DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
585
3 Ocak 2017 2 TL. sosyalistisci.org
YAŞAMI SAVUNMAK İÇİN
SAVAŞA OHAL'E SON! KATLİAMLARI DURDURMAK İÇİN DEMOKRASİ VE DAYANIŞMAYA!
sayfa 2
ELİ HALİGUA İLE AVLAREMOZ ÜZERİNE: 'NEFRETTEN UZAK BİR DİLLE KONUŞABİLİRİZ'
sayfa 5
NURAN YÜCE: ELEKTRİK NEDEN KESİLİYOR? sayfa 11
2
GÜNDEM
KATLİAMLARI DURDURMAK İÇİN DEMOKRASİ VE DAYANIŞMAYA!
Reina gece klubü, katliam sonrası. Reina katliamıyla 2016’dan sonra 2017’nin de katliamla, gerginlikle, kasvetle yüklü olacağına ilişkin bir his İstanbul’un üstünü örten bir sis gibi herkesi içten içe kemirmeye başladı. Reina saldırısının arka planında Türkiye’nin sınır ötesinde emperyalist rekabetin göbeğine dalması en önemli etken. Doğru, Diyarbakır saldırısı, Suruç katliamı olduğunda Fırat Kalkanı yoktu. Türkiye zaten IŞİD’in hedef listesinde. Ama sınır ötesi askeri operasyonların ardından bizzat IŞİD lideri Bağdadi Türkiye’ye yönelik saldırılar için direktif verdi. Fransa’daki aktivistler Bataclan ve Paris saldırılarının ardından, “Onlar savaşıyor biz ölüyoruz” başlıklı bir protesto metni yayınladılar. Hele, yıllarca savunulan Suriye politikasını kısa sürede terk edip, İran-Rusya ve dolayısıyla Esad rejimiyle konsensüs kurduktan sonra, sınır ötesi harekât egemen sınıf açısından oturduğu bağlamdan taştı. Dünyayı çelişkilerle, çelişkileri derinleştirerek ve acımasızca yönetmek için çarpışan ABD liderliğindeki blokla başını Rusya’nın çektiği ülkeler arasında kavga, küresel sermayenin farklı bölükleri arasındaki
kavga olarak, tek tek bölgesel güçlerin aşık atamayacağı bir kapsamda cereyan ediyor. Reina’da gerçekleşen katliamdan bir gün sonra Irak’ta intihar saldırısında 35 kişi öldü. Musul, Rakka, El Bab… ABD Musul operasyonunun kısa sürede bitmesinin mümkün olmadığını açıkladı. Musul operasyonunda bir ay içinde 1500 sivilin öldüğü belirtiliyor. Bu operasyonlar, terör, tedhiş, yıldırma, ne ad verirsek verelim, Fransa’dan ABD’ye, Belçika’dan Türkiye’ye, Irak’tan Almanya’ya kadar her ülkenin içinde karşı ifadesini buluyor. Fakat Reina saldırısı, daha büyük bir felaketin habercisi ruh halini, doğrudan 2017’nin ilk dakikalarında gerçekleştiği ve yılbaşında eğlenen insanları hedefleyerek bir yaşam tarzını hedef aldığı için daha da kuvvetli bir şekilde besliyor. Yılbaşı yaklaştıkça, Müslüman olmayanlara yönelik ayrımcılık, nefret söylemi abartılı bir şekilde medyayı kapladı. Noel babanın kafasına tabanca dayamaktan, gazetelerin manşetlerinde yapılan son dakika uyarı ve tehditlerine ve oradan çeşitli tarikat liderlerinin fetvalarına kadar bir yaşam tarzıyla bir Müslümanlık yorumu
dışında yer alan ve yılbaşı kutlama geleneğine sahip çıkan tüm inançlardan insanlar nefret yüklü propagandaya maruz kaldılar. Reina katliamı bu nefret yüklü propagandanın bezginlik yaratan koşullarında yaşandı ve katliamdan önce toplumun genişçe bir kesimi, toplumun bir başka kesimi ve bu kesimin kanaat önderleri tarafından gözden çıkartılabilir olduğunu düşünmek zorunda kaldığı bir saldırıya ve tehdit silsilesine maruz kalmıştı. Katliam bu tehdit silsilesinin üzerine geldi. “Gelecekteki felaket”in yaklaştığı duygusunun güçlenmesinin bir nedeni de budur. Bir başka ve belki de en etkili neden, bu türden katliamların ardından, yetkililerin sadece ölü sayısını açıklamakla ve hamasi nutuklar atmakla yetiniyor olması. İktidarı alanlar, ülkeyi yönetmeye, dolayısıyla insanların güvenliğini sağlamaya aday olduklarını beyan etmiş olurlar. Hükümetin sorumlu bakanları, bu nedenle sorumludur. Yılbaşından günler önce başlayan nefret yüklü propagandaya ve tehditlere önlem alınmadı; sokaklarda yapılan nefret söylemine izin verildi, fetvalar yayınlayan dini liderler hakkında soruşturma yapılmadı;
günler önceden kalabalık eğlence mekanlarına saldırı olabilir istihbaratı alınmış olmasına rağmen yeterli tedbir alınmadı; katliamı yapan şahıs elini kolunu sallaya sallaya mekândan çıkabildi ve bu satırlar yazılırken hala yakalanmamıştı. Her katliamın daha büyük bir felaketin habercisi olduğu yönündeki duygu, toplumsal kutuplaşmanın giderek derinleşmesinden, kutuplaşmacı siyasetin OHAL’le birleşerek işçi sınıfını paralize etmesi ve bölmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle, hem bu duygudan hem de bu saldırı silsilesinden kurtulmak için şu adımları aynı anda atmak zorundayız: 1. Savaş politikalarına ve militarist uygulamalara derhal son verilmeli, 2. OHAL’e karşı, demokrasi için hep birlikte mücadele etmeliyiz, 3. Laik-dindar bölünmesine karşı işçi sınıfının her düzeyde birliğini savunmalıyız, 4. Kutuplaşmacı dile karşı gerçek mücadelenin, dayanışmayı, birliği ve özgürlüğü savunan gerçekçi talepleri dile getirmeliyiz. 5. Bu saldırıları önlemesi gerekenlerin ve istihbarat zafiyeti sergileyenlerin derhal istifa etmesini savunmalıyız.
GÜNDEM
PUSLU HAVALARIN PROVOKATÖRLERİ
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
2017 BARIŞIN YILI OLSUN! Bu hafta köşe yazısının yerine Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun 2016 yılını değerlendirdiği basın açıklamasına kısaltarak yer vermek istiyorum: Türkiye’de 2013 yılında başlayan ve 2,5 yıl boyunca ölümlerin yaşanmamasını sağlayan çözüm süreci, 2015 Temmuz’unda bitti. Çatışmaların tekrar başladığı son 1,5 yılda 9 bine yakın insan öldü, 200 bin kişi yaşadığı kentleri terk etmek zorunda kaldı. 2013 yılı belki de Cumhuriyet tarihinde, Kürt sorununda barışa en çok yaklaştığımız yıl olmuştu, 2016 yılı ise barıştan en çok uzaklaştığımız yıl oldu. Huzurlu ve kardeşçe yaşayacağımız bir Türkiye için, yarına umutla bakmak ve geleceğimizi kazanabilmek için, barışa ihtiyacımız var. Barış olmadan eşitlik, özgürlük ve demokrasi olmaz. Silahlar susmalı, yeniden çözüm ve müzakere sürecine dönülmelidir. Savaşla, öldürmeyle, hapisle Kürt sorunun çözülemeyeceğini bu ülkede yaşayan herkes bilir. Silahların susmasının, barışın ve çözümün yolu siyasettir, diyalogdur. Kürt sorununun çözümü için barış ve diyalog masası yeniden kurulmalıdır. Barışı savunmaya ve barış için mücadele etmeye devam edeceğiz.
Nazilli'de provokasyon yapan BBP'liler. Hristiyanlar gibi savunmasız azınlıklara sergilenen şiddet ve nefret söylemi, yasalar olmasına rağmen cezasız bırakılıyor.
Fetullahçıların başını çektiği 15 Temmuz darbesi direnişle atlatıldı. Fakat laik-dindar suni bölünmesi bugün kendini çok daha sert bir şekilde yeniden üretiyor.
bayı hedef almıyor. Papa’ya suikast yapıp kahraman ilan edilen Mehmet Ali Ağca bu geleneğin başlatıcılarındandı, Hrant Dink’in vuran Ogün Samast BBP üyesi.
Tıpkı Erdoğan’ın gösterilerinden ortaya ‘idam isteriz’ diye çıkan bir grup gibi birileri yenilen darbe, dağılan ve toparlanmaya çalışan devlet ve savaş ortamından faydalanarak çatışma ortamı yaratmak istiyor.
İki parti de Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması kampanyalar yürüyüşler düzenliyor.
Hiç üst akıl falan aramayın, yılbaşı kutlamasını hedef alarak toplumu birbirine düşürmeye çalışan yerli ve milli iki partiye bakın. Biri Saadet Partisi. Milli gazetesinden tehditler yağdırıyor. Bunu her sene yapıyorlar fakat bu yıl açıkça 'yapmayın yaşam tarzınızı değiştirin' tehditlerini savurdular. Diğeri Büyük Birlik Partisi. Üyeleri bu sene noel baba bıçaklamayıp kafasına silah dayadı. Bu parti sadece noel ba-
Bir avuçlar fakat arkalarına aldıkları derin devlet geleneği o kadar eski ve yaygın ki taraftar buluyorlar. Katil IŞİD’in bazılarında hayranlık uyandırması gibi. Başbakan, sosyal medyada Reina katliamı övücülüğünü takip edip cezalandıracaklarını söyledi. Peki nefreti yayan ve insanları birbirine düşüren milliyetçi-faşist partilere bir soruşturma yok mu? Irkçılığa karşı mücadele etmekten başka yolumuz yok.
EKONOMİDE GÜVEN YOK
ZOR KOŞULLARDA BARIŞ KAZANIMLARI
Tüketiciler, imalat sanayi ve hizmet sektöründeki beklentileri yansıtan ekonomik güven endeksi, Aralık ayında yüzde 18.5 azalışla 70.52'ye geriledi. Bu Ak Parti’nin hükümet olduğu 2002’den beri görülen en düşük seviye.
Özgür Gündem yazarları Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan’ın 4 ay hapis tutulduktan sonra serbest bırakılmaları, barış mücadelesi ve dayanışmanın gücünü gösterdi.
