facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.net
Kan ve Tuz Özgün Adı | Blood and Salt Kim Liggett Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Redaksiyon | Arzu Altınanıt Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görseli | Getty 1. Baskı, Mayıs 2016, İstanbul ISBN: 978-605-5016-85-2 Türkçe Çeviri © Aslı Dağlı, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Kim Liggett, 2015 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Aslı Dağlı
.
ÖLÜ KIZ MUTFAK MASAMIZIN
üstünde tepetaklak asılı
duruyordu. Halatlar, avizeden sallanan cesedin ayak bileklerine gömülmüştü. Göğsünden süzülen kan, kolu boyunca uzanan ince bir çizgiyi takip ederek avuç içindeki o tanıdık, buruşuk yara izini aştıktan sonra narin parmak ucunda toplanıyordu. Bir an için orada titreşiyor, monoton ve cansız tıkırtılarla masaya damlıyordu. Kan birikintisi neredeyse erkek kardeşimin kâsesine ulaşacaktı. Kâseyi oradan çektim; pirinç sütü ve tahıl gevreği masaya saçıldı. “Ash,” diye bağırdı tıka basa doldurduğu ağzıyla. Kaşığı havada kalmıştı. “Daha onunla işim bitmemişti.” Ona aldırış etmeden çamura benzeyen, dişsiz ihtiyarların ağzına layık tahıl gevreğini lavaboya döktüm. Onu göremeyeceğini bilsem de ölümün kardeşime dokunmasına asla seyirci kalamazdım. Ölü kızlar sadece bana aitti. 7
Soğuk granit tezgâha yaslanarak daha önce görmediğim bir şeyleri fark etme umuduyla cesede baktım. Bir yanıt arıyordum. Kendimi bildim bileli benimle birlikteydiler –asılmış kızlar. Hepsi gençti. Hepsi aynı mide bulandırıcı yöntemle katledilmişti. Hepsi sanki sergilenmek istercesine ayak bileklerinden asılmıştı. Ve hepsi bana benziyordu. Günlüğünü masadan alan anneme baktım. Tıpkı asılmış kızlarınki gibi onun da avucunun içinde uzun, öfkeli bir yara izi vardı. Bunların bağlantılı olması gerektiğini biliyordum ama annemden bilgi almak masumiyet balosunda* bir bakire bulmak kadar zordu. “Huysuzluğu defetmek için,” diyerek bizimle dalga geçip küçük bir tutam adaçayını yaktı. Annem her bahar biraz tuhaflaşırdı. Sanırım bu, Kızılderili köklerinden kaynaklanıyordu. Kötü ruhları kovmak için adaçayı kullanırlardı ama bunun benim üzerimde işe yaramadığı da apaçık ortadaydı. Annem dumanları tüten adaçayını erkek kardeşimin etrafında dolaştırırken kardeşim, bu sanki dünyadaki en normal şeymiş gibi kahvesini yudumlamaya devam etti. Bense bakışlarımı anneme dikip bana yaklaşması için ona meydan okudum. Elini itip... “Harika,” diye homurdandı Rhys gömleğinin sütle sırılsıklam olmuş kolunu tutarak masadan kalkarken. “Merak etme, ölmezsin.” Kurulama bezlerinden birini ona fırlattım. Annemse dikkatimin dağılmasını fırsat bilerek elindekini etrafımda gezdirip beni adaçayı dumanından oluşan bir bulutun ortasında bıraktı. “Ciddi olamazsın!” diye öksürdüm o rahatsız edici kokudan kurtulmak için elimi yelpaze gibi kullanarak. “Bunun delilik olduğunun farkındasın, değil mi?” * Genç kızların evlenene kadar cinsel ilişkiye girmemeleri gerektiğini savunan, kızların babalarıyla birlikte katıldıkları ve bakirelik yemini ettikleri resmi bir balo. –çn 8
