facebook.com/KitapOburlari twitter.com/KitapOburlari
Seraphina Orijinal Adı: Seraphina Yazarı: Rachel Hartman Çevirmen: Ece Erman, Can Ali Çetin Editör: Dilda Eşiyok Kapak Uygulama: İlknur Muştu Sayfa Düzenleme: Nur Altuntop
© 2012, Rachel Hartman Kapak © 2012, Andrew Davidson İç Kapak © 2012 , Juliana Kolesova Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Türkçe Yayım Hakkı ©Aspendos Yayıncılık ve Eğitim Hizmetleri 1. Baskı: Eylül 2013 ISBN: 978-605-5175-33-7 YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 26144 Baskı ve Cilt: Kitap Matbaacılık Davutpaşa Cd. No:123 K:1 TOPKAPI / İSTANBUL Sertifika No: 16053 Tel: (0212) 482 99 10 Faks: (0212) 482 99 78 Yayımlayan: ASPENDOS YAYINCILIK ve EĞİTİM HİZMETLERİ Gürsel Mah. İcabet Sok. No: 4/B Gürsel Mahallesi Kâğıthane / İSTANBUL Tel: (0212) 220 61 88 Faks: (0212) 220 63 37 e-posta: editor@aspendosyayinevi.com
Çeviren Ece Erman Can Ali Çetin
Michael McMechan’ın anısına. Ejderha, öğretmen, dost.
Ön Söz
D
oğduğum anı hatırlıyorum. Hatta ondan önceki zamanı bile. Karanlıktı ama müzik vardı: kıtırdayan eklemler, hızla akan kan, kalbin stakkato makamlı ninnisi, hazımsızlığın zengin senfonisi. Sesler beni sardı ve güvendeydim. Ardından dünyam ikiye ayrıldı ve soğuk, sessiz bir aydınlığa doğru itildim. Boşluğu çığlıklarımla doldurmaya çalıştım ama bulunduğum yer fazla büyüktü. Öfkelendim ama geri dönüşüm yoktu. Daha fazlasını hatırlamıyorum, her ne kadar tuhaf olsam da bir bebektim. Kan ve panik bana bir şey ifade etmiyordu. Dehşete düşmüş ebemi, ağlayan babamı ya da annemin ruhunu kutsayan rahibi hatırlamıyorum. Annem bana karmaşık ve külfetli bir miras bıraktı. Babam korkunç detayları, ben de dâhil olmak üzere herkesten sakladı. Goredd’in başkenti Lavondakent’e taşındık ve babam orada
7
SERAPHINA
avukatlık işine bıraktığı yerden yeniden başladı. Kendine daha akla yatkın şekilde vefat etmiş bir eş yarattı. Bazı insanların Cennet’in varlığına inanması gibi ben de buna inandım. İnatçı bir bebektim, sütannem ninniyi tam olarak doğru tonlamada söylemediği sürece meme emmezdim. “Bunun seçici bir kulağı var,” derdi babamın o zamanlar sıklıkla bize gelen uzun, sıska tanıdığı Orma. Bana sanki bir köpekmişim gibi “bu” derdi. Tıpkı kedilerin kendilerinden uzak duran insanların yanından ayrılmayışı gibi onun bu ilgisizliği de beni çekiyordu. Bir bahar günü, genç bir rahip bir tutam saçımı lavanta yağıyla vaftiz edip Cennet’in gözlerinde bir kraliçe olduğumu ilan ettiği zaman Orma katedralde bize eşlik etti. Kendine saygısı olan her bebek gibi bağırdım çağırdım, çığlıklarım katedralin nefinde yankılandı. Babam yanında taşıdığı işinden gözlerini ayırmaya bile zahmet etmeden, beni Azizlerin inancıyla dindar olarak büyütmeye söz verdi. Rahip bana babamın ilahiler kitabını verdi ve ben kitabı tam zamanında yere düşürdüm. Kitap düşünce, yüzü kararmış Azize Yirtrudis’in resmi görünecek şekilde açıldı. Rahip serçe parmağı havada elini ağzına götürdü. “İlahiler kitabınızda hâlâ sapkının sayfası duruyor!” “Bu çok eski bir kitap,” dedi babam başını kaldırmadan, “ve kitaplara zarar vermekten hiç hoşlanmam.” “Böyle bir kaza yaşanmasın diye dini bütün kitapseverlere Yirtrudis’in sayfalarını birbirine yapıştırmalarını tavsiye ediyoruz,” dedi rahip ve sayfayı çevirdi. “Cennet Azize Capiti’yi kastediyordur eminim.” Babam tam da rahibin de duyabileceği bir sesle, batıl inançlarla ilgili bir şeyler mırıldandı. Onun üzerine babam ve