Türkiye İstatistik Kurumu’na göre konomik güven endeksindeki düşüş tüketici, reel kesim (imalat sanayi) ve hizmet sektörü güven endekslerindeki azalışlardan kaynaklandı. Reel kesim güven endeksi aralıkta geçen aya göre 3,7 azalışla 103,6, hizmet sektörü güven endeksi ise yüzde 3,5 azalarak 93,35 değerine geriledi. Aralıkta perakende ticaret sektörü güven endeksi kasım ayına göre 0,1 artarak 96,13'e, inşaat sektörü güven endeksi yüzde 0,5 yükselerek 76,15 oldu. Tüketici güven endeksi de aynı dönemde yüzde 8 azalarak 63,38 değerine düştü.
Edirne F tipi hapishenesinde aylardır tecritte tutulan HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, HDP Hakkari milletvekili Abdullah Zeydan ile nihayet aynı koğuşa alındı. IŞİDçilerle aynı bloka konulan Demirtaş hücrede bir kalp spazmı geçirmiş ve üç gün sonra hastaneye kaldırılmıştı. HDP, Demirtaş’ın güvenliği için tecride son verilmesini ve Zeydan ile aynı koğuşta kalmasını talep ediyordu. Silahların susmasını kutluyor, çözümü konuşuyorduk. Şimdi hapishaneleri ve ölümleri. En kötü koşullarda bile barış mücadelesi, iğneyle kuyu kazar gibi ilerliyor ve küçük de olsa kazanımlar elde ediyor. Bunun kaynağı toplumda varlığını hiç yitirmeyen demokratik çözüm isteği.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası TBMM’de bulunan ve meclis dışındaki bütün partiler, basın ve sivil toplum kuruluşları darbeye karşı ortak tutum sergilediler. Darbe girişiminin atlatılmasında halkın direnişi en önemli etken oldu. Ama darbe girişiminin bastırılmasını “tarihi bir fırsat” olarak değerlendiren iktidar anti-demokratik bir süreci başlattı. Darbecilere karşı başlatıldığı ilan edilen soruşturmalar, Kürt siyasetçileri cezalandırmanın, aydınları ve muhalif basın yayın organlarını susturmanın yolu haline getirildi. Yüzlerce gazete, dergi, TV ve haber ajansı KHK’larla kapatıldı. Pek çok belediyeye kayyum atandı. Milletvekilleri, belediye başkanları, gazeteciler tutuklandı. Akademisyenler, sendika üyesi kamu çalışanları işten atıldı. Irak ve Suriye’de IŞİD ve cihatçı gruplar gerekçe gösterilerek pek çok operasyon düzenlendi. Yüz binlerce Iraklı ve Suriyeli mülteci olarak yollara düşmek zorunda kaldı. IŞİD ve benzerlerini gerçekten geriletecek olan, ABD ve Rusya bloklarının işgalci politikaları değil, Irak ve Suriye halklarının kendi kaderini tayin hakkını ve eşit koşullarda kardeşliğini garanti altına alan bir siyasi ortamın yaratılmasıdır. Irak ve Suriye’de tüm emperyalist ülkelerin işgalci, mezhepçi, militarist politikalarına karşı bizler barışı savunuyoruz, mülteciler kardeşimizdir diyoruz. Türkiye’de son bir yılda 18 bombalı saldırıda 400’e yakın kişi hayatını kaybetti, 2000 kişi yaralandı. Kitleleri terörize etmeyi amaçlayan ve çoğunluğu sivillere yönelik bu saldırıların hepsi vahşettir. Bu saldırıların hepsi, barışa, halkların kardeşliğine ve bir arada yaşama yöneliktir. İnsanları öldürerek ulaşılmak istenen hiçbir ulvi amaç olamaz. Bu tür saldırılar ve katliamlar, insanları kutuplaştırır, ayrıştır. Bu kutuplaşmalar, barışın, adaletin, kardeşliğin düşmanları için arayıp da bulamadıkları bir politik iklim yaratır. Savaş insanlık suçudur, ahlaki olan savaş karşıtlığıdır. Bütün dünyanın savaş karşıtlarıyla birlikte haykırıyoruz: Yaşasın halkların kardeşliği! Savaşa hayır!
4
DÜNYA
ABD KABİNESİ: PARA, KAN VE YALAN
SURİYE’DE ATEŞKES VE BELİRSİZLİKLER Suriye’de Esad rejimi ile muhalif gruplar arasında Rusya ve Türkiye’nin garantörlüğünde ateşkese gidildi. Ateşkes Moskova’da yapılan ve Türkiye, İran ve Rusya’nın dışişleri bakanlarının katıldığı ortak bir toplantının ardından ilan edildi. 30 Aralık gece yarısı başlayan anlaşmaya toplam askeri güçleri 50.000’i bulan Feylak el Şam, Ahrar'uş Şam, Suvar el Şam, Ceyşul Mücahidin ve Cebhe eş Samiye örgütleri katılıyor. Esad rejimi bazı bölgelerde ateşkese uymasa da ülke genelinde çatışmalar büyük oranda durdu. Ateşkes Birleşmiş Milletler’in terör listesindeki örgütleri kapsamıyor, dolayısıyla IŞİD ve ismini Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştiren El-Nusra’yı kapsamıyor.
20 Ocak'ta koltuğuna oturacak Trump'ı büyük mücadele ve direnişler bekliyor.
Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve başlamasına sayılı günler kaldı. Irkçı ve cinsiyetçi bir milyarder iş adamı olan Trump’ın oluşturmak istediği kabine de kendisine benziyor. Yeni ABD kabinesi tam bir patronlar kulübü. Kabinede yer alması beklenen 17 kişinin mal varlığı, ABD’nin en fakir 43 milyon hanesinin sahip olduklarının toplamından fazla. Bu oran ABD’deki toplam hanelerin üçte birinden fazlasına denk geliyor. Henüz tamamı kesinleşmeyen ve Senato tarafından onaylanmayan kabine, esas olarak generallerden ve şirket CEO’larından oluşuyor. Her biri birbirinden zengin, ayrımcı ve yalancı olan isimlerden bazıları, kariylerleri nedeniyle daha çok öne çıkıyor. O isimlerden biri, senato onayı bekleyen müstakbel Dış İşleri Bakanı Rex W. Tillerson. Kendisi dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz şirketi olan Exxon Mobil’in yönetim kurulu başkanı ve CEO’su. Şirket 21 ülkede 37 petrol rafinerisi ve petrol işleme kapasitesiyle dünyanın en büyük rafinerisi ayrıca piyasa değeri en yüksek şirketlerden biri. Petrol kralının başında olduğu şirket, iklim değişikliği tehlikesi karşısında fosil yakıt tüketimini aklayan raporlar yayınlamasıyla biliniyor. Söz konusu raporların iklim değişikliği konusunda yanıltıcı olduğu gerekçesiyle geçen Kasım’da şirkete soruşturma açılmıştı.
Enerji Bakanlığı’nın birincil görev tanımı ülkenin nükleer silah cephanelerini korumak ve yönetmek olarak yapılıyor. Trump’ın bu görevin başına getirmek istediği isim onaylanırsa, ABD’nin nükleer silahlarından, George W. Bush’un valilik döneminde uzun yıllar yardımcılığını yapmış olan eski yüzbaşı Rick Perry sorumlu olacak. Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nın başına gelmesi beklenen John F. Kelly ise, 2003’teki Irak işgalinde bizzat yer almış bir ordu komutanı. Savunma Bakanı olması beklenen James Mattis savaş suçlusu bir katil. Trump’ın çok övdüğü kariyerindeki dönüm noktaları, Körfez Savaşı, Afganistan ve Irak İşgali. Mattis özellikle Irak’taki Felluce kuşatmasında oynadığı rolle tanınıyor. Felluce’de Irak savaşının en ağır çatışmaları yaşanmış, ABD fosfor ve napalm bombaları kullanmıştı. Mattis tarihe “düğün katliamı” olarak geçen olayın sorumlusu. Irak’ın Suriye sınırındaki Mukaradeeb köyündeki bir evi şüpheli olduğu gerekçesiyle 3 saat boyunca aralıksız olarak bombalamış ve kadın, çocuk ve erkek 42 sivilin ölmesine neden olmuştu. Müstakbel Savunma Bakanı’nın kamuoyunda bilinen ve Trump’ın kullanmaktan hoşlandığı takma isimleri “kuduz köpek”, “kaos”, “savaşçı keşiş”.