“Senin de başına gelecek.” Süslü ferforje döner merdivenleri tırmanıp parfüm stüdyosuna girerek gözden kaybolduğu sırada hâlâ gülümsüyordu. Sırt çantamı kapıp sabırsızca asansörün düğmesine bastım. Rhys, yaptığım şeyin onu ne kadar rahatsız ettiğini fark ettiğimden emin olmak istercesine birkaç saniyede bir kafasını kaldırıp öfke dolu gözlerle bana bakarak gömleğini kurulamaya devam ediyordu. Kimi zaman, on altı yaşındaki bir oğlanın bedenine hapsolmuş doksan yaşında bir adam gibi davrandığına yemin edebilirdim. “Okul üniformasını seven tanıdığım tek insansın,” dedim asansöre binerken. Rhys de içeri girip yanımda durdu. Aynada kravatını düzeltip koyu kumral perçemlerini geriye attı. “Evet, Ash, hepimiz senin ne kadar havalı olduğunu biliyoruz.” Öfke dolu gözlerle başımı kaldırıp rahatsız edici bir çift laf edecektim ki asılmış kızın aynadaki yansımasını gördüm. Kızın açık ağızlı, vahşi bakışlı ölüm maskesinin gölgesi erkek kardeşimin yüzüne düşüyordu. Bu ikisini asla yan yana getirmek istemiyordum. Gözlerimi sımsıkı yumdum ama çok geçti; az önceki sahne gözkapaklarımın içine kazınmış gibiydi. L L L
İstasyona girdiğimizde metro kartımı bulup turnikeden geçtiğim anda stratejik bir noktaya yerleştirilmiş sakız öbeğine bastım – en azından bastığım şeyin sakız olduğunu umuyordum. Treni beklemek için platformda dikilirken Rhys gömleğinin kolunu kokladı. “Sayende artık pirinç sütü gibi kokuyorum.” “İnan bana; bu bir gelişme sayılır.” 9
Yüzünde bir gülümseme belirdi ama cebindeki anahtarları şıngırdatma şeklinden ötürü onu rahatsız eden bir şeyler olduğundan emindim. “Dilinin altındaki baklayı çıkar,” diyerek iç geçirdim. “Seni anlamıyorum,” deyiverdi. Sonunda neler olup bittiğini sorduğum için rahatladığı ortadaydı. “Her şey yolunda gidiyor ama aniden kahvaltımı alıyor, beni duvara itiyor ya da kolumdan çekiştiriyorsun. Yine...” Kısacık bir anlığına bakışlarını kaçırdı. “Yine bir şeyler mi görüyorsun?” Mümkün olduğunca doğal bir şekilde nefes almaya çalıştım ama suskunluğum uzun sürmüştü. Asılmış kızları gördüğümü en son itiraf ettiğim zaman henüz beşinci sınıftaydım ve her akşamüstümü bir psikiyatristin odasında geçirmek zorunda kalmıştım. Bu, herkes için çok büyük bir zaman kaybıydı. “Bir şeyler görmüyordum.” Alçak sesle onu düzelttim. “Hayali arkadaşlarım vardı. Bu da gayet normal.” İnanamayan gözlerle bana baktı. “Hayali arkadaşlar normal ama dallara, kapılara ya da avizelere asılmış ölü olanlar değil.” “Çok fazla CSI izliyorsun,” diye kıkırdadım tutkal gibi yapışkan şeyden kurtulmak için ayakkabımın tabanını çelik kirişe sürterken. “Neden? Yoksa sen de mi bir şeyler görüyorsun?” diye sordum önemsemiyormuş gibi davranarak. Bir işaret görmek için yüzünü inceledim. “Hayır.” Gözleri benimkilerle buluştu. “Ama sen bir şeyler gördüğünde bunu hissettiğime yemin edebilirim. Yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bana anlatmıyorsun.” O anda ona her şeyi anlatmak için derin bir özlem duydum. Asılmış kızlardan, kalbimi tutsak eden o bezdirici korkudan ve Rhys’i soğuk metal bir sedyeye bağlı halde gördüğüm, annemin altın rengi ışıklar içinde öldüğü ür10