8
RACHEL HARTMAN
rahip arasında şiddetli bir tartışma patlak verdi ama ben bunları hatırlamıyorum. Benim gözlerim âdeta büyülenmişçesine nefte geçmekte olan bir keşiş kafilesine takılmıştı. Yumuşak ayakkabıları, koyu renkli uçuşan cüppeleri ve tıkırdayan tespihleriyle sessizce yürüyerek katedralin korosunda yerlerini aldılar. Sandalyeler takırdadı ve gıcırdadı; birkaç keşiş öksürdü. Şarkı söylemeye başladılar. Katedral, erkeksi şarkılarla yankılanarak gözümün önünde genişliyormuş gibi geldi. Tepedeki pencerelerden giren güneş, mermer döşemede altın ve kırmızı renklerle parladı. Müzik benim küçük bedenimi yükseltti, içimi doldurdu ve etrafımı sardı, beni olduğumdan daha büyük hâle getirdi. Hiç sormadığım sorunun cevabı, içine doğduğum korkunç boşluğu doldurmanın bir yoluydu bu. Uzansam sonsuzluğu aşıp ellerimle kubbeli tavana dokunabileceğimi sandım; hayır, emindim. Dokunmaya çalıştım. Sütannem, ben az kalsın kollarından düşecekken haykırdı. Garip bir açıyla ayak bileğimden yakaladı. Başım dönerek döşemeye bakakaldım, sallanıp dönüyor gibiydi. Babam beni kaldırdı, uzun ellerini benim tombul gövdeme sardı ve beni kol mesafesinde tuttu, sanki gereğinden fazla büyük ve şaşırtıcı bir kurbağa tutuyordu. Deniz grisi gözlerine baktım, köşelerinde hüzünlü kırışıklıklar vardı. Rahip beni vaftiz etmeden çıkıp gitti. Orma adamın Altın Yuva’nın çıkışının köşesine doğru kayboluşunu izledi ve dedi ki: “Claude, bana bunu açıkla. Rahip onu dininin bir üçkâğıt olduğuna ikna ettiğin için mi gitti? Yoksa o... nasıl derler? Gücendi mi?” Babam duymamış gibiydi, bendeki bir şey onun dikkatini çekmişti. “Gözlerine bak. Bizi anladığına yemin edebilirim.”
9
SERAPHINA
“Bunda her bebekte olan o net bakıştan var,” dedi Orma, gözlüklerini düzeltip kendi delici bakışlarını bana çevirerek. Gözleri benimki gibi koyu kahverengiydi ama benimkilerin aksine uzak ve gece gökyüzü gibi esrarengizdi. “Bu görev için nitelikli değilim, Seraphina,” dedi babam hafifçe. “Her zaman da niteliksiz olabilirim ama daha iyisini yapabileceğime inanıyorum. Birbirimizin ailesi olabilmemizin bir yolunu bulmamız gerekiyor.” Beni saçlarımdan öptü. Daha önce bunu hiç yapmamıştı. Şaşkınlıkla ona bakakaldım. Keşişlerin berrak sesleri bizi çevreledi ve üçümüzü bir arada tuttu. Tek bir muhteşem an için bile olsa o ilk hissettiğim ama doğarken kaybettiğim duyguyu geri kazandım: Her şey olması gerektiği gibiydi ve ben tam da ait olduğum yerdeydim. Ve sonra o his kayboldu. Katedralin bronz kaplı kapılarından geçtik, müzik arkamızdan yok oldu. Orma veda etmeden meydanın karşısına geçip gitti, pelerini arkasında devasa bir yarasanın kanatlarıymışçasına dalgalandı. Babam beni sütanneme verdi, pelerinine iyice sarındı ve esen rüzgâra karşı omuzlarını kamburlaştırdı. Onun için ağladım ama bana dönmedi. Üzerimizde gökyüzü boş ve çok uzaklardan kavis çiziyordu.
