önce hiç görmedim. Ben ve Lugh birbirimize bakıyoruz. “Dünyanın sonu gibi görünüyor,” diyorum. Sesim boğuk çıkıyor. Ve sonra, o kırmızı pustan, atlı adamlar sökün ediyor.
Beş kişiler. Gürbüz, çok tüylü yabani atlara binmişler. Normal zamanlarda bile Gümüşgöl’ün kıyısından geçen insanlara rastlamayız, bu nedenle yılların en kötü toz fırtınasının ardından ansızın çıkagelen yabancıları görmek âdeta bir şok etkisi yaratıyor. Atlı adamlar kulübenin yanında duruyorlar. Ama atlarından inmiyorlar. “Konuşmayı yapmama izin ver,” diyor Lugh. Atlılardan dördü uzun siyah cüppeler giymişler. Üstleri kayışla bağlı, kalın deri yelekleri ve başlarına sarılı sheemaları var. Baştan ayağa kırmızı toprakla kaplanmışlar. Biz yaklaştıkça, beşinci adamın komşumuz Procter John olduğunu görebiliyorum. Atı Öcü’yü sürüyor. Yanlarına doğru yaklaşırken Lugh onlara sesleniyor: “Ata binmek için ilginç bir gün, değil mi, Procter John?” Hiç kimse konuşmuyor. Sheemaları atlıların yüzlerini örttüğünden, yüz ifadelerini göremiyoruz. Şimdi onların tam yanındayız. Lugh başıyla selamlıyor. “Procter, arkadaşların kimler?” Procter hâlâ hiçbir şey söylemiyor, dizginleri tutan ellerine sabit gözlerle bakıyor sadece. 31
KAN KIRMIZI YOL
Ben “Bak,” diye fısıldıyorum Lugh’a. Procter John’un şapkasının altından damlayan kan, yüzünden aşağıya kıvrıla kıvrıla akıyor. “Burada neler oluyor? Procter?” diyor Lugh. Ses tonundan, doğru gitmeyen şeyler olduğuna kanaat getirdiğini söyleyebilirim. “Bu o mu? Altın Çocuk burada mı? Kış ortasında doğan?” diyor adamlardan biri, Procter John’a. Procter John başını kaldırmadan kafasıyla onaylıyor. “Ta kendisi,” diyor alçak bir sesle. “Kaç yaşındasın, çocuk?” diyor o adam, Lugh’a. “On sekiz. Sana ne ki zaten?” diyor Lugh. “Ve kesinlikle kış ortasında mı doğmuşsun?” “Evet. Bak, bütün bunlar neyle alakalı?” “Sana onun doğru kişi olduğunu söyledim. Bilmem gayet normal. Bana söylediğiniz gibi bunca zamandır bir gözüm onun üzerindeydi. Gidebilir miyim artık?” diyor Procter John. Adam baş onay veriyor. Procter John yine bize bakmayarak “Üzgünüm, Lugh. Bana hiçbir seçenek sunmadılar,” diyor. Öcü’yü dürtüyor ve gitmeye koyuluyor. Atlı adamlardan biri cübbesinden kısa bir ok atıcısı çıkarıyor. Hızlı hareket ediyor olması gerektiğini biliyorum, fakat her şey çok yavaş gidiyormuş gibi gözüküyor. Adam tetiği çekip, Procter’ı vuruyor. Öcü korkuyla şahlanıyor. Procter attan aşağıya kayıyor ve yere düşüyor. Kımıldamıyor. Tüm vücudumdan soğuk bir sarsıntı geçiyor. Başımız dertte. Lugh’un kolunu tutuyorum. Dört adam bize yöneliyorlar. 32
MOIRA YOUNG
“Gidip babamı getir. Çabuk. Onları evden uzağa çekeceğim,” diyor Lugh. “Hayır. Bu çok tehlikeli.” “Kımılda, kahrolasıca!” Lugh dönüyor, yine göle doğru koşmaya başlıyor. Adamlar atlarıyla Lugh’un peşine takılıyor. Ben fırtına sığınağı yönünde son sürat koşuyorum. “Baba! Baba! Gel çabuk!” diye haykırıyorum. Omzumun üzerinden bakıyorum. Lugh göle doğru yolu yarılamış. Dört atlı onun çevresinde büyük bir çember oluşturmak maksadıyla yayılıyorlar. Lugh koşmayı sürdürüyor, ama ortada sıkıştırılıyor. Adamlar etrafını sarıp çemberi daraltmaya koyuluyorlar. Onu tuzağa düşürüyorlar. Birisi eyerinden bir ip çıkarıyor. Fırtına sığınağının kapısına ayağımla vuruyorum. “Baba! Baba! Aç!” diye çığlık atıyorum. Kapı gıcırdayarak açılıyor. Babamın başı beliriyor. “Buradalar mı? Geldiler mi?” diyor. Bu gelişi görmüşsün. Yıldızlarda okumuşsun. “Dört adam! Çabuk! Onları durdurmak zorundayız!” diyorum. “Emmi, burada kal!” Babam sığınaktan güçlükle çıkıyor. “Onlar durdurulamazlar, Saba. Başladı.” Gözleri boş bakıyor. Alabildiğine donuk… “Hayır, öyle söyleme,” diyorum. Lugh kendisini çembere alan atlılarla cebelleşiyor. Bir boşlukta ok gibi fırlıyor ama onu engelliyorlar. Lugh tökezleyip, yere düşüyor, sonra yeniden kalkıyor. Tozlu kırmızı pusta yaşananlar hiç de gerçek görünmüyor. 33
KAN KIRMIZI YOL
“Burada dikilip durma! Bana yardım et!” diye bağırıyorum babama. Kulübeye dalıyorum. Yaylı tüfeğimi kapıp, sırtıma ok kılıfımı asıyorum. Babamın kısa ok atıcısını uzanıyorum ama boş. Onu okkalı bir küfür eşliğinde yere atıyorum. Onun yerine babamın yaylı tüfeğini ve ok kılıfını kapıyor, koşarak dışarı çıkıyorum. “Baba! Lugh’u ele geçirdiler!” diye haykırıyorum. Kolunu tutup, babamı sertçe sarsıyorum. “Bu gerçek! Savaşmak zorundasın!” O esnada babam hayata dönmüş gibi. Kendisini yukarıya çekiyor, gözleri kıvılcım saçıyor. Benim hatırladığım babam geri dönüyor. Beni kendisine çekip öyle sıkı tutuyor ki neredeyse nefes alamıyorum. “Vaktim dolmak üzere,” diyor çabucak. “Hayır, baba!” “Dinle. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum. Ben sadece anlık belirtileri görebiliyorum. Fakat onlar sana ihtiyaç duyacaklar, Saba. Lugh ve Emmi. Ve başkaları da olacak. Çok sayıda üstelik. Korkuya teslim olma. Her zamanki gibi güçlü ol. Ve asla vazgeçme. Anlıyor musun? Asla. Ne olursa olsun.” Ona gözlerimi dikip bakıyorum. “Vazgeçmeyeceğim. Sözünden dönen biri değilim, baba.” “İşte bu benim kızım.” Yaylı tüfeğini alıyor. Ok kılıfını sırtına asıyor. “Hazır mısın?” diyor. “Hazırım,” diyorum. Lugh’a ve atlarının sırtlarındaki adamlara doğru koşmaya başlıyoruz. 34