facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari
Ormaie 8.XI.43 JB-S BEN BİR KORKAĞIM. Kahraman olmak istiyordum ve öyleymişim gibi davrandım. Zaten oldum olası, mış gibi yapmakta çok iyiyimdir. Hayatımın ilk on iki yılını, beş ağabeyimle birlikte Stirling Köprüsü Savaşı’nda oynayarak geçirdim. Kız olmama rağmen, en kışkırtıcı savaş konuşmalarını ben yaptığım için atalarımızdan biri olması gereken William Wallace olmama izin veriyorlardı. Tanrım, geçen hafta çok denedim. Tanrım, denedim. Ama şimdi bir korkak olduğumu biliyorum. SS-Hauptsturmführer von Linden’le yaptığım aptalca anlaşmadan sonra, korkak olduğumu biliyorum. Sorduğunuz her soruya cevap vereceğim, hatırladığım her şeyi anlatacağım. Kesinlikle En İnce Ayrıntısına Kadar. İşte yaptığımız anlaşma. Daha net hatırlayayım diye, anlatıyorum şimdi. “Bunu deneyelim,” dedi bana Hauptsturmführer. “Sana nasıl rüşvet teklif edebildiler?” Ben de kıyafetlerimi geri istediğimi söyledim. Şimdi çok önemsiz geliyor. Eminim ki benden “Beni
11
Özgür Bırak” ya da “Zafer” gibi savunmacı veya “Acınacak haldeki Fransız Direnişi’yle oyun oynamayı bırak ve ona haysiyetli, merhametli bir ölüm bahşet,” gibi cömert bir cevap bekliyordu ya da en azından “Lütfen, gidip uyumama izin ver”, “Bana yemek ver”, “Son üç gündür omurgamı bağlı tuttuğun şu demir parmaklıktan kurtar beni” gibi şu anki durumumla daha ilintili cümlelerdi beklediği. Ama uykusuzluğa ve açlığa karşı direnmeye hazırdım; yalnızca bunu zaman zaman ıslak ve kirli iç çamaşırlarımla yapmama gerek yoktu, bu ÇOK UTANÇ VERİCİ. Penye eteğimle yün kazağımın sıcaklığı ve değeri şu an bana vatanseverlikten ve dürüstlükten çok daha fazla şey ifade ediyor. Neyse, von Linden kıyafetlerimi bana tek tek verdi. Tabii ki çok daha önce, kendimi asmayayım diye elimden alınmış olan eşarbım ve çoraplarım hariç. (Bunu denemedim değil). Kazak bana dört set kablosuz şifreye patlamıştı, kodlanmış şiirler, şifreler ve frekanslar. Von Linden hemen ardından kazağımı taksit taksit almama izin verdi. Dehşet verici üç günün ardından beni salıverdiklerinde, kazağım beni hücremde bekliyordu. İlk başta o lanet şeyi üstüme giyemeyecek halde olsam da, üzerime şal gibi örttüm. Bu bile rahatlatmıştı. Sonunda üzerime giymeyi de başardığımda, bir daha asla üzerimden çıkarmayacağımdan emindim. Etek ve bluz bana kazaktan daha azına mal oldu ve ayakkabılarımın her bir teki için de birer şifre dizisi verdim. Toplamda on bir şifre etti. Sonuncusunun karşılığında külotumu almam gerekiyordu. Fark ettim ki, bana her seferinde verdiği kıyafetin sıralaması dıştan içeydi ve verdiği her parçayı giyebilmek için herkesin önünde tekrar soyunma işkencesini yaşamak zorunda kaldım. Aralarında tek izlemeyen oydu ve ona bu muhteşem gösteriyi kaçırdığını
12
söylediğimde beni kıyafetlerimi tekrar almakla tehdit etti. Bu, toplam hasarın gerçekten gözler önüne serildiği ilk andı ve hem onun yarattığı şahesere bakmasını hem de bir süreliğine de olsa ilk kez ayakta durabildiğimi görmesini istiyordum. Sonra bunu külotum olmadan yapmaya karar verdim. Bu durum hem beni külotumu giymek için yeniden striptiz yapma derdinden kurtaracaktı hem de son şifre dizisinin ardından biraz mürekkep, kâğıt ve zaman kazanmıştım. Von Linden iki haftam olduğunu ve ihtiyacım olduğu kadar kâğıt alabileceğimi söyledi. Tek yapmam gereken İngiliz Savaş Çabaları hakkında hatırlayabildiğim her şeyi o kâğıtlara dökmekti. Yapacağım bunu. Von Linden, acımasız olmasına rağmen oldukça kibardı ve haliyle Kaptan Kanca’ya benziyordu. Ben de oyunu kurallarına göre oynayacağına ve sözünü tutacağına olan naif inancımla Peter Pan’ı andırıyordum. Şimdiye kadar öyle yapmıştı. İtirafıma başlamam için bana, bir zamanlar Bordeaux Castle Hotel olan Château de Bordeaux’dan, alınmış kaygan ve kabartmalı mektup kâğıtları verdi. (Eğer parmaklıklı pencereleri ve asma kilitli kapıları kendi gözlerimle görmüş olmasaydım, bir Fransız otelinin bu derece kasvetli olabileceğine asla inanmazdım. Ama siz aynı zamanda güzelim Ormaie şehrini de kasvetli hale getirmeyi başardınız.) Tek bir şifre dizisine dayanmış olmak bile çok geliyordu, ama hainliğimin yanı sıra, von Linden’e ruhuma da verme sözü vermiştim. Neyse, şifreyle ilgili olmayan her şeyi yazmak bir nebze rahatlatacaktı. Kablosuz şifreleri vermekten ölesiye bıkmıştım. Bunları kâğıda dökene kadar da belleğimde bu kadar çok şifre tuttuğumun farkında değildim. Dudak uçuklatıcıydı, gerçekten. SİZİ APTAL NAZİ PİÇLERİ.