kütücü rüyalardan bahsetmek istedim. Ama konuşmak yerine gülümsemekle yetindim. Sırlarımı ortaya dökmek her ne kadar beni rahatlatacak olsa da ona sadece zararı dokunacaktı. Tren acı bir fren sesiyle durdu; insanları itip kakarak zaten kalabalık olan vagona girdim ve çaresiz bir striptizci gibi direğe tutundum. Rhys her zamanki gibi platformda durmuş, herkesin vagona girmesini bekliyordu çünkü bu şehir için fazlasıyla kibardı. Kapılar kapanmaya başladı. Yüzünde şapşalca bir ifadeyle bana baktığını görünce öne atılıp çocuklardan birini yolumdan çekerek vücudumu ağır kapıların arasına sıkıştırdım. “Haydi, tatlım,” diye bağırdı biri vagonun diğer tarafından. “Erkek arkadaşını okulda da görebilirsin.” “O benim küçük erkek kardeşim, seni hasta herif,” diye bağırdım Rhys’i yakalayıp vagonun içine çekerken. “Bunu yapmana gerek yoktu,” dedi Rhys al al olmuş yanaklarla. “Hiçbir şey yapamayacağımı düşündüğünü biliyorum,” diye mırıldandı. “Ama ben iyiyim. Bana bir şey olmazdı.” “Biliyorum, öyle bir şey yapmaya çalışmıyordum, ben sadece...” Rhys bakışlarını yere indirince çenemi kapatmak zorunda kaldım. Çoktan iş işten geçmişti. L L L
Annemin isteği üzerine her yaz çılgın maceralara atılırdık: mağara keşifleri, hava dalışı, kaya tırmanışı, akrobasi kursları, Muay Thai dövüşleri. Bu faaliyetler, en iyi gününde bile kaygılarıyla başa çıkmakta zorlanan Rhys gibi birine pek de uygun sayılmazdı. Fiziksel kabiliyetsizliğini genellikle genlerine, farklı babalarımız olmasına bağlıyordu. 11
Öte yandan ben, kendi başının çaresine bakabilmesi için kardeşimi ne zaman rahat bırakmam gerektiğini bilmek dışında her konuda şaşırtıcı derecede iyiydim. “Selam Rhys.” Trenden indiğimiz sırada üzerinde okulumuzun üniforması olan, dümdüz saçlı bir kız, erkek kardeşime gülümsedi ama Rhys duvarlara yapıştırılmış cinsel iktidarsızlığı konu alan reklamlardan bir an olsun gözlerini ayırmamayı tercih etti. Anlayışlı bir tavırla kızın bakışlarına karşılık verdim. “Senin neyin var?” Gün ışığına doğru basamakları tırmanırken onu dirseğimle dürttüm. “Çok sevimli bir kızdı.” Rhys bıkkınlıkla iç geçirdi. “Biyokimya finalinden altmış dört aldı.” “Yani?” Gözlerimin altındaki torbaları gizlemek için güneş gözlüklerimi taktım. “Şimdi de birileriyle çıkmak konusunda bana tavsiye vermeye mi kalkacaksın?” diye güldü. “Hayır, pekâlâ, belki,” diyerek gülümsedim. “Ailemizde, romantizm konusunda ahmakça davranmayan birinin olması güzel olurdu.” Omuzlarını silkti. Elinde böcek toplama kitiyle sağa sola koşturan ve tenis ayakkabıları Central Park Hayvanat Bahçesi’ndeki penguen sergisi gibi kokan, uzun ve sıska bacaklı bir çocuk olduğu günler sanki daha dünmüş gibi geliyordu. Ama artık onun büyüdüğünü kabul etmeliydim, hatta yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Karşısındakini hem etkisiz hale getiren hem de teselli eden yosun yeşili gözleri vardı. Ve aynı zamanda sessizdi. Bu da onu, kızların istedikleri gibi boyayabilecekleri harika, bomboş bir tuval haline getiriyordu. Kendimi bildim bileli Jane Austen romanlarındaki karakterler gibi onun da bambaşka bir döneme, nezaketin çok daha önemli olduğu bir çağa ait olduğunu düşünürdüm. 12
