facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari www.kitapoburlari.org
Kızıl Yükselİş Kızıl İsyan - 1
Pegasus Yayınları: 1046 Bestseller Roman: 464
Pierce Brown
Kızıl Yükseliş Kızıl İsyan - 1 Pierce Brown Özgün Adı: Red Rising Yayın Koordinatörü: Berna Sirman Editör: Begüm Berkman Padar Düzelti: Çiçek Eriş Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin Baskı-Cilt: Alioğlu Matbaacılık Sertifika No: 11946 Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A Bayrampaşa/İstanbul Tel: 0212 612 95 59
KIZIL YÜKSELİŞ Kızıl İsyan - 1
1. Baskı: İstanbul, Mart 2015 ISBN: 978-605-343-517-4 Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2015 Copyright © Pierce Brown, 2013 Harita © Joel Daniel Phillips, 2014 Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.
İngilizceden Çeviren: Selim Yeniçeri
Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.’den izin alınmadan fotokopi dâhil, optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.
Yayıncı Sertifika No: 12177 Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti. Gümüşsuyu Mah. Osmanlı Sk. Alara Han No: 11/9 Taksim / İSTANBUL Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46 www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
PEGASUS YAYINLARI
Bana yürümeyi öğreten babama
KUZEY
ORMΛΠLΛRI
TEPELER
İ
ΛRG
OS ΠE HR
U ZΛ K TEPELER
D ΛĞLIK ΛRΛZİ
BÜYÜKORMΛΠ
K M ΛRS
ΛGEΛ
EΠ
ST
İT
ΛPOLLOΠ HΛΠESİ
CERES HΛΠESİ
DIΛΠΛ HΛΠESİ
JUΠO HΛΠESİ
JÜPİTER HΛΠESİ
MΛRS HΛΠESİ
MIΠERVΛ HΛΠESİ
BİLİΠMEYEΠ HΛΠE
Ü
G Ü Π E Y D E Π İ Zİ
TEŞEKKÜRLER
Yazmak zihin ve kalp işiyse, bilgelikleri ve tavsiyeleriyle zihnimi cilalayan Aaron Phillips, Hannah Bowman ve Mike Braff’a teşekkür etmek istiyorum. Sevgi ve sadakatleriyle kalbimi koruyan anne ve babama, kız kardeşime, dostlarıma ve Phillips Klanı’na teşekkür ederim. Ve okurlarıma da teşekkür ediyorum. Bu kitaplara kesinlikle bayılacaksınız.
H
uzur içinde yaşayabilirdim. Ama düşmanlarım bana savaş getirdi. En güçlü oğul ve kızlarının bin iki yüzünü izledim. Büyük mermer sütunların arasında konuşan acımasız bir Altın adamı dinlerken. Kalbimi kemiren alevleri getiren canavarı dinlerken. “Bütün insanlar eşit yaratılmamıştır,” diyordu. Uzun boylu, otoriter, kartal gibi bir adamdı. “Zayıflar sizi aldattı. Dünya’ya eziklerin sahip olması gerektiğini söylüyorlar. Güçlülerin zayıf olanları koruması gerektiğini iddia ediyorlar. Bu Soylu DemoKrasi Yalanı, insanlığı zehirleyen kanserdir.” Öğrencilere delici gözlerle baktı. “Siz ve ben Altın’ız. Evrim çizgisinin sonunda biz varız. Biz, insan denen et yığınlarının üzerinde yükselir, diğer düşük Renklere çobanlık ederiz. Siz bu mirası devraldınız,” dedi ve kalabalıktaki yüzleri incelemek için duraksadı. “Ama bu miras bedava değil. “Güç elde edilmelidir. Zenginlik kazanılmalıdır. Hâkimiyet, üstünlük, imparatorluk kanla satın alınmalıdır. Siz yara izi taşımayan çocuklar, hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz. Siz acıyı bilmiyorsunuz. Atalarınızın sizi bu seviyeye çıkarmak için neleri feda ettiğini bilmiyorsunuz. Ama yakında öğreneceksiniz. Yakında size neden Altınların insanoğluna hükmettiğini öğreteceğiz. Ve size söz veriyorum ki aranızda sadece güce sahip olabilenler hayatta kalacak.” Ama ben Altın değildim. Bir Kızıl’dım.
