DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
587
25 Ocak 2017 2 TL. sosyalistisci.org
5 MİLYON KADIN TRUMP'A KARŞI YÜRÜDÜ
BARIŞ ÖZGÜRLÜK
UMUT MÜCADELEDE ESKİ REJİMİ DE BAŞKANLIĞI DA İSTEMİYORUZ!
#demokratikhayır
MARKSİZM 2017 KÜRESEL DİRENİŞİN FİKİRLERİ
19-20-21-22-23 NİSAN İSTANBUL
2
GÜNDEM
SURİYE’DE SİYASİ ÇÖZÜM SAĞLANIYOR MU?
7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlar, hem solun hazırlıksız yakalandığını hem de sert karmaşa ortamıyla baş edecek bir serinkanlılığa sahip olmadığını gösterdi. Netleşen bir başka gerçek ise, kendi ayakları üzerinde duran ve işçi sınıfının öncülerinin arasında etkiye sahip olan bir sol inşa edilmeden, devlete geri adım attırabilmek, çok renkli ve çeşitli bütün hareketleri antikapitalist bir odak etrafında birleştirmek de mümkün değil. 7 Haziran’dan sonra sol saflarda zafer şarkıları dillendirilirken, farklı dinamikler devreye girmişti. En kötü dinamik, çözüm sürecinin bütünüyle sonlandırılması oldu. Bu dinamiğe bağlı olarak, 5 Haziran 2015’ten 2017’nin ilk saatlerine kadar yüzlerce insanı öldüren intihar bombası, canlı bomba ya da apaçık katliam eylemleri Suruç ve 10 Ekim katliamıyla birlikte günlük hayatın demoralize eden gelişmeleri arasına girdi. 1 Kasım seçimlerinde AKP kaybettiği oyları geri aldı. Bu, nedense solun hemen hiçbir kesimi tarafından beklenmedik bir gelişme olarak karşılandı. Moraller bozuldu. AKP’nin yaklaşık yüzde 50 oy alması, umutsuzluğu derinleştirdi. Bu umutsuzluk, çatışma ortamı, karmaşanın hakim olduğu ve Erdoğan’ın normal yollarla yenilmeyeceği duygusunun içinde 15 Temmuz darbesi şekillendi. Ve beklenmedik bir şey oldu: Halk kitleleri, ilk kez bir darbeye karşı sokaklara çıktı ve darbe 24 saat içinde püskürtüldü. 15 Temmuz’a kadar geçen sürede umutsuzluk, dindar kitleleri IŞİD’çi olarak kodlamayla elele ilerlemişti ve hem darbeye direnen kitleler hem de demokrasi nöbetlerine katılan milyonlarca insan, bu kodlamayı yapanlar açısından sadece umutsuzluğu derinleştiren toplumsal güç olarak algılandı. İşçi kitleleriyle bağların kopukluğu, işçi kitlelerinde “makarnacı ve kömürcü” olmak dışında bir yetenek görmeyenler, 15 Temmuz’da darbeye direnenlerle bağ kurmak yerine, bu kitlelere karşı korunmak için politika belirledi. Darbenin ardından gelen OHAL, sanki darbeye direnenlerin kabahatiymiş gibi, moralsizlik ve umutsuzluğu derinleştiren bir öğe oldu. OHAL, kazanılmış bir dizi hakka fiziki bir saldırı olduğu ölçüde, örgütsüzlüğü, işçi kitleleriyle bağların zayıflığını da göstererek derinleştirdi. Referandum önerisi tam bu iklimin ortasında kapımızı çaldı. Bunun sonucu, referanduma baştan mağlup bir ruh halinin hakim olması oldu.
Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın çok iyi açıkladığı gibi, mevcut umutsuzluğun daha dip bir sonucu yok. Bu nedenle, AKP tabanını, evet oyu verecek olanları karalamayan, kutuplaştırmayan, umutsuzluğa prim vermeyen gerçekçi bir kampanya hem referandum sürecinde etkili olabilir hem de demokratik bir hayır vurgusunu referandumdan sonra siyaseti etkilemek için değerlendirebilir. AKP açısından şu avantajlar var: 1. OHAL koşullarıyla, Hayır diyenler üzerinde baskı kurmanın kolaylaşması 2. MHP ittifakı. Her iki partinin 1 Kasım seçimlerinde aldığı oy şöyle: AKP, yüzde 49.53 MHP ise yüzde 11.90. İki parti 1 Kasım seçimlerinde oyların yüzde 61’ini aldı 3. Erdoğan faktörü. Erdoğan referandum sürecinde, 15 Temmuz’dan sonra artan prestijiyle etkili bir kampanya yapabilir. 4. Muhalif saflardaki karmaşa, karamsarlık, yılgınlık ve büyük bir felaket yaşanacak beklentisi 5. Buna bağlı olarak kutuplaşma siyasetinin karşılıklı sürdürülmesinin nihayetinde AKP’nin işine yarıyor olması 6. Referandumun Ortadoğu’da savaş koşullarında gerçekleşecek olması. Bu ise “yerli-milli” vurguya önemli ve gerçekçi bir zemin sunuyor. Ama referandumda hayır diyenler açısından da bazı avantajlar var: 1. AKP’nin başarısının altında yatan etkenlerden birisi ekonomideki “sihirli iyileşme”ydi. Dolar TL meselesi, bir krizin ne zaman tetiklenip tetiklenmeyeceğinden öte halkın yaşadığı fakirleşme ve enflasyonla ekonomik durgunluğun elele ilerlemesi, AKP liderliğinin ekonomik ajitasyonunu baskılayacak 2. Ortadoğu’da savaş koşulları ve ekonomiye etkisi referandum sürecinde “Evetçileri” de olumsuz etkiliyor ve etkileyecek 3. OHAL’de sadece darbecilerle uğraşılmadı on binlerce insana haksızlık yapıldı duygusu referandumda beklenmeyen bir tepki yaratabilir, 4. Hayır diyenler arasında Sosyalist İşçi’nin yıllardır savunduğu “bir seçimi kazanmak için AKP tabanının önemli bir bölümünün AKP’ye oy vermemesini sağlamak, bu tabanı kendi saflarımıza kazanmak zorundayız” fikri büyük oranda kabul görmeye başladı. Bu fikir yaygınlaştıkça “hayır” kampanyasının kutuplaşmacı-laikliği savunmaya indirgenen bir kampanya olmasını engelleme şansına sahip, 5. Kürtlerin ezici bir çoğunluğu “Evet” demeyecek 6. OHAL koşulları referandumda her şeye rağmen siyaset yapmak için bazı kanalların açık tutulmasıyla kısmi bir şekilde esnetilecek. Öyleyse bu koşullara bakıp zorlamak, yüklenmek, umutsuzluğu mücadele içinde aşmak gerekiyor.
6 yıldır süren savaş ve bombardımanlarla ülke yerle bir edildi.
Suriye’de altı yıldır süren korkunç savaş bitecek mi? Rusya, İran, Türkiye ve Suriye’nin katıldığı Astana konferansı, siyasi bir çözüm sağlamaktan uzak. Dört devletin Suriye görüşmeleri Kazakistan’ın Astana şehrinde gerçekleşti. Suriye savaşında etkinliğini yitiren ve yönetim değişikliğine giden ABD zirveye heyet göndermedi, elçisiyle katıldı. Zirveye Suriye muhalefetinin bir kısmı katıldı. Esad rejimi ile aynı masaya oturmayan muhalifler ‘buraya teslim olmaya gelmedik’ diyerek öncelikli amaçlarının ateşkes sağlamak ve acil insani yardımı organize etmek olduğunu söyleyerek vurguluyor: Esad gitmeden çözüm olmaz. Ev sahibi rolündeki Rusya ise Türkiye’ye Esadlı geçiş planı kabul ettirmiş bile. Bu Astana zirvesi öncesi Maliye Bakanı Şimşek’in ağzından kaçırıldı. Davos’ta küresel sermaye temsilcilerine konuşan bakan “Türkiye Esadsız çözümde artık ısrar edemez” dedi. Şimşek, kendi sözlerini yalanlasa da, muhalefetinin hamisi olarak masaya oturan Ak Parti hükümeti, Esad’sız Suriye politikasını çoktan değiştirdi. Oradaki esas varlık amacı, YPG/PYD’nin Suriye’nin geleceği hakkındaki pazarlıkların dışında tutulması. Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatı’nda birlikte savaştığı bazı
muhalif gruplar da YPG’nin IŞİD gibi “terör örgütü” olarak tanımlanmasını gündeme getiriyor. Zirveye katılanların ortak noktası, IŞİD ve Nusra Cephesi’nin dışarıda bırakılması. Rejimle muhalefet arasında ateşkes sağlansa da bu durumda savaş bir çok cephede devam edecek. Trump yönetiminin Suriye’de hangi politikayı izleyeceği ise denklemi kökten değiştirebilir. Cenevre’de siyasi çözüm görüşmelerine ön adım olması beklenen Astana’da Suriye’de kalıcı barış ve özgürlük için umut çıkmadı.
ÇIKTI, İSTEYİNİZ!
ÖNCESİ, REFERANDUM VE SONRASI
SINIRLAR IŞİD’DEN TEMİZLENDİ FAKAT… Türkiye ordusunun bazı ÖSO birlikleriyle Suriye’nin kuzeyinde düzenlediği harekat 150. gününü de geçti. IŞİD’in elindeki El Bab’da şiddetli çatışmalar yaşıyor. Türkiye askerlerine dönük bombalı saldırılar devam ederken hayatını kaybeden asker sayısı 52’ye yükseldi. Orada neler olduğundan fazla haber alınamıyor fakat Fırat Kalkanı’nın sınırları temizleyip dönmekten daha fazlası olduğu anlaşıldı. Henüz Bab’a hakim olunamamışken hükümet yetkilileri buradan sonraki adresin PYD kontrolündeki Menbiç olduğunu söylüyor.