Rhys ve ben taban tabana zıt kişiliklere sahip olabilirdik ama aşk hayatlarımız tıpatıp aynı görünüyordu: ikimizinkinde de soğuk rüzgârlar esiyordu. Annemiz üreme, sırlar, genetik kodlar ve ter gibi kelimeler aklımıza gelmeden romantizmi düşünmemizi imkânsız hale getirmişti. O profesyonel bir “burundu”, çekirdekten yetişme bir parfümcüydü ve cazibenin bilimsel kanunlarını çok küçük yaşlardan beri zihnimize kazımıştı. Ona göre fiziksel çekim ve eş seçimi temelde sadece kokuyla ilgiliydi. Soyunma odasından çıkan erkeklerin hiçbirinden beni uzaktan bile olsa etkileyecek bir koku almamıştım. Arada sırada hoş bir parfümün dikkatimi çektiği olurdu ama parfümün üst notaları etkisini yitirdikten sonra tek duyumsadığım, tıkanmış gözeneklerin ve AXE reklamlarındaki hayatı yaşamaya çalışan ergen bir oğlanın çaresizliğinin kokusu olurdu. Columbia Üniversitesi’nin yanından geçerken Rhys başını iki yana salladı. “Üniversiteye gitmeyeceğine hâlâ inanamıyorum.” “Üniversiteye gitmeyeceğimi söylemedim... Sadece erteliyorum.” “Aynı şey.” “Birçok insan bir yıl ara veriyor.” Çantamdan ceketimi çıkardım ve Rhys giymeme yardım etti. “Amerika, eşsiz fırsatlar ülkesi.” “Çok fazla Kerouac okuyorsun. Gerçekten, orada ne bulacağını sanıyorsun ki?” Gerçek, yalandan daha iyi değildi. Bir araba satın alıp Kızılderili yerleşim bölgelerinden başlamayı planlamıştım. Eğer gerekirse kapı kapı dolaşacaktım ama hâlâ onlara ne diyeceğimi bilmiyordum. Merhaba, beni andıran ve göğüsleri boylu boyunca yarılıp kesimhanelerdeki et parçaları gibi ayak bileklerinden asılmış kızlar hakkında bir şey duyup duymadığınızı merak ediyorum. 13
“Bilmiyorum, belki de kendimi bulurum,” diye yanıtladım. Rhys güldü ama sonra şaka yapmadığımı anlayınca kahkahalarını bastırmak zorunda kaldı. “Sorundan başka bir şey bulamayacaksın.” Ceketimin eteğini çekiştirdi. “Sadece iki yıl daha bekle. O zaman ben de seninle gelirim.” Kalbim sızladı. Gördüklerim sadece kötü birer rüyadan ibaret olsa da onu bu işin içine sürükleyemezdim. Rhys iyi olacaktı... Rhys iyi olacaktı. Kardeşim ve ben okulun kapısına yaklaşırken yollarımızı ayırdık. iPod’umu açıp bakışlarımı yere indirerek mavi renkli ceketler deryasının içine karışmaya çalıştım. Kalabalığa karışmak doğal yeteneklerimden biri değildi ama yalnız kalma korkum, sürüden ayrılmaya dair hissettiğim tüm arzuyu bastırıyordu. Etrafımda insanlar olduğunda asılmış kızlar benden uzak durmuyordu ama en azından durum daha az ürkütücü bir hal alıyordu. O anda Lacey ve Marina adeta sözleşmişçesine tepeme binip önemsiz konularda laflamak için kulaklıklarımı deyim yerindeyse çekip