Benim gibi adamların zayıf olduğunu düşünüyordu. Onun gözünde aptaldım, beceriksizdim ve hatta yeterince insan bile değildim. Saraylarda büyümemiştim. Çayırlarda at sürmemiş, sinekkuşu dili yememiştim. Bu sert dünyanın bağırsaklarında işlenmiştim. Nefretle keskinleşmiştim. Sevgiyle güçlenmiştim. Yanılıyordu. Hiçbiri hayatta kalamayacaktı.
1. KISIM
KÖLE Mars’ta yetişen bir çiçek vardır. Kırmızı renkli, haşindir ve topraklarımıza uygundur. Adına hemantus denir. “Kan çiçeği” anlamına gelir.
1 CEHENNEMDALGICI
B
enimle ilgili bilmeniz gereken ilk şey, babamın oğlu olduğumdur. Ve babamı almaya geldiklerinde, onun istediği gibi davrandım. Ağlamadım. Toplum tutuklamayı televizyondan yayınlarken bunu yapamazdım. Altınlar onu yargılarken de. Griler onu astığında da. Annem bunun için bana tokat atmıştı. Metin olması gereken, ağabeyim Kieran’dı. O büyüktü; ben küçüktüm. Benim ağlamam gerekiyordu. Oysa Küçük Eo, babamın sol iş botuna bir hemantus tıktıktan sonra koşarak kendi babasının yanına dönerken, Kieran bir kız gibi zırlamıştı. Kardeşim Leanna yanımda bir ağıt mırıldanmıştı. Ben sadece izlemiş, babamın ayaklarında dans ayakkabısı olmadan dans ederek ölmesinin çok yazık olduğunu düşünmüştüm. Mars’ta yerçekimi güçlü değildir. Dolayısıyla boynun kırılması için ayakların çekilmesi gerekir. Bunu da kişinin sevdiklerine yaptırırlar. Kızartma-tulumumun içinde kendi kötü kokum burnuma geliyordu. Tulum bir tür nano-plastik ürünüydü ve adından anlaşılacağı gibi çok sıcaktı. Beni baştan ayağa yalıtıyordu. Hiçbir şey içine girmiyor, hiçbir şey dışına çıkmıyordu. Özellikle de ısı. En kötüsü de, gözlerinizdeki ter damlalarını silememenizdi. Kafa bandından geçerken
16
KIZIL YÜKSELİŞ
deli gibi yakarak topuklardaki birikintiye akıyordu. İşediğinizde çok kötü koktuğunu söylemeye bile gerek yok tabii ve her zaman işerdiniz. İçme hortumundan bolca su almanız gerekiyordu. Galiba kateter de taktırabiliyordunuz. Biz leş gibi kokmayı tercih ediyorduk. Ben pençeMatkabın üzerinde çalışırken, klanımdaki sondaj işçileri telsizden dedikodu yapıyorlardı. Dev bir titanik el şeklinde yapılmış, toprağı tutup koparan bir makinenin içinde, derin bir tünelde tek başımaydım. Matkabın tepesinde dirsek ekleminin olacağı yerdeki koltuktan kaya eriten parmakları kontrol ediyordum. Orada, bulunduğum yerden doksan metre kadar aşağıdaki dokunaç gibi çok sayıda matkabı kullanmak için parmaklarımı kontrol eldivenlerine sokuyordum. Bir Cehennemdalgıcı olmak için parmaklarınızın alevler kadar hızlı titreşmesi gerektiğini söylerler. Benimkiler daha da hızlıydı. Kulağımdaki seslere rağmen derin tünelde yalnızdım. Varlığım titreşimler, kendi nefesimin yankıları ve sıcak idrar dolu kalın bir yorganın içinde yuvarlanıyormuşum gibi hissettirecek kadar zehirli ve yoğun olan sıcaklıktan ibaretti. Alnıma sarılı banttan yeni ter damlaları bir nehir gibi süzülüp gözlerime girdi ve pas rengi saçlarım kadar kızartana dek yaktı. Eskiden refleks olarak elimi kaldırıp ter damlalarını silmeye çalışır, nafile bir çabayla tulumumun yüz camını ovalardım. Bunu yapmayı hâlâ istiyordum. Üç yıldan sonra bile terin gıdıklayışı ve yakışı hâlâ çok rahatsız edici geliyordu. Koltuğumun etrafını saran tünel duvarları, ışık hüzmeleriyle sülfür sarısına boyanmıştı. Bugün kazdığım dikey delikten yukarı baktığımda ışık yok oluyordu. Yukarıda, çok değerli helyum-3, sıvı gümüş gibi parıldıyordu ama ben gölgelere bakıyor, matkabımın sıcaklığına çekilerek karanlıkta kıvrılan çıngıraklı-yılanları arıyordum. Yılanlar tulumunuzu bile delebilirdi; koruyucu kabuğu aşar, sonra da bulabilecekleri en sıcak yere, genellikle karnınıza ulaşıp yumurtalarını bırakırlardı. Daha önce ısırılmıştım. Yaratığı hâlâ rüyalarımda görüyordum; ham petrolden bir şerit gibi simsiyahtı.