Ateşkes ve öncesinde Türkiye’nin İran ve Rusya ile yaptığı görüşmeler, Türkiye’nin dış politikasında özellikle 15 Temmuz’dan sonra yaşanan değişimin bir parçası. Bu görüşme ile Türkiye katliamcı Esad rejimini dolaylı olarak meşru bir güç olarak tanırken, Rusya ve İran ekseninin öne sürdüğü, rejimin yerinde kalmasını esas alan çözümün bir parçası olmaya çalışıyor. Türkiye bir yandan Fırat Kalkanı harekâtıyla, güney sınırındaki Kürt kantonlarının birleşmesini engellemeye çalışıyor, diğer yandan Davutoğlu döneminde hedeflenen kendi desteklediği silahlı muhalif grupların önderliğinde rejimin yıkılması planından çark ediyor. Son olarak AKP MKYK üyelerinden Ayhan Ogan bir televizyon programında ElBab için “Burası Suriye’nin toprağı, Suriye Cumhuriyeti’nin malı burası, halkı da kendi halkı” ifadelerini kullandı. Türkiye’nin bu politika değişikliği hem dünyadaki genel siyasal dengelerle hem de Türkiye’nin yaşadığı son süreçle ilgili. Barack Obama’nın yerine sağcı Donald Trump’ın seçilmesiyle her siyasal aktör kendisini yeniden konumlandırıyor. Obama yönetimi son günlerinde 35 Rus diplomatı sınır dışı etme ve 2 Rus temsilciliğini kapama kararı aldı. Ancak Putin yönetimi buna misillemede bulunmayarak Trump’un başkanlığı dönemini bekleyeceğini açıkladı. Yükselen bölgesel güçlere karşı Amerika’yı yeniden büyük kılma sloganıyla seçilen Trump’ın Suriye politikası IŞİD tehlikesinin bastırılmasından Rusya ile işbirliğine açık kapı bırakıyor. Ancak Trump bir yandan da Rusya’nın müttefiki İran ile ABD arasında yapılan nükleer anlaşmayı yırtıp atacağını söylüyor. Kesin olan tek şey, ABD hegemon-
yası zayıflarken yükselen bölgesel güçlerin giderek daha cüretkâr hamleler yaptıkları. AKP hükümeti 15 Temmuz’un ardından içeride otoriter ve baskıcı, dışarıda ise statükocu bir politika izlemeye başladı. 2011’deki Arap devrimlerinden Türkiye sermayesi ve devletin kendi alt-emperyalist çıkarları için yararlanmaya dayanan müdahaleci politika yerine Suriye’de Esad ile uzlaşmaya yaklaşan, İsrail ile Mavi Marmara davasının düşmesini sağlayan bir anlaşma imzalayan bir politika öne çıktı. Bu politikanın bir diğer yanı ise üstü kapalı olarak 15 Temmuz darbesini desteklemekle suçlanan ABD ve AB’ye karşı Rusya ile yakınlaşma. Türkiye, Rusya ve İran’ın girişimiyle Astana’da yapılacak olan görüşmelerde YPG’nin yer almamasını sağlamaya çalışıyor. Hükümete yakın gazetelere “Türkiye El-Bab’da yalnız kaldı” türü haberler yaptırılırken, Rus uçakları buradaki hedefleri TSK ile işbirliği içinde vuruyor. ABD’nin Ankara büyükelçiliğinin “ABD hükümeti, YPG veya PKK’ya silah ya da patlayıcı sağlamamıştır, nokta.” açıklamasının ardından Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “ABD, YPG’ye silah vermiştir, nokta” açıklaması yapıyor. Ancak bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin batı blokundan kesin bir kopuş yapacağını söylemek yanlış olur. Türkiye egemen sınıfı ve Türk sermayesi AB ve ABD sermaye çevreleriyle on yıllardır süren bağlara sahip. AKP yönetimi Donald Trump’ın yöneteceği daha az müdahaleci bir ABD dış politikası dönemi başlamasından önce pazarlık gücünü arttırmaya çalışıyor. Hem küresel hem de bölgesel emperyalist devletlerin akbabalar gibi üzerinde dolaştığı Suriye halkları ise tüm bu zor koşullara rağmen 2011 devriminin taleplerini savunmaya, özgürlük talep etmeye devam ediyorlar. Hem Esad rejimine hem de baskıcı bir rejim kurmaya çalışan İslamcı güçlere direniyorlar. Tıpkı 2016 Mart ayında ilan edilen ateşkeste olduğu gibi yılbaşındaki ateşkeste de pek kişi sokağa çıktı. "Devrim bizi birleştiriyor" yapılan eylemler karşı devrimci İslamcı grupların doğasını da ortaya serdi. Halep'in Kafr Karmin bölgesinde İslamcı Kurtuluş Partisi üyeleri, Dara Aza kasabasında ise El Nusra ve Ahrar uş Şam üyeleri devrimin bayrağının açılması nedeniyle gösterilere saldırmaya çalıştı. Suriye halkı, ondan fazla ülkenin müdahalesine ve rejimin ve IŞİD’in saldırılarına rağmen mücadeleye devam ediyor.
RÖPORTAJ
5
'NEFRETTEN UZAK BİR DİLLE KONUŞABİLİRİZ' Geçen sene Ocak ayında yayın hayatına başlayan Avlaremoz serüveninin ilk yılını geride bıraktı. Avlaremoz yani “konuşalım” şiarıyla yola çıkan site, Türkiye’de yaşayan yeni kuşak Yahudilerin ve antisemitizme karşı olan aktivistlerin ortak bir platformu. Hem Yahudi toplumu hem de ırkçılığa, nefret söylemine karşı mücadele edenler için yeni bir soluk olan siteyi yola çıkarken selamlamıştık. “Yerli ve milli” olmayan her şeyin düşmanlaştırıldığı bugünlerde Avlaremoz’un ne alemde olduğunu merak ettik. Bir yıllık deneyimlerini ve ne kadar “konuşabildiğimizi” site ekibinden Eli Haligua’ya sorduk. Bir yılı nasıl değerlendiriyorsun? Yola çıkarken yapmak istediklerinize ne kadar yakınsınız? Avlaremoz olarak hedeflerimiz açısından çok fena geçmedi. Her ay dosya yapma hedefimiz vardı. Bunu tam istediğimiz gibi beceremedik ama çok önemli dosyalar yaptık. Trakya pogromu, Varlık Vergisi ve Holokost ile ilgili kapsamlı dosyalar hazırladık. Şimdi de “Mozaiğin kayıp parçası: Trakya Yahudileri” dosyamız yayında. Aslında 2003’te Şalom’da basılan bir yazı dizisiydi. Hazırlayan ekip arasında yer alan ve aynı zamanda Avlaremoz’un kurucularından olan arkadaşımız vesilesiyle yazıları dijitale aktarmış olduk. Özgün bir içerik olmasa da, ilk kez dijital ortamda yer alması ve yeniden okuyucuyla buluşması iyi oldu. Özgün içerik üretme kaygımız olsa da, daha önce yayınlanmış, özellikle Türkiye Yahudilerini ilgliendiren her şeyi olabildiğince siteye taşımaya çalışıyoruz. Göze Çarpanlar bölümünde başka mecralarda yayınlanan, konuyla ilgili yazıları paylaşıyoruz. Facebook’ta 3 bin 600 üzerinde takipçimiz oldu. Twitter’da 1500’ün üzerinde kullanıcı takip ediyor. Bazı haberler, içerikler bazen beklenmedik şekilde sosyal medyada yüzlerce paylaşıldı. Yahudi toplumunun içinde ve dışında kendimizi var edebildik, hiç bilinmeyen bir mecra olarak kalmadık. Bu da bir başarı. Yahudi toplumu perspektifinden yayın yaptığı için Yahudiler içinde de bilinmesi önemliydi. Böyle bir mecranın boşluğunu hissediyorduk. Avlaremoz bu boşluğu doldurmaya aday olduğunu gösterdi. Birinci yılda konferans yapmayı hedefliyorduk ama henüz yapamadık. Sivil toplum ayağını daha fazla güçlendirebiliriz diyorduk. Bununla ilgili adımlar attık. Hak savunusu temelli yayıncılıkla sınırlı kalmayıp, sahada da işler üretmek amacımızdı her zaman. “Antisemitizmle mücadele” projesinin paydaşı olduk. Daha güçlü şeyler de yapmak istiyoruz. Yayına başladığınızda Yahudi toplumundaki çok sesliliği yansıtmak istediğinizi söylüyordunuz. Sizce Avlaremoz bunun platformu ne kadar olabildi? Bu noktada çok başarılı olamadık aslında. Kişisel olarak özellikle Yahudi toplumu
içinden insanların da kendi cemaatlerini tartıştığı bir site olmasını istiyordum. Bunu çok yapmadık. Sayılı örneklerden biri Yahudi toplumunun içinde kadının rolü üzerine bir makale dizisiydi. Yahudi kadınların kendi toplumları içerisinde konumlandırılışlarının, hakim olan cinsiyet kalıplardan farklı olmadığını anlatıyordu. Kadınlar konusunda kendisini özgürlükçü gören Yahudi toplumunun, aslında genelden farksız olduğunu anlatıyordu. Bu Yahudi cemaatine yönelik bir eleştiriydi. Geçenlerde Hanuka’yla ilgili bir yazı yayınladık. İçe kapanmaktansa dışa dönük hareketlerin Yahudilere yönelik önyargıları kıracağını anlatan ve cemaatle konuşan bir yazı.
Devlet kurumlarını veya Pangaltı’daki antisemit afişlemeler gibi organize olayları derlemek istedik. Birinci vaka İstanbul Müftülüğü’nün broşüründe Eminönü’nden “pis bir Yahudi ve Hıristiyan semtiydi” diye bahsetmesi oldu. Kişisel değerlendirmemi söyleyebilirim.Benim için mezarlık saldırısı veya afişlemeler ankette öne çıkması gereken çapta olaylardı. Diyanet’e bağlı bir kurumun birinci çıkmasındaki temel motivasyon, toplumda hakim kılınmaya çalışılan laik-dindar kutuplaşması olabilir. Önemli olan birincilikten ziyade ne kadar vaka olduğunu göstermekti. Listedekilerin hepsi nefret suçu ve antisemitizm sonuçta. Sadece Facebook’ta 20 bin kişiye ulaşmış anket. Bu da önemli.
Benim Mavi Marmara vesilesiyle, Filistin sorununa nasıl bakmamız gerektiğine dair yazdığım bir yazı vardı. Çok hoş karşılandığını söyleyemem. LGBTİ Yahudileri ele almayı amaçlıyorduk henüz yapamadık. Türkiye’de antisemitizm o kadar yüksek ki bunlara pek zaman ayıramıyoruz. Bizim üretmeye vaktimiz olmadı ama dışarıdan da öyle bir yazı gelmedi açıkçası. Eğer gelirse seve seve yayınlarız.
Son bir sene Türkiye’nin siyasi gündemi açısından oldukça yoğundu. Her önemli gelişme bir şekilde anti semit tepkilerle yorumlanabiliyor, özellikle sosyal medyada. Sizin gözleminiz nedir?
2016’nın en antisemit vakası anketi yaptınız. Katılım nasıldı? Sonucu nasıl değerlendiriyorunuz? 500’e yakın kişi oy verdi. Kişiler yerine vakaları öne çıkartan bir liste hazırlamaya çalıştık. Bir yıl içinde düzinelerce hadise vardı, biz sadece on tanesini listeye aldık.
