.
facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.org
Aşka Var Mısın? Özgün Adı | Eversea Natasha Boyd Yayına Hazırlayan | Tuğçe Nida Sevin Düzelti | Volkan Alıcı Kapak Tasarımı | Şükrü Karakoç Grafik Uygulama | Kübra Tekeli Yayınevi Logosu | Ömer Aydoğdu 1. Baskı, Ağustos 2014, İstanbul ISBN: 978-605-5016-12-8 Türkçe Çeviri © Filiz Tülek, 2014 © Yabancı Yayınları, 2014 © Natasha Boyd, 2012 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Kayı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97
Sertifika No: 29652
Natasha Boyd
AŞKA VAR MISIN?
Çeviren
Filiz Tülek
.
Bir Eski kırmızı pikabın direksiyonu nem yüzünden elinizin altından kayıyorsa, radyodaki tüm haberler yaklaşmakta olan Atlantik kasırgasının olası rotası hakkında bilgiler veriyorsa ve yol kenarında gözünüze bir buçuk metrelik bir timsah ilişiyorsa Lowcountry’desiniz demektir. Çamura bulanmış sürüngenin yanından geçerken ürpererek nefesimi tuttum. Atkuyruğumu boynumdan çektim, camdan gelen sıcak Güney Carolina esintisinin nemli vücudumu biraz olsun serinletmesini umuyordum. Sonbaharın en iyi tarafı turistlerin artık evlerine dönmüş olmasıydı. En kötü tarafı ise konukları sivrisinek ve böceklerden korumak konusunda son derece etkili bir yöntem olan ilaçlamaya artık gerek duyulmamasıydı, bunu fırsat bilen küçük kan emiciler karınlarını doyurmak için yerel halkı hedef almıştı. Hatta bir tanesi hiç vakit kaybetmeden pikabımın ön camını mesken tutmuştu. Ada köprüsünden geçerken, minik misafirimi görmezden gelmek için hayli çaba sarf ettim. Ama eğer çıplak bileklerimin etrafında dolaşmaya yeltenirse, arabayı kenara çekip icabına bakmak zorunda kalacaktım. Dikiz aynasını kontrol ettim ve şerit değiştirmek için 7
hızlı bir hamle yaptım, ama kulakları sağır eden bir korna ve gürültülü bir motor sesiyle irkilip aynen yerime geri döndüm. Kör noktamdan bir motosiklet belirince bir anda sarsıldım. Az kalsın adama yandan çarpacaktım. Sürücü hemen yanımda durdu ve ben özür dilediğimi göstermek için elimi kaldırırken suratıma bakmaya devam etti. Kaskının önünde koyu renk bir siper olduğu için yüzünü göremedim. Birkaç saniye sonra özrümü kabul ettiğimi anlatmak istercesine eldivenli elini kaldırdı ve tüm gücüyle gaza bastı, rüzgârdan şişen beyaz tişörtü bir yelkenliyi andırıyordu. Plaka Kaliforniya’ya aitti. Turistmiş. Belliydi zaten. Restorandaki vardiyama geç kalmıştım. Tıpkı motosikletli gibi, ben de gazı kökledim. Nasıl olsa benim önümdeydi, bu da demek oluyordu ki yolda polis denetimi varsa önce onu durduracaklardı, en azından ben öyle umuyordum. Onu es geçip beni durdursalar bile, dostane bir uyarı almaktan ötesini yaşamayacağımı biliyordum. Eğer küçük bir kasabada yaşıyorsanız herkesi tanırsınız, okula da kiliseye de herkesle beraber gidersiniz. Gerçi ben bir süredir ikisine de gitmiyordum ya, neyse... Birkaç dakika daha kaybederek eve uğradım, arabayı bıraktım ve hızlıca işe doğru yürümeye başladım. * * * Küçük sahil kasabası Butler Cove sezon dışında dokuz bin nüfusa sahipti. Burada bazen herkes her lafın içinde diye düşünmekten kendimi alamazdım. Bugün de onlardan biriydi. Papaz McDaniel’ın sonu gelmeyen tavsiyelerini yüzümde zoraki bir gülümsemeyle ve sürekli kafamı sallayarak dinliyordum. İyi bir papaz olmanın 8