PIERCE BROWN
17
Bacak kalınlığında ve üç adam uzunluğunda olabiliyorlardı ama biz asıl yavrulardan korkuyorduk. Zehirlerini nasıl kullanacaklarını bilmezlerdi. Benim gibi onların ataları da Dünya’dan gelmişti ama sonra Mars ve derin tüneller onları değiştirmişti. Derin tüneller ürkütücüydü. Issızdı. Matkabın gürültüsü dışında, hepsi benden büyük olan arkadaşlarımın seslerini duyuyordum. Ama bu karanlıkta onları beş yüz metre ötemde olmalarına rağmen göremezdim. Yukarılarda, benim açtığım tünelin ağzına yakın noktalarda çalışır, tünelin yan taraflarından kancalar ve iplerle inerek küçük helyum-3 damarları ararlardı. Bir metre uzunluğunda matkaplarla, buldukları damarı bir çırpıda sömürürlerdi. Bu iş el ve ayakların çok becerikli olmasını gerektirirdi ama bu ekipte asıl lider bendim. Ben Cehennemdalgıcı’ydım. Herkes bunu başaramazdı ve ben meslektaşlarım arasında bilinen en genciydim. Üç yıldır madenlerdeydim. On üç yaşında başlanıyordu. İşi pişirecek kadar büyüksen, işe girecek kadar büyüksündür. En azından Narol amcam öyle derdi. Ancak altı ay öncesine kadar evli olmadığım için onun ne demek istediğini bilmiyordum. Kontrol paneline bakıp pençeMatkabın parmaklarını yeni bir damarın etrafına sararken zihnimden Eo’yla ilgili düşünceler geçiyordu. Eo. Onu bazen çocukluğumuzda kendisine seslendiğimiz hali dışında başka bir şekilde düşünmek zordu. Küçük Eo; kızıl bir yelenin altında gizlenmiş minicik bir kız. Etrafımdaki kayalar gibi kızıl; gerçek kırmızı değil, pas kızılı. Evimiz gibi, Mars gibi kızıl. Eo da on altı yaşındaydı. Ve benim gibi Kızıl toprak kazıcılar klanından, şarkı, dans ve toprak klanındandı ancak havadan, yıldızları bir nakış gibi birbirine bağlayan eterden yapılmış da olabilirdi. Gerçi ben yıldızları falan görebilmiş değildim. Maden kolonilerindeki Kızılların hiçbiri yıldızları göremezdi. Küçük Eo. On dört yaşını doldurduğunda, klanlardaki bütün kızlar gibi onu da evlendirmek istemişlerdi. Oysa o parmağına bağı dolamadan, yiyecek tayınının azaltılmasını kabul etmiş, evlenmeyi reddetmiş ve benim, erkekler için evlilikÇağı olan on altı yaşıma
18
KIZIL YÜKSELİŞ
ulaşmamı beklemişti. Evleneceğimizi çocukluğumuzdan beri bildiğini söylemişti. Ben bilmiyordum. “Dur. Dur. Dur!” diye bağırdı Narol amcam telsiz kanalından. “Darrow, dur, evlat!” Parmaklarım donuverdi. Diğerleriyle birlikte çok yukarılarda, başındaki cihazda ilerleyişimi izliyordu. “Olay ne?” diye sordum, sinirlenerek. İşimin bölünmesinden hoşlanmazdım. “Küçük Cehennemdalgıcı ‘olay ne’ diye soruyor.” Yaşlı Barlow güldü. “Ne olacak, gaz boşluğu,” diye tersledi Narol. İki yüzden fazla işçiden oluşan ekibimizin başSözcüsüydü. “Dur! Sen hepimizi cehenneme postalamadan gazı inceletmek için bir taramaEkibi çağırıyorum.” “Şu gaz boşluğu mu? Minicik bir şey,” dedim. “Daha çok gaz sivilcesi gibi. Ben halledebilirim.” “Matkabı daha bir