Sürpriz değil. Avlaremoz’dan önce de taş kıpırdasa, olumsuz ne olsa Yahudilere, Ermenilere, Rumlara bağlanıyordu. “Dış güçlerin içerdeki maşası” olarak görülen gayrimüslimlere patlıyordu hep kabak. Avlaremoz bu söylemleri görünür hale getirdi. Sosyal medya derlemeleri buna yaradı. 15 Temmuz’dan Reina saldırısına hep “Yahdudi parmağı” aranarak Yahudiler hedef gösterildi. Toplum içerisinde azınlık grubuna karşı nefreti körüklüyorlar. Biz toplumsal barış diyoruz. Hanuka’da dev-
let erkanı geliyor, bir takım buluşmalar oluyor, ama diğer yandan devlet ve kalemşörleri nefret yaymaya devam ediyor. Özel bir günde verilen pozlar bu nefreti değiştirmiş, kırmış olmuyor. Devlet nefretin kırılmasında ön ayak olacağına, ankette gördüğümüz gibi nefreti körükleyebiliyor. Antisemitizmle mücadele konusunda Avlaremoz’un yayınlarının, bir inisiyatif olarak varlığının nasıl bir etkisi oldu? Yahudilere dönük nefret söylemini kamuoyuna daha çok duyurup, teşhir edebiliyoruz artık. Üstelik yazılı bir arşiv haline gelmeye başladı. Tatavla’daki ırkçı afişlerin sökülmesinde aktif rolümüz oldu. Aktivistler olarak söktük, Şişli Belediyesi’ne baskı yaptık ve Belediye tamamını sökmek zorunda kaldı. Somut olarak bu çok etkiliydi. Avlaremoz “konuşalım” demek. Konuşabildik mi? Nasıl konuşabiliriz? Nefret söyleminden uzak bir dille konuşmamız lazım. Geçen yıl Hanuka meydanda kutlanmıştı. Yahudi Cemaati Başkanı bir mucize olarak değerlendirmişti. Bu yıl kapalı alanda kutlansa da diğer dinlerden temsilciler geldi, bu önemliydi. İnançlara saygı duyup bir arada yaşama adımlarını atmak önemli. Köşemize çekilmektense daha görünür olmak işlevsel geliyor bana. Farklı görüşte de olsak ortak paydayı bulalım kaygısındayız.
6 GÜNDEM
OHAL’DE REFERANDUM OLAMAZ!
POLİTİKADA T
Meclisteki 3. partinin lideri ve milletvekileri hapiste.
Başbakan Binali Yıldırım, daha önce “Elbette kimseye, 'OHAL altında seçime gidildi… OHAL şartlarında referandum yapıldı' gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz” demişti. Ancak bu, unutulmuşa benziyor. Referandumun OHAL koşulları altında ya da OHAL’in hemen ardından gerçekleşmesi büyük bir ihtimal. Bütün özgürlüklerin askıya alındığı, işten atma ve tutuklama dalgalarının damgasını vurduğu, “halka değil devlete karşı” olduğu söylenirken tam zıttına dönüşen OHAL derhal kaldırılmalıdır. OHAL’in baskı koşulları altında referandum maddeleri özgürce tartışılamaz. Taraflardan biri serbestçe siyasi kampanya yürütemez.
“HAYIR” CEPHESİ NASIL OLMALI? Başkanlığa hayır diyecek birçok güçle Sosyalist İşçi’nin izleyeceği çizgi birbirinden radikal olarak farklı. Bugün dünyada başkanlıkla yönetilen birçok ülkede, kitlesel özgürlük mücadelelerinin elde ettiği tarihsel kazanımlar sonucu, örneğin parlamenter sistemle yönetilen Türkiye’ye göre daha demokratik koşullar olduğunu söylemek mümkün. Veya, solun tamamına yakınının savunduğu Küba veya Venezuela’daki rejim başkanlıkla yönetiliyor. Başkanlık sistemine karşı çıkış, bu sistemin her koşulda kötü olduğu gibi kategorik reddiye içeren bir propaganda üzerinden değil, Türkiye’deki somut siyasi koşullar ve getirilen öneri üzerinden yürütülmelidir. Üstelik, mesele Tayyip Erdoğan’ın şahsı tartışmasına indirgenmemeli, başkanlık dayatmasının bir yandan bölgede istikrar arayan Türkiye egemen sınıfının ihtiyacı olduğu hatırlatılmalı. Yani “Hayır” oyu verecek olanlar “Demokrasi için hep birlikte” diyerek AKP tabanını etkilemeye çalışmalı, böylelikle referandumu kazanma perspektifiyle hareket etmeli, bunu yaparken CHP ve ulusalcılığın argümanlarından kendini tamamen ayrıştırmalıdır.
Erdoğan'ın liderliğinde Ak Parti ve MHP'nin kurduğu milliyetçi cephe, CHP tarzı muhalefet bile izin vermek istemiyor.
AKP’nin faşist MHP ile birlikte hazırladığı anayasa değişikliği teklifi, Anayasa Komisyonu’nda kabul edildi. Komisyondaki görüşmeler, CHP’nin çok sayıda milletvekiliyle katılması ve her maddede çok kişinin söz alması sebebiyle oldukça ağır başladı. Ana muhalefet partisi, komisyonun işleyiş prensiplerinden faydalanarak süreci yavaşlatmak istiyordu. CHP’ye göre böyle olursa, pakete olan halk desteği düşecekti. AKP, savaş ve ekonomik kriz nedeniyle birkaç ay sonra zayıflamış olacaktı. Ancak hükümet buna karşı çözümü, her madde için çoğunluğun oyuyla “tartışma yeterliliği” kararı çıkartmakta buldu. Böylelikle süreç hızlandı ve teklif kabul edildi. AKP içinden itirazlar AKP’nin kendi milletvekillerinden gelen itirazlar ve MHP ile yaptığı görüşmeler sonucu 21 maddelik teklif 18 maddeye indi. “Yedek milletvekilliği” tekliften çıkartıldı. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için olan “doğuştan Türk vatandaşlığı” yerine “Türk vatandaşlığı” şartı getirildi. Cumhurbaşkanlığına kamu kurumlarıyla ilgili kararname çıkarma yetkisi veren madde de çıkartıldı, ancak bu ifadenin bir benzeri başka bir maddeye eklendi. Değişiklik teklifi şimdi TBMM’de oylanma aşamasına geçti. Buradan çıkacak sonuca göre büyük ihtimalle referanduma gidilecek.
Olağanüstü yetkiler AKP liderliği, başkanlık sistemini Türkiye’nin tüm sorunlarını çözecek ve istikrarı sağlayacak tılsımlı bir formül gibi sunuyor. Gerçekte ise “Türk tipi” başkanlıkta cumhurbaşkanına çok fazla yetki veriliyor ve denetimsizlik sorunu ortaya çıkıyor. Teklife göre, cumhurbaşkanı devletin başı olacak ve yürütme yetkisi cumhurbaşkanına ait olacak. Başbakan olmayacak. Cumhurbaşkanı kanunları yayımlayacak ve kanunları tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderecek. Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanları atayacak ve görevlerine son verecek. Üst düzey kamu yöneticilerini atayacak, görevlerine son verecek ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleyecek. Cumhurbaşkanı ile TBMM karşılıklı olarak fesih yetkisine sahip olacaklar. Bütçe tasarılarına halk tarafından seçilmiş milletvekillerinin öneri yapması yasaklanıyor. OHAL kararı alma cumhurbaşkanının yetkisine devrediliyor. Halka ne faydası var? Oysa Türkiye’nin ihtiyacı olan, AKP’nin iç çekişmelerine de bağlı olarak tüm gücün tek bir merkezde toplanmaya başlaması değil, siyasal demokrasinin sınırlarının genişletil-
GÜNDEM 7
TEKEL EĞİLİMİ
GÖRÜŞ Roni Margulies
"TÜRK DÜŞMANI KİRLİ İTTİFAK" "Türk düşmanı kirli ittifak, maşalarını üstümüze saldı." Takvim gazetesi Ortaköy'deki katliamı böyle yorumlamış. Niye "IŞİD" değil de "kirli ittifak"? Çünkü bir yandan çeşitli silahlı örgütler, bir yandan da Batı (Amerika, Avrupa Birliği, üst akıl filan) Türkiye'ye karşı hep birlikte davranıyor! Niye "insanlık düşmanı" değil de "Türk düşmanı"? Çünkü bu kirli ittifak başka hiçbir şey yapmıyor, sadece Türklerle uğraşıyor, sadece Türkiye'ye saldırıyor! Düşünüyorum da, keşke böyle olsa. Keşke dünya bu kadar net ve basit olsa. Tamam, düşmanlarımız çok olurdu, ama hiç olmazsa ne yapmak gerektiğini bilirdik; dünyanın tümüne karşı savaş açar, Üçüncü Dünya Savaşı'nı başlatır, hepsini yenerek meseleyi hallederdik. Heyhat, işler bu kadar basit değil galiba. Mesela, Türklere karşı olan ittifakın iki temel unsuru, IŞİD ile PYD, Suriye'de birbirine karşı savaşıyor. Mesela, Türk düşmanı müttefiklerin iki tanesi, "Batı" ve IŞİD, sürekli birbirini bombalıyor. Bir gün Berlin veya Paris veya Brüksel'de bomba patlıyor, ertesi gün Irak veya Suriye'de uçaklar IŞİD'i bombalıyor. Yani "Türk düşmanı kirli ittifak" lafları boş safsatadan ibaret. Ortalıkta ittifaktan geçilmiyor: Türkiye-Rusya ittifakı, Rusya-Esad ittifakı, Amerika-Barzani ittifakı, PYD-Amerika ittifakı... Hepsi geçici, hepsi çıkarcı, hepsi çeşitli güçlerin (Türkiye dahil) istikrarsız bir durumda avantaj kazanma çabalarının sonucu. "Türk düşmanı" bir durum yok; tüm diğerleri gibi Türkiye'nin de dünyanın en istikrarsız bölgesine müda-
mesi. Yasama ve yürütmeyle ilgili parlamenter kurumları işlevsiz hâle getirip tüm yetkiyi Tayyip Erdoğan’a devretmenin kime, nasıl bir faydası olabilir? Bunun hukuk, adalet ve özgürlük isteyen kimseyle bir ilgisi yok. Böylesine otoriter bir iktidar ile ülkenin yönetilmesi, ancak 2017’nin “tasarruf” yılı olmasını isteyen; ekonomik kriz, bölgesel hegemonya mücadelesi ve savaş koşullarda Türkiye’nin güçlü durmasını arzulayan egemen sınıfa, Türkiye sermayesine yarayacaktır.
halesi ve bu müdahalenin sonuçlarından etkilenmesi
DÖNEMİN RUHU: YERLİ-MİLLİ TEKLİF
Bu nedenle referandumda “Hayır” diyecek ve demokrasi için hep birlikte diyerek mümkün olan en geniş cepheyi örmeye çalışacağz.