gerektirdiği gibi ceket cebindeki matarasından sade –alkollü değil– buzlu çayını içiyormuş gibi yapıyordu. Bu adam ciddi miydi? İri cüssesi dar bar koltuğuyla masa arasında sıkışmış, gömleğinin düğmeleri ise her an patlamaya hazır şekilde tetikteydi. Konunun her zamanki gibi dönüp dolaşıp evime gelmesini önleyip önleyemeyeceğimi merak ediyordum. Papaz, kasaba konseyine üyeydi ve sanki bu makam ona pireyi deve yapma hakkını tanıyormuş gibi davranıyordu. “Bayan Keri Ann, o ev size ailenizden yadigâr; eğer büyükanneniz o evin böyle bakımsız kaldığını görüyorsa, eminim mezarında kemikleri sızlıyordur.” Hayır, işte yine başladık. “Ne yapıp edip evinizi ayakta tutmalısınız.” İşbirlikçi bir tavırla öne doğru eğildi. “Canım oğlum Jasper’ı pazar günü kiliseden sonra yardıma yollamamı ister misiniz?” “Çok naziksiniz.” Papazın tekliflerini geri çevirmekten gerçekten nefret ediyordum. Şu anda yaşadığım ev, Butler ailesinden Butler Cove’a kalan tek şeydi ve tabiri caizse dökülüyordu. Yardıma ihtiyacım olduğu doğruydu ama papazın kastettiği şekilde değil. Boncuk gibi dönen gözlerini görünce, Jasper ve beni bir arada görme düşüncesinin aklına yattığını anladım. Evi elinde tutmak için bundan daha iyi bir yol olamazdı tabii. Neyse ki platonik ilişkimizde Jasper’ın da benimle aynı sayfada durduğuna artık emindim. “Eğer zımpara ve boya yapmak sıkıntı olmayacaksa, ona bunun için ödeme yapmaktan çok mutlu olurum.” Papaz göğsünü hafifçe şişirdikten sonra konuşmasına devam etti. “Bu, söz konusu bile olamaz. Jasper bir hanımefendiye para karşılığında yardım etmeyi kabul etmeyecek kadar centilmen bir çocuktur. Sana Charleston 9
Hukuk Fakültesi’ne kabul edildiğini söylemiş miydi?” Yine başımı evet anlamında salladım. “Çok akıllı bir çocuk, iyi yerlerde olmayı hak ediyor. Üstelik akıllı olduğu kadar becerikli de. Pazar günü yardım etmesi için onu senin yanına yollarım.” Ayakta duran ben, oturan oydu ama bana tepeden bakıyormuş gibiydi. “Pazar günü kilisede görüşeceğimizi umuyorum.” Bunu nasıl başarıyordu? Kesinlikle papazlara “İnsanları Suçlama Sanatı” başlıklı bir ders veriyorlardı. Belli belirsiz gülümsedim ve elimde tuttuğum su bardağını papazın önüne koydum. “Biraz su içmek ister misiniz, Papaz?” diye sordum, alkollü buzlu çayına manidar bir bakış atarak. 6 senedir kiliseye gitmiyordum. Onca senenin ardından pazar günü gidersem, tepeme yıldırım düşebilirdi. Yavaş ve çılgın turist istilasının ardından sakin bir geceydi. Loş restoranda kalan son insanlar da barda yoğunlaşmıştı. Bunlardan biri en yakın arkadaşım Jazz’dı; bu müzik türünü çok sevdiği için herkes ona takma isimle hitap ediyordu, diğeri ise içeri beş dakika önce girip kamburunu çıkartarak köşedeki bar taburesine kıvrılan beysbol şapkalı adamdı, şapkanın üzerine svetşörtünün kapüşonunu da takmıştı. Kot pantolonunun cebinde telefonunu arıyordu. Restoranın kapanış saati yaklaşıyordu, adamın çok uzun kalmamasını umuyordum, çünkü erken biten gecenin nimetlerinden faydalanmak istiyordum. Mekânı zamanında kapatabilmek cennete gitmek kadar mutluluk vericiydi. Barın arkasına geçerken kapüşonlu adama seslendim. “Size ne ikram edebilirim?” Mesaj yazmakla meşgul olduğu için telefonundan kafasını kaldırmadan, ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. İç çektim ve adamın dedik10