13
Bana lanet olsun. Bana her şeyimle lanet olsun. Ne yaparsam yapayım beni sonunda vururdunuz, çünkü düşman ajanlarına yapılan budur. Bizim de düşman ajanlarına yaptığımız budur. Bu itirafı yazdıktan sonra beni vurmazsanız ve ben eve dönmeyi başarırsam, bu kez de işbirlikçi olarak yargılanacağım ve vurulacağım. Ama önümdeki karanlık ve dolambaçlı yola baktığımda bu durumun kolay olduğunu görüyorum, bu çok açık. Geleceğimde ne var, boğazımdan aşağı boşaltılan bir teneke kerosen ve dudaklarıma iliştirilmiş bir kibrit mi? Konuşamayan direniş çocuğu gibi neşter ve asit mi? İğne ipliğe dönmüş vücudumla, diğer iki yüz çaresiz insanla beraber Tanrı’nın bile unuttuğu yerlere giden bir sığır vagonuna atılıp, oraya varmadan susuzluktan ölmek mi? Hayır. Ben o yola gitmiyorum. Bu en kolayı. Diğerleri gözucuyla bakılamayacak kadar ürkütücü. İtirafımı İngilizce yazacağım. Savaşı Fransızca yazacak kadar geniş bir kelime dağarcığım yok, Almancam da o kadar akıcı değil. Birilerinin Hauptsturmführer von Linden için çevirmesi gerekecek. Fräulein Engel yapabilir. İngilizcesi çok iyi. Bana parafin ve kerosenin aynı şey olduğunu açıklayan da oydu. Biz evde parafin diyorduk, Amerikalılar da kerosen diyor. Fransızca ve Almancada da aşağı yukarı benzer şekillerde söyleniyor. (Parafin ya da kerosen, her neyse… Bana harcayacağınız bir litre keroseniniz olduğuna inanmıyorum. Yoksa karaborsaya mı çıkarırsınız? Karşılığında ne istersiniz? Bir İngiliz ajanını idam etmek için yüksek derecede patlayıcı bir litre yakıt. Zaten, bu harcamayı boşa çıkarmamanız için elimden geleni yapıyorum.) Bana, içinde itirafımın da bulunduğu, düşünmem için verilen uzun listedeki ilk maddelerden biri, Avrupa’nın İşgali
14
için kullanılan İngiliz Havaalanı’nın Yeri’ydi. Fräulein Engel bu maddeyi okuduğumda kahkahaya boğuluşuma şahitlik edecektir. Müttefikler’in Avrupa’da Nazilerin bulunduğu hangi yerleri işgal etmeyi planladığına dair bir şey bildiğimi mi sanıyorsunuz? Ben Fransızca ve Almanca bildiğim, hikâyeler uydurmayı iyi becerdiğim için Özel Operasyonlar İdaresi’ndeyim ve bir şekilde yön duygum olmadığı için de Ormaie Gestapo Karargâhı’nda mahkûmum. Beni eğiten insanların, olur da beni yakalarsanız size hiçbir şey söyleyememem için, havalimanlarını umursamam konusundaki telkinlerini ve buraya gelirken kalktığımız havalimanının adının bana söylenmemiş olduğunu düşünürsek... durun hatırlatayım, yardımsever ajanınız, karşıdan karşıya geçerken yanlış yöne baktığım için beni bir Fransız tavuklarıyla dolu bir Fransız minibüsüyle ezerek durdurmak zorunda kaldığında, Fransa’ya geleli kırk sekiz saat bile olmamıştı. Bu da Gestapo’nun ne kadar kurnaz olduğunu gösteriyor. “Tekerleklerin altından kesin ölmüştür diye çıkardığım bu kişi, trafiğin soldan akacağını sanıyormuş. Yani İngiliz olmalı ve muhtemelen de bir Müttefik uçağından Nazilerin bulunduğu Fransız topraklarına paraşütle inmiştir. Şimdi onu casus olduğu gerekçesiyle tutukluyorum.” Kısacası, yön duygum yok. Bazılarımızda bu TRAJİK BİR KUSURDUR ve bende de Herhangi Bir Yerdeki Herhangi Bir Havaalanı’nın Yeri’ni göstermemi imkânsız hale getirir. Biri bana koordinatları verse de durum değişmez. Belki bir şeyler uydururum ve bundan eminmiş gibi yapıp zaman kazanırım, ama önünde sonunda beni yakalarsınız. Operasyonel Kullanımdaki Uçak Tipleri de size bahsedeceğim şeylerden biri. Tanrım, bu liste çok komik. Eğer uçak tipleri hakkında en ufak bir şey bilseydim, beni
15