yıldır kullanıyor ve başını kıçından ayırabildiğini sanıyor,” dedi yaşlı Barlow keyifsizce. “Altın liderimizin sözlerini hatırla. Sabır ve itaat, genç adam. Sabır, kahramanlığın özüdür; itaat de insanlığın. Büyüklerini dinle.” Barlow’un yorumuna karşı gözlerimi devirdim. Büyükler benim yaptığımı yapabilseydi, belki sözlerini dinlemek anlamlı olurdu. Oysa onların elleri ve zihinleri yavaştı. Bazen benim de tıpkı kendileri gibi olmamı istediklerini düşünüyordum; özellikle de amcamın. “Bir yırtıktayım,” dedim. “Bir gaz boşluğu olduğunu düşünüyorsanız, hemen aşağı inip elle tarama yapabilirim. Kolay iş. Büyütülecek bir şey yok.” Her zaman temkinli olmayı teşvik ediyorlardı. Sanki temkin bir kez olsun işlerine yaramış gibi. Asırlardır bir Defne kazanmamıştık. “Eo’yu dul bırakmak mı istiyorsun?” diye sordu Barlow parazitli telsiz sesiyle gülerek. “Bana uyar. Pek güzel bir ufaklık. O gaz boşluğunu kaz ve kızı da bana bırak. Yaşlı ve şişman olabilirim ama matkabım hâlâ sağlam.”
PIERCE BROWN
19
Yukarıdaki iki yüz madenciden aynı anda kahkahalar yükseldi. Kontrolleri sıkan ellerimin eklemleri bembeyaz kesildi. “Narol amcanı dinle, Darrow. Bir tarama yapılana kadar geri çekilmen en iyisi,” diye ekledi ağabeyim Kieran. Benden üç yaş büyüktü. Dolayısıyla kendini bilge olarak görüyor, benden daha fazlasını bildiğini sanıyordu. Sadece temkinli olmayı biliyordu. “Zamanımız var.” “Zaman mı? Lanet olsun, saatler sürer,” diye çıkıştım. Bu konuda hepsi bana karşıydı. Hepsi yanılıyordu, yavaştı ve Defne’nin bir cesaret girişimi ötemizde olduğunu anlamıyorlardı. Dahası, benden şüphe ediyorlardı. “Sen bir korkaksın, Narol.” Hattın diğer ucunda sadece sessizlik vardı. Birine korkak demek… işbirliğini garantilemek için iyi bir yol değildi. Bunu söylememeliydim. “Bence taramayı kendin yap,” dedi Loran. Narol’un oğlu, dolayısıyla da kuzenimdi. “Yapmazsan Gamaların Altınlardan farkı kalmaz; Defne’yi kaç… yüzüncü kez mi kazanacaklar?” Defne. Lykos yer altı madencilik kolonisinin yirmi dört klanı için her üç ayda bir, bir tane Defne verilirdi. Bu, yiyebileceğinizden daha fazla yemek anlamına geliyordu. Tüttürecek daha fazla yakmaç demekti. Dünya’dan ithal edilmiş battaniyeler demekti. Toplum’un kalite simgelerini taşıyan Kehribar içkisi demekti. Kazanmak demekti. Herkesin bildiği kadarıyla Defne’yi hep Gama klanı kapıyordu. Dolayısıyla daha düşük seviyedeki bizimki gibi klanlar Kota’yla yarı aç yarı tok yaşamak zorunda kalıyordu. Eo, Defne’nin Toplum’un önümüzde salladığı havuç olduğunu, ona asla ulaşamayacağımızı söylüyordu. Sadece ne kadar çaresiz olduğumuzu ve bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığını daima hatırlayalım diye vardı. Bizim öncüler olmamız gerekiyordu. Eo’ysa köle olduğumuzu söylüyordu. Bense asla yeterince çabalamadığımızı düşünüyordum. Yaşlılar yüzünden asla büyük risklere giremiyorduk.