lerini daha iyi duyabilmek için öne doğru eğildim. Bazı insanlar gerçekten kaba olabiliyordu. Bu yaz bu tarz insanlarla yeteri kadar muhatap olmuştum ve bunu yaşayan tek kişinin ben olmadığımı da biliyordum. Anlatılanlar doğruysa, buranın yerlilerinden birkaçı karşılaştıkları kabalıklar karşısında öfkelerine hâkim olamamışlardı. Bu, sürpriz değildi. Eyalet bu tarz olayların önüne geçmek için kasaba panolarına, gelirlerinin büyük bir kısmının turizmden elde edildiğini hatırlatan ilanlar asmak zorunda kalmışlardı. “Bir burger, orta boy olsun, yanında da patates kızartması. Paket olacak.” Kapüşonlu adam yüzüme bakmadan siparişini tekrarladı, şarap rengi beysbol şapkasının önü suratını tamamen kapatıyordu. “Beklerken bir tane de buzlu Bushmilss.”* Şehir dışından geldiği, aksanından anlaşılıyordu. Tekrar mesaj yazmaya devam etti. İç çekerek siparişi önümdeki dokunmatik ekrana girdim. Bir aziz kadar sabırlı olmanın iyi tarafı işte buydu. 10 saniye sonra Hector mutfak kapısında belirdi; gözlerini bana dikmiş, hoşnutsuzlukla kafasını sallıyordu. “Kusura bakma, Hector. Bu sonuncuydu, sonra mutfağı kapatabilirsin. Ben de burayı toparlayacağım.” Asık suratına bakıp gülümsedim. Zaman zaman ikimizin de şikâyet ettiği oluyordu ama bunu mutsuzluğumuzdan yapmıyorduk. İkimiz de Snapper Grill’deki işimizi çok seviyorduk. Hem maaşımız iyiydi hem de yaz boyunca çok iyi bahşiş alıyorduk ve sezon dışında çoğu mevsimlik çalışan başka işlere kayarken, biz olduğumuz yerde hayatımıza devam ediyorduk. Sadece hafta sonları, mekân restorandan ziyade adalıların kafa dağıttığı bir bara dönüştüğünde yoğun oluyorduk. Bu duruma, mekânın sahibi Paulie’nin spor kanallarına üyelik almasının da * Bushmills: İrlanda viskisi. 11
katkısı olmuştu. Çoğu kasaba sakininin sadece Tigers ya da Gamecocks’u izlemek için kablolu televizyonlarında premium paket almak zoruna gidiyordu... Hector, İspanyolca bir şeyler mırıldanarak mutfağa geri döndü. “Eveeet, bakalım magazin dünyasında neler olmuş?” Ben bardağa buz ve İrlanda viskisi doldururken, Jazz elindeki dergiyi iştahla okumaya hazırlanıyordu. Kafasını kaldırıp bana baktı. Mutluluğu her halinden anlaşılıyordu. “Yok böyle bir mutluluk ya… Aylardır şöyle oturup keyifle bir magazin keyfi yapamadım. Biliyorsun, annem bunları eve sokmama bile izin vermiyor. Okul paramı o ödüyormuş da, bunları okuyarak zihnimi boş şeylerle dolduruyormuşum da, falan filan. Onu özleyecek olsam da, taşınmak için sabırsızlanıyorum.” Jazz, USC Beaufort’ta okuyordu ama ailesinin yanında kalıyor ve para biriktirmek için yerel bir butikte çalışıyordu. Arkadaşıma sevgiyle gülümsedim