buraya bırakan pilot Maddie gibi Hava Taşımacılığı Destek Birimi’ndeki uçakları kullanıyor olurdum ya da montajı veya mühendis olarak çalışırdım. Bütün rakamları korkusuzca Gestapo’ya anlatmazdım. (Korkaklığımdan tekrar bahsetmeyeceğim, çünkü bana utanç veriyor. Ayrıca sıkılmanızı ve bu güzel kâğıdı bir kenara fırlatıp, bayılana kadar suratımı buz dolu bir leğende tutmanızı istemiyorum.) Hayır, durun, birkaç uçak tipi biliyorum. Puss Moth’tan başlayarak bildiğim bütün uçak tiplerini söyleyeceğim size. Bu, arkadaşım Maddie’nin ilk uçtuğu uçaktı. Aslında içine ilk bindiği, hatta ilk kez bu kadar yakın olduğu uçaktı. Aslında buraya geliş hikâyem Maddie’yle başlıyor. Beni yakaladığınızda üzerimde kendi kimliğim yerine Maddie’nin Ulusal Sicil Kartı ve pilot ehliyetiyle buraya kadar geleceğimi bilemezdim, ama size Maddie’den bahsedersem buraya nasıl beraber uçtuğumuzu anlayacaksınız. UÇAK TİPLERİ Maddie’nin asıl adı Margaret Brodatt. Elinizde kimliği var, biliyorsunuzdur. Brodatt bir Kuzey İngiliz değil Rus ismi sanırım, çünkü dedesi Rusya’dan gelmiş. Ama Maddie tam bir Stockportlu. Benim aksime, onun mükemmel bir yön duygusu var. Yıldızlarla yön bulabilir ve tahmin yürütebilir, ama bence yön duygusunu kullanabiliyor olmasının sebebi, büyükbabasının ona on altıncı yaş gününde bir motosiklet hediye etmiş olması. Böylelikle Maddie, Stockport’un dışına çıkıp Pennine tepelerindeki el değmemiş topraklarda gezebiliyordu. Hareket eden Teknikolor bir resim gibi üzerlerinde hızla hareket eden bulut kümeleri ve parlayan
16
güneş ışığıyla, yeşil ve çıplak Pennine tepelerini bütün Stockport’un etrafında görebilirsiniz. Biliyorum, çünkü bir seferinde izne çıkıp Maddie’yle büyükanne ve büyükbabasının yanında kalmaya gitmiştik; Maddie beni motosikletiyle Kara Zirve’ye çıkarmıştı ve hayatımın en güzel öğleden sonralarından biriydi. Kıştı ve güneş yalnızca beş dakikalığına yüzünü göstermişti; ondan sonra bile yağış hiç durmadı. Zaten hava tahminleri uçmaya elverişli değildi ve üç günlük izni vardı. Ama beş dakikalığına Cheshire bana yeşil ve ışıltılı görünmüştü. Maddie’nin büyükbabasının bir motosiklet dükkânı vardı ve özellikle de ben gittiğimde, onun Maddie için her zaman kara borsa yakıtı bulunurdu. Bunu anlatıyorum (Uçak Tipleri’yle hiç ilgisi olmasa da), çünkü Maddie için dünyanın tepesindeyken tek başına olmanın ne anlama geldiğini anlattığımda neden bahsettiğimi bildiğimi kanıtlamış oluyorum. Maddie’nin, Beryl adında okulu bırakmış bir arkadaşı vardı ve 1938 yazında Beryl, Ladderal’da bir pamuk değirmeninde çalışmaya başlamıştı. Maddie’nin motosikletiyle pazar pikniklerine gitmeyi çok seviyorlardı, çünkü bu artık birbirlerine görebildikleri tek zamandı. Beryl motosikletteyken, benim yaptığım gibi, ellerini Maddie’nin beline doluyordu. Maddie’nin gözlüğü vardı, fakat Beryl ya da benim için fazladan gözlük yoktu. Haziran ayının, bu bahsettiğim pazar gününde, Beryl’in atalarının inşa etmiş olduğu duvarların arasındaki yollardan geçerek ve çıplak bacakları çamurla kaplanarak Highdown Rise’a çıktılar. Beryl’nin en güzel eteği o gün mahvolmuştu ve babası bir sonraki haftalığıyla ona yenisi aldıracaktı. Beryl, Maddie’nin kulağına, “Büyükbabanı seviyorum,” diye bağırdı. “Keşke benim dedem olsaydı.” (Keşke benim
17
de.) “Sana doğum gününde bir Silent Superb* vermiş olması harika!” “O kadar da sessiz değil,” diye cevap verdi Maddie omzunun üstünden bağırarak. “Aldığımda zaten yeni değildi, şimdiden beş yaşında. Bu yıl motorunu yeniletmem lazım.” “Deden senin için yapamaz mı bunu?” “Ben motoru sökene kadar bana vermez bile. Ya tek başına yapmam gerekiyor ya da hiç.” “Onu yine de seviyorum,” diye bağırdı Beryl. Highdown Rise’ın yüksek yeşilliklerini yararak geçtiler. Traktör uğultuları, çiftlik duvarları, otlayan koyunlar… Böyleymiş gibi hatırlıyorum. Ne zaman bir köşeyi dönsek ya da bir tepeyi aşsak, yine önümüze uçsuz bucaksız, yemyeşil uzanan Peninnes çıkıyordu. Güney Manchester’daki fabrika bacaları, mavi gökyüzüne siyah dumanlar salıyordu. “O zaman bir beceri sahibi olacaksın,” diye bağırdı Beryl. “Ne sahibi?” “Beceri.” “Tamirat becerisi!” diye söylendi Maddie. “Bu bir beceridir. Servis araçlarını yüklemekten daha iyi üstelik.” “Onları yüklemek için para alıyorsun,” diye geriye doğru bağırdı Maddie. “Ben para almıyorum.” Önlerindeki ovada yağmurdan oluşan su birikintileri ve bu haliyle minyatür Highland gölleri gibi görünüyordu. Maddie motoru yavaşlattı ve sonunda durmak zorunda kaldı. Ayağını yere koydu; eteği kalçalarına kadar sıvanmıştı ve hâlâ vücudunda Superb’in güvenilir ve aşina gürültüsünü hissediyordu. “Kim bir kıza tamirat işi verir ki?” diye sordu Maddie. “Büyükbabam
