Kızıl Kraliçe Ön Okuma

Page 1



facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.net



BİR

İlk Cuma’dan nefret ediyordum. Bu günlerde kasaba daha kalabalık oluyordu ki yaz sıcağının ortasında bunu hiç kimse istemiyordu. Gölgede olduğumdan benim durumum o kadar da kötü değildi ama sabah işleriyle terlemiş vücutların kokusu sütü kesmeye yeterdi. Hava, sıcak ve nemle titreşiyordu hatta dünkü fırtınadan kalan su birikintileri bile ısınmıştı, üstündeki yağ tabakası, gökkuşağı gibi yanardöner renklerde parlıyordu. Herkes tezgâhlarını kaparken pazar da bugünlük boşalıyordu. Tüccarların dikkati dağılmıştı ve mallarının arasından canımın istediğini almam kolaylaşmıştı. İşimi bitirdiğimde ceplerim ıvır zıvırla doluydu ve yol için de bir elmam vardı. Birkaç dakikalık çaba için hiç de fena sayılmazdı. İnsanlar sürü halinde hareket ederken, ben de kendimi akıntıya bıraktım. Ellerim, kısacık dokunuşlarla ceplerine girip çıkıyordu. Bir adamın cebinden bazı faturalar, bir kadının bileğinden de çok büyük olmayan bir bilezik aldım. Kasabalılar, içlerinde bir yankesici olduğunu fark etmeyecek kadar oradan oraya koşturmakla meşguldüler.


8

KIZIL KRALİÇE Çamurlu zeminden sütunlarla üç metre kadar yükseltilmiş olan

yapılar, etrafımızı sarıyordu. Kasaba, ismini bu sütunlu yüksek yapılardan almıştı. (Sütunkent… ne kadar da özgün). İlkbaharda sahilin alçak kısımları su altında kalırdı ama şu anda, ağustos ayında susuzluk ve güneş çarpması yüzünden kasabada hastalık kol geziyordu. Neredeyse herkes iş ve okulun erken bittiği İlk Cuma’yı hevesle bekliyordu. Ben hariç. Hayır, ben çocuklarla dolu bir sınıfta oturup hiçbir şey öğrenmemeyi tercih ederdim. Uzun bir süre daha okulda kalacağımdan değildi. On sekizinci doğum günüm yaklaşıyordu, bununla birlikte mecburi hizmet de. Çıraklık yapmamıştım, bir işim de yoktu yani diğer avareler gibi savaşa gönderilecektim. Her erkek, kadın ve çocuk ordudan uzak durmaya çalışırken boşta hiçbir iş kalmamasına şaşırmamak gerekiyordu. Ağabeylerim on sekiz yaşına bastıklarında savaşa gitmişlerdi; üçü de Gölbölgelilerle çarpışmaya gönderilmişti. İçlerinde sadece Shade biraz yazabiliyordu ve yapabildiği zamanlarda bana mektup yollamıştı. Diğer ağabeylerim Bree ve Tramy’den bir yıldan uzun süredir haber alamamıştım. Ama haber alamamak iyiydi. Aileler yıllar boyunca çocuklarından hiçbir haber alamadıktan sonra bir gün onları geçici ev iznine çıkmış ya da en güzeli, terhis olmuş halde kapılarının önünde bulabiliyorlardı. Ancak çoğunlukla üstünde kraliyet damgası olan ve çocuğunuzun bütün hayatı için kısaca teşekkür eden kalın bir zarf alırdınız. Şanslıysanız içinde çocuğunuzun yırtılmış, solgun üniformasından birkaç düğme bile olabiliyordu. Bree ayrıldığında ben on üç yaşındaydım. Beni yanağımdan öpmüş ve kız kardeşim Gisa’yla paylaşmam için bir çift küpe vermişti. Günbatımının puslu pembe renginde cam boncuklardan, sallantılı küpelerdi. O gece kendi kendimize kulaklarımızı delmiştik. Tramy ve Shade de gittikleri zaman bu geleneği sürdürmüşlerdi. Artık Gisa’yla tek kulağımızda, ağabeylerimizin bir yerlerde savaştığını hatırlatan üçer minik taşımız vardı. Parlak zırhı içindeki paralı askerler kapımıza gelip her birini tek tek götürene kadar gerçekten de gideceklerine inanmamıştım. Ve bu