ve hazırladığım sert içkiyi barın masasına koydum. Kapüşonlu adam uzun parmaklarıyla telefonuyla oynamaya devam ediyordu, cilalı ahşabın üzerine bir peçeteyle birlikte bıraktığım içki bardağını fark etmemişti bile. İç çektim ve tekrar Jazz’a döndüm. “Ne zaman istersen bana taşınabilirsin Jazz, biliyorsun. Joey tıp fakültesini bitirene kadar, evde benden başka kimse olmayacak zaten.” Jazz söylediklerimi duymamış gibi yaptı. Aynı teklifi belki yüz kere yapmıştım ama Jazz ve ağabeyim Joey’nin üniversitenin tatil olduğu yaz aylarından birinde kısa bir flört dönemi olmuştu. Joey okula dönmek için kasabadan ayrıldığında en yakın arkadaşımın kalbinin nasıl kırıldığını biliyordum. Hiç kimse Jazz’ın Joey’i ne kadar önemsediğini fark etmemişti, hatta Jazz’ın kendisi bile. Belli bir süre, sırf benim hatırım 12
için Joey tatil için buraya geldiğinde göstermelik de olsa arkadaşlıklarına devam etmek için kendilerini zorladılar. Ama Joey artık okul, staj ve ihtisas dönemi arasında eve gittikçe daha seyrek gelebiliyordu. “McDaniel hâlâ Jasper’la aranı mı yapmaya çalışıyor?” diye sordu Jazz, derginin sayfalarını çevirirken. “Arada sırada birileriyle flört etmen gerekiyor, bunu biliyorsun değil mi? Hem böylece gerçek bir ilişki yaşayana kadar biraz egzersiz yapmış olursun.” Jazz sözüne noktayı hınzır bir şekilde göz kırparak koydu. “Yapma, Jazz!” Jazz’ın söylediklerini duymadığından emin olmak için gözümü Papaz McDaniel’ın oturduğu masaya çevirdim. Ohh. “Başımda bir sürü dert varken, flört etmeye vaktim olmadığını biliyorsun. Ayrıca Tanrı aşkına, buralarda gerçek bir ilişki yaşayabileceğim biri var mı sence?” Vay be, bugün kesinlikle şanslı günümdeydim. Papaz sonunda gitmeye hazırlanıyordu. Kapıdan çıkarken eliyle yaptığı hoşçakal işaretine gülümseyerek karşılık verdim. Eğer oturmaya devam etseydi, mekânı zamanında kapatma hayalime de el sallamak zorunda kalabilirdim. “Buna inanamayacaksın!” diye haykırdı Jazz. Elindeki dergiye hayretle bakıyordu, az önceki konu başlığı artık onun için önemini yitirmişti. “Audrey Lane’in evli yönetmeniyle ilişkisi varmış. İşte buna bomba derim. İnanamıyorum! Biliyorsun, normalde Jack Eversea ile beraber.” Jazz dehşete kapılmış gözüküyordu. Jack Eversea’ye hayrandı. Muhtemelen Amerika’daki her kız gibi... Yüzüne bakıp gülmekten kendimi alamadım. “Jazz, o saçmalıkların çoğu uydurma, biliyorsun değil mi? Reklam yapmaya çalışıyorlar.” Jazz’ın limon yeşili tırnaklarıyla gösterdiği şaibeli fotoğraflara bakmak için öne 13
doğru uzandım, sonra yandaki bar taburesinin yerde çıkardığı ani sesle olduğum yerde kalakaldım. İkimiz aynı anda çoktan ayağa kalkıp bize sırtını dönen kapüşonla adama baktık. Belli ki kot pantolonunun arka cebinde hesabı ödemek için para arıyordu. Sonunda buldu ve yüzünü bize dönmeden hesabı henüz bitmemiş içkisinin yanına bıraktı. Jazz’ın gözlerinin adamın son moda kot pantolonunun içinde harika görünen poposuna kilitlendiğini fark ettim. Kendine gelmesi için Jazz’ın eline sert bir şaplak attım. “Ahh!” Jazz’ın yüzüne bakıp haince sırıttım. Kapüşonlu adam