çıkardılar. Arkadaşlarımın bitmek tükenmek bilmeyen gevezelikleri, beynimde Novocain etkisi yaratıyordu ama zihnime sızan karanlık düşünceleri susturmak gitgide zorlaşmaya başlamıştı. Son zamanlarda arkadaşlarımın yanındayken bile kendimi yapayalnız hissediyor, rol yapıyordum. Lacey yanıma sokuldu; sıcacık kahverengi gözleri haylaz haylaz parıldıyordu. “Bana mı öyle geliyor, yoksa Scotty Preston yakışıklı mı görünüyor?” Bakışlarımı kaldırdığımda Scotty’nin göz ucuyla beni izlediğini gördüm ve o anda kaynar suyla duş almak istedim. “Güven bana... sana öyle geliyor.” “Herkes sen ve Carter gibi olamaz,” dedi Lacey yüzünde afacan bir sırıtışla. “Bir an önce onun üstüne atlayıp o işi halletmelisin. Bu heyecan beni öldürüyor.” 14
“Lütfen,” diye kıkırdadı Marina dudak parlatıcısına dokunurken. “Hiçbir şey yapacağı yok.” “Bir dilek tut,” dedi Lacey parmaklarından birini yanağıma bastırarak. Elini çektiğinde yolunu kaybetmiş kirpiklerimden biri parmağının ucunda duruyordu. Gözlerimi kapattım ve doğumgünü pastamın üstündeki mumları söndürmek istercesine üfledim. Hep aynı dileği tutardım. Tek istediğim bir cevap bulmaktı. Lacey kolunu benimkine geçirdi. “Carter üniversiteye gidecek ve sen de... Pekâlâ, senin nerede olacağını ancak Tanrı bilir! Ama Carter kriterlerine uyuyor. Biraz ânın tadını çıkarmayı dene.” Marina’yla birlikte Scotty’nin yanına gitmeden önce kolumu güven verici bir tavırla sıktı. Lacey bir konuda haklıydı. Tüm eski “erkek arkadaşlarımın” önemli bir ortak noktası vardı: Son kullanma tarihi. Genellikle öğrenci değişim programlarıyla gelen yakışıklı yabancıları seçerdim: Ne kadar az İngilizce konuşurlarsa o kadar iyiydi. Ama Carter’ı asla kullanıp bir köşeye atamazdım. O benim en iyi arkadaşımdı. Carter’ı görmeden önce kahkahasını duydum. Etrafına üşüşmüş arkadaşlarıyla birlikte avluda dikiliyordu. Tam bir afetti. 1.93 boyundaydı, kumsalları anımsatan sarı saçları vardı, gözleri o kadar parlaktı ki gerçekte ne renk olduklarını asla anlayamazdınız. Gülümsemesiyse bütün gözeneklerinden fışkırıyor gibiydi. Okul üniformasının içinde bile öyle iyi görünüyordu ki bu her şeyi özetliyordu. Tam bir aptal gibi görünmeden o kumaş pantolonu ve mavi ceketi giymek herkesin harcı değildi. Carter benden tarafa bakınca benimle kütüphanenin önünde buluşması için ona işaret ettim. Mezuniyete bir hafta kala herkes yarım kalmış işlerini tamamlamaya çalışıyor gibi görünüyordu. Carter Hanes ve ben de yarım kalmış birer işten ibarettik. Bir önceki gece 15
gönderdiği şifreli mesajın hiçbir faydası dokunmamıştı. Benim için bir sürprizi olduğunu söylemişti. Bütün geceyi olası senaryoları zihnimde canlandırarak geçirmiştim. Benim için çiçek veya söz yüzüğü aldıysa ya da şiir yazdıysa ne olacaktı? Ama yalnızca benim için sakladığı gizemli bir gülümsemeyle bana doğru yürüdüğünü görünce tüm korkularım eriyip gitti. Üstüne kalın uçlu siyah bir kalemle “Q” harfi yazılmış zarfı bana uzatırken, “Neredeyse alfabenin sonuna geldik,” dedi. Bu bana, ceza sandalyesinde