VICTORIA AVEYARD

9

sonbaharda benim için geleceklerdi. Daha şimdiden, giderken Gisa’ya küpe verebilmek için para biriktirmeye ve çalmaya başlamıştım. Bunu düşünme. Annem, ordu ve ağabeylerim hatta genel olarak her şey hakkında daima bunu söylerdi. Harika tavsiye, anne. Yolun aşağısında Değirmen ve Marş yollarının kesiştiği yerde kalabalık yoğunlaştı ve daha çok kasabalı, yürüyenlerin arasına katıldı. Bir çocuk çetesi; eğitimdeki küçük hırsızlar, yapış yapış ve araştıran parmaklarıyla bu kargaşanın içinde telaşla dolaşıyorlardı. Bu işte iyi olmak için daha çok küçüklerdi ve Güvenlik görevlileri müdahale etmekte çok hızlıydı. Çocuklar genellikle teşhir boyunduruklarına ya da karakoldaki hapishaneye gönderilirdi ama bugün görevliler de İlk Cuma’yı izlemek istiyordu. Çocukların elebaşına sertçe birkaç yumruk attıktan sonra gitmelerine izin verdiler. Ufak merhametler. Belimdeki minicik baskıyı hissedince hızla arkamı döndüm. Beni soymaya kalkacak kadar aptal olan küçük eli yakaladım ve minik şeytan kaçamasın diye sımsıkı tuttum. Ama kendimi cılız bir çocuk yerine, sırıtan bir yüze bakarken buldum. Kilorn Warren. Balıkçının çırağı, bir savaş yetimi ve benim belki de tek gerçek arkadaşımdı. Küçükken birbirimizle dövüşürdük ama artık büyüdüğümüz için ve benden otuz santim daha uzun olduğu için onunla boğuşmaktan kaçınıyordum. Onun da kullanışlı olduğu yerler vardı, sanırım. Örneğin yüksek raflara ulaşmak gibi. “Gittikçe hızlanıyorsun,” dedi gülerek tutuşumdan kurtulurken. “Ya da sen yavaşlıyorsun.” Gözlerini devirdi ve elimdeki elmayı kaptı. Meyveden bir ısırık alıp, “Gisa’yı bekleyecek miyiz?” diye sordu. “Bugünlük izinli. Çalışıyor.” “O zaman haydi gidelim. Gösteriyi kaçırmak istemiyorum.” “Ne de büyük trajedi olurdu.” Bir parmağını bana doğru sallayarak, “Cık, cık, cık, Mare,” diye dalga geçti. “Bunun amacı eğlence değil mi?” “Bunun amacı uyarmak, seni geri zekâlı aptal.”