# Batıl sahtekârlık ya da değil, ilahiler kitabının mesajı açıktı: Gerçek dile getirilemez. İşte, size kabul edilebilir bir yalan. Azize Capiti’nin – beni kalbinden ayırmasın – kötü bir yedek azize olmasından da değil. Hatta şaşırtıcı bir şekilde uygundu benim için. Azize Capiti kendi başını kızarmış kaz gibi
10
RACHEL HARTMAN
bir tepside taşıyıp sayfadan bana sanki onu yargılamam için meydan okurmuşçasına dik dik bakıyordu. Aklın yönettiği bir hayatı temsil edip bedenin çıkarcı gelgitlerini bütünüyle reddediyordu. Büyüdükçe bu ayrımın değerini anladım ve kendi bedenimin acayiplikleriyle karşı karşıya geldim ama çok küçük olduğum zamanlarda bile, Azize Capiti’ye karşı daima içgüdüsel bir sempati besledim. Kafası kopuk birini kim sevebilirdi? Elleri böylesine bir tepsiyle dolu olduğu hâlde, nasıl oldu da bu dünyada anlamlı bir şeyler başarabilmişti? Onu anlayan ve dost bilen insanlara mı sahipti? Babam sütanneme Azize Yirtrudis’in sayfalarını birbirine yapıştırması için izin verdi, zavallı kadın bu iş hallolana kadar bir türlü rahat edemedi. Sapkın azizenin resmini hiç görmedim. Sayfayı ışığa doğru tutarsam, her iki azizenin silüetlerini az çok çıkarabiliyor, ikisinin tek ve korkunç bir canavar azize olarak bütünleştiklerini görüyordum. Azize Yirtrudis’in uzanmış kolları, Azize Capiti’nin sırtından etkisiz bir çift kanat olarak çıkıyor, başının gölgesi Azize Capiti’nin başının olması gereken yerde duruyordu. Çifte hayatıma karşılık çifte azizdi. Müzik aşkım er ya da geç beni babamın evinin emniyetinden koparıp şehre ve kraliyet sarayına doğru itti. Korkunç bir risk aldım ama aksini yapamazdım. Yalnızlığı önümde bir tabakta taşıdığımı, müziğin beni arkamdan aydınlatan ışık olduğunu daha önce fark etmemiştim.