18
daktilo kullanmayı öğrenmemi istiyor. Sen en azından para kazanıyorsun.” Hendeklerle dolu ovayı geçebilmek için motosikletten inmek zorunda kaldılar. Ardından bir yükselti daha çıktı karşılarına ve tarla sınırlarına arasına konmuş bir çiftlik kapısına denk geldiler. Maddie sandviçlerini rahatça yesinler diye motosikleti taş duvara dayadı. Birbirlerine bakıp üzerlerindeki çamurlara güldüler. “Baban ne diyecek bakalım!” diye bağırdı Maddie. “Peki ya senin deden?” “O alışık.” Maddie, Beryl’in pikniğe “abur cubur” dediğini söylemişti. Beryl’in teyzesinin her çarşamba üç aile için pişirdiği tam tahıllı ekmekten kesilmiş kalın dilimler ve elma büyüklüğünde soğanlardan yapılmış turşu. Maddie’nin sandviçleri, büyükannesinin onu her cuma gönderdiği fırın olan Reddyke’tan alınmış çavdar ekmeğine yapılmıştı. Soğan turşusu, Maddie ve Beryl’in konuşmalarını susturmuştu, çünkü çiğneme sesleri kafalarında öyle bir yankılanıyordu ki, birbirlerini duymalarına imkân yoktu. Ayrıca sirke patlamasından boğulmasınlar diye de lokmalarını dikkatli yutmalarını gerekiyordu. (Belki de Büyük Şef Yüzbaşı von Linden için soğan turşusu da iyi bir araç olabilirdi. Hem aynı zamanda mahkûmların karnı da doymuş olurdu.) (Fräulein Engel, Yüzbaşı von Linden’in de okurken haberi olsun diye, kendi aptal şakama gülmekten kalemin ucunu kırdığımı ve yirmi dakika boyunca yazmayı bıraktığımı anlatmamı istedi. Birinin bize kalemin ucunu sivriltmek için bıçak getirmesini beklemek zorundaydık, çünkü Bayan Engel’in beni tek başıma bırakmasına izin verilmiyordu. Bunun üzerine bir beş dakikayı daha boşa harcadım, çünkü
19
yeni ucu da kırdım ve SS-Scharführer Thibaut kafamı sabit tutarken Bayan E. kalemi yüzüme o kadar yakın bir mesafede açtı ki, pislikler gözüme kaçtığı için ağlamaya başladım. Bu beni gerçekten de çok germişti. Artık gülmüyordum ve ağlamıyordum; çok fazla bastırmamaya karar vermiştim.) Neyse, savaştan önceki Maddie’yi düşünüyorum da, özgür ve evinde, ağzı soğan turşusuyla dolu, sadece üzerlerinden bir uçak geçtiğinde onun gürültüsüne ve dumanına bakan bir kızdı. Uçak, bir Puss Moth’tu. Size biraz Puss Moth’lardan bahsedeyim. Hızlı, hafif ve tek düzlemli uçaklardır, yani tek kanatları vardır. Tiger Moth (hatırladığım diğer tip) büyük bir uçaktır onun iki set kanadı vardır. Puss Moth’un kanatlarını kamyonla taşımak ya da bir yerde depolamak için kıvırabilirsiniz. Kokpitinden süper bir manzarası vardır ve pilot dışında iki yolcu daha alır. Ben birkaç kez buna yolcu olarak binmiştim. Bunun bir üst modeline de sanırım Leopard Moth deniyor (bir paragrafta üç uçak adı birden geçirdim!). Highdown Rise’ın üzerinde uçan, Maddie’nin ilk kez karşılaştığı bu Puss Moth boğularak ölmek üzereydi. Maddie bunun sirkte ringin hemen yanındaki koltukta oturmak gibi olduğunu söylemişti. Yüz metre yükseklikteki uçakla, o ve Beryl motorun her detayını görebiliyordu: Her tel, keten kanatları tutan her payanda, rüzgârda işlevsizce her dönüşlerinde parıldayan ahşap pervane kanatları. Uçağın egzozundan mavi duman bulutları çıkıyordu. “Yanıyor!” diye bağırdı Beryl, hem keyif hem de panik duygusuyla. “Yanmıyor; yağ yakıyor!” dedi Maddie, çünkü bu işlerden anlıyordu. “Eğer biraz kafası çalışıyorsa, her şeyi kapatır ve yanma durur. Sonra da aşağı doğru süzülerek iner.”