oturduğumu görünce kimseye fark ettirmeden elime bir karamela tutuşturduğu günü hatırlattı. O zamanlar henüz birinci sınıftaydık. Zarfa uzanırken heyecan bedenimi esir aldı. Carter şaka yapar bir tavırla zarfı çekiştirdi. “Gizemli kutsal yolculuğunun bununla ilgisi var mı?” “Bundan hoşlandım,” dedim zarfı yakalayıp zorla elinden alırken. “Kutsal bir yolculuk. Kulağa, dünyanın en büyük iplik yumağını* görmeyi istemekten çok daha iyi geliyor.” “Elbette Ash.” Gülümsedi. “Biliyorsun; attığın her adımı kaydetmesi, benzin deposunu doldurması ve bunun gibi şeyler için bir yol arkadaşına ihtiyaç duyabilirsin. Bu konuda sana yardımcı olabilirim.” “Hanes Ailesinin her yıl çıktığı İspanya seyahatinden vazgeçeceğini mi söylemek istiyorsun? Annenle babanın buna bayılacağından eminim,” diyerek güldüm. “Sanki umurlarındaymış gibi. Uzun zaman önce benden vazgeçtiler. Bunca zamandır avukatlarını ve özel dedektiflerini kullandığımızı bile fark etmediler. Onlardan izin almadan ortalıktan toz olursam bunu fark edeceklerini mi sanıyorsun?” * Dünyanın en büyük iplik yumağı Kansas’tadır, Frank Stoeber tarafından yapılmıştır. –çn 16
Carter’ın anne ve babası birer mirasyediydi ve her ikisi de boşanma durumunda diğerinin kendisinden önce davranacağı korkusuyla yaşıyordu. Bu yüzden, Carter ve benim tüm olanaklarından yararlandığımız avukatlardan ve özel dedektiflerden oluşan koca bir orduları vardı. “Soruşturmam” yedinci sınıfta aile ağacı projelerimizi yaparken okula acınası bir halde, elleri boş dönmem üzerine başlamıştı. Carter ise boşlukları doldurmam için bana yardım edeceğine söz vermişti. Annemin çocukluğu hakkında konuşmayı reddettiği ve babam hakkında bildiğim tek şeyin adamın bedavacının teki olduğu düşünülünce bu hiç de kolay olmamıştı. Ama elimizde sağlam bir kanıt vardı. Annem, Caddo yerlilerinin dilini konuşabiliyordu. Böylece köklerinin Büyük Düzlükler’deki kabilelerden birine dayandığı sonucuna varmıştık. Ancak Carter’ın bitmek tükenmek bilmeyen kaynaklarına rağmen şu ana kadar herhangi bir eşleşme yakalayamamıştık. Zarfı açmaya koyuldum. “Q ne anlama geliyor?” “Kansas’taki Quivira Kabilesi ama güven bana, o kabileyle hiçbir bağın olmasını istemezsin. Zaten 1500’lü yılların ortalarında soyları büyük ölçüde tükenmiş.” “Şimdilik bu kadar yeter,” dedim zarfı çantama sokuştururken sesimden hayal kırıklığımın anlaşılmamasına çalışarak. “Yine de teşekkürler.” “Benim kabileme katılabilirsin,” dedi çantamın fermuarından sarkan küçük İsveç çakısıyla oynamak için aramızdaki mesafeyi kapatırken. “Sadece seçkinleri kabul eden süper-beyaz İngiliz kabilesine mi?” diye kıkırdadım. “Ben almayayım.” “O zaman kendi kabilemizi kurabiliriz. Sadece sen ve ben,” dedi ve yüzüme düşen bir tutam saçı okşarcasına eliyle geriye itti. 17
