facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari
KİTABIN ORİJiNAL ADI 0.4 IT’S A BRAVE NEW WORLD
YAYIN HAKLARI © MIKE LANCASTER
EGMONT UK LIMITED ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ VE TİCARET AŞ
B
ASKI 1. BASIM / NİSAN 2013 ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ VE TİCARET AŞ BU KITABIN HER TÜRLÜ YAYIN HAKLARI FIKIR VE SANAT ESERLERI YASASI GEREĞINCE ALTIN KITAPLAR YAYINEVI VE TICARET AŞ’YE AITTIR.
ISBN 978 - 975 - 21 - 1590 - 3
ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ Göztepe Mah. Kazım Karabekir Cad. No: 32 Mahmutbey - Bağcılar / İstanbul Yayınevi Sertifika No: 10766 Tel.: 0.212.446 38 88 pbx Faks: 0.212.446 38 90 http://www.altinkitaplar.com.tr info@altinkitaplar.com.tr
“Hepimiz çocukluktan itibaren girdiğimiz derin bir hipnoz uykusundayız.” R. D. Laing “Tarih tekerrürden değil, kafiyeden ibarettir.” Mark Twain
Âşık olduğum ve eşim demekten gurur duyduğum Cromwell’lı kıza
İçindekiler
Editörün Notu Birinci Kaset – A Yüzü Birinci Kaset – B Yüzü İkinci Kaset – A Yüzü İkinci Kaset – B Yüzü Üçüncü Kaset – A Yüzü Üçüncü Kaset – B Yüzü Son Söz
7
UYARI BU BILGI DEPOLAMA ÜNITESI YA DA “KITAP”, INSAN BEYNINI YENIDEN PROGRAMLAMAK VE “OKUMAK” DENILEN TARIHTE KALMIŞ ÇOK ESKI BIR SANATI CANLANDIRMAK IÇIN TASARLANMIŞTIR. BU SON DERECE BASIT UYGULAMANIN HIÇBIR OLUMSUZ YA DA ZARARLI ETKISI YOKTUR.
ŞU ANDA YAPTIĞINIZ EYLEMIN ADI: “OKUMAK.” AÇIKLAMASI HER SAYFAYA SILINMEZ ŞEKILDE BASILMIŞ OLAN BILGININ SOLDAN SAĞA VE YUKARIDAN AŞAĞI DOĞRU GÖZLE TARANMASIDIR. GÖZ TARAFINDAN ALGILANAN BU BILGI OPTIK SINIRLER TARAFINDAN DOSDOĞRU BEYNE ILETILIR VE HER VERI GIBI, DAHA SONRA KULLANILMAK ÜZERE ORADA DEPOLANIR.
Editörün Notu Danny Birnie ablasını hipnotize ettiğini söylediğinde, hiçbirimiz inanmamıştık. Ya keçileri kaçırmıştı. Ya palavra atıyordu. Ya da her ikisi birden. Kyle Straker’ın banda okuduğu hikâye bu sözlerle başlıyor. Hepimizin sağdan soldan duyduğu, ama pek azımızın bizzat dinleme şansı bulduğu bir hikâye. Büyük ölçüde yabancısı olduğumuz bir çağdan, yirmi birinci yüzyılın başlarından kalma, sözlü bir tarih sayfası; ama aynı zamanda karanlık derinlikleri olan ve eğer gerçekse, hepimiz için önemli derslerle dolu bir öykü. Kyle Straker Kasetleri’nin geçmişini bilmeyenler için kısa bir özet geçmek faydalı olabilir. Bu kasetler, iki yıl önce Millgrove’a bağlı küçük bir köy olan Cambridgeshire’da, bir evin merdiven altı dolabında bulundu. İlk kasetin üzerinde “Dire Straits” yazıyordu. Neyse ki kasetleri bulan kişi, antik müzik türlerine meraklıydı ve kasetleri dinlemek için gereken analog cihaza da sahipti. Yoksa Kyle Straker’ın hikâyesi çoktan tarihin çöplüğünü boylamış olurdu.