20
Uçağı izlediler. Maddie’nin tahmini doğru çıktı; motor durdu ve duman kayboldu. Pilot da belli ki hasarlı uçağı onların tam önüne indirmek için plan yapıyordu. Orası ekilip biçilmemiş, işlenmemiş bir otlaktı ve o an otlakta hiç hayvan yoktu. Kafalarının üzerindeki kanatlar bir yelkenli gibi üzerlerinden süzülürken bir saniyeliğine güneşi kesti. Uçağın son geçişi öğle yemeklerini olduğu gibi yere dökmüştü. Havada uçuşan kahverengi ekmek kırıntıları ve kese kâğıdı parçaları, mavi dumanın içinde şeytanın konfetisi gibi görünüyordu. Maddie, eğer havaalanında olsaydı bunun iyi bir iniş olarak görüleceğini söyledi. Hasarlı uçak, bu işlenmemiş otlakta hoplaya hoplaya otuz yarda kadar sürüklendi ve sonra burnunun ucunda durdu. Maddie alkışlamaya başladı. Beryl onun ellerini tutup bir tanesine vurdu. “Seni aptal şey! Yaralanmış olabilir! Ne yapacağız şimdi?” Maddie’nin aklında alkışlamak yoktu. Bunu düşünmeden yapmıştı. Onun gözünün önüne gelen kıvırcık saçlarını geriye atıp altdudağını kemirmeye başlayarak kapıdan atlayışı ve inen uçağın yanına koşuşu hâlâ gözümün önünde. Alev filan yoktu. Maddie, kokpiti görebilmek için Puss Moth’un burun kısmına doğru gitti. O kaba ayakkabılarından biriyle uçağın gövdesini (sanırım böyle deniyordu) kaplayan kumaşa bastı ve bunu isteyerek yapmadığı için de ezilip büzüleceğine bahse bile vardım. Kapıyı açtığında çok terlemiş ve rahatsız olmuştu; uçağın pilotundan bir açıklama bekliyordu, ama pilotun yarı açık emniyet kemeriyle şuuru kapalı şekilde baş aşağı durduğunu görünce utançla karışık bir rahatlama yaşadı. Maddie kendisine çok yabancı gelen
21
motor kontrollerine baktı. Yağ basıncı yoktu (bana bunların hepsini anlatmıştı). Valf kapalıydı. Yeterince iyi. Maddie emniyet kemerini çözdü ve pilotun aşağı düşmeni sağladı. Beryl de orada pilotun hissiz bedenini tutmak için hazır bekliyordu. Maddie için uçaktan inmek, sabahları uyanmaktan çok daha kolaydı ve sıçrayarak yere indi. Pilotun kaskını çözdü ve gözlüklerini çıkardı; Beryl de o da izci olduğu için ilkyardımla ilgili bir şeyler biliyorlardı. En azından nefes alıp almadığından emin olabilirlerdi. Beryl kıkırdamaya başladı. “Aptal olan kimmiş acaba?” diye bağırdı Maddie. “Bu bir kız!” diye gülmeye başladı Beryl. “Kız!” Maddie Silent Superb’iyle çiftliğe yardım getirmeye giderken, Beryl de şuuru kapalı kızın başında bekledi. Kendi yaşlarında, hayvan gübresi karıştıran iki güçlü kuvvetli kız buldu. O sırada çiftçinin karısı da ilk mahsul patatesleri ayırıyor ve mutfağın eski taş zemininde yapboz yapan kızlara söyleniyordu (ya pazar günüydü ya da çamaşırları kaynatıyorlardı). Arama kurtarma timi gönderilmişti. Maddie motosikletiyle yolun daha aşağısına, tepenin bir bar ve telefon kulübesi bulunan eteğine yollanmıştı. Çiftçinin karısı Maddie’ye kibarca, “Onun ambulansa ihtiyacı var tatlım,” demişti. “Eğer uçak kullanıyorsa, hastaneye gitmeli.” Tüm bu cümleler telefon bulmaya giderken Maddie’nin kafasında yankılanıyordu. “Eğer yaralıysa hastaneye gitmeli,” değil, “Eğer uçak kullanıyorsa, hastaneye gitmeli.” Uçan bir kız! diye düşündü Maddie. Uçak kullanan bir kız!
22
Hayır, diye kendi kendini düzeltti Maddie. Uçak kullanan bir kız değil, uçağı otlağa indiren bir kız. Ama baştan uçurmuştu. İnebilmesi (ya da yere çakılması) için onu uçurmuş olması gerekiyor. Bu Maddie’ye mantıklı gelmişti. Ben motosikletimi hiçbir yere çarpmadım, diye düşündü. Uçak da uçurabilirim. Bildiğim birkaç uçak tipi daha vardı, ama aklıma gelen Lysander oldu. Maddie’nin beni buraya gelirken kullandığı uçak bu modeldi. Beni fırlatmak yerine, uçağı yere indirmesi gerekiyordu. Yolda uçak alev aldı ve bir süre kuyruğumuz alev topu halindeyken devam ettik, ancak uçağın kontrolünü kaybedince inmeyi denemeden önce beni fırlattı. Onun inişini görmedim. Ama alanda çektiğiniz fotoğrafları bana gösterdiniz ve artık onun uçağının yere çakıldığını biliyorum. Uçak, bir uçaksavar tarafından vurulmuşsa, bu konuda pilotu suçlayamazsınız. ANTİSEMİTİZM İÇİN BİRAZ İNGİLİZ DESTEĞİ Puss Moth kazası pazar günü olmuştu. Beryl ertesi gün Ladderal’daki işine geri döndü. Kalbim öyle derin bir acı ve kıskançlıkla burkuldu ki, Beryl’in Manchester’ın sanayi mahallesinde birayla sarhoş olan bir adamla büyüttüğü sümüklü bebeklerini ve servisleri yükleyerek geçen uzun yaşamını aklıma getirince, dökülen gözyaşlarımla bu sayfanın yarısını mahvettim. Elbette bu 1938’deydi ve o zamandan beri her yer bombalandığı için belki de Beryl ve çocukları çoktan ölmüştü, böyle bir durumda da benim kıskançlık gözyaşlarım çok bencilce olurdu. Kâğıt için üzgünüm. Bayan