GÜNDEM
ON YILDIR DEVAM EDEN MÜCADELE
HRANT YOK ADALET YOK
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
AHMET TÜRK BARIŞIN SİMGESİDİR Bu satırları yazarken Ahmet Türk mahkemeye çıkartılmıştı. Tahliye edilecek mi edilmeyecek mi? Ahmet Türk’e sorsak bir önemi olmadığını söyleyecektir. Zindanların tecrübelisi olarak partisinin eş genel başkanları, milletvekilli üyeleri, binlerce insan tutukluyken, kendi ismi etrafında bir tartışmanın sürmesinden memnun kalmayacağı açık. Yine de daha önce de bu köşede altını çizdiğim bir gerçeğe bir kez daha değinmek istiyorum: “Ahmet Türk, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin kaderiyle özdeş bir kader yaşıyor. Demokrasinin çıtasının nerede olduğunu mu ölçmeye çalışıyorsunuz, Ahmet Türk’e bakın, onun nerede olduğuna bakın. Ahmet Türk cezaevindeyse, Türkiye’de demokrasinin standartları yerlerde sürünüyor demektir.
Vurulduğu yerde anıldı.
Düşünce özgürlüğü gerilemiştir.
19 Ocak'ta bir kez daha binlerce kişi Hrant Dink'i anmak üzere bir araya geldi.
15 Temmuz darbe girişiminde ölenlerin de anıldığı tören, "Hrant için adalet için" sloganıyla sona erdi.
Anmanın sunuculuğunu yapan Hrant'ın Arkadaşları'ndan Bülent Aydın, anmanın açılış konuşmasını yaptı. Aydın'ın özetle "Hrant Dink'i tertip sürecinde korumayan devlet cinayete göz yumanları korudu, terfi ettirdi. Hrant'ın arkadaşlarının çabasıyla kamu görevlilerinin yargılanmasına başlandı. Gerçek katiller hala ortaya çıkarılmadı. 10 yıl oldu, hala adalet yok. Katilleri koruyan cinayete ortaktır" demesinden sonra, saygı duruşu yapıldı ve Hrant Dink'in ses kaydı dinlendi.
Mücadele kazandırır
Örgütlenme ve gösteri özgürlüğü ise ağır bir darbe
Hrant Dink'in sokak ortasında vurularak öldürülmesinden kısa bir süre sonra katil Ogün Samast yakalanmış, götürüldüğü polis merkezinde eline Türk bayrağı tutuşturularak poster fotoğrafları çekilmiş, bir kahraman muamelesi görmüştü.
almış demektir.” (Sosyalist İşçi, 580. Sayı)
O dönem başbakan olan Erdoğan, cinayeti kınayarak, olayın içyüzünün mutlaka açıklığa kavuşturulacağı sözünü vermişti. 10 yıldır bu söz yerine getirilmedi. Öldür diyenler değil, tetikçiler cezalandırıldı. Ama 10 yılda başka şeyler de oldu.
Diyarbakır Cezaevi’ne hapsettiği Ahmet Türk, darbe
Hrant Dink'in cinayetten dört gün sonra düzenlenen cenaze törenine yüz binlerce insan katıldı. O güne dek tabu olan Ermeni Soykırımı paramparça oldu. "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz" diyenler, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele veren çeşitli örgütlenmeler meydana getirdiler. Kamp Armen direnişi bile Hrant Dink'in ardından yükselen mücadele dalgasının bir sonucu olarak zaferle noktalandı.
olarak hapse atılmadığı da açık. “Yıllar önce, “Biz
Hrant'ın arkadaşları, on yıl boyunca ısrarlı bir şekilde davanın takipçisi oldular. Cinayete karıştığı bariz olan isimlerin bile tahliye edildiği dönemlerde dahi mücadele azimlerini yitirmediler. Her sene, her şeye rağmen, bu sene de OHAL'e rağmen binlerce kişi Hrant anmalarına katıldı, "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz" diyenler, davanın seyrinin durağandan kıpırdanır hale gelmesini sağladılar.
insanlar cezaevine atılıyor.” (Sosyalist İşçi, 580. Sayı)
Saygı duruşunun ardından konuşan Hrant Dink'in eşi Rakel Dink, yaptığı konuşmada verilen sözlerin tutulmayarak öldür diyenlerin bulunamadığını, ancak failin tüm kademeleriyle devletin ta kendisi olduğunun bilindiğini söyledi.
'GELİN, BU ÜLKEDEKİ GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİNİ KALDIRALIM' Rakel Dink'in yaptığı konuşmadan bazı bölümler şöyleydi: "10 yıldır neler neler oldu. Ah sevgilim. Malatya katliamı, İskenderun, Sevag Balıkçı, Roboski, Gezi Olayları, Suruç, Diyarbakır, Sur, Mardin, Nusaybin, Cizre, Şırnak, Tahir Elçi, Ankara, 15 Temmuz, Maçka, İzmir, Gaziantep, Ortaköy, Havaalanı ve Ortadoğu’daki savaş. Operasyonlar, terör, daha neler neler… Ülke kan gölüne döndü. Kimileri insan kanıyla duş yapmayı arzuladı. Ülkeyi bir karabasan sardı. İnsanlar korkar oldu, nefes alamaz hale geldi. Kişilikler ayakaltına alındı. Onurlar kırıldı, küçümsendi. Ey, gök ve yeryüzü… Ey, dağlar ve denizler… Kalkın, tanıklık edin. Bu topraklarda dökülen kanlara siz tanıklık edin. Çünkü insanlar sustu, susturuldu. Öldü, öldürüldü. Yas tutabilecek güç bile bitti. Yapılan zorbalıklar canilikler sınırları aştı. Akıllar durdu, akıllılar yok edildi. Sadece birlikte yaşamak değil, eşit ve mutlu yaşamak önemli olan. Ve onurlu, özgür yaşamak… Gelin, bu ülkedeki güvercin tedirginliğini kaldıralım."
İfade özgürlüğü baskı altındadır.
İster darbeye karşı mücadele olsun isterse teröre karşı, bu her iki mücadeleyi de sulandırmanın en etkili yolu Ahmet Türk’ü zindana koymaktır. 12 Eylül darbesinin karşıtı bir mücadelenin ürünü olarak hapsedilmemiştir. Ama aynı Ahmet Türk’ün 2010 yılında söylediklerini hatırlayınca, terörle mücadele kararlılığının sonucu konuşulacak son kuşağız” diyen Ahmet Türk, daha sonra bir röportajında “son kuşak”la ne demek istediğini şöyle açıklıyordu: “Demokratik siyasette insanlar öğreniyor, olgunlaşıyor, olaylara bakışı değişiyor. Gençken daha radikal çözümler talep edebilir ama siyaset yaptıkça olgunlaşıyor. Şimdi o olgunluğa sahip
Ahmet Türk, mutlaka serbest bırakılmalı. Belediyelere kayyum atanmaya son verilmeli. HDP eşgenel başkanları, vekiller, üyeler serbest bırakılmalı. Terörle mücadele etmek mi istiyorsunuz? Bu mücadelenin en doğ-
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan kamu görevlileri davası, ana dava ile birleştirildi. Aralarında Celalettin Cerrah, Ahmet İlhan Güler, Sabri Uzun, Ramazan Akyürek, Reşat Altay, Erhan Tuncel'in de bulunduğu 35 sanık yargılanmaya başladı.
ru yöntemi, milyonlarca insanın oy verdiği, seçtiği,
ANKARA'DA ANMAYA SALDIRILDI
her daim savunduğunu her şiddet eyleminin ardından
Başta İstanbul olmak üzere İzmir, Bodrum ve başka illerin yanı sıra Berlin, Frankfurt, Paris gibi merkezlerde de Hrant Dink anmaları düzenlendi. Pek çok yerde anmalar olaysız geçerken, Ankara'da valiliğin koyduğu gösteri yasağı bahane edilerek anmaya katılmak istenilen kitleye saldırıldı. Polisin yoğun gaz kullanarak dağıttığı kitle, Mülkiyeliler Birliği'nde bir araya gelerek anmayı burada yaptı.
belediye ve parti yönetimlerine, TBMM’ye yolladığı insanları serbest bırakmaktır. Barışı savunma olgunluğuna sahip olanların, diyaloğu yaptıkları açıklamalarla gösteren Ahmet Türk gibi Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması, demokrasiye, diyaloğa, çözüme olan inancın yeşermesini sağlayacaktır. Konuşulacak son kuşak olduğunu söyleyenleri ciddiye almak, konuşarak çözümün kapılarını açacak olan insanlara gözümüzün bebeği gibi bakmak lazım.
4
DÜNYA
IRKÇI TRUMP’IN İŞİ ZOR: BÜYÜK DİRENİŞ BAŞLADI Yeni ABD başkanı Donald Trump yemin ederek görevine başladı. Devasa protesto gösterileriyle karşılanan yeni başkanın ilk işi, Beyaz Saray sitesinden küresel ısınma, LGBT hakları ve İspanyolca bölümlerini kaldırmak oldu. Yemin töreninde ise önümüzdeki dönem nasıl bir politika izleyeceğinin vahim ipuçlarını verdi: Diğer dinler ve kiliselerin temsilcilerinin davet edildiği törene Müslümanların temsilcileri çağrılmadı. Yeni mücadeleci kuşak Afganistan ve Irak işgallerinde oynadıkları rollerle savaş suçlusu olan askerler, Klu Klux Klan* yöneticileri, küresel ısınmanın sorumlusu olan şirket yöneticilerinden oluşan Trump yönetimini protesto eden milyonlarca Amerikalı, ünlü aktivist-yazar Angela Davis gibi düşünüyor:
Trump’ın yemin ettiği 20 Ocak günü başını liseli ve üniversiteli aktivistlerin çektiği on binlerce genç sokağa çıkarak “Trump’a hayır, Klu Klux Klan’a hayır, ırkçı Amerika’ya hayır” diye yürüdü.
“Trump yönetiminde geçecek önümüzdeki 1459 gün, 1459 günlük bir direniş olacak: Tabanda direniş, sınıflarda direniş, işyerlerinde direniş, sanatımızda ve müziğimizde direniş.”