yaptıklarıya Türkiye'nin yaptıkları arasında bir fark yok. Her biri kendi çıkarlarını dayatmak amacıyla çeşitli ittifaklara giriyor, çıkıyor, tekrar giriyor. Her biri bölgeye müdahale ettikçe bölgenin istikrarsızlığından etkileniyor, bölgedeki barut fıçısından kendi payına düşeni alıyor. Türkiye'deki "Türk düşmanı kirli ittifak" söylemi ile
Demokrasi için hep birlikte Erdoğan’ın başkan olmasına yönelik halktan bir talep veya böylesi bir ihtiyaç yok. 12 Eylül anayasasının ilk 4 maddesinin ve ruhunun aynen korunduğu bir değişikliğin emekçilere hiçbir getirisi yok. Öte yandan, Kürt sorununun barışçıl çözümü, asgari ücretin açlık sınırının üstüne çıkartılması, 12 Eylül darbecilerinin anayasasından bütünüyle kurtulunması ve özgürlükleri sağlayacak adımların atılması gibi yakıcı sorunlar ortada duruyor. Ne anayasa değişikliği teklifi ne de başkanlık sistemi bunların hiçbirisini çözmeyeceği gibi daha da otoriter bir yönetim getirecek.
var. Bölgede Amerika, Rusya veya Suudi Arabistan'ın
Batı'daki "Medeniyet düşmanı İslamcı ittifak" söylemi
MHP, anayasada ilk 4 madde korunacak olduğu ve “Türklük” kalacağı için seviniyor. Hükümet için ise bu, yıllardır yeni anayasa başlığı altında tartışılan, Kürt sorununun çözümü ile el ele gidecek anayasadaki Türklük atıflarının kaldırılması tartışmalarının tam tersi bir tutum anlamına geliyor. Zaten AKP, anayasa sürecinde 15 Temmuz sonrası bir numaralı ortağı olan, “terörle mücadele” konusunda destek aldığı faşist MHP’yi “kırmamak” için elinden geleni yaptı. Anayasa değişikliği ve başkanlık teklifinin reddedilmesi, aynı zamanda hayatlarımızı katı bir Türk milliyetçiliği ile kabusa çeviren, dışlayıcı ve tektipçi bu yerli-milli ittifakın yenilmesi anlamına gelecek.
arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de yalan. Her ikisinin de amacı, dış düşmanlara işaret edip egemenlerin içerde yaptıklarının kabulünü sağlamak. Ne diyor Cumhurbaşkanı? "Milletçe kenetleneceğiz. Birbirimize daha fazla kenetlenerek kirli oyunlara geçit vermeyeceğiz." Ne demek bu? "Bu kadar çok dış düşman varken hukuk mukuk gerekmez; OHAL devam edecek; istediğimi tutuklayacağım; başkan olacağım. Fazla laf etmeyin, kenetlenin yeter!"
8
GELENEK
İŞÇİLER CENNETİ FETHETTİĞİNDE: 1917 RUS DEVRİMİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI 1917 Rus Devrimi Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandırdı, üç imparatorluğu yıktı ve insanın özgürleşmesini temel alan sosyalist bir toplumun kapılarını açtı. Tüm dünyadaki egemen sınıflar korkudan titrerken, milyonlarca insan için bu devrim bir ilham kaynağı oldu. Her zaman karar almak için fazla aptal ve bencil olarak görülen işçi sınıfı şimdi Çar’ın, toprak sahiplerinin veya patronların yardımı olmadan toplumu yönetiyordu. Rus devrimci Lev Troçki’nin dediği gibi “Bir devrimin tarihi, her şeyden önce büyük kitlelerin kendi kaderleri üzerindeki yönetim alanına zorla dâhil olması”nın tarihi idi. Bu yüzden sağcılardan liberallere bütün siyaset uzmanları onu bir yığın yalanla gömmeye çalışıyor. İşçilerin toplumu dönüştürebileceği düşüncesini itibarsızlaştırmak için bu devrimin yalnızca diktatörlük ve baskı getiren bir darbeden ibaret olduğunu iddia ediyorlar. Gerçekte Kasım 1917’de işçiler iktidarı ele geçirdiğinde tamamen farklı bir toplumu müjdeliyorlardı. “Barış, Ekmek ve Toprak” sloganıyla ayaklanmışlardı. İşçilerin başkent Petrograd’ı ele geçirmesinden saatler sonra bu talepleri yerine getirmek ve sıradan insanların hayatları üzerinde kontrol sahibi kılmak için kararlar alınmaya başlandı. Üç yıl önce Rusya, tarihteki en büyük emperyalist katliamlardan biri olan Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştı. Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan’a karşı İngiltere ve Fransa ile birlikte savaşmış, bütün bu güçler Avrupa’yı ve dünyayı bölüşmek için mücadele etmişlerdi. Şimdi ise işçilerin devrimine liderlik eden Bolşevik Parti tüm cephelerde savaşa derhal son verilmesi yönünde bir kararname çıkarmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren 1918’deki ateşkes anlaşması değil savaş yanlısı tiranları deviren devrimler olmuştu. 1917’den sonra devrimci bir dalga Avrupa’yı kasıp kavurdu; 1918’de Almanya’da ve 1919’da ise Macaristan ve Slovakya’da devrimler patlak verdi. İşçiler greve gitti ve sokakları doldurdular. Siperlerdeki askerler ayaklandılar. Savaşla birlikte Rusya, Avusturya-Macaristan ve Alman imparatorlukları da bitti. Bolşevikler eski Rus İmparatorluğunda yaşayan halklara bağımsızlık ilan etme hakkı verdiler. 1917 yılı boyunca eski fabrika yöneticilerinden kurtulma talebi artıyordu. Mart ayında, işçilere zorbalık gösteren yöneticilerin bir el arabasına konulup fabrikadan çıkarılması Petrograd’da popüler bir eylem haline geldi. Şimdi ise Emekçilerin ve Sömürülenlerin Hakları Beyannamesi fabrikaları işçi sınıfına veriyordu. Şehirlerin dışında toprak mülk sahiplerinden alınıp köylü kitlelerine veriliyordu. Devrim ezilenlerin özgürleşmesi için devasa adımlar attı. Yüzyıllar boyunca gerici Ortodoks kilisesi “cinsel ahlak” vaaz etmişti şimdi ise kilise ve devlet ayrılıyordu. Kadınlara boşanma, kürtaj ve oy hakkı verildi.
teyen kadın tekstil işçileri oldu. Ana akım tarihçiler onların kahramanca mücadelesini “ekmek isyanı” diyerek bir kenara attılar. Militan Putilov fabrikasında, öne çıkan işçilerin atılmasına karşı başlayan grev de bu hareketi güçlendirdi. 23 Şubat’ta kitlesel bir eylemde askerlerle çatışma çıktı. Ama askerlerin önemli bir kısmı dağıldı ve göstericilere katıldı. Beş gün içinde Çar gitmiş, Geçici Hükümet olarak bilinen yeni bir güç iktidara gelmişti. Geçici Hükümete liberaller ve reformist sosyalistler liderlik ediyordu, onların amacı Rusya’yı batılı kapitalist ülkeler gibi bir parlamenter demokrasi haline getirmekti. İlk başlarda bu işçiler arasında da popülerdi, sonuçta parlamenter bir demokrasi Çar’ın diktatörlüğünden çok daha iyi olacaktı. İşçilerin ve köylülerin talepleri Rusya emperyalist bir savaşta savaşmaya devam ederken gerçekleştirilemezdi. Ancak Geçici Hükümet Rusya’yı savaşta tutmaya söz verdi ve eski sosyal düzeni çok fazla değiştirmemeye çalıştı. Kapitalizmin gelişmeye başladığı Rusya’nın büyük şehirlerinde görece küçük ama güçlü bir işçi sınıfı vardı.
1917 yılı başında Çarlık devletini çökerten mücadeleyi kadın işçiler başlatmıştı.
Rusya dünyada eşcinselliği yasal kılan ilk ülke oldu. Rus toplumu ve sıradan insanların düşünceleri devrim sırasında değişim gösterdi. İşçiler eski yöneticilere karşı mücadele ederken “çağların pisliğinden” –gerici ve bağnaz düşüncelerden– kurtulmaya başladılar. Bu daha büyük bir insan özgürleşmesi sürecinin parçasıydı. Rus devrimci Vladimir Lenin devrimlerin normalde baskı altında tutulan ve değersiz hissettirilen “ezilenlerin ve sömürülenlerin festivali” olduğunu savundu. Devrim yalnızca patronları veya toprak sahipleri için çalışmak yerine kendileri için daha iyi bir gelecek inşa etmeye çalışan halkın yaratıcılığını serbest bıraktı. 1917’nin ardından sanatta, edebiyatta ve kültürde bir patlama oldu. John Reed, Rus Devrimi’nin haberlerini yapan Amerikalı bir gazeteciydi. Dünyayı sarsan on gün adlı kitabında Reed bütün “Rusya’nın siyaset, ekonomi, tarih öğrendiğinden, çünkü insanların bilmek istediklerinden” bahseder. “Riga’nın arkasında bir yerde mevzilenen 12. Ordu cephesine geldiğimizde siperlerde ayaklarında ayakkabı olmayan sıska insanlar gördük; bizi görünce ayağa kalktılar, yüzleri soluktu ve yırtık elbiselerinden soğuktan morarmış bedenleri görünüyordu. Üstümüze atılarak sordular: “Okunacak bir şey getirdiniz mi?”