23
E. ben yazarken omzumun üzerinden bana bakıyor ve herhangi bir bahaneyle hikâyemi yarıda bırakmamamı söylüyordu. Ertesi hafta boyunca Maddie, Lady Macbeth’in zihinsel yırtıcılığıyla gazete kupürleri yığınının arasından pilotun hikâyesini bir araya getirdi. Pilotun adı Dympna Wythenshawe’ydi (çok aptalca olduğu için adını gayet iyi hatırlıyorum). Sir Bilmem Ne Wythenshawe’nin küçük, şımarık kızıydı. Cuma günü, akşam gazetesinde birçok hakaret edici haber vardı, çünkü hastaneden taburcu olur olmaz, Puss Moth tamir edilirken o, diğer uçağıyla (bir Dragon Rapide, ne kadar zekiyim) keyif uçuşlarına başlamıştı bile. Maddie büyükbabasının kulübesinde, çok sevdiği ve hafta sonu gezintileri için çokça bakıma ihtiyacı olan Silent Superb’inin yanında yere oturmuş, gazetelerle boğuşuyordu. Japonya ve Çin arasında her an patlak vermesi muhtemel savaşla ve Avrupa’daki olası savaşla ilgili sayfalar dolusu kasvet dolu haberler vardı. Highdown Rise’daki çiftçinin otlağına burun üstü çakılan Puss Moth geçen haftanın haberiydi, ama cuma günü olmasına rağmen uçağın tek bir fotoğrafı yoktu; sadece sayfanın en üstünde duran, alaycı bir yüz ifadesine sahip o aptal Faşist Oswald Mosley’den daha güzel göründüğü, uçuşan saçlarıyla verdiği mutlu bir poz vardı. Maddie elindeki kakao fincanıyla onun üzerini kapattı ve Catton Park Havaalanı’na en kısa yoldan nasıl gidebileceğini düşündü. Hatırı sayılır bir mesafeydi ve yarın yine cumartesiydi. Maddie ertesi sabah Oswald Mosley haberine yeteri kadar ilgi göstermemiş olduğu için üzgündü. Orada, Stockport’taydı ve Cumartesi Pazar’ının başında, St. Mary Kilisesi’nin önünde konuşuyordu ve aptal, faşist destekçileri
24
de onunla tanışmak için Belediye Binası’nda başlayıp St. Mary Kilisesi’ne kadar yürüyüş yaparak trafiğe ve kargaşaya sebep oluyordu. O sıralarda anisemitizm naralarını biraz hafifletmişlerdi ve buluşma barış adına olacaktı. İster inanın, ister inanmayın, insanları bunun iyi bir fikir olduğuna inandırmayı denemek, Almanya’daki aptal faşistlerle işleri daha samimi şekilde yürütmek için iyi bir fikirdi. Mosleyciler’in artık o zevksiz, sembolik, siyah gömleklerini giymelerine izin verilmiyordu; artık politik üniformalarla halk yürüyüşü yapılmasıyla ilgili bir kanun vardı ve bu kanun, Mosleyciler’in Londra’daki Yahudi mahallelerinde yürüyüş yaptıktan sonra ayaklanma çıkarmalarını durdurmak için kondu. Ama yine de Mosley’i desteklemeye devam edeceklerdi. Onun sevenlerin oluşturduğu mutlu ve ondan nefret edenlerin oluşturduğu öfkeli bir kalabalık ve Cumartesi Pazar’ından alışveriş yapmaya gelmiş, elleri sepetli kadınlar vardı. Polisler, hayvanlar vardı. Polislerin bazıları at üstündeydi, bir koyun sürüsü ve koyunların arasında da at tarafından çekilen bir süt ineği, köpekler, muhtemelen kediler, tavşanlar, tavuklar ve ördekler de vardı. Maddie, Stockport Yolu’na çıkamıyordu (Adı bu muydu, bilmiyorum. Belki de doğru isimdir, çünkü güneyden gelen anayol bu. Benim yönlerime asla güvenmeyin). Maddie gittikçe kalabalıklaşan topluluğun başında bekledi durdu, bir boşluk arıyordu. Yirmi dakika sonra sıkılmaya başladı. Artık arkadan ittirenler de olmaya başlamıştı. Motoru ayaklarıyla idare ederek gitmeyi denedi ve birine çarptı. “Off! O motosikleti nereye ittiğine dikkat et!” “Özür dilerim!” dedi Maddie. Haydutlar, tutuklanacaklarını bile bile siyah gömlek giyenler, havacılar gibi saçlarını Brylcreem’le geriye yatırmış
25