Bu spontane bir tepki değil. Protestoları gerçekleştiren öğrencilerin okuduğu okullarda, solcu aday Bernie Sanders kalabalık toplantılar yapmıştı. Yeni mücadeleci kuşak kendini sosyalist ve
Sokağa dökülen protetocular Clinton politikalarını da reddediyor.
anti-kapitalist olarak niteliyor.
Trump yönetiminin işi zor.
Trump yönetiminin ilk günündeki kadın protestoları ise ABD tarihinin en büyük eylemleri olarak kayıtlara geçti.
Yeni bir dönem
Trump’ın gelişi sadece Amerika’da değil Avrupa’da direnişi başlattı. 20-21 Ocak’ta bir çok kentte sokağa çıkan protestocular direnişin küresel olduğunu ilan etti. Bu güçlü sol dalga ile karşılanan
Trump yönetiminin gelişiyle sadece Amerika’da değil dünyada yeni bir dönem başladı. On yıllardır uyguladıkları küresel sermayenin programıyla büyük bir krize sebep olan, insanları batırıp bankaları kurtaran neo-liberal sağ ve sol sermaye hükümetleri yerlerini eli sopalı otoriter
yönetimlere bırakıyor. Fakat bu liderlerin karşısında, devasa kitle mücadeleleri ile ister küresel ister ulusal olsun kapitalist politikaların çözemeyeceği sorunlar duruyor. İstikrarsızlık, emperyalist devletler arasındaki gerginlik ve rekabet, savaşlar, ikim krizi ve açlıkla belirlenen yeni döneme kimin yön vereceğini işçi sınıfının ve ezilenlerin direnişinin düzeyi belirleyecek.
KİRLİ ENERJİ VE SAVAŞ YÖNETİMİ
IRKÇILAR CESARETLENDİ
KAPİTALİST SINIF ÖNÜNÜ GÖREMİYOR
Küresel ısınmanın başlıca sorumlularından biri olan Exxonmobil CEO’sunun Dışişleri Bakanı olduğu Trump yönetimi önceliği enerji politikaları.
Tüm dünya protesto ederken üç ırkçı partinin lideri Almanya’da kongre düzenleyerek Trump’ın gelişini selamladı.
n En fazla sera gazını atmosfere yollayan ABD’de sınırlı tedbirler öngören İklim Eylem Planı rafa kaldırıldı. Bu plan, küresel ısınma sorununu çözmekten uzak olsa da kitlesel iklim hareketinin basıncıyla oluşmuş ve sera gazı emisyonlarını sınırlı da olsa indirmeyi taahhüt ediyordu.
Nisan sonunda ilk turu yapılacak Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak isteyen faşist Ulusal Cephe’nin lideri Jean Marie Le Pen “2016 yılı Anglo-Saksonların uyanış yılıydı. 2017 kıta Avrupası’nın uyanış yolu olacak” diyerek sağcı dalgaya tutundu.
İsviçre’nin Davos kentinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na belirsizlik damgasını vurdu. Küresel sermayenin temsilcileri istikrarsızlığa karşı hiçbir çözüm ortaya koyamadılar.
n Yeni petrol kaynaklarının yanı sıra Trump yönetimi kömür, kaya gazı ve kaya petrolü gibi fosil yakıtların “devriminden” söz ediyor. Koruma altındaki doğal alanlar talan edilecek. Doğalgazı çıkartma yöntemi ile akarsular zehirlenecek. Dev enerji şirketlerinin planları etrafında ekonomiyi düzenlemeyi vaat eden Trump yönetimi, enerji için savaşmaktan kaçınmayacaklarını da açıkladı. Çin’i tehdit eden, “Radikal İslamcı terörü yeryüzünden sileceğiz” diye konuşan Trump, Ortadoğu ve Asya’da izleyeceği politikanın da içeriğini gösterdi.
Hollanda’daki ırkçı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders ve kongreye ev sahipliği yapan Almanya için Alternatif (AfD) partisi lideri Frauke Petry, Trump’ı selamladı. Üç partide kapitalizmin krizinin yarattığı sosyal yıkım, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi sorunların başlıca sorumlusunun göçmenler olduğunu söylüyor. Türkiye’de Ak Parti-MHP ittifakının da Trump’ın gelişini sempatiyle karşılandı. Krize karşı büyük sermayenin gerici çözümünü temsil eden ırkçılığa karşı mücadele önümüzdeki dönemin başlıca görevlerinden biri.
Küreselleşmenin ve krizin mağdurları ise öfkeli. Trump, ırkçı hareketler tıpkı otoriterleşen Erdoğan gibi alttakilere seslenip buradan destek bulmaya çalışıyor. Aldıkları destekle ne yaptıkları ise Trump yönetiminin politik programında görülüyor. İşsizliği yok etmeyi, gelir seviyesini arttırmayı, bunun için göçmenleri kovup, sınırlara duvar örüp, ağır gümrük kotaları ve vergiler koymayı planlayan Trump, ABD’li dev enerji ve sanayi şirketlerinin doğrudan yönetimi ile ekonomik durgunluğu aşmak, kapitalistlerin kasasını doldurmak istiyor. Irkçı-sağ dalgayı durdurmanın yolu, sosyalistlerin Trump’ın seslendiği aşağıdakilere güçlü bir şekilde seslenmesi, sorumlunun kapitalistler olduğunu gösterip, uluslararası işçi hareketinin taleplerinin uygulanmasını hedefleyen krizden çıkış programını ortaya koyabilmesinden geçiyor.
DÜNYA 5
AMERİKALI KADINLAR DÜNYAYA İLHAM VERDİ
Washington protestosu, Beyaz Saray kuşatıldı. MELTEM ORAL
Donald Trump ilk iş gününü milyonlarca insanın protestosuyla geçirdi. Geçen hafta sonu zengin iş adamı, yeni ABD Başkanı Trump’a ve onda cisimleşen cinsiyetçiliğe, heteroseksizme, ırkçılığa ve islamofobiye karşı küresel direniş vardı. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık tüm dünyada derinleşirken, egemen sınıfın çözümü sağ otoriter politikalarla sıradan insanların kemerini ve canını sıkmak. Ancak geçen hafta sonu Kenya’dan ABD’nin 600 farklı noktasına, Londra’dan Antartika’ya dünyanın dört bir tarafında yapılan kadın eylemleri egemen sınıf için işlerin hiç de kolay olmadığını kanıtladı. Özellikle Trump’ın doğaya, Meksikalılara, siyahlara, kadınlara, LGBTİ+’lara, Müslümanlara, işçilere ve bizi biz yapan bir dizi şeye karşı düşmanca politikalarını hayata geçirmesi sandığından zor olacak. Hayatını mücadeleye adamış ABD’li aktivist Angela Davis gösterilerde yaptığı konuşmasında “Trump yönetiminde geçecek önümüzdeki 1459 gün, 1459 günlük bir direniş olacak: Tabanda direniş, sınıflarda direniş, iş yerlerinde direniş, sanatımızda ve müziğimizde direniş” ifadeleriyle bunun henüz başlangıç olduğunu hatırlattı.
Türkiye’de son zamanların boğucu siyasi ikliminde, kadın eylemlerinin nefes aldıran etkisini deneyimliyoruz. Geçen aylarda hükümetin getirmeye çalıştığı istismar yasasına karşı hızla yan yana gelip sokaklara çıkabilen, OHAL koşullarında eylem yasakları sürerken 25 Kasım’da şiddete karşı binler olarak yürüyebilen kadınlar mücadele saflarının her kesimine güç, umut ve azim veriyor. ABD’de de Trump’ın aşağılayıcı düşmanlığının hedefi olan her kesim, kadınların öncülüğünde bir araya geldi. Kadınlar Trump’a “ünlü olunca istediğini yapabilir, kadınların cinsel organlarını avuçlayabilirsin” dediği, kilosundan, etnik kimliğinden, cinsel yöneliminden dolayı insanları kamusal alanda aşağıladığı ve benzer şeylerle defteri çok kabarık olduğu için öfkeli. Kadınların yol gösteren gücü bu kez tüm dünyaya nefes aldırdı. Ancak milyonları bir araya getiren tek neden Trump’ın iflah olmaz cinsiyetçiliği değildi. Gösterilere katılan Sadie Robinson Trump’a öfkenin çeşitliliğini “kendilerine neden orada oldukları sorulduğunda çoğu insan cevap vermeden önce bir dakika düşündü, çünkü bu sorunun çok sayıda ce-
vabı vardı. Trump’ın seçilmesinin eğitim, üreme hakları, iklim değişikliği, Yüksek Yargı, sağlık, nükleer ve ırkçılık üzerine etkileri konusundaki korkular pek çok kez dile getirildi” sözleriyle aktarıyor. Yeni Başkan hiç istemeyeceği bir şekilde farklı mücadelelerin birleşmesine vesile oldu. Kadınlar, siyahlar, Müslümanlar, iklim değişikliği aktivistleri ve pek çok mücadeleden talepler, sloganlar gösterilerdeki yerini aldı. Sadie Robinson’ın gösteriye katılanlarla yaptığı görüşmeler çeşitliliği ortaya koyuyor: “Trump asla benim başkanım olmayacak” diyen petrol boru hattına karşı aktivistler, “Trump’ın pek çok lüks oteli ve işi var, bazıları battı ve orada çalışanların parasını ödemedi. İnsanlar umurunda bile değil, iş aramakla ilgili bildiği bir şey var mı?” diye soran kamu çalışanları, kadın hakları hareketinde ömürlük emek veren ve Trump’ın iktidarının “bütün hayatı boyunca uğruna mücadele ettiği her şeyin ters yüz edilmesi” olarak gördüğü için gösterilere katılan emekli kadınlar, Westport Uniteryan Kilisesi’nden gelip ““Demokratlar beni gerçekten hayal kırıklığına uğrattı. Ben bir Bernie Sander destekçisiyim, hiçbir zaman Hillary’yi desteklemedim, bildiğim kadarıyla o ka-
dınları savunmuyor. Üstelik o savaş yanlısı bense barış istiyorum” diyen kadınlar. Gösterilerin kalabalığının, çeşitliliğinin ve birbirinden güçlü kadının mücadele dolu konuşmalarının hepimize cesaret vermesinin dışında, küresel etkisi çok umut verici. Türkiyeli devrimci Canan Şahin’in hatırlattığı gibi; 1999 yılında ABD’nin Seattle eyaletinde başlayan gösteriler sonraki yıllarda tüm dünyada esecek olan Antikapitalist hareket rüzgarını doğurmuş, ardından dünya çapında milyonların sokağa çıktığı savaş karşıtı harekete evrilmişti. Yine Wall Street’i İşgal Et! Eylemleri, Arap devrimleriyle başlayan rüzgarı dünyanın geri kalanında meydan işgalleri olarak estiren güçlü bir etkendi. Trump’ın ilk mesaisini “ırkçı, cinsiyetçi, defol!” sloganlarıyla geçmesini sağlayan milyonlarca ABD’linin eyleminin küresel bir dalgaya yol açacağını söylemek elbette çok aceleci bir yorum olur. Ancak çok açık ki dünyanın ezilenleri olarak, otoriter, baskıcı, sağ politikaların yükselişine seyirci kalmayacağız. Irkçılıkla ve nefret diliyle ‘yönetme’ hayalleri kurarak ortaya çıkan her güç karşısında inatçı bir mücadele buluyor.