20
KIZIL YÜKSELİŞ
“Loran, Defne’yle ilgili konuşmayı kes. Gaz boşluğunu havaya uçurursan, bütün lanet olasıca Defne’leri kaçırırız, evlat,” diye hırladı Narol. Dili dönmüyordu. Alkol kokusunu neredeyse telsiz bağlantısından alabiliyordum. Kendi kıçını kurtarmak için bir tarama ekibi çağırmak istiyordu. Ya da korkuyordu. Sarhoşlar korkudan altlarına etmeye doğuştan eğilimli olurdu. Neden korkuyordu? Efendilerimiz, Altınlardan mı? Onların emir eri Grilerden mi? Kim bilirdi? Çok az kişi. Kimin umurundaydı? Daha da azının. Aslında, amcama değer veren tek kişi olmuştu ve o da amcam ayaklarını çekince ölmüştü. Amcam zayıftı. Temkinliydi ve içki konusunda ölçüsüzdü; babamın soluk bir gölgesi gibiydi. Gözlerini açtığı her seferinde dünyayı görmek ona acı veriyormuş gibi, gözlerini zorlukla kırpıştırırdı. Madenlere indiğimizde ona güvenmiyordum; aslında hiçbir konuda güvenmiyordum. Ancak annem bana onu dinlemem gerektiğini söylüyordu; büyüklerime saygı duymam gerektiğini hatırlatıyordu. Evlenmiş olmama, klanımın Cehennemdalgıcı olmama rağmen, “Su toplamış yerlerin henüz nasır bağlamadı,” diyordu. Yüzümdeki ter damlaları kadar sinir bozucu olsa da itaat ediyordum. “İyi, peki,” diye mırıldandım. Matkap yumruğunu büzdüm ve amcamın derin tünelin tepesindeki güvenli odadan ekibi çağırmasını beklemeye başladım. Bu saatler sürecekti. Zihnimden hesapladım. Paydos düdüğüne sekiz saat vardı. Gama’yı yenebilmek için saatte 156,5 kilo hızla kazmam gerekiyordu. TaramaEkibinin buraya gelip işini tamamlaması en iyi ihtimalle iki buçuk saat sürerdi. Yani sonrasında saatte 227,6 kilo çıkarmam gerekecekti. İmkânsızdı. Ancak devam edip zahmetli tarama işini atlatırsam, kazanabilirdik. Narol amcamın ve Barlow’un ne kadar yakın olduğumuzu bilip bilmediklerini merak ettim. Muhtemelen biliyorlardı. Muhtemelen sadece hiçbir şeyin riske değmeyeceğini düşünüyorlardı. Muhtemelen şansımızı ilahî bir müdahalenin yükselteceğini sanıyorlardı. Defne, Gama’nındı. İşler böyleydi ve daima da böyle olacaktı. Biz
PIERCE BROWN
21
Lambda’dakiler, sadece az miktardaki yiyeceklerimizle ve konfor sayılamayacak konforumuzla idare etmek zorundaydık. Yükseliş olmadan. Düşüş olmadan. Hiyerarşiyi değiştirmek için hiçbir riske değmezdi. Babam bunu bir ipin ucundayken öğrenmişti. Hiçbir şey ölüm riskine değmezdi. Boynumdaki zincirin ucundan kaburgalarımın üzerine sarkan saç ve ipek karışımı nikâh şeridini hissederken Eo’nun kaburgalarını düşündüm. Bu ay daha fazlasını görecektim. Arkamdan iş çevirip Gama ailelerine gidecek ve kırıntı dilenecekti. Ben bilmiyormuş gibi davranacaktım. Yine de aç kalacaktık. On altı yaşımda olduğum ve hâlâ boyum uzadığı için çok fazla yiyordum; Eo yalan söylüyor, hiçbir zaman o kadar iştahı olmadığını iddia ediyordu. Bazı kadınlar yiyecek