facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.org
Birinci Bölüm Arkaya doğru taranıp yapıştırılmış saçlar kesinlikle foyasını meydana çıkarıyordu. Rengi solmuş bol deri ceket de aynen öyleydi; favorileri kadar olmasa da… Zipposunun kapağını açıp kapatırken kafasıyla ritim tutması da. Adam, Jetler ve Köpekbalıkları’nın bir dansına aitmiş gibi görünüyordu. Böylelerini iyi tanırdım. Ne aradığımı bilirdim çünkü hayatım boyunca, akla gelebilecek her tür hayalet ve hortlakla karşılaşmıştım. Bu otostopçu, kırık bariyerlerle çevrelenmiş dönemeçli Kuzey Carolina yolunun hayaletiydi. Hiçbir şeyden şüphe duymayan sürücüler muhtemelen sıkıntıdan onu arabalarına alıyor, onun yalnızca çok fazla Jack Kerouac okuyan bir üniversite öğrencisi olduğunu sanıyorlardı. “Benim hatun evde bekliyor,” dedi adam heyecanlı bir sesle, sanki bir sonraki tepeyi aşınca ona kavuşacakmış gibi. Çakmağını göstergeye iki kez sertçe vurunca panelde iz kalıp 5
Kendare Blake
kalmadığını kontrol etmek için o tarafa doğru bir bakış attım. Bu araba benim değildi. Bunu ödünç almak için sekiz hafta boyunca, bloğumuzun sonunda oturan emekli Albay Bay Dean’in bahçe işlerini yaparak ter dökmüştüm. Bay Dean’in sırtı öyle dikti ki, yetmiş yaşındaki bir adamın böyle olduğunu hiç görmemiştim. Daha fazla vaktim olsaydı tüm yazımı Vietnam hakkındaki ilginç hikâyelerini dinleyerek geçirebilirdim. Bunun yerine, Bay Dean beni sert gözleriyle izlerken ve bebeğinin, Rolling Stones tişörtü giyerek, annesinin bahçe eldivenlerini takmış on yedi yaşındaki çocuğun ellerinde güvende olup olmayacağını tartarken çalı çırpıyı temizlemiş ve yeni güller ekilmesi için bahçeyi sürmüştüm. Doğruyu söylemek gerekirse, arabayı ne için kullanacağımı düşündükçe biraz suçluluk hissetmiştim. 1969 model bu Camaro Rally Sport, yolda sanki camın üstündeymiş gibi ilerliyor ve virajları harika bir şekilde alıyordu. Bahçe işlerini yapmış olmama rağmen Bay Dean’in arabasını bana vermiş olmasına inanamamıştım. Ama çok şükür ki vermişti, çünkü o olmasa mahvolurdum. Bu araba, otostopçunun ilgisini çekecek, saklandığı yerden çıkmasını sağlayacak bir arabaydı. “Çok güzel bir kız olmalı,” dedim ilgisiz bir şekilde. “Evet, evet öyle,” dedi. Ben de onu arabaya aldığımdan beri belki yüzüncü kez, insanların onun ölü olduğunu nasıl olup da anlamadıklarını düşündüm. Adam bir James Dean filminden fırlamış gibi konuşuyordu ve bir de koku vardı tabii. Tam olarak çürük kokusu değildi ama etrafında asılı kalmış bir yosun kokusu vardı sanki. Onu nasıl canlı bir insan 6
Kan Giyinmiş Kız
sanıyorlardı ki? Kaçınılmaz surette direksiyona abanacağı ve arabayı, sürücüsüyle birlikte nehre düşüreceği Lowren Köprüsü’ne varana kadar on beş kilometre boyunca onu nasıl arabada tutuyorlardı? Kıyafetlerinden, konuşma tarzından ve hayatlarında hiç duymadıkları o kemik kokusundan dolayı büyük ihtimalle huzursuz olmuşlardı, fakat o zamana kadar çok geç olmuş olmalıydı. Bir otostopçuyu arabalarına alma kararı vermişlerdi ve korkularının bundan caymalarına neden olmasına izin vermeyeceklerdi. Rahatsızlığı kafalarından uzaklaştırmışlardı muhtemelen ama bunu yapmamalıydılar. Yolcu koltuğundaki otostopçu hâlâ dalgın sesiyle, evde onu bekleyen Lisa isimli sevgilisinden, onun nasıl pırıl pırıl sarı saçları ve muhteşem kırmızılıkta bir gülümsemesi olduğundan ve Florida’dan döner dönmez onunla hemen evlenmek için planlar yaptıklarından bahsediyordu. Yazın bir kısmını Florida’daki amcasının oto galerisinde çalışarak geçirmişti; sevgilisini aylarca