6 GÜNDEM
ŞİMDİ AŞAĞIDAN MÜCADELENİN VAKTİ: BİRA AKP ve MHP’nin beraber hazırladığı anayasa değişikliği taslağının Nisan ayı başında referandumla halk oyuna sunulması bekleniyor. Yerli ve milli anayasa değişikliği önerisi 18 maddeden oluşuyor. Hükümet anayasa değişikliğini istikrarsızlığın çözümü olarak sunuyor. Ancak anayasa değişikliği taslağında, istikrarsızlığı yaratan koşulları değiştirmeye dair hiçbir öneri yok. Türkiye toplumunun demokrasiye olan hasretinin karşılığı söz konusu anayasa değişikliği değil. 12 Eylül anayasası deli gömleğini söküp atmak gerekirken, hükümet gömleğin bağlarını sıkmayı öneriyor. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığı günden beri hem Türkiye hem de Ortadoğu’da süren savaş, OHAL ve ekonomik kriz ortamında girilecek referandum sürecinde toplumsal kutuplaşmayı reddeden, demokratikleşme talepleri arasında köprüler kuran seslerin çoğalması belirleyici olacak. Referandumda Hayır diyecek olan aktivistlerden ilk ses geçen hafta çıktı. Meclis’teki görüşmeler henüz sona ermemişken İstanbul sakinlerinin bazıları posta kutularında Başkanlığın Faturası’nı buldu. OHAL adaletsizliğinin sürekli kılınacağı bir anayasanın oylanmasına yaklaşırken, aylardır süren OHAL’in genel toplamını ele alan fatura kamuoyunda oldukça ilgi çekti. Biraradayız Buradayız aktivistleri nasıl yan yana geldiklerini ve Başkanlığın Faturası çalışmasını Sosyalist İşçi’ye anlattılar. Neden referandumda hayır oyu kullanmak gerekiyor? Özdeş: Biraradayız Buradayız aktivistleri ortak bir paydada buluşsa da herkesin politik olarak Hayır gerekçesi farklı. Bence bu referandum 2010’dan bambaşka koşullar içerisinde gerçekleşiyor. Artık bir reform sürecinden söz etmiyoruz, ekonominin büyüme rekorları kırdığı bir dönemde değil aksine krize doğru gittiğimiz bir dönemdeyiz, Ortadoğu’da savaşan bir devletin yurttaşları durumundayız, üstelik sadece 7 ay önce gerçek bir darbe girişimi atlattık ve aylardır OHAL altında yaşıyoruz. Bu anayasa paketi, böyle bir dönemde devleti güçlü bir Başkan etrafında kuvvetlendirmeyi amaçlıyor. Önümüzdeki süreçte birden fazla hayır kampanyası olacağı aşikâr. Bir kesim daha şimdiden “laiklik için hayır”, “diktatörlüğe hayır” gibi kampanya yapmaya başladılar. Bu sloganlar zaten hayır diyeceği kesin olan toplumsal kesime ulaşmaktan ötesini başaramaz. Oysa tam da istikrarsızlık koşullarında olduğumuz için Hayır’ın kazanma şansı var. Bunun için kutuplaştırıcı değil kapsayıcı bir dil bence kullanılmalı. 19 Ocak’ta Rakel Dink “Hep birlikte çok daha iyilerini hak ediyoruz” demişti. Biz de “bunu durduralım çok daha iyi bir anayasayı birlikte yapalım” diyebiliriz. Demokrasiyi hep birlikte inşa edebiliriz. Bu referandum aslında AKP’ye alternatif bir parti görmese bile gelişmelerden hoşnutsuz olan kitlelerin bu hoşnutsuzluğu hükümete gösterebilmesi için de bir fırsat. Evet çıkarsa hükümet şu anki politikalarını uygulamaya devam edecek ve savaş ve istikrarsızlık sürecek. Hayır çıkarsa hükümet kaybettiği toplumsal desteği geri kazanmak için yeni adım atmak zorunda hissedecek kendini. Biraradayız Buradayız’ın yapacağı kampanyanın nasıl olacağına henüz karar verilmedi ancak nasıl yapmayacağımız konusunda belirli ortaklıklar var. Özetle toplumsal kutuplaşmaya hizmet etmeyen bir kampanya yapmak. Başkanlı-
Aktivistler yüzlerce binaya uğrayarak başkanlığın faturasını bırakıyor.
ğın Faturası referandum öncesinde yapılan ilk çıkış olduğu için bir tür işaret fişeği rolü üstlenmiş oldu. Bir ataleti kırdı, bir grup aktiviste özgüven verdi. Şimdi ise hızla hayır kampanyasının altını somut olarak doldurmak için yola çıkıyoruz. BiBu nasıl ve hangi amaçla bir araya geldi? Melis: 7 Haziran seçimleri öncesi Gezi’den sonra ortaya çıkan dayanışma ve işgal evi çevrelerinden insanların, bağımsızların, daha farklı siyasi çevrelerin emekleriyle gerçekleşen ‘10danSonra’ kampanyası vardı. Bu kampanyada bir araya gelmiş olanların yeni katılımlarla şu an kendini tanımladığı isim ‘Biraradayız Buradayız’. 10danSonra, 7 Haziran seçimleri sonrasında hem inisiyatifin sadece seçim ölçekli olması, hem de daha farklı uzlaşmaların sağlanamamasından dolayı çalışmaya devam etmemişti. Seçimlerin hemen sonrasında yaşamak zorunda bırakıldığımız her şey korkuyu her alanda kullanarak paralize durumu güçlendirmek amacını taşıdığından, 15 Temmuz ve beraberinde gelen OHAL ile de elimiz kolumuz iyice bağlanmış, söz söyleyemez bir hale gelmiş, sözün hükmünün bittiği bir noktaya doğru sürüklenmiştik. Onlarca şey oldu; binlerce insan işinden atıldı, gazeteler, dernekler kapatıldı; belediyelere kayyumlar atandı; bombalar patladı... En sonunda da meclise girsinler diye 7 Haziran’da gecemizi gündüzümüze katarak çalıştığımız HDP’li milletvekilleri tutuklandı. Durum böyle olunca birkaç arkadaş 10danSonra döneminden kalan iletişim kanallarından tekrardan toplanmamız, bir şeyler yapmamız, yapamasak bile bu durum hakkında bir şeyler söylememiz gerektiği üzerine bir öneride bulundu ve biz tekrardan toplanmaya başladık. Bu çağrı sonrası yapılan ilk toplantıda da zaten çoğumuz sadece bir açıklama yapmak değil; tekrardan, olabildiği kadar, bildiğimiz yöntemlerle ve araçlarla yeniden bir şeyler yapmak istiyordu. Toplantılara devam
ettik ve en sonunda 10danSonra’yı aşan, kesintisiz politika yapmayı hedefleyen, dönemsel kampanyalar yapacak olan ama yapının baki kaldığı bir dayanışma ve eylem ağı olan Biraradayız Buradayız’a dönüştük. Bulunduğumuz her yerde dayanışmayı yükseltmeyi, nefes alabileceğimiz platformları inşa etmeyi amaçladık, amaçlıyoruz. Ve gene herkesin kendi bulunduğu yerde inşa edebileceği bir dayanışma ve eylem ağı oluşturmak için çalışıyoruz. İsminden de anlaşılacağı gibi “Biraradayız” bir mesaj, henüz bizimle birlikte olmayanlara. “Buradayız” da net bir iddia. Başkanlığın Faturası fikri nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir etki yarattı? Fırat: Biraradayız Buradayız kurulduktan sonra "ne tarz bir üretim yapabiliriz, korku atmosferini nasıl dağıtırız" gibi sorular üzerinden atölye çalışmaları yapmaya başladık, fikir orada ortaya çıktı. Aslında son iki senede olanları, özellikle de OHAL’le birlikte ortaya çıkan bakiyenin bir dökümünü yapmak istedik, faturayı kime kesmemiz gerektiğini işaret etmek istedik. Her şeyden önce kendimiz suskunluk sarmalından çıkmak istemiştik ama fatura çıkıp dağıtım başladıktan ve sosyal medya kampanyasından sonra #BaşkanlığınFaturası tüm toplumsal muhalefete mal olan bir materyale dönüştü. Sosyal medyada 1.8 milyon insanla doğrudan etkileşime geçildiğini tespit edebildik, potansiyel olarak 5.5 milyon insanın da bu başlığı gördüğünü tahmin ediyoruz. Bizim dışımızda kuruluş aşamasında olan Kadıköy ve Şişli Hayır inisiyatifleri de faturanın dağıtımını üstlendi, şu an 250 bin kadar basıldığını tahmin ediyorum, yarısına yakınının da dağıtıldığını öngörebiliriz. Viral bir etkiyle merkezden çevreye doğru ilerleyecektir ve milyon adetleri bulacaktır diye umuyorum.