başını öne eğdi ve ön kapıdan dışarı çıktı. Jazz alaycı ve hınzır bir ifadeyle bana bakıyordu. “Ne! Kabul et, adamım poposu muhteşemdi,” dedi ve dergisinin sayfalarına geri döndü. Elbette haksız değildi ama ben daha çok adamın neden bu kadar tuhaf davrandığına takılmıştım. Bu sırada Hector servis penceresinden köpük kutuyu uzatarak,“Sipariş hazır,” diye bağırdı. Harika! “Peki, iyi tarafından bakalım; eğer beş dakika içinde paketini almak için geri dönmezse, burgeri eve götürüp afiyetle yiyen ben olacağım. Umarım bıraktığı para hesabını kapatmaya yeterlidir,’’ diye düşündüm kendi kendime. Adamın oturduğu yere gittim ve barın üzerinden parayı aldım. Yüzlük, ha. Hesabı yazar kasaya işledim ve para üstünü çekip aldım. “Hector,” diye seslendim servis penceresine eğilerek. “Bu geceki bahşişler çok iyiydi.” 80 doları tezgâha koydum ve mutfağa doğru ittim. Benim paraya ne kadar ih14
tiyacım varsa, Hector’un iki katı daha fazla ihtiyacı vardı. “Madre.” İçerden Hector’un kendi kendine güldüğünü duydum. “Tam isabet, haydi ben kaçıyorum.” Jazz taburesinden zıplayarak indi ve hızlı adımlarla yanıma gelerek boynuma sarıldı. “Yarın dükkânı ben açacağım. Erken kalkmaktan nefret ediyorum. Sonra görüşürüz,” dedi ve her zamanki şen şakrak haliyle kapıdan çıkıp, gitti. Jazz ve ben, Butler Cove İlkokulu’ndan beri çok yakın arkadaştık: Annem ve babam bu aile yadigârı evde büyükanneme bakmak için buraya taşındığından beri. Bilmediğim bir yerde, hem de okul döneminin ortasında yeni arkadaşlar edinebilmek yeteneklerim arasında değildir. Şansım nasıl yaver gitti bilmiyorum ama 5. sınıfın yarı döneminde bir gün bu güneş yüzlü, sarışın enerji bombası ışığını bana çevirdi ve ben o günden beri onun sıcak parıltısının tadını çıkarıyorum. Hayatımın en zor anlarında bile bu parıltı beni hiç yalnız bırakmadı. Müziği kapattım, kapıyı kilitlemek için Jazz’ın arkasından gittim ve kapının önüne çıktım. Muhteşem bir geceydi. Hava hâlâ biraz nemliydi ama bunaltıcı sıcak sonunda kırılmıştı, gökyüzü yıldızlarla doluydu. Yıldızlara baktım ve temiz havayı içime çektim. Ağustosböcekleri bu gece çok meşguldü, bitmeyen ve öngörülemeyen ritimleriyle geceye huzur katıyorlardı. Buranın her zaman ruhumun vazgeçilmez köşelerinden birinde yer alacağını biliyordum. Elimde değildi. Bu kasaba beni zaman zaman mutsuz edip sinirlendirse de, gönlümde dünyanın bu bölümü kadar özel başka bir yer daha yoktu işte. Gelecekte bir gün buradan gitmeyi istiyordum, sadece Joey’nin okulunu bitirmesini ve benimle yer değiştirmesini bekliyordum. Olay buydu. Kimseyle çıkmamamın sebeplerinden biri de buydu. Buradan ay15