göremeyecek olsa da bu, düğün için para biriktirmek adına çok iyi bir işti. “Evden o kadar uzak olmak senin için zor olmuştur,” dedim, sesimde gerçek bir acıma tonuyla. “Kız arkadaşın seni gördüğüne çok sevinecektir.” “Evet, dostum. Ben de onu anlatıyorum işte. İhtiyacımız olan her şey artık bende, hemen şu cebimde. Onunla evlenip sahilde bir yere taşınacağız. Orada bir dostum var; Robby. Ben arabalarla ilgili bir iş bulana kadar onunla kalabiliriz.” “Tabii,” dedim. Otostopçunun, ay ışığıyla ve gösterge panelinden yansıyan ışıklarla parlayan yüzünde iyimser bir 7
Kendare Blake
ifade vardı. Arkadaşı Robby’yi hiç görmemişti tabii. Sevgilisi Lisa’yı da. Çünkü 1970 yazındaki bir gün, üç kilometre geride muhtemelen buna benzeyen bir arabaya binmiş, onun sürücüsüne de cebinin yepyeni bir hayata başlamaya yetecek kadar dolu olduğunu söylemişti. Kasabanın insanları, adamların onu köprüde bir güzel benzettiklerini, sonra ağaçların arasına götürüp birkaç kere bıçakladıklarını, ardından da boğazını kestiklerini anlatıyorlardı. Sonra cesedini toprak bir setin üstünden akarsu koluna atmışlardı. Neredeyse altı ay sonra bir çiftçi tarafından bulunduğunda bedeninin etrafı sarmaşıklarla sarılmış ve ağzı şaşkınlıkla açılmış haldeydi; sanki orada öyle sıkıştığına çok şaşırmış gibiydi. Şimdiyse orada sıkışıp kaldığından hiç haberi yoktu. Zaten hiçbiri durumlarından haberdar olmazlardı. Otostopçu ıslık çalmaya ve aslında duyulmayan müziğe kafasıyla ritim tutmaya başladı. Büyük ihtimalle öldürüldüğü gece arabada çalan müziği duyuyordu. Öyle mutlu görünüyordu ki… Aslında, birlikte yolculuk yapmak için iyi birine benziyordu. Fakat köprüye ulaştığımızda aşırı öfkeli ve çirkin bir hale gelecekti. Kendisine “12. Bölge Otostopçusu” gibi bayağı bir isim takılmış olan hayalet şimdiye kadar en az bir düzine insan öldürmüş, sekiz kişinin de yaralanmasına neden olmuştu ama onu suçlayamazdım. Evine gidip sevgilisini görmek nasip olmamıştı ona. Başkalarının da evlerine ulaşmalarını istemiyordu işte. Kilometreyi gösteren yirmi üç numaralı direği geçtik. 8
Kan Giyinmiş Kız
Köprü iki dakikadan az uzaklıktaydı. Buraya taşındığımızdan beri neredeyse her gece bu yolda ilerlemiş, arabamın farlarının ışığında onu görürüm diye beklemiştim ama şansım dönmemişti. Ta ki Rally Sport’un direksiyonuna geçene kadar. Bugüne kadar kahrolası yazın yarısı geçmişti ve ben, bacağımın altında kahrolası bir bıçakla araba sürüp durmuştum. İşlerin bu hale gelmesinden nefret ediyordum, bu durum korkunç bir şekilde uzamış bir balık avı gezisi gibiydi. Ama pes etmeyi sevmezdim. Önünde sonunda ortaya çıkarlardı çünkü. Gaz pedalının üstündeki ayağımı gevşettim. “Bir sorun mu var dostum?” diye sordu adam. Kafamı iki yana salladım. “Sadece… bu benim arabam değil ve eğer beni köprüden atmayı planlıyorsan arabayı tamir ettirecek param yok.” Otostopçu güldü, normal olmak için çok yüksek çıkmıştı sesi. “Bence sen bu akşam bir şeyler içmişsin dostum. Belki de beni burada indirsen iyi olur.” Bunu söylememiş olmam gerektiğini çok geç fark ettim. Onun arabadan inmesine izin veremezdim. İnip gözden kaybolursa kötü olurdu. Onu araba ilerlerken öldürmek zorunda kalacaktım ya da bu işlemi başka gün tekrar gerçekleştirecektim. Ama Bay Dean’in arabasını uzun süreliğine ödünç vereceğinden şüpheliydim. Ayrıca üç gün içinde Thunder Bay’e taşınacaktım. Hem de içimde bu zavallı herifin aynı şeyleri tekrar yaşamasına neden olacağım hissi de vardı, ama bu his gelip geçti. Adam zaten ölüydü. 9
Kendare Blake