Bu yeni toplum “Sovyetlere” yani işçi konseylerine dayanan çok daha derin bir demokrasiyi temel alıyordu. Parlamenter demokraside insanlar beş yılda bir oy verirken, kapitalist devlet seçilmemiş bir yargıçlar, generaller ve üst düzey devlet görevlileri ordusu tarafından yönetilir. Gerçek iktidar ise üst düzey bankacılarda ve patronlardadır. Bunun aksine Sovyet demokrasisi kitlesel katılıma ve işçilerin özyönetimine dayanır. Fabrikalardan, işyerlerinden, askerlerden ve mahallelerden seçilen konseyler toplanarak Sovyet’e gönderilecek delegeleri belirlerler. Bu seçilen delegeler eğer halkın demokratik kararlarına uygun davranmazlarsa derhal geri çağrılabilirler. Petrograd Sovyet’inin çalışmalarına tanık olan Reed “hiçbir siyasal yapının halkın isteklerine onun kadar duyarlı ve uyumlu olmadığını” söyler. Sovyetler ilk olarak 1905 Devrimi’nde ortaya çıkmıştı. Sovyet Çar’a ve patronlara karşı kitle grevlerine girişen işçilerin taban hareketi olarak doğmuştu. Devrimin yenilgisinden sonra Sovyetler dağıldı ancak 1917’de yeniden oraya çıktılar ve daha büyük bir önem kazandılar. Savaşın harap ettiği ülkede, çoktan yoksullaşmış toplumda hoşnutsuzluk artıyordu ve Çar’ın hesap günü Şubat 1917’de geldi. Şubat Devrimi’nin kıvılcımını yakan Uluslararası Kadınlar Günü’nde greve giderek ekmek is-
Bu sırada ordunun büyük kısmını oluşturan köylüler topraklarının kontrolünü güçlü toprak sahiplerinin elinden almak istiyorlardı. İnsanlar parlamenter demokrasi vadeden partilerin reformları gerçekleştirebileceğini umdular ama onlar başarısız oldu. Böylece Şubat’ın ardından işçi sınıfı radikalleşmeye ve onun önemli bir bölümü Bolşeviklerin devrimci sosyalist çözümlerine yönelmeye başladı. Fabrika komiteleri Bolşevikleri Sovyetlere seçmeye başladı ve partinin üyeliği Şubat ayında 10.000 iken Kasım ayında 250.000’e çıktı. Bu radikalleşmenin en net görüldüğü yer işçilerin Temmuz ayında çoktan ayaklandığı Petrograd’tı. Bolşevikler işçilerle birlikte savaştılar ama bir yandan da onlara zamanın ikinci devrim için uygun olmadığını çünkü şehrin dışındaki işçilerin onların yanında olmadığını anlattılar. Durumun kontrolden çıktığını gören Çar yanlısı General Lavr Kornilov bir darbe yapmaya çalıştı. Geçici hükümet tereddüt ederken Bolşevikler direnişe önderlik etti ve işçiler arasında destek kazandı. Ekim Devrimi’ne gelindiğinde kitleler radikal bir değişim istiyordu, parlamenter demokrasi isteyen partiler gözden düşmüştü ve eski düzen kendisini yeniden hâkim kılamıyordu. Bolşevikler barış, ekmek ve toprak taleplerini popülerleştirdiler. Ancak bu taleplere ulaşmanın tek yolunun işçi sınıfının iktidara el koyması ve “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganını yükseltmesi olduğunu savundular. Sonuçta 1917 yılı John Reed’in deyişiyle “işçilerin yalnızca büyük hayaller kurma kapasitesi olduğunu değil, aynı zamanda bu hayalleri gerçekleştirme güçlerinin de olduğunu” gösterdi. Socialist Worker'dan çeviri: Onur Devrim Üçbaş
EMEK GÜNDEMİ
ZONGULDAK MADENCİLERİNİN YÜRÜYÜŞÜ YOL GÖSTERİYOR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Can Irmak Özinanır
KESK EYLEMİ VE DEMOKRASİ İÇİN MİTİNG KESK’in bir ay önceden duyurduğu Ankara Yürüyüşü başta ilan edildiği gibi bir mitingle değil bir basın açıklaması ile sonuçlandı. İstanbul’dan Ankara’ya yürürken defalarca polisin engellemelerine ve fizikî saldırısına maruz kalan KESK üyeleri maalesef küçük sayılabilecek bir karşılama ile Ankara’ya ulaşabildiler. Bu eylem, OHAL döneminde emekçileri birleştirebilecek bir dinamiği hayata geçirme potansiyeline sahipti ancak devletin engellemelerinin yanısıra eylemin örgütlenmesindeki hatalar da bu potansiyelin kullanılamamasına yol açtı. Öncelikle bu dönemde özellikle sendikalar tarafından yapılan her eylemin büyük önemi olduğunu hatırlamakta fayda var. Ancak on binlerce kamu çalışanının işinden edildiği, açığa alındığı, iş güvencesinin OHAL ile tamamen ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönemde KESK bu koşullara uygun bir yönelim içine girmeli, bazı alışkanlıkları bir kenara bırakmalı, yukarıdan değil aşağıdan örgütlenmeyi önüne bir hedef olarak koymalı ve mümkün olan en geniş birliği hedeflemeli.
Binlerce maden işçisi yürüyor. FARUK SEVİM
30 Kasım 1990’da greve çıkan 48 bin maden işçisi 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya doğru yürüyüşe geçti. Aileler ile birlikte 70 bin kişiye ulaşan yürüyüş tamamlanamasa da etkisi çok büyük oldu. İşçi sınıfı tarihinin en önemli anlarından birisi olan Madenci Yürüyüşünü, bugünün koşullarını da göz önüne alarak, mücadeledeki eksiklikler ve benzerlikler açısından değerlendirmekte fayda var. Madenci Yürüyüşü sınıf hareketinin tüm toplumu belirleme gücünü göstermesi bakımından çok önemli bir eylemdir. Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut'u koltuğundan etmiş, Türkiye işçi sınıfı tarihinde gerçekleşmiş en büyük işçi kalkışmalarından birisi olmuştur. Madenci Yürüyüşüne giden süreç; Zonguldak Maden İşçileri Sendikasının 30 Kasım 1990’da greve çıkması ile başladı. Zonguldak halkı ilk günden itibaren greve aktif bir biçimde destek oldu. Grevin 15.gününde 14 Aralık 1990’da çeşitli sendikalara üye 100 bin işçi, maden işçilerine destek vermek amacıyla iki saatlik iş bırakma eylemi yaptı. 3 Ocak 1991'de Türk-iş tarafından bir günlük işe gitmeme eylemi yapıldı. 4 Ocak'ta işçileri Ankara'ya götürecek olan otobüslerin Zonguldak'a girişleri yasaklandı. Bunun üzerine sendika, işçilere Ankara'ya yürüyerek gidileceğini duyurdu ve yürüyüş aynı gün başladı. İşçi ailelerinin de katılımıyla sayıları 70 bine ulaşan yürüyüşçüler, güvenlik kuvvetlerinin çeşitli engellemelerine rağmen 112 km yol yürüdüler ve Mengen’e ulaştılar. 6 Ocak'ta Mengen'den hareket eden yürüyüşçülerin yolu tekrar kesildi. 7 Ocak'ta barikata yakın noktada bekleyen 201 işçi güvenlik güçlerince gözaltına alındı. 8 Ocak'ta Ankara'da hükümet ile görüşen sendika başkanı Şemsi Deni-
zer yürüyüşe son verildiğini açıkladı. Zonguldak'a dönen işçiler greve devam ettiler. 25 Ocak'ta hükümet Körfez Krizi nedeniyle tüm grevleri 60 gün süreyle erteledi. Madencilerin toplu sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu aracılığı ile 6 Şubat 1991'de imzalandı. İmzalanan toplu sözleşmede elde edilen zam, eylemler başladığında hükümetin teklif ettiği zammın bile gerisinde kalmıştı. Bu başarısızlıkta en büyük etken, Zonguldak’taki grevi örgütleyen sendikanın üyesi olduğu Türk-İş başta olmak üzere işçi konfederasyonlarının madencilere yeterli desteği vermemesidir. Hükümetin Körfez krizini bahane edip ülkede savaş havası yaratması da kitlesel mücadelede geri çekilmeye yol açtı. Yani hem savaş ortamı, hem de işçi sınıfı dayanışmasındaki eksiklikler Madenci Yürüyüşünün başarılı sonuçlanmasına engel oldu. Ama Zonguldak’ta ilk kez maden işçileri hak aramak için greve çıkmış oldu. Zonguldak Maden işçileri ekmek parası için, hakları için yollara düşmüş, dondurucu soğuklarda canını ortaya koymuştu. Madenciler, eylem yapma biçimleri ile geniş kitlelerin sempatisini kazandı, gönül bağı kurdu. Yürüyüş sırasında Türkiye’nin dört bir tarafından işçilere destek amacı ile battaniye, ilaç ve yiyecek gönderildi. Zonguldak maden işçileri, barışçıl ve kitlesel gösterinin ne demek olduğunu, hak arama mücadelesinin nasıl yapılabileceğini tüm Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine göstermiş oldu. Bugün de hem Soma öncesi hem de Soma faciası ve sonrasında yaşanan maden "kazalarında" ölen işçiler ve madencilerin aldığı ücretlerin düşüklüğü öfkeyi yavaş yavaş biriktiriyor. Maden işçilerinin kitlesel eylem yapabilme kapasitesi burjuvaziyi korkutmaya devam ediyor.
KESK eyleminin zayıf olmasının en temel sebebi bu eylemin işyerlerinde örgütlenmek üzere inşa edilmemesi, odağına ihraç edilen ve açığa alınan KESK üyelerini almasıydı. Eylem, iş yerleriyle bağları zorla koparılmış bu insanların Ankara’ya yürümesi üzerine kuruluydu. Elbette bugün ihraçları ve açığa alınmaları durdurmak için dayanışma çok önemli ancak kazandıracak olan dayanışma ancak işyerlerinde örgütlenebilir. Hâlihazırda ihraç edilmiş olan emekçiler için yapılması gereken mücadeleyi onların omuzlarına yüklemek değil olabildiğince yaygınlaştırmak olmalı. On binlerce kamu çalışanının güvencesizlikle sınandığı bugünlerde sendikaların temel görevi işyerlerinde üyelerine güven aşılamak, mücadeleyi işyerlerinden yükseltmek olmalı. Eylemin ikinci bir eksikliği ise çoğu başka eylemde de olduğu gibi sonunun belirsiz bırakılmasıydı. Önce yürüyüşün bir Ankara mitingi ile bitirileceği duyurulmuştu ancak eylem üyelere doğru düzgün duyurulmayan bir “karşılama” ve basın açıklaması ile son buldu. İzmir ve İstanbul’da mitinglerin yasaklanması KESK’in bu kararından vazgeçmesine yol açmış olabilir ancak miting yapmakta ısrarcı olunması gerekiyor. Sürekli olarak mitingler yasaklansa da miting hâlen mümkün olan en büyük kalabalığı bir araya getirebilecek en temel araç. Miting hedefiyle işyerlerinde aşağıdan örgütlenme, KESK’in OHAL koşullarını dağıtmada eski zamanlarda olduğu gibi öncülük etmesini sağlayabilir. Bu bir kampanyayı gerekli kılıyor: Emek güçlerinin hepsini bugün elimizden alınan demokrasiyi kazanmak için birleştirmeyi, sendikayı yeniden örgütlemeyi, KESK’in kendi üyelerine ve üye olmayanlara güven vermeyi, onlarla beraber hareket etmeyi önüne hedef olarak koyan bir kampanya. OHAL süresince mağdur edilen herkesin haklarını savunmak ve emek süreçlerimize dönük saldırıyı durdurabilmek için gözümüzü dikmemiz gereken yer aşağıdan yukarıya örgütlenen böyle bir kampanyadır. Sendikal hareket zor günlerden geçiyor ancak işçi sınıfının deneyimi bize sınıfın ve onun örgütlerinin bürokratik hantallığı ve dar grup çatışmalarını bir kenara bırakabildiklerinde bu zorlukları aşmakta temel bir güç olduğunu gösteriyor.