rılmak benim için zaten zor olacaktı, bir de arkamda birilerini bırakmak istemiyordum. Bir diğer sebep ise bu kasabanın flört edilecekler listesini ezbere biliyor olmamdı; üstelik ben armudun çöpü, üzümün sapı meselesini biraz abartmış durumdaydım. Ayaklarımın ağrıdığını hissediyordum. Yoğun bir iş gününün ardından bu gece muhtemelen olduğum yerde uyuyup kalacaktım, yarın sadece akşam yemeği saatinde çalışacağım için gündüz verandayı boyamaya devam etmeyi planlıyordum. Sermaye kısıtlı olduğu için buna öncelik tanımak zorundaydım. Papaz McDaniel’ın evin durumu ile ilgili üstü pek de kapalı olmayan yorumları yüzünden, işe evin dışından başlamanın daha yerinde olduğunu düşünüyordum. Dışarıdaki masaları düzeltmek için restoranın loş avlusuna adım atar atmaz, göz ucuyla bir şeyin hareket ettiğini fark ettim. Az kalsın kalp krizi geçirecektim. Lanet olsun! Şu meşhur kapüşonlu adam gölgedeki masalardan birinden ayağa kalktı. Beni mi bekliyordu yoksa? Tuttuğum nefesi hızla dışarı verip elimi göğsümün üzerine koydum. Adamın durduğu yerle kapı arasındaki mesafeyi hesaplamaya çalıştım. O beni yakalamadan, içeri girmeyi başarabilir miydim? Nasıl bu kadar dikkatsiz davranabilmiştim? Joey, bana her zaman restoranı Hector ile birlikte kapatmamı tembih ediyordu, bense şu an Hector’un hâlâ içerde olup olmadığını bile bilmiyordum. Kıpırdamadan durdum ve şapkasının altından adamın yüzünü seçmeye çalıştım. Uzun boyluydu, güçlü gözüküyordu, koyu renk kot pantolonu uzun, düzgün bacaklarının şeklini almıştı. Eğer bana saldırırsa, en azından bu detayları hatırlayıp daha sonra onu kolaylıkla 16
teşhis edebilirdim. Ya da bir dakika, belki de bu daha kötüydü. Onu gördüğüme göre, beni ortadan kaldırmak zorunda kalabilirdi, kalabilir miydi? Ürkek bir tavşan gibi olduğum yerde donakaldığımın farkındaydım ama bir anda onun da hareket etmediğini fark ettim, üstelik herhangi bir tehditkâr tavır da hissetmiyordum. Büyükannemi evin etrafını kolaçan etmesi ve beni yoklaması için ikna ettiğim zamanları saymazsak, psişik olduğum söylenemez tabii, ama aramızdaki mesafe ve elini tereddüt içinde kaldırması bana bir şekilde kaçmaya gerek olmadığını hissettirdi. Korkum meraka dönüşmüştü. Hâlâ yüzünü göremiyordum. Bu avlu bu kadar karanlık olmak zorunda mıydı? Tam ağzımı açmak üzereydim ki uzun parmaklı ellerini şapkasına uzattığını fark ettim. Kararsız bir hali vardı, bir an durakladıktan sonra şapkasının ucunu tuttu ve hızlı bir hamleyle şapkayla koyu renk kapüşonunu aynı anda kafasından çıkarttı. Dakikalar içinde bu ikinci nefessiz kalışımdı. Karşımda dünyanın en güzel adamı duruyordu. Yirmi iki senelik hayatım boyunca daha güzelini hiç görmemiştim. Uzun süre şapkanın içine hapsolan gür koyu kahverengi saçları yer yer dağılmıştı, yüz hatları sertti ve gözlerinin rengi... Aslında, karanlıkta kaldığı için gözlerinin rengini tam olarak göremiyordum ama ne renk olduklarını gayet iyi biliyordum. Karşımdaki adamın eşi benzeri olmayan griyeşil gözleri vardı. Son beş yıldır hayatımı mağarada sürdürmediğime göre bunu bilmemem imkânsızdı. Karşımdakinin kimliğinden emin olmak için Jazz’ın okuduğu ve kesinlikle adamın güzelliğinin hakkını vermemiş magazin dergisinden onay almama da gerek yoktu. Ben, Keri Ann Butler, dokuz bin nüfuslu Butler Cove’da Snapper 17
Grill adını taşıyan bu restoranın önündeydim ve karşımda duran adam; olması beklenen yerden, Hollywood’dan binlerce kilometre uzakta benimle aynı restoranın önünde duran bu adam, Jack Eversea’den başkası değildi!
18