Arabanın hızını ellinin üstünde tutmaya çalıştım. Araç, adamın atlaması için çok hızlıydı; gerçi hayaletlerin ne yapacağını asla kestiremezdiniz. İşi çabuk bitirmeliydim. Kot pantolonumun altına iliştirdiğim bıçağıma uzanırken ay ışığında köprünün siluetinin belirmeye başladığını fark ettim. Tam da bunun üstüne otostopçu direksiyona uzandı ve sola kırdı. Direksiyonu düzeltmeye çalışıp ayağımı frene bastırdım. Lastiklerin asfaltta çıkardığı öfkeli çığlığı duydum, gözucuyla otostopçuya baktığımda adamın yüzünün değiştiğini fark ettim. Artık o önceki rahat adam değildi; arkaya taranmış saçları ve istekli gülümsemesi yok olmuştu. Şimdi sadece çürümüş et, büyük kara deliklerle dolu bir cilt ve soluk renkli taşlara benzeyen dişlerden ibaretti. Sırıtıyormuş gibi görünüyordu ama bu, dudaklarının sarkması nedeniyle de oluşmuş olabilirdi. Araba durmaya çalışırken sağa sola yalpalıyordu ama gözümün önünden hayatıma ait kesitler geçmiyordu. Bu nasıl bir his olurdu acaba? Öldürülmüş hayaletlerden oluşan bir film şeridi mi görürdüm? Ama bunun yerine gözümün önüne cesedimle alakalı görüntüler geldi; göğsüme bir şeyler saplanmış ya da kafam kopmuş, bedenim kırık camdan sarkmış… Birden, önümde bir ağaç belirdi. Direkt olarak sürücü kapısına çarpacak gibi duruyordu. Küfür etmeye vaktim yoktu, sadece direksiyonu kırıp gaza bastım, ağaç arkada kaldı. Köprüye ulaşmak istemiyordum. Tahta köprü dar ve çok eskiydi. “Ölü olmak hiç de kötü değil aslında,” dedi otostopçu, 10
Kan Giyinmiş Kız
koluma asılıp beni direksiyondan uzaklaştırmaya çalışırken. “Şu kokuya ne demeli?” diye tısladım. Tüm bu süreçte bıçağımın kabzasını bırakmamıştım. Nasıl olduğunu sormayın; bileğimdeki kemikler on saniyeye kadar kırılacakmış gibiydi. Koltuğumda yana yattım ve vitesin üstüne doğru düştüm. Kalçamla vitesi boşa aldım (bunu baştan yapmalıydım) ve hızla bıçağımı çektim. Sonra olanlar biraz şaşırtıcıydı; otostopçunun yüzü ve yeşil gözleri geri geldi. Şimdi bıçağıma bakakalmış bir çocuk gibiydi. Arabanın kontrolünü tekrar elime geçirerek frene bastım. Dururken sarsıldık ve adam gözlerini kırpıştırıp bana baktı. “Bütün yaz bu parayı kazanmak için çalıştım,” dedi yumuşak bir sesle. “Eğer kaybedersem sevgilim beni öldürür.” Sallanmakta olan arabayı kontrol etmeye çalışırken kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Hiçbir şey söylemek istemiyordum. Sadece şu işi bitirmek istiyordum ama birden kendi sesimi duydum. “Kız arkadaşın seni affedecek. Söz veriyorum.” Babamın cadı bıçağı elimde parladı. “Bunu tekrar yapmak istemiyorum,” diye fısıldadı otostopçu. “Bu son olacak,” dedim. Sonra elimi kaldırıp bıçağı boğazına sürttüm ve derin, siyah bir çizgi açtım. Otostopçu parmaklarını boğazına götürüp yarayı kapatmaya çalıştı ama petrol kadar siyah ve yoğun bir sıvı akıyor ve bedenini kaplıyordu. Yüzü, gözleri ve saçlarının arasından da siyah kanlar 11
Kendare Blake
akıyordu. Bedeni kırışmaya başlayan otostopçu çığlık atmadı. Belki de sesi çıkmıyordu; siyah sıvı ağzına da dolmuştu. Bir dakikadan az bir sürede ortadan kayboldu. Arkasında hiçbir iz bırakmamıştı. Elimle koltuğunu yokladım. Kuruydu. Sonra arabadan indim, herhangi bir çizik var mı diye gece karanlığında elimden geldiğince kontrol ettim. Lastik dişleri hâlâ dumanlıydı ve eriyordu. Bay Dean’in dişlerini gıcırdatmasını duyabiliyordum. Üç gün içinde bu kasabadan ayrılacaktım; şimdi bir günümü yeni lastikler takmakla geçirmek zorunda kalacaktım. Bunu düşününce... Belki de yeni lastikleri takana kadar arabayı geri vermezdim.
12