olan insanlardan oluşuyordu kalabalık. Maddie’yi tepeden tırnağa süzüyorlardı ve onlar için kolay lokma olacağına hiç şüphe yoktu. “Güzel motosiklet.” “Güzel bacaklar!” Birisi burnundan tıslayarak güldü. “Güzel…” Çok çirkin, ağza alınmayacak bir şey söyledi ve ben o kelimeyi buraya yazmıyorum, çünkü hiçbirinin bunun İngilizcede ne anlama geldiğini bilmiyorsunuzdur. Almanca ya da Fransızca karşılığını da bilmiyorum. Haydut tipli herif bunu beni kışkırtmak için kullanmıştı ve işe yaramıştı. Maddie az önce ona vurmuş olduğu ön tekeri geri çekip bir kez daha vurdu ve adam da koca elleriyle Maddie’nin ellerini de içine alarak gidonu tuttu. Maddie direndi. Motosikletin üzerinde bir süre itiştiler. Çocuk gitmeyi reddediyordu ve arkadaşları gülüyordu. “Senin gibi bir genç kızın neden böyle kocaman bir erkek oyuncağına ihtiyacı olsun ki? Nereden buldun bunu?” “Motosiklet dükkânından, nereden olacak?” “Brodatt’ın Yeri,” dedi içlerinden biri. Şehrin o tarafında sadece bir tane vardı. “Demek ki Yahudilere de motosiklet satıyor.” “Belki de bu bir Yahudi motosikletidir.” Belki bilmiyorsunuzdur, ama Manchester ve civar banliyölerin ciddi bir Yahudi nüfusu var; kimse de umursamıyor. Birkaç aptal faşistin umursadığı çok açık, ama sanırım siz ne demek istediğimi anladınız. Rusya’dan ve Polonya’dan, daha sonraları Romanya ve Avusturya’dan, tüm Doğu Avrupa’dan on dokuzuncu yüzyıl boyunca gelmişler. Müşterilerinin kim olduğu konuşulan motosikletçi dükkânı, Maddie’nin büyükbabasının otuz yıldır işlettiği yer. Orayı o
26
kadar iyi işletti ki, Maddie’nin alıştığı haliyle stil sahibi büyükbabası, onları Grove Green’de şehrin kenarında büyük, eski bir evde, bir bahçıvan ve hizmetçiyle yaşatabildi. Neyse, bu tipler Maddie’nin büyükbabasının dükkânıyla ilgili zehir saçmaya başladığında, Maddie cahilce onlarla kavgaya girdi ve “Bir düşünceyi tamamlamak için üç kişi mi olmanız gerekiyor? Yoksa baştan yeterli zaman verilirse tek başınıza da yapabiliyor musunuz?” diye sordu. Motosikleti ittiler ve Maddie motosikletle beraber düştü. Çünkü zorbalık aptal faşistlerin en iyi becerdiği şeydi. Kalabalık caddedeki diğer insanların gürültüsü zorbalığı artıyordu ve küçük haydut çetesi bir kez daha gülüp gitti. Maddie, arkası dönük olmasına rağmen burnundan tıslayarak gülen adamı diğerlerinden ayırabiliyordu. Onu yere itenden daha fazlası yardıma gelmişti; işçi, bebek arabalı kız, bir çocuk ve sepetli iki kadın. Kavga etmiyor ya da birbirlerine müdahale etmiyorlardı; ama Maddie’nin ayağa kalkmasına ve sütünü temizlemesine yardım ettiler. İşçi olan adam Silent Superb’e de el attı. “Bir şey olmamış, değil mi hanımefendi?” “Güzel motosiklet!” Bunu söyleyen çocuktu. Annesi hemen, “Hey, sen sus bakayım!” dedi, çünkü siyah gömlekli gençliğin yarattığı muazzam yankı bitmişti. “Güzelmiş,” dedi adam. “Eskimeye başladı,” dedi Maddie mütevazı bir şekilde, “ama memnunum.” “Dizlerini doktora göster tatlım,” dedi sepetli kadınlardan biri.
27
Maddie kendi kendine, uçakları düşündü: Siz bekleyin, aptal faşistler. Kendime bundan daha büyük bir oyuncak alacağım. Maddie’nin insanlığa olan inancı yenilenmişti ve kalabalığı yararak Stockport’un çakıltaşlı yollarına çıktı. Sokakta bağıra çağıra futbol oynayan çocuklardan ve anneleri alışverişteyken kilimleri silkeleyen, dış kapıların merdivenlerini fırçalayan, saçları toz bezleriyle bağlı kızlardan başka kimse yoktu. Eğer onları biraz daha düşünürsem, kıskançlıktan ağlayacağıma ya da orta yerimden çatlayacağıma yemin edebilirim. Fräulein Engel bir kez daha omzumun üzerinden bakıyordu ve benden “aptal faşist” yazmayı bırakmamı istedi, çünkü Hauptsturmführer von Linden’in bundan hoşlanmayacağını düşünüyordu. Bence Yüzbaşı, von Linden’den biraz korkuyordu (onu kim suçlayabilir ki?) ve bence Scharführer Thibaut da ondan korkuyordu. İNGİLİZ HAVAALANLARININ YERİ Catton Park Havaalanı’nın Ilsmere Limanı’nda olduğunu yazmamı istediğinize gerçekten inanamıyorum, çünkü son on yıldır orası İngiltere’nin kuzeyindeki en yoğun havaalanıydı. Orada uçaklar inşa ediyorlar. Savaştan önce orası sivil uçuş kulübüydü ve yıllarca Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin üssü oldu. Lokal Kraliyet Hava Kuvvetleri filosu 1936’dan beri o havaalanından bombardıman uçakları kaldırıyor. Şu an orayı ne olarak kullandıklarıyla ilgili sizin tahmininiz de benimki kadar iyi, hatta belki biraz daha iyi (Baraj balonları ve uçaksavarlarla çevrili olduğuna hiç şüphem yok). Maddie, o
28