ve lüks şeyler karşılığında kendilerini Toplum’un küçük madencilik kolonimizdeki askerî birlikleri olan Tenekelere (teknik adıyla Grilere) satıyordu. Eo beni doyurmak için bunu yapmazdı. Yapmazdı, değil mi? Ama sonra bir daha düşündüm. Ben onu doyurmak için her şeyi yapardım. Matkabın kenarından aşağı baktım. Kazdığım deliğin dibi çok aşağılardaydı. Erimiş kayalardan ve tıslayan matkaplardan başka bir şey yoktu. Ancak daha ne yaptığımı bile anlamadan kayışlarımı çıkarmış, tarayıcıyı elime almış ve yüz metre aşağıdaki matkap uçlarına doğru atlamıştım. Dikey maden kuyusunun duvarları ve delicinin uzun, titreyen gövdesinin arasında ileri geri tekmeler savurarak düşüşümü yavaşlattım. Matkap uçlarının hemen üzerindeki bir dişliye tutunmak için kolumu uzatırken bir çıngıraklı-yılan yuvasının yakınında olup olmadığımı kontrol ettim. On matkap ucu sıcakta parıldıyordu. Hava bulanıktı ve ışıldıyordu. Sıcaklığı yüzümde hissediyordum; gözlerimi yakıyor, karnımı ve testislerimi ağrıtıyordu. Dikkatli olmazsam o matkap uçları kemiklerimi eritirdi. Ve ben dikkatli değildim. Sadece çevik ve hızlıydım. Tarayıcıyı gaz boşluğuna yaklaştırabilmek için ayaklarımı sarkıtarak ve kendimi ellerimle destekleyerek matkap uçlarının arasından geçtim. Sıcak dayanılmazdı. Bu bir hataydı. Telsizden
22
KIZIL YÜKSELİŞ
birileri bana bağırıyordu. Nihayet gaz boşluğuna yaklaşacak şekilde aşağı inerken neredeyse matkap uçlarından birine sürtünüyordum. Tarayıcı değerleri okurken elimde yanıp sönüyordu. Tulumumda köpükler oluşuyor, burnuma yanık şurup gibi tatlı ve keskin bir koku geliyordu. Bu, bir Cehennemdalgıcı için ölümün kokusuydu.
2 KASABA
T
ulumum buradaki sıcaklığa dayanamıyordu. Dış tabaka neredeyse tamamen erimişti. Çok geçmeden ikinci tabaka da gidecekti. O anda tarayıcının gümüş rengi ışıkları yandı ve almaya geldiğim şeyi elde ettim. Neredeyse farkına varmayacaktım. Korku içinde ve başım dönerken matkap uçlarından uzaklaşarak yukarı tırmandım. Ellerimi peş peşe dayayarak kendimi yukarı çekip korkunç sıcaklıktan uzaklaştım. Birden bir şeye takıldım. Ayağım bir matkap ucunun yakınındaki dişlilerden birinin altına sıkışmıştı. Aniden paniğe kapılarak nefesimi tuttum. Korku bütün benliğimi sarıyordu. Botumun topuğunun eridiğini gördüm. İlk tabaka yok oldu. İkincisi köpürmeye başladı. Sırada etim vardı. Uzun bir nefes alarak boğazımdan yükseldiğini hissettiğim çığlıkları bastırdım. Bıçağı hatırladım. Arkamdaki kınından menteşeli sapanOrağı çıkardım. Bacağımın uzunluğunda, tehlikeli derecede kıvrımlı, makinelere sıkışan uzuvları kesmek için kullanılan bir aletti; tam da böyle durumlar için. Çoğu adam makineye sıkışıp paniğe kapıldığından, sapanOrak sakarlaşmış ellerle bile kullanılmak üzere tasarlanmış, yarım ay biçiminde bir silahtı. Dehşete