Bunun ilk gerçek öpücüğümüz için doğru an olabileceğini düşünerek başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım ama o anda ölümün varlığının sinsice omurgama sokulduğunu hissettim. Başımı çevirip kütüphaneye baktım ve iç geçirdim. Bir diğer asılmış kız, çırılçıplak vaziyette binanın saçaklarından sallanıyordu. Onları haftada iki defa görmekten bile nefret ediyordum. Sadece birkaç saat içinde onlarla iki defa karşılaşmaksa midemi allak bullak etmişti. “Gitmeliyim,” dedim ondan uzaklaşmak için minicik bir adım atarken. “Çalışma salonunu Bayan Reynolds’la paylaşmak için mi?” Carter ruh halimdeki ani değişikliğin ardında yatan nedeni görmek için kütüphanenin karanlık pencerelerine göz attı. “Bunun seni sadist mi, mazoşist mi yaptığına karar veremiyorum,” diye kıkırdadı. “Gizliden gizliye... beni seviyor,” diye fısıldadım. Aksi kütüphanecimiz Bayan Reynolds benden nefret ederdi. Birkaç yıl önce otopsilerle ve acayip hastalıklarla ilgili bulabildiğim her kitabı takıntılı bir şekilde incelediğim garip bir dönemden geçmiştim ve bana daha o günlerde kaçık etiketini yapıştırmıştı. “Bugün benim için ne tür korkunçluklar planladığını merak ediyorum,” diyerek düşüncelere daldım. “Ayak tırnaklarından kestikleriyle kuş kafesi yapıyor olabilir mi?” “Keşke öyle olsa. Büyük ihtimalle beni Kişisel Gelişim raflarının olduğu kısma sürgün edip Tavuk Suyuna Çorba: Gençlerin Yüreğini Isıtacak Öyküler’i tekrar okumaya zorlayacak.” “Scotty’nin bu geceki partisinde bana her şeyi anlatabilirsin,” diyerek sırıttı Carter. “Hatta en korkunç ve kan dondurucu detayına kadar.” Ölü kızın etrafından dolanıp kütüphaneye girmeden önce ona son bir kez gülümsedim. 18
Bayan Reynolds’a rağmen kütüphaneden hoşlanıyordum; özellikle de üzerlerinde milyonlarca parmak izi olan eski kitapların kokusuna bayılıyordum. Bazılarında kahve lekeleri vardı. Diğerleriyse aklınıza bile getirmek istemeyeceğiniz türden lekelerle bezenmişti ama yine de kitapların esas içeriği dışında hepsinin birer hikâyesi vardı. Kendimi, Bayan Reynolds’un yoğun Long Island aksanıyla emirler yağdırmasına hazırladım ama beni karşılayan tek şey sessizlikti. Belki de şanslı günümdeydim. Oldum olası kütüphanede yalnız olmayı hayal ederdim ama attığım her adımda, birileri tarafından izlendiğime dair içime doğan o his güçlendi. O anda onu fark ettim. Işık saçan uzun, parlak saçlar ve beyaz pamuklu yazlık elbisesinin içinde adeta altın rengi görünen bir cilt. Tek süsü, boynuna bağladığı uzun ve siyah ipek kurdeleden ibaretti. Şaşırtıcı bir biçimde ayakları çıplaktı. Kitap raflarının arasından onu izledim. Sapık gibi görünmemek için de karşıma çıkan ilk kitabı elime aldım. Kedi misali başlangıcı ve sonu olmayan bir akıcılıkla süzülürcesine hareket ediyordu. Tek yükü, arkasından sürüklediği çuval bezinden yapılmış çantaydı. Çantanın içindekiler merak uyandırıcı bir şekilde tangırdıyordu. Tezgâhın arkasına geçtiğinde Bayan Reynolds’ın yerine bakmak için burada olup olmadığını merak ettim ama onun gibi bir kadının, okul kütüphanemizde çalışmak kadar alelade bir işle meşgul olabileceğini hayal dahi edemiyordum. Başını kaldırıp benim olduğum tarafa doğru baktığı anda kan akışımda bir dalgalanma hissettim. Oradan ayrılmak için kapıya döndüm. Oradan çıkmak istiyor ama çıkamıyordum. Sanki aramızda, bizi birbirimize bağlayan 19