10

KIZIL KRALİÇE Ama çoktan uzun adımlarıyla yürümeye başlamıştı ve ona yeti-

şebilmek için neredeyse koşmam gerekiyordu. Dengesiz ve sallanarak yürüyordu. Denizci bacakları, diyordu buna; denize hiç açılmamış olsa da. Ancak ustasının balıkçı teknesinde, nehirde bile olsa uzun saatler geçirmenin böyle bir etkisi olabileceğini tahmin ediyordum. Benim babam gibi Kilorn’un babası da savaşa gitmişti ama benimkisi bir bacağı ve bir akciğeri eksik halde dönerken, Bay Warren bir ayakkabı kutusunun içinde gönderilmişti. Bunun üzerine annesi evden kaçmış ve küçük oğlunu kendi başına bırakmıştı. Kilorn açlıktan neredeyse ölecekti ama nedense benimle kavga etmeye de devam etmişti. Bir torba kemiği dövüp durmamak için onu beslemiştim ve işte şimdi, on sene sonra buradaydık. En azından o çıraklık yapıyordu ve savaşla yüzleşmeyecekti. Kalabalığın daha yoğun olduğu, her yönden itiş kakış yaşanan tepenin yamacına gittik. Kız kardeşim gibi “önemli işçi” değilseniz İlk Cuma’ya katılmak zorunluydu. Sanki ipek süslemek önemliymiş gibi… Ama Gümüşler, ipeklerini çok severdi. Güvenlik görevlileri bile, en azından birkaçı, kız kardeşimin diktiği ipekleri rüşvet olarak kabul ediyordu. Elbette benim bu konuyla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Taş merdivenlerden tepeye çıktığımız sırada etrafımızdaki gölgeler de arttı. Kilorn basamakları ikişer ikişer çıkıp beni arkada bırakıyor, sonra da durup bekliyordu. Yukarıdan bana bakarak sırıttı ve yeşil gözlerine düşen soluk kahverengi saçlarını geriye itti. “Bazen bir çocuğun bacaklarına sahip olduğunu unutuyorum.” “Çocuk beynine sahip olmaktan iyidir,” diye tersledim, yanından geçtiğim sırada yanağına hafif bir şaplak atarken. Kahkahası merdivenlerde beni takip etti. “Her zamankinden daha huysuzsun.” “Sadece bu olaydan nefret ediyorum.” “Biliyorum,” diye mırıldandı ilk defa ciddileşerek. Güneş tepemizde bizi yakarken arenaya vardık. On sene önce yapılan arena, Sütunkent’teki en büyük yapıydı. Şehirlerdeki devasa binalarla


VICTORIA AVEYARD

11

karşılaştırılamazdı ama yine de tepede yay çizen çelikler ve tonlarca yükseklikte betonlar bir kasaba kızının nefesini kesmeye yeterdi. Güvenlik görevlileri her yerdeydi. Siyah ve gümüş renkli üniformaları kalabalığın içinde göze çarpıyordu. Bu İlk Cuma’ydı ve karşılaşmaları izlemek için sabırsızlanıyorlardı. Aslında ihtiyaçları olmadığı halde uzun tüfekler ve silahlar taşıyorlardı. Âdet olduğu üzere Güvenlik görevlileri Gümüşlerdendi ve Gümüşlerin biz Kızıllardan korkmak için hiçbir nedenleri yoktu. Bunu herkes bilirdi. Bize baktığınızda anlayamasanız da onların dengi değildik. Bizi birbirimizden en azından dış görünüş olarak farklı kılan Gümüşlerin dik duruşlarıydı. Bizim sırtlarımızsa çalışma, karşılıksız kalmış umutlar ve kaçınılmaz hayal kırıklıklarıyla dolu hayatımız yüzünden bükülmüştü. Üstü açık arenanın içi de dışarısı kadar sıcaktı ve Kilorn huzursuzca beni gölgeye doğru yönlendirdi. Burada betondan uzun sıralar dışında oturabileceğimiz bir yer yoktu ama yukarıdaki birkaç soylu Gümüş, rahat ve serin localarının keyfini çıkarıyordu. Orada yiyecek, içecek, bu sıcakta bile buz, yastıklı koltuklar, elektrikli ışıklar ve benim hayatımda yaşamadığım diğer lüksler vardı. Gümüşler bunların hiçbirine bakmadıkları gibi, sürekli “berbat şartlardan” şikâyet ediyorlardı. Şansım olsa onlara berbat şart neymiş, gösterirdim. Bizim burada sadece sert sıralar ile her zaman çok parlak ve katlanılmayacak derecede yüksek sesli, çizik içinde ekranlarımız vardı. “Bugün bir güçlükol olacağına dair, seninle bir günlük ücretine bahse girerim,” dedi Kilorn elindeki elma koçanını arenaya fırlatırken. “Bahis yok,” diye karşılık verdim. Çoğu Kızıl, haftanın sonuna kadar geçimini sağlamak için ufacık da olsa bir şeyler elde edebilme umuduyla kazançlarını dövüşe yatırırdı. Ama ben yapmazdım, Kilorn’la birlikteyken bile. Bu şekilde para kazanmaktansa bahisçinin çantasını çalmak çok daha kolaydı. “Paranı bu şekilde çarçur etmemelisin.” “Haklıysam, çarçur etmek sayılmaz. Her zaman birini döven bir güçlükol olur.”