ARADAYIZ BURADAYIZ
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
İLK DÖRT MADDE Öyle bir el çabukluğu marifet ile karşılaştık ki, anayasa filan tartışmıyoruz. Tartışacağımız da yok. Sadece başkanlık tartışıyoruz. Hatta başkanlığı bile değil, sadece Tayyip Erdoğan'ın başkanlığını tartışıyoruz. Oysa, daha birkaç sene önce, yeni ve farklı bir anayasa ihtiyacı yaygın bir kabul görüyordu. AKP üye ve kurmayları ve hatta Tayyip Erdoğan da bu kabulü paylaşıyor ve hatta sık sık gündeme getiriyordu. Değişmesi gerektiği en açık olan kısımların başında ünlü "ilk dört madde" geliyordu (ve geliyor). Hani "değiştirilmesi teklif edilemez" olan dört madde. Bunları herkesin bildiği varsayılır hep, ama ben yine de hatırlatayım: "Madde 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Madde 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Madde 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı 'İstiklal Marşı'dır. Başkenti Ankara'dır. Madde 4.– Anayasanın 1inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez." Son cümledeki "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" saçmalığını bir kenara bırakalım. İnsan toplumları değişken, dinamik ve hareketlidir; toplumsal olan her şey değişir ve değiştirilebilir. Üç beş tane generalin "değiştirilemez" demesi hiçbir şeyi etkilemez.
Mayıs törenleri yapma adeti kaldırıldı. Dil söz konusuysa, anadilde eğitim konusu gündemin önemli bir maddesi haline geldi, TRT Kürtçe yayına başladı, Kürtçe dersleri uygulanır oldu. Yanlış anlaşılmasın; "Ve sorunlar çözüldü" demiyorum. Diyorum ki, ilk dört maddedeki sorunlu iki konu bu toplum tarafından uzun uzun tartışıldı ve sorunun çözülmesi doğrultusunda ufacık da olsa adımlar atılabildi.
"Türklüğün tarihî ve manevî değerleri" Mesele bundan ibaret olsa, diyebilirdim ki, kalsın o zaman bu maddeler, toplum nasılsa aşıyor artık bunları. Ama biraz daha dikkatli okuyalım. Madde 2'de şu var: "Türkiye Cumhuriyeti... başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan... bir hukuk Devletidir". Neymiş başlangıçta belirtilen bu temel ilkeler? Anayasa'nın başında, ilk dört maddeden önce "Başlangıç" bölümü var. Çok uzun değil. Benim bu yazımdan daha kısa. Ama Türkiye Cumhuriyeti işte bu "Başlangıç" bölümündeki temel ilkelere dayanıyormuş. "Başlangıç" bölümü baştan aşağı "Türk varlığı", "Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisi", "Türk millî menfaatleri", "Türklüğün tarihî ve manevî değerleri" ile dolu. Bazı madrabazlar, "Yahu, biz 'Türk' derken bu topraklarda yaşayan hepimizi kastediyoruz" der. Biz Türk olmayanlar ise, kimi kastettiklerini çok iyi biliriz; 90 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca çok iyi öğrendik. Öğretildi bize.
Teklif edilememesi ise iyice komik. İşte buyrun, bakın, ben şu anda teklif ettim.
Hadi benim neyi öğrenip neyi öğrenmediğim çok da önemli değil. Ama gelin görün ki, Kürt halkı da öğrendi.
Bu anlamsız komiklik dışında, rahatsız edici iki nokta var bu maddelerde.
İşte bu nedenledir ki, bu ilk dört maddeyi ve bu maddelerin dayandığı "Başlangıç" bölümünü değiştirmeden yazılan bir anayasa, beni ve Kürtleri ve daha pek çoğumuzu dışlamaya devam edecektir. Yok hükmündedir. Eninde sonunda tekrar değiştirilmeye mahkûmdur.
Biri, Atatürk milliyetçiliğine bağlı olma kavramı. Biri de, dilin Türkçe olması. Dikkat ederseniz, tam da bu iki konu Türkiye toplumunun en azından on yıldır harala gürele tartıştığı konular. Önemli değişikliklerin teklif edildiği konular. Teklif ne kelime? Kıyısından köşesinden değişikliklerin gerçekten yapılmaya başlandığı konular. Atatürk milliyetçiliği söz konusuysa, "Andımız" kaldırıldı, her okulda 19
Ve değiştirileceği güne kadar Türkiye'de kalıcı bir barışın, huzurun, eşitliğin, adaletin önünde engel oluşturmaya devam edecektir.
8
GELENEK 1917-2017 EKİM DEVRİMİ
DÜNYA SAVAŞININ GÖLGESİNDE BAŞKALDIRI VE İSYAN
1917 Ekim Devrimi, insanlık için büyük yıkım olan Birinci Dünya Savaşı'na son verdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın vahşeti ve Rusya’nın içindeki kesintiler Rus askerleri 1917’de ayaklanmaya hazır hale getirmişti. Rus Devrimi Birinci Dünya Savaşı’nın katliam ve kaosundan doğdu. 2,5 milyondan fazla Rus savaşta öldürülürken 5 milyonu da yaralandı. Askerlerin koşulları çok kötüydü. Rus devrimci Lev Troçki şöyle yazıyordu: “Artık askerlerin ne silahları ne de ayakkabıları vardı.” Eğitimsiz askerler silah veya cephane verilmeden savaşa gönderildiler. Rusya bir dizi moral bozucu yenilgi yaşadı. Savaşın acı deneyiminin askerler üzerinde bir etkisi oldu. Troçki; “Her şey savaş için” diyordu bakanlar, vekiller, generaller ve gazeteciler. “Evet” diye düşünmeye başladı siperlerdeki askerler “Hepsi son damlasına kadar savaşmaya hazır … benim kanımın.”
Ransome Rusya’yı erzakı olmadan kuşatma altında olan bir yer olarak tanımladı. “Rus şehirleri 1915’te açlık çekmeye başlayacak” diye yazdı.
Bir gizli servis ajanının raporunda ordunun “bazıları ayaklanmanın aktif güçleri olma potansiyeline sahip unsurlarla dolu olduğunu” yazıyordu. Bu sırada savaş ülkedeki kaynakları emerken, Rusya’daki sıradan halk açlık çekiyor ve donuyordu. Rusya’daki tarım aletlerinin ve diğer araçların çoğunun tamire ihtiyacı vardı. Rusya imalat için mal ve hammadde ithalatına muhtaçtı ama savaş bunu neredeyse durdurmuştu. Fabrikalarda hammadde kıtlığı yaşanıyor bu da üretimin düşmesine neden oluyordu. Yazar Arthur
Savaş Rusya’nın ulaşım sistemine de ek yük binmesine neden oldu, bu da ekonomiyi felç etti. 1915 yazında trenlerin beşte birinden fazlası insanları tahliye etmek ve donanım taşımak için kullanılıyordu. Yarım milyon köylü yerinden edildi ve hasadı kaldırmak için çok az köylü kaldı. Troçki “Tarlasını ekemeyen köylülerin sayısı arttı” diye yazıyordu. “Köylülerin savaşa olan karşıtlığı aylar geçtikçe arttı.” Savaş Rusya İmparatorluğu içinde altı milyon mülteci yarattı, şehirleri ve kasabaları dönüştürdü. Tarihçi Peter Gatrell
Rusya’nın ulusal geliri savaş sırasında üçte bir oranında azaldı. Hükümet savaş çabasını finanse edebilmek için borç alıp para bastıkça enflasyon hızla arttı. Moskova’da perakende fiyatları savaşın ilk iki yılında iki katına çıktı. 1917’nin başına gelindiğinde üç katına çıkmışlardı. Gıda fiyatları başka herhangi bir maldan çok daha hızlı yükseldi. Toprak sahipleri (kulaklar) tahılı saklayarak fiyatların daha da artmasını sağladılar. 1916’da ortalama bir işçi günde 200-300 gr yemek yiyordu. 1917’ye gelindiğinde insanlara yalnızca günde 450 gr ekmek veriliyordu. Gerçekte ise insanlar yemek yemeden günlerce çalışıyordu.
her dört kişiden birinin mülteci olduğu Katerınoslav ve Pskov şehirlerini tasvir eder. Gazeteler mültecileri “insan seli” ve hatta “çekirgeler” diye anmışlardı. Bazıları mültecilere öfkelenirken diğerleri için bu kriz Çar’a olan öfkelerini arttırdı. Yiyecek kesintileri ve savaşın gaddarlığı grevlere ve eylemlere neden oldu bunlar da Şubat Devrimi’ni başlattı. Petrograd’daki devasa Putilov fabrikasının işçileri 4 Mart 1917’de greve gittiler. Dört gün sonra kadın tekstil işçileri greve gitti ve Petrograd’da ekmek ve barış talebiyle eylem yaptılar. Diğer işçiler de onlara katıldı. Askerlere eylemleri bastırmaları emredildiğinde, onlar isyan etti ve işçilere katıldılar. Sonunda Petrograd kışlasındaki 150.000 askerin tümü devrime katıldı. Bunu askerler ve denizcilerin başkaldırısı izledi. Şubat Devrimi Çar’ı devirdi ve bir geçici hükümetin gelmesini sağladı. Ama işçiler, askerler ve denizciler işçi konseyleri yani Sovyetler kurdular. Ekim ayında gerçekleşen bir devrim ile Sovyetler iktidara geldi. Yeni işçi hükümetinin ilk işi Rusya’yı savaştan çıkarmak oldu. Savaş devrimi ateşlemişti, sonunda savaşa son veren de devrim oldu.
BOLŞEVİKLERİN SAVAŞ KARŞISINDAKİ TUTUMU
Çar'ın sarayı ele geçirilirken.