İçlerinde ne olduğu anlaşıldıktan sonra, kasetler yetkililere teslim edildi. Ve o gün bugündür tartışmaların ardı arkası kesilmedi. Şu anda elinizde tutmakta olduğunuz garip nesne –ki bu bir kitap– kasetlerin ait olduğu çağda yaygın olarak kullanılan bir bilgi saklama yöntemiydi. Bu ilkel yöntemde ısrar etmemin sebebi, umuyorum ki, hikâye ilerledikçe açıklığa kavuşacak. Okumak üzere olduğunuz bu hikâyede anlatılanlar doğruysa, bu eser 0.4’e ithaf edilmiştir.
Mike A. Lancaster, Editör
12
BİRİNCİ KASET A YÜZÜ
...bu alet açık mı? Deneme, deneme. Bir iki. Bir iki. Bir iki. Hah işte! Gösteri öncesi sahneye çıkıp orkestradaki alet ve enstrümanları kontrol eden şu tipleri bilir misiniz? Şarkıcının sahne almasından önce, “Deneme, deneme, bir iki, bir iki,” diyerek mikrofonları kontrol ederler hani. Simon bir keresinde, üçe kadar saymayı bilmedikleri için, “Bir iki, bir iki,” dediklerini söylemişti. Nasıl da gülmüştüm; şu anda size pek komik gelmeyebilir, ama orada olsaydınız... Her neyse – bu şeyin çalışıp çalışmadığı nasıl anlaşılır ki? Geri teknoloji işte! Tabii ki öyle! Sonuçta bu bir teyp. Dijital kayıt ve CD’lerden, iPod ve MP3’lerden, hafıza kartları ve bellek çubuklarından çok önceki bir zamana ait, eski püskü bir kalıntı. En azından çalışıyor ya, sen ona bak! Çalışacağından şüpheliydim aslında. Ne de olsa, merdiven altındaki dolapta unutulup öylece çürümeye bırakılmış. Bunun nasıl bir his olduğunu biliyor sayılırım aslında. 13
Neyse, teyp epey eski işte –Amstrad marka– hani şu Çırak adlı yarışma programındaki kaba saba herifin kurduğu şirket. Annem o programa bayılırdı. Hatta yaramazlık yaptığımızda, bize, “Kovuldunuz!” diye bağırdığı bir dönem bile olmuştu. Amma da tuhaf şeyleri özlüyor insan.
NOT – Çırak Gülünç gelecek ama “realite şov” dediğimiz şeye bir örnek! “Eğlence Programlarının Hafifliği” adlı tezinde, Entwistle şöyle der: “Etraflarındaki dünyaya geniş bir çerçeveden bakmaya korkan insanlar, bakış açılarını daraltıp adına “realite şov” dedikleri küçük ve yapay pencerelerden bakmaya başladı. Oysa kesin olan bir şey varsa, o da şuydu: Bu programlarda realitenin r’si bile yoktu.”