11
Bir
K
atedralin ortasında Cennet’in Altın Yuva isimli bir modeli bulunuyordu. Çatısı insan genişliğindeki bir boşluğu meydana çıkaracak şekilde bir çiçek gibi açılıyor, içinde de zavallı Prens Rufus’un altın ve beyazlara bürünmüş bedeni yatıyordu. Ayakları Yuva’nın kutsal eşiğine dayanmış, başına da birtakım altın yıldızlardan yastık yapılmıştı. En azından öyle olması gerekiyordu. Katili, Prens Rufus’un başını kesmişti. Muhafızların orman ve bataklıkta prensin başını aramaları sonuç vermemiş, başsız gömülmek zorunda kalmıştı. Yüzümü cenazeye vererek katedral korosunun basamaklarında dikildim. Solumdaki yüksek balkon kürsüsünden piskopos Altın Yuva’ya, kraliyet ailesine ve kilisenin merkezini dolduran soylu yaslılara dua ediyordu. Tahta tırabzanların ardında, avam halktan yaslılar, mağaramsı nefi doldurmuşlardı. Piskopos duasını bitirir bitirmez, ruhlara İlahi Merdivenler’de
13
SERAPHINA
eşlik eden azize yazılmış olan Aziz Eustace Niyazı’nı çalmam gerekiyordu. Başım döndü, sanki rüzgârlı bir uçurumun kenarında flüt çalmam istenmişçesine korkuyordum. Aslına bakılırsa, çalmam istenmemişti bile. Programa dâhil değildim, evden ayrılırken alenen performans vermeyeceğime dair babama söz vermiştim. Niyazı daha önce bir iki kere dinlemiştim ama hiç çalmamıştım. Bu benim kendi flütüm bile değildi. Ancak seçtiğim solist enstrümanının üzerine oturup flütünün dilini bükmüştü, yedek solistimse Prens Rufus’un ruhuna adanmış şaraplardan çok fazla içmişti ve şimdi pişmanlıktan midesi bulanarak revaklı bahçede oturuyordu. İkinci bir yedek yoktu. Niyaz olmadan cenaze mahvolurdu. Müzikten ben sorumluydum, hâliyle bu iş de bana kalmıştı. Piskoposun duası sona yaklaşıyordu; Tümazizler’in ikamet ettiği ve bir gün hepimizin eninde sonunda sonsuz bir saadetle istirahate kavuşacağımız o harikulade Cennet Yuva’yı tarif etti. İstisnaları listelemedi, gerek de yoktu. Gözlerim istemeden, soyluların arkasında ama ayaktakımının önünde oturtulan ejderha elçisine ve elçiliğinden gelen iyi niyet birliğine kaydı. Saarantraisindeydiler, yani insan formlarında ama yine de bunca mesafeye rağmen omuzlarındaki gümüş çanlar, çevrelerindeki boş koltuklar ve dua esnasında başlarını eğmeye olan isteksizlikleri onları hemen ele veriyordu. Ejderhaların ruhu yoktu. Kimse onlardan dindarlık beklemiyordu. “Öyle olsun!” diye haykırdı piskopos. Bu benim çalmaya başlamam için işaretti ama tam o esnada bariyerlerin ardında, kalabalık nefte babamı gördüm. Yüzü solgun ve gergindi. Ne-
14
RACHEL HARTMAN
redeyse iki hafta önce saraya gitmek için evden ayrılırken söylediği sözleri kafamın içinde duyabiliyordum: Hiçbir suretle kendine dikkat çekmeyeceksin. Eğer kendi emniyetini düşünmüyorsan, en azından benim kaybedeceklerimi hatırla! Piskopos boğazını temizledi ama benim iç organlarım buz kesmiş, zar zor nefes alıyordum. Daha iyi odaklanabilmek için çaresizce etrafa göz gezdirdim. Gözlerim Altın Yuva’nın önünde üç nesil birlikte oturmakta olan kraliyet ailesini buldu, bir acı tablosuydu âdeta. Kraliçe Lavonda beyaz saçlarını omuzlarına salmış, nemli mavi gözleri oğlu için ağlamaktan kıpkırmızıydı. Prenses Dionne dimdik oturup dik dik bakıyordu, sanki küçük kardeşinin katillerinden ya da Rufus’un kendisinden