Birinci Dünya Savaşı milyonlarca insanı yıkıma uğratarak Çar rejimine karşı öfkeyi tetikledi. Fakat bu öfkeyle örtüşen bir devrimci liderlik de Rus işçi sınıfının mücadele tarihinin içinde şekilleniyordu. Savaş başladığında, yurt savunması maskesinin arkasına sığınan sol milliyetçiler kendi egemen sınıflarının savaş tutumlarını desteklerken, Lenin ve Bolşevik Partisi enternasyonalist bir tutum almayı başarabildi. Lenin savaşı ve savaşa karşı tutumu şöyle
açıklıyordu: “Şimdiki savaş emperyalist bir karaktere sahiptir. Bu savaş, kapitalizmin gelişiminin en yüksek düzeyine ulaştığı, (…) üretimde tekelleşmenin ve ekonomik yaşamın uluslararasılaşmasının muazzam boyutlara eriştiği, izlenen sömürge siyasetinin dünyanın hemen tamamının paylaşılmasını beraberinde getirdiği bir dönemin koşullarının ürünüdür.”
“Günümüz sosyalizmi, ancak savaşan emperyalist burjuvazilerden biri veya diğerinin yanında yer almayıp bunlardan her ikisini de ‘birbirinden kötü’ sayarsa ve her ülkede o ülkenin emperyalist burjuvazisinin yenilgisini arzularsa, kendi ismine layık kalacaktır. Bunun dışında kalan herhangi bir tutum, aslında gerçek enternasyonalizmle hiçbir ortak yönü bulunmayan milliyetçi-liberal bir tutum olacaktır.”
İŞÇİNİN SESİ
DARBEYE DİRENEN İŞÇİLERİ KOVDULAR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
GREV HAKKIMIZI KORUMALIYIZ Bursa’nın Orhangazi ilçesinde faaliyet gösteren Asil Çelik fabrikası ile Birleşik Metal sendikası arasında yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine işçiler 18 Ocak’ta greve çıktı. Fakat grev Bakanlar Kurulu kararıyla “Milli Güvenliği Bozucu” nitelikte denilerek 60 gün süreyle ertelendi. İşçiler yüzde 25 zam, enflasyon farkı ve kıdem farkı isterken Asil Çelik patronunun yüzde 7,2 zam dayatması üzerine grev kararı alınmıştı. İşçiler sendikanın alternatif planlarının olmamasına, kararına sahip çıkmamasına öfkeliler. Bir grev milli güvenlik gerekçesiyle yasaklandığında ne yapmak gerekir? Öncelikle işçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi uygunsa fiilen greve çıkmaya çalışmak gerekir. Değilse, 60 günlük süreyi, grev fikrinin daha da güçlenmesi, yaygınlaşması ve grevin geri kalan tüm emek örgütlerinden de destek alarak örgütlenmesi için çalışarak geçirmek gerekir. Bir işyerinde grev yapmak, sadece grev kararını ilan etmekle bitmiyor. Grev hazırlıklarının çok daha önce başlaması, grev öncesi çeşitli eylemlerle işçilerin greve hazırlanması gerekir. Fazla mesaiye kalmama, yemek boykotu, öğle arasında toplu bir şekilde yürüyüşler yapma, akşam servislerin önünde eylemler yapma bazı greve hazırlık yöntemleridir. İşçilerle işyeri dışında, evlerde toplantılar yapma, grevin nasıl yapılacağı, yasaklama benzeri saldırılar karşısında ne yapılacağı konusunda işçilerin görüş ve önerilerini alma, sürecin şeffaf yürütüldüğü konusunda işçiye güven verme ve başka pek çok uygulama, grevin başarıyla sonuçlandırılması için olmazsa olmaz koşullardır.
Taşeron sisteminin kaldırılması için Konya'da mücadele eden işçiler.
15 Temmuz darbesine karşı mücadelede otobüslerini askeriye önüne çektikleri için ödül verilen Konya’daki belediye otobüsü şoförleri, bundan birkaç ay sonra haklarını aramaya kalktıkları için işlerinden oldular. Konya Büyükşehir Belediyesi, ödemediği mesai ücretleri, bordroda düşük gösterdiği maaşlar nedeniyle kendisini şikayet eden otobüs şoförlerini işten attı. Taşeron firma işçisi 24 kişi kovuldu. Resmi tatil gününde çalıştıkları mesainin karşılığını alamayan, maaşları bordrolarında düşük gösterilen işçiler, BİMER’e şikayette bulundu. Meseleyi inceleyen müfettiş, işçileri haklı buldu, taşeron firmalardaki ihlalleri raporladı. İşçiler dava açarak haklarını aramaya devam edecekler. MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
BELİRLEYİCİ OLAN MÜCADELEDİR Devleti egemen sınıfın tahakküm aygıtı, anayasaları bu azınlığın çoğunluk üzerindeki hakimiyetinin hukuki belgesi olarak gören sosyalistler için yönetim biçiminin ne olacağı tali bir sorundur. Parlamenter sistem ya da başkanlık, her durumda kapitalist sınıfın egemenliğine karşı üretenlerin doğrudan demokrasisi için mücadele ederiz. Tam demokrasi çoğunluğun kendi mücadelesi ile kurulabilir. Yönetim biçim, rejim tartışmaları bizim burada dahil olduğumuz yerdir. Getirilmek istenen şey, işçi sınıfının, ezilenlerin, halkın çoğunluğunun mücadelesi önünde bir engel midir? Acil taleplerimizi içeriyor mu? Yeni koşullarda, tek sigortamız olan mücadelenin gelişmesi için, örgütlenme, düşünce, ifade özgürlüğü ne olacak? 15 Temmuz ordunun beşinci darbenin girişimiydi. Cumhuriyetin kurucusu olan askerler, ister sıkıyönetimle doğ-
Konya Büyükşehir Belediyesi’nin şoförleri, AKP’nin içindeki sınıfsal çelişkileri netçe ortaya koyuyor. 15 Temmuz gecesi darbe girişimi, onlar gibi milyonlarca yoksul işçinin mücadelesi sayesinde durduruldu. Ancak hükümet bugün bir yandan OHAL altında KHK’larla binlerce emekçiyi “terör destekçiliği” gerekçesiyle işinden ederken, bir yandan da kendi tabanından dahi olsa hakkını arayan işçiye düşman. AKP’li büyükşehir belediyesine bağlı taşeron firmada çalışan işçiler kolaylıkla kovulabiliyor. İktidarın otoriter eğilimlerine karşı mücadele etmenin, onu geriletmeni yolu, tam da hem darbeye karşı çıkan hem de patronlardan hakkını almak için direnen işçileri kazanmaktan geçiyor. rudan ister savaştaki vazgeçilmezlikleriyle dolaylı olarak hep belirleyici oldular. Ak Parti-MHP ittifakının anayasa değişikliği 1925’te (?) askerler tarafından yazılmış, her anayasada korunmuş, 12 Eylül darbe anayasasının özü olan ilk dört maddeyi değiştirilemez olarak kabul etmektedir. Milyonlarca insan sivil-demokratik-özgürlükçü anayasa talebinde anlaşmış, 12 Eylül referandumuyla bu sonuçlanmışken, Erdoğan ve bütün siyasiler söz vermişken önümüze getirilen maddelerle kemalist devletin deli gömleği yeniden üzerimize giydirilmek isteniyor. Hayır, çünkü 100 yıllık ceberut rejim ve resmi ideolojisin artık değişmelidir. Bu teklif ise 12 Eylül anayasasının üstüne başkanlığın eklenmesidir. Evetçi Ak Parti ve MHP, Hayırcı CHP ve MHP muhaliflerinin değiştirilmez dediği şeyler en büyük sorunların kaynağıdır. Kürt sorununda siyasi çözüm ve eşitlik kabul görmüşken, kemalist devletin hışmına uğramış Türk olmayan halkların tanınması yönünde büyük toplumsal adımlar atılmışken
Aslında Anayasa Mahkemesi 2015 yılında oybirliği ile verdiği bir kararda, hükümetin grev erteleme kararlarının “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup bu hak ve özgürlükleri tümüyle kullanılmaz hale getiren sınırlamalar” olduğuna, grev ertelemenin “demokratik toplum düzeniyle uyum içinde olmadığına” karar vermişti. Ama o günden bu yana pek çok grev ertelemesi yaşadık. Her demokratik hak gibi grev hakkı da asıl olarak işçi sınıfının kendisi tarafından korunmalıdır. Siyasal iktidarlar herhangi bir demokratik hak gibi grev hakkını da kolaylıkla ortadan kaldırabilmektedir. Grev hakkını ortadan kaldıran “grev ertelemesi düzenlemesi”ne karşı mücadele, işçilerin hak mücadelesinin ana hedefleri arasına alınmalıdır. Bu konuda tüm emek örgütleri bir araya gelmeli ortak bir mücadele sergilemelidir.
milliyetçi cephe karşımıza çok eskimiş bir fikri koymaktadır: Türkiye’de yaşayan ve Türk olmayan milyonlarca insanın varlığının reddi. Şovenizme ve ırkçılığa hayır! Çözümsüzlüğe, çatışmaya, savaşa hayır! 100 yıllık baskı yöntemleriyle geleceğimizin çalınmasına hayır! İlk dört madde resmi ideolojinin tarifidir. 15 Temmuz darbe girişimi, baskıcı laiklik politikalarının yerini özgürlükçü bir anlayışa bırakmasının gerektiğini gösterdi. Anayasa teklifinde, devletin resmi yaklaşımı “Türk-Hanefi-Sünni” tanımı olduğu gibi durmaktadır. Bu tarifteki baskıcı laikliğin yeniden hortlatılmasına, devletin dini kullanmasına ve kontrol etmesine hayır! 15 Temmuz’un ardından milyonlarca insanın talebi eksiksiz bir demokrasidir. Ak Parti-MHP ittifakı ise devletin sopasının güçlendirildiği, muhaliflerin zorbalıkla sindirildiği, ırkçılık ve şovenizmle işçi sınıfının bölündüğü ve kapitalist sınıfın saldırılarına karşı zayıflatıldığı bir düzen istiyor. Sandıktan ne çıkarsa çıksın geleceği belirleyecek olan sosyal mücadelelerdir.