Neyse, artık işe koyulayım ve kaydetmek için eve döndüğüm şu hikâyeyi kasete okumaya başlayayım. Haftalardır bunu yapabilmek için notlar alıyorum, aklıma gelen her şeyi, konuşmaları, o günkü izlenimlerimi yazıp duruyorum. Sırf bunları kasete kaydedebilmek, olanları size kendi ağzımdan anlatabilmek için. Bütün ümidim, birilerinin bunları dinleyip her şeyin değiştiğini fark etmesi. Her şeyin sonsuza dek değiştiğini. İçinde yaşadığımız dünyanın artık eskisi gibi olmadığını. Eskiden nasıl olduğunu –nasıl olması gerektiğini– hatırlayabilen çok azımız kaldığını. İnsan hatırlayamadıklarını boşlukları doldurma güdüsüyle tamamlamasa, geriye bakmak kolay. Yine de her şeyi olduğu gibi, sıra14
sıyla anlatmaya gayret edeceğim – sonradan öğrendiklerimi işin içine katmadan. O yüzden, iyi ki şu notları almışım. Kafamda her şeyi hazırladım, ama zaman kipleri bir parça sorun olabilir. Bazı yerlerde şimdiki zaman yerine, geçmiş zaman mı kullanmak gerekir acaba? Ama düşünüyorum da, şimdiki zaman kulağa daha iyi geliyor. Çünkü hiçbir şey artık eskisi gibi olmasa da, o zaman öyleydi. Bu her ne demekse! Dilbilgisi öğretmenim duysa, kıyameti koparırdı herhalde. Ama tıpkı her şey gibi, o da değişmiştir muhtemelen. Hem zaten bu benim hikâyem ve tamamen hissettiğim gibi, kulağıma hangisi doğru geliyorsa, öyle anlatacağım. Hikâyenin başlangıç noktası bile belli. Her şeyin değişmeye başladığı o an. O yaz günü, Danny’nin söylediği o çılgın şey. Ve evet, baba, senin çok önce yapman gereken şeyi yapıyorum: Dire Straits albümlerinden birinin üzerine kayıt yapıyorum!
15
01 Danny Birnie ablasını hipnotize ettiğini söylediğinde, hiçbirimiz inanmamıştık. Ya keçileri kaçırmıştı. Ya palavra atıyordu. Ya da her ikisi birden. Sözünü ettiğimiz ablası ondan birkaç yaş büyüktü ve bana kalırsa, Danny’nin saçmalıklarına hiç de pabuç bırakacak türden bir kız değildi. Artık alışmış olması gerekirdi. Nelerine şahit olmamıştı ki? Kardeşinin pul koleksiyonculuğuna soyunduğu kısa ömürlü hobisini ve güçbela kurtulduğu şu Pokémon bağımlılığını görmüştü. Hatta şu yeni takıntısına, geleceğin David Blaine’i olacağım diye tutturup elinde iskambil kâğıtlarıyla saatlerce illüzyon egzersizleri yapmasına bile alışmıştı. Bu kız, bana hep günün birinde yıldız olacakmış gibi gelirdi. Bazı insanlar öyledir ya. Büyükbabamın dediği gibi, turnayı gözünden vuracakları bellidir. 17
İnsan Sürümü: 0.4 / F: 2
Danny ise, ne kadar çabalarsa çabalasın, turnayı poposundan vurmaya mahkûmdu ve bize söylediği şeyi yapmış olmasının hayatta imkânı yoktu. Soluk benizli, zayıf bir çocuk olan Danny’nin, göz altlarında koyu halkaları ve kıvırcık salatadan hallice, kirli kumral saçları vardı. Yaşına göre ufak tefek bir tipti ve üstelik benim yaşımdaydı –madem sordunuz söyleyeyim– on beşi yarılamıştı. Ve benden neredeyse bir kafa boyu kısaydı. Dahası, omuzlarını düşürüp kamburunu çıkardığında, iyiden iyiye küçülüyordu. “Görmeliydiniz,” dedi heyecandan parıldayan gözlerle. “İşe yaradı. Gerçi bunun mümkün olduğunu biliyordum, ama yine de pek