kırkıncı doğum gününe kadar yaşamadığı için intikam almayı planlıyormuş gibiydi. Dionne’nin kızı Prenses Glisselda, altın saçlı başını büyükannesinin omzuna koymuş, onu teselli ediyordu. Glisselda’nın kuzeni ve nişanlısı Prens Lucian Kiggs, ailenin biraz uzağına oturmuş, görmeyen gözlerle önüne bakıyordu. Prens Rufus’un oğlu değildi ama âdeta kendi babasını kaybetmişçesine şokta ve sarsılmış görünüyordu. Cennet’in huzuruna ihtiyaçları vardı. Azizler hakkında az şey biliyordum ama hüznü ve hüznün en güvenilir ilacı olduğunu biliyordum. Bu benim verebileceğim bir teselliydi. Flütü dudaklarıma ve gözlerimi de kemerli tavana doğru kaldırıp çalmaya başladım. Melodiden emin olmadığım için çok sessiz başladım ama notalar beni bir şekilde buldu ve kendime güvenim arttı. Müzik bedenimden enginlere salıverilen güvercinler gibi akıp gidiyordu; katedralin kendisi müziğe yeni bir zenginlik katıp
15
SERAPHINA
kendinden bir şeyler ekliyor, sanki bu muazzam gösterişli yapı dahi benim enstrümanımmış gibiydi. Kelimeler gibi güçlü ve etkili bir şekilde kendini ifade eden, tek ve saf bir duygudan makul ve kaçınılmaz olarak gelen melodiler vardır. Niyaz da bu türdendi. Bestekârının amacı, âdeta matemin en saf niteliğini yakalayıp, “Birini kaybetmek böyle bir şeydir,” demekti. Niyazı iki kere çaldım, müziğin sonunu başka bir elle tutulur kayıp olarak gördüğümden şarkıyı bitirmekte isteksizdim. Son notayı salıverip gittikçe sessizleşen o son yankıyı duymak için kulaklarımı zorladım ve içten içe çöktüğümü, yorulduğumu hissettim. Durumun ciddiyetine yaraşır şekilde alkış olmayacaktı ama sessizliğin kendisi sağır edici nitelikteydi. İnsan kalabalığına, toplanmış soylulara, diğer asil konuklara ve bariyerin ardındaki avam halktan oluşmuş izdihama baktım. Oturdukları yerde huzursuzca hareket eden ejderhalar ve tırabzanlara dayalı hâlde absürtçe şapkasını bana doğru sallayan Orma dışında hiç hareket yoktu. Orma’nın bu hareketinden utanacak takatim bile yoktu. Başımı eğdim ve sahneden çekildim.
# Saray bestekârının yeni asistanıydım ve bu iş için gezgin ozanlardan adı duyulmuş üstatlara kadar yirmi yedi müzisyeni arkamda bırakmıştım. Bir sürprizdim; konservatuvardaki kimse Orma’nın çırağıyken bana dikkat etmemişti. Orma gerçek bir müzisyen değil, mütevazi bir müzik teorisi öğretmeniydi. Başarılı bir şekilde klavsen çalardı ama zaten klavsen doğru notalara basarsan kendi kendini çalan bir enstrümandı. Tutku
16
RACHEL HARTMAN
ve müzikaliteden uzaktı. Kimse onun tam zamanlı öğrencilerinden birinin önemli bir yere geleceğini beklemiyordu. Tanınmıyor oluşumsa tasarlanmış bir şeydi. Babam diğer öğrenciler ve öğretmenlerle arkadaşlık etmemi yasaklamıştı, ne kadar yalnız olsam da bundaki mantığı görebiliyordum. İş için seçmelere katılmamı özel olarak yasaklamamıştı ama bundan hoşlanmayacağını adım gibi biliyordum. Bu bizim olağan rutinimizdi: O bana dar sınırlar çizerdi, ben de artık yapamayacak hâle gelene kadar bu sınırların içinde kalırdım. Babamın güvenli olarak tabir ettiği çizginin ötesine iten şey her zaman müzikti. Yine de evden ayrıldığımı öğrendiğindeki öfkesinin derinliğini ve muazzamlığını öngörememiştim. Sinirinin aslında benim için duyduğu endişe olduğunu biliyordum ama