cumartesi sabahı oraya vardığında düşüncesizce (bu kendi tanımı) etrafa bakmaya başladı; önce şimdiye dek bir arada gördüğü en büyük ve en pahalı arabaların olduğu otoparka, sonra da en büyük uçak koleksiyonunu barındıran gökyüzüne. İzlemek için çite yaslandı. Birkaç dakika sonra uçakların çoğunun belli bir düzeni takip ettiğini fark etti; inişe geçiyorlar ve sonra yeniden havalanıyorlardı. Yarım saat sonra hâlâ orada durmuş, izliyordu ve pilotlardan birinin acemi olduğunu, yere tamamen inmeden önce uçağının iki metre havaya sıçradığını, başka birinin de çılgın manevralarla pratik yaptığını, bir diğerinin de sırayla insanları uçurduğunu söyleyebilirdi. Bir an yerde, beş dakika havada, sonra yine yerde, sizden iki şilini alıp gözlükleri diğer müşteriye verir haldeydi. Huzursuz barış döneminde askeri ve sivil pilotlar pisti sırayla kullanırken çok kalabalık görünüyordu, ama Maddie kararlıydı ve uçuş kulübüne giden tabelaları takip etti. Tesadüfen asıl aradığı kişiyi bulmuştu, bu çok kolay oldu; çünkü Dympna Wythenshawe alandaki tek boş pilottu ve pilot kulüp evinin önünde sıralanmış, rengi soluk sandalyelerde tek başına oturuyordu. Maddie pilotu tanımadı. Ne gazetelerdeki havalı haline ne de geçen pazar Maddie’yle beraber onu kokpitte baş aşağı sallanırken buldukları haline benziyordu. Dympna da Maddie’yi tanımadı, ama neşeli bir şekilde, “Bir tur gezmek mi istiyorsun?” diye sordu. Para ve ayrıcalıktan gelen, kültürlü bir aksanla konuşuyordu. İskoç etkisini saymazsak, neredeyse benimki gibiydi. Belki benim kadar ayrıcalıklı değildi, ama çok paralıydı. Her neyse, bu durum Maddie’ye kendini hizmetçi gibi hissettirmişti.
29
“Dympna Wythenshawe’i arıyorum,” dedi Maddie. “Geçen haftadan sonra nasıl olduğunu merak etmiştim.” “İyi.” Seçkin yaratık gülümsedi. “Onu ben buldum,” dedi Maddie bir anda. “Bomba gibi,” dedi Dympna, daha önce hiç yağ filtresi değiştirmediği her halinden belli olan bembeyaz elini uzatarak (benim bembeyaz ellerim değiştirdi, ama bilmenizi isterim ki sadece mecbur kalınca). “Bomba gibi. O benim.” Maddie elini sıktı. “İçin rahat olabilir,” dedi Dympna (bir an onun ben olduğumu hayal ettim; kalede büyümüş ve İsviçre’de yatılı okulda okumuş, benden sadece birazcık daha uzun ve sürekli sızlanmıyor). Boş sandalyeleri gösterdi. “Çok yer var.” Safariye gidecek gibi giyinmişti ve bu haliyle bile harika görünmeyi beceriyordu. Eğlence uçuşları dışında özel ders de veriyordu. Havaalanındaki tek kadın pilottu ve tek kadın eğitmendi. “Sevgili Puss Moth’um tamir olunca seni gezdiririm,” dedi Maddie’ye, Maddie de uçağı görüp göremeyeceğini sordu. Uçağı parçalayıp Highdown Rise’dan eve taşımışlardı ve şimdi de yağlı tulumları olan adamlar uzun mesailer harcayıp onu toplamaya çalışıyordu. Puss Moth’un sevgili motorunun (bu da Maddie’nin lafı, biraz delidir de) gücü Maddie’nin motorunun YARISI KADARDI. Tel fırçalarla motora giren şeyleri temizliyorlardı. Uçak, bin tane ışıldayan parçasıyla kare bir muşambanın üzerinde uzanıyordu. Maddie doğru yere geldiğinden emindi. “İzleyebilir miyim?” diye sordu. Elini hiç kirletmemiş olmasına rağmen, muşambanın üzerinde duran her silindirin ve valfin adını söyleyebilecek olan Dympna, Maddie’nin
30
“vernik” denen ve soğan turşusu gibi kokan yapışkan maddeyle yeni kumaşı (gövdede bulunan, üzerine bastığı kumaş) boyamasına izin verdi. Aradan bir saat geçtikten ve Maddie hâlâ her bir parçanın ne olduğu sormaya devam ettikten sonra, tamirciler ona da bir tel fırça verip yardım etmesini istediler. Maddie, o andan sonra Dympna’nın Puss Moth’unu kullanırken hep güvende olduğunu söylemişti çünkü motorun geri takılmasına yardım etmişti. Dört saat sonra yağlı kupaların ardından seslenen Dympna, “Ne zaman geri geliyorsun?” diye sordu. “Sık gelmem zor, çok uzak burası,” dedi Maddie üzülerek. “Stockport’ta oturuyorum. Hafta içinde büyükbabama dükkânda yardım ediyorum, o da yakıtımı dolduruyor, ama her hafta sonu gelemem.” “Sen yeryüzündeki en şanslı kızsın,” dedi Dympna. “Puss Moth tamir olur olmaz, iki uçağımı da Oakway’deki yeni havaalanına taşıyacağım. Arkadaşın Beryl’in çalıştığı Ladderal Değirmeni’nin hemen yanı. Önümüzdeki cumartesi Oakway’de havalimanının resmi açılışı için büyük bir gala olacak. Gelip seni alırım; pilot standından bu eğlenceyi izlersin. Beryl de gelebilir.” İşte size iki havaalanı lokasyonu verdim. Dünden beri kimse bana yiyecek ve içecek vermediği için ayakta duramıyorum ve dokuz saattir de yazıyorum. Onun için şu anda kalemimi masaya vurup bağırarak risk alacağım.
31