ümidim yoktu.” Kuşku dolu bakışlarımızı görmezden geldi. “Önce rahatlayıp gevşemesini sağladım ve onu hipnotize ettim. Televizyonda yaptıkları gibi ‘uyu’ dememe bile gerek kalmadı. Gevşer gevşemez, gözleri kapandı ve bedeni adeta bir... pelteye dönüştü. Doğrusunu isterseniz, hipnotize olduğunda, ona ne yaptırmak istediğime bile karar vermemiştim henüz. Ben de ona okula geç kaldığını söyledim –saat akşamın sekiziydi– ve aniden panik içinde koşturmaya başladı. Eşyalarını deli gibi okul çantasına tıkıştırıyor, çalmayan saat alarmından şikâyet ediyordu.” Danny başını iki yana salladı. “Müthiş bir andı,” dedi. Birimizin bir şeyler söylemesini bekledi. Ve bekledi. Sadece Simon McCormack, Lilly Dartington, Danny ve ben vardık. Hepimiz küçük Millgrove kasabasının aynı sokağında yaşıyorduk. Ve aşağı yukarı aynı yaşlarda olduğumuz için de, genellikle birlikte takılırdık. 18
O gün de duraktaydık; parkın yanındaki otobüs durağında. Uzadıkça uzayan şu puslu yaz günlerinden biriydi. Mahallenin çocukları için bir buluşma noktasıydı durak. Birlikte takılıp beceriksiz grafiti denemeleri yaptığımız ve genellikle de zaman öldürdüğümüz bir yer. Durağın yanındaki parkı geçince Metodist kilisesi vardı ve onun hemen yanında ise, komşu köy olan Crowley’deki liseye başlamadan önce gittiğimiz okul. Millgrove’da yapılacak pek bir şey yoktu. Henüz kapsama alanı geniş bir baz istasyonumuz olmadığı için, cep telefonlarının çalışmadığı kör bir noktada kalıyordu kasabamız. Kısacası, koca ülkede cep telefonu bağımlısı olmayan son birkaç kasabadan biriydik. Gerçi yakın zamanda yeni bir baz istasyonu kurulacağı ve böylece yirmi birinci yüzyılla aramızdaki mesafeyi kapatacağımıza dair söylentiler dolaşıyordu. Kasabada küçük bir oyun sahası da var, ama daha büyük çocuklar sigara içip içki şişesinin dibini bulma konusunda talim yaptıkları için, biz genellikle oradan uzak dururduk. Üç tane de dükkân var – “Mutlu Müşteri” adında, tek bir mutlu müşterisi bile olmayan market zincirinin şubesi, bir kasap dükkânı ve bir de gazete bayii. NOT – “Mutlu Müşteri” Dönemin çelişki sevdasına örnek teşkil eden market zinciri! Bir nevi oksimoron! Oksimoron: Birbiriyle çelişen iki kelimeden oluşan tamlama. Diğer örnekleri: “Canlı cenaze”, “Korkunç güzel”, “Realite TV”, “Sabit değişken”, “Dürüst politikacı” ve “Dost kazığı”.
19
Durak, kasabanın tam göbeğinde, dükkânlara yakın bir noktadadır ve üstü kapalı olduğu için, İngilizlerin meşhur yaz yağmurundan da korunaklıdır. Simon ve ben yıllardır arkadaşız. Doğrusu, arkadaşlığımızın nasıl başladığını bile hatırlamıyorum. Elbette bir sürü ortak noktamız ve ilgi alanımız var, ama bunların hepsi sonradan olan şeyler... Yani zaman içinde keşfettiğimiz şeyler. O yüzden, tüm bunlar bir yana, dost olmamızı sağlayan başka bir şey... bilemiyorum... bir tür içgüdü falan olmalı. Biriyle dost olmadan, neden dost olduğumuzu keşfedemeyiz ki. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar misali, bu kısır paradokslarla insan rahatça kafayı yiyebilir aslında. Simon ve Lilly bir süredir çıkıyorlar ve Simon benim en yakın arkadaşım olduğu için, bugünlerde sık sık peşlerine takılıyormuşum gibi bir durum söz konusu. Dostunu paylaşmaya alışmak zormuş... Üstelik... üstelik Lilly’yle aramın çok iyi olduğu da söylenemez aslında. Danny ise benim yan kapı komşum ve adeta peşimden ayrılmayan kuyruğum. Tabii yine bilmediğim sebeplerden ötürü. Simon’la ikimiz onunla sürekli dalga geçeriz, ama Danny hiç aldırmaz. O gün de, olabildiğince az enerji sarf ederek birlikte vakit öldürmeye çalıştığımız günlerden biriydi işte. Ve sonra Danny, ablasını hipnotize ettiğini söyledi tabii ki. Simon, Danny’nin bu duyurusuna karşılık olarak, hepimizin duygularını özetleyen kuşku dolu bir bakış fırlattı. “Annette’i hipnotize mi ettin?” diye sorarken, bakışlarından artakalan birazcık kuşku kaldıysa bile, onu da iğneleyici ses tonuna yansıtmayı ihmal etmedi. Hatta sonunda patlattığı kahkaha da cabasıydı. 20
Bu alaycı tavrı hiç üzerine alınmayan Danny, evet anlamında başını salladı. “Bu konu üzerine sürüyle kitap okudum. Paul McKenna ve Derren Brown’ın bir sürü DVD’sini izledim. Bu seneki yetenek yarışmasında ortalığı kasıp kavuracağım. Sahnede ufak bir hipnoz gösterisi yapabilirim diye düşündüm. Bilirsiniz işte, birkaç kişiyi köpek gibi havlatmak ya da elma yer gibi soğan yedirtmek örneğin.” Simon homurdandı. Kasabanın gelenekleri arasında Millgrove Yetenek Yarışması, açık ara en tuhaf olanıydı. Kraliçe Victoria İngiltere tahtına oturduğundan beri her yaz, Millgrove halkı kasaba parkında toplanıp bu yarışmaya katılıyordu – sadece II. Dünya Savaşı’nda iki yıllık bir ara verilmişti. Hatta I. Dünya Savaşı’nda, kasabanın erkekleri siperlerde can verirken bile, bu gelenek devam etmişti. Yerel halk öykülerinde, yetenek yarışması denen şeyin bir kız için kapışan iki çiftçi arasındaki anlaşmazlık yüzünden başladığı anlatılır. Sorunu çözebilmek için düelloya tutuşmak yerine, her biri kız için bir şarkı yazmış ve sonra da, kasaba meydanında, jürinin, yani bütün kasabalıların önünde marifetlerini sergilemişler. Artık o iki çiftçinin adı bile hatırlanmıyor belki, ama kozlarını paylaşma yöntemlerinin benzer bir versiyonu yüz yıl önce yeniden hayat bulmuş ve günümüze kadar ulaşmış: Yetenek yarışması! Kasabada bu yarışmaya gösteri hazırlamak için haftalarca, hatta bazı durumlarda aylarca hazırlık yapanlar olurdu. (“Gösteri” elbette cömert bir sözcük. Ne de olsa çoğu, amatör karaokelerdi.) Büyük ödül ise, eski püskü, döküntü bir kupa ve birkaç hediyelik eşyadan ibaretti. Hatta o hafta gündem çok yoğun değilse, kazananların kameraya sırıtırken çekilmiş bir fotoğrafının, Cambridge Akşam Postası’nda çıkması bile mümkündü. 21
Bir gün herkes on beş dakikalığına şöhret olacak dememiş miydi birisi? Millgrove’da bu süre on beş saniye kadardı. Benim içinse, yetenek yarışması her zaman bir parça sinir bozucu olmuştu. Sekiz yaşındayken, sürekli fıkralar anlatıp espriler patlatarak herkesi güldürdüğüm için olsa gerek, babam yarışmaya katılıp stand-up gösterisi yapmamı önermişti.