10 SİNEMA
KRİZ ZAMANLARINA DAİR BİR “YENİ WESTERN”
FERİT SANİ
Teksaslı Toby Howard (Chris Pine) ve Tanner (Ben Foster) biraderler aile çiftliklerini kaybetmek üzeredir. Toby nafaka parasını denkleştiremeyen boşanmış bir baba, Tanner ise horlanmışlığını şiddete meyliyle telafi etmeye çalışan deli dolu bir eski mahpustur. Zaten yoksulluk içerisinde büyümüş ikili, bankaya olan konut kredisi borçlarını ödeyemedikleri takdirde iki hafta içinde annelerinden kalmış çiftliği kaybedeceklerdir. Kardeşlerin acilen bir çözüm bulması gerekir. O çözüm, bizzat borçlu oldukları bankayı soymaktır. Böylece Howard biraderler Batı Teksas’ın kasabalarındaki banka şubelerini teker teker soymaya başlarlar. Ancak Jeff Bridges ve Gil Birmingahm’ın canlandırdığı iki Teksas Rangeri, yani “izcisi”, biraderlerin peşine düşer. Marcus Hamilton (Bridges), emekliliğine az kalmış deneyimli ve sert bir kanun adamıdır. Ona, yarı Meksikalı yarı Komançi olan Alberto Parker eşlik eder. Yani Bonelli’nin yarattığı ve ülkemizde çok sevilen “Tex” çizgi romanındaki Tex Willer ve Navajo savaşçısı Tiger Jack ikilisinin beyazperdeye aktarılmış modern bir versiyonuyla karşı karşıyayız adeta. Ancak bizim çizgi “Tex”teki gibi uyumlu sayılabilecek bir ilişki değil bu. İki ranger’ın takip sırasında birbirine ince bir
mizahla takılması eğlendirici olsa da ikilinin ancak Marcus’un ırkçı esprileri aracılığıyla bağ kurabilmesi, ABD’nin bir çok bölgesinde varolan ve Trump sonrasında daha da akut hale gelebilecek “ırksal” kırılganlığı hatırlatıyor devamlı. David Mackenzie’nin yönettiği, senaryosunu Taylor Sheridan’ın yazdığı “Hell or High Water”, bir soygun filminden (“heist film” denen türden) çok bir “neo-western” olarak tanımlanabilir. 19. yüzyıldaki “eski Batı” ile bağlantılı sayılan düşünce ve davranış kalıplarını günümüze uyarlayan bir alt tür bu. Mesela Tommy Lee Jones’un yönetip başrolünde oynadığı “The Three Burials of Melquiades Estrada”, Kim Jee-woon’un yönettiği “The Last Stand”, Coel biraderlerin yönettiği “No Country for Old Men”, hatta Ang Lee’nin yönettiği “Brokeback Mountain” bu alt türün yakın dönemli örnekleri olarak anılabilir. Aslında “Vahşi Batı” ile özdeş tutulan anlatı kalıplarının bambaşka zaman ve mekânlar dahilinde kullanılmasının örnekleri öyle çoktur ki kimi yönleriyle “Star Wars”ın ilk serisi dahi buna bir örnek sayılabilir. Tam da filmin bir “yeni western” olması dolayısıyla Howard kardeşlerin hikâyesinde Amerikan popüler kültüründe adeta birer Robin Hood figürüne dönüştürülen Jesse ve Frank James kardeşlerin izlerini bulma-
nın mümkün olması doğal mesela. Ancak “neo” da olsa bu western vurgusu yanıltıcı olabilir. Mackenzie’nin filmi, kapitalist krizin toplumsal etkilerini yoğun bir biçimde yaşayan günümüz Amerika’sına dair. Yönetmen sanki bunu hatırlatmak için haciz konulan evleri, ucuz kredi olanaklarını çığıran banka reklamlarını, işsizlik ve yoksulluğun cenderesinde ıssızlaşmış kasabaları adeta gözümüzün içine sokuyor. Kardeşlerin soymaya niyetlendiği bir bankanın duvarında görünen “üç dönem Irak’taydım ama bizim gibileri bankalar misali kurtaran yok” mealindeki grafiti gibi detaylar aslında asla “detay” değil. Neticede “Hell or High Water” her şeyden evvel bir kriz filmi. Trump’ın o meşum “Make America Great Again” sloganının özellikle taşradaki alt sınıfların hiç değilse bir bölümünde neden o kadar etkili olabildiğini anlamak için filmi izlemek iyi bir kestirme yol olabilir. Başka bir deyişle, iktisadi buhranın yıkıcı etkilerinin Amerika’nın neredeyse unutulmuş taşrasındaki toplumsal etkileri üzerine olan ama asla didaktik olma kaygısı taşımayan bir film bu. “Hell or High Water” tam da bu nedenle 1967 yılında çekilen ve Arthur Penn’in yönettiği bir başka neo-western olan “Bonnie and Clyde” ile kıyaslanabilir. İki filmde de “kahramanlarımız” iktisadi kriz devrinde
bankalara karşı savaş açar. “Bonnie and Clyde”, Büyük Buhran sırasında ABD’de adları bir dizi soygun ve cinayete karışan Bonnie Parker ve Clyde Barrow’un çetesinin hikâyesini aktarıyordu. Dahası, Bonnie ve Clyde’ın peşinde de tıpkı Howard kardeşler gibi bir Teksas rangerinin (Frank Hamer) olduğunu unutmayalım. İki kardeşin banka soygunlarından elde ettiği parayı aklamasına yardımcı olan üçkağıtçı muhasebeci bir ara, kardeşlerin bizzat borçlandırıldıkları bankayı soymasına ilişkin, “bu Teksas’a ait bir davranış değilse başka nedir bilmiyorum” gibisinden bir laf eder. Gerçekten de Toby ve Tanner krizin, daha doğrusu çokuluslu şirketlerin ve bankaların alt üst ettiği hayatlarını, tam da “vahşi Batı’ya” has sayılabilecek eylemlerle toparlamaya, yeniden kurmaya çalışır. Ancak kriz öncesinin istikrarına dönüş özlemi de göründüğü kadar “masum” değildir. İkiliyi yakalamaya çalışan “izcilerden” olan Meksikalı-Komançi Alberto, atalarından çalınmış toprakların şimdi bir kez daha çalındığından bahseder. Ona göre şimdi evlerinden, çiftliklerinden olanlar, daha önce Alberto’nun atalarını o topraklardan kovup oraya yerleşenlerdir. Toprak bir kez daha çalınmaktadır. Ancak bu kez silah zoruyla değil, bankaların eliyle.
KADIN 11
ELEKTRİK NEDEN KESİLİYOR?
KADINLAR YAŞAMAK VE YAŞATMAK İÇİN MÜCADELE EDİYOR ÇAĞLA OFLAS
NURAN YÜCE
Kasım’da Türkiye genelinde toplam 72 bin 252 saat planlı elektrik kesintisi yaşanmış. Plansız kesintiler konusunda ise resmi bir veri yok. Aralık’ın son günlerinde ise İstanbul’da yaygın bir biçimde uzun saatler elektrikler kesildi. Elektrikle birlikte kesilen su ve doğalgaz Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde18’ni etkileyince, doğal olarak terör ve savaş gündemine “elektrikler neden kesiliyor” sorusu da eklendi. Elektrik kesintisi sadece gündelik yaşamı etkilemedi. İstanbul çevresindeki otomotiv yan sanayisinde 120’ye yakın fabrikada üretimi durma noktasına getirdiği ve sadece bu fabrikalardaki zararın 2 günde 60 milyon dolara ulaştığı söyleniyor. 2015’te daha kapsamlı bir kesinti yaşanmıştı. 31 Mart’ta Türkiye’de elektrik şebekesinin tamamı çökmüş ve bundan 70 milyon insan aynı anda etkilenmişti. Bu boyutta bir elektrik kesintisi hiçbir yerde şimdiye kadar olmamıştır iddialarına muhtelif komplo teorileri eşlik etmişti. Ama ne geçen sene yaşananı ne de bundan birkaç gün önce yaşadığımız kesintileri komplo teorileri ile açıklamak mümkün. Türkiye’deki elektrik kesintilerine benzer kesintiler başka yerlerde de yaşanıyor. 2012’de Hindistan’da 620 milyon insanı elektriksiz bırakan kesinti en büyük güç kesintisi olarak kabul ediliyor. 2003’te ABD’nin Kuzeydoğusu ve Kanada’da 55 milyon, 2012’de Sandy Kasırgası’ndan sonra 8 milyon kişiyi etkileyen kesintiler oldu. Tüm dünyada geçerli olan ortak bir komplo teorisi yoksa bu kesintilerin başka nedenleri olmalı. Acaip havalar Enerji Bakanlığı son elektrik kesintilerinin nedenini, kötü hava şartlarından etkilenen, arızalanan altyapılar olarak açıkladı. Aslında bu makul bir açıklama olmakla birlikte yine de özrü kabahatinden büyük diyebileceğimiz nitelikte. Çünkü Türkiye’de iklim değişikliğinin yarattığı aşırı hava olaylarına uygun herhangi bir altyapı hizmeti bulunmadığı gibi, altyapıları bu koşullara uygun hale getirme çabası da yok. Bu nedenle iklim değişikliğinden en fazla etkilenen Türkiye’de en merkezi yerlerde bile, sulara gömülen arabalar ya da sel sularına kapılıp ölen insanlar sıradan hale geliyor. Sonra yetkililer çıkıp
aşırı yağışlara, fırtınalara, kuraklığa “bunlar doğal afet, yapabileceğimiz bir şey yok” deyip maddi ve can kayıplarımız için üzüntülerini belirtip, sabır diliyorlar. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını şiddetlendirecek ve yaygınlaştıracak. Bu hava olaylarına uygun altyapınız yok ise afetler, maddi ve can kayıplarını arttıracak. İki kere iki dört eder basitliğindeki bu gerçekliğe aykırı davranan, iklim değişikliğine katkıda bulunan, “kusura bakmasınlar kömürümüzü son damlasına kadar kullanacağız” diyen Enerji Bakanı Beraat Albayrak kusura bakmasın, elektrik kesintilerinden sorumludur. Ve böyle giderse aşırı hava olaylarına uygun dizayn edilmemiş elektrik sistemlerinin yaratacağı elektrik kesintilerini daha fazla yaşayacağımız çok açık ama kesintilerin tek nedeni bu da değil. Özelleştirme İstanbul’da yaşanan elektrik kesintilerinden önce, büyük çaplı kesintilerin yaşanacağı haberleri basında yer aldı. Her zamanki gibi yetkililer bu haberlere karşı açıklamalarda bulundular. Sonuçta haberler doğru çıktı. Elektrik Mühendisleri Odası tarafından tespit edilen nedenlerin başında yaz saati uygulamasının kalıcılaştırılmasının, sabahları daha fazla elektrik ve doğalgaz tüketimine yol açması yani talebi arttırması yer alıyor. Talep artarken doğalgazda yaşanan sıkıntı nedeniyle BOTAŞ’ın elektrik üreten santrallere gaz verememesi ve santrallerin çalışmaması yani arzın azalması var. Bu tespiti doğrulayan veriler ise şöyle; doğalgazın geçen yıl elektrik üretiminde yüzde 37.9 olan payı, bu yılın 11 aylık döneminde yüzde 33`e düştü. TEİAŞ`ın günlük üretim verilerine göre 14 Aralık`tan itibaren elektrik üretiminde doğalgazın payı yüzde 30`un altına, 21 Aralık`ta yüzde 20.6`ya, 22 Aralık`ta ise yüzde 17.4`e kadar geriledi. BOTAŞ tüm doğalgaz ile çalışan santrallara verdiği gazda kesinti yapmaya başladı. Önce yüzde 50 ile başlayan kesinti sonra yüzde 90`a ulaştı. Doğalgaz talebi ile arzı arasındaki denge bozulunca elektrik kesintileri yaşandı. Bu son yaşadığımız kesintilerin teknik açıklaması. Bu teknik sorunları mümkün kılan ise enerji sektörünün özelleştirilmesi. Özelleştirmelerle birlikte gelen denetimsiz, kalitesiz ve pahalı hizmet.