10 SİNEMA
ARRİVAL: UZAYLILARIN “İNSANİ MÜDAHALESİ”
FERİT SANİ
1902 tarihli Fransız yapımı bir sessiz film olan “Ay’a Yolculuk”ta (Le Voyage dans la Lune) bir grup astronom, bir topla fırlatılan bir kapsül aracılığıyla Ay’a seyahat eder. Georges Méliès’in yönettiği filmde Yunan mitolojisinden ilhamla Selenit adı verilen uzaylılarca esir alınan “kahramanlarımız”, sonuçta ne yapıp edip uzaylıların elinden kaçmayı başarır ve dünyaya geri döner. Film insanlığın muhayyel dünya dışı türlerle karşılaşmasının beyaz perdeye yansıyan muhtemelen ilk örneğidir. Aradaki yüz küsur yılda çok şey değişti elbet. Ancak dünya dışı türlerle temas temasının kabaca iki alt başlığının olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Biri söz konusu teması, insanlığın sonunu getirecek bir istila olarak yorumluyor ve dünya dışı varlıkları modern hayatın gergilim ve korkularını “kaşımanın” verimli bir deney sahasına dönüştürüyor. Böylece uzaylıların istilası, Soğuk Savaş sırasında olası bir nükleer savaş ve yıkıma dair korkunun (örneğin 1953 tarihli “The War of Worlds”) ya da modern kitle toplumundaki anonimleşme ve yabancılaşmaya dair kaygıların (örneğin 1956 tarihli “Invasion of the Body Snatchers”) bir alegorisine dönüşebiliyor. 1988 tarihli “They Live”de toplumsal eşitsizlikler ve modern tüketim toplumunun akıl dışılığı, uzaylıların istilası aracılığıyla eleştiriliyor. “Independence Day” (1996) ya da “Battle: Los Angeles” (2011) gibi daha yakın tarihli
örneklerindeyse bu anlatı biçimi, uzaylıları küresel hegemon ABD’nin “liderlik” pozisyonunu ululayan bön bir yurtseverliğin vesilesi dahi kılabiliyor. Diğer bakış açısıysa dünya dışı türlerle teması, modern toplumların karşı karşıya olduğu sorun ve tehditleri tamir ve telafi edebilecek, hiç değilse bunlara bir başka açıdan bakmamızı sağlayacak bir vesile addediyor. 1951 tarihli “The Day the Earth Stood Still” bu türün ilk örneklerinden. Daha yüksek, daha olgun bir medeniyet düzeyini temsil eden dünya dışı varlıklarla temas, bu anlatı türünde insanlığın sorunlarına bir tür çare olabilecek neredeyse “tanrısal” bir müdahale olarak tasarlanıyor. “Uzay Yolu” serisinin Mr. Spock’ı, bu “bilge uzaylı” tiplemesinin belki de en popüler olmuş örneği. “Close Encounters of the Third Kind” (1977), “Starman” (1984), “Contact” (1997) ve elbette “E.T. the Extra-Terrestrial” (1982) bu “biz dostuz dünyalı” temasının bazı örnekleri. “The Man Who Fell to Earth” (1976) ya da “District 9” gibi örneklerdeyse insanlık durumu uzaylıların gözüyle ya da uzaylılar aracılığıyla kıya sıya eleştiriliyor. Uzatmayalım. “Arrival” bilim kurgunun bu alt türüne özgü gerilimden yola çıkıyor. Film, dünyanın 12 ayrı noktasına inen uzaylıların dünyaya neden geldiği sorusu etrafında dönüyor. ABD ordusu, Noam Chomsky Amerikan endüstriyel askeri kompleksi için çalışmayı muhtemelen kabul etmeyeceğinden bir başka dilbilimci olan Louise
Banks’ın (Amy Adams) kapısını çalıyor. Amaç, mürekkep balığına benzeyen dünya dışı varlıklarla iletişim kurup onların derdinin ne olduğunu, barışçıl amaçlarla gelip gelmediklerini öğrenmek. Adams ve arkadaşlarının iletişim çabasına, uzaylılarla temasın dünyada yarattığı telaş ve korku iklimi eşlik ediyor. Emperyalistler arası rekabet ve çekişmelerin yoğunlaştığı günümüz dünyasının eğilimlerine uygun olarak “Büyük Güçler”, rakiplerinin uzaylıların varlığını kendi çıkarları lehine kullanabileceği korkusuna kapılıyor. Uzaylıların niyetlerine dair ciddi kaygılar taşıyan asker ve siyasetçilerin (filmde konulan isimle) “heptapodların” hedeflerini “beyaz adamla” karşılaşınca yok olan Avustralya yerlilerinin kaderiyle izaha kalkışmalarıysa hayli ilginç. “İnsan herkesi kendi gibi bilir” deyişine uygun olarak, üstün olduğu iddia edilen türün/ırkın gelişmemiş olanı yok etmesini bir “doğa kanunu” sayan ve sömürgeciliği meşrulaştırmış anlayış, böylece dünya dışına taşınmış oluyor. Denis Villeneuve’nün yönettiği “Arrival”, türe özgü fanfaraya, gürültü patırdıya pek prim vermeyen, hayli “yumuşak” bir film. Uzaylıların dünyaya gelişinin yaratması doğal panik ve karmaşa havası türün sayısız örneğinde iştahla gözümüze sokulurken filmde üniversitenin park alanındaki küçük bir araba kazasının yarattığı gerilime konsantre edilmiş mesela. Dünya dışı varlıklarla iletişim, Louise’in kişisel acı ve
düş kırıklarıyla harmanlanarak ve çoğu zaman onun yüzüne yansıyan şekliyle canlanıyor gözümüzde. Dolayısıyla film, türün hayranlarına belki ilk başta garip gelebilecek melankolik bir atmosferle sarmalanmış. Ancak tam da Louise karakterinde cisimleşen o duygusal yoğunluk, dilbilim ya da zaman kavrayışımız gibi hayli müşkül başlıklarda senaryonun kimi boşluklarını kapatarak filmi “gerçekçi” kılabiliyor. Bilim kurgunun böyle “kişiselleşmesi” aslında giderek yaygınlaşan bir eğilim. “Gravity”, “The Martian” ve özellikle de “Interstellar” filmlerinde olduğu üzere “Arrival” da zaman ve gerçeklik algımız gibi başlıkları “kahramanımızın” yas, kayıp ve yalnızlık gibi deneyimlerle baş edişi aracılığıyla ele alıyor. Ancak “Arrival”ın, “Vahşi Batı”yı fethettikten sonra artık uzayı fethe çıkan “Interstellar”dan, adalar bitince şimdi de uzayı kolonize eden Robinson Crusoe öyküsü “The Martian”dan farkı, evrendeki yerimize dair daha mütevazı bir tutum takınması. Filmde Amerikan liberal zihniyetine has kimi klişeler (kitle korkusu - uzaylılar geldi diye yakıp yağmalayan kara kalabalıklar, yükselen Çin ve Rusya korkusu) gözümüze sokuluyor elbet. Ancak “Arrival”, uzayı bilmem ama uluslararası siyasal sistemin giderek daha militaristleştiği bir dünyada biraz nahif de olsa iletişim, anlayış ve karşılıklılık temelli evrenselci tutumuyla dikkat çekiyor.
AKTİVİZM 11
BAŞKANLIK VE ÇEVRE
Karadeniz'deki HES inşaatlarından biri. NURAN YÜCE
Hayır! Çünkü OHAL’in devamı
#HayırÇünkü başlığı altında çevre hareketleri de başkanlığa neden itiraz ettiklerini açıklayan paylaşımlarda bulunuyor. Türkiye’nin dört bir yanında maden, termik, nükleer, HES, baraj gibi çok sayıda çevresel yıkımlara yol açan proje olduğu için de bu paylaşımlarda çok sayıda sorunlu alan dile getiriliyor. Bu paylaşımlardan biri “suların özgür akması için başkanlığa hayır”dı. Başkanlık sistemini savunanlar ise “ Başkanlık gelirse Tayyip tüm suyu kendi içecekmiş, başkasına vermeyecekmiş!” gibi ilkokul düzeyinde esprilerle bu itirazlarla akılları sıra dalga geçtiklerini düşünüyorlar. Doğru, yeni yasal düzenlemelerin hiçbir maddesi çevre ile ilgili değil. Ama iki nokta var ki hayata geçirilmeye çalışılan başkanlık sistemi ile çevre yıkımı daha da artıracak.
15 Temmuz askeri darbesine karşı ilan edilen OHAL, kısa sürede temel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalar getirdi, keyfi, hukuk dışı uygulamalara yol açtı. Oysa askeri darbeleri geriletmek, darbe girişimlerini engellemek için de siyaseten tercih edilmesi gereken demokrasi olmalıydı. Hükümet tercihini tam tersi yönde yaptı. Antidemokratik uygulamalardan çevre de nasibini alırken OHAL fırsatçılığı bu alana da uygulandı. Bu fırsatçılığın çevre bazında çok örneği var ama en bariz düzenlemesi Madde 75 idi. Hükümetin stratejik yatırım kabul ettiği projeler için; tabiat varlıkları ve SİT alanlarını kullanıma açan, bu projeleri tüm denetim mekanizmalarının dışında tutan, şirketlere Kurumlar Vergisi ve Gümrük Vergisi muafiyeti, gelir vergisi stopajı teşviki tanıyan, hazine arazilerini 49 yıllığına bedelsiz tahsis eden, yatırım finansmanlarında kullanılan krediler için 10 yıla kadar faiz ve kar payı desteği sağlayan bir düzenlemeyi OHAL kapsamında KHK ile oldu bittiye getirdiler. Bu maddenin darbecilerle ve darbe koşullarının geriletilmesi ile bir ilgisinin olmadığı çok açık. Bu madde ile hem hiçbir denetime tabi olmayan çevre yıkımlarının hem de bugüne kadar dava konusu edilmiş projelerin (nükleer, HES, termik santraller, madenler, mega projeler vb) Bakanlar Kurulu tarafından stratejik yatırım kabul edilmesi halinde davalarının düşürülmesinin yolunu açtılar. OHAL döneminde ÇED olumlu raporları daha hızlı verildi. Yatırımların önünü kestiğini düşündükleri ÇED süreçlerini tamamen işlevsiz hale getirmede kararlı olduklarını ifade eden hükümet yetkilileri OHAL içinde elde ettikleri bu yetkileri kalıcılaştırma çabası içindeler.