görünmez bir iplik vardı ve kalbimin her atışı beni ona biraz daha yaklaştırıyordu. Temkinli bir şekilde kayıt masasına yaklaştım. Burnuna gelen kokunun ne olduğunu anlamak istercesine derin bir nefes aldı. “Çok güzel bir kız olmuşsun. Ayrıca çok da güçlüsün. Gözlerin seni ele veriyor. Gözlerimizin birbirine ne kadar benzediğini fark ettin mi? İkimizinki de Sargasso Denizi’nin renginde, ikisinin de siyah çeperleri var. Son derece sıradışı.” O ana kadar yoğun bakışlarına, gözlerinin rengini fark edecek kadar karşılık verebilmiş değildim ama haklıydı. Masmavi gözbebeğinin etrafında kalın, siyah bir çeper vardı, tıpkı benimki gibi. Ama bunu nasıl bilebilirdi? Güneş gözlüklerim hâlâ gözümdeydi. Sanki zihnimi okuyormuş gibi gözlüklerimi çıkardı, ceketimin cebine koydu ve parmaklarını köprücük kemiğimin üstünde dolaştırdı. “Tenin de kusursuz.” Ses tonu ve bana gösterdiği ilginin yoğunluğu, tenimin içinden sürünerek çıkıp oradan sıvışmayı istememe neden oldu ama yanından ayrılamıyordum. Onun yanında olmak son derece heyecan verici ama aynı oranda da tehlikeliydi. Fitili ateşlenmiş bir dinamitin enerjisini yayan benliği doğal bir afet gibiydi. “İşaretler ve Kehanetler,” dedi titreyen ellerimdeki kitabı alarak. Kitabı açıp içindeki bölümlerden birini yüksek sesle okumaya koyuldu. “‘Kuzgun derinlere gömülmüş sırların müjdecisidir; atalarımızın anılarının koruyucusudur ve ölümün habercisi olarak bilinir. Kuzguna hükmeden kadın, dünyaya hükmeder.’” Sesinin normalde yaşını veya zor bir hayat sürdüğünü ima eden hırıltılı bir tınısı vardı ama bu, hayat dolu ve kırışıksız yüz hatlarıyla parlak bakışlarına hiç uymuyordu. 20
“Uhurahak a u’a,” diye fısıldadı. Ne dediğine dair en ufak bir fikrim yoktu ama dili hemen tanıdım. Tüylerim diken diken oldu. “Caddo dili mi konuşuyorsunuz?” Boynundaki kurdelenin ucundan tutup çekerek minik fiyongu açarken yüzünden bilgiç bir gülümseme geçti. Kurdelenin altından iğrenç bir yara izinin çıkacağı korkusuyla olduğum yere sindim ama teninin, sanki mum ışığıyla aydınlanıyor gibi kusursuz bir parlaklığı vardı. Sonra kitabın ön sayfalarından birine bir şeyler karaladı. Zarif hareketlerle siyah ipek kurdeleyi yakamın kat yerine yerleştirirken, “Senin gibi genç bir kadının güzel bir kurdeleye, onu yerinde tutacak bir şeye ihtiyacı vardır,” diye açıkladı. “Sorun değil... gerçekten... ben... ben bunu alamam...” diye kekeledim kurdeleyi ona geri vermek için uzanırken. Hiddetli bir tavırla kurdeleyi bileğime doladı. Elinde altın rengi bir ışıltı. Metalik bir fısıltı. Yakıcı bir acı ve onu takip eden uyuşturucu sıcaklık. Bakırın miski andıran kokusu yılan misali kıvrıla kıvrıla zihnime sızdı. Korku dolu bir şaşkınlıkla bakışlarımı aşağı indirdiğim anda kadın, elindeki altın bıçağı tek bir hareketle savurarak ikimizin de ellerini kesip parmaklarımızı birbirine doladı. Ilık kanını benimkine bastırdığı sırada dizlerim boşaldı.
21