12

KIZIL KRALİÇE Güçlükollar çoğunlukla dövüşlerin en az yarısına katılırdı çünkü

onların özellikleri ve yetenekleri arenaya çoğu Gümüş’ünkinden daha iyi uyuyordu. İnsanüstü güçlerini kullanarak diğer şampiyonları bez bebek gibi savurmaktan zevk alıyor gibi görünürlerdi. “Peki ya diğeri?” diye sordum sahaya çıkabilecek diğer Gümüşleri düşünerek. Telkiler, çevikler, nymphalar, yeşerticiler, taşderiler... Hepsini de izlemek berbattı. “Emin değilim. Umarım sıkı bir tane çıkar. Biraz eğlenceye hayır demem.” İlk Cuma Oyunları hakkında Kilorn’la gerçekten farklı görüşlerdeydik. Bana göre iki şampiyonun birbirinin canına okuması eğlenceli değildi ama Kilorn buna bayılıyordu. Bırak da birbirlerini mahvetsinler, diyordu. Onlar bizim insanlarımız değil. Oyunlar’ın neyle ilgili olduğunu anlamıyordu. Bunlar, Kızıllar zorlu işlerinde biraz mola versinler diye yapılan anlamsız eğlenceler değildi. Bu hesaplı, soğuk bir mesajdı. Arenada sadece Gümüşler dövüşebilirdi çünkü sadece Gümüşler arenadan sağ çıkabilirdi. Bize güçlerini ve yeteneklerini göstermek için savaşıyorlardı. Siz bizim dengimiz değilsiniz. Biz sizden daha iyiyiz. Biz Tanrı’yız. Şampiyonların vurduğu her insanüstü darbeden bu anlaşılıyordu. Ve kesinlikle haklılardı. Geçen ay bir çeviğin bir telkiyle dövüşünü izlemiştim. Çevik, gözle görülmeyecek kadar hızlı hareket etse de telki onu soğukkanlılıkla durdurmuştu. Sadece zihin gücüyle, diğer dövüşçüyü yerden yükseltmişti. Çevik boğulmaya başladığında, telkinin görünmez bir elle boğazını sıktığını düşünmüştüm. Çeviğin yüzü morarmaya başlayınca karşılaşmayı bitirmişlerdi. Telkiye para yatırdığı için Kilorn sevinçle tezahürat etmişti. “Bayanlar ve baylar, Gümüşler ve Kızıllar. İlk Cuma’ya, Ağustos Oyunu’na hoş geldiniz.” Anons yapanın sesi duvarlara çarpıp arenada yankılandı. Her zaman olduğu gibi sesi sıkkın geliyordu ama onu suçlayamazdım.