NOT – “Espri patlatmak” Andrea Quirtell’a göre, mizah, çağın dehşetleriyle baş etmek için önemli bir mekanizmaydı. Hatta o çağlarda, mesleği “komedyenlik” olan insanlar bile vardı. Quirtell, mizahın da çeşitleri olduğunu söylüyor. Örneğin, bunlardan biri de “kelime oyunları”. Yani yazılışı ve söylenişi bir, ama anlamları farklı kelimelerden, ya da çift anlamlı, lastikli sözcüklerden yola çıkarak yapılan espriler. Örnek: “Ben o dala, sen bu dala” (Sen budala). Immanuel Kant, insanların şakalara gülmesini, “Gülmek, gerginlik
yaratan
bir
beklentinin
boşa
çıkmasının
sonucudur,” diye açıklamış. Onunla aynı fikirde olmayan Quirtell ise şöyle diyor: “Gülmek, bir ırkın büyümeyi reddetmesinin sonucudur.”
Sonuçta, yetenek yarışmasında sahnede kaldığım süre, hayatımın en utanç verici dakikalarıydı. Hatta ilk kez bir kız arkadaşımı (adı Katy Wallace’tı ve ilişkimiz sadece üç hafta sürmüştü) ailemle tanışması için eve getirdiğimde, annemin bebeklik fotoğ22
raflarımı ortaya döktüğü o rezil dakikalardan bile daha utanç vericiydi. Birkaç fıkra bilmekle stand-up komedyeni olmak arasında devasa bir fark olduğunu işte böyle öğrenmiştim. Doğru dürüst bir tane bile espri yapamamıştım. Bir fıkranın en can alıcı yerini elime yüzüme bulaştırmış, bir sonrakinin ise daha en başında bocalayıp gerisini getirememiştim. Gözünü üzerime dikmiş olan yüzlerce insanın karşısında nutkum tutulmuş, kan ter içinde öylece kalakalmış, panik atak geçirmiştim. Zaten o günden sonra, bir daha yetenek yarışmasına katılmadım. Aslında katılmak şöyle dursun, mecbur kalmadıkça izlemeye bile gitmiyorum. Görünüşe bakılırsa, gitmemek için her zaman bir mazeretim oluyor. Çoraplarımı eşleştirmek, ya da çizgi romanlarımı düzenlemek gibi. Bilirsiniz işte, çok önemli işler! Dolayısıyla, Danny o gün durakta, “İzlemeye gelirsiniz, gelirsiniz, değil mi?” diye sorarken, sesinde ümitsizliğe yakın bir tonlama vardı. Danny’nin “Ben hipnozcuyum” konulu nutku boyunca, bakışlarını Simon’ın boyun bölgesinden ayırmamış olan Lilly, nihayet başını çevirip, “Hayatta kaçırmam,” dedi. Ben de evet anlamında başımı salladım. Hatta bir yanım Danny’nin başarılı olmasını bile istiyordu. Herkese şaşkınlıktan küçükdilini yutturmasını. Bütün kasabanın ondan bahsetmesini. Hatta belki Cambridge Akşam Postası’nda fotoğrafının çıkmasını bile! Ama bir diğer yanım –pek gurur duymasam da– gerçekten başarısız olmasını istiyordu. Rezil kepaze olmasını, utançtan yerin dibine geçmesini! 23
Bu tıpkı şeytan kovmak, eski bir hayaletten kurtulmak gibi bir şeydi. Benim için bir tür terapi olacaktı. “Elbette,” dedim. “Orada olacağım.” Lilly, bana garip bir bakış fırlattı. Ve güneşin önünden geçen bir bulut misali, yüzünde bir an için tuhaf bir ifade belirdi. Öyle ki, aniden bir tedirginlik kaplamıştı içimi. Lilly, benim görmem ya da hissetmem gereken ama hissedemediğim bir şeyi mi fark etmişti? Soran gözlerle tek kaşımı havaya kaldırıp baktım, ama Lilly başını çevirince, bütün şaşkınlığım ve sersemliğimle öylece kalakaldım. Şaşkınlık, sersemlik ve bir şey daha. Kötü bir şeyler olacağına dair karanlık bir his – yaklaşan fırtınanın kokusu.
24