bu katlanmayı daha kolay kılmıyordu. Şimdiyse sağlığı oldukça kötü olan ve çaresizce bir asistan arayan saray bestekârı Viridius için çalışıyordum. Goredd ve ejderhalkı arasındaki anlaşmanın kırkıncı yıl dönümü hızla yaklaşıyordu ve yalnızca on gün içinde, büyük ejderha generali Ardmagar Comonot, kutlamalar için bizzat burada olacaktı. Konserler, balolar ve diğer müzikal eğlenceler Viridius’un sorumluluğuydu. Artistlerin seçmelerinde yardımcı olup programları organize etmem ve Viridius pek can sıkıcı bulduğu için Prenses Glisselda’ya klavsen dersleri vermem gerekiyordu. Bu beni ilk iki haftamda meşgul etti ama bu cenazenin getirdiği beklenmedik sekte, bana ekstra iş çıkarmıştı. Viridius’un gut hastalığı onu görev yapamaz duruma getirmişti, o yüzden bütün müzikal program bana kaldı. Prens Rufus’un bedeni yalnızca soylu aile, din adamları ve en önemli konukların eşliğinde mahzen mezara taşındı. Ka-
17
SERAPHINA
tedral korosu Ayrılış’ı söyledi ve kalabalık dağılmaya başladı. Sendeleyerek apsise geri çekildim. Daha önce bir ya da iki kişiden fazla izleyicinin karşısında hiç çalmamıştım, öncesindeki heyecanı ve sonrasındaki bitkinliği beklemiyordum. Cennetteki Azizler aşkına, sanki bütün dünyanın karşısında çıplak kalmak gibiydi. Müzisyenlerimi tebrik edip gidişlerini kontrol ederek oradan oraya dolandım. Kendini benim asistanım ilan eden Guntard, arkamdan hızla koştu ve elini hiç hoşlanmadığım bir şekilde omzuma koydu. “Müzik Üstadı! Muhteşemin ötesindeydi!” Yorgunlukla teşekkür edercesine başımı salladım ve elinden uzağa kaydım. “Sizi görmeye gelen yaşlı bir adam var,” diye devam etti Guntard. “Solonuz esnasında ortaya çıktı ama oyaladık.” Şapele doğru, yaşlıca bir adamın dikildiği apsisi işaret etti. Adamın koyu ten rengi, uzak Porphyry’den geldiği anlamına geliyordu. Grileşen saçları muntazam örgüler hâlinde olup yüzünde bir gülümseme vardı. “Kimmiş adam?” diye sordum. Guntard mantar şeklinde kesilmiş saçlarını hor görürcesine salladı. “Bir grup pygegyria dansçısı ve cenazede dans etmelerine izin vereceğimiz gibi aptalca bir inancı var.” Guntard, yozlaşmış yabancılar hakkında konuşan her Goreddli gibi hem yargılayan hem de imrenen bir şekilde dudak büktü. Programa pygegyriayı dâhil etmeyi asla düşünmezdim, biz Goreddliler cenazelerde dans etmeyiz. Yine de Guntard’ın dudak büküşünü görmezden gelemezdim. “Pygegyria, Porphyry yöresinden eski ve saygın bir dans çeşididir.”
18
RACHEL HARTMAN
Guntard homurdandı. “Pygegyria’nın kelime anlamı ‘popo sallamak’!” Endişeyle cumbalarındaki azizlere göz atıp birkaç tanesinin kaş çattığını fark etti ve dindarca parmak boğumunu öptü. “Her neyse, kumpanyası revaklı bahçede, keşişleri şaşırtmakla meşgul.” Başım ağrımaya başladı. Flütü Guntard’a verdim. “Bunu sahibine geri ver. Bu dans kumpanyasını da geri gönder, kibarca, lütfen.” “Hemen geri mi dönüyorsunuz?” diye sordu Guntard. “Biz arkadaşlarla Güneşli Maymun’a gidiyoruz.” Sol koluma elini koydu. Çocuğu itmek ya da kaçmak dürtüleriyle savaşarak yerimde dondum kaldım. Sakinleşmek için derin bir nefes aldım. “Teşekkür ederim ama gelemem,” dedim elini kolumdan çekerek ve alınmayacağını umdum. Yüz ifadesiyse alındığını söylüyordu, biraz. Onun hatası değildi, benim