VICTORIA AVEYARD

13

Bir zamanlar Oyunlar yarışma değil, infazdı. Mahkûmlar ve devlet düşmanları başkent Arkeon’a nakledilir ve geniş bir Gümüş kalabalığının önünde öldürülürdü. Sanırım Gümüşler bundan hoşlanıyordu ki daha sonraları öldürmek değil ama eğlendirmek amacıyla Oyunlar başladı ve diğer şehirlere, farklı arenalar ile farklı seyirci kitlelerine yayıldı. En sonunda Kızıllara giriş izni ve ucuz yerler verildi. Gümüşler kısa sürede her yere hatta Sütunkent gibi kasabalara bile arenalar yaptılar ve bir zamanlar ödül olan katılım, lanet bir zorunluluğa dönüştü. Ağabeyim Shade, bunun arenası olan şehirlerde Kızıl suçlarında, muhalefetinde, hatta birkaç isyan hareketinde bile ciddi oranda azalma görüldüğü için yapıldığını söylemişti. Şimdilerde Gümüşlerin huzuru sağlamak için infazlara, paralı askerlere hatta Güvenlik’e bile ihtiyacı yoktu. Sadece iki şampiyon, bizi kolayca korkutabiliyordu. Bugün bahsi geçen ikili, önlerindeki zorlu göreve saygıyla bakıyordu. Beyaz kumların üstüne ilk çağırılan Gümüş, doğudaki Liman Körfezi’nden gelen Cantos Carros’tu. Savaşçının net bir görüntüsü ekranda belirdiğinde, kimsenin bana bunun bir güçlükol olduğunu söylemesine gerek yoktu. Ağaç gövdeleri gibi kollarındaki kasları ve damarları, derisinden fırlayacakmış gibi gerilmişti. Gülümsediğinde dişlerinin çoğunun kırılmış ya da eksilmiş olduğunu gördüm. Belki de küçük bir oğlanken kendi diş fırçasıyla bir anlaşmazlık yaşamıştı. Yanımda oturan Kilorn tezahürata başladığında, diğer kasabalılar da ona katıldı. Bir Güvenlik görevlisi, en çok bağıranlara zahmetleri karşılığında bir somun ekmek fırlattı. Solumdaki bir başkası, bağıran bir çocuğa parlak sarı bir kâğıt parçası verdi: Lek kâğıtları; fazladan elektrik hakkı. Tüm bunlar tezahürat etmemiz, çığlık atmamız ve istemesek bile bizi izlemeye zorlamak içindi. “Evet, işte böyle, bağırın ki sizi duysun!” Sunucu sesine elinden geldiğince coşku katmaya çalışarak, kelimeleri uzata uzata konuştu. “Ve rakibi, başkentten Samson Merandus.” Diğer savaşçı, insan kılığındaki kas yığınının yanında solgun ve cılız görünüyordu ama mavi çelikten zırhı sağlamdı ve iyice parlatılmıştı.


14

KIZIL KRALİÇE

Büyük olasılıkla birinin ikinci oğlunun ikinci oğlu falandı ve arenada kazanıp ismini duyurmaya çalışıyordu. Korkmuş olmalıydı ama garip bir şekilde sakin görünüyordu. Soyadı çok tanıdık geliyordu ama bu alışıldık bir durumdu. Çoğu Gümüş, düzinelerce üyesi olan ünlü ailelere ve Hanelere bağlıydı. Bizim bölgemiz olan Başkent Vadisi, Vali Welle’yi hayatımda hiç görmemiş olsam da Welle Hanesi’ne bağlıydı. Vali, yılda bir ya da iki kere Hanesini ziyarete gelse de Kızılların yaşadığı benimki gibi kasabalara girmeye asla tenezzül etmezdi. Bir keresinde, yeşil ve altın rengi bayraklı, gösterişli nehir teknesini görmüştüm. Vali bir yeşerticiydi ve geçtiği sırada ağaçlar çiçek açmış, topraktan çiçekler fırlamıştı. Bir oğlan, teknesine taş atana kadar bunun çok güzel olduğunu düşünmüştüm. Taşlar, tekneye zarar vermeden nehre düşmüştü ama yine de oğlanı teşhir boyunduruğuna vurmuşlardı. “Kesinlikle güçlükol kazanacak.” Kilorn küçük şampiyona kaşlarını çatarak baktı. “Nereden biliyorsun? Samson’ın gücü ne acaba?” “Kimin umurunda? Yine de kaybedecek,” diye dalga geçtim izlemek için yerleşirken. Arenada her zamanki çağrı zili çaldı. Hemen herkes izleyebilmek için hevesle ayağa kalktı ama ben sessiz bir protestoyla oturmayı sürdürdüm. Ne kadar sakin gibi görünsem de içimde öfke kaynıyordu. Öfke ve kıskançlık. “Biz Tanrı’yız” sözleri beynimde yankılanıyordu. “Şampiyonlar, hazır olun!”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.