Kadınların ölmemek için öldürmek zorunda kaldıkları bir dünyada yaşıyoruz. Sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her köşesinde kadınlara karşı ayrımcılık ve şiddet uygulanıyor. Dünyada her 3 kadından 1'i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor. Her 5 kadından 1'i hayatının bir döneminde taciz veya tecavüz girişimi kurbanı oluyor. Türkiye’de ise bu oranlar %97’ye ulaşmış durumda. Kadınlar her yerde, yaşamlarını cehenneme çeviren cinsiyetçiliğin sonuçlarına karşı mücadele ediyorlar. Fransa’da Jacqueline Sauvage adlı bir kadın kendisine ve çocuklarına 47 yıldır şiddet uygulayan kocasını öldürdü. Jacqueline Sauvage’nın davası tıpkı Çilem Doğan ve Nevin Yıldırım davası gibi büyük yankı uyandırdı. Fransa’da mahkeme tarafından 10 yıl hapis cezasına çarptırılan 69 yaşındaki kadının serbest bırakılması için kampanya yapıldı ve Sauvage, Cumhurbaşkanı Hollande'ın affıyla salıverildi. Kadın cinayetleri devam ediyor saldırılar da Türkiye’de 2016 yılı kadınlara yönelik şiddetin hız kesmediği, kadınların haklarına yönelik pek çok saldırının yaşandığı bir yıl oldu. Savaş ve OHAL koşullarının yarattığı milliyetçi ve şiddet ikliminden en çok payı kadınlar aldı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformu verilerine göre 2016 yılında 265 kadın öldürüldü. Kadınlar, hemen her gün siyasetçilerin hedef tahtasına oturtuldu. Hemen her türlü mekânda cinsel saldırıya uğradı. Kentin merkez caddelerinde tecavüze, şehirlerarası yolculuklarda tacize, parklarda, yolcu otobüslerinde tekmeli saldırılara maruz kaldılar. Markette yürüyüş şekli nedeniyle darp edildiler. Failler pervasız bir biçimde cezasız bırakıldılar. İstismarcılar siyasetçiler tarafından korundu. İstismar yasaları çıkarılmak istendi. Tüm bu saldırılar ve aşağılamalar kadınları öfkelendirmekten başka bir işe yaramadı. Her türlü baskıya ve tacize rağmen kadınlar işyerlerinde, sokaklarda meydanlarda mücadelenin ön safında yer aldılar. Polis engeline rağmen 8 Mart’ı sokaklarda kutladılar. İstismar yasasını geri çektirdiler. Cinsiyetçilik mücadeleyle geriletilebilir Kadınlar eğitim hakkına ulaşmak, çalışmak, istediğinde boşanmak ya da ayrılmak, istemedikleri şeyleri yapmaya zorlanmamak, kendi hayatları hakkında karar vermek istiyor. Tüm bu haklara kavuşmak için de mücadele ediyorlar. Kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan cinsiyetçi fikirler kadınların can kaybına neden oluyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ASGARİ ÜCRET ZAMMI KABUL EDİLEMEZ! Devletin bizzat kendi açıkladığı açlık ve sefalet ücretlerinin altında bulunan asgari ücretin 2017'de ne olacağı, yeni yıla girmeye birkaç gün kala Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu tarafından açıklandı. Yeni yılda asgari ücretle çalışan bir işçinin eline 1404 TL geçecek, yani karnını yine doyuramayacak. Türkiye'de halen 6,5 milyon asgari ücretli var ve aileleriyle birlikte yaklaşık 20 milyonluk bir kesimi oluşturuyorlar. Ancak asgari ücrete yapılan bu 104 TL zam, zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) kesintisi ile geri alınacak. 2017'de uygulanmaya başlayacak olan BES ile asgari ücretten 53,3 TL kesinti yapılacak. Dolayısıyla asgari ücretlinin eline geçen net artış, sadece 50 TL olacak. Bu 50 TL de işçinin cebinde kalmayıp, vergi dilimlerine yapılacak olan bir hokkabazlıkla devlet tarafından geri alınacak. 1404 TL net asgari ücretin yaklaşık 133 TL'si asgari geçim indiriminden (AGİ) oluşuyor. Bu meblağ işveren tarafından ödenmiyor, bütçeden karşılanıyor. Yani patronların cebinden işçiye ödenen asgari ücret 1270 TL civarında kalacak. Zorunlu BES ve vergi diliminden kaynaklanan kayıplar da dikkate alındığında işçinin eline geçecek olan asgari ücret, AGİ hariç 1200TL seviyesine düşmüş durumda. Açlık sınırının altında TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) tarafından 30 yıldır aylık bazda düzenli olarak yapılan “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırması, asgari ücret vahametini ortaya çok net bir şekilde koyuyor. TÜRK-İŞ araştırmasının Aralık 2016 sonucuna göre; dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 1.432,17 TL'den oluşuyor. Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamaların toplam tutarı, yani yoksulluk sınırı 4.665,04 TL'den oluşuyor. Dolayısıyla gelen zam asgari ücretle çalışan bir işçinin karnını doyurmasına bile yetmiyor. Ekonomik krizin giderek derinleştiği bir ortamda, sadece petrol ürünlerine yapılan zamlar nedeniyle bile iğneden ipliğe her şeye zam gelmesi, asgari ücretli işçilerin alım gücünü daha da düşürmüş durumda. Bu şartlar altında Türk-İş'in istediği 1600 TL'lik asgari ücret yeterli değildir; asgari ücret en az 2000 TL olmalıdır.
AYNI GEMİDE DEĞİLİZ
Türk-İş temsilcisi Nazmi Irgat, asgari ücretin beklentilerini karşılamadığını ifade ederken, "milli birlik ve beraberliğin her şeyin üstünde olduğunu" söyledi. Türkiye'de sendikaların durumunun giderek kötüleşmesi, üye kaybetmesi, en mücadeleci sendikaların bile küçülmesinin arka planında, sendikaların milli birlik ve beraberlik gibi egemen sınıf ideolojilerine destek vermesi bulunuyor. İşçiler sendikalara başta ücret artışı olmak üzere çalışma koşullarının iyileştirilmesi, özlük haklarının düzeltilmesi, sosyal hakların güçlendirilmesi gibi talepler nedeniyle üye oluyor. Sendika liderliklerinin işçilerin taleplerini değil de patronların "milli birlik-beraberlik" olarak ifade ettiği, aslında işçi sınıfının sırtına daha fazla yük bindirmekten başka bir anlamı olmayan politikalarını her şeyin üstünde tutmaları, sendikalara duyulan ilginin azalmasına neden oluyor. Sendikal hareketin en güçlü olduğu yılların, işçilerin talepleri için en fazla mücadele edildiği yıllar olduğu gerçeği karşımızda durmaktadır. Kan kaybeden sendikaların yapması gereken patronların değil, işçilerin taleplerini ön plana çıkarmaktır.
İŞÇİLERİN DEĞİL, PATRONLARIN KARARI Açıklanan asgari ücret kararının altında hükümetin ve işveren temsilcilerinin imzası bulunuyor. İşçileri temsil eden Türk-İş, karara muhalefet ederek imza atmadı. Bakan Müezzinoğlu alay edercesine yaptığı açıklamada "Az veren candan, çok veren maldan. İnşallah malımız çoğaldığında çok veren kısmını da çözeriz” dedi. Bütçeden karşılanacak olan 133 TL'lik asgari geçim indirimi, yine patronları memnun eden bir uygulama. İşverenler her ne kadar asgari ücrete zam yapılmasına engel olamıyorlarsa da, asgari ücretin içinden ciddi bir payın devletin bütçesinden karşılanması, bu meblağın vergilerin büyük çoğunluğunu veren emekçi sınıflar tarafından finanse edilmesi anlamına geliyor. Türkiye, patronlar için bir vergi cenneti olma özelliğini koruyor. Verginin ücretlilerin maaşlarından doğrudan kesilmesine karşın, Maliye Bakanlığı verilerine göre zarar beyan eden ve hiç vergi vermeyen işveren sayısı oransal olarak yüzde 40 civarında olmaya devam ediyor.