koluna dokunulmasını umursamayan normal bir insan olduğumu sanıyordu. Bu işte arkadaşlar edinmeyi çok istiyordum ama günün ardından gelen gece gibi uyarı da hemen bu isteğin ardından geliyordu: Tedbiri elden asla tamamen bırakamazdım. Pelerinimi almak için koroya doğru yöneldim, Guntard da söylediğimi yapmaya gitti. Arkamdan yaşlı adam bağırdı: “Küçük hanım, bekleyin! Abdo onca yoldan geldi, hem de sizinle tanışsın diye!” Önüme bakmaya devam ederek basamakları tırmanıp görüş hattından çıktım. Keşişler Ayrılış’ı bitirip tekrar başlamışlardı ama nefin yarısı hâlâ doluydu, kimse gitmek istiyor gibi görünmüyordu. Prens Rufus seviliyordu. Ben çok iyi tanımıyordum ama
19
SERAPHINA
Viridius beni tanıştırdığında gözlerinde bir parıltıyla, kibarca konuşmuştu. Alçak seslerle konuşup inanamaz hâlde başlarını sallayarak ortalıkta dolaşan vatandaşlara bakılırsa şehrin yarısını aydınlatan bir kişilikti. Rufus avlanırken öldürülmüştü ve Kraliçe’nin Muhafızları kimin yaptığına dair hiçbir ipucu bulamamıştı. Kimine göre kayıp kafası ejderhaları işaret ediyordu. Cenazeye katılan saarantrainin bunu çok iyi bildiğini tahmin edebiliyordum. Ardmagar’ın gelişine kadar on günümüz, anlaşmanın yıl dönümüne kadarsa on dört günümüz vardı. Prens Rufus’u eğer bir ejderha öldürdüyse, bu inanılmaz derecede talihsiz bir zamanlamaydı. Vatandaşlarımız ejderhalka karşı yeterince tedirgindi zaten. Güney koridoruna doğru yürüdüm ama güney kapısı inşaat nedeniyle kapalıydı. Birbirine geçmiş tahta ve metal borular döşemenin yarısını kaplamıştı. Babamın bir kolonun arkasından çıkıp beni pusuya düşürmesinden korkup gözümü dört açarak büyük kapılara doğru nefte ilerledim. “Teşekkür ederim!” diye bağırdı yaşlıca bir nedime ben geçerken. Ellerini kalbine koydu. “Hiç bu kadar duygulanmamıştım.” Yanından geçerken yarım bir reverans verdim ama kadının heyecanı çevredeki diğer saraylıların da ilgisini çekmişti. “Muazzam!” ve “Olağanüstü!” dendiğini duydum. Zarifçe başımı salladım ve bana uzanan ellerden kaçarken gülümsemeye çalıştım. Kalabalıktan çekildim, gülümsemem bir saarantrasınki kadar ölü ve boş geliyordu. Sade beyaz tunikleri içindeki bir grup kentlinin yanından geçerken pelerinimin kapüşonunu kaldırdım. “Sayabileceğimden daha fazla insan gömdüm; hepsine de Cennet’in masasın-
20
RACHEL HARTMAN
da oturmak nasip olsun,” diye bağırdı başında beyaz keçeden şapkası olan şişman bir esnaf, “ama bugüne dek asla Cennet Merdiveni’ni görmedim.” “Kimsenin öyle çaldığını duymamıştım. Pek kadınsı değildi, sen ne dersin?” “Belki yabancıdır.” Güldüler. Kollarımı sıkıca etrafıma sardım ve büyük kapılara giderken adımlarımı hızlandırırken Cennet’e doğru parmak boğumlarımı öptüm. Çünkü birinin katedralden çıkarken yapması gereken davranış budur, bu kişi... ben olsam da. Solgun öğleden sonra güneşine çıkıp ciğerlerimi soğuk, temiz havayla doldururken gerginliğimin azaldığını hissettim. Kış gökyüzü, kör edercesine maviydi, ayrılan yaslılar sert bir rüzgârda dağılan yapraklar gibi dağılıyorlardı. Ancak o zaman katedral basamaklarında beni bekleyen, uygun bir insan gülümseyişinin en iyi kopyasını bana gösteren ejderhayı fark ettim. Dünyada benim dışımda hiç kimse Orma’nın gergin yüz ifadesini iç acıcı bulamazdı.
21