Yıllardan beri var olan Anayasa’nın bu topluma bir beden dar geldiği, köklü bir değişime ihtiyaç duyulduğu çok açık. Değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilk dört maddenin değiştirildiği, sınırsız örgütlenme ve ifade özgürlüğünün yer aldığı daha özgürlükçü ve demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacımız var. Ayrıca bu Anayasa’nın ekolojik bir Anayasa olması da gerekiyor. Ekolojik kaygıların ekonomik kaygıların önünde yer aldığı, doğanın bir kaynak değil de bir varlık olarak tanımlandığı, insanın ve doğanın haklarının ayrılmaz bir bütün olduğunu kabul eden, bu hakları koruma altına alan bir Anayasa’ya ihtiyacımız var. Ancak böyle yasal bir düzenleme şu an içinde bulunduğumuz ekolojik yıkımının önüne geçebilir. Maddeler içinde böyle bir düzenlemenin olmaması birinci olumsuzluk. Ki bu olumsuzluk aslında var olan durumun yani çevre katliamının daha da artarak devam edeceğinin de kanıtı.
ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır
‘ÖLÜMCÜL ALAMETLER’İ KOVMAK Yeni başkan Donald Trump’ın göreve başlamasının ardından ABD’de başını kadınların çektiği devasa eylemlerin başlaması, bir süredir kıpırdayamaz, nefes alamaz hâlde görünen sol için umut verici oldu. Arap devrimleri, Occupy (işgal et) eylemleri, İspanya ve Yunanistan’da daha sonra sol reformist alternatiflere dönüşecek olan kitle hareketleri ile kendini gösteren sol dalga özellikle 2016 yılında hızlı bir erime içine girerken, aşırı sağ kapitalizmin krizine ve kemer sıkma politikalarına duyulan tepkiyi ırkçılık temelinde örgütlemeyi başararak hızla yükselmeye başladı. Arap devrimleri darbe ve iç savaş gibi korkunç meydan okumalarla karşı karşıya kaldılar. 2017 yılına böyle bir ortamda girdik. Ancak umutsuzluk, toparlanmayı sağlamıyor, şimdi bir önceki sol dalganın yükselişinden ve geri çekilişinden dersler çıkarmanın ve Trump’a karşı yeniden sokağa çıkan hareketin geri çekilmemesi için ne yapacağımızı konuşmanın zamanı. Mesele sadece ABD’yi ilgilendiriyor gibi görülebilir oysa öyle değil. Trump, dünyada yükselen sağ için bir simge, adeta bu ırkçı, cinsiyetçi, otoriter, pervasız ve popülist sağın karikatürleştirilmiş bir modelini sunuyor. Dolayısıyla ABD’deki eylemlerin başka yerlerdeki eylemleri kışkırtması beklenebilir bir sonuç. Ancak sadece Trump karşıtı eylemlere bakmak çözüm değil, asıl olan Trump’ı da, Türkiye’deki anayasa değişikliğini de, dünyadaki sağ yükselişi de kapitalizmin krizi ile bağlayabilen bir stratejiyi hayata geçirmek. Gazetemiz yayına hazırlanırken 126’ıncı doğum gününü kutladığımız İtalyan Marksist Antonio Gramsci, liderlerinden biri olduğu büyük bir devrimci işçi hareketinin geri çekilişi karşısında faşizmle tanışmış ve cezaevinde hem yenilginin sebepleri, hem de sosyalistlerin nasıl olup da başka bir dünya yaratacağı üzerinde düşünmüştü. Gramsci’ye göre egemen sınıf konsensüsü kaybettiğinde, liderlik vasfına sahip olmaz; artık sadece tahakküme sahiptir ancak geniş kitleleri yönlendirebilme yeteneğine sahip değildir. Eski fikirler sarsılırken, yenileri kitleleri kavrayamaz : “Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğamadığı olgusundan meydana gelir. Bu fetret devrinde çok çeşitli ölümcül alametler belirir”. Bu ‘ölümcül alametler’den günümüzde sıkça görüyoruz. Yükselen ırkçılık, artan otoriterizm, kemer sıkma politikaları ve derinleşen kriz. Gramsci, krize hazır olmamanın ezilenler açısından felaket anlamına gelebileceğini bizzat deneyimlemişti. Karşısında önerisi burjuva toplumunu kuşatan kurumlar yerine ezilenlerin kendi kurumlarını ve pratiklerini yaratmasını sağlayacak yaygın, uzun vadeli bir faaliyetti. Kapitalizmin krizi başladığından beri bir sola bir sağa vuran sarkacı, solda sabit tutmak böyle bir faaliyeti önümüze koymakla, en önemlisi ise antikapitalist bir stratejiyi günün koşullarına ve farklı ülkelerdeki özel koşullara göre oluşturabilmekle mümkün. Tüm dünyada ırkçılık ve otoriterizm ile kapitalist krizin, Türkiye’deki anayasa referandumu ile metal sektöründe yasaklanan grevin, barış hareketinin bağlarını kuran sabırlı ama hantal olmayan bir mücadele hattına ihtiyacımız var. Trump karşıtı gösteriler, Türkiye’de uzun süredir ilk defa bir grev yasağının işçiler tarafından tanınmaması bize gidilebilecek bir yol olduğunu yeniden gösterdi, ‘ölümcül alametleri’i kovmak ırkçılığı ve otoriterizmi geriletmek için antikapitalist bir stratejiyi kolektif bir şekilde yeniden düşünmeliyiz.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
YASAK GREVLE AŞILDI METAL İŞÇİLERİ KAZANDI
Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde patron örgütü EMİS ile işçi sendikası Birleşik Metal-İş arasındaki uyuşmazlığın ardından, Schneider Elektrik, Schneider Enerji, ABB Elektrik ve Grid Enerji (Alstom) bünyesindeki 13 ayrı fabrikada 2 bin 200 metal işçisinin başlatmak istediği grev, AKP hükümeti tarafından “ertelendi”, yani fiilen yasaklandı. İktidar partisi, daha önce de metal, cam, maden ve havayolları gibi işkollarında grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklamıştı. Milyonlarca yoksulun oyunu alan AKP, bir kez daha bu işçiler hakları için mücadele etmeyi seçtiğinde patronlardan yana tutum aldı. 2015 yılının Ocak ayındaki grev yasaklandığında, “hukuki mücadele” yolunu seçtiğini söyleyerek grevci işçiler arasındaki mücadele etme isteğini bastıran Birleşik Metal-İş yönetimi, bu kez hükümetin yasağını tanımadığını ilan etti. Pazartesi günü birçok fabrikada işçiler grev yasağına rağmen üretim yapmadı. Grev yasağına karşı, Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu birçok fabrikada da dayanışma eylemleri yapıldı. İzmir’de Rettig, Jantsa, Lisi
Aerospace, İMPO Motor, POLKİMA, Ankara’dan Başöz Enerji, Klisom, Gebze’den Legrand, AR Metal, Kroman Çelik, Sarkusyan, Çayırova Boru, BOSAL, Tekirdağ SIO Otomotiv, Mersin Çimsataş işçileri grev yasağını tanımadıklarını ilan ettiler. Metal işçisinin grev kararlılığı patronlara geri adım attırdı. EMİS, Birleşik Metal-İş’i
Çalışma Bakanlığı’na görüşmeye çağırdı. Masaya oturmak için ön şart olarak işçilerin işbaşı yapmasını istiyorlardı. Görüşmeler sonucunda, işçilerin taleplerinin bir bölümü kabul edilerek anlaşmaya varıldı.
bugün önemli olan şu: Metal işçileri, hükümetin devamlı grev ertelediği bir ortamda, grev yasağına karşı grev yaparak kazandı! Fiili mücadeleyle grev yasağını aştı ve EMİS’i masaya oturttu.
Kazanımların ne kadar büyük olduğu, yeterli olup olmadığıyla ilgili sendika liderliği etrafında tartışmalar yürütülüyor. Ancak
Bu mücadelenin tüm diğer işkollarındaki emekçiler için örnek teşkil etmesini sağlamaya çalışmalıyız.
İŞÇİYE HER SEFERİNDE DAYATILAN GEREKÇE: MİLLİ GÜVENLİK İktidar dönemi boyunca grevleri yasaklayan hükümet, 15 Temmuz sonrasında da darbe fırsatçılığı yaparak işçilerin gösteri ve grev haklarını fiilen ortadan kaldırmış durumda. Hükümet, daha önce iki kez cam işkolunda, lastik fabrikalarında, madencilik iş kolunda, havayollarında ve metal sektöründe olmak üzere tüm grevleri “milli güvenliği” gerekçe göstererek yasakladı. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında işçi sınıfını bölmek için milliyetçilik kartına oynayan yerli ve milli koalisyon, aynı gerekçeyle grevleri yasaklamakta. Hükümetin milli güvenlik söyleminde kastettiğinin sermayenin güvenliği anlamına geldiği herkesin malumu. Öte yandan TL’nin dolar karşısında değer kaybı, artan petrol fi-
yatları, tarım başta olmak üzere üretim maliyetindeki artış , işsizlik rakamlarının %11’e yaklaşması karşısında hükümet emekçileri, OHAL ve grev yasaklarıyla mutlak yoksulluğa itekliyor. Tüm bu gelişmelere yanıt vermek için ise işçi sınıfının mücadele dışında bir seçeneği yok. Tam da bu nedenle başta Birleşik Metal-İş Sendikası olmak üzere EMİS’e bağlı işyerinde çalışan işçiler grev kararlarının arkasında durmalıdır. Öte yandan Grev en temel demokratik haktır. Grev ve OHAL yasaklarını aşmanın yolu da fiili mücadeleden geçmektedir. Bu mücadele hak mücadelesinin ötesinde aynı zamanda demokratikleşme mücadelesidir. Dolayısıyla tüm demokrasi güçlerinin de omuz vermesi gereken bir mücadeledir.